Soru,Cevap "Adak nedir, dindeki yeri nedir?","Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak, fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılmasını” ifade eder. Diğer bir deyişle adak, “kişinin sorumlu olmadığı hâlde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılmasıdır” (Mevsılî, el-ihtiyâr, 4/76-77). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Dolayısıyla adağın yerine getirilmesi Kitap, Sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/90). Âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, Ona şükretmek için adak adanmasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevî amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.” (Buhârî, Eymân, 26 [6693]; Müslim, Nezir, 2 [1639]); “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26 [6692]; Müslim, Nezir, 3 [1639]) anlamındaki hadislerinden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır. Bazı âlimler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/450; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/3). Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda adağın yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82)." Adakla ilgili şartlar nelerdir?,"Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde ve büluğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/81-82). Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şunlardır: a) Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Mesela namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma, adak konusu olmaz. Türbelerde şeker ve helva dağıtma, mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur. b) Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olan bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezân ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz. c) Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Örneğin kişinin kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu adak konusu olmaz. d) Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olmalı, adak mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunmalıdır. Bir kimsenin sahip olmadığı muayyen bir malı adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Mesela ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir. Adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili olmamalıdır. e) Adanan fiil Allah’a isyanı, bidat, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Böyle olması hâlinde adak geçersiz olur. “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım.” şeklinde gerçekleşmemesini istediği bir şarta bağlı olarak adakta bulunan kimse, bu şartın gerçekleşmesi durumunda dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin keffâreti öder. Hanefîler bu durumda yemin keffâreti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahitleşme, sözü kuvvetlendirme anlamı taşıdığından yemin sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/738-739)." Güç yetirilemeyecek bir şey adamak geçerli olur mu?,"Adağın geçerli olması için adanan şeyin yerine getirilmesi fiilen ve dinen mümkün ve meşru olmalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82-92; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/229). Bu itibarla bir kişinin, başkasına ait olan bir malı veya hiçbir zaman güç yetirilemeyecek bir şeyi adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerli olur. Adakta bulunan kişinin, adağını kendi malıyla yerine getirmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/737, 741-742). Kendi malı yok ise tövbe etmeli, mal edindiğinde de adağını yerine getirmelidir. Bedenî ibadetler konusunda ise; oruç tutmayı adayıp da hastalık veya yaşlılık gibi mazeretleri sebebiyle adaklarını yerine getiremeyecek olan kişilerin, her bir oruç için bir fidye vermeleri gerekir. Aynı şekilde ömür boyu oruç tutmayı adayan kişi, sağlığı el verdiği ölçüde adağını yerine getirmeli, bunun mümkün olmaması hâlinde ise her gün için bir fidye vermelidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/91; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/77-78; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/209). Eğer namaz adanmışsa; îmâ ile de olsa adanan namaz kılınmalıdır. Buna da güç yetirilememesi hâlinde tövbe edilmelidir. Böyle bir kişi, daha sonra bu ibadetleri yapmaya gücü yeterse, adağını yerine getirmelidir." Adak kurbanı kesmenin hükmü nedir? Etinden kimler yiyemez?,"Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi bu adağı, bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, eşi, usûl ve fürûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları) yiyemeyeceği gibi bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez (Zeylaî, Tebyîn, 6/8; Bilmen, İlmihal, 304-305). Eğer kendisi veya bu sayılanlardan biri yerse, yenilen etin bedelinin yoksullara verilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203)." Adak kurbanı düğün vb. toplantılarda ikram edilebilir mi?,"Adak kurbanının etinden, adağı yapan kişinin yemesi caiz olmadığı gibi; bu kişinin eşi, usûl ve fürûu (yani annesi, babası, nineleri, dedeleri, çocukları, torunları) ve dinen zengin sayılan kimseler de yiyemezler. (Zeylaî, Tebyîn, 6/8). Adak kurbanının etini bu sayılanlar dışında kalan ve dinen fakir olan kimseler yiyebilirler. Düğün vb. toplantılarda fakirlerin yanı sıra zenginler de bulunabileceğinden, adak kurbanının bu gibi yerlerde ikram edilmesi caiz olmaz. Eğer böyle bir durumda, adakta bulunan kişinin kendisi, usûl veya fürûundan birisi ya da zengin biri yemiş bulunursa, yenilen miktarın bedeli fakirlere tasadduk edilmelidir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203)." Adak kurbanında bulunması gereken nitelikler nelerdir?,"Kurbanlık hayvanda aranan nitelikler, adak kurbanında da aranır. Kurbanlık hayvanda aranan şartlar ise şunlardır: a) Belirli yaşları tamamlamaları gerekir. Buna göre 5 yaşını dolduran deve, 2 yaşını dolduran sığır ve manda, 1 yaşını dolduran koyun ve keçi kurban edilebilir. Bu yaşa gelmiş kurbanlık hayvanın dişini değiştirip değiştirmediğine (kapak atmak) bakılmaz. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). b) Ayıplardan uzak, sağlıklı, azaları tam ve besili olması gerekir. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzları kökünden kırık, kuyruğu ve kulaklarının yarıdan fazlası kesik, memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, yemini bulmasına engel olmayacak derecede şaşı, kurban edileceği yere gitmesine engel olmayacak ölçüde topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine engel teşkil etmez (Kâsânî, Bedâi‘, 5/74-76)." Adak kurbanı ne zaman kesilmelidir?,"Bir şarta bağlı olarak kurban kesmeyi adayan kişi, şart gerçekleşmesi hâlinde adağını ilk fırsatta yerine getirmelidir. Şarta bağlı olmayan adaklar ise herhangi bir vakitte yerine getirilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/735-738; 6/332-332). Ancak uygun olanı, ilk fırsatta yerine getirilmesidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/93-94). Eğer udhiyye yani kurban bayramı günlerinde kesilmesi gereken kurban adanmışsa bunun kurban bayramı günlerinde; hedy yani harem bölgesinde kesilecek bir kurban adanmışsa bunun da harem bölgesinde kesilmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/333). Bunların dışındaki adak kurbanlarının herhangi bir yer ve zamanda kesilmesi caizdir. Dolayısıyla adak kurbanlarının mutlaka kurban bayramı günlerinde kesilmesi şart değildir. Bu yöndeki kanaatler, dinî bir temele dayanmamaktadır." Kurban kesmeyi adayan bir kimse bu adaktan vazgeçebilir mi?,"Kur’ân’da değişik yerlerde; verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya masiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet bulunulmuşsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Bu itibarla kişinin gerçekleşmesini istediği bir şey için kurban adağında bulunması hâlinde o şeyin gerçekleşmesine bağlı olarak adağını yerine getirmesi gerekir. Yapılan bir adaktan vazgeçilmesi adak yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak adak maddî imkânı gerektiren türden ise kişi bu adağı maddî imkânı müsait olduğunda yerine getirir." Bir koç kurban etmeyi adayan kişi mutlaka koç mu kesmelidir? Bir büyükbaş hayvana ortak olabilir mi?,"Bir koç kesmeyi adayan kimse koç kesebileceği gibi koyun veya keçi de kesebilir. Çünkü bunlar aynı cinsten (davar) kabul edilmektedir. Aynı şekilde bu kişinin ibadet niyetiyle kesilecek olan bir sığıra hissedar olarak girerek adağını yerine getirmesi de mümkündür. Çünkü amaç kurban kesmektir. Bu şekilde de amaç yerine gelmiş olur. Ancak sığır kesmeyi adayan kişinin, koyun kesmesi ile adağı yerine gelmiş olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224). Cins belirlemeksizin “bir kurban keseceğim” diye adakta bulunan bir kimse ister koyun, isterse de sığırdan bir hisseye girerek dilediği cinsten bir kurbanlık hayvan kesebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224)." "Rüyada kurban kesmeyi adayan kişi, bu adağını yerine getirmeli midir?","Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Bu itibarla rüyada kurban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını yerine getirmesi gerekmez." "Yemin ne demektir, dinî hükmü nedir?","Yemin, bir kimsenin Allah’ın ismini veya bir sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Mesela “Vallahi (Allah’a yemin ederim ki) şu işi yapmam”, “Billahi (Allah’a yemin ederim ki) şu yere gitmeyeceğim” şeklindeki beyanlar böyledir. Yemin etmek aslında mübah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Yerine getirilmesi mümkün ve mübah olan bir şeyi, ileride yapacağına veya yapmayacağına yemin eden kişi, bu yeminini yerine getirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/702-703). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözün yerine getirilmesi hakkında “Yeminlerinizi koruyunuz (yerine getiriniz)” (el-Mâide, 5/89), “Allah adına yaptığınız ahitleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir.” (en-Nahl, 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir." Ağız alışkanlığı ile yerli yersiz edilen yeminin hükmü nedir?,"Gereksiz yere yemin etmek ve çok yemin etmeyi alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, çok yemin etmenin Yüce Allah’ın hoşuna gitmeyen işlerden biri olduğuna işaret edilerek, “Yemin edip duran kimseye boyun eğme!” (el-Kalem, 68/10) buyrulmuştur. Dil alışkanlığıyla söylenen, başka bir deyişle, herhangi bir işin yapılması veya yapılmaması yönünde bir içeriğe sahip olmayan “vallahi”, “billahi” şeklindeki sözler hükümsüz (lağv) yemin sayıldığı gibi yalan söyleme kastı olmaksızın, geçmiş veya şimdiki zamandaki bir husus üzerine doğru olduğunu zannederek yapılan yemin de ""lağv yemini"" sayılır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz.” (el-Mâide, 5/89) buyrularak bu tür yeminden dolayı keffâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakmaları gerekir. Hiçbir kasıt olmasa bile gelecekteki bir iş hakkındaki her türlü yemin, mün’akid yemin kapsamındadır ve yeminin gereği yerine getirilmediğinde keffâret gerekir. Yani bu tür yeminler kasıtsız söylense bile yemin-i lağv sayılmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 2/317)." Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?,"Her ne şekilde olursa olsun geçerli (mün’akide) olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir (el-Mâide, 5/89)." Yemin keffâretini yerine getirmekten aciz olan kimse ne yapmalıdır?,"Yemin keffâretini yerine getiremeyenler, keffâreti ertelerler ve imkân buldukları ilk anda bu keffâreti eda ederler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/112). Ancak keffâretini yerine getirmeden ölen kişi; vasiyet etmişse keffâret geriye kalan malından ödenir. Vasiyet etmemişse varisleri onun bu keffâretini kendiliklerinden ödeyebilirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/96)." Bozulan her bir yemin için ayrı ayrı mı yoksa hepsi için bir keffâret mi ödenmelidir?,"Birden çok yemin edip sonra da bozmanın çeşitli şekilleri vardır: a) İster peş peşe isterse farklı zamanlarda, birden çok yemin edilerek, her bir yeminde diğerinden farklı bir işin yapılması veya yapılmamasından söz edilmesi durumunda, fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre her bir yeminin ihlalinden dolayı ayrı ayrı keffâret gerekir. Mesela, “Vallahi şu kimsenin evine girmeyeceğim”, “Vallahi onunla konuşmayacağım” şeklinde söylenen sözlerin her biri ayrı birer yemindir. Yemin bozulup söz konusu kişinin evine girilmesiyle bir keffâret, o kişiyle konuşmakla ayrı bir keffâret gerekir. İmam Muhammed’e nispet edilen bir keffâretin yeterli olacağı şeklindeki bir görüş bazı fıkıh kitaplarında ve ilmihallerde yer almışsa da bu görüş, başta erken dönem kaynakları olmak üzere diğer Hanefî kaynaklarında yer almayan ve sıhhatinde bazı kuşkular bulunan bir nakildir. Din İşleri Yüksek Kurulu da böyle bir yeminin bozulması durumunda her bir yemin için ayrı kefaret ödeneceği yönünde karar vermiştir (DİYK 28.05.1952 tarih ve 267 sayılı karar). b) Bir yemin cümlesinde, Allah’ın adı yemin için bir defa zikredilmekle beraber, yapılması veya yapılmaması söz konusu edilen işler sayıca birden fazla olursa, bunların hepsi birden ihlal edilse bile bir kefaret yeterlidir. Mesela, “Vallahi şunu yemeyeceğim, şunu içmeyeceğim” diyen kimse, hem yiyerek hem de içerek verdiği söze aykırı davranırsa, sadece bir keffâret gerekir. c) Bir yemin cümlesinin tamamı birden fazla mesela, “Vallahi şu işi yapmayacağım”, “Vallahi şu işi yapmayacağım” şeklinde tekrar edilir ve sonra da bu yemin bozulursa; Hanefî mezhebinde kabul gören görüşe göre, ne kadar tekrar edildiyse o kadar sayıda kefaret gerekir. Böyle bir yemin tekrarının aynı zaman ve ortamda veya farklı zaman ve ortamlarda yapılması hükmü değiştirmez. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde kabul gören görüşlere ve bazı Hanefîler'e göre ise bir keffâret yeterlidir. d) Bir yemin cümlesinde, yemin konusu olan iş bir defa zikredilmekle beraber, Allah’ın isminin tekrar edilmesi veya O’nun birden fazla isminin kullanılması hâlinde, başta İmam Muhammed olmak üzere fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre bu tek bir yemin sayılır ve bozulması durumunda bir keffâret yeterlidir (bkz. Sahnûn, el-Müdevene, 1/589-590; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/514; Kâsânî, Bedâi‘, 3/9-10)." "Yemin keffâreti ödeyen bir kimse, aynı konuda tekrar yemin eder ve yeminini yine bozarsa, bunun için de yeni bir keffâret ödemeli midir?","Geçmişte ödenmiş ve zimmetten düşmüş bir keffâret, gelecekte yapılacak hataları örtmez. Bu sebeple geçmişte bozulan bir yeminden dolayı keffâret ödendikten sonra tekrar yemin edilir ve bu yemin de bozulursa, tekrar yemin keffâreti ödenmesi gerekir. Ancak bir konuda yemin edip yeminini bozan kişi keffâret ödemeden aynı konuda tekrar yemin etse ve bu yemini de bozsa hepsi için tek keffâret öder." Dinî bir emri yerine getirmemeye veya bir haramı işlemeye yemin eden kişi ne yapmalıdır?,"Farz veya vacip olan bir şeyi yapmamaya ya da haram ve günah olan bir şeyi yapmaya yemin etmek, Müslümana yakışan bir davranış değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, “İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah’ı siper yapmayın. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 2/224) buyurmaktadır. Bununla birlikte, bu tür bir yemin edildiğinde, yemini yerine getirmeyip bozmak ve ardından yemin keffâreti vermek gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/13). Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) , “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve keffâret ödesin. ” (Müslim, Eymân, 11-17 [1650]; bkz. Buhârî, Eymân, 1 [6622]) buyurmuştur." Eşinin evine gitmeyeceğine yemin eden bir kadının ne yapması gerekir?,"Nikâh akdinin kadın ve erkeğe yüklediği birtakım hak ve sorumluluklar vardır. Bir kadının eşinin evine gitmesi nikâh akdinin doğurduğu temel sonuçlardan biridir. Dolayısıyla eşinin evine gitmemeye yemin eden bir kadın, meşru bir mazeret olmadıkça eşinin evine gider ve yemin keffâreti öder." "“Sana sütümü helal etmem, hakkımı helal etmem” şeklinde söylenen sözler yemin sayılır mı?","Bir anne veya babanın, isyankâr bir çocuğuna karşı “sana sütümü/hakkımı helal etmem” ve benzeri sözleri yemin hükmünde değildir. Ebeveynlerin çocuklarına haksız yere manevî baskı kurmaları ve onların şahsiyetlerine saygı göstermemeleri doğru değildir. Esasen bu tür sözler hiçbir hüküm de ifade etmez. Öte yandan çocukların, anne ve babaya karşı dinî görevlerinden biri de meşru işlerde onlara karşı isyan etmemek ve daima saygı göstermektir. Nitekim “(Rabbin), anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle!” (el-İsrâ, 17/23) mealindeki âyet, anne babaya iyi davranmanın önemine işaret etmektedir." Evlenme teklifi yapılan bir kadına bir başkasının teklifte bulunması caiz midir?,"Kendisine evlenme teklifi yapılan bir kadına henüz karar aşamasında iken bir başkasının teklifte bulunması mekruh kabul edilmektedir. Nitekim konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biri sakın Müslüman kardeşinin dünür gittiği birine talip olmasın” (Müslim, Nikâh, 50 [1412]; bkz. Buhârî, Nikâh, 45 [5142]) buyurmuştur. Aksi yönde bir davranış taraflar arasında husumete sebep olabileceğinden istenmeyen neticelere yol açabilir. Kadının teklife olumsuz cevap vermesi hâlinde ise bir başkası ona evlilik teklifinde bulunabilir (bkz. Şâfiî, el-Ümm, 5/42; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/143-147; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/533-534)." Nişanlıların rahat görüşebilmek için dinî nikâh kıymaları uygun mudur?,"Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden biri bu akitten önce genellikle bir nişanlanma döneminin geçirilmesidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir. Bu dönemde nişanlıların mahremiyet ölçülerini gözetmek kaydıyla birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla görüşüp konuşmalarında bir sakınca yoktur. Fakat nişanlıların dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları ve benzeri İslâm’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir (Tirmizî, Fiten, 7 [2165]). Günümüzde gençler, gerek velilerinden izinsiz olarak gerekse velilerin bilgisi dâhilinde nişanlılık döneminde güya dinî hassasiyetleri gözetmek amacıyla halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmakta ve sonuçta hiç de arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelmektedir. Bu tür olayların yaşanmaması için yapılan nikâh akitlerinin mutlaka kayıt altına alınıp hukuki güvenceye kavuşturulması, yani resmî olması gerekir. Çünkü dindar olduğunu söyleyen gençler veya aileleri, resmî tescilin olmadığı durumlarda çok kere, aralarında akdedildiği ifade edilen akitlerin gereğini yerine getirmemekte, taraflardan biri ve genellikle kız tarafı mağdur duruma düşmektedir. Böylece, dinimizin nikâh akdinden gözettiği ulvi gaye gerçekleşmek şöyle dursun, insanlar din adına birbirlerine zulmeder hâle gelmektedirler. Nikâh kıyıldığında dinen evlilik hayatı başlar ve karı-koca arasında mehir, nafaka, miras gibi birtakım haklar ve sorumluluklar tahakkuk eder. Günümüzde bu haklar, evlilik resmen tescil ettirilmeksizin korunamadığından, evlenecek kişilerin “resmî nikâh” kıyılmadan halk arasında “dinî nikâh” ya da “imam nikâhı” olarak bilinen geleneksel merasimi yapmaları uygun değildir." "Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?","Evlilik ciddi bir müessesedir. Evlenmek isteyen kimselerin öncelikle resmî muamele yaptırmaları, sonra halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmaları uygun olur. Bununla birlikte, evlenmek üzere nişanlanan kimselerin şartlarına uygun olarak yaptıkları nikâh akdi de dinen geçerlidir. Bu durumdaki bir kadın, nikâhlandığı kimsenin dinen eşi olduğundan, kocası kendisini boşamadıkça bir başka erkekle evlenemez. Daha sonra kız fiilen bir araya gelmekten vazgeçer; fakat erkek onu boşamazsa, dinen nikâh devam eder. Bu durumda yapılacak şey, bir şekilde erkeğin boşamasını sağlamak, bu yapılamadığı takdirde, hakemler aracılığıyla aralarını tefrik etmektir. Böyle bir durumda erkeğin, sırf kadına zarar vermek amacıyla kadını boşamamakta ısrar etmesi dinen doğru değildir (el-Bakara, 2/231). Dolayısıyla söz konusu olayda öncelikle sözü dinlenir, ilim ve fazilet sahibi bir kişi, karı-koca arasını ıslaha çalışmalı; bu mümkün olmazsa boşamamakta direnen kocaya bu tutumunun hiçbir yarar sağlamadığını, böyle bir nikâha son vermesi gerektiğini, nikâhın karşı tarafa zarar vermek amacıyla kullanılamayacağını, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu anlatarak erkeğin boşamasını sağlamaya çalışmalıdır. Buna rağmen erkek boşamamakta ısrar ederse, kadın ve erkeğin aileleri bu konuda bir sonuca varmak üzere birer hakem seçerler. Ailelerden biri direnir, hakem seçmezse karşı taraf onun yerine âdil ve tarafsız bir hakem seçebilir. Seçilen hakemler öncelikle arabuluculuk yaparlar. Lüzum ve zaruret bulunduğunda kocanın rızası olmasa bile ayrılmalarına karar verebilirler. Böylece taraflar arasında nikâh bağı sona ermiş olur." Boşanan kadının mali hakları nelerdir?,"Boşanan kadın, eğer halvet-i sahiha veya zifaf gerçekleşmişse hakkı olan mehrin tamamını alır. Ayrıca erkek eşini, onun talebi olmaksızın boşamışsa, müt‘a adı verilen gönül alıcı bir hediyenin verilmesi, Şâfiî mezhebine göre vâcip, Hanefî mezhebine göre müstehap görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/111; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 3/219-220). Şâyet nikâh esnasında veya sonrasında belirlenmiş bir mehir yoksa kadın, başta kız kardeşleri olmak üzere kendisine babası tarafından olan akrabalarından eğitim, güzellik, sosyal statü itibarıyla denk sayılacak bir kadının aldığı kadar bir mehri hak eder. Buna mehr-i misil denir. Ayrıca erkeğin, boşadığı kadının bekleyeceği iddet süresince, ona nafaka ve mesken temin etmesi gerekir (et-Talâk, 65/1, 6). Şâyet bir kadın henüz kocası ile cinsel birliktelik yaşamadan veya halvet-i sahîha meydana gelmeden boşanmışsa, belirlenen mehrin yarısını (el-Bakara, 2/237); mehir belirlenmemişse, fıkıh ıstılahında “müt‘a” denilen hediyeyi hak eder (el-Bakara, 2/236). Kur’ân ve sünnette müt‘anın ne kadar olduğu belirlenmemiş, bu konuda erkeğin sahip olduğu maddî imkânlar ve örf esas alınmıştır (el-Bakara, 2/236; Muvatta’, Talâk, 46). Ancak fakihler, ilgili naslardan ve uygulamalardan yola çıkarak, müt‘anın mehr-i mislin yarısını geçmemesi gerektiğini belirtmişlerdir (İbn Mâze, el-Muhît, 3/112). Bu sebeple mahkemenin mehr-i mislin yarısını aşan veya fahiş kabul edilebilecek bir tazminatı belirlemesi hâlinde kadının mezkûr miktardan fazlasını alması haksız kazanç sayılacağından fazla miktarı tekrar eski eşine iade etmesi gerekir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak, muayyen bir miktar belirlemişlerse, bu durumda müt‘anın mehr-i mislin yarısından fazla olmasında bir sakınca olmadığı da söylenmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/110, 111; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 6/365)." Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?,"İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer." Boşanmadan sonra çocukların bakım hakkı kime aittir?,"Çocuğun doğumdan itibaren beslenmesini, bakım ve temizliğini belli bir süreye kadar en iyi bir biçimde annesi yerine getireceğinden bakım hakkı öncelikle anneye tanınmıştır. Annenin şefkat, merhamet ve bu işlere dönük fıtrî becerisinin bulunması da bunu gerektirmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/143; Merğinânî, el-Hidâye, 2/283; İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/237; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193). Bir kadın Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Ey Allah’ın Elçisi! Şu benim oğlumdur. Karnım ona yuva, göğsüm pınar, kucağım da sıcak bir kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istiyor.” diye şikâyette bulununca Resûl-i Ekrem; “Başkası ile evlenmediğin sürece onun üzerinde önce sen hak sahibisin.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276]) buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir de (r.a.) eşinden ayrılan bir babaya; “Annesinin okşaması, kucağına alması ve kokusu, çocuk açısından senin yanında kalmasından daha hayırlıdır. Sonra çocuk büyüyünce seçimini yapar.” (Abdürrezzâk, el-Musannef, 7/154 [12601]) demiştir. Çocuğun bakım ve terbiyesi sorumluluğu kendisine verilen kişinin akıllı, ergin, bu işi yapabilecek güçte ve çocuğu hayat, sağlık ve ahlakî bakımlarından koruma konusunda güvenilir olması gerekir. Hem kadın hem erkekte aranan bu ortak nitelikler yanında sadece kadında ve sadece erkekte aranan başka şartlar da vardır. Erkeğin Müslüman olması, bakacağı çocuk kız ise ona mahrem olması; kadının çocuğa yabancı yani mahrem olmayan biriyle evli olmaması bu tür özel şartlardandır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258 vd.; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 6/388-393 vd.; Bilmen, Kâmus, 2/432). Çocuğun bakımı ve yetiştirilmesinin süresi (hidâne) çocuğun buna olan ihtiyacı ile orantılıdır. Hukukçular bu süreyi çocuğun kendi başına yemek yiyip giyinebileceği yaşa ulaşmasını ölçü alarak belirlemişlerdir. Dolayısıyla bu süre erkek çocukta yedi-dokuz; kız çocukta dokuz-on bir yaşlarında sona erer. Mâlikîlere göre bu müddet, erkek çocukta ergenlik çağına, kız çocukta ise evlenmesine kadar uzamaktadır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258-259). Süre sona erince çocuğun sorumluluğu, hukukçuların çoğunluğuna göre babaya intikal ederken; Şâfiî ve Hanbelîler kararın çocuk tarafından verileceğini, anne-babasından hangisini seçerse onun yanında kalacağını söylemişlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/239; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/198). Hz. Peygamber’in (s.a.s.), anne-babası boşanmış bir erkek çocuğu, onlardan hangisini seçeceği konusunda muhayyer bırakması (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276-2277]; Tirmizî, Ahkâm, 21 [1357]) ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yukarıda naklettiğimiz sözü, bu son görüşü teyit etmektedir." Boşanmadan sonra çocukların nafakası kime aittir?,"Çocukların ve annelerinin nafakalarını/temel ihtiyaçlarını karşılama görevi, babaya aittir (el-Bakara, 2/233; et-Talâk. 65/6). Nafaka borcu, yükümlünün ekonomik gücüne göre tespit edilir (et-Talâk, 65/7). Baba, çocuğun nafakasını temin edemeyecek kadar fakirse babanın kardeşi veya anne bunu temin edebilecek maddî güce sahipse baba, gücü yettiğinde ödemek üzere, onlara borçlanarak nafakayı karşılar. Kız çocuklar büyük de olsa küçük çocuklar gibi olup, evleninceye kadar nafakaları babaya, evlendikten sonra kocaya aittir. Erkek çocuklar ise çalışıp kazanır hâle gelinceye kadar baba nafakalarını temin eder, çalışıp kazanabilecek hâle gelince nafaka sorumluluğu sona erer. Ancak çocuk büyük de olsa nafakasını kazanamayacak bir özre sahip olduğunda, nafakası yine babaya aittir (Serahsî, el-Mebsût, 5/208)." Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?,"Yüce Allah, akrabaya yardım ve iyiliği emretmektedir. Kur’ân’da, “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver.” (el-İsrâ, 17/26); “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (en-Nisâ, 4/36) buyrulmuştur. Allah Resûlü de  (s.a.s.) hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resûlü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 128 [5140]) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin câiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, 5/208). Buna göre erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması gerekir." Süt haramlığının delili nedir? Süt akrabalığının oluşma şartları nelerdir?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de  (s.a.s.) “Nesep yoluyla evlenilmeleri haram olanlar, süt yoluyla da haramdır.” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546)." Çocuğun süt gelmeyen memeyi emmesiyle süt akrabalığı oluşur mu?,"Süt akrabalığının oluşması için emziren kadının sütünün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Dolayısıyla süt gelmeyen memeyi emmekle süt akrabalığı oluşmaz (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/138; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309)." Bir kadının kendi çocukları dışında farklı doğumlarda emzirdikleri arasında süt kardeşliği olur mu?,"İster aynı doğumda ister başka doğumlarda olsun, bir kadından süt emen bütün çocuklar birbirleriyle süt kardeşi olurlar (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/343). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden süt emilen kadınlar “sütanne”, aynı kadından süt emen çocuklar da “süt kardeş” olarak isimlendirilmiş ve bunlar arasında süt akrabalığının meydana geleceği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/23; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/65-66)." """Süt bankası""ndan alınan sütle süt hısımlığı oluşur mu? Süt bankasındaki sütlerin karışmış olması hükmü etkiler mi?","Süt akrabalığı, bebeğin memeden sütü emmesiyle oluştuğu gibi kadından alınan sütün içirilmesiyle de oluşur. Dolayısıyla süt bankasından temin edilen sütün emme yaşındaki çocuklara verilmesiyle süt akrabalığı oluşur. Bu nedenle süt akrabalığında herhangi bir karışıklığa meydan vermemek ve dinen haram sayılan bir evliliğe sebep olmamak için süt verenlerle süt emenlerin kimliklerinin kayda alınması ve bu konuda titizlik gösterilmesi şarttır. Süt bankasına farklı kadınlar tarafından verilen sütlerin karıştırılmış olması bu hükmü değiştirmez. Bu durumda süt veren kadınların tamamıyla bu sütleri içen çocuklar arasında süt hısımlığı oluşmuş olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/343-344)." Göze veya kulağa damlatılan sütten dolayı süt akrabalığı meydana gelir mi?,"Süt hısımlığının oluşması için sütün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Bunun sebebi, emilen sütün çocuğun beslenmesi ve büyümesindeki katkısıdır. Göze veya kulağa damlatılan sütün beslenme ve büyümede etkisi yoktur. Dolayısıyla bu organlara damlatılan süt sebebiyle süt akrabalığı meydana gelmez (Merğinânî, el-Hidâye, 1/245; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/313; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/344)." Süt sebebiyle oluşan mahremiyette ölçü nedir?,"Aralarında süt hısımlığı bulunan kimseler birbirlerinin mahremidirler yani bunların birbirleriyle evlenmeleri ebediyen haramdır. Süt akrabalığı ile nesep akrabalığı arasında mahremiyet açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla bakma, dokunma, bir arada bulunma, beraber seyahat etme vb. konularda nesep akrabası için söz konusu olan kurallar süt akrabası için de aynen geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/113)." Bir kimse sütbabasının diğer hanımından olan çocuğuyla evlenebilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de  (s.a.s.) “Nesep bakımından haram olan süt bakımından da haramdır” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Bu yüzden kişi, kendi baba bir kardeşiyle evlenemeyeceği gibi sütbabasının diğer hanımından olan çocuğu da baba bir süt kardeşi olduğundan, onunla da evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, 5/242)." Bir kimse kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir mi?,"Süt akrabalığı, sadece emziren ve emen arasındaki süt emme fiilinden doğduğu için sütanne ve bazı akrabaları ile; süt emenin kendisi ve öz çocukları ile sınırlı kalmakta, bunların dışındaki akrabalar arasında evlenme engeli meydana gelmemektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/130). Bu yüzden kişi, kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir." Sütkardeş oldukları evlendikten sonra anlaşılan çiftlerin durumu ne olacaktır?,"Süt emme ve emzirmenin evlilik engeli sayılabilmesi için emme olayının kesin olarak sabit olması gerekir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546). Kocanın, eşiyle süt kardeş olduğunu ikrar edip, ikrarında ısrar etmesi ya da âdil iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile süt kardeş oldukları sabit olan evli çiftlerin araları ayrılır. Bu durumda, çiftler arasında cinsel yakınlık olmuş ise kadın, belirlenen mehir ile mehr-i misilden en az olanı hak eder. Cinsel yakınlaşma olmamış ise kadın, mehir olarak bir şey alamaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/380-381). Şâfiî mezhebine göre süt akrabalığının varlığı, erişkin iki erkek, bir erkek iki kadın veya dört kadının şahitliğiyle ispat edilebilir. Yine bu mezhebin kuvvetli görüşüne göre, süt emmeye şahitlik etmek, mahremiyetin sabit olması için yeterli değildir. Şahitlerin; süt emme vaktini, emme sayısını ve sütün, emen çocuğun midesine ulaştığını söylemeleri gerekir (Şâfiî, el-Ümm, 6/94; Nevevî, el-Mecmû’, 20/260). Buna göre, evlendikten sonra süt kardeş oldukları ihtimali beliren çiftler, Şâfiî mezhebinde ileri sürülen şartlar gerçekleşmemişse bu mezhebin görüşü doğrultusunda evlilik hayatına devam edebilirler." Ücretle sütanne tutmak caiz midir?,"Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda çocuğa karşı yerine getirilmesi gereken önemli bir hak olarak görülmüştür. Allah Teâlâ “Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da babanın borcudur. Hiç kimse gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılınamaz. Ne ana çocuğu yüzünden zarara uğratılsın ne de babası çocuğundan dolayı zarar görsün” (el-Bakara 2/233) buyurmuş ve emzirmeyi bir vazife olarak annelere yüklemiştir. Ancak aile isterse çocuğu sütanneye de verebilir. Annenin çocuğu bizzat emzirmesinin sağladığı yararlar dikkate alındığında meşru mazeret olmadıkça annelerin emzirmeden kaçınmamaları gerekir. Çocuğun sütanneye verilmesi durumunda emzirme karşılığında bir ücret talep edilirse, bu ücret baba tarafından ödenir (el-Bakara 2/233, el-Talâk 65/6)." Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?,"İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb, 33/4) meâlindeki âyetle kaldırılmış, ardından gelen âyette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslâm’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24 [6005]; Müslim, Zühd, 42 [2983]) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, ona öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi onu kanuni mirasçıları arasına katması ve aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından kendisine öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi; onu koruma altına almak, bakmak, büyütmek, maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir." Koruyucu aile kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödediği paranın alınmasında dinen bir sakınca var mıdır?,"Koruyucu aile programı uygulaması kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödeyeceği paranın çocuğa harcanması veya onun adına saklanması hâlinde koruyucu aile tarafından alınmasında dinî açıdan bir sakınca yoktur. Bununla birlikte, himaye eden ailenin fakir olması durumunda çocuk için verilen paradan makul şekilde istifade etmesi de câizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (bulâğa) erdiklerinde, eğer reşîd olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 4/6) buyrulmuştur. Öte yandan dinimizde çocuğun anne-baba ile olan nesep bağının koparılması onun duygu dünyasını yıkmak ve onu ruhen öldürmek sayılabileceğinden dolayı doğru bulunmamıştır (bkz. el-Ahzâb, 33/4-5; Buhârî, Megâzî, 57 [4326]; Müslim, Îmân, 114-115 [63]). Bu yüzden çocuk, Allah’ın emaneti olarak görülmeli, bu emanete hakkıyla riâyet için çaba ve gayret gösterilmeli, maddî sıkıntılar sebebiyle evlatlık verilip gerçek anne-baba şefkatinden mahrum bırakılmamalıdır." İddet ne demektir? İddet süreleri ne kadardır?,"“Saymak, miktar, adet” anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kavramı olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi hâlinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik bağını bir anda yok etmeme gibi hikmetleri bulunmaktadır. Evlilik, boşanma veya fesih yoluyla sona ermişse ve kadın da hamile değil ise âdet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler. “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler.” (el-Bakara, 2/228). Herhangi bir sebeple âdet görmeyenler ise üç ay süreyle iddet beklerler. “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (et-Talâk, 65/4). Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.” (el-Bakara, 2/234). Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer. “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (et-Talâk, 65/4). İddet beklemenin başlangıcı, tarafların fiilen birbirlerinden ayrı kaldıkları an değil, boşamanın veya ölümün gerçekleştiği andır. İddet beklemekte olan bir kadının başka biri ile nikâhlanmasının haram olmasının hikmeti, kendisinde hâlâ eski evliliğinin etkilerinin bulunabilmesi, eski kocasının haklarının korunması ve neslin birbirine karışma ihtimalinin bulunmasıdır." Evlenmenin dinî hükmü nedir?,"İslâm, evliliği ve evlilik yoluyla neslin devamını emretmiştir. Nitekim âlimlerimiz neslin devamını, İslâm’ın gerçekleştirmeyi hedeflediği beş temel zarurî esastan biri olarak görmüşlerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de evli olmayanların evlendirilmesi emredilmiş, fakir olsalar bile Allah’ın onları kendi lütfundan rızıklandıracağı bildirilmiş (en-Nûr 24/32); evlilik hükümleri detaylı bir şekilde anlatılmış (en-Nisâ 4/3, 23) ve insana kendi türünden huzur bulacağı eşlerin yaratılması da Allah’ın varlığının ve hikmet sahibi oluşunun delili olarak gösterilmiştir. (er-Rûm 30/21) Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanları evlenmeye teşvik ederek; “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” (Buhârî, Nikâh, 2-3 [5065-5066]; Müslim, Nikâh, 1 [1400]) ve “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh, 1 [1846]; bkz. Buhârî, Nikâh, 1 [5063]; Müslim, Nikâh, 5 [1401]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 6/173 [10391]) buyurmaktadır. Bu itibarla evlilik, meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet olarak görülmüştür (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/7). Bununla birlikte evlenmediği takdirde günaha girme ihtimali yüksek olan kimsenin evlenmesi vaciptir. Bir kimsenin davranışlarına yansıyan kişilik bozuklukları sebebiyle evleneceği eşine zulmetmesinden endişe edilmesi hâlinde ise evlenmesi mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/82)." Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar kimlerdir?,"İslâm dininde evlenilmesi haram olan kadınlar âyet ve hadislerde belirtilmiş ve bunların dışındakilerle evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle evlenilmesi haram olan kadınlardan bahsederken öncelikle Câhiliye döneminde bir nikâh türü olan üvey anneyle evlenme âdetine şu âyetiyle yasak getirmiştir: “Geçmişte olanlar hariç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu ne kötü bir yoldur.” (en-Nisâ, 4/22). Bir sonraki âyette nesep ve süt hısımlığıyla sıhrî hısımlıktan dolayı evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanmıştır: “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın eşleri, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 4/23). Daha sonra evli kadınlarla evlenmenin de haram olduğu ifade edilmiştir: “…Evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır.” (en-Nisâ, 4/24). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de iddet bekleyen kadının başka biriyle evlenemeyeceği (el-Bakara, 2/235), tek kadınla evlilik esas olmakla birlikte şartlarına uyarak birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek için bu sayının dörtle sınırlı olduğu ve aynı anda dörtten fazla kadınla evli olunamayacağı bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/3). Bunun yanında kadın olsun erkek olsun müşriklerle evlenmek yasaklanmış (el-Mümtehine, 60/10); ancak Müslüman erkeklerin, Ehl-i kitaptan iffetli kadınlarla evlenmelerine izin verilmiştir (el-Mâide, 5/5). Nisâ sûresi 23. âyette geçen “İki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz de size haram kılındı.” ifadesi, “Bir kadın, halası veya teyzesi ile aynı anda (bir erkeğin nikâhı altında) bulunamaz” (Buhârî, Nikâh, 27 [5109-5110]; Müslim, Nikâh, 37-38 [1408]) hadisiyle; aynı âyette geçen “Sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz size haram kılındı” ifadesi de “Nesep sebebiyle haram olanlar süt emme sebebiyle de haram olur.” (Buhârî, Nikâh, 117 [5239]; Müslim, Radâʽ, 2 [1444]) hadisiyle açıklanmış ve böylece âyetin delâlet ettiği hükümlerin kapsamı genişletilmiştir." Kişi hangi akrabaları ile evlenemez?,"İslâm dininde evlenilmesi câiz olmayan hısımlar âyet ve hadislerde sayılmış ve bunların dışında kalanlarla evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar şunlardır: Anne, anne veya baba tarafından olan büyük anneler, kız, oğlan ve kızın çocukları yani torunlar, kız kardeş, kız ve erkek kardeşin kızları, hala, teyze, eşin annesi, kendisiyle birleşilen eşin başka kocasından olan kızı, oğlun eşi, evlilikleri devam ettiği sürece eşin kız kardeşi ile teyzesi ve halası (eşinden ayrılmadan bunlarla evlenemez), puta, ateşe, yıldıza tapanlar, sütanne, süt kız kardeş, süt hala, süt teyze ve başkalarının nikâhında bulunan kadınlar (en-Nisâ, 4/23-24; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/84-86). Bunların dışında kalanlarla, başka bir evlenme engeli de yoksa evlenilmesi câizdir. Nisâ sûresinde evlenilmesi yasak olanlar sayıldıktan sonra; “Bunların dışında kalanlarla ise evlenmek size helâl kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/24) buyrulmuştur. Yukarıda sayılanların dışındaki akrabalarla evliliği yasaklayan bir delil bulunmamaktadır. Bazı kitaplarda nakledilen “Yakın akrabalarla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf doğar.” (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]) şeklindeki hadis güvenilir kaynaklarda yer almamaktadır. Bu konuda zikredilen “Zayıf çocuklar dünyaya getirmektesiniz. Bu yüzden yabancı kadınlarla evlenin.” sözü Hz. Peygamber’e (s.a.s.) değil Hz. Ömer’e aittir (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]). Hz. Peygamber (s.a.s.) halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendiği gibi (el-Ahzâb, 33/36-38), kendi kızı Hz. Fâtıma’yı da amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir." Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilir mi?,"Dinî değer ve hayatın muhafazası, geliştirilip devam ettirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gibi önemli sosyal fonksiyonlar icra eden aile kurumuna hukuki meşruiyet kazandıran evlenme akdinin sınır ve şartları Kur'ân-ı Kerîm’de ve sünnette tafsilatlı bir şekilde yer almış, kimlerle evlenilip kimlerle evlenilemeyeceği detaylı olarak açıklanmıştır. Bu bağlamda dinimizde Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyan) kadınlarla evlenebileceği; Ehl-i kitap dışındaki gayrimüslim (ateist, deist, budist vb.) kadınlarla ise evlenemeyeceği belirtilmiştir (el-Bakara, 2/221; Maide, 5/5). Şu kadar var ki, eş seçiminde Müslüman hanımların tercih edilmesi aile huzuru, neslin korunması ve toplumsal uyum açısından daha uygundur." Nikâhın tescili şart mıdır?,"Dinî kurallara uygun olarak yapılan bir nikâh akdi geçerlidir. Ancak evliliğin bir düzene sokulması ve evlenecek olanların gerekli şartları taşıyıp taşımadığının denetlenmesi bakımından, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden bu yana nikâhlarda aile büyüklerinin hazır olması, bir hutbe îrâd edilmesi/dua yapılması ve bu arada bir düğün yemeği (velîme) verilmesi müstehap görülmüştür. Tescil gibi bir şekil şartı, ilgili naslarda yoksa da; vadeli borç ve hakların yazıyla tespitini ve şahit bulundurulmasını bildiren âyetin (el-Bakara, 2/282) delâleti, bir akit olması hasebiyle nikâhın da tescil edilmesinin uygun olacağını göstermektedir. Bu tescil, kadının haklarının korunması açısından önemli olduğu için ihmal edilmemelidir." Resmi nikâh kıydıran kimse ayrıca dinî nikâh kıydırmalı mıdır?,"İslâm’a göre nikâh, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin (veya vekillerinin) şahitler huzurunda “seni nikâhladım, seninle nikâhlandım, seni eş olarak kabul ettim, seninle evlendim.” gibi yoruma ve inkâra imkân vermeyecek sözlerle, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmelerinden (îcap ve kabul) ibarettir (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/82-83). Bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi gerekir. Bütün şartların yerine getirilmesi neticesinde icra edilen bu şekildeki bir resmî nikâh, dinen de muteberdir. Nikâh dairelerinde kıyılan resmî nikâhlarda nikâh memurunun “evlenmeyi kabul ediyor musun?” şeklindeki sözün tarafların “evet” veya “kabul ediyorum” şeklinde verdikleri cevaplar bu akdin dinen geçersiz olmasını gerektirmez. Çünkü yapılan nikâh akdinin kesin olduğu hem resmî tescille hem de ortam karinesi ile sabittir. Evlenecek kişiler resmî nikâhtan sonra, isterlerse evlerinde veya münasip bir yerde istedikleri kişilere Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm okutup dua ettirip nikâh kıydırabilirler. Kurulan yuvanın mutluluklar getirmesi, sâlih ve sağlıklı nesillere vesile olması için dua edilmesi elbette iyidir. Bu aynı zamanda örfümüze de uygundur. Ancak günümüzde resmî nikâh olmadan dinî nikâh yapılması kadının ve çocukların haklarının korunması açısından uygun değildir. Nitekim Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesinde de şehrin kadısına kayıt yaptırılması şart koşulmuş ve nikâhın tescili üzerinde ısrarla durulmuştur." Nikâhta şahitliğin hükmü nedir?,"Nikâh akdinin geçerli olmasının şartlarından biri de nikâhın şahitler huzurunda akdedilmesidir. En az iki şahit bulunmadan kıyılan nikâh akdi geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.); “…iki âdil şahit olmadıkça kıyılan nikâh (geçerli) olmaz.” (İbn Hibbân, es-Sahîh, 9/386 [4075]; bkz. Tirmizî, Nikâh, 15 [1104]) buyurarak nikâhtaki en önemli şartlardan birinin şahitlik olduğunu belirtmiştir. Nikâh akdinde şahitlerin; erkeğin şahidi ve kadının şahidi şeklinde bir ayrıma tabi tutulması şart değildir. Hanefî âlimleri dışındaki müctehidler, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşmuş, Hanefîler ise bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Nikâhta şahitliğin şart koşulması aleniliği sağlamak ve yapılan evliliğe şaibe karışmasını önlemek içindir. Ayrıca şahitlerin Müslüman ve tam ehliyetli (temyiz gücüne sahip, âkil baliğ) olması gerekir. Şu kadar var ki evlenilecek kadın Ehl-i kitaptan biri ise şahitler de Ehl-i kitaptan olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/185-186)." Gizli nikâhın hükmü nedir?,"Tarafların şahitler huzurunda irade beyanında bulunmalarına rağmen ailelerinden ve yakın çevrelerinden gizleyerek yaptıkları akit, gizli nikâh olarak adlandırılır. Böyle bir akit, nikâhta bulunması gereken aleniyet niteliğini taşımadığından dinin nikâh ile ilgili genel ilkelerine aykırıdır. Sadece iki şahidin bildiği bir nikâh akdinin alenî olduğu söylenemeyeceğinden tarafların ailelerinin ve yakın akrabalarının muttali olmadığı bir akit gizli nikâh olmaktan çıkmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu nikâhı ilan edip duyurun...” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]); “Haram olan (ilişki) ile helal olanı (evlilik) ayıran şey, def çalmak ve duyurmaktır.” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1088]; Nesâî, Nikâh, 72 [3369-3370]) buyurarak alenîliğin gerekliliğine işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir de gizlenmesi şartıyla yapılan nikâh akdini geçersiz saymıştır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/129)." Tehdit altında yapılan nikâh akdi geçerli midir?,"Nikâh, evlenmelerinde dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin veya vekillerinin şahitler huzurunda, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmeleriyle (icap ve kabulle) meydana gelen bir akittir. Bu sebeple tarafların ömür boyu birlikte yaşamaya ve hayatın iyi-kötü yanlarını birlikte omuzlamaya hür iradeleri ile karar vermeleri gerekir. Dolayısıyla evlenecek kişilerin rızalarının bulunması zorunludur. Nitekim fıkha istinaden hazırlanmış olan Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesi zorla ve tehdit altında yapılan nikâhı geçersiz saymıştır (HAK, Md. 57). Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir." İki bayram arasında evlenmek caiz midir?,"Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dinî yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Âişe (r.a.) iki bayram arasında yer alan Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikâh, 73 [1423]). Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır." Boşama yetkisinin eşe veya başkasına devredilmesi mümkün müdür?,"İslâm’da boşama yetkisi prensip olarak kocaya verilmiştir. Boşama yetkisini elinde bulunduran kocanın, bu yetkisini, nikâh akdi sırasında veya evlilik süresi içinde karısına veya bir başkasına devretmesi mümkündür. Buna “tefvîz-i talâk” denir. Tefvîz, nikâh akdi esnasında yapılabileceği gibi evliliğin devam ettiği bir zamanda da yapılabilir. Nikâh akdi esnasında tefvîz yapılacaksa bu, kadının o sırada bu hakka kendisinin de sahip olmasını şart koşmasıyla olur. Kadın bu hakka nikâh kıyılırken mesela “boşama yetkisi elimde bulunup, dilediğim zaman kendimi boşayabilme şartıyla evleniyorum” demesi ve erkeğin de bunu kabul etmesiyle sahip olur. Bu şekliyle boşama yetkisini alan kadın dilediği zaman boşanabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/387-390; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/242, 314-324, 329). Tefvîz-i talâk, evlilik devam ederken de olabilir. Erkek, eşine, “Sen muhayyersin. Beni veya boşanmayı tercih edebilirsin. İstersen kendini boşayabilirsin, evliliğe devam konusunda karar senin.” gibi sözler ile boşama hakkını verebilir. Kadın bu tür sözlerle kendisine verilen boşama yetkisini aynı mecliste kullanmazsa hakkını kaybeder. Ancak boşama yetkisi “kendini her ne zaman istersen boşayabilirsin” gibi umumi bir ifade ile verilirse, kadın bu hakkı sözün söylendiği meclisle sınırlı olmadan istediği zaman kullanabilir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 4/76-79). Kadın, ister nikâh esnasında isterse evlilik devam ederken elde ettiği boşanma yetkisini kullanmak zorunda değildir. Kadın kocasının verdiği bu yetkiyi baştan kabul etmeyeceği gibi sonradan kendi rızasıyla da iade edebilir. Bu yetkiyi kocasına iade eden kadın tefvîz yoluyla elde etmiş olduğu boşanma hakkını yitirmiş olur (Bilmen, Kâmus, 2/259)." Boşanma esnasında şâhit bulundurmak gerekir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (et-Talâk, 65/2) buyrulmaktadır. Bu âyetteki şahit tutma emrinin boşamaya mı yoksa ric‘î talâkla boşadıktan sonra dönmeye mi yönelik olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Hanefîler'e göre her ikisinde de şahit bulundurmak menduptur. Dolayısıyla boşama esnasında şahit tutma, boşama işleminin geçerlilik şartı değildir. Bununla birlikte fakihler bu buyruğun, hakların zayi olmaması ve ihtilafların önlenmesi gibi amaçlar taşıdığı noktasında birleşmektedirler." ‘Boşarım’ demekle boşanma meydana gelir mi?,"Boşama, yetkili kişi veya kurumun kesin kararı ve bu kararın yoruma yer bırakmayacak şekilde açık sözlerle ifade edilmesiyle olur. Türkçede geniş zaman için kullanılan “Boşarım” sözü bu nitelikte olmayıp boşama tehdidi anlamına gelir. Dolayısıyla bu sözle boşama meydana gelmez. Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225-228; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/385-387, 397)." Bir defada iki veya üç talakla boşamanın hükmü nedir?,"İslâm’a göre evli çiftler arasında üç bağ vardır. Buna göre koca, eşini en fazla iki defa boşamışsa onunla evliliğini sürdürebilir. Üçüncü kez boşamakla aralarındaki evlilik bağı tamamıyla ortadan kalkmış olur. İçlerinde Hanefî ve Şâfiîlerin de bulunduğu fukahâ çoğunluğuna göre aynı anda verilen “üç boşama”, “üç talâk” olarak geçerli olup, bu takdirde koca, eşini tamamen boşamış olur (Şâfiî, el-Ümm, 6/473; Sahnûn, el-Müdevvene, 2/3; Kudûrî, el-Muhtasar, 3/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 2/61). Ashap ve tâbiînden bu boşamayı üç sayanlar olduğu gibi tek sayanlar da vardır. Böyle bir boşamanın tek talâk olacağı görüşünü savunanlar, İbn Abbas’ın rivâyet ettiği “Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde, Hz. Ebû Bekir’in devrinde ve Hz. Ömer’in hilafetinin ilk iki senesinde üç talâk bir talâk sayılırdı” haberini (Müslim, Talâk, 15 [1472]) ve yine İbn Abbas’ın rivâyet ettiği, “Rükâne, karısını bir mecliste üç talâk ile boşamıştı ve bunun için çok üzülüyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona, “Onu nasıl boşadın?” diye sordu. Rükâne “üç talâk ile boşadım” dedi. Resûlullah (s.a.s.) ona, “Tek mecliste mi?” dedi. O da “evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “O bir talâktır. İstersen ona dönebilirsin” buyurdu anlamındaki hadisini delil getirmişlerdir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/265 [2387]; Ebû Dâvûd, Talâk, 9-10, 13-14 [2196, 2206, 2208]; Tirmizî, Talâk, 2 [1177]). Din İşleri Yüksek Kurulu’nun benimsediği görüşe göre, aynı anda veya ric‘at olmadıkça yapılan boşamalar tek boşama sayılır. Bu durumda boşama ric‘î (yeni bir nikâh akdi yapmaya gerek kalmaksızın kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) ise taraflar, iddet içinde yeni bir nikâha gerek olmaksızın, boşama bâin (geri dönüşü ancak yeni bir nikâh akdi yapmakla mümkün olan boşama) ise veya iddet bitmiş ise tarafların rızaları ile yeni bir nikâh kıyarak evliliklerini sürdürebilirler." Boşama anlamına gelebilecek kinayeli sözlerle boşanma meydana gelir mi?,"İslâm hukukuna göre boşama için kullanılan sözler iki türlüdür. Bunlardan birisi boşamadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, sadece boşama için kullanılan “Seni boşadım, boşsun, boş ol.” gibi sözlerdir. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşama anlamına gelebileceği gibi başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Bu tür ifadelere de kinayeli sözler denir. “Git babanın evine.”, “Defol git.”, “Sen benim karım değilsin.”, “Ben senin kocan değilim.” gibi ifadeler, boşamada kullanılan kinayeli sözlerdendir. Bu tür sözlerin boşanmada etkili olabilmesi için erkeğin bu sözleri boşama kastıyla söylemiş olması gerekir. Bu vb. kinayeli sözlerle boşamaya niyet edildiği takdirde bir bâin (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı vermeyip yeni bir nikâh akdi gerektiren) talâk meydana gelir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225). Şâfiîlere göre ise böyle kinayeli sözlerle yapılan boşamalar ric‘î (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) sayılır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/455-462)." "Kadının, “ben ayrılmak istiyorum” deyip, erkeğin de “peki” demesiyle boşama meydana gelir mi?","Boşama kişinin kesin kararına ve bu kararın yoruma açık olmayacak şekilde ifadesiyle gerçekleşir. “Boşanalım, ayrılalım, ben ayrılmak istiyorum” gibi sözler temenniden ibarettir. Kadının bu tür temennilerine erkek “peki” diyerek olumlu mukâbelede bulunsa bu sözlerle boşama meydana gelmez. Şu kadar var ki, olur olmaz şeylerden dolayı boşama konusunun gündeme getirilmesi doğru bir davranış değildir." Boşamada kullanılan sözler dille söylenmeden zihinden geçirilmekle boşama gerçekleşir mi?,"Boşama, bu yetkiye sahip olan kişinin boşama için kullanılan sözlerden birisini kullanmasıyla gerçekleşir. Boşamanın meydana gelmesi için içteki niyetin söz olarak dışarıya vurulması lazımdır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bir hadiste, “Allah, söze ve tasarrufa dökmedikçe ümmetimi içinden geçirdiklerinden dolayı sorumlu tutmayacaktır.” (Buhârî, ʽItk, 6 [2528]; Eymân, 15 [6664]; Müslim, Îmân, 201-202 [127]) buyrulmuştur. Buna göre sadece içten geçirilerek veya söylemeksizin sadece talâka niyet etmekle boşama meydana gelmez." Şarta bağlı boşamanın hükmü nedir?,"Boşamanın meydana gelmesini “şâyet, ise zaman” gibi şart edatlarından birini kullanarak bir işin olup olmamasına bağlamaya ta‘liku’t-talâk denir. Bu şart kocanın kendi fiiline bağlanabileceği gibi eşinin veya bir başka şahsın fiiline ya da bir olayın vukuuna da bağlanabilir. Mesela “Şunu yaparsam/yapmazsam eşim boş olsun”, “Şunu yaparsan/yapmazsan boş ol”, “Falanca şöyle yaparsa/yapmazsa boşsun” yahut “Şöyle yaparsan/yapmazsan eşim boş olsun” gibi boşamanın eşlerden birinin veya üçüncü bir kişinin fiiline bağlandığı hallerin tamamı ta‘liku’t-talâk olarak değerlendirilir. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre şarta bağlanmış olan boşama, bu şartın yerine gelmesiyle gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/244; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/504, 514-515; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/451, 461-462). Bazı âlimlere göre ise bu şartlı ifadeler, kullanan kişinin maksadına göre farklı sonuçlar doğurur. Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir. Buna göre şarta bağlanan ifade; a) Eşi ile arasındaki nikâh bağını sona erdirmek niyeti ile söylenirse boşama olarak değerlendirilir. b) Boşama kastı ve niyeti olmaksızın söze kuvvet kazandırmak, bir işi teşvik etmek ya da bir işe engel olmak amacı ile söylenirse yemin olarak değerlendirilir. Bu durumda şart gerçekleştiğinde erkeğin yemin keffâreti vermesi gerekir (İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ, 33/46, 127-128). Ayrıca tehdit ve baskı (ikrah) altında kişinin rızası olmadan yapılan şartlı boşamalar ile “filan işi yaparsam/yapmazsam evleneceğim bütün kadınlar boş olsun” cümlesinde olduğu gibi ileride yapılabilecek nikâh akitlerinin başlar başlamaz boşanma ile sonuçlanmasını ileri süren şartlar hiçbir hüküm ifade etmez." Boşamadığı hâlde yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söylemenin hükmü nedir?,"Gerçekte eşini boşamadığı hâlde kendisine sorulduğunda yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söyleyen kimse eşini boşamış olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/238). Bu kişi yalan beyanı nedeniyle günahkâr olur, tövbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Nikâh ve boşama gibi konularda, söz söylerken oldukça dikkatli olunmalı ve Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen; “Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir; nikâh, talâk (boşama) ve talâktan sonra eşine dönme” (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]) hadisi unutulmamalıdır." Niyeti boşama olmadığı halde eşe karşı tehdit unsuru olarak boşama sözlerini kullanma halinde boşanma gerçekleşir mi?,"Boşama konusunun yerli yersiz gündeme getirilmesi doğru değildir. Bu durum ciddi sonuçlar doğuracağından Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda dikkatli davranmayı tavsiye etmektedir (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]). Kişinin tehdit için karısına “seni boşarım”, “seni boşayacağım” gibi ifadeleri söylemesiyle boşama meydana gelmez. Zira bu tür sözler geleceğe dönük tehditten ibarettir (Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 3/101)." Mehir ne demektir? Çeşitleri nelerdir?,"Evlilik akdinin doğurduğu bir yükümlülük olarak erkeğin eşine vermesi gereken para ya da mala mehir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının câiz olmadığı konusunda âyetler bulunmaktadır (el-Bakara, 2/237; en-Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; el-Mâide, 5/5). Hanefîler'e göre mehir, nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır. Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehrin miktarı nikâh anında belirlenmişse buna “mehr-i müsemmâ/belirlenmiş mehir” denir. Nikâh esnasında mehrin miktarının belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması hâlinde, evlenen kadın “mehr-i misil/emsal mehir” hak eder. Bu durumda mehrin miktarı akrabaları arasında her bakımdan kendi konumuna denk olan kadınların aldığı mehrin miktarıdır. Mehir, ödenme zamanına göre, “peşin mehir/mehr-i muaccel” ve “vadeli mehir/mehr-i müeccel” olmak üzere ikiye ayrılır: Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mehrin kadına ödenmesi gerekir. Şâyet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma hâlinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm hâlinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir. Mehir olarak maddî veya malî değeri olan her türlü menfaat tespit edilebilir. Mehrin en az miktarı Hanefîler'e göre 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli), Mâlikîlere göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehrin alt veya üst sınırı yoktur. Mehrin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehre üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “…Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın...” (en-Nisâ, 4/20) âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir." Kadın hangi durumlarda mehir alamaz?,"Nikâh akdi yapıldıktan sonra eşler arasında cinsel birleşme veya sahih halvet (cinsel ilişkide bulunmalarına herhangi bir engel olmayan bir ortamda baş başa kalmaları) gerçekleşirse; erkek, kadına mehrinin tamamını vermekle yükümlüdür (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/331). Evlenme akdi sahih olur, fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vâki olur veya kadın mehri karşılığında eşinden ayrılma yoluna giderse (muhâlea) mehir hakkı düşer (İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/188-189; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/388; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/303-304)." Mehrini eşine bağışlayan kadın daha sonra bu bağışından dönebilir mi?,"Mehrini aldıktan sonra eşine bağışlayan kadın bunu teslim etmeden önce bağışından dönebilir; zira teslim gerçekleşmediği için hibe akdi tamamlanmamış; yani bağış gerçekleşmemiştir. Ancak hibe edilen mehrin teslimi gerçekleşirse kadının bu hibeden vazgeçme hakkı yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/48, 52). Şâyet kadın mehrini almamış ve kocasının zimmetinde borç olarak bulunuyorsa bu mehrini bağışlar ve koca da kabul ederse artık geri dönemez. Çünkü borç kocanın zimmetinde olduğu için hibe akdiyle kabz (teslim alma) tamamlanmış olur. Şu da bilinmelidir ki, mehrin veya başka bir malın hibesinden maksat, eşler arasında bağlılığı ve kaynaşmayı güçlendirmektir. Hibeden dönmek ise bu bağlılığı ve kaynaşmayı koparmak anlamına gelir; eşler arasında sevgisizliğe ve soğukluğa sebep olur." Mehri ödenmeden ölen kadının mehrinin hükmü nedir?,"Mehir kadının nikâh ile kazandığı bir haktır (en-Nisâ, 4/4, 24). Kadın hayatta iken kocası bu hakkını vermemişse ölümünden sonra mirasçılarına vermek zorundadır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/102). Dolayısıyla kadın ölünce henüz almadığı mehri de dâhil olmak üzere kendisine ait mal varlığı, teçhiz ve tekfin işlemi yapılıp, borçları ödendikten ve vasiyeti şartlarına uygun olarak yerine getirildikten sonra, mirasçılarına intikal eder. Koca da diğer mirasçılar gibi hissesi oranında karısının mirasından pay alır." Kadın mehir olarak mal olmayan bir şey isteyebilir mi?,"İslâm’da satışı veya kullanılması mübah olan her şey mehir olarak verilebilir. Taşınır ve taşınmaz mallar, zinet eşyası, standart (mislî) olan şeyler ve hatta taşınır veya taşınmaz bir maldan yararlanma hakkı da bunlar arasındadır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 2/279). Mal olarak ekonomik karşılığı olmayan ve sadece dinen taat olan (sevap kazanmaya vesile olan amel) bir şeyin mehir olarak verilip verilemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’i veya dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında tartışılmıştır. Hanefîler mehrin maddî değeri olması ilkesinden hareketle bunu câiz görmezken (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/339); diğer bazı mezhepler Kur’ân ve fıkıh öğretimi gibi işlerin mehir olabileceğini söylemişlerdir (Şevkânî, es-Seylü’l-cerrâr, 2/277; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 9/6767-6768). Kadının evleneceği erkekten mehir olarak kendisini hacca götürmesini istemesi konusunda da aynı ihtilaflar geçerlidir. Ancak hacca götürme maddî bir külfet gerektirdiği ve burada amaç erkeğin kadına hizmeti değil, hac masraflarını karşılaması olduğu için bunun câiz olduğu görüşü tercih edilmelidir. Diğer taraftan evlenecek kadının mehir olarak muhatabının “namaz kılmasını, oruç tutmasını, sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıkları terk etmesini istemesi” -ki, bunlar zaten kişinin yerine getirmesi gerekli görevler olduğu için- mehir olmaz." Düğünlerde verilen hediyeler boşanma durumunda kime kalır?,"Düğünlerde, evlenen erkek ve kadının birbirlerine ve bunların anne, baba, nine, kardeş, amca, dayı, hala, teyze gibi mahrem akrabalarının kendilerine vermiş oldukları hediyeler hibe hükmünde olup tek taraflı olarak bunlardan dönmeleri câiz değildir. Ancak bunların dışındakiler, tahrîmen mekruh olmakla birlikte verdikleri hediyeyi geri isteyebilirler. Hediyeler ise eşlerden hangisine verilmiş ise ona ait olur. Kimin adına getirildiği bilinmemesi hâlinde, mümkünse getirenlerden sorulur ve onların sözüne göre hareket edilir. Bunun mümkün olmaması hâlinde bulunulan yerin örf ve âdetine göre hareket edilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 4/382-383). Damadın veya ana babasının geline taktıkları takılar örfen mehirden sayılıyorsa mehirdir; asla geri alınamaz." Hac ayları hangileridir?,"Hac ayları, hicrî takvimdeki Şevvâl ve Zilkade aylarının tamamı ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. İhrama bu aylar içerisinde girilmesi gerektiğinden dolayı bu aylara hac ayları denilmiştir. Bu zamanlara hac ayları denmesi, hac menâsikinin bu aylardan herhangi birinde bitirilebilmesi açısından değil, haccın şartı olan ihrama Şevvâl’den itibaren girilebilmesi bakımındandır. Bu süre içerisinde ihrama girerek, haccın iki temel rüknünden biri olan ve sadece Zilhicce’nin dokuzuncu günü öğle vakti ile onuncu günü fecr-i sâdık arasında yapılabilen Arafat vakfesini yapan kimsenin haccı geçerli olur. Haccın diğer rüknü olan ziyaret tavafı ise kurban bayramı günlerinde eda edilmekle birlikte, bugünlerde yapılamaz ise cezasını yerine getirmek kaydıyla, daha sonra da yapılabilir ve bu tehir, o seneki haccın geçersiz sayılmasına sebep olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/132-133)." Hac kimlere farzdır?,"Hac, İslâm’ın beş temel esasından biri olup bedenî ve malî yönü olan bir ibadettir. Sağlık, servet ve yol emniyeti yönünden haccetme imkânına sahip (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120), hür, (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/354 [14868]) akıl sağlığı yerinde ve büluğ çağına erişmiş Müslümanlara farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/132; Kâsânî, Bedâi‘, 2/120; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/453-454). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan Müslümanın bir daha haccetmesi gerekmez (Müslim, Hac, 412 [1337]); ancak nâfile olarak hac yapabilir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 1 [1721]; İbn Mâce, Menâsik, 2 [2886]). Günümüzdeki kota sınırlamaları sebebiyle müracaat ettiği hâlde kurada ismi çıkmadığı için hacca gidemeden ölen kimseler, hacca gitmeye imkân bulamadığı için borçlu olarak ölmüş olmaz. Kendisine hac farz olan kimsenin, haccını bizzat eda etmekle yükümlü olması için sağlıklı olması, tutukluluk veya yurt dışına çıkma yasağı gibi bir engelinin bulunmaması ve yolun güvenli olması şarttır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/141). Hac yolculuğuna katlanamayacak, ya da fiilen haccedemeyecek derecede hasta olanlar ile yaşlılar, hac kendilerine farz olsa bile, eda ile yükümlü değildirler. Bu durumda olanlar şartları oluştuğu takdirde bizzat haccederler. Eğer şartlar oluşmazsa kendi yerlerine bedel göndererek hac yaptırırlar (Merğinânî, el-Hidâye, 2/482). Hacca yazılıp da kurada ismi çıkmayan veya yurt dışına çıkışla ilgili başka engellerden dolayı gidemeyen kişiler için bu da bir mazerettir." İmkân bulup Kâbe’yi gören veya umre yapan kişiye hac farz olur mu?,"Haccın farz olması için hac günlerinde bu ibadetin ifa edileceği yerlerde bulunma imkânına sahip olmak gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120). Bu iki şarttan biri eksik olursa kişiye hac farz olmaz. Dolayısıyla haccın rükünlerini yerine getirme imkânı bulamayan kişilere haccın edası farz olmaz. Hac erkânının yapıldığı günlerde değil de başka bir vakitte Mekke’de bulunan bir kimse hac günleri başlamadan oradan ayrılmak zorunda kalır ve hac vaktinde tekrar gitme imkânı bulamazsa, sırf Mekke’de bulunmuş olmasından dolayı kendisine hac farz olmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/583-584). Kâbe’yi gören veya umre yapan kimse eğer hac günlerine kadar orada kalma imkân ve fırsatı bulursa, orada kalır ve haccını yapar." Hac ibadetinin ifası için nisap miktarı mala sahip olma şartı var mıdır?,"Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı mülkü ve imkânı bulunan kimseye, haccın farz olması için gerekli olan diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120, 122). Bir sahâbînin, “Hac yapmayı farz kılan şey nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), “Azık ve binit.” cevabını vermiştir (Tirmizî, Hac, 4 [813]; İbn Mâce, Menâsik, 6 [2896]). Dolayısıyla bir kimsenin aslî ihtiyaçları, varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması durumunda kendisine hac yapmak farz olur. Ayrıca nisap miktarı mala sahip olması gerekmez." Çocuklarını bırakacak güvenli bir yeri olmayan kimsenin hacca gitmesi farz mıdır?,"Kendisine hac farz olan kimse, çocuklarını bırakacak hiçbir güvenli yer bulamaması hâlinde bu imkânı elde edinceye kadar hacca gitmekle mükellef olmaz. Böyle bir kimse imkân bulduğu ilk fırsatta gecikmeden bu görevini yerine getirmelidir." Evlenme çağında bekâr çocuğu bulunan kişi hacca gitmeyi erteleyebilir mi?,"Sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş Müslümanların, ömürlerinde bir defa haccetmeleri farzdır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/139). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Bu itibarla, kişinin evlenme çağında bekâr çocuğu da bulunsa, bu şartları taşıması hâlinde haccetmesi farzdır. Hacca gitmeyip de hac parasını çocuğunu evlendirmek için kullanırsa, hac yükümlülüğü üzerinden kalkmaz." Borçlanarak hacca gitmek doğru mudur?,"Bir Müslümanın hac ibadetiyle yükümlü olması için sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş olması gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/140). Bu itibarla maddî yönden haccetme imkânına sahip olmayan kişilerin borçlanarak hacca gitmeleri gerekmez. Ancak borçlanarak hacca gitmeleri hâlinde, hac ibadeti geçerli olur ve kendilerinden hac sorumluluğu da düşer. Diğer taraftan, haccın farz olması için gerekli şartları taşıdığı hâlde, hac mevsiminde hazır parası bulunmayan ve borç aldığı takdirde bunu daha sonra ödeme gücüne sahip olan kişilerin, bu görevi bir an önce ifa etmeleri için borç alarak hacca gitmeleri uygun olur." Bankada vadeli hesapta bekletilen para ile hac yapılır mı?,İslâm dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini emreder. İbadetler de helal kazanç ile ifa edilmelidir. Bankada vadeli hesapta bekleyen paranın aslı helal olduğu için bu para ile hacca gidilebilir. Ancak bu yolla elde edilen faiz gelirlerinin sevap beklemeksizin fakirlere veya hayır kurumlarına dağıtılması ve tövbe edilmesi gerekir. Mekke’ye dışarıdan gelenlerin Arafat vakfesinden önce veya sonra Mekke’de bulundukları süre içinde seferîlik durumları nedir?,"Mekke’de, Arafat vakfesi öncesinde Hanefî mezhebine göre on beş gün veya daha fazla, Şafiî mezhebine göre giriş ve çıkış günleri hariç dört gün veya daha fazla kalacak olan kimse, mukim sayılır; hem Mekke’de hem de Arafat’ta namazlarını tam kılar. Hac öncesi Mekke'de bu sürelerden daha az kalacak olan ise seferî sayılır ve dört rek'atlı namazları iki rek'at olarak kılar. (Kâsânî, Bedâi‘, 1/98; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/519) Buna göre; Arafat öncesi Mekke’de mukim olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de mukimdir. Bu kişi Mekke’ye döndükten sonra burada kaç gün kalırsa kalsın mukim olmaya devam eder. Arafat öncesi Mekke’de seferi olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de seferidir. Bu kişi Arafat'tan döndükten sonra Mekke’de 15 gün veya daha fazla kalacaksa mukim, 15 günden az kalacaksa seferi olur. (Hasen Şâh, Gunyetu'n-nâsik, 73; bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/237; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/126). Cemaatle kılınan namazlarda imam mukim ise cemaat misafir de olsa imama uyarak namazını tam olarak kılar. Arafat, Müzdelife ve Mina’da da hüküm aynıdır." Her umre için mîkâta gitmek gerekir mi?,"Bir kimsenin umresini tamamladıktan sonra yeni bir umre yapabilmek için tekrar Harem bölgesi hudutları dışına (hill bölgesine) çıkarak orada ihrama girmesi gerekir. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Âişe Mescidi’nin bulunduğu Ten’îm’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167)." Âfâkîler Cidde’de ihrama girebilir mi?,"Mîkâtın dışında kalan belde ve ülkelerde oturanlara “âfâkî” denir. Âfâkîlerden, hac veya umre yapmak maksadıyla Hicaz’a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. “Mîkât” denilen bu yerler beş tanedir. İbn Abbas’ın (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), Medîneliler için Zülhuleyfe’yi, Şamlılar için Cuhfe’yi, Necidliler için Karnü’l-menâzil’i ve Yemenliler için Yelemlem’i mîkât olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke yönünden gelen diğer belde yolcuları için de mîkâttır.” (Buhârî, Hac, 7-13 [1524-1531]; Cezâü’s-sayd, 18 [1845]; Müslim, Hac, 11-18 [1181-1183]). Başka bir hadiste buna Iraklılar için “Zâtu ırk” ilave edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8 [1739]; Nesâî, Menâsikü’l-hac, 19 [2653]). Eğer hac veya umre yolcusunun yolu, bu noktalardan geçmiyorsa yolcu, buraların hizalarında ihrama girer. Cidde, ulemanın cumhuruna göre Hill’den (mîkât içinden) sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/476). Buna göre âfâkîler Cidde’de ihrama giremez. İster deniz yoluyla ister hava yolu ile gelsinler, kuzey ve batı istikametinden gelenler Cuhfe hizasını geçmeden ihrama girmelidirler." İhram namazının hükmü nedir?,"İhrama giren kişinin iki rek'at ihram namazı kılması sünnettir. Şâyet kerâhet vakti ise ihram namazı kılınmamalıdır. Mîkât mahallinde unutularak kılınmaması hâlinde Mekke’ye geldikten sonra da kılınabilir. Bunun için maddî bir ceza gerekmez. İçinde bulunulan vaktin namazını kılmak da bu iki rek'at namazın yerine geçer. Bu namazın ilk rek'atında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rek'atında ise “İhlas” sûrelerinin okunması faziletlidir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/226)." İhramsız olarak Mekke’ye girmenin hükmü nedir?,"Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkâttan ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac menâsikinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, Hanefîler'e göre bulunduğu yerden ihrama girer ve bir koyun veya keçi kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-14). Buna ""ceza hedyi"" denir. Bu tür kurbanlar Harem sınırları içinde kesilmek kaydıyla, kurban bayramı günlerinde kesilebileceği gibi diğer günlerde de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/181; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499)." "Umre ihramına girdiği hâlde, tavaf ve sa’y yapmadan elbise giyen kişinin ne yapması gerekir?","Umre ihramına girdiği hâlde, henüz tavaf ve sa’y yapmadan bir gündüz veya gece süresince elbise giyen kişinin, öncelikle elbisesini çıkartıp ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapması gerekir. Ancak ihramlı iken bir gündüz veya gece süresince elbise giymiş olduğu için küçükbaş hayvan kurban eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre ise cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmediğnden bu kişi küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/358; Dimyâtî, Hâşiyetü İ‘âneti’t-tâlibîn, 2/365; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." İhramlı kimsenin dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda ne yapması gerekir?,"İhramlı kimsenin bir gündüz veya bir gece süresince dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda dem yani küçükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Giyim süresi bir gündüz veya bir geceden az olursa sadaka-i fıtır verir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre elbise giyen kişi, süresine bakılmaksızın dem, üç gün oruç ve altı fakire sadaka vermekten birisini seçmekte muhayyerdir. Cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." İhrama girmiş olan bir kişi hasta olduğu için tavaf ve sa’y yapmadan bir gün süreyle elbise giyerse ne yapması gerekir?,"İhrama girdikten sonra hasta olduğu için en az bir gündüz veya bir gece elbise giyen kişi, iyileşir iyileşmez tekrar ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapar. Bu durumdaki kişi bir küçükbaş hayvan kesmek, üç gün oruç tutmak veya altı fakire sadaka vermek seçeneklerinden birini tercih edebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/164; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 2/294; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/300)." İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişiye ne gerekir?,"İhramdan çıkmak için saç tıraşı olmak gerekir. İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişi, ihram yasağı işlemiş olur. Eğer elbise giymesi bir gündüz veya bir gece devam etmişse dem (koyun veya keçi kesmek); giyim süresi bir gün veya bir geceden az olursa bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429)." Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan saç tıraşı olan kimsenin ne yapması gerekir?,"Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan tıraş olan kişi, tıraş olmakla ihramdan çıkmış olmaz; ihram yasağı işlemiş olur. Böyle bir kimse saçının tamamını veya en az dörtte birini tıraş etmişse, dem (koyun veya keçi kesmek); daha azını tıraş etmişse, sadaka-i fıtır gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/549). İhrama girdikten sonra diğer hac veya umre görevlerine başlasın veya başlamasın vakti gelmeden önce yapılan bütün tıraşlar bu hükme tabidir. Şâfiî mezhebine göre ise saçından en az üç kıl koparmış veya tıraş etmişse küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429)." İhramlı iken saç tıraşı olan veya kasık ya da koltuk altlarındaki tüyleri temizleyen kişiye ne gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, ihramlı iken saç veya sakalın en az dörtte birini tıraş eden, koltuk altlarından en az birini ya da kasıklardaki tüylerin tamamını temizleyen kişiye ceza olarak dem (bir koyun veya keçi kesmek) gerekir. Bunlardan daha azının tıraş edilmesi durumunda bir sadaka verilmesi yeterlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/161-162). Şâfiî mezhebine göre ise en az üç kılın tıraş edilmesi halinde kişi; dem, üç gün oruç tutma veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/247, 367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." Tavaf nedir ve kaç çeşit tavaf vardır?,"Bir hac terimi olarak tavaf, Hacer-i Esved’in hizasından başlanarak ve Kâ’be sola alınarak Beytullah'ın etrafında yedi defa dönmek demektir. Bu dönüşlerin her birine şavt denir. Tavafın, Kâ’be’nin etrafında yapılması gerektiği şu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır: “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29). Hükmü itibarıyla farz, vacip, sünnet ve nâfile olmak üzere dört çeşit; yapılışı itibarıyla “kudüm”, “ziyaret”, “veda”, “umre”, “nezir”, “nâfile” ve “tahiyye” olmak üzere yedi çeşit tavaf vardır. Hükümleri ve isimleri farklı olsa da bu tavafların hepsinin yapılışları, farzları (şartları ve rükünleri), vacipleri ve sünnetleri aynıdır. Yapılışı itibarıyla tavaf çeşitleri şunlardır: a) Kudüm Tavafı: “Kudüm”, sözlükte bir yere gelmek veya varmak anlamına gelir. Bir hac terimi olarak, “ifrad haccı” yapanların Mekke’ye vardıklarında yaptıkları ilk tavaftır. Bu tavafın yapılması sünnettir. İfrad haccı niyetiyle ihrama giren ancak Mekke’ye uğramadan doğrudan Arafat’a çıkan kimseler ile Arafat vakfesinden önce âdetleri kesilmeyen kadınların kudüm tavafı yapmaları gerekmez. b) Ziyaret Tavafı: Ziyaret veya diğer adıyla ifâza tavafı, haccın rüknüdür. “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29) âyetinde kastedilenin, bu tavaf olduğu hususunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Âyette geçen “tavaf etsinler” emri genel bir ifade olduğu için Mekkeli olan ve olmayan her hacı adayının mutlaka bu tavafı yapması gerekir. Ziyaret tavafının geçerli olması için; Arafat vakfesinin yapılmış olması ve belirlenmiş olan vaktinde yapılması şarttır. Ziyaret tavafının vakti, Kurban Bayramının ilk günü; Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre fecr-i sâdıkın doğması ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise gece yarısından sonra başlar. Ancak bu tavafın bayramın birinci günü Akabe cemresi taşlanıp, kurban kesip tıraş olduktan sonra yapılması daha faziletlidir. Cumhura göre, ziyaret tavafının son vakti için bir sınırlama yoktur. Ömrün sonuna kadar yapılabilir. Tavaf etmeden memleketine dönen kişi, sonradan geri döner ve tavafını yaparsa ziyaret tavafı farzı yerine gelmiş olur ve bu gecikmeden dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Mâverdî, el-Hâvî, 4/192; Kâsânî, Bedâi‘, 2/132; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/408; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 3/85). Fakat ziyaret tavafını yapıncaya kadar cinsel ilişki yasağı devam eder. c) Veda Tavafı: Âfâkî (mîkât sınırları dışından gelen) hacıların Mekke’den ayrılmadan yapmaları gereken son tavaftır. Buna sader (ayrılma) tavafı da denir. Veda tavafı, haccın aslî vaciplerinden biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden biri son olarak Kâbe’yi ziyaret etmeden ayrılmasın.” (Müslim, Hac, 379 [1327-1328]; bkz. Buhârî, Hac, 144 [1755]) buyurmuştur. Âdetli olup âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda olan veya lohusa olan kadınlar veda tavafı yapmazlar ve kendilerine bir şey gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 3/195; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/377). d) Umre Tavafı: Umre tavafı bütün mezheplere göre umrenin farzlarından biridir. Umre tavafının vakti, umre ihramına girilmesinden sonra başlar. Son vakti için bir sınır yoktur. Umre ihramında iken herhangi bir vakitte yapılabilir. e) Nezir (Adak) Tavafı: Kâbe’yi tavaf etmeyi adayan kimsenin bu adağını yerine getirmesi vaciptir. Nezredilen tavaf belli bir zaman ile kayıtlanmış ise bu kayda uyulması gerekir. f) Nâfile Tavaf: Mekke’de bulunulan süre içinde farz ve vacip tavaflar dışında yapılan tavaflara nâfile (tatavvu) tavaf denir. Sahabeden Abdullah b. Abbas, tâbiînden Atâ b. Ebî Rebah, Said b. Cübeyr ve Mücâhid b. Cebr’in görüşlerine göre; Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları süre içinde Mescid-i Haram’da nâfile namaz kılmaktan çok, nâfile tavaf yapmaları daha faziletlidir. Yine Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları sürece nâfile umre yerine nâfile tavaf yapmayı tercih etmeleri uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/502). g) Tahiyyetü’l-mescid Tavafı: Kudüm, ziyaret, umre, veda ve nezir tavafı yapmak durumunda olmayan kimselerin Mescid-i Haram’a her gittiklerinde, mescidi selâmlama olarak “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yapmaları müstehaptır. Yukarıda sayılan tavaflardan birinin yapılması hâlinde bu tavaf, “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yerine de geçer (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/447)." Ziyaret tavafı ihramsız yapılabilir mi?,Ziyaret tavafı (farz olan tavaf) ihramlı olarak yapılabileceği gibi ihramsız olarak da yapılabilir. Tavafın şavtlarının eksik yapılması durumunda ne gerekir?,"Hanefîler'e göre tavafın ilk dört şavtı farz, kalan üç şavtı ise vaciptir. Dolayısıyla ilk dört şavtı yapan kimsenin tavafı geçerli olur. Daha sonra eksik kalan şavtlar usûlüne uygun olarak yapılırsa herhangi bir ceza gerekmez. Vacip olan bu üç şavt yapılmazsa, vacip terk edildiği için dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/162). Diğer üç mezhepte ise tavafı yedi şavta tamamlamak farzdır. Aksi takdirde yapılan tavaf geçersiz olur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 89; Şirbînî, Muġni’l-muhtâc, 2/245)." Tavaf esnasında abdesti bozulan kişinin ne yapması gerekir?,"Tavaf esnasında abdestli olmak Hanefîler'e göre vacip, diğer mezheplere göre rükün yani farzdır. Hanefilere göre abdestsiz olarak tavaf yapan kişi, Mekke’den ayrılmamışsa tavafı iade etmesi icap eder, memleketine dönmüşse dem gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/130; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162). Tavaf esnasında abdesti bozulan kişi, tavafı bırakıp abdest alarak kaldığı yerden tavafa devam eder, dilerse tavafı baştan başlayarak yeniden yapabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/497-498). Diğer mezheplere göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243)." Harem-i Şerif’e girip çıkarken veya tavaf yaparken eli bir kadına değen kimsenin abdesti bozulur mu?,"Hanefî mezhebine göre kadın ve erkeklerin birbirlerine ellerinin değmesinden dolayı abdestleri bozulmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/10). Şâfiî mezhebine göre ise bu durumda abdest bozulur. Ancak Şâfiî olanlar, bu konuda Hanefî mezhebini taklit edebilirler." "Umre tavafını yaparken abdesti bozulan, fakat abdestinin hangi şavtta bozulduğunu bilmeden hem tavafı hem de sa’yi tamamlayan kimsenin ne yapması gerekir?","Tavafın abdestli olarak yapılması ve sa’yin de muteber bir tavaftan sonra yapılmış olması gerekir. Abdestsizliğin hangi şavtta meydana geldiği bilinmediğinde abdestsizlik hâli ilk şavta hamledilir. Bu durumda kişi abdest alarak tavaf ve sa’yi iade eder. Tavafı iade etmediği takdirde Hanefîler'e göre dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/163; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olduğundan dolayı tavafın ve sa’yin iadesi gerekir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243) Ancak abdestli olarak tavafı yaptıktan sonra abdesti bozulup o şekilde sa’y yapmışsa yapılan sa’y geçerlidir. Zira sa’yde abdestli olmak sünnettir." Umre tavafını abdestsiz yapan veya yaparken abdesti bozulup yeniden abdest almadan tavafa devam edip tamamlayan kişinin ne yapması gerekir?,"Tavafın abdestli olarak yapılması vâciptir. Umre tavafının tamamını veya bir kısmını, hatta bir şavtını cünüp, abdestsiz, lohusa veya âdetli olarak yapmak dem gerektirir. Ancak ihramdan çıkmadan abdestli olarak yeniden tavaf yapılması hâlinde ceza ortadan kalkar. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243)" "Umre veya ziyaret tavafı esnasında eli, burnu veya başka bir yeri kanayan bir Hanefî, o esnada Şâfiî mezhebini taklit edebilir mi?","Hanefî mezhebine mensup olan bir kişinin tavaf esnasında bir yerinin kanaması hâlinde abdesti bozulur. Bu durumda yapması gereken şey, tekrar abdest alıp kaldığı yerden veya baştan başlayarak tavafını tamamlamaktır. Şâyet umre veya ziyaret tavafına abdestsiz olarak devam edecek olursa kendisine bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir; abdest alıp tavafı yeniden yaparsa ceza düşer. Hastalık, yaşlılık veya aşırı izdiham gibi sebeplerle yeniden abdest almanın zor olduğu durumlarda Hanefî olan kimse, Şâfiî mezhebini taklit ederek tavafına devam edebilir." Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde tavaf namazı kılınabilir mi?,"Hanefî mezhebine göre tavaf yapıldıktan sonra kerâhet vakti değilse ara vermeden tavaf namazı kılmak efdaldir. Mekruh vakitlerde ise daha sonraya tehir edilir (Haddâd, el-Cevhera, 1/69). Şâfiî mezhebine göre tavaf namazının kerâhet vaktinde kılınmasında hiçbir sakınca yoktur (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/57)." "Tavaf, geri geri yürüyerek yapılırsa geçerli olur mu?","Tavaf geri geri yürüyerek yapılırsa iade edilmelidir. İade edilmezse Hanefîler'e göre bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise bu şekilde yapılan tavaf geçerli olmaz; yeniden yapılması gerekir (Remlî, Nihâyetu'l-Muhtâc, 3/280). Bazı şavtlarda böyle yapılırsa bu şavtların iadesi yeterlidir." Akabe cemresi bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan önce taşlanabilir mi?,"Akabe cemresini taşlamanın zamanı Hanefî mezhebine göre, bayramın birinci günü fecr-i sâdıktan itibaren başlar, ikinci gün fecr-i sâdığa kadar devam eder. Buna göre fecr-i sâdıktan önce yapılan taşlama geçerli olmayıp vakti içerisinde iadesi gerekir. Taşlar bu zaman diliminde atılmazsa dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e göre, vaktinde atılamayan taşlar, bayram sonuna kadar kaza olarak atılabilir ve bundan dolayı ceza da gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 4/64). Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise Akabe cemresine taş atma, arefe gününü bayramın birinci gününe bağlayan gece yarısından itibaren başlar, aynı gün güneşin batışına kadar devam eder. Bu zaman diliminde atılması gereken taşlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar atılsa geçerli olur ve herhangi bir ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308). Günümüzde, organizasyon gereklilikleri, yaşanan izdiham ve diğer zorluklar sebebi ile bu görüşle amel edilebilir." Vaktinde atılamayan taşların kazası nasıl yapılır?,"Şeytan taşlamada, her günün taşının kendi vakti içinde atılması esastır. Ancak herhangi bir sebeple vaktinde atılmayan taşların taş atma süresi içinde kaza edilmesi vaciptir. Taş atma süresi, bayramın dördüncü günü, güneşin batması ile son bulur. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre, vaktinde atılmayan taşlar, şeytan taşlama günleri içinde kaza edilse bile cezası düşmez. Mazeretsiz olarak şeytan taşlamayı tamamen terk etmek veya bir günde atılması gereken taşların yarıdan çoğunu atmamak İmam Ebû Hanîfe’ye göre dem gerektirir. Bir veya daha çok günün taşının atılması terk edilse bile hepsi için bir dem yeterlidir. Her gün için atılması gereken taşların yarıdan fazlası atılmış ise eksik bırakılan her bir taş için sadaka gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, taş atma süresi içinde kaza edildiği takdirde cezası düşer (Serahsî, el-Mebsût, 4/64-65). Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise vaktinde atılmayan taşlar, bayramın dördüncü günü güneş batmadan önce atıldığı takdirde, kaza değil, eda sayılır. Bu gecikmeden dolayı ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308)." Mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kimsenin ne yapması gerekir?,"Hastalık, yaşlılık, kötürüm olmak, çok zayıf olup izdihamdan zarar görecek durumda olmak gibi mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak mecburiyetinde olmak ve benzeri durumlar meşru mazerettir. Bu tür mazereti olan kimseler taşlarını vekâleten başkalarına attırabilirler. Vekil olanlar, önce kendi taşlarını, daha sonra vekil olduğu kimselerin taşlarını atarlar (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/243-245)." "Hac ibadeti üzerine farz olan bir kimse, bu vazifesini yapmadan vefat ederse, varisleri bu durumda ne yapmalıdırlar?","Zengin olup da hacca gidemeden ölen bir kimse, bıraktığı maldan kendi yerine, hac yapılmasını vasiyet etse ve terekenin (ölenin bıraktığı mal) üçte biri bunun için yeterli ise varisleri tarafından bu vasiyet yerine getirilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605, 606, 609, 610). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), haccetmeyi adayıp da haccedemeden ölen kadının yerine haccetmek isteyen kızına izin vermiştir (Buhârî, Cezâü’s-sayd, 22 [1852]). Böyle bir vasiyette bulunmamışsa, varislerinden herhangi birisi kendi malından onun adına hac yapabilir. Bu durumda ölenin hac borcunun düşmesi umulur (Semerkândî, Tuhfe, 1/426; Kâsânî, Bedâi‘, 2/213)." Vekâlet yoluyla hac yapılabilir mi? Şartları nelerdir?,"Kendisine hac farz olmuş bir kimse sağlık, yaşlılık vb. bir sorun sebebiyle bizzat hacca gidemeyecek durumda olursa, başka birisini vekil (bedel) göndererek, vekâlet yoluyla hac yaptırabilir. Böyle kişilerin, hayatta iken birini vekil olarak göndermesi mümkün olduğu gibi mirasçılarına, ölümünden sonra kendi adına bedel haccı yaptırılmasını vasiyet etmeleri de mümkündür (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212). Hz. Peygamber (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, söz konusu yakınları için hac yapabileceklerini belirtmiştir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bir kişinin kendi yerine vekil (bedel) göndererek hac yaptırabilmesi için şu şartların bulunması gerekir: a) Adına haccedilecek (vekil gönderen) kişiye, hac farz olmuş olmalıdır. b) Adına haccedilecek kişi vefat etmiş olmalı veya yaşlılık, iyileşme ümidi olmayan bir hastalık gibi sebeplerle, bizzat haccetmekten devamlı olarak âciz olmalıdır. c) Bedel gönderilecek kişi Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına ulaşmış bir kişi olmalıdır. d) Vekil gönderilen kişinin hac masrafı, gönderen tarafından karşılanmalıdır. e) Vekil için hac masrafları haricinde bir ücret şart koşulmamalıdır. f) Adına haccedilen kişi, kendisi için haccetmesini vekilden istemiş olmalıdır. İzin veya vasiyeti olmadan, bir kimse adına başkası tarafından yapılan hac ile o kimse üzerindeki hac borcu ödenmiş olmaz. Ancak mirasçının, mûrisi adına yaptığı hac, bu hükmün dışındadır. Ölmüş bulunan mûrisin vasiyeti bulunmasa bile, varisin onun adına yaptığı hac geçerlidir. g) Vekil, haccı bizzat kendisi yapmalıdır. h) Vekil, ihrama girerken sadece gönderen adına niyet etmelidir. i) Vekil, gönderenin isteğine uymalı, onun istediği haccı yapmalıdır. j) Vekil, gönderen adına yapılacak menâsiki tamamlamadıkça kendisi için umre yapmamalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/600). k) Vekil, müvekkilin memleketinden yola çıkmalıdır. Eğer vekil, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526)." "Hacca gitmemiş bir kimse, başkasının yerine vekil (bedel) olarak hacca gidebilir mi?","Daha önce hac yapmamış bir kişi, vekil (bedel) olarak hacca gidebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, onların yerine hac yapabileceklerini belirtmesi ve vekil olarak gidecek kimsenin daha önce hac yapmış olması şartından bahsetmemesi, bu hükmü desteklemektedir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bununla birlikte, hacca vekil olarak gönderilecek kimsenin, tecrübe edinmiş olması açısından daha önce hac yapmış bir kimse olmasını tercih etmek daha uygundur. Şâfiîlere göre ise daha önce hacca gitmemiş birisinin vekil olarak hacca gitmesi caiz değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213)." "Bir kimse aynı yıl içinde hem kendisi için asaleten, hem de başkası için vekâleten hac yapabilir mi?","Bir sene içerisinde sadece bir hac yapılabilir ve bir hac, iki kişi adına geçerli olmaz. Dolayısıyla bir kimsenin aynı yıl kendi adına asaleten, başkası adına da vekâleten hac yapması geçerli değildir. Başkasından vekâlet alan kişi, kendisi için de hacca niyet ettiğinde, müvekkilinin emrinden çıktığı için vekâlet geçersiz hâle gelmiştir, kendisi için hac yapmış olur. Bu durumda müvekkilinden aldığı parayı iade etmesi gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213-214)." "Hac yapmaya sağlık nedeniyle gücü yetmeyen kişi, vekâleten hac yaptırmak yerine, bu parayı sadaka olarak vermekle hac sorumluluğundan kurtulur mu?","Farz ibadetlerde asıl olan, o ibadeti zamanında ve emredildiği şekliyle yapmaktır. Diğer bir ilke de kişinin bizzat kendisinin yapmasıdır. Ancak bazı ibadetler, bazı durumlarda vekâlet yoluyla yaptırılabilir. Hac ibadetini yapamayacak derecede sağlığı bozulan veya aşırı yaşlılık nedeniyle kendisi hacca gidemeyecek durumda olanlar kendi yerine haccetmesi için masraflarını karşılayarak vekil gönderebilirler. Fakat vekil gönderecek parayı fakirlere sadaka olarak vermekle veya bir hayır kurumuna yardım yapmakla hac görevini yerine getirmiş sayılmazlar. Böyle yapanın hac borcu düşmez, sadakasının sevabını alır (Merğinânî, el-Hidâye, 2/483)." "Hacca bedel gönderilirken, vekilin, bedel gönderen kişinin kendi memleketinden gitmesi şart mıdır? Mekke veya Medine’de yaşayan biri vekil olarak tutulabilir mi?","Nasıl ki vekil gönderen kişi hac yapsaydı kendi memleketinden giderek hac yapacak idiyse, vekil olarak gidenin de vekil gönderenin memleketinden gitmesi gerekir. Dolayısıyla vekil gönderen kişi, yer belirlemeden, “Benim adıma hac yap.” demişse veya kendisine hac farz olduğu hâlde gidemeyip, “Benim için hac yapılsın.” diye vasiyet etmiş ise bu, “memleketimden hac yapılsın.” şeklinde anlaşılır. Eğer kişi, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526). Mekke veya Medine’den vekil tutulması konusu da bu çerçevede değerlendirilmelidir." Arafat’tan önce komada olup ölmek üzere olan hacı adayı için bulunduğu yerden vekil tayin edilebilir mi?,İyileşme ve komadan çıkma ümidi kalmamış hastalar adına varisleri bulunduğu yerden vekil tayin edebilir. Bedel hac için gelen kimse hangi hacca niyet etmelidir?,"Vekil, gönderen kişinin (müvekkilin) belirlediği hacca niyet etmelidir. Müvekkil, hac çeşitlerinden birini belirtmeksizin, sadece “hac yapmasını” söylemiş ise; vekil ifrad haccına niyet etmelidir, “dilediğini yap” diyerek serbest bırakmış ise dilediğine niyet edebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/14-18)." "Temettu haccı yapmak üzere vekil olan kimse, umreyi kendisi için yaparsa ne gerekir?","Vekil olarak gönderilen kişi, önce müvekkilin verdiği görevi yapmalı, gönderenin şartlarına muhalefet etmemelidir. Muhalefet etmesi hâlinde haccına devam eder ve dönüşte, aldığı parayı iade eder; haccı da kendi adına yapmış olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215). Temettü haccı umre ile haccın birlikte yapıldığı bir ibadet olduğuna göre vekil umreyi kendi adına yaparsa artık bu haccı kendisi için yapmış olur; müvekkilin parasını iade etmesi gerekir. Ancak vekil olan kişi hac menâsikini tamamladıktan sonra ilave masrafları kendisi karşılaması şartıyla dilerse kendi adına umre yapabilir." Vekil olarak hacca giden kişi kendi adına udhiye kurbanı kesmeli midir?,"Mekke dışından hacca gelen kimseler, ister kendi adlarına isterlerse vekil olarak hac yapıyor olsunlar, udhiye kurbanı dediğimiz Kurban Bayramına mahsus kurbanı kesmekle mükellef değildirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/63). Ancak nâfile olarak udhiye kurbanı kesmek isteyen hacılar, bu kurbanı Mekke’de kesebileceği gibi memleketlerinde de kestirebilirler." Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmanın hükmü nedir?,"Hac ve umre ziyareti için Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]). Halk arasında Medine’de sekiz gün kalıp kırk vakit namaz kılmanın gerekli olduğu kanaati yaygın hâle gelmiştir. Bu kanaatin dayanağı, sıhhati tartışmalı olmakla birlikte, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen şu hadistir: “Kim benim şu mescidimde, bir tek vakti geçirmeksizin kırk vakit namaz kılarsa, kendisi için cehennemden berat ve azaptan kurtuluş yazılır. O kişi nifaktan da uzak olur” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/155 [12605]). Hadis âlimleri, gerek senet gerekse metin açısından bu rivâyetin sıhhatinin tartışmalı olduğunu ifade etmişlerdir (bkz. Elbânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’z-zaʿîfe, 1/540-541 [364]; Rifâ‘î, el-Ehâdîsü’l-Vâride fî Fezâili’l-Medîne, 435-436). Fıkıh eserlerinde de hacı adaylarının Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namazı ihmal etmemeleriyle ilgili vurgulu hükümler yer almamıştır. Bu bağlamda kırk vakit namaz konusuyla ilgili şu hadisin metin itibarıyla daha sahih olduğu bilinmektedir: “Kim ilk tekbire yetişmek kaydıyla kırk gün cemaatle namaz kılarsa o kimse için iki şeyden beraat gerçekleşir: Cehennem ateşinden ve nifaktan.” (Tirmizî, Salât, 64 [241]). Buna göre Medine’de kalış zamanı yeterli olan kişilerin, sayı hesabı yapmaksızın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mescidinde, onun Ravza’sının yanında cemaatle namaz kılmaya devam etmeleri yerinde bir davranış olacaktır. Fakat organizasyon açısından daha kısa süre kalmak zorunluluğu doğarsa, bu da anlayışla karşılanmalı ve kırk vakit kılamamanın bir eksiklik olacağı zannedilmemelidir. Zira Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmak, haccın ne farzı ne vacibi ne de sünnetidir. Dolayısıyla haccın tamamlanmasının bu namazlara bağlanmaması gerekir." Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmek ve Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak haccın menâsikinden midir?,"Hac ve umre için kutsal topraklara giden Müslümanların Medine-i Münevvere günlerinde Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebevî’de namaz kılması, Peygamber sevgisini ve ona bağlılığı kuvvetlendirmenin önemli bir vasıtasıdır. Bu itibarla Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Evimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir.” (Buhârî, Fadlu’s-salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 5 [1196]; Müslim, Hac, 502 [1391]; Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/534 [10921]; 6/289 [2651]; Nesâî, Mesâcid, 7 [696]) buyurmuş ve Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın Mescid-i Harâm hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]) Bu fazilet, Mescid-i Nebevî’nin sadece Ravza-i Mutahhara kısmına has olmayıp mescidin tamamına şamildir. Nitekim Hulefâ-yi Râşidîn döneminden beri Mescid-i Nebevî, defalarca genişletilmiş ve müminler asırlardır bu genişletilen yerlerde aynı ihtimamla namaz kılmaya devam edegelmişlerdir. Kabir ziyareti ve özellikle Peygamberimizin (s.a.s.) kabrini ziyaret konusunda birçok hadis bulunmaktadır. (Muvatta’, Tahâret, 28, Müslim, Cenâiz, 102 [974]; Beyhakī, Sünen-i Kübrâ, 5/403 [10273-10274]; Şuabü’l-îmân, 6/46 [3855]; Dârekutnî, es-Sünen, 3/333 [2693]; 6/474 [2727]) Bu rivayetleri değerlendiren İslâm âlimleri, Resûlullah’ın (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmenin en faziletli menduplardan olduğunu ifade etmişlerdir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/175) Buna göre Medine’de bulunan kimseler, mümkünse Peygamberimizin Ravza’sında, imkân olmaması hâlinde Mescid-i Nebevî’nin herhangi bir yerinde namaz kılarlar ve Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret ederler. Fakat bilinmelidir ki Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak ve Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabrini ziyaret etmek, haccın veya umrenin farzı, vâcibi veya sünnetlerinden biri değildir. Dolayısıyla haccın veya umrenin tamam olması Mescid-i Nebevî’de namaz kılmaya veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmeye bağlanamaz. Bu itibarla bunları yapmadan Medine’den ayrılmak durumunda kalanların, hac veya umre ibadetlerinde herhangi bir eksiklik olmaz." Hac ve umre görevlerini yaparken belli duaları okumanın hükmü nedir?,"Kur’ân-ı Kerîm’de geçen veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ile sahabeden rivâyet edilegelen duaları okumak, yerinde ve daha uygun olsa da bu duaları aynen okumak zorunlu değildir. Arzu edenler bu dualardan yararlanabileceği gibi önceden bildiği ve devam etmekte olduğu duaları da okuyabilirler. Arapça okumayı bilmediği için kitaplarda yer alan duaları telaffuz edemeyen veya telaffuzda güçlük çekenler, okumak istedikleri duanın tercümesini de okuyabilirler. Esasen kişinin Yüce Yaratıcıya gönlünü açıp yakarmasında en güzel yol, içinden geldiği gibi dua etmesidir." Hacca giderken helallik almanın dinî hükmü nedir?,"Dinimiz, kul haklarına çok önem vermiş ve inananların bu haklara karşı duyarlı ve saygılı olmalarını emretmiştir. Ayrıca kul hakkı ihlalinde, hakkı ihlal edilen kişi affetmedikçe, hiç kimse tarafından affedilemeyeceği de belirtilmiştir. Veda Hutbesi’nde Resûlullah (s.a.s.), “Ey insanlar! … Sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, bu beldeniz içinde, bu ayınızda, bu gününüzün haramlığı gibi Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)…” (Buhârî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.s.) ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında kardeşine ait bir hak varsa, o haksızlıktan dolayı hak sahibiyle helalleşsin. Gerçek şu ki, (kıyamette) asla dinar ve dirhem (altın ve gümüş) yoktur. Kardeşinin hakkı için kendi sevaplarından alınmadan evvel, (dünyada) onunla helalleşsin. (Ahirette) zalimin (o hakkı karşılayacak) sevapları bulunmazsa, kardeşinin günahlarından alınır da o zalimin üzerine atılır.” (Buhârî, Rikâk, 48 [6534]; Mezâlim, 10 [2449]). Bu ve benzeri gerekçeler nedeniyle hacca giden kişinin yolculuğa çıkmadan önce çevresindekilerle ve hukuku olan kimselerle helalleşmesi, haccın adabından sayılmıştır. Ancak helalleşme, haccın sıhhatinin şartlarından olmadığı için helalleşmeden hacca giden kişinin haccı geçerlidir." Hac yapan kimsenin bütün günahlarının affedileceğine dair rivayetler sahih midir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim Allah için hacceder de (Allah’ın rızasına uymayan) kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinden doğduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner.” (Buhârî, Hac, 4 [1521]; Müslim, Hac, 438 [1350]) buyurmaktadır. Bu hadis muteber hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bu ve benzeri hadisleri gerçek anlamında anlamak mümkün olduğu gibi hac ibadetinin önem ve faziletini vurgulamak ve bu vecibeyi ifaya teşvik olarak değerlendirmek de mümkündür. Bir başka hadiste; “Hacılar ve umre yapanlar Allah’ın (evinin) ziyaretçileridir. Kendisine dua ederlerse dualarına icabet eder, O’ndan bağışlanma dilerlerse onları bağışlar.” (İbn Mâce, Menâsik, 5 [2892]) buyrulmaktadır. Benzer ifadeler başka ibadetlerle ilgili olarak da kullanılmıştır. Mesela “Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı), Ramazan’dan Ramazan’a (tutulan Ramazan orucu), büyük günahlardan uzak kalındığı sürece, arada işlenen küçük günahların bağışlanmasına vesiledir.” (Müslim, Tahâret, 16 [233]); “Her kim Ramazan’ı (farz olduğuna) inanarak ve ecrini de umarak oruçla geçirirse, daha önce işlediği günahları bağışlanır.” (Buhârî, Îmân, 28 [38]; Savm, 6 [1901]; Fazlu leyleti’l-kadr, 1 [2014]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 175 [760]) buyrulmuştur. Bu hadislerden anlaşılması gereken; -namaz, oruç, zekât gibi farzları terk etmek; içki, kumar, zina, hırsızlık, adam öldürme gibi haramları işlemek anlamına gelen büyük günahlardan uzak kalındığı sürece- küçük günahların belirtilen iyi ameller vesilesiyle affedileceğidir. Kişilerin namaz, oruç, zekât borçlarını kaza etmeden, kul haklarını ödemeden veya helalleşmeden bir hac yapmakla tamamen günahsız olacağını düşünmek, çok da doğru görünmemektedir. Ayrıca büyük günahlar ancak tövbe ve istiğfarla bağışlanabilir." Mekke ve Medine’nin kutsallığına inanarak oralardan toprak veya taş getirmenin bir sakıncası var mıdır?,"Mescid-i Haram, Meş’ar-i Haram, Arafat başta olmak üzere Mekke, hac ile ilgili rükün ve şartların ifa edildiği yerler olması bakımından Müslümanların gönlünde belli bir kutsallığa sahiptir. Bu kutsallık o bölgelerin taşına, toprağına, bitkisine ve hayvanına değil; bizzat mekânların kendisine aittir. Dolayısıyla Hicaz’dan teberrük amacıyla toprak veya taş getirmenin herhangi bir dayanağı yoktur (Serahsî, el-Mebsût, 30/161). İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bunu doğru bulmamış ve bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/454-455)." Hacer-i Esved’in selamlanması ve öpülmesinin hikmeti nedir? Bunların yapılmaması ibadete halel getirir mi?,"Hacer-i Esved’i selâmlama ve öpmenin meşruiyeti Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve ashâb-ı kirâmın uygulamalarıyla sabittir (Buhârî, Hac, 60 [1610-1611]; Müslim, Hac, 249-250 [1270]). Fıkıh âlimleri, bu uygulamalara dayanarak tavaf sırasında Hacer-i Esved’i sünnete uygun şekilde ziyaret etmenin (istilâm), ona el ile dokunup öpmenin sünnet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/340; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/592). Hacer-i Esved’i istilâm ederken tekbir getirilmesi de aynı gerekçe ile müstehap sayılmıştır (Buhârî, Hac, 62 [1613]). Tavaf esnasında Hacer-i Esved’e dokunulması ve onun öpülmesi yönündeki rivâyetlerden, bu taşın kutsallığı sonucunu çıkararak bu uygulamayı bizzat Hacer-i Esved’e karşı bir saygı ifadesi olarak görmek doğru değildir. Hac ibadetindeki birçok şekil ve merasim gibi bunun da Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hatırasını canlandırma, haccı önemsemeyi ve Allah’ın bu konudaki emrine boyun eğmeyi vurgulama, kulluk ve itaat gibi ruhî ve derunî hâlleri, zahirî bazı davranışlarla ifade etme gibi sembolik ve taabbüdî bir anlam taşıdığı söylenebilir. Hacer-i Esved’le ilgili olarak Hz. Ömer’in “Allah’a andolsun ki senin zarar veya fayda vermeyen bir taş olduğunu biliyorum; eğer Resûlullah’ı (s.a.s.) seni istilâm ediyor görmeseydim ben de seni istilâm etmezdim.” (Buhârî, Hac, 57 [1605]; Müslim, Hac, 248-251 [1270]) şeklindeki sözü de bu yaklaşımı desteklemektedir. Tavaf mahalli tenha olur ve Hacer-i Esved’e yaklaşmak mümkünse öpülür; öpme imkânı bulunamaması hâlinde bu sünnet uzaktan eller kaldırılıp, “Bismillahi Allahu ekber” denilerek selâmlamakla yerine getirilmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/493). İzdiham olması hâlinde Hacer-i Esved’i öpmek için başkalarına eziyet etmek, kadın erkek sıkışık hâlde bulunmak caiz değildir. Hacer-i Esved’e dokunamamak hiçbir surette tavafta bir eksikliğe sebep olmaz." İfrad haccı ne demektir ve nasıl yapılır?,"İfrad haccı, aynı yılın hac mevsimi içinde umre yapılmaksızın eda edilen hacdır. İfrad haccı yapmak isteyen kişi, hac mevsimi içinde; Mekke’de ikamet ediyorsa, bulunduğu yerde, mîkât dışından geliyorsa mîkâtta sadece hacca niyet ederek ihrama girer. Mekke’ye varınca kudüm tavafını yapar, ihramdan çıkmaz. Arafat ve Müzdelife vakfelerini yapıp bayram günü Akabe cemresine taş atar, sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Daha sonra ziyaret tavafını ve sa’yi yapar, cemrelere taş atar. İfrad haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerekmez (Zeylaʿî, Tebyînu'l-Hakâîk, 2/3)." Temettu haccı ne demektir ve nasıl yapılır?,"Temettu haccı, aynı yılın hac mevsiminde, önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girilerek yapılan hacdır. Temettu haccı yapmak isteyen kişi, mîkâtta veya daha öncesinde umreye niyet ederek ihrama girer, Mekke’ye vardıktan sonra umre yapar. Sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Böylece umresi tamamlanmış olur. Arefeden önce hac için ihrama girer. Haccını eda ettikten sonra ihramdan çıkar. Temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/153)." "Kıran haccı ne demektir, nasıl yapılır?","Kıran haccı, aynı yılın hac mevsiminde umre ve haccın ikisine birden niyet edilip ihrama girilerek tek ihramla yapılan hacdır. Kıran haccı yapmak isteyen kişi, mîkâta varınca veya daha varmadan umre ve haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girer. Umreyi yaptıktan sonra, ihramdan çıkmayıp, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan çıkar. Kıran haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/152 vd.; Aynî, el-Binâye, 4/245)." "Temettu haccı yapacak kişinin, umreyi yapıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girinceye kadar başka bir umre yapması caiz midir?","Temettu haccı yapan kişinin, hacdan önce yaptığı ilk umreden sonra umre yapamayacağını söyleyen fakihler varsa da bazı Hanefî eserlerinde, Kurban Bayramı günleri dışındaki diğer günlerde umre yapmanın caiz olduğu hükmüne istinaden, temettu haccı yapan bir kişinin, ihramdan çıktıktan sonra nâfile tavaf yapabileceği gibi umre de yapabileceği belirtilmektedir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/535)." "Kudüm tavafını yapan kişi, ifrad haccını temettu veya kırana çevirebilir mi?","Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, ifrad haccına niyet eden ve kudüm tavafını yapan kişi bu haccını temettu veya kırana dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise bu durumdaki kişi haccını temettu veya kırana dönüştürebilir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335)." "Kıran haccına niyet eden kişi, tavaf ve sa’y yapmadan niyetini değiştirip temettu haccına dönüştürebilir mi?","Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre kıran haccına niyet eden kişi bu haccını temettu haccına dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise dönüştürebilir (bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335)." "Temettu haccı için umreye niyet eden kişi, haccını kırana dönüştürebilir mi?","Hanefî mezhebine göre, umre için ihrama giren kişi, tavafın en az dört şavtını yapmadan hacca da niyet ederse haccı kırana dönüşmüş olur. Ancak dört şavt yaptıktan sonra hacca da niyet ederse niyeti geçersiz olup haccı temettu olarak devam eder (Zeylaî, Tebyîn, 2/74). Şâfiî mezhebine göre, umre niyetiyle ihrama giren bir kimse henüz tavafa başlamadan hacca da niyet edebilir ve bu durumda yaptığı hac kıran haccına dönüşür. Ancak bir adım bile olsa tavafa başlamışsa bu durumda ayrıca hac için niyet edemez. Ettiği takdirde bu niyeti geçersiz olur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/323). Mâlikî mezhebine göre ise temettu haccına niyet eden kişi, ihramdan çıkmadan önce niyetini değiştirip kıran haccına dönüştürebilir (Karâfî, ez-Zehîra, 3/289)." Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutabilir mi?,"Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutamaz. Kurban kesme imkânı bulamayıp oruç tutmuş olan bir kimse ""eyyam-ı nahr"" denilen kurban kesme günlerinde bu imkânı elde ederse, ayrıca kurban kesmesi de gerekir. Eyyam-ı nahrdan veya tıraş olduktan sonra bu imkânı elde ederse; orucu yeterli olup kurban kesmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/173)." Hacc-ı ekber ve hacc-ı asğar ne demektir?,"“Hacc-ı ekber” ifadesi Kur’ân-ı Kerîm’de, “Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlü’nden bütün insanlara bir bildiridir.” (et-Tevbe, 9/3) şeklinde geçmektedir. Bu âyetteki hacc-ı ekberin hangi anlamda olduğu konusunda farklı görüşler vardır (Kur’ân Yolu, 2/724). Genel kabul gören görüşe göre, hac mevsimi dışında Kâbe’ye yapılan ziyarete (umreye) hacc-ı asğar; hac mevsiminde yapılan ziyarete de hacc-ı ekber denir. Bayramın birinci gününe de “hacc-ı ekber” denilir (Zeylaî, Tebyîn, 2/33). Hz. Ali (r.a.), “Resûlullah’a (s.a.s.) 'el-haccü’l-ekber hangi gündür?' diye sordum; ‘Bayramın ilk günüdür.’ buyurdular.” demiştir (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10 [3088]). Halk arasında ve bazı kaynaklarda arefe günü veya Kurban Bayramının birinci gününün cumaya rastladığı dönemde yapılan hacca, “hacc-ı ekber” denildiğine dair bir anlayış vardır. Ancak bunun güçlü bir dayanağı yoktur." Veda haccı ve veda hutbesi nedir?,"Veda haccı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinin 10. yılında (632) yapmış olduğu ilk ve son haccıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), yüz bini aşan sahabîye bu hac sırasında yaptığı konuşma ile veda etmiş, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan hac ibadetinin yapılış şeklini öğretmiştir. Hac sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabına yaptığı tarihî konuşmasına “veda hutbesi” denir. Temel hak ve hürriyetler açısından, çok önemli olan bu hutbe, hadis kitaplarında bölümler hâlinde nakledilmiştir (Buhârî, Hac, 132 [1739-1742]; Müslim, Hac, 147 [1218]). İslâm tarihi kaynakları, hadis kaynaklarından bu rivâyetleri tek metin şeklinde aktarırlar (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/601-604). Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ın özeti olarak sunduğu veda hutbesiyle; câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek evrensel insan haklarına işarette bulunmuştur. Irk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa rehber olacak örnek bir eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinanın ve aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir. Aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin bulunduğunu, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğratan fâizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırıldığını ilan etmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını ve cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz bir şekilde orada bulunan insanlara öğütleyerek, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir. En sonunda orada hazır bulunanların, dinlediklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/602-604)." "Temettu haccı yapan kişi, umresini tamamlayıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girmeden nâfile bir tavafın ardından haccın sa’yini yapabilir mi?","Temettu haccı yapanlar mikatta sadece umreye niyet ettikleri için umrenin sa’yini tamamlayınca, tıraş olup ihramdan çıkarlar. Tekrar hac için ihrama girinceye kadar Mekke’de ihramsız kalırlar. Zilhicce ayının sekizinci (terviye) günü veya isterlerse daha önce hac için tekrar ihrama girerler. Hac için ihrama girdikten sonra yapacakları nâfile bir tavafı takiben isterlerse hac sa’yini Arafat’a çıkmadan önce yapabilirler. Bu takdirde, ziyaret tavafından sonra sa’y yapmaları gerekmez. Ancak bu kişiler, hac için ihrama girmeyip ihramsız bir şekilde yaptıkları nâfile tavaflardan sonra sa’y yapamazlar. Yaptıkları takdirde de bu sa’y, haccın sa’yi yerine geçmeyeceğinden bu kişilerin ziyaret tavafından sonra yeniden sa’y yapmaları gerekir (Haddâd, el-Cevheretü’n-neyyira, 1/165; İlmihal I: İman ve İbadetler, 536)." Hacda kurban kesmeden önce saç tıraşı olana ceza gerekir mi?,"Hacda Akabe cemresine taş atmak, kurban kesmek ve saç tıraşı olmak arasında sırayı gözetmenin hükmü ihtilaflıdır. Bu sıraya uymak İmam Ebû Hanîfe’ye göre vaciptir, dolayısıyla sıralamanın bozulması, dem gerektirir. İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre ise sünnettir. Bu sıraya uyulmaması hâlinde herhangi bir ceza gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/154). Günümüzdeki zorluklar dikkate alındığında bu görüşle amel etmenin uygun olacağı söylenebilir." Umrenin tavaf ve sa’yini tamamlayan ancak henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlere ne gerekir?,"Umrenin tavaf ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlerin umresi geçerli olur. Ancak ceza olarak her birisine ayrı ayrı bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/245)." İhram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem dışında ödenmesi caiz midir?,"Hanefî mezhebine göre, ihram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem’de ödenmesi daha faziletli olmakla birlikte Harem dışında ödenmesi de caizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/558). Şâfiî mezhebine göre ise bu sadakaların Harem bölgesinde ödenmesi zorunludur (Dimyâtî, İânetü’t-Tâlibîn, 2/368-370)." Kurban bayramının Suudi Arabistan’da Türkiye’den önce veya sonra başlaması halinde yapılan hac ibadeti geçerli olur mu?,"Kur’ân-ı Kerîm’de güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (er-Rahmân, 55/5), bunların diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü de kılındığı (el-En'âm, 6/96), yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller tayin edildiği (Yûnus, 10/5), gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (et-Tevbe, 9/36), ayın, yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara, 2/189) belirtilmektedir. Fakihlerin çoğunluğuna göre; kamerî aylar, ayın güneş battıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir yerinden hilal hâlinde çıplak gözle görülmesi veya görülebilecek durumda olmasıyla başlar. Günümüzde ayın hilal hâlinde nerede ve ne zaman görülebileceği, hatasız olarak, hesapla tespit edilebilmektedir. Yurdumuzda ve İslâm ülkelerinin çoğunda hesaplamalar, hilalin dünyanın neresinde olursa olsun görüleceği dikkate alınarak yapılmakta ve takvimler bu hesaplamalara göre düzenlenmekte; bayramlar da buna göre belirlenmektedir. Bazı İslâm ülkeleri ise kamerî aybaşlarının tespitinde, ayın hilal şeklinde gökyüzünde görülebilecek hâlde bulunması zamanını değil, kavuşum anını (ayın her dolanmasında bir kez güneş, ay ve dünyanın aynı doğrultuya gelmesi/içtima) esas almaktadırlar. Ayrıca kimi ülkeler, ihtilâf-ı metâli’a itibar etmekte yani hilalin dünyanın herhangi bir yerinde görülmesini veya görülebilirliğini değil, kendi ülkelerinde görülebilirliğini dikkate almaktadırlar. İslâm âleminde zaman zaman bizden bir gün önce veya bir gün sonra bayram yapan ülkelerin bulunması bu sebepledir. Bu tür ictihad farklılığından doğan farklı uygulamalar kimsenin ibadetine zarar vermez. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da bulunanlar o günlerde bu ülkenin uygulamalarına göre hareket ederler. Dolayısıyla söz konusu ülkenin hesabına göre yapılan hac ibadeti geçerlidir." Hacca görevli olarak giden kişinin hac borcu düşer mi?,"Görevli olarak hacca giden kimse, ister zengin ister fakir olsun yaptığı hac kendi adına geçerlidir. Yaptığı görev karşılığında ücret alması bunu değiştirmez. Eğer kendisine hac daha önceden farz olmuş idiyse, farz olan haccı eda etmiş olur. Kendisine daha önce hac farz olmamışsa haccın farz olması için şart olan “yol (imkân) bulma” şartı gerçekleştiği için farz haccı eda etmiştir. Daha sonra, maddî açıdan hacca gidecek güce sahip olsa bile yeniden hacca gitmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120)." Kur’a sistemi dışında hacca gidebilmek için farklı yöntemlere başvurmak caiz midir?,"Hac; belli zamanlarda, belli mekânlarda ve belli şekillerde yerine getirilen bir ibadettir. Bu ibadetin kabul edilmesinin şartları, hacca gidecek kişinin Müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve akıl sağlığının yerinde olması, hac mevsiminde Mekke’de bulunmasıdır. Bu şartları yerine getiren kimsenin hac ibadeti fıkhî ölçüler dâhilinde şeklen geçerli olur. Ancak kur’a yöntemiyle hacca gidemeyenlerin, gereğini yapmayacakları hâlde değişik meslek vizeleri almaları, yalan beyan anlamına geleceğinden dinen caiz değildir. Allah’ın emrine uyarak hac ibadetini yerine getirmek ile yine O'nun koyduğu yalan söyleme yasağını çiğnemek İslâm ahlakıyla bağdaşmayan açık bir çelişkidir. Ancak şoför veya kasap olarak gidenler mesleklerini icra ederken hac yapabilirler." Hacda kurban ne zaman kesilir?,"Hanefî mezhebine göre kurban, bayramın ilk üç gününde kesilir. Daha önce kesilemez. Tehir edilerek daha sonra kesilmesi durumunda, İmam Ebû Hanîfe’ye göre, ceza olarak ayrıca bir dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf’a göre, tehirden dolayı ceza gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiî mezhebine göre temettu kurbanı, umreyi tamamladıktan sonra hac için ihrama girmeden önce kesilebilir. Bu kurbanın kesiminin son vakti yoktur. Ancak kurban bayramı günlerinde kesilmesi daha faziletlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/183-184). Nâfile olarak kesilen kurbanın, Hanefîler'e göre Kurban Bayramı günlerinde kesilmesi efdal olmakla birlikte daha önce de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Bunların dışındaki adak ve ceza kurbanları, bunları vacip kılan sebebin oluşmasından sonra ister bayram günlerinde isterse diğer günlerde kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiîlere göre ceza kurbanı, sebebin oluşmasından itibaren hem bayram günlerinde hem de başka zamanlarda kesilebilirken, adak ve tatavvu (mendup) kurbanları, ancak bayram günlerinde kesilebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/498-500). Şâfiîlere göre fevat (ihrama girdiği hâlde Arafat vakfesine yetişemeyen kişinin ertesi yıl haccedip, kesmesi gereken) kurbanı, haccın kaza edildiği yılda kesilir. Hanefîler'e göre ise fevat dolayısıyla kurban kesmek gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499; Merğinânî, el-Hidâye, 2/478). Muhsar, ihrama girdikten sonra iradesi dışında gerçekleşen bir engel dolayısıyla umrede tavafı veya hacda Arafat vakfesini yapamayan kimsedir. Bu kişi o sene hac yapamayacağına kanaat getirdikten sonra hemen kurban keser ve ihramdan çıkar. Ancak Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ihsar hedyi denilen bu kurban ancak bayramın ilk üç gününde kesilir. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre bayramdan önce de kesilebilir. İhsar kurbanının Harem bölgesinde kesilmesi Hanefîlere göre gerekli iken Şâfiîlere göre gerekli değildir. (Merğînânî, el-Hidâye, 2/471)" Hacca giden kişinin hacla ilgili kurbanları memleketinde kesilebilir mi?,"Temettu veya kıran haccına niyet eden hacıların, Cenâb-ı Hak kendilerine aynı mevsimde hac ve umreyi nasip ettiği için şükür olarak kesecekleri hayvanları Harem dâhilinde kesmeleri gerekir (el-Bakara, 2/196; el-Mâide, 5/95). Bu kurbanın, Kurban Bayramı’nda kesilen udhiyye kurbanı ile ilgisi olmadığından dolayı, Harem bölgesi dışında kesilmesi geçerli değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/493). Aynı şekilde hac ve umre ile ilgili ceza kurbanlarının da Harem Bölgesi’nde kesilmeleri gerekir." "Hac ibadetini yapan kişi, ayrıca memleketinde de kurban kesmekle yükümlü müdür?","Hac için ihramda olan kişi Mekke’de seferî ise kendisine udhiyye (kurban bayram günlerinde kesilen) kurbanının vacip olmadığı konusunda ittifak vardır. Seferî olmaması hâlinde ise udhiyye kurbanının vacip olup olmadığı konusunda Hanefî fakihleri arasında ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe göre haccetmekte olan kimse, ister seferî olsun ister olmasın udhiye kurbanı kesmekle yükümlü olmaz (bkz. Haddâd, el-Cevhera, 2/282; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/315). Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Şâfiî mezhebine göre ise udhiyye kurbanı, seferî olsun olmasın, hacda bulunsun bulunmasın, imkân bulan herkes için sünnet-i müekkededir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/383)." Kurban bayramı günlerinde umre yapılabilir mi?,"Haccın ancak hac aylarında yapılabilmesine karşılık umre için belirlenmiş herhangi bir zaman yoktur. Arefe ve bayram günleri (teşrik tekbirlerinin getirildiği 5 gün) dışında her zaman umre yapılabilir. Arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde ise umre yapmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü bu günler hac menâsikinin yapıldığı günlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/227). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre hac yapmaya niyetli olmayanlar teşrîk günleri dâhil yılın her gününde umre yapabilirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/147-148; Karâfî, ez-Zehîra, 3/374). Mâlikî mezhebine göre hac yapmaya niyetli olanlar bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar, Şâfiî mezhebine göre ise veda tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar (Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 3/21-25)." Umre yapmak üzere ihrama girip Mekke’ye gelen kişi sağlık sorunları sebebiyle umresini erteleyebilir mi?,"Umre yapmak üzere ihrama giren fakat umre yapacak kadar kendini sağlıklı hissetmeyen kişi, sağlığına kavuşuncaya kadar ihramlı olarak bekler; iyileşince tavaf ve sa’yini yaparak tıraş olup ihramdan çıkar. Tavaf ve sa’yini ertelemesinden ötürü de bir ceza gerekmez. Ancak bu bekleme süresi içinde ihram yasaklarına riâyet etmesi gerekir." Bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kişiye ne gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, başladığı bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kimse henüz ilk umresinin sa’yini yapmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse ikinci umresini iptal ederek öncelikle ilk umresinin sa’yini yapıp tıraş olarak ihramdan çıkar. Daha sonra ise iptal ettiği umreyi kaza eder. İkinci umreyi iptal ettiği için dem gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). İlk umresinin tavafını ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse; bu durumda ikinci umresini de tamamlaması gerekir. Ancak iki umreyi birleştirdiği için dem gerekir. İkinci umreyi tamamlamadan önce tıraş olmuşsa bu durumda biri ihram yasağını çiğnediği, diğeri de iki umreyi birleştirdiği için iki dem icap eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). Mâlikî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre ise bu durumdaki kişinin iki ihramından sadece biri geçerli olur. Dolayısıyla bu kişi sadece bir umre yapar. Kendisine kaza ve fidye de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/269; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/143; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, 3/48)." Harem sınırları içerisindeki kişinin Hill bölgesine gitmeden bulunduğu yerden umre için ihrama girmesinin hükmü nedir?,"Mekkeli olsun ya da olmasın Mekke’de bulunan kişiler umre yapmak istediklerinde Harem bölgesi hudutları dışına -yani Hill bölgesine- çıkarak oradan ihrama girerler. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Aişe Mescidi’nin bulunduğu Ten‘im’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167). Kişi şâyet bu kuralı ihlal ederek Harem bölgesinden ihrama girer ve tavafa başlarsa Hanefî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre başlamış olduğu bu umreyi tamamlar ve ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban keser. Ancak tavafa başlamadan önce hatasının farkına varıp Hill bölgesine gider ve oradan ihrama niyet edip telbiye getirirse dem kesme sorumluluğu ortadan kalkar (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/248; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/229; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/478; Aliyyu’l-Kârî, Fethu bâbi’l-inâye, 3/72). Mâlikîlere göre kişi, Hill bölgesine gitmeden Harem bölgesinden ihrama girmiş ve tavaf ile sa’y yapıp tıraş olmuşsa yaptığı tavaf ve sa’yi geçersiz sayılır. Bu kişi ayrıca umresini tamamlamadan tıraş olmak suretiyle ihram yasağı işlediği için kendisine fidye gerekir. Fidye hususunda bir dem, üç gün oruç veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini yerine getirmelidir. Bu kişinin ayrıca Hill bölgesine çıkıp ardından tavaf ve sa’yini iade ederek umresini tamamlaması gerekir (Haraşî, Şerhu Muhtasari’l-Halil, 2/393; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 2/23; İlîş, Minehu’l-celîl, 2/226)." Kul hakkının önemi nedir ve ihlali durumunda nasıl ödenir?,"İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların başında kul hakkı gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Bundan dolayı İslâm’da ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate alınmış ve gözetilmiştir. Resûlullah (s.a.s.) veda hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]). Dolayısıyla İslâm’da kul haklarına riâyet, İslâm’ı anlama ve özümseme göstergelerinden olup dünya ve ahiret saadetine ulaştıran temel vesilelerden birisidir. Kul hakkı ihlali durumunda; haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim din kardeşinin şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir” (Buhârî, Mezâlim, 10 [2449]). Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda; mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Hak ihlali; hakaret etme, küfür, yalan, gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113)." Kadın şahsi ihtiyacını karşılamak için kocasının parasını rızası olmadan alabilir mi?,"İslâm dini, kocaya vermiş olduğu hak ve yetkilerin yanında, birtakım görev ve sorumluluklar da yüklemiştir. Bunlardan birisi de kocanın eşinin temel ihtiyaçlarını makul ve normal ölçülerde karşılama ve giderme görevidir (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/6). Bu, evlilik akdinden doğan bir sorumluluk olup, kadının zengin veya fakir olması, Müslüman veya gayrimüslim olması sonucu değiştirmez. Ebû Süfyan’ın karısı Hind, Resûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Ebû Süfyân cimri bir adamdır, ne bana ne de çocuklarına yeterli harcamada bulunuyor. O görmeden malından alabilir miyim?” diye sorduğunda Allah Resûlü (s.a.s.); “Maruf ölçüler içerisinde kendine ve çocuklarına yetecek kadarını alabilirsin.” (Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 31 [5420]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 95 [2211]; Müslim, Akzıye, 7-9 [1714]) buyurmuştur. Buna göre koca, eşinin normal şahsi ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal ederse, kadın onun malından ihtiyacı kadarını alabilir." Çocuğa isim koyarken nelere dikkat edilmelidir?,"Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel bir isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber, insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebu Davud, Edeb, 69) buyurmuştur. Konulacak isimlerin mutlaka Arapça olması ve bu ismin Kur’an-ı Kerim’de geçmesi gerekmez. Çocuğa isim koyarken dikkat edilecek husus, yadırganmayacak güzel anlamlı bir isim olmasıdır." Ölen yakınının maaşını alabilmek için resmen boşanan ama evliliğini dinî nikâhla devam ettirenlerin aldıkları bu maaşlar helal midir?,"Nikâh, aile birliği oluşturacak kimselerin Allah’ın emri gereği gerçekleştirdikleri bir sözleşmedir. Böylesine önemli bir sözleşmenin birtakım maddî kaygılarla sona erdirilmesi her şeyden önce ahlaken doğru değildir. Kaldı ki sevgili Peygamberimiz normal şartlar altında gerçekleşen boşama için bile “Allah’ın en hoşlanmadığı helâl şey evliliği sona erdirmektir” (Ebû Dâvûd, Talâk, 3 [2178]; İbn Mâce, Talâk, 1 [2018]) buyurmuştur. Bir yakını dolayısıyla kanun gereği dul hanımlara ödenen parayı almak üzere resmen boşanıp gerçekte birlikte yaşamaya devam etmek, hile niteliğinde olduğundan haramdır. Bu tür hileli yollarla elde edilecek gelirler kamu malını zimmetine geçirmek anlamına gelir. Bu nedenle hileli boşanma yolu ile alınan maaş helâl olmaz." "Mezarlıktaki ağaç, ot vb. bitkileri kesmek caiz midir?","Mezarlıkta bulunan yaş ot ve ağaçları, bakım amaçlı olmadıkça yolmak ve kesmek mekruhtur. Zira buradaki yaş bitkiler kendilerine has bir şekilde Allah’ı zikretmektedirler. Bu zikir sebebiyle orada yatan müminlere, Allah Teâlâ’nın rahmet edip azaplarını hafifletmesi umulur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kabristanda bulunan iki kabir sahibinin azap içinde olduğunu anlamış, yanında bulunanlardan taze bir hurma dalı isteyerek, ikiye bölmüş ve her birini bir kabrin başına dikmiştir. “Ey Allah’ın Resûlü, niçin böyle yaptın?” diye sorulunca, “Umulur ki bunlar yaş kaldıkları sürece (azapları) hafifler” (Buhârî, Vudû’, 56 [218]; Müslim, Tahâret, 111 [292]) buyurmuştur. Mezarlıkta zayi olacağından endişe edilen kuru ot ve ağaçların kesilip satılmasında bir sakınca yoktur. Bu satıştan elde edilen paranın kamu yararına kullanılması gerekir. Ayrıca mezarlıkta bulunan ağaçların meyveleri de yenilebilir (el-Fetâva’l-Hindiyye 1/166-167; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/245)." Define aramak ve bulunduğunda sahiplenmek caiz midir?,Günümüzde define arama işlemleri “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu” ile diğer ilgili mevzuata göre yürütülmektedir. Bu mevzuata aykırı şekilde define aramak kamusal ve bireysel haklara tecavüz anlamına geldiğinden câiz değildir. Buluntu eşya (lukata) ile ilgili hükümler nelerdir?,"Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak câiz olmadığı gibi kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de câiz değildir. Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir. Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vâcip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır. Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/200-201). Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 5/162, 163). Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak daha sonra sahibinin çıkması hâlinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, 11/2-3)." Herhangi bir sebeple kovandaki fazla ana arıların veya bunların larvalarının itlaf edilmesi caiz midir?,"Yüce Allah, şifa kaynağı olarak balı insanların istifadesine sunmuştur. Bu hususa Kuran-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir: “Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” (en-Nahl, 16/68-69). Ekolojik dengeyi bozmamak kaydıyla, arıların istenmeyen ölçüde oğul vermemesi, verilen oğulların zayıf olmaması, fazla bal almak ve ana arıların birbirlerine zarar vermemesi için fazla ana arıların veya larvalarının itlafında bir sakınca yoktur." "Hasta olan ve tedavisi yapılamayan kedi, köpek gibi hayvanların veteriner tarafından uyutulması caiz midir?","Yüce Allah, diğer yeryüzü nimetleri gibi hayvanları da insanların hizmetine vermiş ve onlardan çeşitli şekillerde faydalanmayı helal kılmıştır (en-Nahl, 16/5, 6, 80). Bununla birlikte dinimiz bir canlı olarak hayvanlara karşı da şefkatli ve merhametli olmayı emretmiştir (Buhârî, Müsâkât, 10 [2365]; Müslim, Selâm, 151 [2242]). İnsanın, hizmetine verilen canlılara karşı merhamet ölçüleri ile muamele etmesi yanında onların sağlık ve temizliklerine de azami özen göstermesi gerekir. Bu sebeple hastalanan hayvanların imkân ölçüsünde tedavi edilmeleri gerekmektedir. Zira bu hem merhametin hem de sağlıkla ilgili tedbirlerin zorunlu bir sonucudur. Ancak ölümcül bir hastalığa yakalanmış, tedavi ederek iyileşme imkânı da olmayan ve şiddetli acılarla baş başa kalmış bir hayvanın veteriner gözetiminde uyutulmasında bir sakınca yoktur." Hayvanların kısırlaştırılması caiz midir?,"İnsanlar gibi tüm hayvanların da üreme ve çoğalma hakları vardır. Hayvanların yeme içme ihtiyaçlarının teminini engellemek uygun olmadığı gibi üreme özelliklerini ortadan kaldırmak da uygun değildir. Gerekli ve meşrû bir sebep bulunmadıkça hayvanların kısırlaştırılması da câiz değildir. Ancak gerekli ve meşrû sebeplerle; toplum menfaati gereği evde beslenen hayvanların gebe kalmalarını engelleyici ilaç ve benzeri şeylerin kullanılmasında ve ekolojik dengeyi bozmamak şartıyla kedi, köpek vb. başıboş hayvanların kısırlaştırılarak çoğalmalarının kontrol altına alınmasında dinen bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/357). İş gücünden, nesil ıslahından ve et verimliliğinden ziyadesiyle istifade edilebilmesini temin etmek amacıyla dana ve teke gibi bazı hayvanların kısırlaştırılması da câiz görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 4/380; İbn Mâze, el-Muhît, 5/375, 376)." Selâmlaşmanın İslâm dinindeki yeri ve hükmü nedir?,"Selâmlaşma, Müslümanlardan birinin diğerine “Selâm sizin üzerinize olsun, Allah sizi her türlü kaza ve belâdan korusun” anlamına gelen “selâmün aleyküm/es-selâmü aleyküm” diyerek hayır duada bulunması; diğerinin de “ve aleyküm selâm/aleykümü’s-selâm” diyerek aynı duayla karşılık vermesidir. Nitekim Allah Teâlâ, “Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile ya da dengi ile karşılık verin” (en-Nisâ, 4/86) buyurarak verilen selâma güzel şekilde karşılık vermeyi emretmiştir. Hz. Peygamber de (s.a.s.) selâma güzel lafızlar eklemenin sevabı artırdığına dikkat çekmiş, “es-Selâmü aleyküm” sözüne, “ve rahmetullâh ve berekâtüh” (Allah’ın rahmeti ve bereketi) gibi sözcükler eklemek suretiyle ayrıca sevap kazanılacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 143, [5195-5196]). Dinimiz Müslümanları kardeş ilan etmiş, kardeşlik bilincinin yerleşip devam etmesi için de onlara bazı görevler yüklemiştir. Bu görevlerden biri de selâmlaşmaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) selâmlaşmayı Müslümanın Müslüman üzerindeki hakları arasında saymıştır. (Müslim, Selâm, 5, [2162]). İslâm âlimleri selâm vermenin sünnet, almanın farz olduğunu ve selâm verenin alana göre daha fazla sevap kazanacağını belirtmiştir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/164). Allah Resûlü (s.a.s.) iki Müslümanın karşılaştığında söze önce selâmla başlamalarını öğütlemiş; küçüğün büyüğe, bir vasıta üzerinde gidenin yürüyene, yürüyenin veya ayakta olanın oturana, sayı bakımından az olan topluluğun çok olana selâm vermesinin uygun olacağını bildirerek selâmlaşma âdâbını öğretmiştir. Bunun yanında topluluk içerisinden bir kişinin selâm vermesini ya da verilen selâmı bir kişinin almasını yeterli görmüş ve bir topluluktan ayrılırken de selâmla ayrılmanın güzel olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, İsti’zân, 4, [6231]; Müslim, Selâm, 1, [2160]; Ebû Dâvûd, Edeb, 150, [5208], 152, [5210]). Şâyet topluluktan hiç kimse verilen selâmı almazsa bu durumda toplulukta bulunan herkes günahkâr olur (İbn Âbidînzâde, el-Hediyyetü’l-ʿAlâʾiyye, 232; Nevevî, el-Mecmû‘, 4/594)." Yetkili makamlarda bulunanların hediye kabul etmeleri caiz midir?,"Karşılıklı olarak hediyeleşmek insanlar arasında sevgi ve saygının oluşmasına katkı sağlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Hediyeleşin ki aranızdaki sevgi artsın.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 16) buyurmuştur. Ancak yetkili makamlarda bulunan kişilerin, bu göreve gelmeden önce aralarında hediyeleşme âdeti olmayan kişilerden her ne ad altında olursa olsun; hediye ve bağış kabul etmeleri câiz değildir. Zira bu durum, rüşvet olarak değerlendirilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/103; Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/86). Hz. Peygamber (s.a.s.), idari makamlarda bulunanlara verilen hediyelerle ilgili olarak; “Yetkililerin aldığı hediyeler, ganimetten aşırmak (kamu malını zimmetine geçirmek) gibidir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/233 [20474]) buyurmuştur. Yine Resûlullah (s.a.s.), zekât toplamakla görevlendirdiği memurunun hediye aldığını işittiğinde; “Benim gönderdiğim bir görevliye ne oluyor ki: ‘Bu zekât malıdır; bu da bana hediye edilmiştir.’ demektedir! Bu kişi babasının (yahut anasının) evinde oturup kalsa, acaba kendisine hediye verilir miydi? Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz o zekât malından bir şey alırsa kıyamet gününe o malı boynunda taşıyarak gelecektir.” (Müslim, İmâre, 26 [1832]; bkz. Buhârî, Eymân, 3 [6636]) buyurarak, kişinin yetkili bir makamda bulunmasından dolayı hediye almasının câiz olmadığını ifade etmiştir." Sol elle yemek yemekte bir sakınca var mıdır?,"Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşılamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yiyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle yemek yemeyi öğretmiştir (Buhârî, Etʽime, 2 [5376]; Müslim, Eşribe, 105-109 [2020-2022]). Hz. Peygamber’in sağ elle yeme ve içme konusundaki tavsiye ve irşadlarına uymak her Müslümanın vazifesidir. Bu nedenle anne ve babaların çocuklarına diğer yemek âdâbıyla birlikte sağ elle yeme ve içmeyi de öğretmeleri gerekir. Fizikî bir engel sebebiyle sağ eliyle yiyemeyen kimselerin sol elle yeme içmesinde ise bir sakınca yoktur (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 8/183)." Domuzdan üretilen jelatin caiz midir?,"Jelatin; sığır, domuz, balık ve kümes hayvanları gibi omurgalıların kollajeninden elde edilen bir protein türüdür. Jelatin üretiminde başlıca hammadde olarak domuzun kemik ve deri altı tabakası ile sığırın kemik ve derileri kullanılmaktadır. İnsan sağlığına olumsuz etkisi olmadığı göz önüne alınarak helallik açısından jelatine yaklaşıldığında temel hareket noktası, menşeinin helal olmasıdır. Bunun yanında üretim aşamasında, jelatine kaynak teşkil eden hammaddenin yapısal özelliklerini yitirip yitirmemesinin, ürünün helalliğine etki edip etmeyeceği de tartışılmıştır. Öncelikle menşei itibariyle helal olan yani yenilebilir ve İslami usullere göre tezkiye edilmiş (kesilmiş) hayvanların derilerden ve kemiklerden elde edilen jelatinin tüketilmesinin helalliği noktasında herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Jelatinin dini hükmü konusundaki esas hareket noktası ise, haram bir menşeden elde edilmiş olması halinde, imalat aşamasında tam anlamıyla bir dönüşüm/değişim geçirip geçirmediği hususudur. Bu husus fıkıh literatüründe “istihale” kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır. İstihale dinen necis sayılan bir maddenin yapı değişimine uğrayarak temiz bir maddeye dönüşümünü ifade etmektedir. Fıkıh kaynaklarında istihalenin dayandığı mantık, Allah Teala’nın bir maddenin necis olmasını, sahip olduğu yapısal duruma bağladığı düşüncesiyle açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre maddenin yapısında gerçekleşen dönüşüm, ister istemez necaset niteliğinin de değişmesini gerektirmektedir. İstihalenin necis bir maddeyi temiz hale getirebileceği hususunu bazı fakihler onaylamasa da, aralarında Hanefilerin de yer aldığı birçok alim, istihalenin böyle bir işlevi olduğunu kabul etmektedir. Meseleye haram menşeden elde edilen jelatinin hükmü açısından yaklaşıldığında, üretim aşamasında bir istihale gerçekleşip gerçekleşmediği hususu önem taşımaktadır. Bu konuda farklı yaklaşımların olduğu görülmektedir. Jelatinin üretiminde kimyasal reaksiyonlar sonucunda istihale olduğunu söyleyen uzmanlar olduğu gibi, yaptıkları deneylerle jelatinin istihaleye uğramayan katkı maddelerinden biri olduğu sonucuna ulaşan uzmanlar da bulunmaktadır (bk. I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011; el-Beyanü’l-Hitami ve’t-Tavsiyat li’n-Nedveti’l-İlmiyye: el-İstihale ve’l-İstihlak ve Müsteceddatühüma fi’l-Ğıza ve’d-Deva (9-10 Şubat 2015, Cidde, s. 2-11; “İstihale”, DİA, EK 1, 674-676). Bu bağlamda jelatin üzerinde araştırma yapan birçok uzman, her ne kadar üretim aşamasında bazı amino asit ve karbonhidrat yapılarını kaybetse de kollajenin amino asit dizesini büyük oranda koruduğu, değişimin alfa sarmal yapısındaki hidrojen bağının değişiminden ibaret kaldığı, dolayısıyla kollajenin jelatine dönüşümünde gerçek anlamda bir kimyasal dönüşüm değil, bazı fiziksel ve kimyasal özelliklerde farklılaşma meydana geldiği sonucuna ulaşmışlardır (I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011, s. 86-93; 109; Ahmad Sakr, Jelatin, İstanbul 2008, s. 47; Harun Şimşek, A'dan Z'ye Hayvansal Kaynaklı Gıda Katkı Maddeleri, Almanya 2012, s. 72-73). Fıkıh kaynakların çizdiği çerçeveye göre istihale, necis veya kullanılması haram olan bir maddenin hakikatinin değişip ilgili maddenin isim, özellikler ve nitelikler itibariyle farklı bir maddeye dönüşmesidir. Bu açıdan bakıldığında klasik kaynaklarda “vasıf değişimi” bağlamında verilen örnekler, her kimyasal reaksiyonun geçerli bir istihale olmadığını ortaya koymaktadır. Zira söz konusu maddede bazı değişimler olsa da bu her zaman tam bir kimyasal değişim olmamaktadır. Oysa istihaleden bahsedebilmek için maddenin tam bir kimyasal değişime uğraması gerekmektedir. Şu halde yukarıdaki uzman görüşlerine de dayanarak, jelatinin geçirdiği işlemin bir istihaleden/dönüşümden ziyade bir ayrıştırma işlemi olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, kollajenin kaynağı olan hayvan helal değilse, ondan üretilen jelatin de helal olmamaktadır. Menşeinin helalliği bilinmeyen jelatinlerin Müslümanların tüketeceği gıdaların üretiminde kullanılması ve içinde domuz kaynaklı jelatin olduğu kesin olarak bilinen gıdaların tüketimi caiz değildir." Üretim Aşamalarında Sentetik Alkol Kullanımının Hükmü Nedir?,"İslâm, sarhoş eden keyif verici içeceklerin bu amaçla üretim, satım ve içimini kesin bir dille yasaklamıştır (Mâide 5/90-91; Müslim, Müsâkât, 67). Hz. Peygamber (s.a.s.) çok miktarı sarhoşluk veren maddelerin azının da haram olduğunu bildirmiştir (Buhâri, Vudû, 71; Müslim, Eşribe, 7; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3). Bu hükümler, sarhoşluk vermesi için özel olarak ve belli usullerle üretilen içeceklerle ilgilidir. Bu yolla üretilen alkollü içeceğin tedavide kullanılması da ancak meşru bir alternatifin olmaması halinde zarureten caizdir. Dinî literatürde “hamr” olarak bilinen bu özellikteki içecekler dışında, sentetik olarak üretilen alkol veya bazı meyve ve gıdalarda kendiliğinden oluşan alkol, farklı değerlendirilmelidir. Nitekim meyvelerin bünyesinde doğal olarak (binde bir-binde beş) arasında alkol bulunabilmekte; ekmek dâhil birçok fermente (mayalanmış) ürünün üretim süreçleri sonunda az miktarlarda alkol ortaya çıkabilmektedir. Bazı gıda maddelerinin üretim aşamalarında aromatik bileşenlerin kullanılması durumunda son ürün içinde etil alkol (ethanol), keton, ester vb. bileşikler de oluşabilmektedir. Hal böyleyken içinde kendiliğinden ya da “eser” miktarda yani çok az ölçüde ilave edilen maddeler dolayısıyla alkol oluşan bu tür ürünlerin tüketilmesi haram olmaz. Zira burada söz konusu olan alkol, özellikle sarhoşluk vermesi amacıyla ve belli yöntemlerle üretilen alkol yani hamr değildir. Aksi halde bileşeninde belli oranlarda alkol bulunuyor gerekçesiyle birçok meyvenin ve ürünün de yenmemesi gerekirdi. Şu halde: 1. Sarhoşluk vermesi amacıyla üretilen içkilerin azını da çoğunu da içmek ve bunları gıda maddelerine katmak haramdır. 2. Gıda maddelerinde sarhoş etmeyecek ölçüde doğal olarak oluşan alkol, o gıda maddesini haram kılmaz. 3. Sentetik alkolün içki olarak tüketilmesi haram olmakla beraber, çözücü olarak kullanılması böyle değildir. Çünkü bu son durumdaki kullanım amacı sarhoş olmak veya keyif almak değil, aromatik maddelerin çözünürlüğünü sağlamaktır. 4. Sentetik alkolün temizlik ürünlerinde veya temizleyici olarak kullanılması da caizdir. Bu bağlamda mesela ispirto, kolonya vb. sıvılarla, temizlik amacıyla üretilen alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (bk. Buhârî, Edep, 80; Müslim, Eşribe, 73) bunların temizlikte kullanılmaları caizdir. Bu özellikteki maddeler dinen necis de sayılmadığından, namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması da gerekmez (Kâsânî, Bedâî’, V, 115; Elmalılı, Hak Dini, II, 763-764). 5. Gıda maddelerinin helalliğinin tespitinde gıda sağlığı ve güvenliği ilkelerine riayet de dinî bir gerekliliktir. 6. Her konuda olduğu gibi sentetik alkol kullanılmasında da, zihinlerdeki şüpheleri gidermek gerektiğinden başka alternatif bileşenler aranmalı ve varsa öncelikle bunlar kullanılmalıdır." Eti yenilip yenilmeyen hayvanların tespiti neye göre yapılmıştır?,"İslâm, insanı maddî ve manevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş ve insana zarar verebilecek pis ve iğrenç olan her şeyi (habâis) yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da (tayyibât) helal kılmıştır (el-Bakara, 2/168; el-A’râf, 7/157). Kur’ân ve sünnette etleri yenilmeyen hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilenler yanında bazı hayvanlar için de belli ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklamaları teyit eden ifadelerin yanı sıra, “necis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin detaylı açıklamaları da içermektedir. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.), yırtıcı hayvanların (parçalayıcı uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve yırtıcı kuşların (pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceğini özellikle belirtmiştir. Bununla birlikte Resûlullah’tan (s.a.s.), bazı hayvanların etlerinin yenilmesine dair hükümleri ihtiva eden başka hadisler de rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd, 15,16 [1933-1934] ; Ebû Dâvûd, Et’ime, 32 [3802]). Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi, İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. İslâm âlimleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu tek tek ya da gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sıhhati konusundaki farklı değerlendirmelerin ve yorumların yanı sıra insan tabiatının, örfün, mahallî alışkanlıkların ve söz konusu ilkeleri somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının etkili olduğu bir gerçektir." Kara hayvanlarından eti yenilip yenilmeyenler hangileridir?,"Etlerinin yenmesinin helâl olduğu hususunda görüş birliği bulunan hayvanlar şunlardır: a) Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden evcil hayvanlar, b) Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi yabani hayvanlar, c) Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşlar. Bu hayvanların etlerinin helâl olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur'ân’da tasrih edilmiş, diğerleri de Kur'ân’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler (el-Mâide, 5/1; el-Hac, 22/28, 30) (mübah) kapsamında görülmüştür. Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar ise şunlardır: a) Domuzun haram olduğu, Kur'ân’ın açık hükmüyle sabittir (el-Mâide, 5/3). Kur'ân’da ismi anılarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Kur'ân’da sadece domuzun etinin haramlığından söz edilse de İslâm âlimleri, En‘âm sûresinin 145. âyetinde geçen “rics” ifadesi ile A‘râf sûresi 157. âyetindeki “... onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar.” ifadelerini birlikte değerlendirmişler ve domuzun her şeyinin haram olduğunu belirtmişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/133). b) Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın hükmüne dayanır: “(Kesim sırasında) üzerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyin.” (el-En'âm, 6/121). Bu ilke, İslâm’ın tevhid akidesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir göstergesidir. c) Dinî usullere uygun olarak kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş olan hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın açık hükmüne dayanır: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (el-Bakara, 2/173); “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan; (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç olmak üzere boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile (tazim amacı ile) dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar size haram kılındı.” (el-Mâide, 5/3). Yukarıda zikri geçenler dışında kurt, aslan, kaplan gibi köpek dişleriyle; doğan, şahin, kartal gibi pençesiyle avlanan hayvanlar ile sinek, örümcek, akrep gibi haşeratın yenilmesi İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre caiz görülmemiştir." At eti helal midir?,"Kur’ân ve Sünnette at eti yemenin hükmü hakkında açık bir delil bulunmamaktadır. Hanefî mezhebinde İmam Ebû Hanîfe’den rivâyet edilip tercih edilen görüş ile Mâlikîlerden gelen bir görüşe göre at etinin yenilmesi tenzihen (helale yakın) mekruhtur. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Mâlikîlerden gelen diğer bir rivâyete göre ise at etinin yenilmesi mubahtır (Serahsî, el-Mebsût, 11/233; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/4; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/22). At eti yemenin mekruh, hatta haram olduğunu söyleyen âlimler de olmuştur (Karâfî, ez-Zehîra, 4/101). Şüphesiz mekruh ya da haram olduğu görüşünde, o dönemlerde atın gerek askeri gerekse sivil hizmetlerde yoğun bir şekilde kullanılan bir hayvan olması etkili olmuştur. Günümüzde atın etkinlik alanı eski dönemlere göre çok daralmış olsa da at etinin yenilmesi konusundaki mesafeli tutum özellikle Anadolu coğrafyasında devam etmektedir." "Yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi deniz ürünleri yenir mi?","İslâm dini ilke olarak insana maddî veya manevî yönden zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da helal kılmıştır. Bu bağlamda, yiyecek ve içeceklerin prensip olarak helal olduğu belirtilirken az bir kısmının yasaklanması, genel olarak insanın beden ve ruh sağlığının korunması amacına matuftur. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de, genel hükmü ifade edecek şekilde insanlar şöyle uyarılmaktadır: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helal ve temiz olan şeylerden yiyin ve şeytanın işlerini/adımlarını takip etmeyin…” (el-Bakara, 2/168), “Ey iman edenler! Gerçekten sadece Allah’a kulluk ediyorsanız size verdiğimiz temiz [ve helal] rızıklardan yiyin için ve Allah’a şükredin.” (el-Bakara, 2/172), “Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: temiz olanlar (tayyibat) size helal kılınmıştır...” (Maide, 5/4). Bu âyet-i kerîmeler, insanın yiyeceklerinin kendi nezahet ve mükerrem bir varlık olma durumuna uygun olarak temiz ve nezih yiyecekler olabileceğini bildirmektedir. Yeryüzündeki nimetleri insanoğlunun istifadesine sunan Yüce Allah, yiyecek olarak haram kılınan hayvanlar ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Allah size murdar eti (leş), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı…” (el-Bakara, 2/173). Bunun yanında En‘âm sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde de aynı şeyler, niteliklerine atıfta bulunularak sayılmıştır. Bunların yanında Kur’ân-ı Kerîm’de deniz avlarının helal kılındığı ayrıca ifade edilmiştir: “Size ve yolculara geçimlik olmak üzere deniz avı ve yiyeceği helal kılındı…” (el-Mâide, 5/96). Yukarıdaki açıklamalarının yanında Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in (s.a.s) helal ve haramları açıklama/bildirme hususundaki görevi ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmıştır: “…Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten sakındırır; yine onlara temiz olan şeyleri helal, pis olan şeyleri de haram kılar…” (A’raf, 7/157). Nitekim Hz. Peygamber, yenmesi helal ve haram olan hayvanlar ile ilgili açıklamalar yapmıştır. Bir rivâyette şunlar ifade edilmektedir: “Resûlullah (s.a.s.) azı dişi bulunan yırtıcı hayvanların ve pençesiyle avlanan yırtıcı kuşların etlerinin yenmesini yasaklamıştır.” (Müslim, Sayd, 15-16 [1933-1934]; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 32 [3803]). Bunun yanında Hz. Peygamber’in, pis ve iğrenç olmaları nedeniyle bazı hayvanların yenmesini yasakladığı da bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 33 [3808]). Deniz ürünleri ile ilgili olarak ise Hz. Peygamber; “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Tahâret, 39 [83]). İslâm âlimleri, Kur'ân ve hadislerde belirtilen hüküm ve ilkeler ışığında hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Kara ve deniz hayvanları hakkında gerek Kur'ân-ı Kerîm gerekse hadis-i şeriflerde -bazıları dışında- bütün türler isim olarak zikredilmediğinden, bu hususta farklı hükümler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, bütün âlimlere göre balık türleri helaldir. Balık dışındaki ürünler, Hanefî âlimler tarafından helal kabul edilmemiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/35). Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî âlimleri ise Maide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesinin kapsamlı oluşu ve Hz. Peygamber’in, “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” ifadesine dayanarak, deniz ürünlerinin yenilmesi hususunda oldukça geniş bir yaklaşım ortaya koymuşlardır. Mâlikî ve Hanbelî âlimlere göre, deniz hayvanları prensip olarak helaldir. Ancak timsah gibi yırtıcı hayvanlar helal değildir (Kârâfî, ez-Zehîra, 4/96). Şâfiî mezhebinde ise aslen suda yaşadığı hâlde karada da yaşayabilen kurbağa, yengeç, kaplumbağa ve su yılanı gibi hayvanlar habis ve zararlı oldukları için helal değildir. Bunların dışında kalan midye, kalamar, ıstakoz, karides gibi deniz ürünlerinin yenmesi ise helaldir (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 8/113,150-152). Görüldüğü gibi Kur'ân ve Sünnette yenilmeyecek olan hayvanlar ile ilgili bir liste verilme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilerek yasaklananların yanında diğer hayvanlar için ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Bu nedenle yenmesinin haram olduğu hususunda ittifak edilen hayvanlar oldukça sınırlıdır. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. Bunun dışında, hakkında açık hüküm bulunmayan ürünlerin hükmü hususunda âlimler, yukarıda da belirtildiği gibi ihtilaf etmişlerdir. Aslında bu tür ihtilaflar meselelerin daha iyi anlaşılmasına katkı sunduğu gibi mükellefler için uygulamada kolaylık da sağlamaktadır. Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi ürünlerin üretimi ve tüketiminin helal olduğu söylenebilir." Kesilen tavukların içleri temizlenmeden sıcak suya sokularak yolum yapılması halinde etlerinin yenilmesi caiz midir?,"Usûlüne göre kesilmiş olan tavukların kanı süzüldükten ve varsa üzerlerine bulaşabilen diğer pislikler iyice temizlendikten sonra kaynama derecesine ulaşmayan sıcak suda bir süre bekletilip müteakiben tüylerinin yolunmasında dinî açıdan bir sakınca bulunmamaktadır (İbnü’l- Hümâm, Feth, 1/210-211). Ancak bağırsakları çıkarılmadan kaynar suya atılmış olan tavuk ve emsali hayvanların içindeki pislikler ete sirâyet ederse temiz olmaktan çıkar. Günümüzdeki kesim fabrikalarında uygulandığı gibi banttan geçen kesilmiş hayvanlara temiz sıcak su püskürtülerek sulu yolum yapılması durumunda söz konusu sakınca ortadan kalktığı için yenmesinde bir mahzur bulunmamaktadır." Bir hayvanın etinin helal olabilmesi için kesim nasıl olmalıdır?,"Eti yenen kara hayvanlarının etlerinin helal olması için usûlüne uygun olarak kesilmesi gerekir. Usûlüne uygun kesim, Hanefîler'e göre besmele çekilerek, hayvanın nefes ve yemek boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde kesilen hayvanın eti Hanefîler'e göre haram olur. Ama unutarak terk edilirse helaldir. Şâfiîler besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde de etin yenilebileceği görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/410). Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise göğsünün hemen üzerinden kesilir (nahr) ve hayvanın kanının iyice akması için bir süre beklenilir. Kesimden önce bıçak ve benzeri kesici aletlerin hayvanın gözünden uzak bir yerde bilenmeleri sünnettir. Hayvanlardan biri, diğerinin gözü önünde kesilmemelidir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/41). Kesilecek hayvanları kıbleye döndürerek kesmek sünnettir. Hayvanın canı çıkmadan boynunu kırmak, derisini yüzmek, bir uzvunu koparmak veya tüyünü yolmak gibi hayvanın acısını arttıracak işlerden kaçınılmalıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/194). Hayvanın, kesim esnasında canlı olması kaydıyla, acıyı azaltmak maksadı ile düşük voltajlı elektrik şokuna tabi tutulması, ayrıca tavuk ve hindi kesimlerinde kullanılan otomatik kesim makinesini çalıştıran kişinin, düğmeye basarken besmele çekmesi hâlinde o seride kesilecek bütün hayvanlar besmele ile kesilmiş sayılmasına bazı ilim adamlarınca cevaz verilse de söz konusu uygulamalarda hayvanların kesim öncesi ölüm riski bulunduğundan el ile kesim tavsiye edilir." Hayvan kesecek kimselerde bulunması gereken şartlar nelerdir?,"Hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, Müslüman veya Ehl-i kitap olması gerekir. Putperest, ateşperest, ateist ve mürtedlerin kestikleri hayvanların eti yenmez. Ehl-i kitap olduğu bilinen kimse kesim yaparken Allah’tan başkasının adını anmamalıdır. Zira âyette Allah’tan başkası adına kesilmemesi şartı getirilmiştir (el-Bakara, 2/173). Kesim yapan kimsenin ergenlik çağına gelmiş olması şart değildir. Mümeyyiz olan kişinin kestiği de helaldir. Hayvanı kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği gibi temiz, cünüp veya hayızlı olması arasında da bir fark yoktur; hepsinin kestiği yenir (Zeylaî, Tebyîn, 5/287; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/77; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/404)." Ehl-i kitabın yemeklerini ve kestiği hayvanların etini yemek caiz midir?,"Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hristiyan’ın), usûlüne uygun olarak kestiği hayvanın eti ve pişirdiği yemek yenilir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Bugün size temiz ve hoş şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir.” (el-Mâide, 5/5). Usûlüne uygun olarak kesim, hayvanın yemek ve nefes boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Ehl-i kitaptan olan kimsenin, hayvanı keserken Hz. Mesîh’in veya Hz. Üzeyir’in adını andığı kesin olarak bilinirse o takdirde kestikleri helal olmaz. Çünkü Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar yenilmez (el-Mâide, 5/3)." "Tavuk vb. kanatlıların yolum yöntemlerinin, etin helal olup olmamasına etkisi nedir?","Tavuk vb. kanatlılarda, kesim sonrası tüketime hazır hale getirilme aşamasında kuru ve sulu olmak üzere iki türlü yolum yöntemi uygulanmaktadır. Kuru yolum yöntemi buharsız ve buharlı olmak üzere iki çeşittir. Buharsız yöntem, kesim sonrası doğrudan elle yolum uygulamasıdır. Buharlı yöntem ise, kanatlı hayvanların buhar püskürten makineden geçirilerek tüy diplerinin yumuşatılmasıyla gerçekleştirilen işlemdir. Kuru yolumun her iki şeklinde de ete necaset sirayet etmemektedir. Bu itibarla usulüne uygun kesim sonrası kuru yolum yöntemlerinin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesi caizdir. Sulu yolum yöntemi ise, sıcak su püskürtme veya sıcak suya batırma işlemi olmak üzere iki şekilde uygulanmaktadır. Sıcak su püskürtmek suretiyle yapılan yolum işleminde, ete sirayet eden herhangi bir necaset söz konusu değildir. Dolayısıyla bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesinde bir sakınca yoktur. Sıcak suya batırma suretiyle yapılan yolum işleminde ise; usulüne uygun kesim sonrası iç organları çıkarılan, kanı süzülen ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislik bulunmayan kanatlıların, sıcak suda kısa bir süre bekletildikten sonra tüylerinin yolunması halinde etlerinin yenilmesi caizdir. Ancak iç organları çıkarılmamış, kanı süzülmemiş ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislikler temizlenmemiş kanatlıların 50 derece üzeri sıcak suda bekletilmesi, necasetin ete sirayet etmesine sebep olabilmektedir. Bu itibarla söz konusu bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etlerine necaset sirayet ettiği tespit edilirse bu etlerin yenilmesi helal olmaz." Spor müsabakaları üzerinden bahis oynamak caiz midir?,"Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan bir işin öngörülen sonucu üzerinde bahse girmek ve isabet edilip edilememesine göre bahsi kazanmak ya da kaybetmek kumardır. Bu iş hangi yöntemle ve hangi ad ile yapılırsa yapılsın kumar olarak değerlendirilir. Kumar, haksız kazanç yöntemlerinden biri olup İslâm’da kesinlikle yasaklanmıştır. Bu itibarla, spor müsabakaları üzerinden taraflardan birine menfaat sağlayan bahis oynamak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı kumar kapsamına girmektedir ve câiz değildir." Yarışmalarda elde edilecek ödülleri almak caiz midir?,"İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sûretiyle bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarara girmemesi esasına dayalı meşrû içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise câizdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/324). Ancak bu nitelikleri taşıyan bir yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek vb. ilave ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmak, çekilişe katılmak için piyango bileti satın almak niteliğinde olduğundan yarışma bir tür kumara dönüşür." Market ve mağazalarda alışveriş karşılığında verilen çekiliş kuponlarına çıkan hediyeler helal midir?,"Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sadece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarara uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda iş yeri sahiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206). Çünkü müşterilerden birinin kazanması hâlinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi hâlinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur." "Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın dini hükmü nedir?","Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 8/554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır. Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi hâlinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir." Kadınların ve erkeklerin saçlarını boyamaları caiz midir?,"Kişinin temiz, bakımlı ve düzgün görünümlü olması, dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Saç, sakal ve bıyık bakımı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Saçı temizlemek, yıkamak, koku sürmek, taramak ve boyamak, Hz. Peygamber’in teşvik ettiği hususlardandır (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 50 [3462]; Libâs, 67 [5899]; Müslim, Libâs, 80 [2103]). Buna göre, başkalarını yanıltma kastı olmaksızın saç, sakal ve bıyık boyanabilir (Mübârekpûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 5/353-361 [1752-1753]). Erkeğin saçını, siyah dışındaki kına rengi gibi renklere boyaması câiz ise de siyah renge boyaması mekruh görülmüştür. Mekke’nin fethi günü, Hz. Ebû Bekir’in yaşlı babası Ebû Kuhâfe’nin saçlarının beyazlaştığını gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu beyaz saçın rengini değiştiriniz ve siyahtan sakınınız.” (Müslim, Libâs, 79 [2102]). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında da bir sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda siyaha boyanan saç tabii hâline dönüşmüş olacaktır. Nitekim Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahâbîlerin bunu uyguladıkları nakledilmektedir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 1/154-155 [143]). Kadınlar için ise bir sınırlama yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, kadının saçını ve vücudunun diğer mahrem yerlerini yabancı erkeklere göstermemesidir. Boya, saç üzerinde kimyasal bir tabaka oluşturup suyun temasına engel olmadıkça guslü ve namaz abdestini engelleyici bir unsur değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154)." Sakal bırakmanın ve kesmenin dini hükmü nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) sakal bırakmayı fıtrata uygun davranışlar arasında saymıştır (Müslim, Tahâret, 56 [261]; bk. Buhârî, Libâs, 64-65 [5892-5893]). Nitekim kendisi de sakal bırakıp güzelce bakımını yapmış (Tirmizî, eş-Şemâil, 50 [33]), sakalını eninden ve boyundan kısaltmış (Tirmizî, Edeb, 17 [2762]), ashâbına da gerekli bakımı yapmalarını tavsiye etmiştir (Muvatta', Şaʿr, 7 ). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine tabi olma hususundaki titizliğiyle bilinen sahâbeden Abdullah b. Ömer de sakalının bir tutamdan fazlasını kesmiştir (Buhârî, Libâs, 64 [5892]). Bu ve benzeri rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerimiz, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/417-418, 550; 6/407; el-Fetâva’l-hindiyye, 5/358; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350). Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) de sakalını uzatanlara bir tutamdan fazlasını kesmelerini tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir (Aynî, Umdetü’l-kârî, 22/46-47). Konu hakkındaki hadisler ile sahabe uygulamalarını dikkate alan İslâm âlimleri sakal bırakmanın, yerine getirilmesi istenen doğal (fıtrî) bir fiil ve yapılması tavsiye edilen bir sünnet olduğunda ittifak ederken sakalı tamamen kesmenin hükmü konusunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler bunun haram olduğunu söylerken (Desûkî, Hâşiye, 1/90, 422-423) bazıları tahrîmen mekruh, diğer bazıları ise tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350; Dimyâtî, İ‘ânetü’t-tâlibîn, 2/386; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, 1/462). Genel olarak benimsenen “bir şeyin haram olması için onunla ilgili yasaklayıcı delilin sübût ve delalet açılarından kati yani ihtimale kapalı olması gerektiği” yönündeki usûl kuralı, sakalı tamamen kesmenin mekruh olduğunu söyleyen görüşün daha isabetli olduğu sonucunu vermektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak maksadıyla sakal bırakan ve sakalının sünnete uygun bir şekilde bakımını yapan kişinin bu amelinden dolayı sevap alacağını, ancak herhangi bir sebeple buna imkân bulamadıkları için sakalını tıraş edenlerin ise sünnete aykırı düşmekle birlikte bundan dolayı günaha girmeyeceğini söylemek mümkündür." İslâm’ın müziğe bakışı nasıldır?,"İslâm dini, müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine genel ilke ve amaçları belirlemekle yetinmiştir. Buna göre İslâm’ın ilke ve esaslarına aykırı, günaha sevk eden, haramı teşvik eden müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur. Kur’ân ve sünnette müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Aksine, Resûlullah’ın (s.a.s.), ilke olarak müziğin câiz olduğuna işaret sayılabilecek nitelikte ifadelerinin bulunduğu bilinmektedir. Nitekim o, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]). Yine bir bayram günü Hz. Âişe’nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki câriyeye çıkışmak isteyenlere “Bırakın bugün bayramdır” diye uyarıda bulunmuştur (Buhârî, ʽÎdeyn, 25 [987]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 17 [892]). Müzik yapmanın ve dinlemenin hükmünün ne olduğu konusu İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılmış, lehte ve aleyhte çok şey söylenmiştir. Tarafların ileri sürülen görüşleri, gerekçeleri ile birlikte değerlendirildiğinde müziğin mutlak anlamda yasaklanmadığı, aksine ilke olarak mübah kılındığı sonucuna ulaşılır (bkz. Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 4/222)." Satranç oynamak caiz midir?,"Fıtrat dini olan İslâm, insan tabiatına uygun esaslar koymuş; maddî ve manevî gereksinimleri çerçevesinde eğlenme ihtiyacını da dikkate almıştır. Bu bağlamda spor, oyun veya eğlence gibi meselelerde İslâm’da asıl olan mubah olmaktır. Zekâ, taktik ve strateji oyunu olan satranç hakkında İslam âlimleri bir takım gerekçelerle farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Âlimlerin bir kısmı satrancı kumarla ilişkilendirip caiz olmadığını söylerken (bk. Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 5/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/171; Bâcî, el-Münteka, 7/278), diğer bir kısmı ise dinen sakıncalı unsurlar barındırmaması ve fesada vesile edilmemesi şartıyla caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/394-3; İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, 7/91; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 4/343; Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr, 17/178-179; İbnü’l-Hâcib, Câmiʿu’l-ümmehât, 566; İbn Abdülber, et-Temhîd, 13/181) Bu bağlamda satranç oynamakla ilgili kaynaklarda yer alan rivayetler ise satrancın mutlak anlamda caiz olmadığına hükmedilecek kuvvette değildir. (Dârekutnî, ʿİlelü’l-ḥadîs̱, 2/504 [906]; İbnü’l-Cevzî, el-ʿİlelü’l-mütenâhiye, 2/783 Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb, 4/24 [4638]; Zeylaî, Nasbü’r-râye, 4/274-275) Netice itibariyle satranç oynamak caizdir. Ancak bu oyun kumara aracı kılınmamalı, dinî ve dünyevî yükümlülükler ihmal edilmemeli, taraflar arasında kin ve nefrete yol açacak tutumlardan uzak durulmalıdır." Erkeğin bakımını yapan kadının bu erkeğin mahrem yerlerine bakmasının hükmü nedir?,"Bir kişi, zaruret bulunmadıkça, kendisine namahrem olan kişilerin avret sayılan yerlerine bakamaz (en-Nûr, 24/30-31). Buna göre bakıma muhtaç durumdaki bir erkeğin bakımının, öncelikle mahrem olan yakınları tarafından, yoksa erkek bakıcılar tarafından yapılması gerekir. Tüm bu kişiler arasında bakıcı bulunamadığı takdirde, bir kadın tarafından bakılması zaruret hâline gelmiş olur. Böyle bir durumda söz konusu kadının temizlik ve bakım için ve zaruret miktarınca, bakıma muhtaç erkeğin avret yerine bakmasında dinen bir sakınca yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/369)." Duanın önemi nedir ve dua nasıl yapılmalıdır?,"Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır. Duada daima tâzim (Allah’ı yüceltme) ve bu tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, De‘avât, 2 [3371]) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir (el-En'âm, 6/52; el-Kehf, 18/28). Diğer bir âyette de; “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (el-Furkân, 25/77) buyrulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’ân’da ısrarla vurgulanmıştır (eş-Şuarâ, 26/213; el-Kasas, 28/88)." Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?,"Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir: a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]). b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]). c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]). d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ). e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90). f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), 'Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?' Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499])." Kur’ân-ı Kerim’de geçen dua âyetlerinin muhtevası nedir?,"Kur'ân-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan dua ile ilgilidir. Ayrıca tesbîh, hamd, şükür, istiâne (Allah'tan yardım dileme), istiâze (kötü ve şerli olan her şeyden Allah'a sığınma), tazarru (kendi eksikliğini bilerek Allah'a yalvarma), tövbe ve istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve isteklerini ifade eden çok sayıda âyet de dua ile alakalıdır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (en-Nisâ, 4/32; el-A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; el-Mü’min, 40/60). Örneğin Allah Teâlâ; ""Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): 'Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.'…"" (el-Bakara, 2/186) buyurarak insanların dua ile kendisine yönelmelerini istemiştir. Bazı sûre ve âyetler dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir: ""Rahmeti sonsuz, merhameti tükenmez olan Allah'ın adıyla. Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah'a yaraşır. O, sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan, rahmetiyle hey şeyi kuşatandır. Hesap gününün tek hâkimidir. (Rabbimiz) yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ulaştır. (Hidâyete erdirerek) nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil."" (el-Fâtiha, 1/1-7). Bakara sûresinin 201. âyeti, dua olarak en çok okunan ayetlerdendir: “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabından koru.” Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) dua ederken sıkça bu âyeti okumuş (Buhârî, De‘avât, 55 [6389]; Müslim, Zikir, 26 [2690]) ve okunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Zikir, 23 [2688]). Peygamberimiz (s.a.s.), ümmet-i Muhammed’in her bir ferdini kuşatıcı mahiyetteki Bakara sûresinin sonundaki şu duaların her gece okunmasını tavsiye etmiş ve okuyan kişiye (sevap olarak veya kötülerin şerrinden muhafaza etmesi bakımından) yeteceğini ifade buyurmuştur (Buhârî, el-Meğâzî, 12 [4008]; Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 255 [807]): ""…Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!"" (el-Bakara, 2/286). Âl-i İmrân sûresindeki; ""Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla..."" (Âl-i İmrân, 3/8), “…Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/16), “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz..."" (Âl-i İmrân, 3/53) ayetleri, mü'minlere istikâmet üzere olmayı, bağışlanma dilemeyi ve hidâyete ulaşma yollarını öğreten dua ayetlerindendir. Yine Âl-i İmrân sûresinin 191-194. ayet-i kerîmelerinde; inananların her halükârda Allah Teâla'yı andıkları, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ettikleri belirtilmekte ve ardından yaptıkları dualarında; cehennem azabından Allah'a sığındıkları, günahların bağışlanıp kötülüklerinin örtülmesini, vefat ederken iyilerle birlikte canlarının teslim edilmesini, âhirette vadettiği nimetlere ulaştırmasını ve hesap gününde kişiyi rezil rüsvâ etmemesini niyazda bulundukları ifade edilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de her hususta Allah'a niyaz eden ve yakaran peygamberlerin duaları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva'nın cennetten çıkarıldıktan sonra bağışlanmaları için yaptıkları ""…Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz."" (A'râf, 7/23) şeklindeki duayı, mü'minler tevbe istiğfar ederken daima zikrederler. Hz. İbrahim’in (a.s.) duaları Kur'ân-ı Kerim'de bir hayli yer tutar. Bunların başında; “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ihsan et!” (es-Sâffât, 37/100), “Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.” (el-Bakara, 2/128) duaları gelir. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Rabbine ilticâ ederek çocuklarının ve zürriyetinin tevhid üzere olmaları, ibadet ve taat üzere yaşamaları için yaptığı dualar bizler için örnek mahiyettedir: ""Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!"" (İbrahîm, 14/40), ""Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl… (İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur."" (eş-Şuarâ, 26/83-89). Toplumu ifsat etmek isteyenlere karşı Hz. Lût (a.s.) şöyle dua etmiştir: ""Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötü şeylerden kurtar."" (eş-Şuarâ, 26/169), ""...Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle."" (el-Ankebût, 29/30). Hz. Yûsuf (a.s.) da kendisine tuzak kuranlara karşı şöyle dua etmiştir: ""...Ey Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!"" (Yûsuf, 12/33), ""Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!"" (Yûsuf, 12/101). Hz. Şuayb'ın (a.s.) kavminin hadsizliklerine karşı yaptığı; ""…Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."" (A’râf, 7/89), ""… Başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim."" (Hûd, 11/88) şeklindeki niyâzları, ilticâ ve tevekküle örnek teşkil eden dualardandır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın (a.s.) yaptığı birçok duayı görmekteyiz: ""… Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla…"" (el-Kasas, 28/16) ""…Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar."" (el-Kasas, 28/21). O, kavminin yaptığı hatalardan dolayı Allah'a şöyle yalvarmıştır: ""…Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!"" (A’râf, 7/151), ""…Rabbim!... İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?… Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük..."" (A’râf, 7/155-156). Firavuna dini, tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kendisine verilen görevin hakkıyla başarıya ulaşması için yaptığı şu niyazlar; özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur'ân’daki dua örneklerindendir: ""…Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin."" (Tâhâ, 20/25-35). Hz. Süleymân'ın (a.s.) yaptığı şu dua, yaratıcıya nasıl hamd ve şükredileceği hususunda örnektir: ""…Ey Rabbim! Beni, bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat."" (en-Neml, 27/19). Hz. Eyyûb (a.s.) de Rabbine şöyle niyaz eder: ""…Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin."" Bunun üzerine Yüce Allah onun duasını kabul ederek dert ve sıkıntılarını gidermiştir (el-Enbiyâ, 21/83-84). Yine denize atılan ve bir balık tarafından yutulan Hz. Yûnus'un (a.s.), karanlıklar içinde; ""…(Rabbim!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!"" (el-Enbiyâ, 21/87) şeklinde yaptığı dua, bütün mü'minlerin dilinde tevbe ve istiğfâr duası olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimize (s.a.s.) ve mü’minlere yapmaları öğütlenen bazı dualar da zikredilmektedir: ""… De ki! Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir."" (et-Tevbe, 9/129), ""…Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet, anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir."" (el-Enbiyâ, 21/112), ""…Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen, bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!"" (el-Mü’minûn, 23/93-94), ""…Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!"" (el-Mü’minûn, 23/97-98), ""…Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin."" (el-Mü’minûn, 23/118), ""…Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım eden bir kuvvet ver."" (el-İsrâ, 17/80), ""…Rabbim, benim ilmimi artır."" (Tâhâ, 20/114). Kur'ân’daki dua örneklerinde, insanların sadece kendileri için dua etmemeleri; anne-babalarına, eşlerine, çocuklarına, diğer yakınlarına ve bütün mü’minlere de dua etmeleri istenir: ""Rabbim! Küçüklüğümde onlar (annem-babam) beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!..."" (el-İsrâ, 17/24), ""…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!"" (el-Furkân, 25/74), ""…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!"" (el-Haşr, 59/10). Hz. Nuh ve Hz. İbrahim de kendilerinin, ana-babalarının, etraflarındaki mü'minlerin ve kadın-erkek tüm inananların bağışlanmasını için dua etmişlerdir (Nûh, 71/28; İbrâhim, 14/41). İnsan dua ederken elbette kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri ister. Ancak Kur'ân Kerim, insanın bazen hayır istediğini düşünerek şer olacak şeyi istediğine de dikkat çeker: ""İnsan, hayır için dua ettiğini düşünerek (bazen) şerri ister. Zira insan pek acelecidir!"" (İsrâ, 17/11). Nitekim Bakara sûresi 216. ayette; ""…Bazen hoşlanmadığınız (kötü gördüğünüz) bir şey sizin için hayır olabilir. Arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz."" buyrulmaktadır. Hz. Nuh (a.s.) da duasında bu durumu dile getirmiştir: ""…Rabbim! Senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ziyana uğrayanlardan olurum!"" (Hûd, 11/47). Aynı zamanda inananlar için bir öğüt, hidayet, rahmet ve şifâ kaynağı olan Kur'ân Kerim'de, kulların maddî ve manevî hastalık, sıkıntı vb. durumlarda Yüce Allah’a sığınması öğütlenmektedir (et-Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; el-İsrâ, 17/82; el-Enbiyâ, 21/83-84; eş-Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44). Bununla birlikte Kur'ân Kerim, insanın darlıkta olsun genişlikte olsun daima dua etmesini ister. Sadece başı dara düştüğünde dua etmesini yeterli görmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; ""İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..."" (Yûnus, 10/12). Bir şeyin olmasını isteyen kişi hem elinden geleni yapacak hem de dua edecektir. Nitekim Kur'ân’da Mü’minlere, iman etmelerinden sonra ısrarla sâlih amel işlemelerinin emredilmesi, sözlü ve fiili duanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini göstermektedir: “İman edip salih amel işleyenlere, zemininden ırmaklar akan cennetler verileceğini müjdele…” (el-Bakara, 2/25). Bu itibarla akıl ve irade sahibi insan, ancak ortaya koyduğu en temel eylemlerden birisi olan kulluk ve dua ile Allah katında bir kıymete erişebilir: “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân, 25/77). Kur'ân-ı Kerim’de yer alan duaların sadece dünya hayatıyla sınırlı olmadığı, ahiret âleminde de devam edeceği anlaşılmaktadır. Cennetliklerin, ahirette kavuşacakları nimetlerden dolayı Allah’a samimi bir kalple yapacakları dualarda büyük bir mutluluğun ve huzurun izleri görünmektedir: ""Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."" (Yûnus, 10/10). Sonuç itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, kulun; her hâlde Allah'a hamd-u senâ etmesi, O'na niyaz edip günahından afv ve mağfiret dilemesi, darlıkta ve genişlikte, hastalıkta ve sıkıntılı durumlarda O'ndan yardım istemesi, dünya ve ahiret saadeti için Allah'a yalvarması istenmektedir. Yine insanın; sadece kendisi için değil de anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları ve bütün mü'minler ve onların tevhid üzere kulluk edip, taatten ayrılmamaları için dua etmesi de öğütlenmektedir. Yapılan bu yakarışlar karşısında Yüce Allah'ın, kulunun her an yanında olduğu ve ona cevap verdiği, dualarını kabul edip sıkıntılarını giderdiği de Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamberimiz'e (s.a.s.) kadar bütün peygamberlerin her fırsatta Allah'a niyazda bulunup ona iltica ederken yaptıkları yakarışlar, bizler için en güzel dua örneklerini teşkil eder." Duada ellerin durumu nasıl olmalıdır? Duadan sonra elleri yüze sürmenin dayanağı var mıdır?,"Dua sırasında avuçlar yukarıya gelecek şekilde elleri açık tutmak, istek ve niyazın anlamına uygun bir haldir. Ellerin yukarıya, göğe doğru kaldırılması Allah’ın gökte, belli bir mekânda oluşundan değil, göklerin yücelik ve azameti temsil etmesi sebebiyledir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), dua ederken bazen koltuklarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırırdı (Buhârî, De‘avât, 23 [6341]). Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bela ve musibetler sırasında dua ederken avuçları yere bakacak şekilde dua ettiği (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/56 [16613]; Azîmâbâdî, ‘Avnü’l-ma‘bûd, 4/251 [1486]), yine Resûlullah’ın (s.a.s.) ellerini kaldırmadan da dua ettiği rivâyet edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/181 [12890]). Dua sırasında normal olarak omuz hizasına kadar kaldırılan ellerin (Buhârî, De’avât, 23 [6341]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâvi’l-vitr, 23 [1489]) arası normal aralıkta tutulur. “Hz. Peygamber (s.a.s.), dua sırasında ellerini bir araya getirdi.” (bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14 [5017]) şeklindeki rivâyet, “ellerini bir hizada tuttu; biri aşağıda, biri yukarıda değildi.” (Tahtâvî, Hâşiye, 317-318) şeklinde yorumlanmıştır. Bununla birlikte ellerin birleştirilmesi de mümkündür. Önemli olan husus, bu konuda taassup göstermemektir. Namazlardan sonra veya başka zamanlarda dua ederken elleri yüze sürmek, duada el kaldırıldığında sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). El kaldırmadan dua edildiği zaman, ellerin yüze sürülmesi gerekmez." "Her zaman dua edilebilir mi, dua için belirlenmiş özel vakitler var mıdır?","İslâm dinine göre dua için mutlaka uyulması gereken özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, Allah’ı tesbîh edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” (er-Rum, 30/17-18) buyurularak, ibadet ve duanın gün içine yayılmasının önemi vurgulanmıştır. Bununla birlikte Kur’ân ve hadislerden anlaşıldığına göre gece seher vaktinde yapılan dualar daha makbuldür (Tirmizî, Deavât, 80). Âl-i İmrân sûresi 16-17. âyetlerde cennetlikler şöyle müjdelenir: “(Onlar) ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru’ diyenler; sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” Bir başka âyette de şöyle buyrulmuştur: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hadis-i şeriflerde duaların kabul edileceği bazı vakitler belirtilmiştir: Ramazan geceleri, Arafat vakfesi, Berât ve Kadîr geceleri, Cuma günleri, gece vakitleri, ezân okunduğu ve kamet getirildiği vakitler ve farz namazların sonrası bunların bir kısmıdır (Buhârî, Cum`a, 37 [935]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 166 [757]; Cum`a, 13-15 [852]; Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Deʽavât, 79, 122 [3499, 3585]; 85 [3513]; İbn Mâce, Sıyâm, 48 [1752]; İkâmetü’s-salavât, 191, [1388-1390])." Yatarak dua etmekte bir sakınca var mıdır?,"Ayakta, oturarak veya yatarak Allah’ı anmakta, dua edilmesinde bir sakınca yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrulmaktadır. Berâ b. Âzib’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) yatağına uzandığında, sağ tarafı üzerine yatar ve şöyle dua ederdi: اللَّهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَا وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلَّا إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ، وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ. “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana ısmarladım. Yüzümü sana çevirdim. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247] Müslim, Zikir, 56-58 [2710]). Aynı sahabî, Resûlullah'ın (s.a.s.) kendisine; “Yatağına gireceğin zaman namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ yanın üzerine yat ve bu duayı oku ve bu duanın sözleri yatmadan önceki son sözün olsun.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247]; Müslim, Zikir, 56 [2710]) buyurduğunu nakletmiştir." Duaların sonunda söylenen “âmin” sözü ne anlama gelir; bunun dinî dayanağı nedir?,"Âmin, “kabul buyur” demektir. Dualardan sonra “âmin” deme uygulaması sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İmam ‘âmin’ dediği vakit siz de ‘âmin’ deyiniz. Zira kimin ‘âmin’ demesi meleklerin ‘âmin’ demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Ezân, 111-113 [780-782]; Müslim, Salât, 72 [410]) buyurmuştur. Namazda Fâtiha sûresi okunduktan sonra âmin demek de sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 14 [853-855])." "Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?","Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A'râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır." Fiilî dua ne demektir?,"Allah, kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Hem dünyada hem de içinde yaşanılan evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, onun sebeplerini de yerine getirmek zorundadır. Örneğin çocuk sahibi olmak isteyen kişinin evlenmesi, sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin derslerine çalışması fiilî dua sayılır. Kişi, Allah’tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip tamamlar, sonucunu da Allah’tan bekler. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (en-Necm, 53/39) mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir dua manasına geldiğine işaret edilmiştir. Hayvanı hasta olan ve iyileşmesi için sadece dua eden birisine söylenen “Duana biraz da katran ilacı ekle” sözü, fiilî dua için güzel bir örnektir. Bir işin gerçekleşmesi için dua edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise tüm çalışmaları yapıp gerekli tedbirleri aldıktan, yani fiilî duasını tamamladıktan sonra “Bu işi ben tamamladım.” diyerek sözlü dua etmeyenin yapmış olduğu davranış da o derece yanlıştır." Ezan duasının dinî hükmü nedir ve nasıl yapılır?,"Ezândan sonra, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salavat getirmek sünnet; vesile duasını yapmak menduptur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/397-398). Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ezânı işittiğiniz zaman, onun dediğini tekrarlayın. Sonra bana salât getirin. Çünkü gerçekten kim bana bir defa salât getirirse, Allah onu on rahmet ile anar. Sonra da benim için Allah’tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet’te bir makamdır ki, ancak Allah’ın kullarından bir kula layık görülmüştür, umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için Allah’tan vesile isterse, şefaatim ona helal olur.” (Müslim, Salât, 11 [384]). Konu ile ilgili olarak Buhârî’de yer alan rivâyet şöyledir: “Her kim ezânı işittiğinde ardından; اللَّهُم ربّ هذه الدَّعْوَة التَّامة والصَّلاة القَائمة آتِ محمدا الوَسِيلَة والفَضِيلة وابْعَثْه مَقَامًا محمودًا الَّذي وعَدْتَه. Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan bu namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ihsan et. Bir de kendisine va’d ettiğin Makam-ı Mahmûd’u verip oraya ulaştır’ derse, kıyamet gününde benim şefaatim ona helal olur.” (Buhârî, Ezân, 8 [614]). Bazı kaynaklarda, duanın sonuna “sen va’dinden dönmezsin.” ifadesi eklenmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/603-604 [1933]). Ezân bittiğinde onu duyanlar bu hadiste ifade edildiği şekilde dua ederler. Ayrıca “Ezân ile kamet arasında dua reddolunmaz.” (Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Salât, 44 [212]) hadisi gereği, vesile duasının ardından başka dualar da yapılabilir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/118)." Yetmiş bin kelime-i tevhid okumanın dinî dayanağı var mıdır?,"Kelime-i tevhid sözlük anlamı ile “Allah’ı birleme cümlesi” demektir. “Lâ ilahe illallah” sözünden ibarettir ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” anlamına gelir. Bu cümlenin ifade ettiği mana İslâm’ın temel ilkesini oluşturur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kıyamet gününde benim şefaatim sayesinde en mutlu olacak insan, kalbinden içtenlikle, Lâ ilâhe illallah diyendir.” (Buhârî, İlim, 33 [99]; Rikâk, 51 [6570]) buyurmuştur. Zikir, hatırlamak ve hatırlatmak demektir. Kelime-i tevhidi zikir olarak okumak, okuyana ve dinleyenlere Allah’ı hatırlatacağı için sevap kazandıran bir ameldir, zikirlerin en güzelidir. Resûlullah (s.a.s.), “En faziletli zikir ‘Lâ ilahe illallah’; en faziletli dua da ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Tirmizî, Deʽavât, 9 [3383]; İbn Mâce, Edeb, 55 [3800]) buyurmuştur. Bunun yanında günde yüz defa “Lâ ilâhe illallah” diyenin çeşitli şekillerde mükâfatlandırılacağı yönünde hadisler bulunmaktadır (Tirmizî, Deʽavât, 37 [3430]; İbn Mâce, Edeb, 54 [3794]). Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir." 4444 gibi belli sayıda zikir çekme uygulamasının dinî bir dayanağı var mıdır?,"Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması şart değildir (Mü’min, 40/65; Tirmizî, Deʽavât, 66 [3479]). Salât-ı tefrîciyenin ya da herhangi bir duanın 4444 defa veya belli zamanlarda okunması şart olmadığı gibi okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir âyet ve hadis de bulunmamaktadır. Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rek'at namaz kılması (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]), Allah’a hamd edip Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâmda bulunması (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu ebvâbi’l-vitr, 23 [1481]; Tirmizî, Deʽavât, 65 [3476-3477]), duadan önce tövbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir." Mevlid-i Şerif okumanın dinî hükmü nedir?,"Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” anlamına gelen mevlid kelimesi, İslâm kültür ve geleneğinde özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğumunu ve bu vesileyle onun hakkında yazılan medih ve naat türü manzum eserleri ifade eder. Tarihten günümüze İslâm toplumlarında başta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğum yıldönümü olmak üzere, mübarek kabul edilen gün ve gecelerin yanı sıra, doğum, ölüm ve düğün gibi çeşitli vesilelerle mevlid-i şerif okunması adet haline gelmiştir. Böylece hayatın bu önemli safhalarında insanların gönlünde Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.s.) sevgisinin daha canlı hale gelmesi amaçlanmış ve bu vakitlerin bereketli zaman dilimlerine dönüşmesi arzulanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) henüz hayatta iken, başta Kâ’b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’si olmak üzere, ona olan sevgi ve bağlılığı dile getiren şiirler yazılmış, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) de bunu hoşnutlukla karşılayarak sahiplerini hediyelerle taltif etmiştir. Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.s.) karşı olan sevgisi onun vefatından sonra da farklı edebi eserlerde sürekli olarak dile getirilmiş ve bu konuda günümüze ulaşan büyük bir literatür oluşmuştur. Mevlid merasimleri XI. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşadığı bütün bölgelerde kabul görmüş ve günümüze kadar kuvvetli bir gelenek hâlinde devam etmiştir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerîm tilaveti yanında, Süleyman Çelebi’nin Türk edebiyatının da şaheserlerinden kabul edilen Vesîletü’n-Necât adlı eseri öne çıkmıştır. Mevlid-i şerif merasimleri öteden beri genellikle Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ve ""Vesîletu’n-Necât"" adlı eserin Allah Teâlâ’yı anarak başlayıp Peygamber Efendimizin doğumu, miracı, vasıfları, ahlâkı ve vefatını anlatan bölümlerin okunması, salavat getirilmesi ve dualarla sona eren bir uygulama şeklinde devam edegelmiştir. Sonuç olarak Allah Teâlâ’yı anmayı, Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.s.) olan sevgiyi dile getirmeyi, bu sevgiyi kalben ve hissen yaşamayı ifade eden mevlid-i şerif, Müslümanların gönlündeki Allah ve Peygamber sevgisini pekiştirdiği gibi insanların kaynaşmasına, manevî bir ortam oluşmasına ve dinî duyguların canlı tutulmasına vesile olmaktadır. Bir Müslümanın kalben Allah ve Peygamber sevgisini yaşaması, Allah’ı anmanın en güzel yollarından biridir. Bu itibarla, dinî bir zorunluluk olarak görülmediği, anlam ve amacına uygun bir şekilde icra edildiği müddetçe mevlid okunmasının dînî-manevî duygular ve sosyal hayat açısından faydalı olduğu ve bu yönüyle salih ameller içerisinde değerlendirilebileceği söylenebilir." "Tövbenin dindeki yeri nedir, nasıl tövbe edilir?","Sözlükte pişmanlık ve dönmek anlamına gelen tövbe, dinî bir kavram olarak, kulun işlediği kötülük ve günahlara pişman olup, onları terk ederek Allah’a yönelmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’a sığınarak bağışlanmasını dilemesi demektir. Yüce Allah, bağışlanacak müminlerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135). Günahlardan dolayı tövbe etmek farzdır. Tövbe, kulluğun Hz. Âdem’le başlayan bir göstergesidir. Günahkâr kimse vakit geçirmeden tövbeye yönelmelidir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra hemen tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 4/17-18). Hz. Peygamber (s.a.s.) de; “Günahlarından samimi olarak tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30 [4250]) buyurmuştur. İslâm âlimleri bu ve benzeri âyetler ve hadislerden hareketle tövbenin geçerli olması için gerekli şartları belirlemişlerdir. Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için; işlenen günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda, hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Kul hakkından kurtulmak, ihlal edilen hakkı, sahibine veya varislerine iade etmekle ya da affını istemekle olur." Tövbe ederken hangi dualar okunmalıdır?,"Tövbe edecek kimsenin iki rek'at namaz kılması, akabinde Allah’a hamd, Resûlüne (s.a.s.) salât ve selâm getirdikten sonra tövbe ve istiğfar etmesi ve salavat ve hamd ile bitirmesi tövbenin adabındandır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bağışlanması için yaptığı pek çok duadan ikisi şudur: اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الغَفُورُ الرَّحِيمُ. “Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149 [834]; Müslim, Zikir, 48 [2705]). رَبِّ اغْفِرْ لِي خَطِيئَتِي وَجَهْلِي وَإِسْرَافِي فِي أَمْرِي كُلِّهِ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي خَطَايَايَ وَعَمْدِي وَجَهْلِي وَهَزْلِي وَكُلُّ ذَلِكَ عِنْدِي. اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ المُقَدِّمُ وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. “Ey Rabbim! Günahlarımı, bilmeden ve haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla! Allah’ım! Bilerek, bilmeyerek ve umursamadan yaptığım yanlışları! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim. Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin ve Senin gücün her şeye yeter.” (Buhârî, Deʽavât, 60 [6398]; Müslim, Zikir, 70 [2719])." İstiğfar duası nedir?,"İstiğfar, işlenen günahlardan ve hatalardan dolayı Allah’tan af ve mağfiret niyaz etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri kötülüklerden pişman olup tövbe-istiğfarda bulunanlar övülmektedir (Âl-i İmrân, 3/135). Kaynaklarda içeriği bakımından “istiğfar” anlamı taşıyan pek çok dua vardır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Seyyidü’l-istiğfâr” (İstiğfârın en güzeli) diye nitelediği dua şöyledir: اَللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ، خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ، وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ، وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي، فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ. “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla senin ahdin ve va’din üzere bulunuyorum. Yaptığım fenalıkların şerrinden sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim; günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü senden başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz.” (Buhârî, Deʽavât, 2, 16 [6306, 6323]). Aslında kişinin Rabbine yönelerek içinden geldiği gibi dile getirdiği her türlü bağışlanma duası zaten bir istiğfardır." Mübârek gün ve geceler ile kandillerin İslam’daki yeri nedir?,"Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına bakıldığında bazı gün ve gecelere özel önem verildiği görülür. (bk. Âl-i İmran, 3/16-17; İsrâ, 17/78) Örneğin Cuma gününün Müslümanlar için özel bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, Cum’a, 18 [854]) buyurmuştur. Bu itibarla o gün Müslümanların bir araya gelip cuma namazı kılmaları emredilmiş (el-Cum’a, 62/9) namaz öncesinde boy abdesti almaları ve güzel elbiseler giyinip güzel kokular sürünmeleri tavsiye edilerek (Buhârî, Cum’a, 2 [877], 3 [880], 6 [883], 7 [886]) bugün onlar için hidayet vesilesi ve adeta bayram kabul edilmiş, (Buhârî, Cum’a, 37 [935], Müslim, Cum’a, 19 [885]) gün içerisinde duaların mutlaka kabul edileceği bir anın bulunduğu haber verilmiştir. (Buhârî, Cum’a, 37 [935]) İçinde “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan ayı da Müslümanlar için mübârek zaman dilimlerindendir. Rahmet kapılarının açıldığı, cehennem kapılarının kapanıp şeytanların zincire vurulduğu (Müslim, Sıyâm, 1 [1079]) ve Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı bu ayın gündüzlerinde müminlere oruç tutmak emredilmiş, (el-Bakara, 2/185) gecelerini de ibadetler ile ihyâ etmeleri tavsiye edilmiştir. (İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1326-1328]) Ramazan gecelerini ihyâ etmeye önem veren Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, Allah Teâlâ, gündüzlerinde oruç tutmayı üzerinize farz kıldığı benim de gecelerini ibadetle ihyâ etmeyi sünnet kıldığım bir aydır. Artık kim inanarak ve sırf Allah rızasını dileyerek orucunu tutar ve gecelerini ihyâ ederse, anasından doğmuş gibi günahlarından temizlenmiş olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/191 [1660]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1328]; Nesâî, Sıyâm, 40 [2210]) Nitekim Allah Resûlü, yılın diğer gecelerinden farklı olarak Ramazan gecelerinde birkaç gün cemaatle nafile (terâvîh) namazı kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz olarak anlaşılır endişesiyle bu namazı cemaatle kılmaya devam etmeyeceğini ashâbına ifade etmiştir. (Buhârî, İ‘tisâm, 3 [7290]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1327]) Hz. Peygamber’in vefatıyla bu endişe ortadan kalkınca, Hz. Ömer (r.a.) döneminden itibaren teravih namazı cemaatle düzenli bir şekilde kılınmaya tekrar başlanmış, (Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadan, 3-5; Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]) böylece Müslümanlar tarafından Ramazan geceleri sünnete uygun bir şekilde ihyâ edilegelmiştir. Yine Müslümanlar Peygamberimizin (s.a.s.) sahur yapmaları yönündeki teşvik ve tavsiyeleri (Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) gereğince sahura kalkmaya önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) cömertliği Ramazan ayında daha da artardı. Peygamberimiz bu ayda çokça Kur’an okur ve Cebrail (a.s.) ile Kur’an-ı Kerim’i mukabele ederdi. (Buhârî, Savm, 7 [1902]) O’nun (s.a.s.) sünnetinden hareketle Müslümanlar asırlardır Ramazan ayında hatimler okumuş, camilerde itikâfa girmiş, infak ve tasadduklarını çoğaltarak sosyal dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Zilhicce ayının ilk dokuz günü de önemli günlerdendir. Bu günlerde oruç tutmak -Arafat’ta vakfe yapmakta olan hacılar dışında- sünnettir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha değerli bir amel yoktur.” buyurarak Zilhiccenin ilk dokuz gününü oruçlu geçirmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437-2438]) Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan arefe gününün de ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Ramazan ve Kurban bayramı günleri ve geceleri de mübarek zaman dilimlerindendir. Hadis-i şerifte bu günlerin Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara bayram kılındığı bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 244 [1134]) Bu gecelerde ihlasla yapılan duaların reddedilmeyeceği rivayet edilmiştir. (Abdurrezzâk, Musannef, 4/317 [7927]) Allah Resûlü (s.a.s.), bayramlarda Müslümanların bir araya gelmesine çok önem vermiş ve herkesi bayram namazları kılınan namazgâha davet etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 7 [957]; 15 [974]; Ebû Dâvûd, Salât, 246 [1136]) Yine Peygamberimiz (s.a.s.) Kurban bayramında kendi eliyle kurban kesmiş, gücü yeten mü’minlerin de kurban kesmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 4 [2792], 5 [2800]) Böylece Kurban bayramı günlerinde kurban ibadetini yerine getiren müminler, kurbanlarını paylaşarak bütün toplumun bayram sevincini yaşamalarını da sağlamış olurlar. (Buhârî, Îdeyn, 3 [951]|, 5 [954]) Mü’minler için bayram olması nedeniyle bu günleri oruçlu geçirmek yasak olduğundan (Buhârî, Îdeyn, 66 [1990]) asr-ı saadetten beri bu günlerde ikramlarda bulunulmuş, kutlamalar yapılmış, oyunlar oynanmış ve bu günler sevinç içinde geçirilmiştir. Peygamberimiz böyle günlerde insanların maddî ve manevî dayanışma içerisinde olmasını tavsiye etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 2 [949, 950], 3[952], 7 [961], 8 [964]; 9, 24 [986]) Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.) pazartesi ve perşembe günleri, kamerî ayların 13. 14. ve 15. günleri, Şevvâl ayından altı gün ve Muharrem ayında oruç tutmuş ve oruçlu geçirilmesini de tavsiye etmiştir. (bk. Müslim, Sıyâm, 194-198, 203, 204; Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437), 68 [2449], 69 [2451]) Bunların dışında halk arasında kandil olarak isimlendirilen bazı geceler daha vardır ki bunlardan bir kısmının önemine ayet ve hadislerde işaret edilmiş, diğerleri de ibadet etme, şükretme ve bir anma vesilesi olarak toplum tarafından kabul görmüştür. Bu gecelere “kandil” denilmesi, Osmanlı döneminde bu gecelerde camilerin kandille aydınlatılması sebebiyledir. Kandil geceleri şunlardır: Kadir gecesi, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı gecedir. Bu gece, Kadir sûresinde “bin aydan daha hayırlı” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kadir gecesinde, inanarak ve mükâfatını ancak Allah'tan bekleyerek namaz kılanların geçmiş günahlarının affedileceğini müjdelemiştir. (Buhârî, Savm, 6 [1901]) Bununla birlikte Kadir gecesinin Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayının son on gecesinin ihyâ edilmesine özel önem vermiş ve Kadir gecesinin de bu gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2018]) Kadir gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan ayının tamamında, son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivayetler de vardır. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]) Hz. Peygamber’in konuyla ilgili söz ve fiillerinden Müslümanları, Ramazan’ın tamamını, özellikle de son on gecesini Kadir gecesiymiş gibi ihyâ etmeye teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Mevlid kandili, Peygamberimizin (s.a.s.) doğum yıl dönümü olan Rebîulevvel ayının on ikinci gecesidir. Kur’an ve Sünnet’te bu gecede yapılması özel olarak emir ya da tavsiye edilen bir ibadet şekli yoktur. Bununla birlikte Müslümanlar, Allah Resûlü’ne olan muhabbetleri nedeniyle mevlid kandilinin gece ve gündüzünü nafile ibadetlerle ihyâ ederler. Mevlid kandili kutlamaları Müslümanların asırlardır uyguladığı bir gelenektir. Allah Resûlü’nün dünyayı teşrif ettiği günün yıl dönümlerinde Müslümanlar, öteden beri düzenleyegeldikleri çeşitli programlarla, Hz. Peygamber’in hayatını, mesajını ve güzel ahlakını dünyaya tanıtmak için gayret göstermekte ve ilmi-kültürel programlar düzenlemektedirler. Mevlid programlarında Kur’an-ı Kerim tilaveti, ilâhiler ve naatlar okunması ve dualar edilmesi Müslümanların gönlünde Allah ve Peygamber sevgisini canlı tutmaktadır. Regaib kandili, üç ayların başladığını vurgulamak ve toplumda farkındalık oluşturmak için ihyâ edilen Receb ayının ilk cuma gecesi kutlanır. Kur’an-ı Kerim’de, saygı gösterilmesi istenen ve savaşmanın yasaklandığı aylardan biri de Receb ayıdır. (bk. el-Bakara, 2/217; el-Mâide, 5/2; et-Tevbe 9/5, 36) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) belirli bir gün belirtmeden bu ayda oruç tuttuğuna dair rivayetler bulunmaktadır. (bk. Ebû Dâvûd, Savm, 55 [2430]) Ancak Receb ayının her günü oruç tuttuğuna ve Regaib gecesine mahsus namazın olduğuna dair kaynaklarımızda sahih bir rivâyet bulunmamaktadır. (İbnü’l-Cevzî, el-Mevzû‘ât, 2/434-438, 576-580) Bununla birlikte Şaban ve Ramazan ayından önce gelen Receb ayı, gerek manevî bir iklimin yaklaşması gerekse içerisinde Miraç gecesini de barındırması sebebiyle Müslümanlar için bir şükür ve sevinç kaynağıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in, Receb ayı girdiğinde “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua ettiği bilinmektedir. (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsât, 4/189 [3939]; Beyhâkî, Şuabü’l-îmân, 5/348-349 [3534]) Miraç kandili, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde yâd edilmektedir. Bu gecede Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş (el-İsrâ, 17/1) ve oradan da miraca yükseltilmiştir. Beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. (Buhârî, Salât, 1 [349]) Ayrıca Allah’a şirk koşulmadığı sürece ümmetin günahlarının bağışlanacağı müjdesi de miraçta verilmiştir. (Müslim, Îmân, 279) Bu geceye özel bir ibadet olmasa da Müslümanlar miraç kandilinin gecesini ve gündüzünü asırlardır nafile ibadetlerle ve anma programlarıyla ihyâ etmektedirler. Mü’minlerin mi’racı olan beş vakit namazın bu gece onlara hediye edilmesinin sevincini yaşamak, Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar için mübarek ve mukaddes olduğu şuurunu devam ettirmek ve gelecek nesillere bilinç kazandırmak için İsrâ ve Mi’rac hadisesi yâd edilmektedir. Berat kandili, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Bu gecede ibadetle meşgul olunması, gündüzünde oruç tutulmasına dair rivayetler bulunmakta ve Allah Teâlâ’nın kullarının günahlarını bağışladığı haber verilmektedir. (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 191 [1388]; Tirmizî, Savm, 39 [739]) “Berat” ismi de günahların affedilmesi anlamına gelir. Kandil gecelerinde gerçekleşen önemli hadiseler sebebiyle Müslümanlar, Allah’a şükürlerini ifade etmek ve bu önemli hadiseler hakkında farkındalık oluşturmak için bu geceleri ihyâ etmektedirler. Bu geceler, Müslümanların tövbe istiğfar edip dua etmeleri, kaza veya nafile namaz kılıp oruç tutmaları, Kur’an okuyup dinlemeleri, sadaka vermeleri, sıla-i rahim yapmaları gibi salih amellere ve maddî-manevî dayanışma içerisine girmelerine birer vesiledir. Bu tür zamanlarda oluşan manevî atmosfer, inananların maneviyatını güçlendirdiği gibi pek çok insanın günahtan el çekmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda kandil geceleri insanların camiyle buluşmaları ve dinin emir ve yasaklarını öğrenmeleri açısından da değerlidir. Ayrıca bu geceler, birlik ve beraberliğimize katkı sağladığı gibi toplumsal bir bilinç ve şuur oluşmasına da vesile olmaktadır. Öte yandan ibadetleri sadece bu gecelerde yoğunlaştırmak ve diğer zamanlarda bütünüyle terk etmek de yanlış bir davranıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) “Gücünüz nispetinde (nafile) amel ediniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az olsa da devamlı olanıdır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 315 [1368]) Dolayısıyla önemli olan, düzenli ve devamlı ibadet etmektir. Ayrıca sahih kaynaklarda bu gecelere mahsus bir ibadet şekli bildirilmemiştir. Ancak kandil gecelerinde kılınan namazların veya yapılan diğer sâlih amellerin -bu gecelere mahsus olduklarını iddia etmedikçe- bidat oldukları söylenmez. Çünkü bidat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra dinî bir delile dayanmadığı halde dinin emri olduğu inancıyla yerine getirilen uygulamalar için kullanılan bir tabirdir. (bk. Yaran, DİA, “Bid‘at”, 6/129-131) Kandil gecelerinde düzenlenen programlar öteden beri Müslümanlar arasında dini-kültürel bir nitelik kazanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe döneminde bayramlar ve farklı münasebetlerle kutlamalar yapıldığı bilinmektedir. Bütün toplumlar da millî ve manevî değerlerini canlı tutabilmek ve sonraki nesillere aktarabilmek için çeşitli zaman dilimlerini önemsemekte ve değerlendirmektedirler. Bununla birlikte mübarek gün ve geceler vesilesiyle yapılan faaliyetler, gayrimeşru eğlence kültürüne malzeme edilmemeli ve manevi anlamlarına halel getirecek davranışlardan uzak durulmalıdır." Reenkarnasyon inancının İslâm’da yeri var mıdır?,"Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre ruh, ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve bâtınî grupların içerisine sirâyet etmiştir. Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (el-Mü’minûn, 23/99-100; Ayrıca bkz. el-En‘âm, 7/27-28). Sonuç olarak; İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır." "Bebeğin göbek bağının cami, okul bahçesi gibi yerlere gömülmesi doğru mudur?","Göbek bağının cami, okul gibi mekanlara gömülmesine dair inanışın dini bir dayanağı bulunmamaktadır. Ancak insanın bir parçası olduğu için saygı gereği göbek bağının uygun bir yere gömülmesi tavsiye edilir." Bebeğin doğumunun kırkıncı gününde dinen yapılması gereken işlemler var mıdır?,"Bebeğin doğumunun kırkıncı gününe dair dinen yapılması gereken herhangi bir işlem bulunmamaktadır. Kırk gün boyunca bebeğin ve annenin evden dışarı çıkmaması, bebeğin kırkının çıkarılması gibi uygulama ve inanışların dini bir dayanağı yoktur." Sihir veya büyü yapmanın ve yaptırmanın dini hükmü nedir?,"Sihir kavramı iki anlamda kullanılmaktadır: Birincisi; cinler veya tabiatüstü olduğuna inanılan güçlerle yakınlık kurduğunu iddia ederek ve/veya gizli güçler atfedilen kemikler, cisimler, şekiller ve isimler gibi bazı nesneleri kullanarak iksir, tılsım, efsun vb. şeyler yapmak suretiyle ortaya koyulan işlerdir. İkincisi ise; el çabukluğu, göz boyama, renk ve duyu yanıltması, yaldızlı sözler söyleme, çeşitli ilaç, kimyasallar, teknik aletler kullanma gibi yollarla insanlarda farklı bir algı oluşturmayı amaçlayan işlemlerdir. İslâm geleneğinde bu tür uygulamalar da sihir kavramıyla ifade edilmektedir. Türkçede, sihir ve büyü kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kadîm toplumlarda yaygın olmakla beraber tarihin her döneminde insanların ilgisini çeken ve varlığını devam ettiren sihrin, yukarıda ifade edilen unsurları kullanarak birine iyilik ya da kötülük etmek veya onu zararlardan korumak, maddî-manevî bir menfaat sağlamak gibi amaçlarla yapıldığı görülmektedir. İslâm dini, sihirle uğraşmayı büyük günahlar arasında sayarak yasaklamıştır (Buhârî, Tıb, 48 [ 5764]). Kur’ân-ı Kerîm, sihirle uğraşanların âhirette nasibi bulunmadığını ve onların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini ifade etmiştir (el-Bakara, 2/102; el-Felak, 113/4). Zira şeytan, cinler, ruhlar ve yıldızlar gibi varlık veya nesnelere Allah’ın kudreti üstünde bir güç nispet eden, onlarda olağanüstü bilgi ve güç iddiası varsayan bütün sihir türleri, İslâm’ın tevhid ve tevekkül inancına aykırı olup kişiyi şirke kadar götürebilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, o günkü uygulamalardan biri olan düğüm yapıp sonra ona üflemek suretiyle sihir yapanların şirk koşmuş olduklarını ve nazar gibi etkilerden korunmak amacıyla bazı nesnelere sığınanların, Allah’ın yardımından mahrum kaldıklarını beyan etmektedir (Nesâî, Muhârebe, 19 [4084]). Zira Müslümanın, kendisini her an koruyan, gözeten, dualarına icabet eden ilahî kudreti bırakıp Allah’ın verdiğinden başka bir gücü olmayan âciz varlıklara sığınması, İslâm’ın ilkelerine aykırı bir davranıştır. Bunların dışındaki göz bağcılığı, el çabukluğu, telkin gibi çeşitli beceri, teknik ve yöntemlerin kullanılması suretiyle insanları yanıltmaya, aldatmaya, zarara uğratmaya ve maddî-manevî yönden istismar etmeye yönelik davranışlar ise günahtır. Bununla birlikte el çabukluğu ya da göz boyama gibi usulleri kullanarak sadece insanları eğlendirmek maksadıyla yapılan gösteriler dinen sakıncalı bir unsur barındırmadığı sürece bu kapsamda değerlendirilmez. Sonuç olarak müminlerin sihir veya büyü kapsamında değerlendirilecek her türlü davranıştan özenle kaçınması ve bu tür işlerle meşgul olanlara asla itibar etmemesi, sihirbazların, cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmemesi gerekir. Sihre maruz kaldığını düşünen kişiler, çare olarak alacakları tıbbî destek yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğrettiği dualarla Allah’a (c.c.) sığınmalıdır." Büyü ve sihirden korunmak için ne yapılmalıdır?,"İslâm dini, büyük günahlar arasında saydığı sihri şiddetle yasaklamış, Kur’ân-ı Kerîm’de sihir yapanların âhiretten nasibi olmadığı ve bunu yapanların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiği vurgulanmıştır (el-Bakara, 2/102; el-Felâk, 113/4). Hz. Peygamber (s.a.s.) de sihir yapmayı yedi büyük günah arasında saymıştır (Buhârî, Vesâyâ, 23 [2766]; Hudûd, 44 [6857]; Müslim, Îmân, 145 [89]). Câhiliye devrinde sihir/büyü çok yaygındı. Cincilik, kâhinlik, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına başvurmak, iplere düğüm atıp üflemek gibi işlemler yapılırdı. Müşrikler bu durumun da etkisiyle işi, Kur’ân’ın bir sihir eseri olduğunu ileri sürmeye kadar vardırmışlardı (Sâd, 38/4; ez-Zârîyât, 51/52). Sihre ve büyüye karşı en etkili çözüm, Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Hz. Peygamber (s.a.s.), her şeyin şerrinden Allah’a sığınarak sürekli Felâk ve Nâs sûreleri ile Âyete’l-kürsî’yi okumuştur (Buhârî, Vekâlet, 10 [2311]; Fezâilü’l-Kur’ân, 10, 14 [5010, 5016-5017]). Ayrıca o, torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) nazar, büyü ve benzeri olumsuzluklardan korumak için şu duayı okumuştur: أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]). Bunun yanında sihre maruz kaldığını düşünen bir kimsenin, şifayı Allah’tan umarak güvendiği insanlara müracaatla kendisine Kur’ân okutması ve dua ettirmesinde bir sakınca yoktur. Din İşleri Yüksek Kurulu 28 Eylül 1979 tarih ve 1883 sayılı kararında Cenâb-ı Hak’tan şifa umarak hastalara Kur’ân-ı Kerîm ve şifa ile ilgili dualar okumanın caiz, halkı kandırmak ve gaipten haber vermek amacıyla üfürükçülük yapmanın ise dinen yasak olduğunu belirtmiştir." Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?,"Nazarın mahiyeti ve keyfiyeti kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri dinen de kabul edilmektedir. Bir hadis-i şerifte, “(Nazardan) Allah’a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır.” (İbn Mâce, Tıb, 32 [3508]) buyrulmaktadır. Resûlullah’ın (s.a.s.) nazar değmesine karşı Âyete’l-Kürsî ile İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk, Nâs) sûrelerini okuduğu; ashabına da bunları okumalarını tavsiye ettiği; göz değmesinden kurtulmak için ayrıca doğrudan Allah Teâlâ’ya (c.c.) yakardığı rivâyet edilmektedir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Nazar konusunda Hz. Peygamber’in tavsiyelerini uyguladıktan sonra sonucu Yüce Allah’tan beklemek İslâm inancının gereğidir. Dinimizde nihai etkiyi Allah’tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklanmıştır. Bu sebeple nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir. Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Resûlullah (s.a.s.), “Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamama erdirmesin.” (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/154 [17440]) buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin Allah’a ortak koşmuş olacağı ifade edilmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/156 [17458]). Nazardan korunmak için böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber’in öğrettiği duaları yapmak gerekir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Bu çerçevede Felak ve Nâs sûreleri yanında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371])." Vefk nedir? Yapılması ya da yaptırılması caiz midir?,"Türkçe’de uyum anlamına gelen vefk, bir dörtgen şekil içindeki bölümlere birtakım sayı ve harfler yazılarak meydana getirilen şekil olup, bunu yapanlar, vefk aracılığıyla Allah’ın kendilerini koruyacak bir cin görevlendireceğini iddia ederler. İslam dini, tevhid inancına zarar verdiği için falı, tılsımı ve büyüyü kesin olarak yasaklamıştır (el-Fetâvâ’l- Hindiyye, V, 459). Cinlerden ve şeytanlardan yardım isteme anlamına gelen ve manası anlaşılmayan sihir ve tılsımlar insanı şirke kadar götürebilecek işlerdir (Nevevî, el-Mecmu’, IX, 66). Zira bu gibi işlerde hep aldatma, kötülük ve zarar söz konusudur (Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 61)." Muska kullanmak caiz midir?,"Muska; hastalık, göz değmesi, afetten korunmak veya kurtulmak gibi amaçlarla insanların yanlarında taşıdıkları, içinde bazı âyet, hadis ve duaların yazılı bulunduğu metindir. Çoğunlukla koruyucu bir malzemeye sarılı olarak kullanılır. Korku ve nazardan korunmak, bazı hastalıklardan şifa bulmak için dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okumak, caizdir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]; İbn Mâce, Tıb, 35-36 [3517-3525]). Âyet ve dua gibi metinlerin bir şeye yazılıp insanların bedenlerine asılması veya iliştirilmesi konusunda Hz. Peygamber’den bir rivâyet yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Sizden biriniz uykuda korkarsa ‘Allah’ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden, eksikliği olmayan Allah’ın sözlerine sığınırım.’ desin. O takdirde, hiçbir şey ona zarar vermez.” buyurduğunu bildirmiş ve kendisi de bu duayı temyiz çağına gelen çocuklarına öğretip, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp boyunlarına asmıştır (Ebû Dâvûd, Tıb, 19 [3893]; Tirmizî, De‘avât, 94 [3528]). Bazı âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerin yazılıp muska yapılarak takılmasında bir sakınca görmemektedir (Şâfiî, el-Ümm, 7/241; Zeylaî, Tebyîn, 1/58). Bununla birlikte muskadan medet umma, onu koruyucu olarak algılama, Allah’tan (c.c.) beklenilecek şeyleri muskadan bekleme gibi olumsuzluklara sebep olacaksa muska kullanılması caiz değildir. Bu bağlamda insanların duygularını istismar edenlere karşı da uyanık olunmalıdır." Yoga yapmanın hükmü nedir?,"Yoga, Hinduizm ve Budizm’de kişiye birtakım ilâhî bilgiler ve yetenekler kazandırarak onun arınmasına ve hakikate ulaşmasına aracı olması amacıyla uygulanan bir yöntemdir. Son yıllarda ülkemizde bedensel egzersiz ve psikolojik terapi faaliyetleri görünümünde yaygınlaşan yoga merkezlerinin önemli bir kısmı kendilerini bu dinlerden ayrıştırarak bağımsız yoga uygulayıcısı oldukları söylemiyle faaliyet göstermektedirler. Ancak yoganın dinî bir yönünün bulunmadığı ve zihinsel arınmayı amaçlayan alıştırmalar olduğu söylemi tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Hint dinlerinde yoga, dinî bir uygulama olarak varlığını sürdürmektedir (Tümer, “Brahmanizm”, DİA, 6/331). Buna göre bir Müslüman’ın, başka bir dinin inanç ve ibadetlerine dayandığını bilerek yoga yapması caiz değildir. Zira bir Müslümanın İslâm’ın inanç esaslarını ve temel prensiplerini göz ardı etmesi, başka dinlere ve inançlara ait ibadet şekillerinden medet umması ve bunları benimsemesi düşünülemez." “Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?,"İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, “en güzel isimler” anlamında Yüce Allah’ın isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8); “...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (el-Haşr, 59/24) meâlindeki âyetlerde ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemâl ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal nitelemelerdir. Allah Teâlâ’nın (c.c.) Kur’ân’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’ân’da, “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin...” (el-A‘râf, 7/180) buyrularak esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması istenmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delalet eder: “De ki: İster Allah deyin ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na aittir.” (el-İsrâ, 17/110)." Allah’ın 99 ismi hakkında bilgi verir misiniz?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, Yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, De‘avât, 68, [6410]; Müslim, Zikir, 5-6 [2677]). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı olmayıp bunların dışında başka isimleri de vardır. Söz konusu hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamında değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce’nin rivâyet ettikleri hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, De‘avât, 83 [3507]; İbn Mâce, Duâ, 10 [3861]). Bu isimler şunlardır: Allah (اللَّهُ) : Tek yaratıcının özel ismi, varlığı zorunlu olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan hakiki ma‘bûd. er-Rahmân (الرَّحْمنُ) : Sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan. er-Rahîm (الرَّحِيمُ) : Rahmetiyle hey şeyi kuşatan. el-Melik (الْمَلِكُ) : Bütün varlıkların sahibi/hükümdârı. el-Kuddûs (الْقُدُّوسُ) : Eksiklik ve kusurlardan münezzeh/uzak olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan. es-Selâm (السَّلاَمُ) : Esenlik ve selamet veren, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh olan. el-Mü’min (الْمُؤْمِنُ) : Bütün mahlûkâta emniyet/güven veren ve kendisine güvenilen. el-Müheymin (الْمُهَيْمِنُ) : Kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, her şeyi hükmü altına alan. el-Azîz (الْعَزِيزُ) : Ulu, galip, her şeye üstün gelen izzet sahibi. el-Cebbâr (الْجَبَّارُ) : Dilediğini yaptırma gücüne sahip olan, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten. el-Mütekebbir (الْمُتَكَبِّرُ) : Büyüklüğünü izhar eden, son derece ulu, yüce. el-Hâlik (الْخَالِقُ) : Her şeyin yaratıcısı, hikmeti gereği her şeyi ölçülü yaratan. el-Bâri’ (الْبَارِئُ) : Yoktan yaratan, maddesi ve örneği olmadan îcat eden. el-Musavvir (الْمُصَوِّرُ) : Varlığa şekil ve sûret veren. el-Gaffâr (الْغَفَّارُ) : Kusur ve günahları örten, çokça bağışlayan. el-Kahhâr (الْقَهَّارُ) : Yenilmeyen, dilediğini yerine getiren, kendisine her şeyin boyun eğdiği yegâne kudret ve tasarruf sahibi. el-Vehhâb (الْوَهَّابُ) : Karşılıksız olarak çokça nimet veren ve ihsanda bulunan. er-Rezzâk (الرَّزَّاقُ) : Maddî ve manevî bol rızık veren, her türlü rızık imkânlarını yaratan. el-Fettâh (الْفَتَّاحُ) : Hayır kapılarını açan, hükmüyle adaleti sağlayan. el-Alîm (الْعَلِيمُ) : İlmi her şeyi kuşatan. el-Kâbız (الْقَابِضُ) : Her şeyi teslim alan, hikmeti gereği rızkı ve her türlü nimeti ölçülü veren, eceli gelenlerin ruhlarını teslim alan. el-Bâsıt (الْبَاسِطُ) : Rızkı ve her türlü rızık imkânını genişleten, ömürleri uzatan. el-Hâfıd (الْخَافِضُ) : Kâfirleri ve zalimleri alçaltan. er-Râfi` (الرَّافِعُ) : Müminleri yükselten, izzetli ve şerefli kılan. el-Muizz (الْمُعِزُّ) : Yücelten, güçlü ve aziz kılan. el-Müzill (الْمُذِلُّ) : Boyun eğdiren, değersiz kılan. es-Semî` (السَّمِيعُ) : Her şeyi işiten. el-Basîr (الْبَصِيرُ) : Her şeyi gören. el-Hakem (الْحَكَمُ) : Nihâî hükmü veren. el-Adl (الْعَدْلُ) : Adaletli, her şeyi yerli yerinde yapan. el-Latîf (اللَّطِيفُ) : En gizli ve ince hususları dahi bilen, lütufta bulunan, zâtı duyularla algılanamayan, fiillerini rıfk ile gerçekleştiren. el-Habîr (الْخَبِيرُ) : Gizli ve açık her şeyden haberdar olan, dilediğini haber veren. el-Halîm (الْحَلِيمُ) : Sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen, kudreti olduğu hâlde hemen cezalandırmayan. el-Azîm (الْعَظِيمُ) : Zat ve sıfatları bakımından pek yüce olan, azametli olan. el-Gafûr (الْغَفُورُ) : Çok affedici ve bağışlayıcı olan. eş-Şekûr (الشَّكُورُ) : Yapılan iyi amellerin karşılığını bolca veren. el-Aliyy (الْعَلِيُّ) : Yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan. el-Kebîr (الْكَبِيرُ) : Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar büyük ve ulu olan. el-Hafîz (الْحَفِيظُ) : Her şey gözetiminde olan, koruyan ve kainatı dengede tutan. el-Mukît (الْمُقِيتُ) : Mahlukatın gıdasını yaratıp veren, güç yetiren ve koruyup gözeten. el-Hasîb (الْحَسِيبُ) : Hesaba çeken, her şeyin neticesini bilen. el-Celîl (الْجَلِيلُ) : Hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibi, kıymeti ve mertebesi en yüce olan. el-Kerîm (الْكَرِيمُ) : Çok cömert, nimet ve ihsanı bol olan. er-Rakîb (الرَّقِيبُ) : Gözeten, koruyan ve bütün işler murakabesi/kontrolü altında olan. el-Mücîb (الْمُجِيبُ) : Dua ve dilekleri kabul eden. el-Vâsi` (الْوَاسِعُ) : İlmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan. el-Hakîm (الْحَكِيمُ) : Her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan. el-Vedûd (الْوَدُودُ) : Müminleri seven ve onlar tarafından da sevilen. el-Mecîd (الْمَجِيدُ) : Her türlü eksiklikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol olan. el-Bâis (الْبَاعِثُ) : Ölüleri dirilten, peygamberler gönderen. eş-Şehîd (الشَّهِيدُ) : Her şeye muttali olan, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan. el-Hakk (الْحَقُّ) : Bizzat ve sürekli olarak var olan, varlığı kendinden olan, ulûhiyet ve rubûbiyeti gerçek olan. el-Vekîl (الْوَكِيلُ) : Bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan. el-Kavî (الْقَوِيُّ) : Gücü ve kuvveti her şeye yeten. el-Metîn (الْمَتِينُ) : Acizliği, zafiyeti ve güçsüzlüğü olmayan, güçlü olan. el-Velî (الْوَلِيُّ) : Müminlere dost ve yardımcı olan. el-Hamîd (الْحَمِيدُ) : Çok övülen, bütün övgülere ve övgülerin en yücesine layık olan. el-Muhsî (الْمُحْصِي) : Gizli ve âşikâr her şeyin ölçü ve sayısını bütün ayrıntılarıyla bilen. el-Mübdi’ (الْمُبْدِئُ) : Her şeyi yoktan var eden. el-Muîd (الْمُعِيدُ) : Varlıkları ölümlerinden sonra tekrar yaratan. el-Muhyî (الْمُحْيِي) : Hayat veren, yaşatan ve dirilten. el-Mümît (الْمُمِيتُ) : Öldüren, canları kabzeden. el-Hayy (الْحَيُّ) : Ezelî ve ebedî olarak diri ve ölümsüz olan. el-Kayyûm (الْقَيُّومُ) : Varlığı kendinden olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden. el-Vâcid (الْوَاجِدُ) : Her şeyi bilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, emrini ve isteğini daima gerçekleştiren. el-Mâcid (الْمَاجِدُ) : Şânı yüce ve sonsuz kerem sahibi olan. el-Vâhid (الْوَاحِدُ) : Bir, tek, yegâne varlık; zâtında, ilah ve rab oluşunda ortağı olmayan. es-Samed (الصَّمَدُ) : Herkesin kendisine muhtaç olduğu, kendisi ise kimseye muhtaç olmayan, ezelî ve ebedî olan. el-Kâdir (الْقَادِرُ) : Her şeye gücü yeten. el-Muktedir (الْمُقْتَدِرُ) : Güç ve kuvvetinde hiçbir sınır olmayan. el-Mukaddim (الْمُقَدِّمُ) : Hikmeti gereği istediğini öne alan, ileri geçiren. el-Muahhir (الْمُؤَخِّرُ) : Hikmeti gereği dilediğini geriye bırakan. el-Evvel (الأَوَّلُ) : Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî olan. el-Âhir (الآخِرُ) : Varlığının sonu olmayan, ebedî olan. ez-Zâhir (الظَّاهِرُ) : Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından varlığı açık olan. el-Bâtın (الْبَاطِنُ) : Zâtı itibarıyla gizli olan, bütün gizlilikleri bilen. el-Vâlî (الْوَالِي) : Kainatı yöneten, onlar için gerekli olan her şeyi üstlenen. el-Müteâlî (الْمُتَعَالِي) : Noksanlıklardan berî, aşkın ve yüce olan. el-Berr (الْبَرُّ) : Çokça iyilik eden. et-Tevvâb (التَّوَّابُ) : Kullarını tövbelerini kabul eden. el-Müntakım (الْمُنْتَقِمُ) : Suçluları yaptıklarına karşılık cezalandıran. el-Afüvv (الْعَفُوُّ) : Çokça affeden. er-Raûf (الرَّؤُوفُ) : Merhameti ve şefkati çok olan. Mâlikü’l-mülk (مَالِكُ الْمُلْكِ) : Mülkün gerçek sahibi, tüm mevcûdâtı idare eden. Zü’l-celâli ve’l-ikrâm (ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ) : Sonsuz yücelik ve ikram sahibi olan. el-Muksit (الْمُقْسِطُ) : Adaleti gerçekleştiren, hakkaniyetle hükmeden. el-Câmi‘ (الْجَامِعُ) : Dünya ve ahirette bütün mahlûkâtı bir araya getirme kudretine sahip olan. el-Ganî (الْغَنِيُّ) : Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. el-Muğnî (الْمُغْنِي) : İhtiyaçtan kurtaran zengin kılan. el-Mâni` (الْمَانِعُ) : Hikmeti gereği engel koyan, mani olan. ed-Dârr (الضَّارُّ) : Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan. en-Nâfi` (النَّافِعُ) : hayrı ve faydayı yaratan ve veren. en-Nûr (النُّورُ) : Nurlandıran, her şeyi aydınlatan, kalplere nur ve iman veren. el-Hâdî (الْهَادِي) : Doğru yolu gösteren, hidâyete erdiren. el-Bedî` (الْبَدِيعُ) : Örneksiz ve benzersiz olarak yoktan yaratan. el-Bâkî (الْبَاقِي) : Varlığı sürekli olan, ebedî, sonsuz olan. el-Vâris (الْوَارِثُ) : Varlığının sonunun bulunmaması vasfıyla kâinatın gerçek sahibi. er-Reşîd (الرَّشِيدُ) : Yol gösteren, her işi isabetli olan. es-Sabûr (الصَّبُورُ) : Günahkârları hemen cezalandırmayıp onlara mühlet tanıyan. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلا هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ المَلِكُ القُدُّوسُ السَّلَامُ المُؤْمِنُ المُهَيْمِنُ العَزِيزُ الجَبَّارُ المُتَكَبِّرُ الخَالِقُ البَارِئُ المُصَوِّرُ الغَفَّارُ القَهَّارُ الوَهَّابُ الرَّزَّاقُ الفَتَّاحُ العَلِيمُ القَابِضُ البَاسِطُ الخَافِضُ الرَّافِعُ المُعِزُّ المُذِلُّ السَّمِيعُ البَصِيرُ الحَكَمُ العَدْلُ اللَّطِيفُ الخَبِيرُ الحَلِيمُ العَظِيمُ الغَفُورُ الشَّكُورُ العَلِيُّ الكَبِيرُ الحَفِيظُ المُقِيتُ الحَسِيبُ الجَلِيلُ الكَرِيمُ الرَّقِيبُ المُجِيبُ الوَاسِعُ الحَكِيمُ الوَدُودُ المَجِيدُ البَاعِثُ الشَّهِيدُ الحَقُّ الوَكِيلُ القَوِيُّ المَتِينُ الوَلِيُّ الحَمِيدُ المُحْصِي المُبْدِئُ المُعِيدُ المُحْيِي المُمِيتُ الحَيُّ القَيُّومُ الوَاجِدُ المَاجِدُ الوَاحِدُ الصَّمَدُ القَادِرُ المُقْتَدِرُ المُقَدِّمُ المُؤَخِّرُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ البَاطِنُ الوَالِي المُتَعَالِي البَرُّ التَّوَّابُ المُنْتَقِمُ العَفُوُّ الرَّؤُوفُ مَالِكُ المُلْكِ ذُو الجَلَالِ وَالإِكْرَامِ، المُقْسِطُ الجَامِعُ الغَنِيُّ المُغْنِي المَانِعُ الضَّارُّ النَّافِعُ النُّورُ الهَادِي البَدِيعُ البَاقِي الوَارِثُ الرَّشِيدُ الصَّبُورُ." “İsm-i A’zâm” ne demektir?,"İsm-i A‘zam, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah’ın (c.c.) en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimler için kullanılmıştır. İslâm âlimlerinin bir kısmı, Allah’ın isimlerinin tamamının, fazilet ve üstünlük bakımından eşit derecede olduğunu kabul etmiş, diğer bir kısmı ise hadisleri göz önünde bulundurarak bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı hadislerinde İsm-i A‘zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (bkz. Tirmizî, De‘avât, 64-65, 100 [3475-3476, 3544]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1493]). Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında “Allah” ismi, bir kısmında ise “Rahmân, Rahîm” (esirgeyen, bağışlayan), “Hay Kayyûm” (diri ve her şeyi ayakta tutan), “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm” (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir. Konuyla ilgili bir hadis şöyledir: “Resûlullah (s.a.s.), bir kişinin şöyle dua ettiğini işitti: ‘Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’sın, birsin, Samed’sin (hiçbir şeye ihtiyacın yoktur, her şey sana muhtaçtır), senden çocuk olmadı (kimsenin babası olmadın), doğmadın (kimsenin çocuğu olmadın), bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun ki bu kimse, Allah’tan İsm-i A‘zâm’ı ile talepte bulundu. Şunu bilin ki kim İsm-i A‘zâmla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, De‘avât, 64 [3475]). Başka bir hadis meâli de şöyledir: ""Bir adam şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, hamdler sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilâh yoktur. Sen semâvât ve arzın celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hay ve Kayyûm’sun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin). Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!” (Bu duayı işiten) Resûlullah (s.a.s.) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?” “Allah ve Resûlü daha iyi bilir?” diye cevap verdiler. Resûlullah şöyle devam etti: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, o, Allah’a, İsm-i A‘zâm’ı ile dua etti. O İsm-i A‘zâm ki onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Nesâî, Sehiv, 58 [1300]; bkz. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1495])." “Allah” ismi yerine “Tanrı” kelimesini kullanmak caiz midir?,"“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilâh” kelimesinin karşılığıdır. “İlâh” kelimesi “kendisine tapınılan varlık” anlamına geldiğinden zaman zaman Allah Teâlâ (c.c.) için kullanıldığı gibi insanların Allah'tan başka taptıkları varlıklar için de kullanılır. “Allah” lafza-i celâli ise bizzat Allah Teâlâ’nın kendisini ifade eden özel ismidir. Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce zâtına ve bütün kemâl sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “esmâ-i hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte dinimizin bildirdiği mutlak kemâl sahibi, noksanlardan münezzeh olan Yüce Allah’ı “Tanrı” kelimesi ile ifade etmek de İslâm inancına aykırı olmaz. Nitekim İslâm toplumlarında “Hudâ”, “Yezdân”, “Çalap” ve “Mevlâ” gibi kelimeler de kullanılmıştır." "“Mevlânâ” kelimesi ne anlama gelir? Allah, Peygamber ve insanlar için bu ifadenin kullanılması doğru olur mu?","Mevlâ sözlükte; “Rab, efendi, dost, arkadaş, yardımcı, sahip ve mâlik, köle azat eden, azat olmuş köle, bir işi gören, idare eden” gibi birçok farklı anlama gelir. Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Mevlâ kelimesinde asıl olan mana, sevgi ve manevî yakınlıktır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “vly” md.). Mevlâ kelimesi, Kur’ân’da hem Allah için hem de insanlar için kullanılmıştır. Bu kelime, “Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” (el-Enfâl, 8/40) ve “Sen bizim mevlâmızsın.” (el-Bakara, 2/286) âyetlerinde Allah (c.c.) için; “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” (ed-Duhân, 44/41) âyetinde ise insan için kullanılmıştır. Çeşitli hadislerde de “mevlâ”, Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir: “Allah bizim Mevlâ’mızdır.” (Buhârî, Cihâd, 164 [3039]; Megâzî, 17 [4043]). Buna göre “mevlâ” kelimesinin sonuna eklenen ve “bizim” anlamına gelen “nâ” zamiri ile birleşerek oluşan “mevlânâ” ifadesi; hem Allah hem Peygamber (s.a.s.) hem de insanlar için kullanılabilir. Allah için “Mevlânâ” denildiği zaman “Rabbimiz, sahibimiz”; Peygamber (s.a.s.) veya insanlar için denildiği zaman ise “dostumuz” veya “efendimiz” anlamları kastedilmiş olur." Çocuklara Allah için kullanılan isimler verilir mi?,"Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “(Çocuklarınıza) güzel isim koyunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 68 [4948]) buyurmuştur. Allah’a has isimler ise aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şâyet çocuklara bu isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahmân” (Rahmân’ın kulu), “Abdurrezzâk” (Rezzâk’ın kulu), “Abdülhâlık” (Hâlık’ın kulu) şeklinde verilmelidir. Allah Teâlâ’nın “esmâ-i hüsnâ”sından “Kerîm, Latîf, Raûf, Mümin…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/417)." Allah nerededir?,"Zaman ve mekân Allah tarafından yaratılmış olup sınırlılık ifade eder. Bu nedenle zaman ya da mekânla sınırlı olmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla Allah zaman yahut mekânla sınırlı olacak şekilde ifade edilemez. Zaman ve mekândan münezzeh olarak Allah Teâlâ her daim kullarına yakın ve onlarla beraberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamı ifade eden pek çok âyet vardır; “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (el-Bakara, 2/186), “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16), “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir... Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 57/4). “Rahmân Arş’a istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5) gibi müteşâbih âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklinde yapılan yorumlar, İslâm âlimlerinin geneli tarafından kabul görmemiştir. Zira bu ve benzeri âyetlerin anlamları müteşâbih olup Allah’ın yüceliğini ifade etmektedir. Her ne kadar sıfatlarıyla Allah Teâlâ’yı bilsek de O (c.c.), zâtı itibarıyla idrak ve tasavvurumuzun ötesindedir. İnanan kimseye düşen, O’nun insana şah damarından daha yakın olduğu bilinciyle hareket etmesi, iman ve amelleriyle Rabbine yönelip kulluk görevini yerine getirmeye çalışmasıdır." “Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olması” ne anlama gelir?,"Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun varlığının hiçbir şekilde zaman ve mekânla sınırlandırılmaması demektir. Zira zaman ve mekân mahlûk yani “yaratılmıştır”. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır. Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse yaratılmış olan varlıklar bir zaman ve mekânda var olurlar. Zaman, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahlûk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden yaratandır (el-En‘âm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır…” (Fâtır, 45/1). O hâlde Allah, her çeşit zaman ve mekân sınırlandırmalarından uzaktır." Camiler için kullanılan “Allah’ın evleri” ifadesi Allah’a bir mekân isnat etme anlamı taşır mı?,"“Allah’ın evi” terkibinin Arapça karşılığı “Beytullah” olup Kâbe hakkında kullanılan bir ifadedir. “Beyt”ten maksat, Kâbe’dir. “İbrahim ve İsmail’e; ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik.” (el-Bakara, 2/125) âyetinde de ev kelimesi Allah’ın zâtına izafe edilmiştir. Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denilmesi, Allah’a (c.c.) ibadet etmek için yeryüzünde yapılan ilk mâbed olması, insanların hidâyeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan Hanîf dininin sembolü ve bütün Müslümanların namazlarında yöneldikleri yer olması gibi sebeplere dayanır. Allah, “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmran, 3/96) buyurarak onun şerefini yüceltmiştir. Allah için ibadete mahsus olan tüm camiler ve mescitler için de “Allah’ın evi” terkibi kullanılır. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Yeryüzünde Allah’ın evleri; mescitlerdir. Oraya gelene Allah Teâlâ ikramda bulunur.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 10/161 [10324]) buyrulmaktadır. Bu itibarla “Allah’ın evi” tabirinden Allah için ibadet edilen yer anlaşılmalı, asla Allah’a isnat edilen bir mekân anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. O, bir mekânda olan değil, bütün mekânları kuşatmış olandır. Zaman ve mekân mahlûk/yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzehtir, yani uzaktır." Müslüman olduğu bilinen bir kimseyi tekfir etmenin hükmü nedir?,"Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmektir. Kur’ân ve Hz. Peygamber (s.a.s.), bireylere Müslüman olduğu bilinen hiç kimseyi tekfir etme yetkisi vermemiştir. Nitekim âyet-i kerîmede “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyin…” (en-Nisâ, 4/94) buyrulmaktadır. Ayrıca bir hadis-i şerifte Kelime-i Tevhid’i söyleyenlerin ve kıbleye yönelip namaz kılanların Müslüman kabul edileceği, Allah (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.s.) koruması altında olacağı ifade edilmektedir (Buhârî, Salât, 28 [391]). İslâm tarihinde tekfir söylemiyle ilk defa ortaya çıkan fırka, Hâricîlerdir. Nitekim bu grup, Hz. Ali (r.a.) başta olmak üzere pek çok sahâbîyi kâfir olmakla itham etmişlerdir (Eş’arî, el-İbâne, 2/337). Günümüzde de bazı kişi ve gruplar, kendilerine muhalif olarak gördükleri herkesi ve zümreyi tekfir eden bir tutuma sahiptirler. Tekfir konusunda İslâm’ın temel yaklaşımı, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişiyi küfre nispet etmemektir. Nitekim Kur’ân ve sünneti anlama ve uygulama bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin yolundan yürüyen, İslâm’ın ana bünyesi olan Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun Ehl-i Kıble oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Tekfir meselesinde öncelikle dikkate alınması gereken esaslardan biri şudur: Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Bu bağlamda bazı kaynaklarda yer alan “şu fiil/söz küfrü gerektirir” gibi ifadeler, belli bir şahsı nitelemek için değil, yapılan fiili vasfetmek ve bundan sakındırmak içindir. Dolayısıyla kişinin, dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe kâfir olduğuna hükmedilemez. Zira küfre götüren söz ya da davranışların bir kimsede hata ve cehalet gibi sebeplerle görülmesi, söz konusu kişiyi dinden çıkarmaz. Tekfirle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de tevil konusudur. Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülemez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili değil” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Öte yandan tekfirin dinî ve hukuki pek çok ciddi sonuçları olduğundan dolayı bu konuda hüküm vermek bireylerin yetki ve sorumluluğuna bırakılmamıştır." Meleklerin varlığı nasıl ispat edilir?,"Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyularla algılanamayan varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür. Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir: a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığını bildirmişlerdir. Bütün ilâhî dinlerde melek inancı vardır. b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır (bkz. el-Bakara, 2/30-34; Hûd, 11/69-70; el-Hicr, 15/28-29; Fâtır, 35/1; ez-Zâriyât, 51/24-28; en-Necm, 53/5; et-Tahrîm, 66/6). c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber (s.a.s.) pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir (bkz. Müslim, Zühd, 60 [2996]). d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı (c.c.) tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur." “Kirâmen Kâtibîn” ne demektir?,"“Değerli yazıcılar” anlamına gelen “kirâmen kâtibîn”, insanların yanlarında bulunan ve onların yaptıkları işleri amel defterine yazmakla görevli olan melekler demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Hâlbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler ve çok değerli yazıcılar (kirâmen kâtibîn) vardır ki, onlar ne yaparsanız bilirler.” (el-İnfitâr, 82/11-12) “Hafaza”, “rakîb-atîd” melekleri de denilen bu meleklerin belirtilen yazma görevinden başka âhiret günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik edecekleri de âyetlerde şu şekilde bildirilmektedir: “Sûr’a üfürülecek. İşte bu, önceden bildirilen tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir.” (Kâf, 50/20-21). Diğer taraftan İslâm âlimleri söz konusu meleklerin yazma daha doğrusu kayda alma görevini nasıl yaptıkları konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini beyan etmişlerdir." “Cin” diye bir varlık var mıdır?,"Cin, sözlükte “örtülü ve gizli varlık, görünmeyen şey” anlamındadır. İnsanın duyu organlarıyla idrak edilemeyen bu varlıkların mahiyetleri konusunda fazla bir bilgimiz bulunmamaktadır. Cinlerin varlığı ve mahiyetlerine dair bilgiler ancak vahiy yoluyla bilinir. Kur’ân-ı Kerîm’de cinlerin alevli/dumansız, yalın ateşten yaratıldıkları zikredilir (bkz. el-Hicr, 15/27; er-Rahmân, 55/15). Ayrıca Kur’ân’da “Cin sûresi” adıyla bir sûre mevcut olup, daha birçok âyette ve sahih hadislerde cinlerden bahsedilmektedir. Bu bakımdan cinlerin varlığı gerçek olup her müminin buna inanması gerekir. Cinler görünmeyen bir boyutta oldukları için onların yaşayış tarzı, insanlarla ilişkileri gibi konularda vahyin bildirdiği dışında kesin yargılarda bulunmak mümkün değildir. Öte yandan cinler “mutlak gaybı” da bilemezler. Zira mutlak gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Süleyman’ın canını aldığımızda onun öldüğünü asâsını yiyen bir kurtçuk onlara (cinlere) gösterdi. Onun yere yığılmasıyla cinler anladılar ki eğer gaybı bilmiş olsalardı (içerisinde bulundukları) aşağılayıcı azap içerisinde kalmaya devam etmezlerdi.” (Sebe’, 34/14). Zâriyât sûresinin 56. âyetinde ise cinlerin de insanlar gibi Allah’ı bilip ona ibadet etmekle sorumlu oldukları belirtilmiştir." Cinler ve şeytanlar insanlara zarar verebilir mi?,"Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklar olarak yaratılmışlardır (ez-Zâriyât, 51/56). Allah’a inanıp O’na ibadet eden, iyi amel sahibi olan cinler olduğu gibi insanlara zarar vermek isteyen ve onları iman ve güzel amelden alıkoymaya çalışan kâfir cinler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de insan ve cinlerin şeytanlarından söz edilir: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (el-En‘âm, 6/112). Bu âyette işaret edildiği üzere şeytan işi amel işleyen cinlere şeytan denmektedir. Şeytanların başı olan İblîs’in cinlerden olduğu Kehf sûresinin 50. âyetinde şöyle ifade edilir: “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandır. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”. Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’e, özel olarak da Türkçe meallerini zikrettiğimiz bu iki âyete bakıldığında şeytanların ve dolayısıyla cinlerin kötülerinin insanlara zarar vermek istemeleri öncelikle inanç ve amel bakımındandır. Zira Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarına göre şeytan ve şeytan işi ameller işleyen cinlerin düşmanlığı ancak insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek suretiyle olmakta, maddî ve fizikî bir zarar vermeden söz edilmemektedir. Bunun için Yüce Allah, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (el-Bakara, 2/208) buyurmuştur. Burada şeytanın adımlarını izlememekten maksadın şeytanların ve cinlerin vesvesesine kapılarak kötü ameller işlememek olduğu açıktır. Cin sûresinin 6. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.”. Bu âyette açıklandığı üzere cinlerin insanlara zarar vermesi Yüce Allah’ın açık ikazına rağmen insanların cinlere sığınıp onlarla iletişim kurma ve medet umma hevesleri yüzündendir. Bunun için Felak ve Nâs sûrelerinde bu duruma işaret edilerek insanların, cinlerin ve her türlü yaratığın şerrinden ve vesvesesinden her şeyin Rabbi olan Yüce Allah’a sığınmaları teşvik edilmiştir. Bu demektir ki gerçekten Allah’a iman edenler üzerinde şeytanların ve cinlerin hâkimiyeti, bir baskı kurması ve zarar vermesi söz konusu değildir. Şeytanın ve cinlerden şeytanların hâkimiyeti ve zararı sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar için söz konusudur (bkz. en-Nahl, 16/99-100). Bu bakımdan müminlerin cin ve insan şeytanların her türlü şerrinden ve zarar vermesinden Allah’a (c.c.) sığınması ve onlardan korkmaması gerekir. Onlara hiçbir şekilde meyletmeyen ve iradesini sadece hak ve hakikat doğrultusunda kullanan kimseler cin ve şeytanlardan gelebilecek her türlü etki ve zarardan korunmuş olurlar." Yazının icadından önce Allah tarafından gönderilmiş olan kitap veya sahîfeler hakkında bilgi verir misiniz?,"Allah Teâlâ kullarını hidâyete sevk eden bilgileri, emir ve yasaklarını peygamberlerine gönderdiği vahiy yoluyla bildirmiştir (eş-Şûra 42/51). İlk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nübüvvet, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile tamamlanmıştır. İman esaslarından biri de peygamberlere indirilen kitaplara inanmaktır. Kitaplara iman, Allah (c.c.) tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Kur'ân-ı Kerîm bize tek bir kitaba yani sadece Kur'ân’a değil, Allah nezdinden gönderilen bütün kitaplara inanmamızı emretmektedir (el-Bakara, 2/4). Kitap kelimesi her ne kadar indirilen vahyin yazılı metnini ifade etse de bununla birlikte istiare yoluyla metnin sözlü şekli için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Allah kelâmının sözlü şekline de kitap denilir (Râğıb, Müfredât, “ktb” md.). Kur'ân-ı Kerîm’de kitap ile aynı anlamda kullanılan kelimelerden biri de suhuftur. Suhuf kelimesi “sahîfe” kelimesinin çoğulu olup İslâm öncesi dönemde kitapla eş anlamlı olarak kullanılmasının yanında mektup, hukukî sözleşme, şiir, hitabe ya da bir araya getirilmiş sözleri nitelemek için de kullanılmaktaydı. Yazıya geçirilsin veya geçirilmesin Yüce Allah’ın indirdiği tüm kitap ve sahîfeler ilahî vahye dayanmaktadır. Günümüzde ulaşılan bilimsel veriler doğrultusunda yazının, M.Ö. 3500 yıllarında Sümerler tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Bu bilgi, arkeolojik bulgulara ve bilimin imkânlar dâhilinde ulaşabildiği diğer verilere dayanmaktadır. Ancak bu durum Sümerlerden önce kesin olarak yazının olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu itibarla yazının tarihçesine ait bu bilgiler esas alınarak vahye dayalı kutsal kitapların kayda geçirilmesiyle ilgili kesin bir hüküm vermek doğru değildir. Dört büyük kitabın nazil olduğu dönemde yazının var olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de isim olarak geçen bu kitapların dışında, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Musa’ya (a.s.) sahîfeler/suhuf verildiği (el-‘A‘lâ, 87/19) açıkça geçmekte olup onların yaşadığı devir de aynı şekilde yazının var olduğu zamana denk gelmektedir. Bununla birlikte insanlık tarihinin başlangıcından itibaren bilgi, yazı dışında sözlü aktarım gibi yöntemlerle muhafaza edilmiştir. Bu itibarla Hz. Âdem (a.s.) , Hz. Şît (a.s.) ve Hz. İdris (a.s.) gibi erken dönemde yaşayan peygamberlere indirildiği kabul edilen sahîfelerin şifahen aktarılmış olmaları yeterlidir. Zira elimizde, yazının var olduğu dönemlerde dahi peygamberlerin kendilerine indirilen kutsal kitapları iki kapak arasında toplayarak günümüzdeki kitap formatına soktuklarına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Netice itibarıyla peygamberlere indirilen vahiylerin, levhaların, sahîfelerin, zikirlerin ve kitapların günümüz kitap ve kitapçık algısından hareketle yazıya geçirilip iki kapak arasında toplanma zarureti olduğunu aksi hâlde onların kitap hüviyeti kazanamayacaklarını düşünmek doğru değildir. Bu minvalde onlarla yazının icadı arasında bir bağlantı kurma gereği de bulunmamaktadır. Şu hâlde kutsal kitapları ve sahîfeleri, lafızları ile insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberlere indirilen vahiyler mecmuası olarak algılamak isabetli olacaktır." Her topluluğa peygamber gönderilmiş midir ve peygamberlerin sayısı kaçtır?,"Kur’ân-ı Kerîm, ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir (Yûnus, 10/47; en-Nahl, 16/63; Fâtır, 35/24). Bu bağlamda “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik” (el-Hicr, 15/10) ve “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik…” (en-Nahl, 16/36) buyrulmaktadır. Bu âyetler tarihî süreç içerisinde Yüce Allah’ın (c.c.) genel anlamda insanoğlunu peygambersiz bırakmadığını gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edici değiliz” (el-İsrâ, 17/15) ve “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var” (el-Mü’min, 40/78) âyetleri de açık bir şekilde gönderilen peygamberlerin sayısının Kur’ân’da zikredilen 25 peygamberle sınırlı olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte peygamberlerin sayısıyla ilgili kesin bir bilgi yoktur." Önceki semâvî dinler İslâm diye adlandırılabilir mi?,"İslâm; Allah’a (c.c.) teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmek manasına gelir. Kur’ân’a göre İslâm; kişinin kendisini yalnız Allah’a teslim etmesi, O’na kul olması ve O’na ibadet etmesi demektir. Tevhidin gereği de budur. Bu anlamıyla İslâm; sadece son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinden ibaret değil, bütün peygamberlerin getirdiği bir inanç sistemidir. Bu bakımdan insanlığı temel iman esaslarına davet açısından peygamberlerin tamamının vazifesi aynıdır. Buna göre, bütün peygamberlerin ilk daveti tevhiddir. Çünkü tevhid, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Cenâb-ı Hak gönderdiği her peygambere, ümmetini tevhide davet etmesini şöyle emretmiştir: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (el-Enbiyâ, 21/25). Peygamberlik, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le (a.s.) başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Dolayısıyla Allah’ın peygamberler aracılığıyla farklı zamanlarda gönderdiği dinin esası aynıdır ve hepsine “İslâm”, müntesiplerine de ‘‘Müslüman’’ denilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’ân’da Müslüman diye isimlendirdi.” (el-Hac, 22/78). “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru Müslüman idi.” (Âl-i İmran, 3/67) âyetinde İbrahim (a.s.) için Müslüman ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Müslümanlarız, deyin.” (el-Bakara, 2/136) âyetinde de peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm’dan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Ancak bugünkü hâliyle Yahudilik ve Hristiyanlık peygamberlere indiği şekliyle muhafaza edilemediği için bu dinlere bu hâliyle İslâm denilemez. Esas itibarıyla hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat Yüce Allah (c.c.) zaman içinde ibadetlerin şekillerinde ve muamelata dair hükümlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Yahudi ve Hristiyanlara gayrimüslim denmesi onların Allah (c.c.) tarafından, İslâm’ın son peygamberi Hz. Muhammed’e ve onunla gönderilen dine inanmamaları sebebiyledir." Mucize nedir ve çeşitleri nelerdir? Hz. Peygamber’in ne tür mucizeleri vardır?,"Mucize, nübüvvet/peygamberlik iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu göstermek amacıyla Allah (c.c.) tarafından yaratılan ve nitelikleri bakımından insanları benzerini getirmekten âciz bırakan olağanüstü hadisedir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muġnî, 15/199). İslâm âlimleri hem Hz. Muhammed’in (s.a.s.), hem de diğer peygamberlerin göstermiş oldukları mucizeleri idrak edilmeleri açısından aklî, hissî ve haberî; amaçları bakımından ise hidâyet, yardım ve helak mucizeleri şeklinde sınıflandırmışlardır. Aklî mucizeye en büyük örnek Kur’ân’dır. Çünkü Kur’ân her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın” (el-Bakara, 2/23). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur’ân’ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah’ın vahyettiği Kur’ân’dır” (Buhârî, İ‘tisâm, 1 [7274]; Müslim, Îmân, 239 [152]). İnsanların duyularına hitap eden hârikulâde olaylara hissî mucizeler denilir. Hz. Sâlih’in (a.s.) devesi (Hûd 11/64-68), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (el-A‘râf 7/106-108) Hz. Îsâ’nın (a.s.) kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi (Âl-i İmrân, 3/49; el-Mâide, 5/110) gibi örnekler hissî mucizelerdendir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) asıl mucizesi Kur’ân-ı Kerîm olmakla birlikte ona hissî mucizeler de verilmiştir. Bedir Savaşı’nda meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân, 3/122-123; el-Enfâl, 8/9-10) hadisesi Kur’ân’da zikredilen hissî mucizelerden biridir. Resûlullah’ın az bir yiyecekle birçok insanı doyurması, az miktardaki suyu çoğaltması, hurma kütüğünün inlemesi (Buhârî, Menâkıb, 25 [3572, 3578, 3583]) olayları da hadislerde zikredilen hissî mucizeler arasında yer almaktadır. Peygamberlerin Allah’tan gelen vahye dayanarak verdikleri gaybî haberlere, haberî mucize denilmektedir. İsyankâr toplumların başlarına geleceğini önceden bildirdikleri felâketlerin aynen vuku bulması, Hz. Îsâ’nın (a.s.), muhataplarının evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini haber vermesi (Âl-i İmrân, 3/49), Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Bizanslılar’ın İranlılar’ı savaşta mağlûp edeceğini (er-Rûm, 30/1-4) ve kisrânın saltanatının yıkılacağını (Buhârî, Menâkıb, 25 [3619]) bildirmesi bu tür mucizelerdendir. Meydan okuma şartı çerçevesinde inkârcıların gözü önünde ve onları acze düşürecek şekilde zuhur eden mucizelere hidâyet mucizeleri denilmektedir. Bu tür mucizeler insanların kanaatleri üzerinde etkili olup ön yargıdan uzak kimselere fayda verir. Hz. Sâlih’in devesi, (Hûd 11/64-68) Hz. Mûsâ’nın asâsı ile parıltılı eli (el-A‘râf 7/106-108), Hz. Îsâ’nın şifa mucizesi (el-Mâide, 5/110) ve Hz. Muhammed’in Kur’ân mucizesi bunlar arasında sayılır (el-Bakara, 2/23-24). Sadece Kur’ân okuyup Müslüman olan pek çok kişi olduğu gibi Hz. Mûsâ’nın asâsının yılana dönüşüp sihirbazların yaptığı diğer yılanları yutması sonucu sihirbazların imana gelmeleri gibi olaylar bunlardandır. Mü’minlerin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak zuhur eden ilâhî yardımlar da yardım/nusret mucizeleridir. Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları için Allah’ın emriyle kayadan su çıkarması (el-Bakara, 2/60), kavmine gökten kudret helvası ve bıldırcın gönderilmesi, onların gölgelenmesi için bulut getirilmesi (el-A‘râf 7/160), Hz. Îsâ’ya gökten yiyecek dolu bir sofra indirilmesi (el-Mâide 5/112-115), Bedir ve Hendek gazvelerinde meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân 3/123-127; el-Ahzâb 33/9), çeşitli münasebetlerle suyun çoğalması ve yemeğin bereketlenmesi (Buhârî, Menâkıb, 25) bu türdendir. İnkârda ısrar eden kavimlerin cezalandırılmasına yönelik mucizeler de helak mucizesidir. Kur'ân’daki açıklamalara göre helâk mucizelerinin şiddetli fırtına, korkunç bir gürültü, tûfan, zelzele gibi tabii âfetler tarzında gerçekleştiği (el-Ankebût, 29/40) görülmektedir. Nûh kavminin tufanla (el-Ankebût, 29/14), Semûd, Âd ve Medyen halkının korkunç bir gürültüyle (Sâd, 38/13-15), Lût kavminin yaşadığı şehrin altının üstüne getirilip başlarına taş yağdırılmasıyla (Hûd, 11/82-83, el-Kamer, 54/), Firavun ve ordusunun ise denizde boğulmak suretiyle (eş-Şuarâ, 26/66) helâk edilmesi bunlardandır. Peygamberlerin birçok delil ve mucizesine rağmen inanmamakta ısrar eden inkârcıların helâk edilmesi, Allah’ın bir kanunudur. Helak mucizeleri aynı zamanda sonraki nesiller için bir uyarı ve ibret vesilesidir." "Kerâmet nedir, nasıl anlaşılmalıdır?","Sözlükte “değer, kıymet, iyi, ahlâklı ve cömert olmak” gibi anlamlara gelen kerâmet kelimesi terim olarak “mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan ve Allah’ın lütfu olan olağanüstü haller” şeklinde tanımlanır (İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “vly” 12/510; Cürcanî, Ta’rifât, “vly” 184). Kur’ân-ı Kerîm’de kerâmet kavramı doğrudan geçmemekle birlikte, peygamber olmadıkları hâlde bazı iyi kullar hakkında harikulâde olaylardan söz edilmektedir (el-Kehf, 18/16-26; en-Neml, 27/40). Bu âyetlerden hareketle İslâm âlimleri, salih kulların kerâmetini hak olarak görmüşlerdir. Bununla birlikte onlar, kerâmeti herhangi bir kimsenin velî oluşunun kesin kanıtı olarak kabul etmemişlerdir. Tasavvuf erbabı da kerâmeti gizlenmesi gereken bir sır olarak görmüşlerdir (bkz. Rifâî, el-Burhânü’l-müeyyed, 24, 121; Topaloğlu, Emâlî Şerhi, 75-76). Kerâmet, kerâmet sahibinin masum (günahsız ve hatasız) olduğunu veya gaybı bildiğini göstermez. Aksi bir iddia naslarla bağdaşmayan ve itikadî açıdan da tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir durumdur. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır (el-En ‘âm, 6/59; en-Neml, 27/65; el-Cin, 72/26-27). Öte yandan İslâm inancına göre, günah işlemekten uzak kalmak anlamına gelen “ismet” sıfatı, vahyin kontrolünde oldukları için sadece peygamberlere ait bir vasıftır. Dolayısıyla velîler için böyle bir masumiyet söz konusu değildir. İslâm âlimleri ve mutasavvıflara göre; en üstün kerâmet, istikamettir. İstikamet, her hâlinde şer‘i şerife riâyet etmek, güzel ahlâk ve doğruluktan ayrılmamaktır. Güzel ahlâk, iyilikseverlik, diğerkâmlık ve cömertlik gibi vasıflar, mümine verilmiş en üstün özelliklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın bütün müminlerin dostu/velisi olduğunun vurgulanması (Âl-i İmrân, 3/68), bu hususa bir işaret olarak görülebilir. Gerek âyetlerde gerekse hadislerde Allah’ın (c.c.) bazı salih kullarına olağanüstü nitelikte lütuflarda bulunduğu ifade edilmektedir. Bu lütuf belli bir zaman ve belli şahıslarla da sınırlı değildir. Bununla birlikte kerâmetin Allah’ın azametinin, lütuf ve kereminin bir delili olduğu ve kerâmet lütfedilen kişilerin olağanüstü sıfatlara sahip kişiler olmadıkları hususu unutulmamalıdır. Ayrıca Allah’ın kudretinde olan bir şeyin, kişilerin iradesinde olduğunu kabul etmek itikadî açıdan da doğru değildir. Hiç şüphe yok ki herkes için temel ölçü, istikamet üzere yaşamaktır. Diğer taraftan, neyin kerâmet sayılıp sayılmayacağı hususunda kesin ve objektif bir ölçü olmadığı için konu, tarihte ve günümüzde daima istismara ve suistimale açık bir konu olmuştur. Unutulmamalıdır ki kişinin olağanüstü olarak değerlendirdiği her hâl, kerâmet olmayabilir. Dolayısıyla kerâmet iddialarına değil kişinin istikametine itibar edilmelidir." Hz. Peygamber’den sonra Allah’ın özel olarak seçtiği veya görevlendirdiği kişi ya da grup var mıdır?,"Seçilmiş ya da seçkin kavramı, yaratıcı tarafından özel olarak belirlendiğine, görevlendirildiğine, diğerlerinden üstün kılındığına ve kurtuluşa erdiğine inanılan kişi ya da grupları nitelemek için kullanılır. Bu düşünceye bütün eski kültürlerde ve dinlerde rastlanmaktadır. İslâm tarihinin belli dönemlerinde de seçilmişlik zannına kapılan kişi veya gruplardan bahsetmek mümkündür. Bunlar kendilerinin seçkin olduklarını ifade ederken kurtuluşun da yalnızca kendilerine tabi olmak ve kendi çatıları altında bulunmakla gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de, seçilmiş olma iddiasının temelde Ehl-i kitab tarafından dile getirildiği belirtilmekte ve onların bu tutumu şöyle eleştirilmektedir: “Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?’ Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız…” (el-Mâide, 5/18); “…Başka insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şâyet sözünüze sâdıksanız haydi ölümü temenni edin!...” (el-el-Cum'a, 62/6). Hak, adalet ve sorumluluk gibi vasıfların dinin temel umdelerini oluşturduğu İslâm’a göre, bahsedilen şekliyle hiçbir kişi ve zümre için seçilmişlikten ve kurtuluştan söz etmek mümkün değildir. Zira İslâm’a göre, Allah’ın (c.c.) bizzat seçerek risâlet görevini verdiği peygamberler (el-En’âm, 6/124; eş-Şûrâ, 42/13) dışında hiç kimse ya da grup özel bir seçilmişlik konumuna sahip değildir. Herkes kul olarak eşittir ve kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgili kızına, “Ey Peygamber’in kızı Fatıma! Allah’ın (azabından) kendini koru! Senin için ben bir şey yapamam.” (Buhârî, Vesâyâ, 11 [2753], Tefsir, 26 [4771]; Müslim, Îmân, 351) diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mü’min için dinî konularda Kur’ân ve Sünnet’e uymak, bunların rehberliğinde ictihad etmek ya da ictihad eden âlimlere tabi olmak dışında bir yol yoktur. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimlerin bu yönü hakkında şöyle buyrulmuştur: “... Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1 [3641]; Tirmizî, İlim, 19 [2682]) Burada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra özel olarak herhangi bir kişi ya da gruba yer verilmemiş; aksine müminlerin, nebevî mirasa sahip çıkmaları teşvik edilmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “el-Cemâa” (İbn Mâce, Fiten, 17 [3992]) başka bir rivâyette de “Benim ve ashabımın yolundan gidenler.” (Tirmizî, İman, 18 [2641]) cevabını vermiştir. Buradan kurtuluşa eren kimselerin (fırka-i nâciye) Hz. Peygamber’in Sünnetine tabi olup ashabının izinden giden, diğer bir deyişle İslâm’ın ana yolundan ayrılmayan büyük çoğunluk olduğu anlaşılır. İslâm âlimleri bu büyük çoğunluğu “sevâd-ı a’zam” nitelemesiyle ifade etmişlerdir. Bu niteleme; herhangi bir özel kişi ya da grubu değil, İslâm’ın temel inanç esaslarına gönülden inanan bütün Müslümanları kapsamaktadır. Sonuç itibarıyla İslâm dini, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah (c.c.) tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir." Günahsız insan var mıdır?,"Günah, ilahî emir ve yasaklara aykırı tutum ve davranışlar anlamına gelir. Mahiyeti ve boyutları değişmekle birlikte günah mefhumu tüm dinlerde vardır. Günah, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde; “ism”, “zenb”, “vizr”, “cünâh”, “hûb” ve “seyyie” gibi farklı sözcüklerle ifade edilmiştir. Her insan iyilik veya kötülük yapabilecek özellikte yaratılmıştır (bkz. eş-Şems, 91/8). Hz. Peygamber'in (s.a.s.) “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet, 49 [2499]; İbn Mâce, Zühd, 30 [4251]) şeklindeki beyanı, insanların günah işleme ve hata yapma özelliğine sahip olduğu gerçeğinin açık bir ifadesidir. Aynı doğrultuda Hz. Peygamber'in (s.a.s): “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen ve günahlarından tövbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10 [2748]) ifadeleri de oldukça anlamlıdır. Hadis-i şerif, insanın mutlak olarak hatasız, kusursuz ve günahsız olamayacağını vurgulamaktadır. Şüphesiz bu ifadeler, günah işlemeye bir teşvik olmayıp aksine insanın doğasını açıklayan ve kendisini tanımasını sağlayan birer hatırlatma ve uyarıdır. Nitekim pek çok âyet ve hadiste insanın günahlardan ve Allah’ın (c.c.) yasaklarını çiğnemekten sakınması emredilmiştir. İslâm inancında peygamberler dışında “mâsum” yani günah işlemekten korunmuş kimse yoktur. Bu sebeple herhangi bir kimsenin günahsız olduğunu kabul etmek İslâm inancına aykırı bir durumdur. Zira günahtan korunmuşluk anlamına gelen “ismet sıfatı” sadece peygamberlere aittir. İslâm âlimleri, peygamberlerin birer beşer olmaları hasebiyle zelle olarak tabir edilen küçük hatalar işleyebilecekleri, ancak peygamberlik görevlerine zarar verecek türden hatalara ve günahlara düşmekten korundukları üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer yandan İslâm dininde, Hristiyan teolojisinde olduğu gibi “aslî günah” anlayışı yoktur. Zira hiç kimse doğuştan günahkâr sayılmaz. İslâm’da, herkes kendi günahından sorumludur. ""Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez."" (el-En’âm, 6/164; en-Necm, 52/38-39) âyet-i kerîmesi bu hususu ifade etmekte ve işlenen günahtan ancak onu işleyenin sorumlu tutulacağını belirtmektedir. İslâm’da, herhangi bir soydan gelmekten veya başka bir sebepten dolayı günahtan korunmuş̧ olduğu kabul edilen kişi ya da zümre yoktur. Dinî konularda topluma rehberlik eden âlimler de günahtan korunmuş değildir. Onların görevi İslâm’ın inanç, ibadet, ahlak ve muamelat esaslarını insanlara hatırlatmak ve gerektiğinde ictihad ederek Müslümanların amelî hayatını düzenlemelerine katkı sağlamaktır. Bu bağlamdaki ictihadları isabetli olabileceği gibi hataya da açıktır. Sonuç olarak masûmiyet sadece peygamberlere özgü bir korunmayı ifade etmektedir. Bunun dışında, herhangi bir kimse ya da grubun hatadan veya günahtan korunmuş olduğu kabulü veya iddiası İslâm inanç esaslarına aykırıdır." “Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?,"“Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: 'Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz' ...” (el-A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız." “Berzah Hayatı” ne demektir?,"Berzah, sözlükte “iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır” demektir. Dinî ıstılahtaki karşılığı ise “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır. “Onların önlerinde ise yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (el-Mü’minûn, 23/100) âyetinde geçen “Berzah” ile de kastedilen budur. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir." Ölümü temenni etmek caiz midir?,"Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilâhî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şâyet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Buhârî, De‘avât, 30 [6351]; Merdâ 19 [5671]; De‘avât, 30 [6351]; Müslim, Zikir, 10 [2680])." Ölünün arkasından ağlamak ve yas tutmak caiz midir?,"Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır (Buhârî, Cenâiz, 32, 43 [1284, 1303]). Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve câhiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, Cenâiz, 43 [1303]) buyurması, bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder." Kabir azabı var mıdır?,"Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu husus bazı âyetlerin işareti (Mü'min, 40/46), çeşitli hadislerin de açık beyanlarıyla (Buhârî, Cenâiz, 86) bilinmektedir. Bir hadis-i şerifte, “Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 5 [2308]) buyrularak ölümle ahiret hayatının başladığı ifade edilmiştir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (Tirmizî, Cenâiz, 71 [1071-1072]). Bu sebepledir ki Resûl-i Ekrem (s.a.s.) pek çok kez kabir azabından koruması için Allah’a (c.c.) niyazda bulunmuştur (Buhârî, Ezân, 149 [832]; Müslim, Küsûf [903], 8, Cenâiz, 85 [963]; Ebû Dâvûd, Salât, 152 [880])." Salgın hastalıklar kıyamet alameti midir?,"Dünya hayatının sona ermesi demek olan kıyametin ne zaman kopacağını sadece Yüce Allah bilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle yer alır: “Sana ‘Ne zaman gelip çatacak?’ diye kıyamet saatini sorarlar. De ki: ‘Onun hakkındaki bilgi sadece Rabbimin katındadır. Vakti geldiğinde onu açığa çıkaracak olan ancak Allah’tır. O (kıyamet), göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Allah katındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (el-A’râf, 7/187). Meşhur Cibrîl hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrâil’in “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusu üzerine “Sorulan, sorandan daha iyi bilmemektedir.” diye cevap vermiştir (Müslim, İmân, 1 [93]). Bunun anlamı ne Hz. Peygamber’in (s.a.s) ne de Cebrâil’in bu sorunun cevabını bildiğidir. Kıyamet alametleri, kıyametin kopmasından önce meydana gelecek fiziki, toplumsal veya ahlakî nitelikli olayları ve belirtileri ifade eder. Kur’ân’da bu alametler arasında Ye’cûc ve Me’cûc’ün gelişinden (el-Enbiyâ, 21/96), dâbbetü’l-arzın çıkışından (en-Neml, 27/82), göğün insanları saracak bir duman (duhân) yayacağından (ed-Duhân, 44/10-11) ve ayın yarılmasından (el-Kamer, 54/1) bahsedilir. Ayrıca kıyamet alametleri şeklinde bir belirleme yapılmamakla birlikte, kıyametin kopuşu esnasında gerçekleşecek kozmik ve harikulade olaylar ve o anın dehşeti ile ilgili pek çok anlatım yer alır. Bu çerçevede göğün yarılması, dağ ve tepelerin yok edilerek yerin dümdüz hale getirilmesi, güneşin dürülüp kararması, yıldızların dökülüp sönmesi ve denizlerin kaynatılması (el-İnşikâk 84/1-2; et-Tekvîr, 81/1-6) gibi olağanüstü kozmik değişimler anlatılır. Hz. Peygamber’in (s.a.s) son peygamber olarak gönderilişi, âlimlerin azalması, cehaletin, fuhşun ve içki kullanımının artması ile fitnenin ve öldürmenin yaygınlaşması gibi hususlar da hadislerde sıklıkla sayılan alametler arasında yer alır (Buhârî, Nikâh, 111 [5231]; Fiten, 5 [7062]; Rikâk, 39 [6504]; Cizye, 15 [3176]; Müslim, Fiten, 18, [7257]; Ebû Dâvûd, Fiten, 1 [4255] ). Âyet ve hadislerde kıyamet alametlerinin açıklanmasındaki amaç, insanları umutsuzluğa düşürmek değil, kesin bir gerçek olan kıyamet ve ebedî mutluluk yurdu ahireti hatırlatarak onlara bir farkındalık kazandırmak ve sorumluluk bilinci içinde yaşamaları gerektiğini hatırlatmaktır. Âyet ve hadislerde belirli bir hastalığın kıyamet alameti olduğuna dair kesin bir bilgi yer almaz. Aksine kaynaklarımızda vebâ veya tâun kelimeleriyle ifade edilen ve bazı ümmetlerin cezalandırıldığı bir azap türü olan salgınların belirli zaman aralıklarıyla gidip gelen hastalıklar olduğu vurgulanır (Buhârî, Hıyel, 13, [6974]; Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3473]; İbn Hanbel, Müsned, 5/201, [22094]). Ayrıca bu hastalıklara sabredip karantina kurallarına uyan müminler için bir rahmet vesilesi olduğu ve bu nedenle ölenlerin de şehit sevabı alacağı nakledilmiştir (Buhârî, Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3474]). Dolayısıyla salgın hastalıklar, bir yönüyle ilahî hikmetin ve imtihanın gereği, diğer bir yönüyle de insanların çevreye ve doğaya verdiği zararlar nedeniyle ortaya çıkan küresel bir musibet olarak görülebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm insana endişe ve korku veren çeşitli hastalıkların, afetlerin ve benzeri durumların insan için bir imtihan vesilesi olduğunu açıkça ifade eder (el-Bakara 2/155). Salgın hastalıkların kıyamet alameti olarak değerlendirilmesi düşüncesi, kıyamet alametleriyle ilgili bazı rivâyetlerde yer alan, ölümlerin hızlı ve yaygın hale gelerek artmasından bahseden ifadelerin yorumlarından kaynaklanır. Bu şekilde yorumlanan en yaygın sahih hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) altı kıyamet alametini sayar. Bu alametler arasında bazı âlimler tarafından salgın hastalık olarak yorumlanan madde, Buhârî rivâyetine göre “Koyunları yakalayan kuâs hastalığı gibi sizi yakalayan mûtân” şeklinde geçer (Buhârî, Cizye, 15 [3176]; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 25 [4042]; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 18/40- 41 [70]; 18/41-42 [71]; 18/42 [72]; 18/64 [119]). Sened açısından sahih olarak değerlendirilen diğer bir rivâyette anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.s), kıyamet kopmadan önce “mûtân-ı şedîd”in gerçekleşeceğini ve akabinde senelerce depremler meydana geleceğini haber vermiştir (İbn Hanbel, Müsned, 4/105 [17089]; Dârimî, Sünen, 1/43 [55]; İbn Hibbân, Sahîh, 15/180 [6777]). Söz konusu hadisler incelendiğinde kıyamet alametleri arasında sayılan altı maddeden biri olarak “mûtân”ın gerçekleşeceği bilgisinin sahih bir ahad haber şeklinde bize ulaştığı görülmektedir. Diğer taraftan rivâyetler her ne kadar isnad açısından sahih olsa da metin açısından birçok farklılık barındırmaktadır. Bununla birlikte rivâyetlerin ortak noktası, bu alametin “kûas” gibi bir hastalık sonucu çokça ölüme (mûtân) neden olmasıdır. “Mûtân” kelimesi ölüm veya çokça meydana gelen ölüm anlamına gelir. (Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, “mvt”; Aynî, ‘Umde, 15/99) “Kuâs” ise sözlüklerde koyunlara bulaşan ve onları çok kısa sürede öldüren bir hastalık olarak tarif edilir (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “k’as”; Aynî, ‘Umde, 15/100). Aslında sürü hayvanlarında ölüme neden bir hastalık olan “kuâs”ın, hadiste insan için kullanılması, hızlı bir şekilde ölüme neden olmasındaki benzerlikten dolayıdır (Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, 8/3411; Kirmânî, el-Kevâkibü’d-Derârî, 13/140). Hadiste hızlı ve çok sayıda ölümün kıyamet alametlerinden biri olduğu anlatılmaktadır. Fakat bunun bir hastalıktan mı yoksa fitne vb. karışıklığın neden olduğu savaş veya katilden mi kaynaklandığı açık değildir. Diğer taraftan pek çok hadiste vebâ veya tâun kelimeleri kullanılmasına rağmen söz konusu hadiste bu kelimelerin yerine “mevt” veya “mûtân”ın tercih edilmesi böyle bir sınırlandırmanın uygun olmadığını göstermektedir. Burada “Amvas” salgını hakkında Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrah arasındaki tâuna dair konuşmaları hatırlamak gerekir. Bu rivâyette, ordularıyla Şam’a yaklaşan Hz. Ömer’in, vebâ haberini alması üzerine muhacir ve ensarla istişare ederek Ebû Ubeyde’nin itirazlarına rağmen geri döndüğünden bahsedilir. Ensar ve muhacirlerle uzun müzakerelerin yapıldığından bahseden bu rivâyette dikkat çeken husus, hiçbir sahabinin tâûnu kıyamet alameti olarak değerlendirmemiş olmasıdır (Müslim, Selâm, 98 [5784]; Muvatta’, Câmî, 22). Âyet ve hadislerdeki kıyamet alametlerine yönelik ifadeleri dünyada meydana gelen müşahhas olaylarla birebir ilişkilendirmek pek mümkün değildir. Dolayısıyla salgın hastalıkları insana dünyadaki amacını ve sorumluluklarını hatırlatıcı, tarihin her döneminde meydana gelen imtihan gereği bir olay şeklinde değerlendirmek hem Kur’ân hem de sünnet açısından daha doğru bir yaklaşım olarak gözükmektedir. Bu imtihanda insana düşen görev, dünya hayatının geçici olduğu şuuruyla birlikte gerekli tedbirlere riâyet etmektir. Zira insanlar üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmediği için salgınlar daha fazla yayılmakta ve insanlık daha çok zarar görmektedir. Bu tarz her olayı kesin olarak kıyamet alameti saymak, insanların kendi sorumluluklarını göz ardı etmelerine, onları umutsuzluğa sevk etmeye ve alametleri gerekmediği hâlde çoğaltmaya neden olabilir. Kur’ân ve sünnet, kıyametin muhakkak gerçekleşeceğini ve ardından ebedi hayatın başlayacağını bildirmiş, insanları bu hususta uyarmış ve yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemiştir. Müslümana düşen, kıyametin vaktini tespit etmek değil, kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahâbîye Hz. Peygamber’in (s.a.s) verdiği cevapta olduğu gibi (Buhârî, Edeb, 96 [6171]), kıyamet ve sonrası için ne hazırlık yaptığını sorgulamak ve sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmaktır." Kader ve kazaya inanmak iman esası mıdır?,"Kader ve kaza, her şeyin Allah’ın belli ve düzen içerisinde yarattığı ve takdir ettiğine delâlet eden âyetlerin yanı sıra ilahî ilmin olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde de vurgulanmıştır. Bu âyetlerin bir kısmında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “...O’nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir.” (er-Ra‘d, 13/8); “...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân, 25/2); “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez...” (et-Tevbe, 9/51). Bu âyetlerden başka Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, -kulun tercihi ile irtibatlı olarak- dilediğini dalâlette bırakıp, dilediğini hidâyete erdirdiğini, insanların ölümlerini O’nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bkz. ez-Zümer, 39/62; es-Sâffât, 37/96; el-A`râf, 7/178; el-Vâkıa, 56/60) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste, kaderi, iman edilmesi gereken şeyler arasında saymıştır. Bu hadise göre Cebrâil (a.s.), Peygamberimize, “İman nedir?” diye sormuş, o da, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır.” (bkz. Müslim, Îmân, 1 [8]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15 [4695]; Tirmîzî, Îmân, 4 [2610]) cevabını vermiştir. Ehl-i sünnet âlimleri belirtilen âyetler ve Hz. Peygamber’in hadisleri çerçevesinde kader ve kazaya inanmayı iman esaslarından saymışlardır." Âmentü’de yer alan “Hayır ve Şer Allah’tandır” ifadesinin açılımı nedir?,"“Hayır ve şer Allah’tandır” demek, bunları yaratanın Allah olduğunu dile getirmektir. Bu ifade, Allah'tan başka yaratıcı olmadığını belirtmek ve vurgulamak içindir. Meselenin insana bakan yönü ise hayır ve şerri kulun cüz’î iradesi ile tercih etmesidir. Bundan dolayı da insanlar iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur. “Âmentü” esaslarında ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanır. Çünkü âlemde her şey O’nun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde O’ndan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. Ancak Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur. Hayrı seçen kişi mükâfat, şerri seçen ise ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri yapmalarından râzı/hoşnut olmaz ve şerri de emretmez. Yüce Allah (c.c.), mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. O’nun şerri yaratmasında da birtakım hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz ve bu dünyanın imtihan dünyası olma vasfı ve hikmeti gerçekleşemezdi. Şer, Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta olmak ya da daha kötü bir şerri defetmek için yaratılmıştır. Allah’ın (c.c.) kudreti ile meydana gelen her işte gerek birey gerek toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bizim şer veya hayır olarak gördüğümüz her şey sonucu itibarıyla gördüğümüz gibi olmayabilir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (el-Bakara, 2/216)." Kader değişir mi?,"İnsan, kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkânlar çerçevesinde görevini en iyi şekilde yapma şevki ve gayreti içinde olmasıdır. Allah, ezelî ilmiyle herşeyi bildiği için O'nun ilminde ise bir değişiklik olmaz. Kaderin değişmesinden bahsettiğimizde insanın kendi iradî fiillerini tercih ve yönlendirilmesini ifade etmiş oluruz. İnsan kaderini bilmediği için ve eylemlerini kendi irade ve tercihi ile gerçekleştirdiğinden dolayı kaderi de böylece şekillendirmiş olur. Sadakanın belayı defedeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler işte bu anlamı ifade etmektedir. Bu durumda dahi Allah’ın ezelî ilminde bir değişiklik olmamaktadır." "“Allah böyle yazmış, ben ne yapayım?” demek doğru mudur?","Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insanın, “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, ben ne yapayım?” diyerek günah işlemesi uygun olmayacağı gibi günah işledikten sonra kaderi bahane ederek kendisini suçsuz sayması da doğru olmaz. Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a (c.c.) mahsustur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (el-En‘âm, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, bizim sorumluluktan kaçarak kötü ve yanlış işleri Allah’a havâle etmemize yol açmamalıdır. Bu, kader inancını istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Zira Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah (c.c.) da o sebeplerin sonucunu yaratır. Bu ilâhî bir kanundur ve kaderdir. Sonuç olarak insanların, sorumluluk alanlarına giren meselelerde “Ben ne yapayım, kaderim böyle” demesi doğru değildir. İnsan, Allah’ın sorumluluk yüklediği alanda özgür bırakıldığı için inancından ve yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir." Müslümanın afetlere bakışı nasıl olmalıdır?,"Kâinattaki her varlık Yüce Allah tarafından belli bir düzen, gaye ve hikmete dayalı olarak yaratılmıştır. Tabiatın işleyişinden gezegenlerin hareketlerine kadar her şey Yüce Yaratıcının takdir ettiği belli bir ölçüye ve bir nizama göre varlığını sürdürmektedir (Yûnus, 10/5; el-Kamer, 54/49). Bu nizam ve işleyiş içerisinde özel bir statüsü olan insan, akıl nimeti başta olmak üzere pek çok üstün kabiliyetle donatılmış ve vahye muhatap kılınarak diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiştir. İnsanın yeryüzündeki en temel vazifesi, varoluşunun gaye ve hikmetini idrak ederek buna uygun bir hayat sürdürmeye gayret etmektir. Bu amaçla insan, Allah Teâlâ’ya samimiyetle bağlanıp iman ederek iyi, güzel ve sağlam işler yapmalı; hayatı boyunca adalet, iyilik ve merhamet gibi temel insanî değerlerden ayrılmamalıdır. Nitekim İslam’ın önemli kavramlarından olan “ihsan” ve “itkan”, insanın işini en iyi, en sağlam ve en güzel şekilde yapmasını ifade eder. Dünya hayatında insanın Rabbine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı olduğu gibi tabiata karşı da çeşitli sorumlulukları vardır. Bu durum insana, öncelikle tabiatın bir nimet ve emanet olduğu bilinciyle, onu tahrip ve ifsat etmeden hareket etme sorumluluğu yükler. Zira söz konusu sorumluluk ihmal edilip tabiata zarar verecek işler yapıldığında bunun olumsuz sonuçları yine insana dönecektir (er-Rûm, 30/41). Bugün dünya çapında yaygınlık gösteren kuraklık, sel vb. felaketlerin bir sebebi de insanoğlunun tabiata karşı tamahkâr ve hoyratça davranışlar sergilemesidir. İnsan, tabiatla ilişkisinde Allah’ın evrene yerleştirdiği kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir. Aklı, iradesi, inancı, vicdanı ve başka hiçbir canlıda bulunmayan kabiliyetleri, insanoğlunu her konuda olduğu gibi tabiatla ilişkisinde de sorumlu kılmaktadır. İnsanın bu bilinçle hareket etmesi ve gücünün yettiği hususlarda üzerine düşeni hakkıyla yaparak gerekli tedbirleri alması Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla afetleri ve meydana gelen acı neticelerini, insan irade ve sorumluluğunu yok sayarak tamamen kadere yüklemek doğru değildir. Hiçbir acının, hüznün ve meşakkatin olmadığı tek yer, ebedi mutluluk yurdu olan cennettir. Bu bakımdan dünyanın, insanın hiç üzülmediği, yorulmadığı, problemlerle karşılaşmadığı, sadece iyilik ve güzelliklerle dolu bir yer olduğu düşüncesi hayatın gerçekliğine uygun değildir. Nitekim insanoğlu tabiatın doğal işleyişinden kaynaklanan birtakım afet ve sıkıntılarla karşılaşabileceği gibi kendi ihmal ve hatalarının acı neticeleriyle de yüzleşmek durumunda kalabilmektedir. İnsanoğlu dünyada ebedi hayatına hazırlanacağı bir imtihan sürecindedir. İnsanın bilme ve irade etme özgürlüğü gibi kabiliyetlerine binaen muhatap olduğu bu süreç, aynı zamanda, ona anlamlı bir hayat sürdürme imkânı sunmaktadır. İnsan yaşadıklarını doğru değerlendirerek başına gelen hadiselerden ibret almalıdır. Doğal afetlere maruz kaldığında da dersler çıkarmalı, sorumluluklarını hatırlamalı, maddi ve manevi alanda yapması gerekenlere yönelmelidir. İnsan, bir arada yaşamanın gereği olarak başkaları tarafından yapılan hataların sonuçlarıyla da karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durum karşısında sergilediği tavır biçiminden sorumludur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Hanginizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (el-Mülk, 67/2); “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi hem iyi hem de kötü durumlarla deneriz; sonunda bize döneceksiniz.” (el-Enbiyâ, 21/35). Dünya imtihanında başarılı olabilmenin yolu, afet ve musibetler karşısında serinkanlı tutum ve davranışlar sergilemekten geçer. Başına gelen sıkıntı ve ıstıraplara sabredip en güzel şekilde mücadele edenler, âhirette büyük bir mükâfata, ebedi bir huzur ve refaha kavuşacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (ez-Zümer, 39/10) buyurulur. Ancak musibetler karşısında sabretmek, hiçbir şey yapmadan sadece beklemek ve sıkıntılara çaresizce katlanmak değildir. Aksine sabırlı davranmak, başa gelen olay karşısında metanet göstermek ve isyana düşmeden olumsuz neticeleri gidermek için azim ve kararlılık göstermektir. Bu gibi durumlarda yapılacak en önemli ve öncelikli şey, afetlerden zarar gören insanların maddi ve manevi yaralarının sarılması ve acılarının hafifletilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesidir. Müslümanın başına gelen hadiseler karşısında metanet ve sabır göstermesi, ebedi nimetlere kavuşmasının da vesilesidir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) “Müminin durumu ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Bir güzellik kendisine verildiğinde şükreder; bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64 [2999]) buyurmuştur. Yüce Allah’ın kullarına karşı rahmet ve merhameti sınırsızdır. Bu bakımdan Müslüman, başına gelen afet ve hastalık gibi zor ve sıkıntılı hadiselerin Allah’ın rahmetiyle karşılık bulacağını bilmelidir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle kullarını sınayacağını haber verirken, bu süreçleri Allah’a yönelerek sabır ve teslimiyetle karşılayanları şöyle müjdelemektedir: “İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir” (el-Bakara, 2/155). Aynı şekilde Hz. Peygamber, (s.a.s.), mümini inciten ve kendisine sıkıntı veren her hadisenin onun arınmasına ve âhiretteki derecesinin yükselmesine vesile olacağını haber vermiştir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Allah Resûlü (s.a.s.) ayrıca, afetlerde hayatını kaybeden müminlerin şehit hükmünde olduğunu müjdelemektedir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Bütün bunların yanında zor zamanlarda dua, niyaz ve yakarışlarla manevi duyguları güçlendirmek ve geleceğe dair umudu korumak büyük önem taşımaktadır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” (el-Bakara, 2/186) buyurarak her durumda kullarını kendisine yönelmeye davet etmektedir. Zira dua insanı teskin ederek maneviyatını besler, zorluklar karşısında dayanıklılığını artırır ve onun Allah katındaki değerini yüceltir. Sonuç olarak müminlere düşen görev, zor zamanları sabır ve metanetle karşılamak, dünyanın neresinde olursa olsun afet ve musibetlere maruz kalanlara yardım etmek için seferber olmak, afetlerin ortaya çıkardığı acıları azaltıp yaraları sarmaya gayret etmek ve bir daha bu tür afetlere maruz kalmamak için beşeri planda atılması gereken adımları atarak elden gelen her türlü tedbiri almaktır." Din/İslam ve Şeriat Arasındaki İlişki,"Bir takım medya organlarında zaman zaman din, İslam ve şeriat gibi kavramlar çerçevesinde gelişigüzel beyanlarda bulunulduğu ve tartışmalar yapıldığı dikkat çekmektedir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki söz konusu kavramların ilmi gerçeklikten ve metodolojiden yoksun, özensiz ve tutarsız bir dille ve ideolojik, politik ve popülist bir yaklaşımla ele alınması vahim hatalara, kafa karışıklığına ve ciddi olumsuz algılara sebep olmaktadır. Bu itibarla söz konusu hususlarda konuşan ve bilgi paylaşanların hakikatlere bağlı kalarak sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Din İşleri Yüksek Kurulumuza gelen yoğun açıklama taleplerinden ve sorulardan hareketle İslam’ın temel kaynaklarında, kadim medeniyetimizin muhalled eserlerinde ve başta TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere Başkanlığımız yayınlarında ve konuyla ilgili akademik çalışmalarda açık, net ve kapsamlı olarak izah edilen “Din/İslam” ve “şeriat” kavramları ve bu ikisi arasındaki ilişki hususunda aşağıdaki özet açıklamanın yapılmasında fayda mülahaza edilmiştir; Allah katında Din İslam’dır. (Âl-i İmrân, 19) Dinî terminolojide Din/İslam ve şeriat kelimeleri zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi dinin farklı boyut ve içeriklerini ifade etmek üzere özel anlamlarda da kullanılmaktadır. Zira dinî edebiyatımızda ve ilmî kaynaklarımızda “din”, “millet” ve “şeriat” kelimeleri aynı mahiyeti farklı bakış açılarına göre ifade etmektedir. Buna göre, Allah’ın peygamberleri ile gönderdiği bilgi ve talimatların bütününe; bunlara iman ve itaat edilmesi gerekli bulunduğu için “din”, insanları belli bir çerçeve içinde toplaması itibariyle “millet”, bireysel davranışlarda ve toplumsal hayatın seyrinde izlenecek yol olması bakımından ise “şeriat” denilmiştir. Genel anlamda “ed-Din”, insan hayatını düzenleyen ilahî buyrukların tamamı ve bunların oluşturduğu ilahî nizamın adıdır. Bu ilahî nizam insanı ve onun hayatını bir bütün olarak ele aldığından, insanın Yüce Allah’ın rızasına uygun sorumlu ve mutlu bir hayat yaşaması için gerekli olan bütün hükümler bu dinin içerisinde yer almaktadır. Dinî hükümler sabit/değişime kapalı olan ve zaman ve şartlara bağlı olarak değişime açık olan hükümler olmak üzere iki kısımdır. Buna göre hükümlerin bir kısmı evrensel ve değişmez karakter taşırken diğer bir kısmı, yetkin âlimler tarafından usulüne uygun yapılacak yorumlara (içtihatlara) ve toplumların hayatlarına şekil vermeleri bakımından genel olarak değişime açıktır. İslam bilginleri öteden beri “ed-Din” dediklerinde belirtilen her iki hükmü beraber kastetmişlerdir. Ancak anlamayı kolaylaştırmak ve dinin hangi hükümlerinin evrensel ve sabit hangilerinin içtihada açık olduğunu ifade etmek için “ed-Din” içerisindeki hükümleri kategorize etme yoluna gitmişlerdir. Bunun için bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği ortak ve değişmez hususlar dinin sabit ve içtihada kapalı hükümlerini oluştururlar ve dar anlamda din denildiğinde bu hükümler kastedilir. Buna göre de din, tartışmasız olarak her zaman kutsalı ve ilahî olanı hatıra getirir. Şeriat ise geniş anlamda dinin tamamını ifade etmek için kullanılmasının yanı sıra dinin sosyal, hukukî, iktisadi ve siyasi alana dair özel hükümlerini ifade etmek için de kullanılır. Dar anlamda din değişmez hükümleri simgelerken, şeriat temel prensipler ile farz ve haram hükümler dışında kalan toplumdan topluma, çağdan çağa, gelişen ve değişen şartlara göre gerektiğinde içtihat kurallarına göre yorumlanıp değişmeye açık olan ya da olması gereken hükümleri de ifade eder. İslam Dininin temel hedefi, insanları var oluş amaçlarına uygun bir şekilde ahiret hayatına hazırlayarak ebedi kurtuluşu sağlamak; dünyada adil, insana yaraşır bir düzen tesis ederek insanların ve toplumların maslahatlarını temin etmektir. Bu hedef, “mefsedetleri defetme ve maslahatları sağlama” şeklinde özetlenebilir. Çünkü dinin ruhunda insanı hem madden hem de manen kuşatan erdemleri tahakkuk ettirmek vardır. Yani İslam, insan ve toplum yararına ne varsa onu öngörür; bunların zararına olan bütün hususları da yasaklar ve ortadan kaldırmaya çalışır. Dinin belirtilen amaçlarının gerçekleşmesi sadece inanç, ibadet ve ahlak esasları ile mümkün olmaz. Bu sebeple bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanlara sadece inanç, ibadet ve ahlak esaslarını öğretmekle yetinmemiş, sosyal hayatı düzenleyen hükümler de getirmiştir. Batılı düşünür ve felsefeciler dini, “tanrı-insan arasındaki ilişkileri düzenleyen sistem” diye tanımlarken, İslam bilginlerinin dine yükledikleri anlamda daima Allah-insan, Allah-toplum ve insan-insan ilişkileri vurgulanmıştır. Din olarak İslam, insanlar arası ilişkileri düzenlemeyi de kapsamına almıştır. Bir kutsal kitap olan Kur’ân’ın, inanç ve ahlak konuları yanında hukukî düzenleme getiren âyetleri de içermesinin temel sebebi budur. Her ne kadar insanlar toplumsal düzeni sağlamak için aklî yöntemleri ve tecrübelerini kullanarak birtakım kurallar oluşturabilirlerse de, İlahî iradenin dinin bazı temel noktaları ortaya koyması zorunluluk arz eder. Zira akıl ve tecrübeye dayalı hukuk kuralı oluşturanların yaptıkları düzenlemelerin ilahî iradeye uygun olup olmadığı ancak söz konusu İlâhî iradenin o konudaki temel prensiplerinin bilinmesi ile mümkün olur. Bu sebeple İslam’da din, ahlak ve hukuk bağımsız parçalı yapılar değildir; iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan bir mahiyete sahiptir. Çünkü bunlar birbirinden ayrıldığı zaman gerçek fonksiyonlarını icra edemezler. Şunu da ifade etmek gerekir ki, İslam dininin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’de yer alan hükümler, dinin bir hükmünü oluşturma veya dinen bağlayıcılık özelliği taşıma açılarından farklılık arz etmezler. Buna göre “Allah’a, Resulüne ve âhiret gününe iman ediniz”, “namaz kılınız, zekât veriniz” hükmü ile “zinaya yaklaşmayınız”, “yetimlerin mallarını yemeyiniz”, “faiz yemeyiniz” hükmü arasında dinin hükmü ve dinen bağlayıcı olmaları bakımından bir fark yoktur. Bunlar ister “din” isterse “şeriat” kavramı ile ifade edilsin sonuç değişmez. Zira namaz, zekât ve oruç gibi farzlara dinin hükmü derken, faiz, kumar, içki, zina gibi haramların dinin hükmü olmadığını söylemek, tutarlı olmadığı gibi mümkün de değildir. Dinin ayakta durması, payidar olması ve insanlığın ebedi kurtuluşuna vesile olması da ancak din-ahlak ve hukuk kuralları arasında kurulacak dengeli bütünlük ilişkisi ile mümkündür. Bu sebeple Dinin/İslam’ın içerisinden şeriatı çıkarmak ve dini dar bir alana hapsetmek, İslam ilim geleneğiyle bağdaşmayan, metodolojik temelden yoksun keyfi bir söylemden ibarettir. Kur’ân’ın bireysel ve sosyal hayata yönelik normlar ortaya koyan, hüküm getiren ayetlerini yok saymak, reddetmek ya da geçmişte kaldığını ve yaşanan zamana hitap edemeyeceğini iddia etmek, büyük bir cehalet örneğidir; ayrıca itikadî buhran ve savrulmanın açık bir göstergesidir. Tamamen ilmi zeminlerde ortamlarda konuşulması gereken konuların, kavramları bağlamlarından kopararak, ideolojik, politik ve popülist tutumlar bağlamında tartışılması, insanımızın iman, ahlak ve dinî hayatına olumlu bir katkı sağlamayacağı gibi maşeri vicdanında da karşılık bulması mümkün değildir." Gayp Bilgisi ve Cefr,"Akıl ve duyularla bilinemeyen veya o anda muttali olunamayan her şey anlamındaki gayb, sadece Yüce Allah’ın bildiği bir alandır. Allah tarafından kendilerine bilgi verilen peygamberler dışında, hiçbir insan gelecekten haber veremez. Her türlü fal, kehânet, vb. bâtıl yollara başvurarak, olayların iç yüzlerini öğrendiği iddiasında bulunmak veya gelecekte neler olacağını kesin bir dille söylemek, İslam’a uygun bir tutum değildir. Gizli ilimler bildiğini ve gayptan haber verdiğini iddia edenlere kulak vererek onların dediklerini tasdik etmek, iman ile bağdaşmaz. Harflerin ve sayıların özel sırlar taşıdığı yönündeki mesnetsiz bir inanca dayanarak gelecek hakkında bilgi verdiği iddia edilen cefr de asılsız ve bâtıl bir yöntemdir." "Evli bir kadın, kocasının iznini almadan veya yanında mahremi olmadan hac veya umreye gidebilir mi?","Dinimizde farz olan ibadetler, gerekli şartları taşıyan kadın-erkek herkesin yapması gereken bireysel ibadetlerdir. Bu ibadetleri yapması için eşlerin birbirlerine engel olması caiz değildir. Bununla birlikte Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre, haccın farz olması için gidip gelinceye kadar yeterli maddî imkânın yanı sıra, kadının yanında bir mahreminin de bulunması gerekir (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 2/419; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/230). Şâfiîlere göre üç veya daha fazla güvenilir kadın, yanlarında eş veya mahremleri olmasa da hacca gidebilir. Mâlikî mezhebine göre ise bir kadın, güvenilir bir grup içerisinde olması hâlinde tek başına hacca gidebilir. Ancak kadınlardan oluşan bir grup içinde olması tavsiye edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 2/216; Desûkî, Hâşiye, 2/9-10). Bu itibarla, Hanefî mezhebine göre, evli bir kadının kendisiyle birlikte gideceği bir mahremi yoksa hacca gitmesi uygun değildir. Ancak kocasının iznini ve rızasını alan bir kadın, güvenilir bir hac organizasyonuyla Şâfiî ve Mâlikî mezheplerini taklit edip mahremsiz olarak hacca gidebilir. Haccın gerekli şartlarını taşıyıp yanında bir mahremi olan kadının farz olan hacca gitmesine eşi engel olamaz. Buna hakkı yoktur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/231). Umre farz olmadığı için yanında mahremi olsa bile kocasının izni olmadan bir kadın umreye gidemez." "Menopoza geçiş ve menopoz dönemindeki kadından gelen kanamalar, hac veya umre görevlerinin yerine getirilmesine engel olur mu?","Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Buna göre, henüz menopoza girmemiş bir kadın, hac ve umre sırasında kanama gördüğünde âdet hükümlerine göre amel eder. Menopoza girmiş bir kadından gelen ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Bu durumda olan kadının bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanı mı yoksa özür kanı mı olduğunu tespit ettirmesi uygun olacaktır." "Bir kadın, âdetli veya lohusa olduğu için ihrama girmeden mîkâtı geçip Mekke’ye girerse ne yapmalıdır?","Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkât yerinden ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac veya umre vazifelerinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, bulunduğu yerden ihrama girer ve bu davranışı sebebiyle ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-15). Âdetli veya lohusa olmak, ihrama girmeye engel değildir. Dolayısıyla bu hâlde olan bir kadının mîkât sınırlarını geçmeden, ihram namazı kılmaksızın niyet ve telbiye getirmek suretiyle ihrama girmesi gerekir. Âdetli bir kadın, tavaf dışındaki bütün hac vazifelerinde diğer hacıların bağlı olduğu hükümlere tabidir (Buhârî, Hayız, 1 [294]; Müslim, Hac, 119-120 [1211])." "Temettu haccına niyet eden bir kadın, özel hâli sebebiyle umresini yapamazsa, doğrudan Arafat’a çıkabilir mi?","Hanefî mezhebine göre, temettu haccı yapmak üzere umre ihramına girdikten sonra âdet gördüğü için umre tavafını yapamayan ve Arafat’a çıkma zamanına kadar temizlenemeyen kadın, saçını kesmeden umresini kalben iptal eder ve yeni bir niyet ve telbiye (ihrama girenlerin lebbeyk şeklinde başlayan zikir cümlelerini söylemesi) ile hac için ihrama girerek Arafat’a çıkar. Bu şekilde hareket eden kadın, ifrad haccı yapmış olduğu için şükür kurbanı kesmesi gerekmez. İptal ettiği umreyi haccını tamamladıktan sonra kaza eder. Bundan dolayı da ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban edilmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/160-161). Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Veda Haccı’nda Hz. Âişe (r.a.) Mekke’ye vardıktan sonra umreyi yapmadan âdet olmuştu. Hac zamanına kadar da temizlenemeyeceği için Hz. Peygamber ona, umre ihramını iptal etmesini ve Arafat’a çıkılacağında hac için ihrama girmesini söyledi. Hz. Âişe’ye hacdan sonra yapamadığı umreyi kaza ettirip bir de kurban kestirdi (Buhârî, Hayız, 1, 15 [294, 316]; Müslim, Hac, 111-120 [1211]). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, bu durumdaki bir kadın, umresini iptal etmez, kıran haccına niyet eder ve vakfesini yapmak üzere Arafat’a gider. Arafat dönüşünde hac ve umre niyetiyle bir tavaf ve bir sa’y yapar. Ayrıca kıran haccı için kurban keser (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/170-171)." "Âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın, Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp ihramdan çıkabilir mi?","Arafat ve Müzdelife’de vakfe yapmak, şeytan taşlamak ve ihramdan çıkmak için hadesten taharet şartı aranmaz. Buna göre, âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp saçını keserek ihramdan çıkabilir." "Âdet geciktirici hap kullandığı hâlde yine de leke gören bir kadın namaz, oruç ve tavaf gibi ibadetleri yapabilir mi?","Âdet görme çağındaki kadınlardan gelen kanamalar kan renginde olmayıp bulanık olsa bile, tercih edilen görüşe göre, ister âdet günlerinin başında ister sonunda olsun, âdet kanından sayılır. Kadınların âdet günleri Hanefî mezhebine göre en az üç, en çok on gündür. İki âdet arasındaki temizlik süresi ise en az on beş gündür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Âdet geciktirici ilaçlar her zaman etkili olmayabilir. Dolayısıyla ilaç kullanılmasına rağmen âdet görmek mümkündür. Buna göre bir kadın, âdet geciktirici ilaç kullandığı hâlde, bu ilaç tesirsiz kalmış ve bir önceki âdetinin bitiminden itibaren on beş gün geçtikten sonra âdet kanı renginde bir kanama gelmiş ve bu kanama en az üç gün devam etmişse âdetli sayılır. Bu durumda namaz kılınamaz, oruç tutulamaz ve umre veya ziyaret tavafı yapılamaz. Ancak söz konusu kanama on günden fazla devam etmişse mutat olan âdetinden sonrası istihâze (özür) sayılacağından kılmadığı namazlarını ve tutamadığı oruçlarını kaza eder, şâyet tavaf yapmışsa bu tavafı geçerli olur. Diğer yandan, uzmanların ifadesine göre, bu tarz ilaçların yan etkisi olarak bazen âdet dönemi dışında âdet kanaması niteliğinde olmayan lekeler görülebilmektedir. Bu durumda söz konusu lekelenmeler fıkhen istihâze (özür) hükmünde kabul edilip buna göre hareket edilir. Özür kanı gören bir kadın ise namazını kılar, orucunu tutar. Şu kadar var ki, kadınların âdet görmesi sağlıklı olduklarını gösteren doğal bir durumdur. Dolayısıyla herhangi bir zaruret olmadıkça ibadet gerekçesiyle de olsa bu doğallığa müdahale edilmemelidir." "Âdetli ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp, saçını keserek ihramdan çıkan kadının ne yapması gerekir?","Hadesten taharet tavafın vacibi olduğu için (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129), âdet ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan kadının, bir dem; küçükbaş kurban etmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise hadesten taharet tavafın geçerlilik şartıdır. Bu nedenle âdetli olarak yapılan tavaf ve sa’y geçerli olmaz. Dolayısıyla bu durumdaki kadının temizlendikten sonra tavaf ve sa’yi yeniden yapması gerekir. Ayrıca ihramdan çıkma vakti gelmeden saçını kestiği için ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban etmesi veya üç gün oruç tutması ya da altı fitre miktarı sadaka vermesi gerekir." Normal âdeti bittiği hâlde âdetin azami süresi bitmeden hac veya umre vazifesini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan bir kadın daha sonra leke görürse ne yapması gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, normal (mutat) âdet süresi geçmesine rağmen görülen lekeler, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde kalırsa âdetten sayılır. Dolayısıyla âdetinin bittiği kanaatiyle hac veya umre vazifelerini yapan kadının, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde leke görmesi hâlinde tavafın vaciplerinden olan temizlik şartına uymamış olduğu anlaşılır. Bu durumda ziyaret tavafı yapılmış ise ceza olarak bedene; büyükbaş hayvan, umre tavafı yapılmış ise dem; küçükbaş hayvan kurban edilir. Ancak temizlendikten sonra tavaf iade edilirse cezalar düşer. Eğer söz konusu lekeler âdetin azami süresi olan on günden sonra da devam ederse bu takdirde, normal âdet süresinden sonra gelen kanama/lekeler, istihâze (özür) sayılır. İstihâze hâlinde yapıldığı anlaşılan tavaf geçerli olur. Bazı Mâlikî fakihler ise mutat âdet kanaması kesildiği kanaatiyle gusül alındıktan sonra gelen birkaç damla kan/lekenin sadece namaz abdestini bozacağı görüşündedir (Karâfî, ez-Zahîre, 1/381-382; Mevvâk, et-Tâc, 1/540). Yine Hanbelî fakihlerin bir kısmına göre lekelerin âdetten sayılabilmesi için âdet kanamasına bitişik olması gerekir (İbn Müflih, el-Mübdi‘, 1/254). Nitekim bu tür kanama/lekelerin âdetten sayılmayacağına dair Hz. Âişe ve Hz. Ali’den birtakım rivâyetler de bulunmaktadır (bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 115 [307]; İbn Mâce, Tahâret, 127 [647]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 1/302 [1161]). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir." Âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kadın bu hâliyle ziyaret veya umre tavafını yapabilir mi?,"Âdetliyken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra âdet görmeye başlayan kadınlar, tavaf dışında haccın bütün vazifelerini yerine getirebilirler. Ancak tavaf edemezler. Çünkü Resûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’ye, “Bu, Allah Teâlâ’nın, Hz. Âdem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak (âdet gördüğün sürece) Kâbe’yi tavaf etme.” (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]) buyurmuştur. Henüz ziyaret veya umre tavafını yapmadan âdet gören bir kadının öncelikle yapması gereken, temizleninceye kadar Mekke’de kalıp, temizlendikten sonra tavafını yapmasıdır. Bu durumda ziyaret tavafını bayram günlerinden sonraya tehir etmesi bir ceza gerektirmez. Âdeti bitene kadar Mekke’de kalma imkânı olmayan kadınlar ise Hanefî mezhebine göre tavafta taharet farz olmayıp vacip olduğu için âdetli olarak ziyaret veya umre tavafını yapar, ancak ceza olarak ziyaret tavafı için bir büyükbaş hayvan (bedene); umre tavafı için bir küçükbaş hayvan (dem) kurban ederler. İmkân bulunca bu tavaf iade edilirse ceza da düşer (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129; İbn Nüceym, Bahru'r-râik, 3/24). Şâfiî mezhebine göre bir kadının âdetli iken yapacağı tavaf hiçbir şekilde geçerli değildir. Bu durumdaki bir kadının, tavafını temizlendikten sonra yerine getirmesi gerekir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/14, 17). Mâlikî ve Hanbelî mezhebine ait bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, âdetli kadının temizleninceye kadar Mekke’de kalma imkânı yoksa âdet sırasındaki kanamanın kesilip, kanın gelmediği temizlik zamanını gözler; bu ara zamanda guslederek tavafını yapar. Bundan dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/119-120; İlîş, Minahu’l-celîl, 1/170-171; Desûkî, Hâşiye, 1/170-171; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/226, 257, 260). Ahmed b. Hanbel'e nispet edilen bir görüşe göre âdet döneminin sonuna kadar Mekke'de kalma imkânı olmayan bir kadının âdetli olarak yaptığı tavaf geçerli olur ve zaruret meydana geldiği için ceza gerekmez (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kübra, 1/465). İhtiyaca göre bu görüşlerden biri ile amel edilebilir." Kafilesi Mekke’den ayrılacak olan bir kadının âdet hâli sebebiyle “veda tavafı” yapamaması durumunda ceza gerekir mi?,"Âdet veya lohusa hâlindeki kadınların veda tavafı yapmaları vacip değildir. Veda tavafı yapmadan Mekke’den ayrılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/156). Bu durumda olduğu için veda tavafını yapamayan bir kadına hiçbir şey gerekmez." Âdet görmesi gecikmiş kızlar ne zaman mükellef olurlar?,"Dinî hükümlerle mükellef olma, ergen olmakla başlar. Kızlar âdet görmekle büluğa ermiş yani ergen sayılırlar. 15 yaşına kadar ergenliğe ulaşmamış bir kız, 15 yaşını bitirdiği tarihten itibaren hükmen ergen ve mükellef sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/95; Tahtâvî, Hâşiye, 108; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/408)." Kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde yapamayacakları şeyler nelerdir?,"Âdet veya lohusalık hâlindeki kadınlar için bazı özel hükümler vardır. Bu dönemlerinde bulunan kadınlar; a) Cinsel ilişkide bulunamazlar. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de “Sana kadınların âdet dönemi hakkında soru soruyorlar. De ki: O sıkıntılı bir hâldir. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın…” (el-Bakara, 2/222) buyrulmaktadır. Dolayısıyla kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. b) Namaz kılamaz ve oruç tutamazlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu durumdaki kadınların oruç tutmayacaklarını ve namaz kılmayacaklarını bildirmiştir (Buhârî, Hayız, 6 [304]). Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları konusunda sahabenin ittifakı vardır. Bu konuda müctehidler de görüş birliği içindedir. Bu hâllerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmez, tutulmayan Ramazan oruçları ise kaza edilir. Hz. Âişe, âdet hâlinde kılınamayan namazların kaza edilip edilemeyeceğini soran bir kadına “Resûlullah zamanında âdet döneminden sonra bize oruçları kaza etmemiz emredilir, namazları kaza etmemiz ise emredilmezdi.” (Müslim, Hayız, 67-69 [335]; bkz. Buhârî, Hayız, 20 [321]) cevabını vermiştir. c) Kâbe’yi tavaf edemezler. Hz. Peygamber (s.a.s.), âdet hâli sebebi ile hac yapamayacağından endişe ederek ağlayan Hz. Âişe’ye “Kâbe’yi tavaf etmek dışında, haccedenlerin yaptığı her şeyi yap.” (Buhârî, Hayız, 1 [294]) buyurmuştur. d) Gerekmedikçe cami ve mescitlere giremezler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). e) Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmaları ve onu okumaları konusunda ise İslâm bilginleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır." Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm’e dokunabilir mi?,"Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile Mâlikî mezhebindeki ağırlıklı görüşe göre, âdet, lohusalık veya cünüp hâlindeki kimselerin Mushaf’a dokunmaları caiz değildir. Bu konuda genel olarak “O, elbette değerli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmedir.” (el-Vâkıa, 56/77-80) âyetleri ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Amr b. Hazm’a yazdığı mektuptaki “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmaz.” (Muvatta’, Kur’ân, 1) ve “Cünüp kimse ve âdetli kadın Mushaf’tan hiçbir şeye dokunamaz.” (Serahsî, el-Mebsût, 3/152) rivâyetleri delil olarak kullanılmıştır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; Mâverdî, el-Hâvî, 1/384; Râfiî, el-‘Azîz, 1/293; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106, el-Kâfî, 1/135; Karâfî, ez-Zehîra, 1/378)." Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm okuyabilir mi?,"Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre tıpkı cünüp gibi âdetli veya lohusa kadın da Kur’ân okuyamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âdetli kadın ve cünüp olan kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizî, Tahâret, 98 [131]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [595-596]) buyurmuştur. Hz. Ali de “Resûlullah’ı Kur’ân okumaktan cünüplük hâli dışında hiçbir şey alıkoymazdı.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 88 [229]; Nesâî, Tahâret, 171 [266]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [594]) demiştir. Farklı bir lafızla gelen rivâyete göre ise Hz. Ali’nin “Resûlullah cünüp olmadıkça bize Kur’ân okurdu.” (Tirmizî, Tahâret, 111 [146]) dediği rivâyet edilmiştir. Bu genel yaklaşımın yanında söz konusu üç mezhep içinde bazı ayrıntılı ictihadlar da bulunmaktadır. Hanefî ve Şâfiîler, dua ve zikir kastıyla dua anlamı içeren âyetlerin cünüp, âdet ya da lohusalık hâlinde okunabileceğini; Şâfiîler dili oynatmadan ve telaffuz etmeden Mushaf’ın yüzüne bakarak kalben veya zihnen süzülebileceğini; Hanbelîler ise Kur’ân okuma kastı olmadan besmele, hamdele vb. zikirlerin okunabileceğini söylemişlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 3/152; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290). Mâlikî mezhebinde ise farklı iki görüş bulunmaktadır (İbnü’l-Cellab, et-Tefrî‘, 1/39; Karâfî, ez-Zehîra, 1/379). Sonraki bazı Mâlikîler, bu iki görüşten âdet hâlindeki kadının eğitim öğretim amacıyla Mushaf’a dokunabileceği ve Kur’ân-ı Kerîm’i okuyabileceği ictihadını tercih etmişlerdir (Desûkî, Hâşiye, 1/174; Ezherî, Cevâhir, 1/32). Günümüzde Kur’ân eğitim ve öğretiminin aksamadan devam edebilmesi için Mâlikî mezhebinin bu görüşüyle amel edilebilir. Bununla birlikte Kur’ân eğitim ve öğretiminin çok değişik yol ve yöntemleri olduğu için âdet ve lohusalık dönemlerindeki kadınların, okuyan kimselere kulak vererek ya da kayıttan dinleyerek kulak eğitimi almaları ve âyetleri kelime kelime bölerek tashih-i hurufa ağırlık vermeleri de uygulanabilecek bir başka yöntemdir. Bu yöntem, ihtilaftan kaçınmak açısından daha ihtiyatlı olabilir." Adetli veya lohusa kadın camiye girebilir mi?,"İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde camiye girmeleri caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Âdet ve lohusalık hâlleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ben âdetli kadının ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescitte bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 90 [232]; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 2/284 [1327]), “Mescit, âdetli kadına ve cünübe helal değildir.” (İbn Mâce, Tahâret, 126 [645]) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç hâlinde örneğin, camideki bir eşyayı almak için âdetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/107; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Hanefîler de ihtiyaç olması hâlinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescitten geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalmasını caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/38). Hanbelîlerden bir görüşe göre cünüp, âdetli veya lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescitte bulunabilirler (Merdâvî, el-İnsaf, 1/347-348). Zâhirilere göre ise âdetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 1/400-402). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir. Âdetli veya lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşa edilmiş ve içerisinde itikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (bkz. el-Mevsûâtü’l-fıkhiyye, 5/224)." Kadınlar âdetli veya lohusa iken dua edebilirler mi?,"Kadınlar âdet veya lohusalık hâllerinde iken dua edebilirler; zikir ve dua anlamı taşıyan âyet-i kerîmeleri okuyabilirler. Bunun yanında, kelime-i şehâdet, kelime-i tevhid, istiğfar, salavât-ı şerîfe getirebilirler. Tefsir, hadis ve fıkıh eserlerini okuyup inceleyebilirler (bkz. İbn Nüceym, el-Bahr, 1/209-211; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/292-293; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290)." "Âdetli kadınların, cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?","Âdetli olsun veya olmasın kadınların, cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/184; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/117)." Âdet kanaması on günden fazla süren bir kadın ibadetlerini yerine getirmede nasıl hareket etmelidir?,"Her kadının âdet gördüğü gün sayısı eşit değildir. Bu süre Hanefîler'e göre en az üç, en çok on gündür. Düzenli âdet gören bir kadının normal âdet günlerinden sonra kanaması devam ederse bu kanama on günü geçmediği takdirde tamamı âdet hükmündedir. Ancak on günü geçerse önceki normal âdeti esas alınarak devam eden kısmı istihâze (özür) kabul edilir. Bu kanama ikinci ayda da on günü geçerse bu kadının âdeti on gün olarak değişmiş olur. İki âdet arasındaki temizlik dönemi ise en az on beş gündür (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/218; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/133-134). Mesela, mutadı altı gün olan bir kadının daha sonraki ayda altıncı günün bitiminde kanaması devam etse, bu durum on günü aşmadıkça mutat âdeti olan altı güne ilaveten kanamanın devam ettiği günler de âdet döneminden sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/28). Fakat aynı kadının bu altı günün bitiminde kanaması devam eder ve bu süre on günü geçer de mesela on iki güne ulaşırsa, bu kadının mutadı, altı gün olarak kabul edilir. Altı günü on iki güne tamamlayan son altı günlük sürede görülen kan, istihâze (özür) sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Onuncu günden sonra görülen kan, özür kanı olduğu için kadın bu günlerde namazını kılar, orucunu tutar. Düzenli âdet günleri olan altı günden sonra kılmadığı namazları ve tutmadığı oruçları ise kaza eder. Mutat âdet süresinden sonra kanamanın devam etmesi ve bu durumun birden fazla tekrarlaması hâlinde dini hükmün uzman doktorun muayenesinden sonra verilmesi daha uygun olacaktır." Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan bir kadının âdeti nasıl belirlenir?,"Hanefî mezhebine göre üç günden az ve on günden fazla devam eden kanamalar âdet değil, istihâze (özür) olarak kabul edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/26-27; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/201). Şâfiî mezhebine göre ise âdetin asgari süresi bir gün, azami süresi on beş gündür (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/278). Kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının verdiği bilgiye göre; nadiren de olsa kimi kadınların düzenli olarak üç günden az veya on günden fazla kanaması olabilmektedir. Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan kadınların tıbbi muayenenin de bunu desteklemesi hâlinde üç günden az ve on beş güne kadar olan kanamalarını âdet olarak kabul etmeleri uygun olur." Cünüp iken âdet olan bir kadının ayrıca gusletmesi gerekir mi?,"Cünüp olup da henüz gusletmeden önce âdet görmeye başlayan bir kadının hemen gusletmesi şart değildir, guslü âdetinin bitimine kadar geciktirebilir (Haddad, el-Cevhera, 1/31-32; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/63). Ancak bu durumdaki kadınların gusül abdesti alması uygun olur." Kadınlardan gelen beyaz ve kokusuz akıntı abdesti bozar mı?,"Aralarında Ebû Hanîfe’nin de bulunduğu İslâm âlimlerinin bir kısmına göre kadından gelen renksiz ve kokusuz akıntı necis olmayıp abdesti de bozmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/166). Nitekim günümüzdeki tıbbi verilere göre sağlıklı her kadından beyaz ve kokusuz bir akıntı (rutûbetü’l-ferc) salgılanması normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Bu akıntı rahimden değil, daha aşağıdan gelmekte, herhangi bir necis madde ile de karışmamaktadır. Bu nedenle temiz kabul edilen akıntı, abdesti bozmadığı gibi bu akıntının çamaşıra bulaşması da namaza engel değildir." Menopoz dönemindeki kanamalarda ibadetler nasıl yerine getirilir?,"Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Menopoz dönemine giren bir kadından gelen kanamalar, âdet değil istihâze (özür) kanaması olarak kabul edilir (Kâsânî, Bedâî’, 3/200). Buna göre, menopoz dönemine girdikten sonra devamlı kanama gören kadın, her namaz vakti için abdest alır, abdest bozan başka bir hâl meydana gelmedikçe, bu abdestle o vakit içerisinde dilediği kadar namaz kılar ve diğer ibadetleri yapar. Namaz vaktinin çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir hâlin meydana gelmesiyle abdesti bozulur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/106-107). Menopoz döneminde görülen kanamanın devamlı olmaması hâlinde ise sadece geldiği anda abdest bozulur." Menopoza geçiş döneminde kanaması olan bir kadın ibadetlerini nasıl yerine getirir?,"Fıkıh kaynaklarında, bir kadının hangi yaşta menopoza gireceği hususu ihtilaflı bir konu olmakla birlikte genel olarak elli beş yaş kabul edilmiş, bu yaşı doldurmadıkça kendisinden gelen kanın âdet olduğu belirtilmiştir. Ancak bu hüküm zamanın tıbbî bilgi ve tecrübelerine dayanmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/516). Menopoz, kadınlarda gebe kalma ve doğurma yetisinin sona ermesiyle âdetten kesilme hâli demektir. Menopoz dönemine geçiş sürecinde âdet düzensizlikleri ve âdet günlerinde değişiklikler meydana gelebilir. Uzmanların belirttiğine göre bir kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise artık menopoza girmiş demektir. Buna göre menopoza geçiş sürecindeki bir kadından gelen kan âdet kanı olarak kabul edilir. Menopoza girmiş bir kadından gelen kan ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla menopoza girdikten sonra görülen kanamalarda özür hükümlerine göre amel edilir. Menopoza geçiş dönemindeki kadının, bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanaması mı yoksa özür mü olduğunu tespit ettirmesi ve ibadetlerini ona göre yapması uygun olur." Dış gebelik sürecinde görülen kanın hükmü nedir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüpüne yerleşmesi durumunda oluşan dış gebelikte, zamanla tüpte gelişen embriyo, bölgedeki damarlardan birinin veya birkaçının yırtılmasına ve kanamaya neden olabilir. Rahim içinden olmayıp damar yırtılmasından kaynaklandığı için dış gebelik esnasında görülen kanama istihâze (özür) sayılır. Özür hâli, kanamanın bir namaz vakti boyunca kesilmeden devam etmesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması durumunda meydana gelir. Böyle bir kadın diğer özür sahipleri gibi her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228])." Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama ibadete engel midir?,"Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama istihâze (özür) hükmünde olup ibadete engel değildir. Dolayısıyla böyle bir kadın, kanaması devam etse bile ibadetlerine hemen başlayabilir. Ancak kanama bir namaz vakti süresince devam edecek olursa kişi özür sahibi olur ve her namaz vakti için yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34-35). Mâlikî mezhebine göre, özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Hamile bir kadından gelen kanın hükmü nedir? Bu esnada ibadet yapılabilir mi?,"Hamile bir kadının gördüğü kanama âdet değil, istihâze kanıdır. İstihâze kanı, vücudun herhangi bir yerinden akan kan hükmündedir. Bu kanın akmasıyla yalnız abdest bozulur, gusül gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29-30). Hamile iken gelen kanamanın süreklilik arz etmesi hâlinde özür hükümleri geçerli olur. Bu durumdaki hamile bir kadın her namaz vaktinin girmesi ile yeni bir abdest alır; başka bir sebeple bozulmadıkça bu abdest o vakit çıkıncaya kadar geçerli olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Boş gebelik sürecinde ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?,"Boş gebelik, döllenmiş yumurtanın rahim içine yerleştikten sonra gebelik kesesinin oluşup fetüsün oluşmadığı ya da oluşan fetüsün gebeliğin erken aşamasında bir nedenle öldüğü ve eriyerek görülmez hâle geldiği gebelik türüdür. Bu tür gebeliklere “anembriyonik gebelik”; halk arasında da “su gebeliği” adı verilir. Boş gebelik belirtileri ile normal gebelik belirtileri aynıdır; gebelik testi pozitif çıkar, gebelik hormonları salgılanır ve kadın âdet görmez. Belli bir süre sonra gebelik ya düşükle sonuçlanır ya da tıbbi müdahale ile sonlandırılır. Buna göre cenin olmasa da cenine ait materyallerin bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla boş gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir." Mol gebelik (üzüm gebeliği) esnasında ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?,"Halk arasında “üzüm gebeliği” olarak bilinen mol gebeliği; fetüsün hiç gelişmediği veya anormal olarak geliştiği, bebek eşini (plasenta) oluşturacak olan hücrelerin de kontrol dışı çoğalarak rahim içine üzüm taneleri şeklinde yayıldığı bir gebelik olup iki türü bulunmaktadır. Çekirdeksiz yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana gelen tam (komplet) mol gebelikte fetüs oluşmazken, yumurta hücresinin iki spermle döllenmesiyle meydana gelen kısmi (parsiyel) mol gebelikte 69 kromozomlu, yaşama ihtimali bulunmayan bir fetüs oluşmaktadır. Her iki türde de plasental yapılardan salgılanan hamilelik hormonu nedeniyle hastada gebelik belirtileri bulunur ve gebeliğin sonlandırılıp rahmin boşaltılması temel tedavi yöntemidir. Buna göre cenin olmasa da ceninle ilgili parça ve oluşumların bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla mol gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir." Lohusalık süresi ne kadardır? Bu sürede yapılamayan ibadetlerin durumu nedir?,"Lohusalık, doğum veya düşük yapan ya da kürtaj olan bir kadının belli bir süre gördüğü kanamadır. Bu durumdaki kadına da lohusa denir. Her kadın için farklı lohusalık süreleri olabilir. Bu, kadınların fiziki bünyelerine, kalıtım ve çevre şartlarına göre değişir. Lohusalık süresinin alt sınırı yoktur. Üst sınır ise Hanefî mezhebine göre kırk; Şâfiî mezhebine göre altmış gündür. Bu üst sınırlar geçtikten sonra görülen kan, lohusalık değil, özür kanıdır. Ayrıca lohusalık günlerindeki kanama bir süre kesilip sonra devam ederse, kanamanın kesildiği günler de lohusalık hâlinden sayılır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/148; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/294). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. Ayrıca âdet ve lohusa olan kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz (Buhârî, Hayız, 6 [304]; Müslim, Hayız, 16, 67-69 [335]) ve Kâbe’yi tavaf edemezler (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde kılamadıkları namazları daha sonra kaza etmezler, ancak tutamadıkları oruçları kaza ederler (Müslim, Hayız, 67-69 [335]). Kırk gün dolmadan lohusalık kanaması kesilen kadın, boy abdesti alır ve ibadetlerini yapmaya başlar." Düşük yapan bir kadından gelen kanın hükmü nedir?,"Hanefî ve Hanbelîlere göre; el, ayak veya parmak gibi uzuvları belirmiş olan bir bebek düşüren kadından gelen kan, lohusalık kanıdır. El ve ayak gibi uzuvları belirmeden meydana gelmiş düşükten sonra görülen kan, istihâze (özür) kanıdır (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/35; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/253). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise her durumdaki düşük, lohusalık sebebidir (Remlî, Nihâyetü’l-muhtac, 1/323; Desûkî, Hâşiye, 1/474). Mezheplerin verdiği bu hükümlerin, rahimden çıkan şeyin cenin olup olmadığı ancak el-ayak gibi uzuvların belirmesiyle anlaşılabildiği zamanlarda verilmiş olduğu dikkate alınmalıdır (bkz. Kâsânî, Bedâi‘, 1/43). Günümüzde ise hangi aşamada olursa olsun düşen şeyin cenin olup olmadığı tespit edilebildiği için buna göre davranmak uygun olacaktır. Bu itibarla organları belli olsun ya da olmasın düşenin cenin olduğu bilindiği durumlarda düşükten sonra görülen kan da lohusalık kabul edilmelidir." Dış gebeliğin sonlandırılmasının ardından görülen kanın hükmü nedir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüplerine, nadiren de rahim ağzı ve karın içi gibi farklı bölgelere yerleşmesine dış gebelik denildiği bilinmektedir. Bugünkü tıbbi imkânlarla birkaç haftalık süre içinde fark edilebilecek olan dış gebelik, anne için hayati risk oluşturduğundan çeşitli tıbbi müdahalelerle sonlandırılır. Normal gebelikte rahim içinde meydana gelen değişiklik dış gebelikte de belli ölçüde gerçekleşir. Dış gebelik ameliyatından sonra rahimden gelen kan, özür değil; lohusalık kanıdır. Dolayısıyla bu durumda olan bir kadın lohusalık hükümlerine tabi olur." Âdet geciktirici ilaç kullanıp kesik kesik leke gören bir kadın âdetli sayılır mı?,"Âdet kanamasına etki eden ilaçların kullanımı her zaman kesin çözüm olmayabilir. Bazen bu ilaçlar kanamayı tamamen kesmeyebilir. Bu nedenle, kullanılan ilaçlara rağmen mutat âdet döneminde gelen kanama, âdet kanaması hükmünde kabul edilmektedir." Âdet döneminden önce başlayan lekelenmenin hükmü nedir?,"Düzenli âdeti olan bir kadının âdet dönemi öncesinde gördüğü lekelenmeler âdet hükmünde kabul edilir ve o andan itibaren âdet günü sona erene kadar âdetli sayılır. Dolayısıyla lekelenmelerin olduğu günlerde de namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz. Ancak on gün geçtiği hâlde kanama devam ediyorsa mutat olan âdetten sonraki kanamalar âdet değil özür kanıdır. Kanaması on günden fazla devam eden bir kadın, “özür sahibi” kimselerin yaptığı şekilde abdest alır ve namazını kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Fıkıh kaynaklarında yer alan genel hüküm bu olmakla birlikte, âdet döneminden önce görülen lekelenmelerin âdet öncesi hormonal değişikliklerden kaynaklandığı bilinir ve doktor kararıyla bunların âdet kanaması olmadığı tespit edilirse, âdet günleri sabit olan kadınların bu günlerinden önce ve sonra görecekleri lekeler, özür kanaması sayılır." Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun delilleri nelerdir?,"Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Yaratıcı’nın kıyamete kadar gelecek bütün insanlara indirdiği son ilahî mesajıdır. O, bu yüce kelâmı indirmiş ve koruyacağını bizatihi şu âyetiyle ifade etmiştir: “Şüphesiz o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hicr, 15/9). Bu ilahî beyan, onun indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun müminler için en büyük güvencesidir. Nitekim bu ilahî muhafazanın bir gereği olarak Kur’ân-ı Kerîm inzâl olmaya başladığında bir taraftan yazılırken diğer taraftan da ezberlenmiş; özellikle namazlarda olmak üzere sürekli okunmuş, ayrıca Müslümanların inanç, ibadet ve sosyal hayatlarına kaynaklık etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ilk indiği andan itibaren Hz. Peygamber ve bazı sahâbîler tarafından tamamen, diğerleri tarafından da kısmen ezberlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde ezberlenerek ve yazılarak nesilden nesile yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayacak şekilde çok kişi tarafından günümüze kadar nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında çeşitli malzemeler üzerine yazılmış olan Kur’ân âyet ve sûreleri onun vefatını müteakip Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde komisyon tarafından bir araya getirilerek bir Mushaf oluşturulmuştur. Hz. Osman döneminde de diğer bir komisyon tarafından bu ilk Mushaf esas alınarak çoğaltılan Kur’ân nüshaları Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Bahreyn ve Yemen’e gönderilmiştir. Bu dönemden sonra Müslümanlar, bu nüshalara göre pek çok Kur’ân nüshası yazmış ve Kur’ân-ı Kerîm hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Elimizde bulunan en eski Kur’ân nüshaları ile günümüzdeki Mushaflar arasında herhangi bir fark bulunmaması da bunu göstermektedir (bkz. Maşalı, “Mushaf”, DİA, 31/242-248)." Cüz dağıtılarak hatim yapılması mümkün müdür? Dağıtılan cüzlerin bir kısmının hatim duasından sonra okunmuş olması hâlinde hatim geçerli midir?,"Kur’ân’ın okunması/tilaveti, sevap kazanılan bir ibadettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân okuyup onunla amel edenlerin gıpta edilecek kimseler olduğunu, okunan Kur’ân’ın her harfine karşılık on sevap verileceğini, okuyanlar için Kur’ân’ın dünyada huzur kaynağı, âhirette de şefaatçi olacağını bildirmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 17 [5020], 20 [5025]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 243, 266, 268; Tirmizî, Kıraat, 12 [2945]; Fezâilü’l-Kur’ân, 16 [2910]; Ebû Dâvûd, Fezâilü’l-Kur’ân, 1 [1452-1456]). Bu ve benzeri tavsiyeleri ve teşvikleri sebebiyle sahabe-i kiram, Kur’ân okuma ve onunla meşgul olmaya son derece önem vermiştir. Ayrıca Peygamber Efendimizin, Kur’ân’ı başından sonuna kadar tertip üzerine okuyarak hatim indirmeyi Allah’ın (c.c.) en çok sevdiği işlerden biri olarak nitelendirmesi (Darimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 33; Tirmizî, Kıraat, 13 [2948]), her yıl ramazan ayında kendisinin Cebrail (a.s.) ile karşılıklı olarak hatim yapması (arza) (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4997-4998]) ve normal zamanlarda da ferdi olarak hatim yapması (Münavî, Feyzu’l-Kadir, 5/188), sahabenin hatim geleneği oluşturmasına dayanak olmuştur (Ebû Dâvûd, Salat, 347). Böylece hatim, asırlar boyunca ümmetin önem verdiği bir gelenek hâlini almıştır. Hatim, Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça metninin başından sonuna kadar yüzünden veya ezbere okunmasıdır. Aslolan, Kur’ân hatmini her ferdin kendisinin yapmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de böyle yapmıştır. Sonraki dönemlerde hem daha kolay hem de teşvik edici olması nedeniyle, birden çok kişi arasında cüz dağıtılarak gerçekleştirilen hatim uygulaması ortaya çıkmış, caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Cüz dağıtma usulü ile yapılan hatimde herkes tek başına hatim yapmış olmayıp (Şeyhü'l-İslâm Yenişehirli Abdullah Efendi, Behcetü’l-fetâvâ, 571) okuyanlardan her biri okuduğu kadar sevap alır. Yapılan hatmin sonunda üç defa İhlas sûresinin okunması ve toplu hatim duası yapılması câiz görüldüğü gibi (Fetâvâ-yı Kadihan, 1/147) herkesin okuduğu kısmın sevabını diğerlerine ve vefat etmiş olan müminlere bağışlaması da caizdir. Dağıtılan cüzler hatim duasından önce okunmaya gayret edilmelidir. Herhangi bir nedenle okunamamışsa cüzler hatim duasından sonra da okunabilir." Satır arası/satır altı yöntemle Kur'ân-ı Kerîm meali yazımı ve basımı caiz midir?,"Satır arası Kur’ân tercümesi, her bir Arapça kelimeyi, altına veya üstüne farklı ya da aynı renklerle başka dilde yazılmış bir kelimeyle karşılama (kelimesi kelimesine) şeklinde oluşturulmuş meal yazım türüdür. Bu meal yazımında her bir kelimenin anlamı, kelimenin hemen altına/üstüne verildiğinden, türü gereği hedef dilin söz dizim (sentaks) kurallarına uygun cümle yapısı ortaya çıkmamaktadır. Satır arası meal yazımı ilk defa X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde gerçekleşmiştir. Bundan yaklaşık bir asır sonra yazılan Türkçe tercüme de bu tarzda yapılmıştır. Beylikler döneminden itibaren satır arası meal yazımı artarak devam etmiştir. Bu tür meal yazımının caiz olup olmama durumu, Mushaf’ın içerisine Mushaf’tan olmayan bir şeyin yazılıp yazılamayacağının cevâzı çerçevesinde ele alınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra Kur’ân-ı Kerîm’e nokta ve hareke konulması hakkında âlimler tarafından farklı görüşler ortaya konulmuştur. Bu bağlamda İmam Mâlik’e dayandırılan bir görüşte onun, eğitim amacıyla Mushaf’a hareke ve nokta gibi bazı işaretlerin konulmasına cevaz verdiği nakledilmiştir (Ebû Amr ed-Dânî, el-Beyân fi ‘addi âyi’l-Kur’ân, 129-130). İmam Gazzâlî de Mushaf’ta nokta ya da yazıların üzerine işaret koymayı veya bazı işaretler ilave etmeyi, Mushaf’ı güzelleştireceği, daha açık hale getireceği, okuyucuları hata ve yanlışlardan koruyabileceği gibi gerekçelerle caiz görmüştür (Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, 1/276). Arapçaya tam anlamıyla vâkıf olamayan Müslümanların, Kur'ân-ı Kerîm’i doğru ve rahat okuyabilmeleri için Mushaf’ta harfleri noktalama ve harekeleme işlemi yapılmıştır. Bu noktalama ve harekelemelerin, Mushaf’a ilave olmadığı kanaati hâkim olmuş ve Mushaflar bu şekilde basılmıştır. Satır arası meal yazımında Arapça metnin altına veya üstüne çevirisinin konulması da Arapça metnin orijinaline bir halel getirmediği gibi Mushaf’a yapılan bir ilave de sayılmayacaktır. Tarihi gelişim sürecinde satır arası meallerdeki temel amaç, Kur'ân Arapçasını öğrenmek ve öğretmek ya da kelime ve terkiplerin manasının anlaşılmasını sağlamak olmuştur. Bu sebeple söz konusu mealler, âyetleri mana bütünlüğü içerisinde değil de kelime kelime tercüme ettiğinden Türkçe söz dizimine uygun cümleler kurulamamakta dolayısıyla bu tarz meallerde Türkçenin ifade gücü tam olarak yansıtılamamaktadır. Bu da âyetin anlamının bütüncül olarak kavranması açısından bir anlama sorunu oluşturabilmektedir. Kur'ân’ı anlama noktasında bu tür meallerden istifade etmek isteyen bir okuyucunun, toplu manayı anlayacak şekilde bir kaynaktan da istifade etmesi uygun olur. Sonuç olarak yetkin kişiler tarafından yapılan satır arası mealin basımında ve Kur'ân Arapçasına vukûfiyet kazanmak için bu tür mealden istifade edilmesinde bir sakınca yoktur. Bununla birlikte bu tarz meal çalışmalarında, sadece kelime meali vermekle yetinilmeyip sayfa kenarında ya da satır altında Türkçe söz dizimine uygun cümlelerle toplu mealin verilmesi daha faydalı olacaktır." Kur’an-ı Kerim’de kaç âyet bulunmaktadır?,"Kur’ân sûrelerini oluşturan başı ve sonu belli olan harf, kelime, cümle veya cümlelere âyet denilmektedir. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) günümüze kadar yazılan bütün Kur’ân-ı Kerîmler aynı olup hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de, hicri ilk asrın ikinci yarısına kadar nokta, hareke ve vakıf (durak) işaretleri bulunmamaktaydı. Daha sonraki süreçte ise Hz. Peygamber’den nakledilen okuyuş esas alınarak harflere noktalama ve harekeleme yapılmış; âyet sonlarına vakıf işaretleri ve âyet numaraları konulmuştur. Sûre başlarındaki besmelenin sûreye dâhil bir âyet olup olmaması, “hurûf-ı mukattaa”nın müstakil bir âyet sayılıp sayılmaması ve az sayıdaki bazı âyetlerin başlangıç ve bitiş yerleri hakkında farklı görüşlerin bulunması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’deki toplam âyet sayısı konusunda 6204, 6214, 6219, 6225, 6236 gibi kısmi görüş farklılıkları olmuştur. Ayrıca hakkında müşahhas bir tespit olmamakla birlikte yaklaşık olarak verilmiş bulunan 6666 sayısı söylem olarak yaygınlık kazanmıştır. Ancak asırlardan beri yazılan Mushaflardaki hâliyle toplam âyet sayısı, 6236’dır. Görüldüğü gibi âyet sayılarının farklı tespiti, yukarıdaki gerekçelerden kaynaklanmakta olup Kur’ân metninde fazlalık veya eksiklik olduğu anlamına gelmemektedir." Kur'ân-ı Kerîm lafzen ve manen Allah kelamıdır.,"Peygamberlerin Allah tarafından elçi olarak seçildiklerinin kanıtı, gösterdikleri mucizelerdir. Son ilahî kitap olan Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini kanıtlayan en büyük mucizedir. Kur'ân mucizesi, kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanlara hitap etmesi ve başka mucizelere ihtiyaç duymaksızın, tebliğ edilen mesajın bizzat kendisiyle muhataplarına meydan okuması bakımından diğer peygamberlerin mucizelerinden ayrılmaktadır. İsrâ suresinde Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer sözü olmayıp bizzat Allah katından indirildiği ve mucize olduğu hususu şu ifadelerle ortaya konulur: “De ki: “Hiç kuşkusuz, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve (bu konuda) birbirlerine destek olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” (el-İsrâ, 17/88) İslâm âlimleri, Kur'ân’ın hangi açılardan mucize olduğunu ele almışlar; onun nazmının, manasının, fesahatinin, geçmiş ve gelecekten haber vermesinin, evrene, evrenin ve insanın yaratılışına dair indiği dönemde hiç kimsenin bilmeye imkânı olmayan bilgiler vermesinin mucize olduğunu ifade etmişlerdir. Kur'ân, geçmiş peygamberlerin hayatlarına ilişkin anlatımlarında, Câhiliye döneminin şiir ve kıssa örneklerinde eşi ve benzeri bulunmayan bir üslup ve anlatım tarzı kullanmıştır. Nitekim Arap dilinin nazım ve üslup özellikleri hakkında asgari düzeyde bilgisi olan insanlar bile Kur'ân metni ile Arap dilinde yazılmış diğer metinler arasındaki farkı hemen görürler. Kur'ân’ın bu eşsiz anlatımının ve diğer hususların birleştiği ortak nokta, onun bir benzerinin getirilemediği ve asla getirilemeyeceğidir. Birçok âyet-i kerîmede Kur'ân’ın Allah (c.c.) tarafından Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla ve Arapça lafızlarla indirildiği açık bir şekilde ifade edilmiştir. “Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 12/2), “Şüphesiz bu Kur'ân âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Ruhulemin indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 26/192-195) âyetleri, konuya ilişkin örneklerden sadece birkaçıdır. (Ayrıca bkz. en-Neml, 27/6; Tâhâ, 20/113; ez-Zuhruf, 43/3 vd.) Ayrıca vahyin nüzulü esnasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vahyedilenleri kaçırırım endişesiyle dilini depreştirerek kendisine gelen vahyi tekrarlamasını konu edinen aşağıdaki âyetlerde Hz. Peygamber’e indirilenin “kıraat/okumak” ile ifade edilmesi lafzın Allah’a aidiyetini açıkça göstermektedir: “Sana onun vahyi bitirilmeden önce Kur'ân’ı okumada acele etme.” (Tâhâ, 20/114) ve “(Resulüm! Vahiy geldiği zaman) onu alelacele almak için (bitmeden) dilini hareket ettirme. Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize aittir. Onu (Cebrail vasıtasıyla sana) okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. Şüphesiz onu açıklamak da bize aittir.” (el-Kıyâmet, 75/16-19). Kur'ân’ın lafzen ve manen vahyedildiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hususta herhangi bir müdahalede bulunamayacağı Kur'ân-ı Kerîm’de açıkça ortaya konulmuştur: “Onlara bir ayet getirmediğin zaman, ‘Sen bir tane yapsaydın ya’ derler. De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan bir toplum için Rabbinizden hakikati gösteren deliller, hidayet rehberi ve rahmettir.” (el-A’râf, 7/203), “Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, âhirette bizim huzurumuza çıkacaklarına inanmayanlar, ‘Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.” (Yunus, 10/15), “Böylece biz onu (Kur’an’ı) bir hüküm kaynağı olarak Arapça indirdik. Eğer sana bu ilim geldikten sonra onların arzularına uyarsan, andolsun ki Allah’ın cezasından seni koruyacak ne bir yardımcın ne de bir koruyucun olacaktır.” (er-Ra’d, 13/37), “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz de buna mani olamazdınız.” (el-Hâkka, 69/44-47). Hiç kuşkusuz Kur'ân’ın özellikleri, onun hem Allah’ın vahyi hem de lafzı ve anlamı itibarıyla Hz. Peygamber’e verilmiş bir mucize olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu özellikleriyle Kur'ân, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde yazı ve ezber yoluyla hem sadırlarda hem satırlarda kayda geçirilerek daha sonraki kuşaklara, naklinde şüphe olmayacak şekilde tevâtüren ulaştırılmıştır. Sonuç olarak, Kur'ân-ı Kerîm’in âyetleri ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamaları Kur'ân’ın, Hz. Peygamber’e lafzı ve manasıyla Allah tarafından vahyedildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Asr-ı saâdetten günümüze kadar İslâm ümmetinin kabulü de bu şekildedir." Kur’ân’da yer alan âyet ve sûrelerin tertibi nasıl yapılmıştır?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) inen âyetlerin, hangi sûrenin neresine konulacağını vahiy kâtiplerine bildirdiğinden dolayı (Ebû Dâvûd, Salât, 124; Tirmizî, Tefsîru’l Kur’ân, 10) Kur’ân’daki âyetlerin tertibinin vahye dayalı (tevkîfî) olduğu hususunda ittifak edilmiştir (Zerkeşî, el-Burhân, 1/353; Süyûtî, el-İtkân, 2/394; Zürkânî, Menâhilu’l-‘İrfân, 1/412). Âyetler, Medine döneminin son yıllarında Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Cebrail (a.s.) arasında Kur’ân’ın baştan sona karşılıklı olarak tilavetinde (mukâbele/arza) ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı namazlarda bu tertip ile okunmuş ve sahabe tarafından da aynı şekilde ezberlenmiştir. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm bu tertip ile Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında bir araya getirilmiş ve Hz. Osman döneminde de çoğaltılmıştır (Zerkeşî, el-Burhân, 1/331). Sûrelerin tertibi konusunda genel kabul, sûre tertibinin de tevkîfî olduğu şeklindedir. Hz. Peygamber'in Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrail ile karşılıklı tilavette bulunduğu (mukâbele/arza), son ramazanda da bu mukâbelenin iki defa tekrar edildiği (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4998]), bu karşılıklı okumalara Zeyd b. Sabit’in şahit olduğu rivâyet edilmektedir (Beğâvî, Şerhü’s-sünne, 4/525). Kur’ân’ın, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanması (cem‘i) ve Hz. Osman zamanında çoğaltılması (istinsah) ile görevli komisyonların başkanlığına Zeyd b. Sabit’in getirilmesinde onun bu yetkinliğinin etkili olduğu söylenebilir. Sahabe döneminde yapılan bu cem’ ve istinsah faaliyetlerinde Kur’ân, elimizdeki mevcut tertibi üzere yazılmış ve çoğaltılmıştır. Bu iki faaliyet neticesinde ortaya çıkan mushafın tertibine sahabe döneminde hiçbir itiraz vaki olmamış ve sahabe bu tertip üzerinde icma etmiştir. Sahabe döneminden günümüze kadar Kur’ân hep aynı tertip üzere yazılmış olup farklı tertipler görülmemiştir." "Eski ve yıpranmış olan Mushaf, meal ve tefsir kitapları ne yapılmalıdır?","Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kelâm olduğu için ona karşı hürmetsizlik anlamına gelecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınılması gerekir. Bu itibarla eski ve yıpranmış olan Mushafların, lafza-ı celâlin (Allah lafzının) veya âyetlerin yazılı olduğu kitapların ve sayfaların imhasında da saygısızlık olarak değerlendirilebilecek davranışlardan uzak durulmalıdır. Hanefî ve Hanbelî âlimler eskimiş, yıpranmış veya okunamayacak hâlde olan Mushafları ya da Allah lafzının ve Kur’ân âyetlerinin yazılı olduğu kâğıtları ve kitapları toprağa gömmek gerektiğini belirtmişlerdir (Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 30; İbn Teymiyye, Mecmu‘u’l-Fetâvâ, 12/599; Buhûtî, Keşşâf, 1/137). Diğer bazı âlimler ise istifade imkânı kalmamış olan Mushafların, Hz. Osman’ın uygulamalarından hareketle Kur'ân'ın hürmetine uygun bir şekilde yakılabileceği görüşündedirler (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 3; Beyhakî, Şu‘abü’l-Îmân, 3/154; Zerkeşî, el-Burhân, 2/106; Süyûtî, el-İtkân, 2258). Bu yöntemlerin yanı sıra günümüzde Mushaflar, Kur'ân-ı Kerîm’in saygınlığına halel gelmeyecek şekilde geri dönüşüme gönderilebilir. Bu itibarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uygun göreceği bir usulle geri dönüşümde değerlendirilmek üzere Mushaflar, cami görevlilerine veya müftülüklere teslim edilebilir." Kur’an-ı Kerim’i yavaş veya hızlı okumanın ölçüsü ne olmalıdır?,"Kur’ân-ı Kerîm’in tilâveti başlı başına bir ibadettir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in tertîl üzere okunmasını istemiştir (el-Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Tertîl ise Kur’ân’ı, anlamını düşünerek, yavaş yavaş, harflerin mahreçlerine ve tecvid kurallarına dikkat ederek okumak anlamına gelir. Bu bağlamda Kırâat âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’in, tilâvetteki hız bakımından üç şekilde okunabileceğini ifade etmişlerdir. Okuyuştaki hızı ilgilendiren bu üç şekil ve özellikleri şunlardır: a) Tahkîk: Kur’ân tilâvetinde her harfin hakkını vermek, medleri gereği kadar (mertebelerine uygun bir şekilde) uzatmak, tutulması gereken yerleri tutarak; hareke, ihfâ, iklâb, ğunne vb. tecvid kurallarına riâyet ederek Kur’ân’ı okumaktır. Kırâatın en yavaş icra edildiği okuyuş şekli olan bu tarzda; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn üç elif, diğer medler ise dört elif uzatılarak okunur. Namazlardan sonra okunan aşr-ı şerifler genellikle bu usulle okunur. b) Hadr: Kur’ân-ı Kerîm’i tecvid kurallarına uymak şartıyla en hızlı okuyuştur. Bu okuyuşta; medd-i tabiî, medd-i munfasıl, medd-i ârız ve medd-i lîn bir elif (medd-i lînde sükûnü lâzım olan yerler iki elif), medd-i muttasıl iki elif ve medd-i lâzım iki-üç elif uzatılarak okunur. Teravih namazlarında genellikle bu usûl uygulanır. c) Tedvîr: Bu usûl, tahkîk ile hadr arasında orta yollu bir okuyuş şeklidir. Tedvîr ile okuyuşta; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn iki elif, medd-i muttasıl, medd-i munfasıl, medd-i ârız üç elif; medd-i lâzım ise dört elif miktarı uzatılarak okunur (bkz. Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri, 176-178; Gülle, Tecvid, 451-454). Hatim ve mukâbelede genellikle bu usûl uygulanır. Bütün okuyuş usullerinde ihfa, iklab ve ğunneli idğamlar, bir harfin okunuşundan çok, iki harfin okunuşundan az yani bir elif miktarına yakın tutularak okunur (bkz. Gülle, Tecvid, 318, 327, 336, 343-344). Bu üç tilavet tarzının dışında bir de caiz olmayan okuma şekli vardır ki buna “hezreme” veya “tahlît” denir. Hadr’dan daha hızlı olan bu okuyuşta, harfler mahrecinden kayar, sıfatlarını kaybeder, harfler ve heceler birbirine karışır (Çetin, “Tilavet” DİA, 41/157; Pakdil, Ta’lim, 35-36). Sonuç olarak okuyucu, sahih olan bu üç tarzdan herhangi birine göre okuyabilir; hatta bir usulle okurken diğer okuyuş usûlüne de geçebilir." Arapça’da ötreli harfin ü veya u seslerinden hangisiyle okunması gerekir?,"Kur’ân-ı Kerîm Arapça indirilmiş olup Arap alfabesiyle yazılmıştır. Arap alfabesinin hepsi sessiz harflerden oluşmaktadır. Harfin seslendirilmesini ise altına veya üstüne konan harekeler/işaretler göstermektedir. Bunlar; üstün (fetha), esre (kesra) ve ötredir (damme). Ötre; kalın okunan harfleri “u” sesiyle, ince okunan harfleri ise “u” ile “ü” arası bir sesle okutur (Pakdil, Ta’lim, 108; Kaya, Elif-bâ, 19). Burada önemli olan, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in kırâatinde hangi harfin nasıl telaffuz edileceğini Kur’ân okumayı iyi bilen (fem-i muhsin) birinin ağzından dinleyerek öğrenmektir." Sesli olarak okunan Kur’an-ı Kerim’i dinlemek zorunlu mudur; böyle bir durumda namaz kılınabilir mi?,"Kur’ân okunduğu zaman Müslümanın onu dinlemesi gerekir. Çünkü “Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A'râf, 7/204) buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm okunurken Müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlerin görüşüne göre Kur’ân okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır. Bazılarına göre yukarıdaki âyet, farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşımaktadır. Bazı âlimlere göre ise âyet, sadece namazda okunan Kur’ân’ı dinlemekle ilgilidir; namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemek ise müstehaptır (Ebussuûd, İrşâd, 3/310). Hanefî mezhebinde ise namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemenin hükmü hakkında iki görüş vardır. Birine göre bu dinleme farz-ı ayn, diğerine göre ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenlere göre, Kur’ân okunan yerde onu dinleyen birileri varsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ayrıca mezhepteki her iki görüşe göre de Kur’ân okunurken, bir mazeret sebebiyle onu dinleyemeyenler sorumlu olmazlar. Özellikle, çarşı ve iş yeri gibi mekânlarda insanlar kendi işleriyle uğraşırken birileri onların yanında Kur’ân okuyorsa, dinlemeyenlerin değil, okuyanın günahkâr olacağı ifade edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Buna göre, başkalarının dinlemesine mani olmadan camide veya başka bir mekânda sesli olarak Kur’ân okunurken bir kenarda namaz kılmakta sakınca yoktur." "Sabah namazı vakti çıktıktan sonra işrak vaktine kadar Kur’an-ı Kerim okumak, zikir ve dua gibi ibadetlerle meşgul olmak mekruh mudur?","Kur’ân okumak bir ibadettir. İbadetlerle ilgili hükümler; tevkîfî olduğundan, yani gerek farz oluş gerekçeleri gerekse uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün olmadığından, Kur’ân ve sünnette haber verilen hükümlere tâbidir. Kur’ân okumanın yasaklandığı bir vakit, âyet ve hadislerde geçmediğinden dolayı, mutlak olarak bir vakitte Kur’ân okumanın yasak olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak kaynaklarda Kur’ân okumanın mekruh olduğu bazı özel durumlardan bahsedilmiştir. Bunlar; a) Namaz kılarken kıyamın dışındaki durumlarda, b) Cemaatle kılınan namazlarda imama uyulması hâlinde, c) Minberde okunan hutbeyi dinlerken, d) Uykulu olup, Kur’ân okumakta zorlanılması durumunda (bkz. Müslim, Salât, 207 [479]; Salâtü’l-müsâfirîn, 223 [787]; Merğinânî, el-Hidâye, 1/56). Hadislerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar oturduğu yerden kalkmadığı (Müslim, Mesâcid, 286-287 [670]) bazı rivâyetlerde bu oturuş esnasında Allah’ı zikrettiği rivâyet edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, 2/293 [1189]). Buna binaen sabah namazından sonra Kur’ân okumak da dâhil olmak üzere zikir ile meşgul olmak mekruh değil, aksine müstehaptır." Kur’ân’ı makamlı okumanın hükmü nedir?,"Kur’ân okumak âyet ve hadislerde üzerinde hassasiyetle durulan ibadetlerdendir. Kur’ân’ı okumak (el-Kehf, 18/27), âyetleri üzerinde düşünmek (Sâd, 38/29) ve öğütlerine sımsıkı tutunmak (Âl-i İmrân, 3/103) yine Kur’ân’ın emridir. Âyet-i kerîmelerde Kur’ân’ın “tertîl” üzere okunması istenmiştir (el- Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Bu nedenle İslâm âlimleri Kur’ân’ın tecvide riâyet ederek tane tane okunmasının gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca bu okuyuş, Kur’ân’ı anlama amacı için en uygun okuma biçimidir (Suyûtî, el-İtkân, 2/638, 674). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde Kur’ân’ı güzel sesle ve teğanni boyutuna ulaşmayan nağmelerle, ilahî kelamın vakarına uygun şekilde okumak teşvik edilmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 19 [5023-5024]; Tevhîd, 32, 52 [7482, 7544]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 232-234 [792-793]). Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu evbâbi’l-vitr, 20 [1468]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 176 [1342]) buyrulmuştur. Dolayısıyla tilâvet esnasında tevcid kurallarına riâyet edilerek makam yapılmasında dinen bir mahzur yoktur." "Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan mukabele dinlemekle hatim yapılmış olur mu?","Kur’ân hatmi, Kur’ân’ın başından sonuna kadar Arapça olarak okunmasıdır. Dolayısıyla bir kimsenin hatim yapmış olması için Kur’ân’ı bizzat tilavet etmesi gerekir. Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan okunan mukâbeleyi takip etmek veya dinlemek de sevaptır." Şifa niyetiyle Kur’ân okumak ve okutmak caiz midir?,"Kişinin bedensel ve ruhsal rahatsızlıklardan ya da manevî sıkıntılardan kurtulması için tıbbi tedavi yöntemlerine başvurması esastır. Bunun yanında kişinin şifa niyetiyle Allah Teâlâ’ya dua etmesi de uygun olur. Bir âyet-i kerîmede Kur’ân’ın müminler için şifa ve rahmet olduğu ifade edilmektedir (el-İsrâ, 17/82). Dolayısıyla âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerde yer alan dualar şifa niyetiyle okunabilir. Rivâyetlerde sahâbenin şifa için Fâtiha sûresini okuduğu ve Resûlullah’ın da bunu onayladığı yer almaktadır (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]). Aslolan, Kur’ân’ı ve diğer duaları kişinin kendisinin okumasıdır. Bunun yanında kişi mümin kardeşinden de şifa için kendisine okumasını isteyebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı şifa vesilesidir. Bunu belli âyetlerle sınırlamak doğru değildir." Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan “rukye” câiz midir?,"Rukye, hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla Kur’ân veya dua okuyup üfleme anlamında bir terimdir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, 2/254.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “rky” md.). Bazı İslâm âlimleri rukyenin caiz olmadığı görüşünde ise de mezhep imamlarının da içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğu, konu ile ilgili bazı hadisleri delil göstererek, şirke ve istismara götürmemek şartıyla fayda ve zararın rukyeden değil de Allah’tan olduğuna inanılarak yapılan rukyede bir sakınca bulunmadığını belirtmişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/206-208 [5741, 5743]; İbnü’l-Kayyım, et-Tıbbü’n-nebevî, 136-144; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/356). Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.s.), hem kendisine hem ziyaret ettiği bazı hastalara okuyup üflemiş, bazen de Hz. Âişe (r.a.) ona okuyup üflemiş ve eliyle mesh etmiştir (Buhârî, Merdâ, 20 [5675]; Tıb, 32, 39 [5735, 5748]; Müslim, Selâm, 46-51 [2191-2192]). Hz. Peygamber (s.a.s.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in şeytandan, zehirli haşerattan, kem gözlerden korunmaları için dua etmiş (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]), nazara, yılan ve akrep sokmasına karşı rukye yapılmasına izin vermiştir (Buhârî, Tıb, 33-37 [5736-5741]; Müslim, Selâm, 55-60 [2195-2198]). Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hastalar için, اَللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ البَأْسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لاَ شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا. “Ey İnsanların Rabbi olan ve sıkıntıları gideren Allah’ım! Şifa ver, şifa veren Sensin. Senden başka şifa veren yoktur. (Bu hastaya) öyle bir şifa ver ki, (hasta üzerinde) hiçbir hastalık (izi) bırakmasın.” (Buhârî, Tıb, 38 [5742-5743]) diye dua ettiği bilinmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler değerlendirildiğinde, Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan rukyelerin câiz, bunun dışında kalanların haram olduğu anlaşılmaktadır (Elmalılı, Hak Dini, 9/6388)." Kur’an okuma karşılığında ücret almak caiz midir?,"Kur’ân-ı Kerîm okumak bir ibadettir. İbadet, dünyevî bir menfaat için değil, sadece Allah rızası için yapılır. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in para karşılığında okunması ve okunan Kur’ân karşılığında para verilmesi dinen caiz değildir. Böyle bir okumadan dolayı sevap da yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/60, İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/56). Bu sebeple bir kimsenin geçmişlerinin ruhuna bağışlamak üzere ücretle Kur’ân-ı Kerîm okutması, hatim indirtmesi yerine, bizzat kendisinin bildiği sûreleri okuması doğru olur. Şu kadar var ki pazarlık yapılmadan ve paradan söz edilmeden, Allah rızası için Kur’ân okumuş veya hatim indirmiş olan bir kimseye hediye olarak münasip bir bağışta (teberru) bulunmakta dinen sakınca yoktur. Ancak bir yörede okunan Kur’ân-ı Kerîm için para verilmesi örf hâline gelmiş ve her iki taraf da bu durumu biliyorsa, verilen para hediye değil ücrettir. Bu nedenle bu parayı almak helal olmaz." "Muska, dinî kitap ve üzerinde Allah yazısı olan takılarla tuvalete vb. yerlere girmek caiz midir?","Tuvalete girerken kişinin üzerinde Allah adının yazılı olduğu kâğıt, kitap veya Mushaf bulunması mekruhtur (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 27). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), yüzüğünün üzerinde “Muhammedün Resûlullah” ibaresi yazılı olduğu için tuvalete girmeden önce yüzüğünü çıkarırdı (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10 [19]; Tirmizî, Libâs, 17 [1746]). Ancak bu yazılar açıkta değilse, örneğin cepte bulunuyorsa veya bir şeye sarılı ise bunlarla tuvalete girmek mekruh olmamakla birlikte imkân dâhilinde bundan da sakınmak daha uygun olur (Tahtâvî, Hâşiye, 54)." Abdestsiz olan bir kimse ezberden Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’in, ezberden abdestsiz okunabileceği konusunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bununla birlikte Kur’ân, Allah’ın kelâmı olduğu için ezberden okunduğunda abdestli olunması tavsiye olunur (Nevevî, el-Mecmu‘, 2/69)." Kur’ân-ı Kerîm’i latin harfleriyle okumak doğru mudur ve bu şekilde hatim yapılabilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından Arapça olarak indirilmiş ilahî kitaptır (bkz. Yûsuf, 12/2; Tâ-Hâ, 20/113). Her dilde olduğu gibi Arapçada da harflerin kendine özgü mahreçleri (çıkış yerleri) ve sıfatları (fonetik özellikleri) vardır. Ayrıca Arapçada yer alan bazı harflerin, Latin alfabesinde ses karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ın hatasız okunması ve harflerinin doğru telaffuz edilmesi için Arapça alfabe ile yazılmış olan Mushaf’tan okunması gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in harflerinin ve kelimelerinin, Latin harfleri üzerinden okunmasına yönelik transkripsiyon işaretleri (“ẕ= ذ” , “ż = ض”, “ḫ = خ”, “ṭ = ط” gibi) kullanılsa bile bu durum hem okumayı güçleştirecek hem de harflerin yanlış telaffuz edilmesini tamamen engelleyemeyecektir. Harflerin yanlış telaffuz edilmesi ise mananın bozulmasına yol açabilir. Bu nedenle Kur’ân’ı, Latin harfleriyle okumak doğru olmayacağı gibi bu şekilde hatim yapılmış da olmaz. Bir müslümanın, namazı sahih olacak kadar Kur'ân’dan ezberinin olması gereklidir. Ayrıca namazın dışında da Kur’ân-ı Kerîm tilaveti bir ibadet olduğu için orijinal diliyle okunması esastır. Bu sebeple Kur’ân’ı Arapça lafzından okuyamayan kişilerin, Kur’ân tilavetinde uzman olan hocalardan eğitim almaya gayret etmeleri önemlidir." Kurban ibadetinin mahiyeti ve hükmü nedir?,"Sözlükte yaklaşmak, Allah’a (c.c.) yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasına ermek için ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usûlüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban Bayramı’nda kesilen kurbana ""udhiyye"", hacda kesilen kurbana ise ""hedy"" denir. Akıl sağlığı yerinde, hür, mukim ve dinî ölçülere göre zengin sayılan mümin, İlâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını kesmekle hem Cenâb-ı Hakka yaklaşmakta, hem de maddî durumlarının yetersiz olması sebebiyle kurban kesemeyenlere yardımda bulunmaktadır. Bu ibadetin ruhunda Hakk’a yakınlık ve halka fedakârlıkta bulunma anlayışı vardır. Kurban, bir Müslümanın bütün varlığını, gerektiğinde Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun bir nişanesidir. Mezheplerin çoğuna göre, udhiyye kurbanı kesmek sünnettir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/429). Hanefî mezhebinde ise tercih edilen görüş, kurbanın vacip olduğudur (Merğinânî, el-Hidâye, 8/146). Kurban, -fıkhî hükmü ne olursa olsun- Müslüman toplumların belirli simgesi ve şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri özellikle milletimizin dinî hayatında önemli bir yer tutmaktadır." Kurbanın dinî dayanağı nedir?,"Kurban, Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ve icmâ ile sabit bir ibadet olup hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (el-Hac, 22/28), “Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık.” (el-Hac, 22/34). Sahih hadis kaynaklarında yer alan rivâyetlerde, Hz. Peygamber (s.a.s.), Kurban Bayramında Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağını ve kurban edilen hayvanın boynuzu, tırnağı da dâhil olmak üzere her şeyinin kişinin hayır hanesine yazılacağını ifade etmiştir (Tirmizî, Edâhî, 1 [1493]; İbn Mâce, Edâhî, 3 [3126]). Nitekim kendisi de kurbanın meşru kılınmasından itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kesmiştir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Ayrıca hicretin ikinci yılından günümüze kadarki süreçte Müslümanların kurban kesmeleri, bu konuda görüş birliği olduğunu da göstermektedir." Kimler kurban kesmekle yükümlüdür?,"Kurban kesmek, akıl sağlığı yerinde, büluğa ermiş, temel ihtiyaçları ve borçlarından başka nisap miktarı mala sahip olup seferi olmayan her Müslümanın yerine getirmekle yükümlü olduğu malî bir ibadettir. Bu malın artıcı (nâmî) olup olmadığına ve üzerinden bir yıl geçip geçmediğine bakılmaz. Buna göre yukarıda zikredilen şartları taşıyıp, temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80,18 gr. altın veya değerinde para ya da eşyaya sahip olan kimselerin kurban kesmesi gerekir." Günümüzde kurban ibadetiyle yükümlü olmak için gümüşün nisabını ölçü almak uygun mudur?,"Aşırı derecede değer kaybeden gümüşün günümüz şartlarında nisap konusunda ölçü olma niteliğini yitirdiği bir gerçektir. Nisap miktarında gümüş ölçü alındığı takdirde zekât alabilecek durumdaki kimseler, zekât yükümlüsü hâline geleceklerdir. Bu itibarla zekât ve kurban gibi ibadetlerin sorumluluğunu belirlerken altının ölçü alınması daha uygundur. Bu bakımdan kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin dinî ölçüsü, ister artıcı (nâmi) olsun isterse olmasın kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında 80,18 gr. (20 miskal) altına ya da bunun değerinde para veya mala sahip olmasıdır. Bu miktar mala sahip olmayan kişi kurban kesmek zorunda değildir." Ailede zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir mi? Evde aile reisinin kurban kesmesi ile zengin olan öteki aile fertlerinden kurban vecibesi düşer mi?,"İbadetlerde yükümlülük ve bu yükümlülüğün bir neticesi olan ceza ve mükâfat bireyseldir. İslâm’a göre aile fertleri arasında mal ayrılığı esası vardır. Yani ailenin her bir ferdinin kendisine ait malı olabilir. Bu itibarla aile fertlerinden karı, koca ve yetişkin çocuklardan kimin borcu ve temel ihtiyaçları dışında 80.18 gr. (20 miskal) altını veya bu miktar altın değerinde parası veya nâmî (artıcı) olmasa bile nisaba ulaşan fazla malı ve eşyası varsa, o kimse zengin sayılır. Aile fertlerinden bu şartları taşıyanlar, fıtır sadakası vermekle mükellef oldukları gibi Kurban Bayramı’nda da Hanefîler'e göre kurban kesmekle yükümlüdürler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/312-316). Şâfiî mezhebine göre ise aile için bir kurban kesmek sünnet-i kifâyedir. Dolayısıyla aileden birisinin kurban kesmesi ile hepsi için sünnet yerine gelmiş olur (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/384; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 6/123). Bu görüş asgarî derecede nisâba sahip olan aileler için daha uygundur." Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?,"Yolcu (seferî), kurban kesmekle mükellef değildir (el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 576). Ancak kesmesi hâlinde sevabını kazanır. Kişi, kurbanını ikamet ettiği yerde kesebileceği gibi, bayram dolayısıyla veya başka bir sebeple gitmiş olduğu yerde de kesebilir. Seferî olması, kurban kesmesine ve kestiği kurbanın makbul olmasına engel değildir. Seferî iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Kurban bayramının başında mukim iken kurban kesmeden bayram günlerinde sefere çıkana da vacip olmaz. Sefer hâlinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenlerin kurban kesmeleri gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 63). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere kurbanın sünnet olduğu görüşünde olanlara göre, seferîlik durumunda da aynı hüküm geçerlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, VIII, 383)." Kurban kesim vakti ne zaman başlar ve biter?,"Kurban kesim vakti, bayram namazı kılınan yerlerde bayram namazı kılındıktan sonra; bayram namazı kılınmayan yerlerde ise fecirden (sabah namazı vakti girdikten) sonra başlar. Hanefîler'e göre bayramın 3. günü akşamına kadar devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 7/154). Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüz kesilmesi daha uygundur. Şâfiîlere göre ise bayramın 4. günü gün batana kadar kurban kesilebilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/383; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/436)." Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?,"Kurban keserken aşağıdaki hususlara dikkat edilmelidir: a) Usûlüne göre bir kesim yapmış olmak için hayvanın yemek ve nefes borularıyla, iki atardamarından en az birinin kesilmesi gerekir. Bu şekilde yapılan bir kesim sırasında, kanın akıp boşalmasını beklemeden hayvanın omuriliğinin hemen kesilmesi mekruhtur. Bu konuda etlik kesim ile kurbanlık kesim arasında bir fark yoktur. b) Hayvanın canı çıkmadan başının gövdesinden ayrılmamasına ve derisinin yüzülmesi gibi diğer işlemlere başlanmamasına özen gösterilmelidir. c) Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet edilmemelidir. Bu nedenle hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve boğazlama işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. d) Çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. e) Hayvanların bir diğerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına azami özen gösterilmelidir." "Kurban keserken Allah’ın isminin anılmasının, besmele çekilmesinin hükmü nedir? Kesim sırasında hangi dualar okunabilir?","İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse, o hayvanın eti Hanefîler'e göre yenmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse, bu hayvanın eti yenir (Kâsânî, Bedâî‘, 5/46-47; İbn Nüceym, el-Bahr, 8/190-191). Şâfiîlere göre besmele çekilmese de kesilen hayvanın eti yenir (Mâverdî, el-Hâvî, 15/95). Kurban kesilirken “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu âyetler okunabilir: قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ. “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim/kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim.” (el-En'âm, 6/162-163), إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ. “Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (el-En'âm, 6/79)." Kurbanlık hayvanı elektrik veya narkozla bayıltarak kesmek caiz midir?,"Dinimiz, tüm canlılara iyi davranılmasını emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), kesim esnasında hayvana eziyet edilmemesini istemiştir (bkz. Müslim, Sayd, 57 [1955]). Kurbanın bilinen klasik yöntemle kesilmesi asıldır. Bununla beraber kurbana fazla eziyet vermemek (ölüm acısını azaltmak) maksadıyla, kesim esnasında hayvanın elektrik şoku, narkoz veya benzeri bir yöntemle bayıltılarak kesilmesi caizdir. Ancak hayvanın bayıltıldıktan sonra ölmeden boğazından kesilmesi gerekir. Hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi eti de yenmez (DÎYK 24.02.2010 tarihli karar; bkz. Mecma’u’l-Fıkh, Karârât ve Tevsıyât, 28 Haziran-3 Temmuz 1997 tarihli Karar, 314-318). Zira kurbanlık veya etlik hayvanın yenilmesinin caiz olabilmesi için kesim esnasında hayvanın canlı olması gerekir." Akîka kurbanı nedir?,"Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akîka” adı verilir. Akîka kurbanı kesmek sünnettir. İbn Abbas’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için akîka kurbanı kesmiş (Ebû Dâvûd, Edâhî, 21 [2841]; Nesâî, Akîka, 3 [4219]), bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Her çocuk (doğumunun) yedinci gününde kendisi için kesilecek akîka kurbanı karşılığında bir rehine gibidir. Akîka kurbanı kesildikten sonra çocuğun başı tıraş edilir ve ona isim verilir.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 20-21 [2837-2838]; Tirmizî, Edâhî, 21 [1522)]). Bu açıdan akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden buluğ çağına kadar kesilebilirse de doğumunun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir. Aynı günde çocuğa isim verilmesi ve saçı ağırlığında altın veya değeri miktarınca sadaka verilmesi müstehaptır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/14-16)." Şükür kurbanı ne demektir?,"Herhangi bir vesileyle Allah’a (c.c.) şükretmek için kesilen kurbana şükür kurbanı denir. Bir kimse arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Böyle bir nimeti elde eden kişinin, adakta bulunmadığı sürece, kurban kesmesi zorunlu değildir. Şükür kurbanı adak hükümlerine tabi değildir. Dolayısıyla şükür kurbanının etinden, kesen kişi dâhil herkes istifade edebilir." Ölü kurbanı diye bir kurban çeşidi var mıdır?,"Dinimizde ölü kurbanı veya kabir kurbanı diye bir kurban çeşidi yoktur. Ancak sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Ayrıca kurban borcu olup, hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Tâbiînden olan Haneş’ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Ben Ali’yi (r.a.) iki koçu (birden) kurban ederken gördüm de kendisine; ‘Bu da nedir?’ diye sordum. ‘Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]). Bu rivâyette Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez. Buna göre vasiyeti yoksa ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi kurban da kesebilir. Ölenin kendisi için kurban kesilmesine dair vasiyeti yoksa kesen kimse, bu kurban etini fakirlere yedirebileceği gibi kendisi ve zenginler de yiyebilir. Ancak ölen kişinin vasiyeti varsa, tamamen fakirlere yedirilmesi veya dağıtılması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/326)." Kişiler bir araya gelerek Hz. Peygamber adına kurban kesebilirler mi?,"Dinimizde böyle bir uygulama yoktur. Bunun, yapılması gereken bir ibadet gibi görülmesi caiz değildir. Çünkü Allah'ın (c.c.) emretmediği ve Resûlü’nünden (s.a.s.) de nakledilmeyen bir uygulamayı ibadet gibi telakki etmek ve ona dinîlik vasfı vermek bidattir. Her bidat da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nitelemesiyle dalalettir (Müslim, Cum‘a, 43 [867]). Hz. Ali’den rivâyet edilen “Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]) şeklindeki haber, bu uygulamaya delil olamaz. Çünkü Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez." Hz. Peygamber bizzat kurban kesmiş midir?,"Kurban ibadeti hicri ikinci yılda meşru kılınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) de bu yıldan itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kestiği bilinmektedir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Hz. Peygamber (s.a.s.), Veda Haccı’nda yüz deve kurban etmiştir. Hz. Ali, “Peygamber (s.a.s.) yüz deve kurban etti. Etlerini dağıtmamı emretti, ben de dağıttım.” (Buhârî, Hac, 122 [1718]) demiştir. Hz. Enes’ten (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) siyah-beyaz benekli iki koçu besmele ve tekbir ile bizzat kestiği rivâyet edilmektedir (Buhârî, Edâhî, 9 [5558]; Müslim, Edâhî, 17-18 [1966])." Vekâlet yoluyla kurban kesilebilir mi? Kişinin bulunduğu şehir veya ülke dışında vekâletle kurban kestirmesinin hükmü nedir?,"Kişi, kurbanını bizzat kesebileceği gibi vekâlet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban, hac ve zekât gibi mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde ise vekâlet caizdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/67; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/21; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 8/132). Nitekim Hz. Ali’nin (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (kendisi adına) develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarındaki çullarını paylaştırmamı emretti ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘kasap ücretini biz kendimiz veririz’ buyurdu. ” (Müslim, Hac, 348-349 [1317]; bkz. Buhârî, Hac, 120-122 [1716-1718]). Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak ya da telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları vasıtasıyla verilebilir. Vekil tayin edilen kişi veya kurum aldığı vekâleti gereği gibi yerine getirmelidir. Kurbanın yurt içinde başka bir ilde ya da yurt dışında kesilmesinde sakınca bulunmamaktadır. Kurban fiyatlarının kesilen ülkeye göre az veya çok olması bu durumu değiştirmez. Ancak yaşadığı yerde muhtaç ve fakirler varsa kişinin, kurbanını orada kesip dağıtması daha uygun olur. Çünkü kişinin yaşadığı yerdeki fakirlerin ve komşuların onun üzerinde hakları vardır." Abdestsiz olarak kurban kesilebilir mi?,"Kurban ibadeti, gerekli şartları taşıyan bir hayvanı, kurban niyetiyle kesmekle gerçekleşir. Kurban ibadetinin geçerli olması için kesenin abdestli olması şartı yoktur. Bununla birlikte kurban Allah’a yakınlaşma aracı olduğu için bu ibadeti yerine getirirken abdestli olmak daha faziletlidir." Müslüman olmayan kişinin kestiği kurbanın eti yenir mi?,"Eti yenen hayvanların etlerinin helal olması için, hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya ehl-i kitaptan olması gerekir. Ehl-i kitaptan olmayan mecûsî, putperest veya ateistin kestiği hayvanın eti helal değildir. Bunların kestiği hayvan da kurban olmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 229; el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 370; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 474)." Kredi kartıyla kurban satın almak caiz midir?,"Kurban kesmekle mükellef olan şahıs, kurbanlık hayvanı nakit olarak alabileceği gibi kredi kartıyla tek çekim veya vadeli olarak da alabilir. Bu bağlamda bedelin kredi kartıyla ödenmesi kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak kredi kartı borcunu, ödeme tarihinde ödemek ve gecikmeden kaynaklanan faizli işleme düşmemek gerekir. Kredi kartıyla vadeli olarak kurban alırken, vadeyi bankanın uygulaması hâlinde ilave bir ücret ödenirse kesilen kurban geçerli olmakla birlikte, faizli işlem sebebiyle ayrı bir günah söz konusu olacağı için bundan sakınmak gerekir." Banka kredisiyle kurban kesilebilir mi?,"Kurban kesmek, âkil (akıl sağlığı yerinde), bâliğ (ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslümanın yerine getireceği malî bir ibadettir (Merğinânî, el-Hidâye, 7/146). İster vacip isterse nâfile olarak kurban kesecek kimse, kurbanını peşin satın alabileceği gibi borçlanarak da satın alabilir. Bu, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak faizli borç alması durumunda faiz verme yasağını işlediği için günaha girmiş olur (bkz. el-Bakara, 2/275-279; Buhârî, Büyû‘, 25 [2086]; Müslim, Müsâkât, 105-106 [1597-1598]). Kendi imkânlarıyla kurban kesemeyecek olanların böyle yöntemlere başvurmaları dinen uygun değildir." Taksitle kurban alınabilir mi?,"Kurban ibadetinin geçerli olması için kişinin, ibadet amacıyla kendi mülkiyetinde bulunan belirli nitelikleri haiz bir hayvanı kesmesi gerekir. Mülkiyet ise hayvanı bizzat yetiştirme, hibe veya miras yolu ile olabileceği gibi satın alma yolu ile de gerçekleşebilir. Bu itibarla, taksitlendirme yolu ile satın alınan bir mal da alıcının mülkiyetine geçtiği için kurban kesmesini gerektirecek mali imkâna sahip olan kişinin bu yolla aldığı hayvanı kurban etmesinde bir sakınca yoktur." Gayrimeşru yolla kazanılan parayla kurban kesilebilir mi?,"İslâm dini, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan sağlamalarını emreder. Gayrimeşru ve haram yollarla elde edilen kazanç ile ibadetler yerine getirilemez. Dolayısıyla bu kazanç ile kurban ibadetini yerine getirmek caiz değildir. Malını haram yoldan kazanan kişi, eğer onun gerçek sahibini tespit edebiliyorsa bu malı ona iade etmelidir. Eğer tespit edemiyorsa bu durumda onu ihtiyaç sahiplerine vererek elinden çıkartmalıdır." "Bir kimsenin, oğlunun veya bir başkasının bağışladığı para ile kurban alıp kesmesi durumunda bu, kurban sayılır mı?","Oğlu veya başkası tarafından kendisine bağış yapılan kimse bu paranın sahibidir. Bağışlanan bu parayı dilediği gibi harcayabilir. İster başka ihtiyaçları için sarf eder, isterse kurbanlık alıp kesebilir. Kesilen bu hayvan, kurban yerine geçer." Bir özür sebebiyle vaktinde kesilemeyen kurbanların fakir ve zengin için hükmü nedir?,"Kurban kesme niyetiyle hayvan almış, fakat Kurban Bayramı günlerinde kurbanı kesememiş fakir kimse, bu hayvanı canlı olarak tasadduk eder. Bayram günlerinde kurban kesemeyen zengin kimsenin ise kurbanlık satın alıp almadığı dikkate alınmaksızın bir kurbanlık hayvanın kıymetini yoksullara sadaka olarak vermesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358)." Kurban edilecek hayvanlar hangi nitelikleri taşımalıdır?,"Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, organları tam ve besili olması, hem ibadet açısından hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memelerinin yarısı kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, hafif topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, memelerinin yarıdan daha azının olmaması, kurban edilmesine engel değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/75-76). Buna göre hayvanın değerini düşürücü nitelikteki kusurlar kurbana engeldir. Şâfiî mezhebinde, genel olarak yukarıda sayılan kusurlardan birinin bulunması, bir hayvanın kurban olmasına engel teşkil ettiği gibi uyuz olan hayvanlar ile yem yemesini engelleyecek derecede dişlerinin bir kısmı dökülmüş olan hayvanların da kurban edilmesi caiz değildir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/399-404)." Kurbanlık hayvanların yaşlarında aranacak olan asgari sınır nedir?,"Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yapılmıştır (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bunun yanında deve, sığır ve keçinin, koyuna kıyaslanarak besili olması hâlinde söz konusu yaşları doldurmadan kurban olabileceği söylenemez. Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur." Sığırların iki yaşına gelmeden kurban edilmesi caiz olur mu?,"Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şöyle buyrularak yapılmıştır: “Yıllanmış (kurbanlık yaşını tamamlamış) hayvanlardan kurban kesin. Eğer bulmakta zorluk çekerseniz bir ceze’a (altı ayını doldurmuş gösterişli kuzu) kesin.” (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bu istisnanın hadiste ifade edildiği şekilde sadece koyunlara mahsus olduğu konusunda İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu görüş birliği içindedirler. Evzâî gibi bazı âlimler ise bu hükmün keçi, sığır ve deve cinsi için de söz konusu olduğunu belirtmiştir (Nevevî, Şerhu Müslim, 13/117-118 [1963]). Günümüzde Evzâî’nin görüşüne uygun olarak bu hükmün başka hayvanlar için de geçerli olabileceğini savunanlar olsa da bu görüşün kuvvetli bir delili yoktur. Çünkü kurban kesmek bir ibadettir. İbadetlerde ise akıl/ictihad değil, nakil/nass esastır. Hakkında açık delil bulunan meselelerde akıl yürütmek söz konusu değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/69; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/322). Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur. Bu itibarla, gelişmiş olmakla birlikte şart koşulan yaşı doldurmayan hayvanların, koyun örneğine kıyas edilerek kurban edilebileceği şeklindeki bir yaklaşım isabetli görülmemektedir." İki yaşını bitirmeyen ancak kapak atmış olan sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilmeleri caiz midir?,"Sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilebilmesi için en az iki kamerî yaşlarını bitirmeleri gerekir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/18). Buna göre iki yaşını bitirdikleri kesin olarak bilinen sığır cinsi büyükbaş hayvanların dişlerinin kapak atmaması, bu hayvanların kurban olmalarına engel olmaz. Yine dişleri kapak attığı hâlde henüz iki kamerî yaşını doldurmamış olan büyükbaş hayvanlar da kurban olarak kesilemezler. Ancak doğumu kesin olarak bilinmeyen sığır cinsi büyükbaş hayvanlar için kapak atma denilen iki ön dişin çıkması, o hayvanın kurban edilebilmesi için bir ölçü olarak kabul edilebilir." Kulağı kesik veya delinmiş hayvanlar kurban olur mu?,"Bir hayvanın kurban edilebilmesi için o hayvanda insanlar arasında kusur sayılan ayıplardan birinin bulunmaması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), kurbanlıkların göz ve kulaklarının sağlam olmasına dikkat edilmesini istemiştir (Ebû Dâvûd, Edâhî, 6 [2802-2803]). Buna göre, kulağının yarıdan fazlası kesik olan hayvan, kurban olmaya elverişli değildir. Hayvanın bir kulağının delik veya yırtılmış olması durumunda; eğer delikler ve yırtıklar kulağın yarıdan fazlasını teşkil ediyorsa, böyle bir hayvan kurban edilemez. Bu ölçüye varmayan kesikler, delikler ve yırtıklar ise hayvanın kurban olmasına engel değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/323-324)." Kuyruksuz veya kuyruğu kesik koyunlar kurban edilebilir mi?,"Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 9/514-515)." Kısırlaştırılmış hayvanlar kurban edilebilir mi?,"Çeşitli amaçlarla kısırlaştırılmış veya hadım hâle getirilmiş hayvanlar, kurban olarak kesilebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/80). Bu durum kurban açısından herhangi bir eksiklik oluşturmaz." Memeleri kusurlu olan hayvan kurban edilebilir mi?,"Hayvandan beklenen bir menfaati tümüyle yok eden kusurlar, onun kurban olmasına engeldir. Buna göre ister doğuştan ister sonradan memelerinin yarısı olmayan hayvan kurban olmaz. Aynı şekilde bir hastalığa dayalı olarak memelerinin yarısının sütü kesilen hayvan da kurban olmaz. Fakat bir hastalığa bağlı olmaksızın sütü kesilen hayvanın kurban edilmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/298-299; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/325-326)." Doğuştan boynuzu olmayan veya boynuzları kırık olan ya da doğumdan sonra boynuzları elektrikle köreltilen hayvanlar kurban olarak kesilebilir mi?,"Kurbana engel olan ayıplar, hayvanın emsali arasında kıymetini azaltan kusurlardır. Zararsız şekilde ve daha iyi gelişmesi maksadıyla boynuzlarını özel olarak yapılan ameliyelerle köreltmek, hayvanların kıymetini düşüren ayıplardan değildir. Bu itibarla, doğuştan boynuzsuz hayvanların kurban olarak kesilmesi caiz olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359), küçükken yapılan müdahale ile boynuzlan kesilerek, elektrik veya kimyasal yolla boynuzu yakılarak ya da benzeri işlemlere tabi tutularak boynuzsuzlaştırılan hayvanların kurban olarak kesilmesinde de bir sakınca yoktur." "Kesimden önce kusuru tespit edilemeyen bir hayvanın, kurban edildikten sonra hasta olduğunun anlaşılması ve etinin yenilmeyeceğine dair uzmanlarca karar verilmesi hâlinde, kurban dinen geçerli midir?","Satın alınırken kurbana engel bir kusuru olan hayvan kurban olarak kesilemez. Hayvan kusursuz olarak satın alındıktan sonra alıcının elinde iken kurban olmaya engel bir kusuru ortaya çıkarsa bu durumda kişi zenginse yeni bir hayvan alıp keser. Yoksulsa yeni bir hayvan alıp kesmesine gerek yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359; Kâsânî, Bedâi‘, 5/76). Kurbanlık hayvanın hasta olduğu, kesildikten sonra ortaya çıkmış ve sağlık sebebiyle etinin imha edilmesi gerekmiş ise bu durumda kurban ibadeti yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte kurban kesiminden sonra satıcıya rücu edilip kurban bedelinin geri alınması hâlinde, alınan bedel tasadduk edilir. Şâyet kurban bedeli satıcıdan geri alınamamışsa, kişinin yeniden bir kurban kesmesi gerekmez." Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hakkında bilgi verir misiniz?,"Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır. Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır. Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır. İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, ""Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat"" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır. Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır. Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir: - Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez. - Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler. Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır." İslam miras hükümlerine uymamanın sorumluluğu var mıdır?,"Müslümanın, Yüce Allah’ın koymuş olduğu hükümlere uyması gerekir; aksi takdirde manen sorumlu olur. Mirasla ilgili hükümler de bunlardan biridir. Dolayısıyla, varislerin haklarına düşene rıza göstermeleri ve diğerlerinin haklarına tecavüz etmemeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de mirasla ilgili hükümler bildirildikten sonra devamla şöyle buyurulur: “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyar.” (en-Nisâ, 4/13). Şu kadar var ki varisler, miras ile ilgili âyetleri inkâr etmemek ve miras hükümlerini adaletsiz bulmamak kaydıyla mirası kendi aralarında rızaya dayalı olarak diledikleri gibi paylaşma hakkına da sahiptirler. Bu durumda, Allah’ın mirasla ilgili olarak koymuş olduğu hükümlere muhalif davranmış olmazlar." Mirası paylaşmayı geciktirmek sakıncalı mıdır?,"Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar, gerekli işlemlerden sonra derhal mirasçılarına intikal edeceğinden (en-Nisâ, 4/11-12; Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]), mirasın mirasçılar arasında hemen bölüşülmesi veya bölüşünceye kadar gelirlerinin hak sahipleri arasında hisselerine göre taksim edilmesi gerekir. Aksi takdirde diğer hak sahiplerinin haklarına tecavüz edilmiş olur. Çünkü hisse sahiplerinin, mirasın kendi hisselerine düşen kısmında her türlü tasarrufta bulunma ve gelirini alma hakları vardır." Ölen kimsenin anne-babasının mirastaki payı nedir?,"Anne, ölen çocuğuna her durumda mirasçı olur (en-Nisâ, 4/11; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94). Ancak ne kadar miras alacağı diğer mirasçıların paylarıyla birlikte hesaplandığında ortaya çıkar. Nitekim âyette; “Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır.” (en-Nisâ, 4/11) buyrulmuştur. İslâm miras hukukuna göre annenin mirasta üç hâli vardır: a) Anne, ölenin oğlu, kızı, bunların oğlu ve kızı; hangi taraftan olursa olsun ölenin birden fazla kardeşiyle bulunursa altıda bir alır. b) Bunlar bulunmazsa anne, üçte bir alır. c) Bir tarafta baba, öbür tarafta koca veya karı ile beraber bulunursa karı ya da koca, hisselerini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır. Babanın da üç durumu vardır: a) Baba, ölenin oğlu veya oğlunun oğlu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır. b) Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilave olarak payları Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerden (ashâb-ı ferâiz) artanı alır. c) Bu iki grup mirasçı bulunmadığında asabe olur. Başka mirasçı yoksa terekenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır." Kadının mirastaki durumu nedir?,"İslâm, koyduğu malî hükümlerde genel olarak külfet-nimet dengesini gözetmiştir. Miras hukuku da buna dâhildir. Evlilik esnasında erkeğe, evleneceği kadına mehir vermesi emredilmiş, evlilikten önce kadının nafakası baba ve kardeşlerine, evlilik süresince de kocasına yüklenmiştir. Bu ve benzeri yönlerden bakılınca kadınların miras konusunda haksızlığa uğratılmadıkları anlaşılır. Kadının mirastan alacağı pay, vefat eden kimseye olan akrabalık derecesine göre değişir: a) Vefat eden kimsenin kızı olarak kadın: Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda kardeşinin aldığı payın yarısını, erkek kardeşi yoksa ve kız tek ise mirasın yarısını alır. Kızlar birden fazla olduklarında ise mirasın üçte ikisini alırlar (en-Nisâ, 4/11). Üçte ikisini aralarında eşit olarak paylaşırlar. b) Vefat edenin oğlundan torunu olarak kadın: Vefat edenin çocukları yoksa tek olması hâlinde oğlundan olan kız torun mirasın yarısını alır. Birden fazla olmaları hâlinde ise mirasın üçte ikisini alırlar. Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda mirası ikili birli paylaşırlar. Vefat edenin bir öz kızı ile bulunduğunda mirasın altıda birini alan kız torun, vefat edenin oğlu ile bulunduğunda ise mirastan pay alamaz. c) Vefat edenin anne-baba bir kız kardeşi olarak kadın: İlk üç hâli vefat edenin kızı gibidir. Vefat edenin kızı veya kızlarıyla beraber olunca kız/kızlar hissesini aldıktan sonra kız kardeş kalanı alır (Buhârî, Ferâiz, 12 [6741-6742]). Vefat edenin babası veya oğlu ile bir arada olunca bunlar mirastan bir şey alamazlar (en-Nisâ, 4/176). d) Vefat edenin baba bir kız kardeşi olarak kadın: Baba bir kız kardeşler anne baba bir kız kardeşler bulunmadığında mirasta onların aldıklarını alırlar. e) Vefat edenin anne bir kız kardeşi olarak kadın: Bu durumda anne bir kız kardeş bir tane olunca altıda bir, erkek veya kız birden fazla olunca üçte birde ortak olur (en-Nisâ, 4/12); vefat edenin, çocukları, babası ve dedesi ile bulununca mirastan pay alamazlar. f) Vefat edenin annesi olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları veya birden fazla kardeşi varsa altıda bir, vefat edenin çocukları veya birden fazla kardeşi yoksa üçte bir; eşlerden birisi ve vefat edenin babası ile bulunduğunda eşin hissesi verildikten sonra kalanın üçte birini alır (en-Nisâ, 4/11). Eğer ölenin eşi ve dedesi ile birlikte bulunursa mirasın tamamının üçte birini alır. g) Vefat edenin ninesi olarak kadın: Vefat edenin annesi bulunmadığı zaman altıda bir alır (Dârekutnî, es-Sünen, 5/160-161 [4134-4135]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 10/273 [19079]). Ölenin babası olduğunda babaanne, annesinin bulunması hâlinde hiçbir nine mirastan pay alamaz. h) Eş olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları varsa sekizde bir, çocukları yoksa dörtte bir pay alır (en-Nisâ, 4/12; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 34)." Ölen kimsenin çocukları ve karısı varsa kardeşine miras düşer mi?,"Ölenin birinci derecedeki yakınları varken ikinci derecedeki yakınları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/96). Şöyle ki; “Allah’ın kitabına göre, yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundur.” (el-Enfâl, 8/75) meâlindeki âyet, usûl veya fürû olma bakımından aynı çizgi üzerindeki yakın akrabanın, uzağını mirastan mahrum edeceğini göstermektedir. Ancak ölenin erkek evladı, oğlunun oğlu veya babası yoksa erkek kardeşi asabe olarak mirasta pay sahibi olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/93)." Dede yetimi (babası dedesinden önce vefat eden çocuk) dedesinin ölümü üzerine ona mirasçı olur mu?,"Halk arasında kullanılan “dede yetimi” terimi, İslâm miras hukukuna göre; ölenin erkek çocuklarıyla birlikte kendisinden önce ölmüş diğer çocuklarının oğlu veya kızını yani ölenin torununu ifade için kullanılır. İslâm miras hukukunda “yakın olan akrabanın uzak akrabayı hacbetmesi (engellemesi)” kaidesine dayalı olarak ölenin çocukları varken torunları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 85-86). Ancak bazı İslâm hukukçuları dedeleri hayatta iken babaları vefat etmiş çocukların mağdur edilmemesi gerektiği üzerinde durarak bu durumdaki toruna dedenin vasiyetini gerekli görmüşlerdir. Buna göre dede, vefat etmiş evladının mirastaki payı kadar miktarı veya tüm malın üçte birini geçmeyecek bir miktarı torunları için vasiyet etmelidir. Dâvûd ez-Zâhirî, Mesrûk, Katâde, Tâvûs ve Taberî’den nakledildiğine göre, mirasçı olmayan yakın akrabaya vasiyet vâciptir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 8/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/137-138). Son dönem âlimlerinden bazıları, miras âyetlerinden önce gelen ve fakihlerin büyük bir kısmı tarafından mensuh kabul edilen, “Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.” (el-Bakara, 2/180) âyetinden yola çıkarak bu vasiyeti vâcip bir vasiyet olarak kabul etmişlerdir. Bu âlimler, dedenin böyle bir vasiyet yapmadan ölmesi hâlinde, vasiyet etmiş gibi kabul edileceğini söylemişlerdir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200). Kur’ân-ı Kerîm vârislere, miras dağıtılırken vâris olmayan kimselere bile miras malından bir şeyler vermelerini tavsiye etmektedir (en-Nisâ, 4/8). Bu sebeple dede yetimlerinin miras dağıtılırken gözetilmesi Kur’ân’ın bu tavsiyesine uygun düşmektedir." Taşınmaz mallar miras kaldığında kız ve erkek evlat bunları eşit olarak mı paylaşırlar?,"İslâm miras hukukunda mülkiyeti, mûrise (miras bırakan kişiye) ait malların tamamında, erkek ile kız evlatlar mirası ikili birli paylaşırlar (en-Nisâ, 4/11). Bu konuda miras olarak kalan malın taşınır olması ile taşınmaz olması arasında fark yoktur. Mülkiyeti mûrise ait olmayıp devlete ait olan topraklarda devletin, kamunun maslahatına uygun bir şekilde tasarruf etme yetkisi vardır. Bu kapsamda Osmanlı Devletinde çıkartılan “Arazi ve İntikal Kanunu”nda mülkiyeti devlete ait olan (mirî) arazilerde tasarruf hakkının vefat edenin erkek ve kız çocukları arasında eşit olarak paylaştırılması kanunlaştırılmıştır (Bilmen, Kâmus, 5/399). Cumhuriyetten sonra vatandaşın elindeki topraklar özel mülke dönüştüğünden artık bu topraklar kişinin kendi mülkü olmuştur. Dolayısıyla bunlarda da İslâm miras hukuku hükümleri geçerli olur." Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) hangi işlemlerden sonra mirasçılarına intikal eder?,"Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) ile ilgili yapılacak işlemler sırası ile şöyledir: a) Techiz ve tekfin masrafları karşılanır. b) Borçları ödenir. c) Terekenin üçte birini aşmamak kaydıyla vasiyeti yerine getirilir. d) Yukarıdaki işlemler tamamlandıktan sonra kalan mallar mirasçılara taksim edilir (Buhârî, “Kefâlet”, 5 [2298]; “Vesâyâ”, 2 [2742]; “Ferâiz”, 6 [6733]; Müslim, “Vasıyyet”, 5 [1628]; “Ferâiz”, 14 [1619]; Ayrıca bk. Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/85)." Varislerden biri diğeri lehine mirastan feragat edebilir mi?,"Kişi dilerse diğer vârislerin tamamı ya da herhangi biri lehine kendi miras payından feragat edebilir. Ancak mirasçılardan belirli bir kısmı lehine feragat edecekse, önce feragat edenin payının ayrılıp bu payın, lehine feragat ettiği mirasçılara verilmesi gerekir. Fakat mirasçıların tamamı lehine feragatta bulunacaksa böyle bir işleme gerek yoktur. Bunu sözlü olarak bildirebileceği gibi yazılı olarak beyan etmesi de isabetli olur." Kişi kendi miras payını başkasına verebilir mi?,"Bir kimse kendisine miras olarak intikal eden hakkını kısmen ya da tamamen diğer mirasçılardan birine veya bir yabancıya hibe edebilir. Çünkü bu mal onun hakkıdır. Ayrıca mirasçılar, karşılıklı rıza ile malı diledikleri şekilde taksim edebilirler. Maddî veya manevî herhangi bir baskı olmaksızın, haklarından kısmen veya tamamen diğer mirasçılar lehine feragat edebilirler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/126)." Vasiyet ve hükmü nedir?,"Vasiyet; ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Bir kişi, mal ve haklarının en fazla üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte iki vârisler namına korunmuş hissedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), malının yarısını vasiyet etmek isteyen bir sahâbîye üçte birini vasiyet etmesini söylemiş, hatta bunun bile çok olacağını beyan etmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Malın üçte birinden azının vasiyet edilmesi müstehaptır. Vârisler fakir ise vasiyet etmemek daha faziletlidir. Terekenin üçte birinden daha fazla olan veya vârislerden herhangi biri lehine yapılacak vasiyet ise diğer vârislerin iznine bağlı olarak geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/63). Zira vârise vasiyet câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde; “Allah Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6 [2870]; Tirmizî, Vesâyâ, 5 [2120]) buyurmuşlardır. Bu genel hükümlere bağlı olarak: Kul hakkı olan borçların ve Allah hakkı kapsamında ele alınan oruç fidyesi, zekât, keffâret gibi malî yükümlülüklerin ödenmesini vasiyet etmek vâciptir. Mirastan pay alamayan fakir akrabalara vasiyette bulunmak müstehaptır. Yabancılardan ve akrabalardan zengin olanlara vasiyette bulunmak mubahtır. Mâsiyet ve günah ile meşgul olan kişiye vasiyet ise mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/648)." "İnsanın hayatta iken, çocukları arasında ayrım yaparak birine veya bazılarına mal varlığının tamamını veya bir kısmını bağışlaması caiz midir?","Esasen kişinin sağlığında kendi malında istediği şekilde tasarruf etme hakkı vardır. Fıkhî açıdan kişi, malının bir kısmını veya tamamını yabancı birisine verebileceği gibi çocuklarından birisine veya bazılarına da verebilir. Bu tasarrufu fıkhen geçerlidir. Ancak bu tasarrufun ahlakî boyutu konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler vardır. Konu hakkındaki tartışmalar ilgili hadisin farklı anlaşılmasına ve farklı yorumlanmasına dayanır. Hz. Peygamber (s.a.s.), malının bir bölümünü bir oğluna vermek isteyip, kendisini şahit tutmak isteyen Beşîr b. Sa‘d’a (Nu‘mân b. Beşîr’in babasına), diğer çocuklarına da mal verip vermediğini sormuş, vermediğini öğrenince, ona şahit olmamış, başkasını şahit tutmasını istemiş (Müslim, Hibât, 17 [1623]), hadisin farklı rivâyetlerine göre “onu geri al” (Buhârî, Hibe, 12 [2586]; Müslim, Hibât, 9 [1623]); “çocuklarınız arasında âdil davranın” (Buhârî, Hibe, 13 [2587]; Müslim, Hibât, 13 [1623]); “zulmüne beni şahit tutma” (Buhârî, Şehâdât, 9 [2650]; Müslim, Hibât, 16 [1623]) gibi ifadelerle Beşîr’in bu tutumunu onaylamadığını göstermiştir. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerdeki güçlü görüşe göre, babanın hayatında iken çocuklarına mal vermesi durumunda eşit davranması müstehap, ayrım yapması mekruhtur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Nüceym, el-Bahr, 7/288; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 7/82; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/483). Ahmet b. Hanbel’e, bazı Mâlikîlere ve Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivâyete göre ise babanın mal verirken evlatları arasında eşit davranması vacip, ayrım yapması haramdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/51-52; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 241). Babanın bütün çocuklarına mal vermesi durumunda; kız erkek ayrımı yapmadan hepsine eşit mi vereceği yoksa mirasta olduğu gibi erkek çocuğuna iki, kız çocuğuna bir pay mı vereceği konusu da tartışmalıdır. Bu konuda da çoğunluğun görüşü, hepsine eşit vermesidir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/53). İster farz olsun ister müstehap, babanın mal verirken çocukları arasında eşit davranması, dinin ruhuna daha uygundur. Ayrıca çocuklar arasında ayırım yapmak, onların hem ana babalarına hem de birbirlerine karşı buğzetmelerine, aralarına soğukluk hatta düşmanlık girmesine sebep olabilir. Bu yüzden babalar meşru bir gerekçe yoksa mal verirken çocukları arasında eşit davranmalı, aralarında ayrım yapmamalıdırlar. Bununla birlikte, çocuklardan biri veya bir kısmının, tedavisi imkânsız bir hastalığa yakalanması, engelli olması, büyük bir borç yükü altında bulunması, ailesinin kalabalık olup geçim sıkıntısı çekmesi, ilmî faaliyetlerde bulunup da ihtiyaç içinde olması gibi sebeplerle bazılarının daha muhtaç durumda olmaları hâlinde, kendilerine ihtiyaçları oranında fazla mal verilebilir (Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 2/610). Şu kadar var ki, mümkün olduğu takdirde bu konuda diğer çocukların da rızalarının alınması daha uygun olur." "Baba, diğerlerini mahrum edip sadece bir oğluna bağışta bulunmuşsa, oğul bundan sorumlu olur mu, ne yapması gerekir?","Kişi, mülkiyetinde bulunan mal üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahip olduğundan, çocuklarından birine bağışta bulunurken diğerlerinin onayını almak zorunda değildir. Bununla birlikte, anne babanın çocuklarına karşı başlıca görevlerinden biri de aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın onlara eşit muamelede bulunmaktır. Böyle bir davranış, onların görevi olduğu kadar çocuğun da hakkıdır. Çocukların kız-erkek, büyük-küçük olması sonucu değiştirmez. Bir babanın mallarının tamamını veya bir kısmını, diğerlerinin rızası olmadan, kız olsun erkek olsun çocuklarından bazılarına vererek aralarında ayrım yapması dinen uygun değildir. Ama her hâlükârda baba, evlatlar arasında ayrım yaparak hayatta iken mallarını bir oğluna devredip diğerlerini mahrum bırakırsa, bunda kendisine mal devredilen oğlunun bir sorumluluğu söz konusu olmaz. Bu oğlun, kendisine devredilen malları mecbur olmamakla birlikte mahrum bırakılan kardeşlerine mirastaki payları miktarınca vermesi uygun olur." "Çocukları olan bir kişi, malını torunlarına vasiyet edebilir mi?","Bir kimsenin çocukları varsa torunları ona mirasçı olamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95). Kişi, malının üçte bire kadar olan miktarını mirasçısı olmayan herkese vasiyet edebilir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Bu bağlamda kişinin kendisine vâris olma ihtimali bulunmayan torunlarına vasiyette bulunmasına engel bir durum yoktur. Hatta bu torunların dedeyle bağlantısı olan anne veya babası daha önce ölmüşse, dedenin onlara vasiyette bulunması bazı âlimlere göre vâcip bazılarına göre müstehaptır (bkz. İbn Hazm, el-Muhallâ, 7/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/138). Günümüzde bu durumdaki vasiyetin vâcip olduğu görüşü daha çok benimsenmektedir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200)." Akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet uygulanabilir mi?,"Dinimiz, yakınları arayıp sormayı, uzakta olanları imkân nispetinde ziyaret etmeyi, muhtaç olanlara yardımda bulunmayı emreder (Buhârî, Edeb, 10-11 [5982-5984]; Müslim, Îmân, 12-14 [13]). Bu itibarla mesela “Ben öldükten sonra amcanı ziyaret etmeyeceksin” gibi akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet geçersiz olup bu tür vasiyetlere uymak câiz değildir." Eşinin kabrine defnedilmeyi vasiyet eden kişinin bu vasiyetini yerine getirmek gerekir mi?,"Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak hâline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni câiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak hâline geldikten sonra ise aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir. Bu cenazelerin karı-koca veya akraba olup olmaması şart değildir. Daha önce konulan cesedin çürüdüğü zannıyla açılan kabirde eğer çürümemiş bazı kemikler vb. şeyler bulunuyorsa bu takdirde bunlar bir kenara çekilip araya topraktan bir set yapmak sûretiyle ikinci cenaze defnedilebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/96-97). Ayrıca herhangi bir yere gömülmesini vasiyet eden bir kimsenin vasiyetine uyulması gerekmez. Fakat uyulmasında da bir sakınca yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/222; 6/666)." Ruhuna hatim okunması için vasiyette bulunan bir kimsenin vasiyetini yerine getirmek zorunlu mudur?,"Kur’ân okumak bir ibadettir. Allah’a yakınlık için yapılan ibadetin sevabı yapan kişiye ait olur. Bunun için başkasından ücret almak câiz olmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, “Kur’ân okuyun; fakat Kur’ân’ı menfaat aracı yapmayın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/428 [15574, 15568]) buyurmuştur. Ruhuna hatim okunması için vasiyet eden bir kimsenin, vasiyetini yerine getirmek için ücretle hatim okutmak câiz olmadığı gibi; ücretsiz olsa bile yerine getirme mecburiyeti olmadığı için böyle bir vasiyet bağlayıcı değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/690)." "Bir kimse, yerine haccedilmesini vasiyet ederse ne yapılır?","Yerine hac yapılmasını vasiyet eden kişinin, cenaze masrafı ve varsa borçları çıkarıldıktan sonra kalan malının üçte biri hacca bedel göndermeye yeterli ise vasiyetin yerine getirilmesi gerekir. Eğer vasiyetin yerine getirilmesi kalan malın üçte birini aşıyorsa aşan kısım varislerin rızasına bağlıdır. Varislerin tamamının rızası var ise vasiyet yerine getirilir. Varislerin tamamının rızası yok ise eksik kısım dileyen varisler tarafından tamamlanarak vasiyet yerine getirilebilir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605-610). Kalan malın üçte biri vasiyet eden kişinin bulunduğu yerden bedel göndermeye yetmiyorsa ve eksik varisler tarafından da tamamlanmıyorsa bu miktarın yettiği yerden bedel gönderilir. Vasiyet, bedel gönderilerek yerine getirilemiyorsa vasiyet edilen mal mirasçılara paylaştırılmayıp ölen kişi adına tasadduk edilir (Serahsî, Mebsût, 27/146, 4/157; Fetevâ-i Hindiye, 1/260; İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666)." Belli bir hayra harcanmak üzere vasiyet edilen paranın/malın başka bir yere kullanılması caiz midir?,"Hac, oruç fidyesi, zekât, sadaka-i fıtır, keffâret gibi Allah’a ait borçlar hakkında yapılan vasiyetlerin vârisler tarafından yerine getirilmesi gerekir. Bu amaçla bırakılmış mal başka bir yere harcanamaz. Vasiyet, dinen meşrû olmayan şeyler için yapılmışsa bu vasiyet geçerli olmaz (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/341; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/68). Gayri meşrû işler için vasiyet edilmiş mallar diğer mallarla birlikte mirasçılara dağıtılır veya mirasçılar isterlerse, bu malı hayır yollarına sarf ederler. Muayyen bir hayır için vasiyet edilen mal, vasiyet edilen yere harcanmalıdır. Ancak malı belirlenen yere harcamak mümkün olmazsa söz konusu mal vasiyete en uygun yere sarf edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 10/7499 )." "Kişinin, bütün mallarını eşine vasiyet etmesi caiz midir?","Vasiyet, ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Tanımından da anlaşılacağı üzere, vasiyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bir kişi, mal ve haklarının üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte ikisi varisler namına korunmuş hissedir (Buhârî, Vesâyâ, 3). Bir kişi, malının üçte birden fazlasını vasiyet etmiş olursa, bu vasiyetin geçerli olması varislerin kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse vasiyet yerine getirilir, etmezlerse terekenin üçte birine tekabül eden kısmı ifa edilir, üçte birden fazlası varislerin hakkı olarak kalır. Aynı şekilde ölen kişinin, varislerden herhangi birine yapacağı mal vasiyeti, diğer varislerin izni olmadıkça geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, varise (varislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Tirmizî, Vesâyâ, 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6) buyurmuştur. Buna göre kişinin eşine yaptığı vasiyet bağlamında iki durum söz konusudur: a) Başka mirasçısı olan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet, diğer varislerin iznine bağlıdır. b) Başka mirasçısı olmayan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet geçerlidir. Bu durumda erkek, yarı hisseyi miras hakkıyla, kalanı vasiyetle; kadın ise dörtte birini mirasla, kalanı da vasiyetle elde eder (Fetavây-ı Hindiyye, 6/117; Bilmen, Kâmus, 5/127, Bilmen, İlmihal, 444)." "Vitir namazı nedir, nasıl kılınır?","Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınan, Hanefîler'e göre üç rek'atlı vacip bir namazdır. Vitir namazının her rek'atında Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunur. İkinci rek'atın sonunda oturulur ve sadece tahiyyât duası okunur. Üçüncü rek'atta kıraat tamamlandıktan (Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunduktan) sonra eller kulaklara kadar kaldırılarak tekbir alınır ve eller bağlandıktan sonra kunut duaları okunur. Vacib olan bu namaz yatsı namazı kılındıktan sonra sabah namazının vakti girinceye kadar herhangi bir zamanda kılınabilir (bk. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 1 [1418]; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 1/423-426). Uyanabilecek olan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha faziletlidir (Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 162-163 [755]). Ancak uyanıp uyanamayacağı endişesi taşıyan kimsenin, vitir namazını uyumadan önce kılması uygun olur. Vaktinde kılınamayan vitir namazının daha sonra kaza edilmesi vaciptir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426). Diğer mezheplere göre ise vitir namazı kılmak sünnettir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/117)." Vitir namazının delili nedir?,"Vitir namazının dayanağı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri ve uygulamalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Vitir, her Müslüman üzerine bir vazifedir.” (Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 3 [1422]; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 40 [1710]) buyurmuş, gecenin son namazının, tek sayılı rek'atlarla (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiştir (Buhârî, Salât, 84 [472-473]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 148 [749])." Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir alırken eller niçin kaldırılır?,"İbadetler “tevkîfî”, yani Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tarif ettiği şekilde eda edilir. Vitir namazında kunuttan önce tekbir esnasında ellerin kaldırılması, bazı rivâyetlere dayanmaktadır (Ebû Yûsuf, el-Âsâr, 21 [100]; Zeylaî, Nasbu’r-râye, 1/389-391; Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 2/567)." Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir almayı unutan kimse ne yapmalıdır?,"Bir kimse kunut yapmayı unutur ve rükûdan sonra hatırlarsa, ondan kunut düşmüş olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274). Bunun yerine namazın sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 66)." Vitir namazında kunut duasını okumayı unutan kimse namazını nasıl tamamlar?,"Sözlükte Allah’a ihlasla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükût etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunut, dinî bir terim olarak, namazda rükûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder. Vitir namazında kunut duasını okumak vaciptir. Bundan dolayı kunut duasının terki veya tehirinden dolayı sehiv secdesi yapmak gerekir (Haddâd, el-Cevhera, 1/77). Vitir namazını kılmakta olan bir kimse, unutarak ya da yanılarak kunut duasını okumadan rükûya giderse bu kimse namazına devam eder ve sonunda sehiv secdesi yapar. Ancak bu kişi, rükûdan kalktıktan sonra kunut duasını okursa, sonrasında tekrar rükû yapmadan secdeye gider ve yine namazın sonunda sehiv secdesi yapar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/111)." Kunut duasını bilmeyen bir kimse ne yapar?,"Hanefîler'e göre, vitir namazının üçüncü rek'atında kunut tekbirini almak ve bir dua yapmak vaciptir. Kunut duaları olarak bilinen “Allahümme innâ neste‘înuke” ve “Allahümme iyyâke na‘büdü” dualarını (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/95, 6/89 [6893, 29708]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/249 [1475]) okumak ise sünnettir. Bu duaları bilmeyen kimse ezberlemeye gayret eder; ancak ezberleyinceye kadar “Rabbenâ âtinâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” demekle yetinir (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/6-7; Bilmen, İlmihâl, 132, 158). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise sabah namazının ikinci rek'atında, rükûdan sonra kunut yapılır. Sabah namazında kunut yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî mezhebine mensup imamın arkasında sabah namazı kılan Hanefî bir kimse, dilerse kunut duasına katılır, dilerse sessizce bekler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66)." Kunut nedir? Hangi namazlarda kunut yapılır? Musibet zamanlarında namazda kunut yapılır mı?,"Kunut; namazda rükûnun hemen öncesi ya da sonrasında Allah Teâlâ’ya dua etmektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) namazda kunut yaptığı sahih hadislerle sabittir. (Buhârî, Vitir, 7 [1001-1004]; Müslim, Mesâcid, 294-308 [675-679]) İslam âlimleri bu rivayetlerden yola çıkarak mutad olarak yapılan kunut ve musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil) olmak üzere iki çeşit kunut olduğunu söylemişlerdir. a. Mutad olarak yapılan kunut: Dört mezhep âlimleri mutad olarak yapılan kunutun meşruluğu konusunda ittifak etmişlerdir. Hanefîlere göre vitir namazının son rekâtında rükûdan önce tekbir alıp kunut yapmak vaciptir. Diğer üç mezhebe göre ise kunut yapmak sünnet olup; Hanbelîlere göre vitir namazında, Şâfiîlere göre sabah namazında ve Ramazan’ın ikinci yarısına mahsus olmak üzere vitir namazında, Mâlikîlere göre ise sabah namazında yapılır. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66-67; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/492-493; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/111-115, Şinkîtî, Levâmi‘ü’d-dürer, 2/127-130) Konuyla ilgili rivayetlere istinaden Hanefîler kunutta “Allahümme innâ neste‘înüke” ve “Allahümme iyyâke na‘budu”, Şâfiîler ise “Allahümmehdinî fî men hedeyte...” (Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 1/249; Ebû Dâvûd, Salât, 338 [1425-1429]; Tirmizî, Tirmizî, Vitir, 10 [464]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/384-388 [5108-5118]) diye başlayan duaları okumaktadırlar. b. Musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil): Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Bi’r-i Maûne” hadisesinde bir ay boyunca sabah namazında kunut yaptığı bilinmektedir (bk. Buhârî, Megâzî, 30 [4090]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/424 [15531]). Buna binaen İslam âlimlerinin çoğuna göre savaş, kıtlık, afet ve salgın gibi musibet zamanlarında namazda kunut yapmak meşrudur. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/508; Karâfî, ez-Zahîre, 2/231; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/114) Sonraki Hanefi âlimlere göre musibet zamanında yapılacak kunut, sabah namazının farzının son rekâtında rükûdan doğrulunca imam tarafından cehrî (sesli) olarak yapılır ve cemaat de yapılan duaya sessizce “âmîn” der. Bununla birlikte imam söz konusu kunutu sessiz yapmayı tercih ederse cemaat de içinden kunut duası okur. Vitir namazında yapılan kunuttan farklı olarak sabah namazında yapılacak kunut duası öncesinde ayrıca tekbîr alınmaz. Yine bu kunutun cemaatle yapılması asıl olup, münferiden kılınan namazlarda yapılması uygun görülmemiştir. (İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, 1/434-436; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 2/47-48; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11-12; Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/112-123) Böyle bir kunut esnasında ellerin bağlanması daha uygundur. Bazı Hanefî âlimleri ise ellerin semaya yönelmiş halde baş hizasına kadar kaldırılmasını da caiz görmüşlerdir. (Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/121-123). Şâfiîlere göre ise musibet zamanlarında sadece sabah namazında değil diğer vakit namazlarında da farzın son rekâtında kunut yapılabilir. (Nevevî, el-Mecmû‘, 3/504-507) Sonuç olarak; musibet zamanlarında cemaatle kunut (kunûtu’n-nevâzil) yapılabilir. Bu durumda imam, Kur’ân-ı Kerîm’deki dua mahiyetindeki ayetlerden veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı bilinen (me’sûr) dualardan uygun olanları okur. Diğer yandan böyle bir uygulamanın toplum tarafından bilinmediği yerlerde karışıklığa neden olmamak için namazdan sonra zulmün önlenmesi ve musibetin kalkmasına yönelik dua yapılması daha uygun olur." Namazda ta’dîl-i erkânın hükmü nedir?,"Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve tam yapmak demektir. Ta’dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma’nîne” kelimesi, yapılmakta olan rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi hâlini ifade eder. Ta’dîl-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Hanefî mezhebindeki kuvvetli görüşe göre, sayılan dört yerde ta’dîl-i erkân vaciptir. Diğer bazı mezheplere ve Hanefîlerden de İmam Ebû Yûsuf’a göre ise ta’dîl-i erkân farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/464, 465, 472; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/143)." "Tek başına namaz kılan bir kimse kıraati, gizli olması gereken namazlarda sesli yaparsa namazı sahih olur mu?","Tek başına namaz kılarken öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan sünnet namazlarda gizli okumak yani kendisi işitebilecek derecede diliyle telaffuz etmek, namazın vaciplerindendir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81). Namazın vaciplerinden herhangi birinin bilerek terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması; unutularak yapılmaması hâlinde ise sehiv secdesi yapılması gerekir. Dolayısıyla gizli okunması gereken yerde, açıktan okuyan kişi, bunu bilerek yapmışsa namazını yeniden kılmalı; farkında olmadan yapmışsa namazın sonunda sehiv secdesi yapmalıdır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81)." Şâfiî mezhebinden olan birinin sabah namazında kunût duası okumasının hükmü nedir? Hanefî imama uyarak sabah namazı kıldığında bu duayı okumazsa namazı geçerli midir?,"Şâfiî mezhebinde sabah namazının farzının son rek'atında rükûdan kalktıktan sonra kunût duası okumak kuvvetli sünnetlerdendir. Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse Hanefî bir imama uyduğunda, rükûdan kalktıktan sonra vakit bulursa kunût duasını okur. Eğer okuyacağı kadar bir vakit bulamazsa kunûtu terk eder ve mezhepteki kuvvetli görüşe göre namazın sonunda imamdan ayrı olarak sehiv secdesi yapar (Nevevî, el-Mecmû’, 4/290). Bununla birlikte sehiv secdesi yapmasa da namazı sahih olur." Secdede burnun yere değmesinin hükmü nedir? Burun yere değmeden kılınan namaz geçerli midir?,"Namazın rükünlerinden biri de secdeye varmaktır. Namazda rükûdan sonra, ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaya secde denir. Her rek'atta iki secde etmek farzdır. Secdede alın ve burun birlikte yere konmalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51,; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/370; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 254-255). Zira Resûlullah (s.a.s.), namazda secdeye vardığında alnını ve burnunu yere koyar, kollarını yanlarına yapıştırmaz, ellerini de omuz hizasına gelecek şekilde koyardı (Tirmizî, Salât, 86 [270]). Buna göre özürsüz olarak secdede alnın yere konulup da burnun konulmaması mekruhtur. Bununla birlikte namaz geçerlidir. Alın yere konulmazsa namaz geçersizdir." Farz namazlarda ilk oturuşu unutan kimse namazını nasıl tamamlar?,"İlk oturuş, namazın vaciplerindendir. Vacibin unutulması durumunda son oturuşta sehiv secdesi yapılması gerekir. İlk oturuşun kasten terk edilmesi ise tahrîmen mekruhtur, dolayısıyla namazın iade edilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/310; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/88)." "Namazda kavme ve celsenin hükmü nedir, ne kadar beklemek gerekir?","Kavme; namazda rükûdan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak ve en az “Sübhânellah” diyecek kadar ayakta durmak; celse ise namazda iki secde arasında oturup en az “Sübhânellah” diyecek kadar beklemektir. Celse ve kavme Hanefîlerde bir görüşe göre sünnet, tercih edilen görüşe göre ise vaciptir. Yanılarak terk edilirse sehiv secdesi yapmak gerekir. Bilerek terk edilmesi tahrimen mekruhtur, bu durumda namazın iade edilmesi gerekir. İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise celse ve kavme farzdır, bunun terk edilmesi ile namaz bozulur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/465; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/22; Nevevî, Ravda, 1/223). Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam gelerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i selâmladı. O da selâmını aldı ve ona ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu durum üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: ‘Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’ân’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rükûya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rükûda kal. Daha sonra rükûdan kalk ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra tekrar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap.” (Buhârî, Ezân, 122 [793]; Müslim, Salât, 45 [397]). Bu itibarla namaz kılan kişinin namazını ta’dili erkâna riâyet ederek kılması büyük önem arz etmektedir. Ta’dil-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Sonuç itibarıyla, tadili erkân açısından; rükûda, rükûdan doğrulmada, secde ve iki secde aralarında en az bir defa “Sübhânellah” diyecek kadar durmak gerekir (Zeylai, Tebyinü'l-Hakaik, 1/106)." Son oturuşu yaptıktan sonra selâm vermeden namazdan çıkan bir kimsenin namazı geçerli midir?,"İmam Ebû Hanîfe’ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise teşehhüt miktarı (tahiyyâtı okuyacak kadar) oturmakla namaz, rükünleri itibarıyla tamamlanmış olur. Selâm vermese veya kendi isteği ile namaza aykırı bir davranışta bulunmasa bile bu kişinin namazı geçerli olmakla beraber vacip terk edilmiş olur. Bu görüş ayrılığının bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka’de-i ahîrede (namazdaki son oturuşta) teşehhüt miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, mesela kendisine verilen selâmı almak, hapşırana “çok yaşa” veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa ya da kalkıp gitse adı geçen üç imama göre de namazı sahih olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/60-61; Zeylaî, Tebyîn, 1/104; Bilmen, İlmihal, 118). Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre bu kişinin namazı geçerli, İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise geçerli değildir. Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre sahihtir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise fâsiddir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386)." Namazdan çıkarken verilen selamın hükmü nedir?,"Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namazların sonunda önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek selâm vermek vaciptir. Bunun bilerek terk edilmesi namazın tekrar kılınmasını gerektirir. Farkında olmadan terk edilmesi hâlinde ise bir şey gerekmez. Bu selâmda “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-selâm” kısmını söylemek vacip, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını eklemek ise sünnettir. Bir görüşe göre de sağa selâm verilmesi vacip, sol tarafa selâm verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması, bütün imamlara göre yalnız bir selâm ile olur, bununla namaz biter (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/320; Zeylaî, Tebyîn, 1/125-126). Birinci selâmı vermeyi farz gören Şâfiîlere göre bunun terk edilmesi namazı da iptal eder (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/385)." Gülmek namazı bozar mı?,"Namazda aslolan kulun Rabbinin huzurunda olduğu bilinciyle huşû içerisinde kılınmasıdır. Fakat elde olmayan sebeplerle meydana gelen gülmenin namaza etkisi üç şekilde değerlendirilir: a) Namazda iken yanındakilerin duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek: Bu şekilde gülmekle Hanefîler'e göre hem abdest hem de namaz bozulur (Serahsî, el-Mebsût, 1/77; Merğinânî, el-Hidâye, 1/18). İbn Üsâme’nin babasından naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Biz Resûlullah’ın peşinde namaz kılarken görme özürlü birisi bir çukura düştü. Biz de adamın hâline güldük. Bunun üzerine Resûlullah yeniden abdest alıp namazı baştan itibaren iade etmemizi emretti.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/295-296 [601; Ebû Dâvûd, Merâsîl, 75 [8]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/226 [679]). b) Şâfiîlere göre kahkaha namazı bozsa da abdesti bozmaz. Çünkü namazın dışındayken kahkaha abdesti bozmadığına göre namazdayken de bozmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/140). c) Namaz kılan kimsenin kendisinin duyabileceği kadar gülmesiyle yalnızca namaz bozulur. Kişinin kendisinin ya da yakınındakinin işitmeyeceği şekilde gülümsemesi namazı da abdesti de bozmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/11)." Kıraat hataları namazı bozar mı?,"Namazda yapılan kıraat hatalarının (zelletü’l-kâri), namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir: Kur’ân, manası değişecek derecede kasten yanlış okunursa namaz bozulur. Hata ile veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; a) Yanlışlık kelimelerin harekelerinde ise manada bir değişiklik olsa da namaz bozulmaz. b) Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa; yani durulacak yerde geçilip geçilecek yerde durulursa, manasında değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz. c) Mahreçleri birbirine yakın olan harflerin hata ile birbirinin yerine okunması ile namaz bozulmaz. d) Mahreçleri yakın olmayan harflerin birbirlerinin yerine okunması durumunda ise mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur'ân’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şâyet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir benzeri Kur'ân’da yoksa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulmaz, İmam Ebû Yûsuf’a göre bozulur. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur'ân’da da benzeri yoksa namaz bozulur. Namaz esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Bir kimse kıraati, namazı bozacak derecede hatalı yapar ancak geri dönüp hatasını düzeltirse namazı geçerli olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78-82; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630-633)." Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu?,"Namazda Kur’ân’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu farzın yerine getirilmiş olması için Kur’ân’ın doğru, usûlüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun dilinin sürçmesi ve yanılmasına zelletü’l-kâri veya lahn denir. Namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz bozulmaz. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Mesela (ض) harfi yerine (ذ ), (د ) veya (ظ ) harflerinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır. Fakat mahreçleri ayrı harfler birbiri yerine telaffuz edilir de mana değişirse namaz bozulur. Geriye dönüp doğru telaffuz edilirse namaz sahih olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630). Şâfiî mezhebine göre ise kişi öğrenmeye gücü ve imkânı olduğu hâlde namazda Fâtiha sûresindeki bir harfi başka bir harf ile değiştirirse kıraatı sahih olmaz. Ancak hemen ardından doğrusunu okursa namazı sahih olur. Bu bağlamda örneğin Fâtiha sûresindeki “وَلَا الضَّالِّينَ” ifadesindeki (ض ) harfinin mahrecini öğrenme imkân ve gücüne sahip olan kimse, bu harfin yerine (ظ) harfini söylerse tercih edilen görüşe göre namazı bozulur. Ancak harfin doğru okunuşunu öğrenme imkânı ve gücü yoksa namazı bozulmaz (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 1/481). Fâtiha sûresi dışındaki diğer sûre veya âyetlerdeki okuyuş ve mahreç hatalarının ise namaza herhangi bir etkisi olmaz." Namaz kılarken dünyevi düşüncelere dalmak namazı bozar mı?,"Namaz kılanın huşû ve huzur içerisinde olması esastır (el-Mü’minûn, 23/2). Mümkün olduğu kadar namaza odaklanmak gerekir. Bunun için Allah Teâlâ’yı (c.c.) görüyormuşçasına (Buhârî, Îmân, 37 [50]; Müslim, Îmân, 5-7 [9-10]) ibadet etmek ve namazı, kılınan son namaz gibi düşünerek O’na yönelmek (İbn Mâce, Zühd, 15 [4171]) tavsiye edilmiştir. Diğer taraftan namaz kılarken, dünyevi düşüncelerin akla gelmesi, birçok insanın karşılaştığı bir durumdur. Namazda haricî düşünceler ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Namaz için ezân okunduğu zaman şeytan, ezânı işitmemek için geriye dönüp olanca hızıyla yellenerek kaçar, ezân bitirildiği zaman gelir. Namaz için kâmet getirilince yine geri dönüp kaçar. Kâmet bitirilince yine gelir, insan ile kalbi arasına sokulur. Filan şeyi hatırla, filan şeyi hatırla, diyerek (namaza başlamadan evvel insanın) hiç de aklında olmayan şeyleri hatırlatır durur. Nihâyet insan kaç rek'at kıldığını bilemez olur. İşte herhangi biriniz kaç rek'at; üç rek'at mı, yoksa dört rek'at mı kıldığını bilmediği zaman, oturur hâlde iki kere secde (sehiv secdesi) etsin.” (Buhârî, Sehiv, 6-7 [1231-1232]; el-‘Amelu fi’s-salât, 18 [1222]; Müslim, Salât, 16-19 [389]). İslâm âlimleri bu hadisi şeriften hareketle namazda, akla ve kalbe gelen düşüncelerden dolayı, namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 2/397-398 [861]). Ancak akla gelen dünyevi düşüncelerle meşgul olmamak gerekir. Zira kişinin bu tür düşüncelerden sıyrılmaya çalışmayıp bunlarla meşgul olması, namazın hem çirkinliklerden alıkoyma gücünü hem de sevabını azaltacaktır. Dolayısıyla namazda iken akla gelen haricî düşüncelerin peşine düşmemek ve Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hatırlayarak zihni toparlamaya çalışmak gerekir." Namazda örtülmesi gereken bir yeri açılan kişinin namazı bozulur mu?,"Gerek tek başına gerekse cemaatle kılınan namaz esnasında örtülmesi gereken bir organ, kişinin iradesi dışında açılır ve hemen örtülürse namaz bozulmaz. Eğer açılan yer bir organın dörtte biri oranına ulaşmış ve bir rükün eda edilecek (Sübhânellâhi’l-azîm diyecek) kadar açık kalmış ise namaz bozulur. Kendi iradesi ile bilerek açacak olursa, namaz fâsit olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/45)." Namaz kılanın önünden geçilmesi namazı bozar mı?,"İster kapalı, ister açık alanda olsun zorunlu olmadıkça namaz kılan birisinin önünden geçilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz kılanın önünden geçmektense beklemenin daha hayırlı olacağını belirtmiştir (Buhârî, Salât, 101 [510]; Müslim, Salât, 261 [507]). Namaz kılanın da, uygun bir yere durmak veya sütre vb. bir şey koymak suretiyle önünden geçilmemesi için önlem alması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan bir yerde namaz kılan kişinin önüne sütre (değnek veya başka bir şey) koymasını tavsiye etmektedir (Müslim, Salât, 241-242 [499]). Sütreyi terk etmek ise mekruhtur. Namaz kılanın önünden geçen kimse sorumlu olmakla birlikte, önünden geçilen kişinin namazı bozulmaz. Fakat büyük camilerde, namaz kılanın secde mahallinin uzağından geçmek caizdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/217). Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez (Buhârî, Salât, 90 [494-495]). Namaz kılanın önündeki sütrenin ardından geçmekte bir sakınca yoktur." Rükûya veya secdeye giderken pantolonu çekmek/elbiseyi düzeltmek namazı bozar mı?,"Kişi namaz kılarken, namaza halel getirecek hareketlerden kaçınmalı, azalarını kontrol ettiği gibi kalbini de Allah’a yöneltmelidir. Namaza aykırı olup ‘amel-i kesîr’ olarak nitelenen hareketlerin namazda yapılması namazı bozar. Amel-i kalîl denilen, basit hareketler ise namazı bozmaz. Amel-i kesîr için net bir tanım yapma imkânı olmamakla birlikte, tanımlardan birinde dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek kadar hareket etmek şeklinde izah edilmiştir. Amel-i kalîl ise bunun zıddıdır. Diğer bir tarife göre de iki el ile yapılması âdet olan işler amel-i kesîr, bir el ile yapılan işler ise amel-i kalîldir. Zorunlu olmadıkça pantolonu veya elbiseyi rükûya veya secdeye giderken çekmek, namaz dışı bir işle meşguliyet olduğu ve namazda olması gereken huşûya aykırı düştüğü için mekruhtur, fakat namazı bozmaz (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Merğinânî, el-Hidâye, 1/64). Pantolonu veya elbiseyi amel-i kesîr sayılacak bir tarzda çekmek ise namazı bozar." "Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmanın hükmü nedir?","Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmak, yani amel-i kesîr Hanefîler'e göre namazı bozar. Amel-i kesîr için net bir sınır çizmek zordur. Kimi âlimlere göre namazdan olmayan bir hareketi iki elle birden yapmak, kimilerine göre bir hareketi üç defa peş peşe yapmaktır. Tercih edilen diğer görüşe göre ise dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek bir davranışta bulunmaktır. Bu bakımdan, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer ve namazı bozar. Namaz kılan kişi, namazdaki hareketlerini ve bunların namazını bozup bozmadığını bu açıklamalara göre değerlendirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/605)." Son rek'atı kıldığını zannederek teşehhütte bulunup selâm veren kimse namazını nasıl tamamlar?,"Farz veya nâfile namaz kılarken, son rek'attan önceki herhangi bir rek'atın sonunda, bu rek'atları son rek'at zannederek oturup teşehhütte bulunduktan sonra selâm veren bir kimse; şâyet göğsünü kıbleden çevirmek, konuşmak ve gülmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa, hemen ayağa kalkarak kalan rek'atları tamamlar. Namazın sonunda sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamamlanmış olur. Fakat namazda eksik bıraktığı rek'atları tamamlamadan selâm verip namazı bozan bir davranışta bulunmuşsa, namazı başından alarak tekrar kılması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/311; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/91,92, 558-559)." Namaz hangi hâllerde bozulabilir?,"Namazı, mazeretsiz bozmak haramdır. Ancak bazı durumlarda namazı bozmak vacip, bazı durumlarda mübah, bazen de müstehap olur. İnsan canına yönelik bir tehlike karşısında; mesela saldırıya uğrayan, ateşe, suya düşen bir insanın yardım istemesi hâlinde ona yardım etmek maksadıyla namazı bozmak vacip olur. Bir malın telef olmasını, çalınmasını önlemek gayesiyle namazı bozmak mübahtır. Tek başına namaz kılan bir kişinin, cemaatle namaz kılmanın faziletini kazanmak için namazı keserek farza yetişmesi ise müstehaptır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/654,655)." Ezan ve kâmet nedir? Ne zaman ve nasıl meşru kılınmıştır?,"Ezân ve kâmet, farz namazların sünnetlerindendir. Farz namazlara çağrı için ezân okumanın dayanağı, Kitap ve Sünnet’tir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Siz namaza çağırdığınız zaman onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar.” (el-Mâide, 5/58); “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine koşun…” (el-el-Cum'a, 62/9) Resûlullah (s.a.s.) da “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezân okusun.” (Buhârî, Ezân, 17-18, 49 [628, 631, 685]; Müslim, Mesâcid, 292 [674]) buyurmuştur. Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezân hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygamber’e vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer (r.a.) ve Abdullah b. Zeyd’in (r.a.) de bulunduğu bazı sahâbîlere rüyalarında bugünkü ezânın şekli öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28 [498-499]; İbn Mâce, Ezân, 1 [706-707]); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Ezân, İslâm’ın şiârı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir. İmam Muhammed, “Bir belde halkı tümüyle ezânı terk ederlerse onlarla savaşırım.” (Kâsânî, Bedâî’, 1/146) demiştir. Kâmet ise farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezân lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezândan farklı olarak, “hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kâmeti’s-salât” cümlesi eklenir. Rivâyetlere göre kâmet de yukarıda ismi geçen sahabîlere aynı rüyada öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 28 [499, 507])." Ezan Arapça dışında başka dillerde okunabilir mi?,"Sözleri bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olan ezân, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Ezânın, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) vahyedilip uygulandığı özgün şekliyle okunması gerektiği konusunda 15 asırlık bir gelenek ve ittifak söz konusudur. Ezânın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip namaza davet olduğundan değişik dilleri konuşan Müslümanların hepsine bu davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap etmekle olur ki, bu da ezânın bilinen aslî lafızlarıyla yani Arapça olarak okunmasıyla gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Dolayısıyla ezânın aslî şekli dışında bir dille okunması caiz değildir." "Namaz vaktini bildirmek için cd, kaset vb. kayıtlardan ezan okunabilir mi?","Bilindiği gibi “ezân” farz namazlar için okunan özel sözlerdir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin geldiği ve cemaatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ve namazın kurtuluş vesilesi olduğu ilan edilmektedir. Ezân, namaz vakitlerini ilan olduğuna göre, muayyen kalıplarını muhafaza ve ifade etmek suretiyle bu ilanın, hoparlörle veya hoparlörsüz yapılması arasında dinî açıdan bir fark yoktur. Bununla birlikte teyp kasetinden veya CD’den ezân okunması İslâm’ın şiarlarından olan ezânı basite almak, ona gereken saygıyı göstermemek anlamına gelir. Ayrıca kayıttan okutulması, Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen teamüle uygun değildir. Onun için ezânın CD veya teypten verilmesinin sakıncasız olduğu söylenemez. Fakihlerin, Kur’ân’ın aks-i sadasının Kur’ân hükmünde sayılmayacağı yönündeki yaklaşımları da bu hükmü desteklemektedir (Meydânî, el-Lübâb, 1/60, 103). Diğer taraftan, ezân sünnettir. Sünnetin mükellefiyeti olan biri tarafından yerine getirilmesi, bu sünnetin tamamlayıcı bir unsurudur." İmam kâmet getirebilir mi?,"Kâmet, farz namazların sünnetlerindendir (Buhârî, Ezân, 2 [605]; Müslim, Salât, 5 [378]). Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira kâmet, namaza başlamak için bir hazırlık mesabesindedir. Namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten birinin veya imamın yapması hususunda sınırlama yoktur. Dolayısıyla namaz kıldıran bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/56 vd.)." Cemaatle namazda kâmet yapacak kişinin özellikleri nelerdir? Çocuklar kâmet yapabilirler mi?,"Kâmet getirecek kişinin hadesten temizlenmiş, âkil ve erkek olması gerekir. Buna göre abdestli olmayan veya cünüp olanın, delinin yahut sarhoşun ve kadının kâmeti mekruh görülmüştür. Kâmet getirenin salih bir kimse olması ise müstehaptır (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/268-270; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/227). Kâmet getirecek kişinin en az mümeyyiz (iyiyi kötüden ayırabilir durumda) olması gerekir. Temyiz kabiliyeti ise ortalama 7 yaşında başlar ve büluğa kadar devam eder. Mümeyyiz olmayan küçüğün ezân ve kâmeti geçerli olmaz. Mümeyyiz çocukların okudukları ezân ve getirdikleri kâmet geçerlidir. Bununla birlikte kâmeti, büluğa ermiş bir kimsenin getirmesi daha faziletli görülmüştür (bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/138; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/54; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/391-393)." Cemaatle namazda kâmet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?,"Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, namazın özüyle değil, âdâp ve müstehaplarıyla ilgilidir. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bu ictihada göre imamın ve cemaatin bu cümlenin söylenmesinden önce saf düzenini almaları gerekecektir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57). Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ve diğer pek çok müctehide göre, uygun olan budur (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/230; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479). Hanefî mezhebindeki başka bir görüşe göre ise müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/321), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Şâfiî mezhebine göre ise kâmet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/252-253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Kâmet yapılırken ne zaman kalkılacağı konusu, ibadetin özüyle değil âdâbıyla ilgili olduğundan, caminin büyüklüğüne, saf düzenini almaya ve namaza imamla birlikte başlamaya göre düşünülmelidir. Normal büyüklükteki cami veya mescidlerde imamın mihraba doğru yürüdüğü görülünce kalkılması daha uygundur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Namaz için kâmet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhârî, Ezân, 22 [637]; Müslim, Mesâcid, 156 [604]) buyurmuştur. Buna göre kişi, imamdan çok geri kalmayacak ölçüde ve imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (bk. Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1/560)." Kâmet bitmeden imam namaza başlayabilir mi?,"Namazların farz, vacip ve sünnetlerinin yanı sıra âdâbı da vardır. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre, uygun olan budur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479)." Müezzinin kâmet yaparken yürümesinin hükmü nedir?,"Kâmet, farz namazlara başlarken söylenen ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasına dayanan bir sünnettir. Onun için gereken saygı ve ağırbaşlılık ihmal edilmemelidir. Bu nedenle kâmet yapan kimsenin bu esnada yürümesi, mekrûh kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/396)." Kâmetten sonra ezan duası okunabilir mi?,"Kâmetten sonra ezân duası okuma konusunda Hz. Peygamber’den (s.a.s.) herhangi bir bilgi ulaşmış değildir. Bu sebeple kâmetten sonra böyle bir dua ile meşgul olmak uygun görülmemiştir (Tahtâvî, Hâşiye, 190). Ancak kâmet sözleri de namaza başlayana kadar ezân gibi tekrar edilebilir veya kâmet esnasında imam namaza başlamadan başka dualar yapılabilir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/273; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57)." Cemaate yetişemeyen kimse camide tek başına namaz kılarken kâmet getirmeli midir?,"Düzenli olarak cemaatle beş vakit namaz kılınan camilere o vaktin farz namazını kılmak üzere giren kimselerin, cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olmaları hâlinde tekrar ezân okuyup kâmet getirmelerine gerek yoktur. Düzenli olarak beş vakit namazın kılınmadığı cami ve mescitlerde ise ezân okuyarak ve kâmet getirerek namaz kılmak daha faziletli olup (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 37) sadece kâmetle de yetinilebilir. Hanefîlerin bu yaklaşımına karşılık diğer birçok mezhep, her iki ihtimalde de kâmet getirmenin mendup olduğunu söylemiştir." Vakit namazlarını cemaatle kılmanın hükmü nedir?,"İslâm dini, birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının cemaatle kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp kaynaşmalarına, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz kılmak, istenen birlik ruhunun sağlamlaştırılmasında ve devam ettirilmesinde önemli bir rol üstlenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz kılınışından itibaren hayatının son zamanlarına kadar beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, Müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 48-49). Cemaatin önemini belirten çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47 [547]) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249 [650]). Bu ve benzeri hadisler ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Bu itibarla cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça beş vakit namaz cemaatle kılınmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), camiye giderken atılan her adımdan dolayı kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Ezân, 30 [647]; Ebû Dâvûd, Salât, 49 [559])." "İmamın, kendisine uyan kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekir mi? Kendi başına namaz kılan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir mi?","İmamın imamet için yaptığı genel niyet, kadınları da kapsar. Yani kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekmez. Fakat imamete niyet etmeyip kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyamaz. Şâfiî mezhebine göre ise imamın, gerek erkeklere gerekse de kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmayıp müstehaptır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/502). Bundan dolayı kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir." İmama uyan kimse nasıl niyet eder?,"Niyet, namazın şartlarından biridir. Kişinin farz, vacip veya nâfile namazlardan hangisini ve hangi vaktin namazını kılacağını, tek başına mı yoksa imama uyarak mı ifa edeceğini niyetinde belirlemesi gerekir. Önemli olan bunların kalben bilinmesidir; dil ile söylenmesi ise bu konudaki iradesinin pekiştirilmesi açısından güzel görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/46). Buna göre, namazını imama uyarak kılacak kişinin, kalben niyet etmesi gerekir; aksi takdirde imama uymaya niyet etmeden kılacağı namaz geçersiz olur. Ayrıca, diliyle “uydum hazır olan imama” demesi de uygun olur." "Farz, vacip ve nafile namazların hangileri cemaatle, hangileri tek başına kılınmalıdır?","Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, Cuma namazını camide cemaatle kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise Hanefîler'e ve Mâlikîlere göre müekked/kuvvetli sünnettir. Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayn, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56-57; Kâsânî, Bedâî’, 1/155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Ramazan ve Kurban Bayramı namazları vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/85). Sünnet namazlardan teravih namazı cemaatle kılınabilir. Teravih namazı cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınabilir. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/69). Nâfile namazlardan küsûf (güneş tutulması) namazı ve İmameyn’e göre istiskâ namazı da cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/70-72). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nâfile namazları herkesin tek başına kılması uygun, cemaatle kılması ise mekruh görülmüştür (Serahsî, el-Mebsût, 2/144). Nâfile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14 [1297]) cemaatle kılınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazın da tek başına kılınması daha uygundur." Bir farz namazı kılmış veya kıldırmış olan kimse aynı namaz için başka bir cemaate namaz kıldırabilir mi?,"İmam, kılınan namazın türü itibarıyla, kendisine uyan kişiden aşağı durumda olmamalıdır. Ancak cemaat imamdan daha aşağı durumda olabilir. Buna göre; nâfile namaz kılan kimse farz namaz kılana imam olamaz; fakat farz namaz kılan ise nâfile namaz kılana imam olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58-59; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/371; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/590; Desûkî, Hâşiye, 1/339); Buhûtî, er-Ravd, 134). Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ‘‘Farz namaz, bir günde iki kere kılınamaz ” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/285; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/206). Bir vaktin namazı iki kere kılınamayacağına göre, ikinci kere kılınan namaz nâfile olacaktır. Bu durumda imam cemaatten daha alt konumda olacağından o kişinin imamlığı geçerli olmaz. Şâfiî ve Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre farz namaz kılacak olan kişi, nâfile namaz kılana uyabilir. Bu ictihadlara göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse aynı vakit için başkalarına imam olabilir. Kendi kıldığı nâfile, cemaatin namazı da farz olarak geçerli olur (Mâverdî, el-Hâvî, 2/316; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/166))." "Kadın, kadınlara namaz kıldırabilir mi?","Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bir kadının, kadınlara namaz kıldırmasında bir sakınca yoktur. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/405 [27324]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]) delil gösterirler. Hanefî mezhebine göre kadının, kadınlara namaz kıldırması caiz olmakla birlikte, mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/59). Kadının kadınlara namaz kıldırması hâlinde, cemaatten öne geçmeyip diğer kadınların hizasında/arasında durması gerekir (Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/140-141 [5080]; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/148; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/575-576)." Kadınlar erkeklere namaz kıldırabilir mi?,"Kadının erkeklere namaz kıldırması, bütün mezheplere göre caiz değildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/146); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/576; Cezîrî, el-Mezâ- hibü’l-erbe'a, 1/372). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırabileceği yönünde verdiği izin (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]), sadece ona özel bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Diğer bazı yorumlara göre ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu izni, o evdeki veya mahalledeki kadınlara namaz kıldırabileceğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Dikkat edin! Hiçbir kadın erkeğe imam olmasın.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 78 [1081]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/128 [5129]) şeklindeki buyruğu da bunu göstermektedir. Nitekim asr-ı saadet de dâhil olmak üzere tarihî süreç içinde bunun bir başka örneği de görülmemiştir. Bunu caiz görmek, dinde olmayan bir şeyi dine sokmaktır ki buna bid’at denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bidatin dalalet olduğunu haber vermiştir (Müslim, Cum'a, 43 [867]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6 [4606])." Büyük günah işleyen kişinin namaz kıldırması caiz midir?,"Namaz kıldıracak kişinin, imamet ehliyetine sahip olması gerekir. Kur’ân okuyamayan, namazın nasıl kılınacağını bilmeyen ve akıl sağlığı yerinde olmayan kişi ile erginlik çağına ulaşmamış çocuğun namaz kıldırması caiz değildir. Haramı helal, helali haram saymadıkça büyük günah işlemiş de olsa Müslüman bir kişi, namaz kıldırabilir; arkasında kılınan namaz da sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İyi ve kötü (muttaki ve günahkâr) her Müslümanın arkasında namaz kılınız.” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/404 [1768]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 64 [594]; Cihâd, 34 [2533]) buyurmuşlardır. Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır; o da, mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan bir kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu siyeri’l-kebîr, 1/156-157; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/370). Ancak imamın günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kimse olması tercih edilir. Bu vasıflara sahip birisi varken, fasık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/350; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/560; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/23)." "Kur’ân okuyamayan, okuyabilene namaz kıldırabilir mi?","Namazı geçerli olacak kadar Kur’ân okuyamayan, okuyabilene imamlık yapamaz. Çünkü imamın durumu, kendisine uyan kimselerin durumundan daha aşağı olmamalıdır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/366; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/144)." Kekeme olan kimse başkalarına namaz kıldırabilir mi?,"İmamın özürden uzak ve salim/düzgün bir kıraate sahip olması gereklidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/557-558). Dilinde kekemelik olan kişi Kur’ân-ı Kerîm'i doğru olarak okuyabiliyorsa başkalarına imam olabilir. Ancak doğru ve düzgün bir şekilde okuyamıyorsa, kendisi gibi kekeme olanlara imamlık yapabilirse de kıraati düzgün olanlara imam olamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/581-582; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/145)." Cuma namazının hükmü nedir?,"Cuma namazı âkil, bâliğ, mukîm ve mazereti olmayan erkeklere farz-ı ayındır. Farz oluşu Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Cum'a, 62/9-10) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman erkeğe farzdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 124 [342]; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/245-246 [5577-5579]) buyurmuştur. Cuma namazı, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden günümüze kadar kılınagelmiş ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir farklı görüş ortaya çıkmamıştır." Cuma namazı kaç rek'attır?,"Cuma namazının farzı iki rek'attır. Bunun yanında farzdan önce dört rek'at, farzdan sonra dört rek'at olmak üzere sekiz rek'at da sünneti vardır (Kâsânî, Bedâî’, 1/269-285). İmam Ebû Yûsuf’a göre ise farzdan sonra kılınacak sünnet bir selâmla dört ve bir selâmla iki rek'at olmak üzere toplam altı rek'attır. Bu görüşün Hz. Ali’den (r.a.) rivâyet edildiği nakledilmektedir (Kâsânî, Bedâî’, 1/285)." Zuhr-i âhir namazı nedir? Bu namazı kılmak gerekir mi?,"Zuhr-i âhir, son öğle namazı demektir. Bazı İslâm bilginleri, bir yerleşim yerinde birden fazla mescitte cuma namazı kılındığında ilk kılınan cumanın dışındakilerin sahih olmama ihtimaline binaen, ihtiyaten o günkü öğle namazının kılınmasını önermişlerdir. Zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namaz, cuma namazına dâhil değildir. Hz. Peygamber’den ve ilk dönemlerden gelen rivâyetler arasında bu isimle kılınmış bir namaz yoktur. Zuhr-i âhir, İslâm coğrafyasının genişlemesi ve şehirlerde nüfusun kalabalıklaşması sonucu, cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde olduğu gibi bir şehirde bir tek camide kılınmasının mümkün olmaması, birden fazla camide cuma namazının kılınması zorunluluğunun ortaya çıkması ile gündeme gelmiş bir namazdır. Gerekçesi de birden fazla camide kılınan cuma namazlarından ilk önce kılınanın geçerli olacağı, diğer camilerde kılınan namazın ise geçersiz olabileceği varsayımıdır. İşte bu şüpheli durumdan kurtulmak için içinde bulunulan cuma vakti kastedilerek ihtiyaten, zuhr-i âhir yani “vaktine ulaşılıp da eda edilemeyen son öğle namazı” niyeti ile dört rek'atlık bir namaz kılınması bazı âlimlerce uygun görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-147; Karâfî, ez-Zehîra, 2/354-355; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/248; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544-545). Cuma namazının tek camide kılınması, cumanın anlamına uygun olmakla birlikte, kalabalık şehirlerde bunun yerine getirilmesi mümkün olmamaktadır. Zaten Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre, herhangi bir kayıt olmaksızın bir şehirde birden çok camide cuma namazı kılınabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-146). İmam Şâfiî de Bağdat’a gittiğinde cuma namazının birden fazla yerde kılındığını görmüş ve buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, el-Mecmû’, 4/585; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544). Böyle olunca, her bir camide kılınan cuma namazının ayrı ayrı geçerli olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup cuma namazı kılanların ayrıca zuhr-i âhir (son öğle namazı) kılmaları gerekmez." Cuma namazının sahih olması için şehirde kılınması şart mıdır?,"İslâm bilginleri cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Bu hüküm Hz. Peygamber’in (s.a.s.), şehir veya şehir hükmündeki bir yerin dışında Cuma namazının kılınmayacağına dair hadisine dayanmaktadır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/179). Kaynaklarda geçen bu şehir şartının günümüzde, büyük veya küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/494). Ayrıca Hz. Peygamber “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazı kılmak farzdır.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255) buyurmuştur. Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan cuma namazı sahihtir. Şu kadar var ki, nerede kılınırsa kılınsın dinen yetkili mercilerden izin alınması gerekir." Cuma namazı en az kaç kişiyle kılınabilir?,"Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli görülen asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Cuma namazının kılınabilmesi için İmam Ebu Hanife’ye göre imamın dışında en az üç; İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise imamın dışında en az iki kişi bulunması gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/60). Her ne kadar İmam Şâfiî kavli cedîdinde cuma namazının sahih olması için kırk kişinin bulunması şart koşulmuşsa da kavli kadiminde imam dâhil üç kişinin bulunması yeterli görülmüştür. Hanbelî mezhebine göre ise en az kırk kişi bulunmalıdır (Nevevi, el-Mecmu’, 4/502; Zekeriya el-Ensârî, el-Gurer, 2/8; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/242). Mâlikî mezhebine göre ise on iki kişinin bulunması şarttır (Haraşi, Şerhu Muhtasar, 2/76-77). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinden önce Nakîu’l-Hadamat’ta kılınan cuma namazında kırk kişi hazır bulunmuştu (İbn Mâce, İkâmetu’s-Salavât, 78 [1082]). Ancak daha az kişi ile cuma namazı kılındığı da bilinmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emri ile Mus’ab b. Umeyr Medine’de 12 kişiye cuma namazını kıldırmıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Resûlullah (s.a.s.) , cuma namazını kıldırırken, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi dışında hepsinin dışarı çıktığı rivâyeti de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cum'a, 38 [936]). Öte yandan Hz. Peygamber bir yerleşim biriminde sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazının farz olduğunu bildirmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Görüldüğü üzere Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen rivâyetler, biri imam olmak üzere en az dört kişinin bulunduğu yerde cuma namazının kılınabileceğini göstermektedir. Bu da cuma namazının kılınabilmesi için gerekli kişi sayısının alt sınırını belirler." Cuma namazında iç ezanı okumanın hükmü nedir?,"Cuma günü öğle vaktini bildiren ezân, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatip minbere çıktıktan sonra okunan iç ezândı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezânın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir. Hz. Osman (r.a.) döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezânın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezân okutulmaya başlandı. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulaması olan iç ezânın da okunmasına devam edildi (Kâsânî, Bedâî’, 1/152)." Büluğa ermeyen çocukların hutbe okuması caiz midir?,"Baliğ (ergen) olmayan ancak âkil olan çocuk, yetkili merciin izniyle hutbe okuyabilir, fakat namazı yetişkin bir kimsenin kıldırması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/162; Şeyhîzâde, Mecme’u’l-enhur, 1/172)." Hutbede Hz. Peygamber'in adı geçtiğinde salavat getirilebilir mi; yapılan duaya âmin denilebilir mi?,"Cuma namazında hutbe okunurken cemaatin konuşmayıp dinlemesi, selâm alıp vermemesi ve başka bir işle meşgul olmaması gerekir. Konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.); “Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına (yalnızca) ‘dinle’ desen (bile yine) boş, lüzumsuz konuşmuş olursun.” (Buhârî, Cum‘a, 36 [934]; Müslim, Cum‘a, 11-12 [851]) buyurarak hutbenin dinlenmesi hususundaki hassasiyeti dile getirmiştir. Hutbe okunurken camiye gelen kimse, ilk sünneti kılmayıp oturmalı ve hutbeyi dinlemelidir (Kâsânî, Bedâî’, 1/263-264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158; Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 96). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm bilginleri hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah’a (c.c.) dua etmesinin mendup olduğunu söylemişlerdir. Hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefî âlimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas almışlardır. Bu itibarla hatibin dikkatle dinlenmesi, cemaatin konuşmayıp susması, selâm alıp vermemesi, nâfile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse sessizce ‘âmin’ demenin veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi zikredilirse sessizce salât-ü selâm okumanın caiz olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/159). Fakat sesli bir şekilde ‘âmin’ demek doğru değildir (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 97). Sonuç olarak hutbe esnasında cemaat, hatibi dinler, konuşmaz ve başka işlerle uğraşmaz. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okuyabilir ve hatibin duasına yine sessizce ‘âmin’ diyebilir (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159)." Hutbede Türkçe dua edilebilir mi?,"Duanın belli bir dilde yapılması şart değildir. Çünkü dua kulun Yüce Allah’a yönelmesi, O’na yalvarması ve O’ndan istemesidir. Dolayısıyla kişinin ne istediğini bilecek şekilde kendi diliyle dua etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan veya Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen duaların mümkün olduğunca kendi aslî şekilleriyle yapılması daha uygundur. Bu itibarla hutbe dualarının da aslî biçimleriyle yapılmasına gayret edilmelidir. Bununla birlikte ikinci hutbenin sonunda, cemaatin anlayabileceği bir dilde dua yapılmasının önünde de bir engel bulunmamaktadır." Cuma hutbesinde yapılan duaya 'amin' demek caiz midir?,"İslâm âlimleri, gerek cuma hakkındaki hadisleri, gerekse Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tespit etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Hatip hutbe îrad ederken cemaatin konuşmasının doğru olmadığını ifade eden hadisler vardır (Buhârî, Cum'a, 36 [934]; Müslim, Cum'a, 11 [851]; Muvatta', Cum'a, 6; Ebû Dâvûd. Salât, 234 [1112]; Tirmizî, Cum'a, 368 [512]; Nesâî, Cum'a, 22 [1401]). Hanefî ve Şâfiîler bu hadislere dayanarak hutbe esnasında konuşmayı mekruh; Hanbelî ve Mâlikîler haram kabul etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/553). Diğer taraftan yine Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm âlimleri hutbede müminlere dua etmenin mendup veya rükün olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Buna göre, hutbenin dinlenmesi, bu esnada başka işlerle uğraşılmaması ve konuşulmaması gerekir. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okunması, hatibin duasına ‘âmin’ denmesi, konuşma olarak değerlendirilmediğinden, bunların yapılmasında bir sakınca yoktur (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159)." Farz namazlarla birlikte kılınan sünnet namazların dayanağı nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların öncesinde ve sonrasında sünnet namazları kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir. Bundan dolayı vakit namazlarıyla birlikte eda edilen düzenli (revâtib) sünnetler imkânlar ölçüsünde kılınmalıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadislerinde, “Her kim öğle namazından önce dört rek’at, sonra iki rek’at, akşamdan sonra iki rek’at, yatsıdan sonra iki rek’at, sabahtan önce de iki rek’at olmak üzere 12 rek'at sünnet/nâfile namaz kılmaya devam ederse, Allah da o kimseye cennette bir köşk inşa eder.” (Tirmizî, Salât, 189 [414]; bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 101 [728]) buyurmuştur. İkindi namazı ile ilgili olarak da “İkindiden önce dört rek'at namaz kılana Allah merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 8 [1271]; Tirmizî, Salât, 201 [430]) demiştir." Vakit namazlarının farzlarıyla birlikte kılınan sünnetleri terk etmenin sakıncası var mıdır?,"Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan revâtib sünnetler, müekked ve gayrimüekked sünnetler olmak üzere iki kısımdır. Müekked sünnet, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sürekli kıldığı fakat bağlayıcı olmadığını göstermek amacıyla bazen terk ettiği; gayrimüekked sünnet ise bazen kıldığı, bazen de terk ettiği sünnet demektir. Gayrimüekked sünnetlere müstehap da denilmektedir. Müekked sünnetleri mazeret olmadan terk etmek doğru değildir. Mazeretsiz terk edilmeleri, ‘isâet’ yani yanlış ve kusurlu bir davranış olur; ancak azap gerektirmez. Gayri müekked sünnetler ise mazeret olmadan da bazen terk edilebilirler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/103-104, 474, 478)." Nafile namazları camide mi yoksa evde mi kılmak daha faziletlidir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların cemaatle kılınmasını tavsiye etmiş ve “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249-250 [650]) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise “Eğer insanlar yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmanın sevabını bilselerdi emekleyerek de olsa cemaate katılırlardı.” (Buhârî, Ezân, 32 [654]; Müslim, Salât, 129 [437]) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), gerek beş vakit farz namazların öncesinde ve sonrasında, gerekse farz namazlardan ayrı olarak sünnet ve nâfile namaz kılar; sünnet ve nâfile namazların evde kılınmasının daha uygun olacağını belirtirdi. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü, insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân, 81 [731]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 213 [781]). Başka bir hadislerinde ise Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz farz namazını mescidde kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Allah Teâlâ, bu nâfile namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 210 [778]) buyurmuş; hatta “Namazın bir kısmını (yani nâfileleri) evlerinizde kılınız, evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât, 52 [432]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 208 [777]) uyarısında bulunmuştur. Buna göre, farz namazların sünnetleri dâhil tüm nâfile namazların camide kılınması mümkün olmakla birlikte, evlerde kılınması daha faziletlidir." "Sağlık ve güvenlik gibi alanlarda çalışan bir kimse namazların sadece farzını kılıp, sünnetleri terk edebilir mi?","Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bağlı olmanın bir göstergesi kabul edilmiştir. Bu itibarla bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nâfile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) Resûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Kıyamet gününde Müslüman kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazları tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi hâlde şöyle denir: Bakın bakalım, bunun nâfile namazı var mıdır? Eğer nâfile namazları varsa, farzların eksiği bu nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 202 [1425]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 148 [864]). Şu hâlde farz namazlar ile birlikte kılınan düzenli nâfileler (revâtib sünnetler) de kılınmalıdır. Önemli mazeretleri olanlar ise alışkanlık hâline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler." Cemaate yetişmek için sabah namazının sünneti terk edilebilir mi?,"Sünnetler içerisinde en kuvvetlisi, sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık namazdır. Çünkü Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bu namazın çok daha faziletli olduğuna dair, diğer nâfile namazlar hususunda söylenmeyen sözler varid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sabah namazının iki rek'atı, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 96 [725]) buyurmuştur. Herhangi bir farz namaz için ikâmete başlandığında veya imam namaza başladığında nâfile namaz kılmak mekruh olup, cemaate katılmak gerektiği hâlde, faziletinden dolayı sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık sünnet bundan istisna edilmiştir (Kâsânî, Bedâi’, 1/297). İmkân olduğunda bu faziletin kaçırılmaması gerekir. Bu itibarla bir kimse cemaatle kılınan sabah namazının farzının son rek'atına veya bazı görüşlere göre teşehhüdüne yetişebileceğini düşünüyorsa, sünneti kılmalıdır. Buna mukabil kişi, sünnetle meşgul olduğu takdirde farzın tamamını kaçıracağından endişe ederse sünneti terk ederek cemaate katılması gerekir (İbn Mâze, el-Muhît, 1/448-449; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/56)." Öğle ve yatsının son sünnetleri dört rek'at olarak kılınabilir mi?,"Öğle ve yatsı namazlarının son sünneti, iki rek'at olarak kılınabileceği gibi dört rek'at olarak da kılınabilir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğle namazının son sünnetini dört rek'at kılmayı tavsiye ettiğine dair rivâyetler bulunduğu gibi (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 7 [1269]; Tirmizî, Salât, 200 [426-428]), iki rek'at kıldığı ve tavsiye ettiğine dair rivâyetler de mevcuttur (Buhârî, Teheccüd, 29, 34 [1172, 1180]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 104 [729]). Ancak iki rek'at kılındığına yönelik rivâyetler daha kuvvetli ve meşhur olduğundan tercih edilmiş ve genel olarak uygulama bu yönde yerleşmiştir." İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetinin birinci oturuşlarında niçin “salli” ve “barik” ve üçüncü rek'atın başında “sübhâneke” duaları okunur?,"Hanefîlerde öğle ile cuma namazlarının ilk sünnetleri hariç genel olarak nâfile namazların her iki rek'atı müstakil bir namaz sayıldığı için ilk oturuşlar da son oturuş konumunda olur. Bunun için ikindi ile yatsı namazlarının farzlarının öncesinde kılınan nâfile namazların ilk oturuşlarında “Salli” ve “Bârik” duaları okunur. Aynı gerekçe ile ilk oturuştan kalktıktan sonra başlanacak rek'atta da “Sübhâneke” okunur (Bilmen, İlmihal, 141-142)." Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlarda kaç rek'atta selâm vermek daha faziletlidir?,"Gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir, gündüz kılınanlarda ise dört rek'atta bir selâm vermek Hanefîler'e göre daha faziletlidir. Gündüz kılınan namazlarda bir selâmla dört rek'attan, gece namazlarında ise tek selâmla sekiz rek'attan fazla nâfile kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/67-68; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/394). Şâfiîlere göre hem gündüz hem de gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir selâm verilir (Mâverdî, el-Hâvî, 2/289; Merğinânî, el-Hidâye, 1/67)." Hâcet namazı nasıl kılınır?,"Bir Müslüman, ihtiyacı olan bir şeyi elde etmek için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışmalı ve sonucunu da Allah’tan beklemelidir. Bununla birlikte ahirete veya dünyaya ait bir dileğin gerçekleşmesi isteği ile Allah rızası için namaz kılması da uygundur. Kılınan bu namaza “Hâcet namazı” denir. Bu konuda Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kişi, ihtiyacı olan bir şeyi Allah’tan veya bir insandan isteyeceği zaman önce güzelce abdest alsın, sonra iki rek'at namaz kılsın. Sonra Allah’ı anıp Resûlullah’a salavat getirsin ve şöyle desin: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ الحَلِيمُ الكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ العَرْشِ العَظِيمِ، الحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ العَالَمِينَ، أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لاَ تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلاَّ غَفَرْتَهُ وَلاَ هَمًّا إِلاَّ فَرَّجْتَهُ وَلاَ حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلاَّ قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. “Hilim ve kerem sahibi Allah’tan başka ilah yoktur. Ulu arşın Rabbi Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini kazandıracak sebepleri, her çeşit iyiliği elde etmeyi ve her türlü günahtan kurtulmayı senden niyaz ediyorum. Affetmediğin hiçbir günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Rızana uygun olan her türlü dileğimi kabul buyur!” (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]). Hâcet namazı dört veya iki rek'at olarak kılınabilir. On iki rek'at kılınabileceği şeklinde de rivâyet vardır. Bu namazı dört rek'at kılacak olan kişi, birinci rek'atında Fâtiha sûresinden sonra üç defa Âyetü’l-kürsî, diğer üç rek'atında da birer Fâtiha ile birer İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini okur. Sonra da yukarıda zikredilen duayı yapar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/28)." Tahiyyetü’l-mescid namazının hükmü nedir? Kerâhet vakitlerinde kılınması caiz midir?,"Tahiyyetü’l-mescid namazının, camiye girildiğinde kılınması sünnettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu namazla ilgili olarak; “Sizden biriniz mescide girdiğinde oturmadan iki rek‘at namaz kılsın.” (Buhârî, Salât, 60 [444]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 69 [714]) buyurmuştur. Tahiyyetü’l-mescid namazı Hanefîler'e göre iki veya dört, Mâlikîlere göre ise iki rek'at kılınır. Şâfiîlere göre aslolan iki rek'at olmakla birlikte Şâfiî ve Hanbelîler bu niyetle istendiği kadar namaz kılınabileceğini ifade etmişlerdir. Hanefîler, nâfile namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitlerde tahiyyetü’l-mescid namazının kılınamayacağı kanaatindedir. Şâfiîlere göre tahiyyetü’l-mescid mutlak değil sebebe bağlı nâfile namazlardan olduğu için bu vakitlerde de kılınabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/311). Ezân okunduğu sırada mescide giren kimsenin bu namazı kılması Hanefîler'e göre mekruh iken Şâfiîlere göre mekruh değildir. Ancak müezzin kâmet getirirken veya cemaatle namaza başlandığında mescide giren kişinin tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Hanefîler, cuma namazında hatip minberde iken mescide giren kimsenin oturup hutbeyi dinlemesi gerektiğini ve tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğunu söylemiştir. Şâfiîlere göre ise uzatmamak ve iki rek‘atı geçirmemek şartıyla kılınmalıdır. Mescide giren kişinin, meşguliyet veya kerâhet vaktinin girmesi gibi sebeplerle bu namazı kılamaması durumunda, “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü va’llâhü ekber” demesi müstehaptır; bazı âlimler buna “ve lâ havle ve lâ kudrete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm” cümlesini de eklemiştir. Hanefîler, herhangi bir namazı kılmak veya farz namazı cemaatle kılmak suretiyle de mescidin hakkının verileceğini, dolayısıyla en az iki rek‘at farz veya nâfile namazı kılmak niyetiyle mescide giren kişinin kıldığı bu namazın, niyet etmese bile tahiyyetü’l-mescid yerine geçeceğini ve onun sevabını da kazanacağını belirtmişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, 2/166, 191; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/18). Mescid-i Harâm’ın tahiyyesi Kâbe’yi tavaf etmektir; tavaf niyetiyle oraya giren hemen tavafa başlamalı, tavaf niyeti olmaksızın giren ise tahiyyetü’l-mescid namazı kılmalıdır." Teravih namazının hükmü ve mahiyeti nedir?,"Terâvîh namazı Ramazan ayında, yatsı namazından sonra sabah namazı vaktine (fecrin doğuşuna) kadar kılınabilen nâfile namazın ismidir. Hadisi şeriflerde ramazan gecelerinin ihyası olarak nitelendirilen bu namaza dört rek‘atta bir dinlenme amacıyla biraz araverildiğinden ""terâvîh"" denmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashabıyla beraber cemaat hâlinde bu namazı kılmış, onların iştiyakını görünce farz olur endişesiyle cemaatle kılmayı terk ederek yalnız kılmaya devam etmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Yine Hz. Peygamber, “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan namazını (teravih) kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2009]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 173-175 [759-760]) buyurarak teravih namazına teşvik etmiştir. Bu bakımdan teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Teravih namazını dört rek'atta bir selâm vererek kılmak caiz ise de iki rek'atta bir selâm vererek kılmak daha faziletlidir. Bu namazın her dört rek'atının sonunda bir miktar oturup dinlenmek müstehaptır. Bu dinlenmelerde tehlîl (lâ ilâhe illallah) ve salavât ile meşgul olunması uygundur." Teravih namazının vakti ne zamandır? Yatsı namazını kılmadan önce teravih kılınsa geçerli olur mu?,"Teravih ve vitir namazının vakti, yatsı namazının vaktidir. Ancak hem teravih hem de vitir namazı, yatsı namazının farzından sonra kılınır. Bu itibarla yatsı namazının farzından önce kılınan teravih ve vitir namazlarının iade edilmesi gerekir. Eğer vakit çıkmış ise; teravihin kazası gerekmez, vitrin kazası gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426, 469; Kâsânî, Bedâi‘, 1/290)." Teravih namazı kaç rek'attır?,"Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldığı teravih namazlarının kaç rek'at olduğu konusunda, üzerinde ittifak edilen bir rivâyet bulunmamaktadır. Her ne kadar onun vitir dâhil yirmi üç rek'at teravih kıldığı yönünde bazı rivâyetler varsa da (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/164 [7692]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 2/698 [4286]) bunlar fukaha tarafından farklı değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu konuda Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan ayındaki gece namazlarıyla ilgili hadisinden ve Hz. Ömer’in teravihin cemaatle kılınmasını başlatmasıyla ilgili haberlerden hareketle bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Resûlullah’ın (s.a.s.) Ramazan’daki gece namazları sorulduğunda, Hz. Âişe, “Resûlullah, Ramazan ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir rek'attan fazla (nâfile namaz) kılmamıştır.” (Buhârî, Teheccüd, 16 [1147]; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 125 [738]) karşılığını vermiştir. Başka bir rivâyette bu sayı on üç olarak zikredilmektedir (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 123-124). Öncelikle bu hadisin teravih namazı hakkında olduğu konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Diğer taraftan Hz. Âişe’nin, Allah’ın elçisinin Ramazan ayında ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir veya on üç rek'at namaz kıldığını belirtmesi, onun teravih dışında devamlı olarak kıldığı bir gece namazının bulunduğunu göstermektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nâfile olmak üzere namaz kıl. Umulur ki Rabbin, seni övgüye değer bir makama gönderir.” (el-İsrâ, 17/79) buyrulmaktadır. Yukarıda zikredilenlerden, söz konusu sorunun, Ramazan ayında Hz. Peygamber’in diğer ibadetlerinde olduğu gibi gece namazlarında da bir artış olup olmadığını öğrenmek amacıyla sorulduğu ve teravih namazıyla bir ilişkisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’den rivâyet edilen, “Resûlullah (s.a.s.) Ramazan’ın son on günü girdiğinde gecelerini (ibadet ve zikirle) ihya eder, ailesini uyandırır, ibadete daha da yoğunlaşırdı.” (Müslim, İ‘tikâf, 7-8 [1174-1175]; bk. Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 5 [2024]) hadisi bu görüşü desteklemektedir. Diğer yandan, bu hadisin teravihin meşru kılınmasından önce mi yoksa sonra mı olduğu da belli değildir. Hz. Ömer zamanındaki cemaatle kılınan teravih namazlarının rek'atları konusunda yirmi ve on bir rek'at şeklinde iki rivâyet vardır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/162-163 [7671-7683-7684]). Kaynaklarımızda Hz. Ömer’in dönemiyle ilgili farklı rivâyetler olmakla birlikte daha sonra teravihin yirmi rek'at olarak yerleştiği ve günümüze kadar da cemaatle kılınarak böyle devam ettiği ifade edilmiştir (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/450; ‘Aynî, ‘Umde, 11/126-127; Mâverdî, el-Hâvî, 2/290-291; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 3/53). Teravih namazı, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinden başlayarak günümüze kadar cemaatle yirmi rek'at olarak kılınmıştır. Sahabeden kimse buna itiraz etmemiş ve âlimler tarafından da bu şekilde kabul edilmiştir. Günümüzde, başta ülkemiz olmak üzere pek çok İslâm ülkesinde teravih namazı cemaatle 20 rek'at olarak kılınmaktadır. Şunu ifade etmek gerekir ki teravih namazı nâfile bir ibadet olduğundan, farz gibi telakki edilmesi doğru değildir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazının evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rek'at kılınması hâlinde sünnet yerine getirilmiş olur. Ancak cemaate iştirak etmeye çalışmak daha iyidir." Teravih namazı tek niyetle kılınabilir mi?,"Teravih namazına başlarken niyet ettikten sonra her selâm verişte yeniden niyet etmenin şart olup olmadığı konusunda Hanefî âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Tercih edilen görüşe göre teravih namazı bir bütün olduğundan her iki veya dört rek'atta selâm verdikten sonra yeniden niyet etme zorunluluğu bulunmamaktadır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/74-75; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/117)." Teravih namazını cemaatle kılmanın hükmü nedir?,"Nâfile namazların tek başına kılınması daha faziletli olduğu hâlde, teravih namazının cemaatle kılınması Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla sabittir. Nitekim Hz. Peygamber teravih namazını birkaç defa cemaate kıldırmış, ancak daha sonra farz olur düşüncesiyle cemaate kıldırmaktan vazgeçmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Hz. Ömer (r.a.) halife olunca, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını görüp, tekrar cemaatle kılınmasının daha uygun olacağını düşünmüş ve sahabeyle istişare ederek bu namazın yeniden cemaatle kılınması uygulamasını başlatmıştır. Halkın vecd içinde bu namazı kıldıklarını görünce, “Ne güzel bir âdet oldu” diyerek memnuniyetini belirtmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]). Hz. Ali (r.a.), bu uygulama sebebiyle “Ömer mescitlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın.” (İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dımaşk, 44/280 [9808]) diye dua etmiştir." Kadınlar teravih namazını camide kılabilirler mi?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hanımlarınızın mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 53 [567]; bk. Buhârî, Cum‘a, 13 [900]; Müslim, Salât, 136 [442]). Hz. Peygamber’in, kadınların mescide gitmelerine izin verdiği, hatta Ramazan ve Kurban bayramları gibi toplumun beraberce kutladığı sevinçli günlerde onların da bayram sevincini yaşamaları için bayram namazına gelmelerini teşvik ettiği bilinmektedir (Buhârî, ʽÎdeyn, 15, 19, 21 [974, 979, 981]; el-Hac, 81 [1652]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 1-3, 10-12 [884-885, 890]). Allah Resûlü (s.a.s.) camiye gelecek kadınlara birtakım tavsiyelerde bulunmuş; dikkat çekecek şekilde giyinmelerini ve koku sürünmelerini yasaklamıştır (bk. Müslim, Libâs, 125 [2128]; Salât, 141-142 [443]). Kadınların namazlarını evlerinde kılmaları daha faziletli ise de farz namazları ve teravih namazını gerekli hassasiyeti göstermeleri kaydıyla camide cemaatle kılmalarında da bir sakınca yoktur (Zeylaî, Tebyîn, 1/140; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/71)." Abdest ve teyemmüme güç yetiremeyen kişi nasıl namaz kılar?,"İnsanlar ancak yapabileceklerinden sorumludurlar. Zira dinimiz, kişiye güç yetiremeyeceği yükü yüklemez. Dolayısıyla kişi gücü neye yetiyorsa onu yapmakla mükelleftir (el-Hac, 22/78; el-Feth, 48/17). Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (el-Bakara, 2/286) buyurmuştur. Bu ilke, ibadetlerin kişiye gerekliliği konusunda olduğu gibi ibadetlerin yerine getirilmesi hususunda da geçerlidir. Mesela, aklı olmayana namaz farz değildir. Buna göre, abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi de olmayan kişi, teyemmüm ederek namazlarını kılar. Kolları ve ayakları sağlam olduğu hâlde, temiz su ve temiz toprak kullanmaktan aciz olan veya ağır hasta olan kişi, kendi başına abdest alıp teyemmüm edemediği gibi bu konuda kendisine yardım edecek birini bulamıyorsa abdestli olmasa bile, yapabiliyorsa vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, iyileştiğinde yine namazlarını kaza eder (Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, 2/102). Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 11/323). Hanbelîlere göre ise bu hâldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184). Kolları ve ayakları olmadığı için abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi bulunmayan kişi, teyemmüm de yapamayacak durumda ise bu kişiye abdest ve teyemmüm yükümlülüğü yoktur. Kendisini abdestli gibi kabul ederek, kılabildiği şekilde namazlarını kılar. Bu namazları daha sonra kaza etmesi söz konusu değildir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102)." Dizlerinde rahatsızlığı olanların sandalyede namaz kılması caiz midir?,"Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş (el-Bakara, 2/286), gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir (el-Bakara, 2/185). Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 176 [948]). Buna göre; namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabîye, “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl."" (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuştur. Buna göre ayakta durabilen ve yere oturabildiği hâlde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak secdeleri îmâ ile yapar. Ayakta durabildiği hâlde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Ayakta durmaya ve rükû yapmaya gücü yettiği hâlde yere oturamayan kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak îmâ ile eda eder. Ayakta durmaya gücü yetmeyen, ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak kılar, rükû ve secdeleri îmâ ile yerine getirir. Unutulmamalıdır ki, kişi Rabbine ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretler, kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak derecedeki rahatsızlıklar meşru mazeret olarak görülmemelidir. Öte yandan üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılmasının, cami doku ve kültürüyle bağdaşmayacağı da bilinmelidir." Hamile bir kadın namaz kılarken zorlanmakta ise namazlarını oturarak veya îmâ ile kılabilir mi?,"Hamile kadın, namazda rükû ve secde yapması kendisine veya karnındaki bebeğe zarar verecekse aşağıda anlatılanlardan kendisine uygun gelen şekilde namazını kılar. Hastalığından dolayı namazda rükû ve secde yapamayan kişi oturduğu yerden kolayına geldiği şekilde; mesela bağdaş kurarak veya ayaklarını yana veya öne doğru uzatarak oturup namazını kılar. Ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kişi, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), basur hastalığı olan birinin namazı nasıl kılacağının sorulması üzerine; “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurdu. Bu durumda olan bir kimse usûlüne göre, namazını îmâ ile kılar. Îmâ ile namaz kılan kişi başını rükûda biraz, secdede ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Bununla birlikte, vücudun baş ile birlikte eğilmesiyle de îmâ yapılmış olur. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde, rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa, ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77)." Bitkisel hayatta olan insandan namaz ve oruç ibadetleri düşer mi?,"Bilinci bir günden fazla yerinde olmayan kişinin bu süre zarfındaki namazların yükümlülüğü düşer. Bu itibarla bitkisel hayata giren ve bir daha iyileşemeyen kimse, bu dönemde kılamadığı namazlardan sorumlu olmaz. Bilincini bir günden daha az süreyle kaybedenlerin, ayıldıkları zaman namazlarını kaza etmeleri gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/192). Oruç sorumluluğunun düşmesi için ise bilinç kaybının bir ay devam etmesi gerekir. Bir aydan daha az olan bilinç kaybında, tutulamayan oruçların kaza edilmesi gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/350). Ancak bitkisel hayattayken henüz bir ay dolmadan vefat eden kişinin tutamadığı oruçlar için kaza sorumluluğu yoktur. Dolayısıyla onlar için fidye vermek gerekmez." Îmâ ile namaz nasıl kılınır? Gözle îmâ ederek namaz kılınabilir mi?,"Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş, gücü aşan durumlar için kolaylaştırma esası getirilmiştir. Hastalık da bu kolaylaştırma sebepleri arasında yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuşlardır. Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kimse îmâ ile namaz kılar. Îmâ, rükû ve secde yerine baş ile işaret etmek demektir. Îmâ ile namaz kılan kişi rükû için başını biraz eğer, secde için ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Secdede başını yere koyamayan kimsenin, bir şeyi başına kaldırarak ona secde etmesi caiz değildir. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76-77). Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kişi, rahatsızlığı sebebiyle ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamıyorsa, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, sırt üstü yatarak veya yana yaslanarak îmâ eder. Hanefîler'e göre îmâ, mutlaka baş ile yapılmalıdır. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Hanefîlerden Züfer’e ve Şâfiî mezhebine göre ise başıyla îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse gözüyle îmâ ederek namazlarını kılar. Gözle de îmâya gücü yetmezse kalbiyle namazlarını kılar. Yani kalben kendisini namazda hayal eder ve okuması gereken duaları okur. Daha sonra bu şekilde kıldığı namazları kaza etmesi gerekmez. Ancak daha sonra ayakta kılabilecek şekilde sağlığına kavuşursa kalp ve göz ile kıldığı namazları iade etmesi müstehap olur (Serahsî, el-Mebsût, 1/217; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/468-470). Şu kadar var ki göz veya kalp ile îmâya gücü yeten kimse, Allah ile irtibatını koparmamak için namaz kılmak isterse bu son görüşle amel edebilir." "Seferî sayılma bakımından bulunulan yerleri ifade eden vatan-ı aslî, vatan-ı ikamet ve vatan-ı süknâ ne demektir?","İslâm, namaz ve oruç gibi ibadetlerin eda edilmesinde yolcularla ilgili bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre dinen yolcu (seferî) sayılan kimselerin dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılmaları, Ramazan oruçlarını sonradan tutmak üzere erteleyebilmeleri bu özel hükümlerdendir. Dinen yolcu sayılabilmenin iki temel ölçütü vardır. Bunlardan biri mekân, diğeri ise mesafedir. Yolculuk açısından bir kimsenin bulunduğu yer, ya “vatan-ı aslî” ya “vatan-ı ikamet” ya da “vatan-ı süknâ”dır. Vatan-ı aslî: Aslî yerleşim yeri demektir. Bir insanın doğup yaşadığı yer veya çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yerleştiği yerdir. Kişi burada yolcu olmaz. Vatan-ı ikamet: Yerleşmek maksadı ile olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve aslî vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir. Kişi burada da yolculuk hükümleri uygulamaz. Vatan-ı süknâ: Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, aslî ya da ikamet vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir (Haddâd, el-Cevhera, 1/87). Kişi kaldığı yerde bu durumda ise yolcu sayılır. Bu hükümler Hanefî mezhebine göredir. Şâfiî mezhebine göre ise seferî sayılabilmek için yaklaşık 90 km bir mesafeye gitme niyeti ile yola çıkılmış olmalı ve gidilen yerde, giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az kalınmalıdır. Dört gün ya da daha fazla kalınmaya niyet edilmesi hâlinde seferîlik hükmü biter (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 2/257)." Seferîliğin başlangıcı nasıl belirlenir?,"Dinen sefer sayılacak mesafedeki bir yere gitmek üzere yola çıkan kişi, yaşadığı yerleşim yerinin meskûn mahallinden çıkınca misafir hükmünde kabul edilir. Bu kimse yolculuk hüküm ve ruhsatlarından yararlanmaya başlar (Merğînânî, el-Hidâye, II, 101). Buna göre, yolculuğa başlayıp şehrin meskûn mahallinden çıkan kimse dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar. Günümüzde şehirler genişlemiş, İstanbul örneğinde olduğu gibi, iki ucu arasındaki mesafe neredeyse sefer mesafesi olacak kadar uzamıştır. Bu nedenle İstanbul gibi büyükşehirlerde yaşayan kimseler, yolculuğa kendi araçlarıyla çıktıklarında, ikamet ettikleri ilçenin belediye sınırlarını geçtikleri andan itibaren seferî sayılırlar ve haklarında seferîlik hükümleri sabit olur. Yolculuğa otobüs, tren, uçak ve gemi gibi umumi vasıtalarla çıkılması halinde ise seferiliğin başlangıç noktası olarak otogar, gar, havalimanı ve limanlar esas alınabilir." Seferî olan kişi namaz kıldırabilir mi?,"Seferî kimse, hem seferî olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferî olan kişi dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılacağı için mukim olan cemaate namaz kıldıracağı zaman, namaza başlamadan önce, “Ben seferîyim, ikinci rek'atın sonunda selâm vereceğim. Ben selâm verince siz selâm vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” şeklinde cemaati uyarması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/101-102; Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke’nin fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları kısaltarak kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız.” (Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer, 10 [1229]) buyurmuştur. Hz. Ömer de (r.a.) aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rek'atlı farzları iki rek'at olarak kıldırmış ve mukim cemaate, “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz.” (Muvatta’, Kasru’s-salât, 19) demiştir." Seferî olan bir kimse mukim imamın arkasında namazını nasıl kılar?,"Seferî olan bir kimse, mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/80). Zira Resûlullah (s.a.s), “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur.” (Buhârî, Salât, 18 [378]; Müslim, Salât, 77 [411]) buyurarak, cemaatin namazının, imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferî olan kişi, vakit içinde mukim bir imama uyup namazını imamla beraber tamamlamadan selâm verirse, kıldığı bu namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı geçersiz olan kimse, aynı namazı yeniden tek başına kılarken dört rek'at olarak değil iki rek'at olarak kılar." Seferî iken kılınamayan dört rek'atlı namazların kazası nasıl yapılır?,"Dört rek'atlı namazlar yolculuk hâlinde iken kazaya kalırsa, ister yolculuk (sefer) içerisinde, ister yolculuktan sonra kaza edilsin, ikişer rek'at olarak kaza edilirler. Yolculuk hâli dışında kazaya kalan bir namaz ise yolculuk sırasında kaza edilmek istendiğinde dört rek'at olarak kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Şâfiîlere göre ise seferde kılınmamış bir namaz, ikamet hâlinde dört rek'at olarak kaza edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/516)." Gemiyle seyahat edenler namazlarını nasıl kılarlar?,"Gemi gibi üzerinde ayakta durulabilen vasıtalarda asıl olan, namazı ayakta ve kıbleye dönerek rükû ve secdelerini de yaparak kılmaktır. Baş dönmesi gibi sebeplerle ayakta kılmak mümkün olmadığında gemide oturarak namaz kılınabilir ve imkân varsa îmâ etmeyip öncelikle rükû ve secdeli olarak kılınır. Namaza başlarken mümkünse kıbleye doğru dönülür, gemi yön değiştirdikçe kişinin kendisinin de kıble tarafına dönmesi gerekir. Binek hayvandan farklı olarak, gemide cemaat yaparak da namaz kılınabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/109-110)." Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?,"Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nâfile namaz kılmak caiz ise de normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbâl-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), nâfile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhârî, Salât, 31 [400]). Cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hâllerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret hâllerinde, binek üzerinde farz namaz kılmak da caiz görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 1/108). Hz. Peygamber zamanında ve müctehid imamlar döneminde günümüzdekine benzer nakil araçları yoktu. O zaman mevcut olan nakil araçları binek hayvan ve gemi idi. Genelde insanlar kendi hayvanları ile seyahat ederler ve diledikleri zaman durup istedikleri zaman yollarına devam edebilirlerdi. Onun için namazı hayvan sırtında kılma zorunlulukları yoktu. Gemide seyahat edenler ise gemi duruyor ise normal yerde kılıyorlarmış gibi kıbleye dönerek rükû ve secdeyi yaparak namazlarını kılarlardı. Gemi hareket hâlinde ise yapabiliyorlarsa ayakta rükû ve secdeyi yaparak, geminin hareketine göre kıbleye doğru dönerek kılarlar, buna güçleri yetmezse oturdukları yerden rükû ve secdeyi yaparak kılarlardı (Semerkândî, Tuhfe, 1/156; Kâsânî, Bedâi‘, 1/109). Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından oturdukları yerde îmâ ile kılabilirler. Bununla birlikte namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Ancak otobüs firmalarının yolcuların dinî hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir. Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim hâlinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir hâlinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir." Çalışmak üzere bir şehre giden fakat ailesini oraya götürmeyen kimse namazlarını seferî mi yoksa mukim olarak mı kılar?,"Kişinin doğup büyüdüğü yere veya çalışıp geçimini sağladığı, çoluk çocuğu ile yerleştiği ve sürekli kalmaya niyet ettiği yere ""vatan-ı aslî"" denir. Vatan-ı aslî, ancak başka bir yeri vatan-ı aslî edinmekle değişir. Kişi başka bir yere göç edip eşini ve çocuklarını buraya naklederek yerleşirse burası vatan-ı aslîsi olur. Önceki vatanı, vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Daha sonra buraya (eski vatanına) misafir olarak (15 günden kısa süreliğine) gelirse dört rek'atlı farz namazlarını iki rek'at olarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve arkadaşları Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleştikten sonra Mekke’ye gittiklerinde dört rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmışlardır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 1 [1081]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 15 [693]). Bir kimsenin doğduğu, evlendiği, içinde yerleşmeye karar verdiği yeri terk etmeyi düşünmeyerek; öğrencilik, işçilik ve askerlik gibi geçici sebeplerle uzunca bir zaman oturduğu veya yolculuğa çıkıp en az on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yerler ise ikamet vatanıdır. İkamet vatanında namazlar mukim olarak kılınır. Hanefîler'e göre burada 15 günden az kalacaksa ve kaldığı yer kendi mülkü veya kiraladığı bir mesken değilse namazlarını kısaltarak kılar (bk. Haddâd, el-Cevhera, 1/87; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163)." İş gereği haftaiçi başka bir şehirde çalışıp haftasonları evine dönen kişi çalıştığı yerde seferî olur mu?,"Sürekli gidip geldiği iş yeri en az 90 km uzakta olan ve iş yerinin bulunduğu yerde her defasında Hanefîler'e göre 15, Şâfiîlere göre 4 günden az kalan kişinin, iş yerinin bulunduğu şehirde otel, misafirhane vb. bir yerde kalıyorsa orada seferî sayılır. Kendi mülkiyetinde veya kiraladığı bir meskende kalıyorsa, iş yerinin bulunduğu yerde seferî olmaz (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163)." "Birden çok yerde evi olan bir kimse, buralara gittiğinde seferî olur mu?","Bir kimsenin esas memleketinden ayrı olarak, on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yer vatan-ı ikamettir. Dinî görevleri yapma konusunda vatan-ı ikametle vatan-ı aslî arasında fark yoktur. Yani vatan-ı ikamette olan kişi de misafire ait olan dinî kolaylıklardan yararlanamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132). Fıkıh kaynaklarındaki bir görüşe göre; iki yerde kullandığı evi bulunan bir kimse bunlardan hangisine gitse mukim olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163). Buna göre bir beldede kullandığı evi olan kimse oraya gittiğinde seferî sayılmaz. Günümüzdeki bazı yaklaşımlara göre kişinin yazlığının olduğu yer de aslî vatanı gibidir. Dolayısıyla kişi, kendisine ait yazlık veya kışlık evinin ya da devre mülkünün bulunduğu yerlerde namazlarını tam kılar." Kaza namazının delili nedir?,"Kur'ân’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.s.) vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın. Onun keffâreti ancak budur.” (Müslim, Mesâcid, 315 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamış; bunun üzerine “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” diye beddua etmiş ve ikindi namazını akşam namazı vaktinde kaza etmiştir (Müslim, Mesâcid, 205 [627]; bkz. Buhârî, De‘avât, 58 [6396]). Ayrıca Hayber Fethi’nden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir. (Müslim, Mesâcid, 309 [680]). Beş vakit namazın farzı ve vitir namazı kaza edilir. Kazaya kalan sabah namazı, o günün öğle vaktinden önce kaza edilecekse sünneti de kaza edilir. Ayrıca öğle namazının dört rek'atlık ilk sünneti de vakit çıkmadıkça öğlenin farzından sonra kılınır. Öte yandan geçmiş namazlar, kazaya nasıl kaldıysa öyle kılınırlar, yani seferî olarak kaldıysa seferî, mukim olarak kaldıysa mukim gibi kaza edilir (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/63). Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın, kasıtlı olarak terk edilen namazların kazası ile ilgili herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Fakat bu kasıtlı olarak terk edilen namazların kazasının gerekmediği anlamına gelmez. Zira Ramazan’da kasıtlı olarak cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hem keffâreti hem de o günkü orucun kazasını emretmesi (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/208 [6944-6945]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/382 [8059-8060]), bir farz ibadetin kasıtlı olarak terk edilmesi durumunda da kazasının gerektiğine delildir. Öte yandan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir mazerete dayalı olarak vaktinde kılamadığı namazları kaza etmesi ve sahabeye de bu yönde emir buyurması dikkate alınacak olursa, mazeretsiz olarak terk edilen namazların kaza edilmesinin öncelikle gerekli olacağı sonucuna ulaşılır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/68)." Mekruh vakitler hangileridir? Hangi vakitlerde kaza ve hangi vakitlerde nâfile namaz kılınmaz?,"Bazı vakitlerde bir kısım ibadetlerin yapılması yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). Güneş doğarken ve tam tepede iken namaz kılınamaz. Güneşin batmasından önceki kerâhet vaktinde, sadece o günün ikindi namazının farzı kılınabilir. Fakat mazeretsiz olarak ikindi namazını bu vakte kadar geciktirmek mekruhtur. Bu vakitlerin başlama ve bitiş zamanları mutedil bölgeler itibarıyla şöyledir: • Güneşin doğmasından itibaren, 40-50 dakika sonrasına kadar, • Güneşin, tam tepede bulunduğu vakit (Öğle vaktinin girmesine yaklaşık 10 dakika kalmasından öğle vaktinin girmesine kadar), • Güneş batmazdan önce, gözleri kamaştırmaz hâle gelmesinden, batmasına kadar olan vakit (Güneşin batmasına 40-50 dakika kalmasından itibaren akşam namazı vakti girinceye kadar olan zaman) (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42). Bu sayılan kerâhet vakitlerinde kaza namazı, vitir gibi vacip namaz kılınamadığı gibi kerâhet vaktinden önce hazırlanmış bulunan cenazenin namazı da kılınamaz. Bu vakitlerde hazırlanmış cenazenin namazı ise kılınabilir. Daha önce okunmuş bir secde âyetinden dolayı “tilâvet secdesi” yapılamaz. Ancak kerâhet vaktinde okunan secde âyetinin secdesi, daha sonraya bırakmak efdal olsa da bu vakitte yapılabilir. Bunların dışında şu vakitlerde de sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur: • Sabah namazının sünneti hariç olmak üzere imsak vakti girdikten sonra, güneş doğuncaya kadar olan sürede, • İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar olan sürede, • Akşam namazı vakti girdiğinde farz kılınmadan önce, • Cuma günü hatibin minbere çıkmasından sonra (Merğinânî, el-Hidâye, 1/269-271). Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim: Sabah (namazı kılındık)tan sonra, güneş yükselinceye kadar başka namaz yoktur. İkindi (namazın)dan sonra, güneş batıncaya kadar başka namaz yoktur.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 31 [586]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 288 [827]). Şâfiî mezhebine göre ise güneşin doğuşu, tam tepede oluşu ve batışı zamanında sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur. Ancak bu vakitlerde farz namazlar, kaza namazları, revâtib sünnetler, tahiyyetü’l-mescid gibi sebepli namazlar kılınabilir. Ayrıca ikindiden sonra güneşin sararasından batışına kadar nâfile namaz kılmak tenzihen mekruhtur (Nevevî, Ravda, 1/192)." İmsak vakti ile güneşin doğuşu arasında sabah namazının sünneti dışında kaza veya nafile namaz kılmak caiz midir?,"Bir namazın vakti girdikten sonra öncelikle o vaktin namazını kılmak daha uygun olmakla birlikte, o vaktin namazını kaçırma tehlikesi olmadığı sürece, öncesinde kaza namazı kılınabilir. Buna binaen sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra güneşin doğmasına henüz vakit varsa bu arada kaza namazı kılınabilir. Fecrin doğuşundan sonra sabah namazının iki rek'at sünneti dışında sünnet ve nâfile namaz kılınmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), namaza olan düşkünlüğüne rağmen fecrin doğuşundan itibaren sabah namazının iki rek'at sünneti dışında namaz kılmamıştır (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/40). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazından sonra güneş bir mızrak boyu oluncaya kadar, ikindi namazından sonra ise güneş batıncaya kadar nâfile namaz kılmayı yasakladığı rivâyet sebebiyle (bkz. Buhârî, Mevâkîtu’s-salât, 30 [581]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277]) sabah namazını kıldıktan sonra nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu kabul edilmiştir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42)." Kaza namazına nasıl niyet edilir?,"Kaza namazı kılacak olan kişinin kılacağı namazı belirleyerek niyet etmesi asıldır. Fakat üzerinde çok sayıda kaza namazı olan kişi, geçmiş namazları kaza ederken, “Vaktinde kılamadığım ilk sabah/ ilk öğle/ ilk ikindi/ ilk akşam/ ilk yatsı namazını kılmaya” şeklinde niyet edebileceği gibi “ kılamadığım son sabah/ son öğle/ son ikindi/ son akşam/ son yatsı namazını kılmaya” şeklinde de niyet edebilir." Bir namaz hem kaza hem sünnet niyeti ile kılınabilir mi?,"Bir namaz hem kaza hem de sünnet niyetiyle kılınamaz. Kılınacak namazın ne olduğu kesin olarak tayin edilerek ona niyetlenilmesi gerekir. Hem kaza namazına, hem de vaktin sünnetine birlikte niyet edilirse bu namaz, kaza namazı olur. Hem kaza namazı hem de vaktin sünneti kılınmış olmaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/66)." Kaza namazı borcu olan kimse sünnet namazları kılabilir mi?,"Kazaya kalmış namazların ilk fırsatta kaza edilmesi esastır. Bununla birlikte Hanefî mezhebine göre, kaza namazı bulunan kimselerin farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan (revâtib) sünnetler ile teheccüd ve kuşluk namazı gibi nâfileleri kılmaları da caizdir. Şâfiî mezhebinde, kaza namazı borcu olan kimsenin, geçmiş namazlarının hepsini kaza etmeden nâfile namaz kılması caiz değildir. Kaza namazı bulunan kimsenin uyku ve evin geçimi gibi yapması zorunlu olan işler hariç bütün vakitlerini kazaya kalan namazlarını kılmakla geçirmesi gerektiğinden nâfile ile meşgul olamaz (Dimyâtî, Hâşiyetü i’âneti’t-tâlibîn, 1/31-32)." Hangi namazlar kaza edilir?,"Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzları ile vacip olan vitir namazı kaza edilir. Kılınmayan sünnetler vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, aynı gün zevâlden önce kaza edildiğinde sünneti ile birlikte kaza edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/65). Çünkü Hz. Peygamber kılamadığı bir sabah namazını öğleden önce kaza ederken, sünnetiyle birlikte kaza etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 11 [437-438, 443-444]). Bir de öğle namazında cemaate yetişmek için sünneti kılmadan farza başlayan kişi, farzı kıldıktan sonra kılmadığı ilk sünneti de kılar. Bunu, son sünnetten önce kılabileceği gibi sonra da kılabilir." "Vaktinde kılınmayan namaz daha sonra kaza edildiğinde, namazı kazaya bırakma günahı da affedilmiş olur mu?","Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Öyle kimseler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşete düşeceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37). Unutmak ve uyuyakalmak gibi meşru bir mazeret olmaksızın namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Bununla birlikte hangi şekilde olursa olsun vaktinde kılınmayan namazların mutlaka kaza edilmesi gerekir. Meşru mazerete dayalı olarak namazını vaktinde kılamayan kimse bundan bir sorumluluk altına girmediği gibi o namazı kaza etmekle borcundan da kurtulur. Peygamber Efendimiz, “Her kim bir namazı unutur veya ondan gaflet edip uyuyakalırsa, onu hatırladığında hemen kılsın. Onun bundan başka kefareti yoktur…” (Müslim, Mesâcid, 315-316 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. İhmal ve tembellik sebebi ile namazı vaktinde kılmayan kimse, bu namazı kaza etmekle namaz borcundan kurtulur. Namazı vaktinde kılmamanın vebalinden kurtulmak için ise kişinin tövbe etmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/85)." Namaz borcu olan kişilerin yerine başkaları bu namazları kılabilir mi?,"Sırf bedenle yerine getirilen ibadetlerde başkasının yerine o ibadeti yapmak geçerli sayılmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/74; Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 1/307). Zira herkes kendi amelinin hesabını verecektir (el-İsrâ, 17/13; Yâsîn, 36/54; et-Tûr, 52/16, 21; el-Müddessir, 74/38). Bu itibarla bir kimse, vefat etmiş veya hayatta olan birinin kılmadığı farz namazları, onun adına kılamaz. Dolayısıyla herkes hayatta ve sağlığı yerinde iken ibadetlerini yerine getirmeye özen göstermeli, Allah’ın huzuruna borçlu olarak gitmemeye gayret etmelidir." Kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir mi?,"İmamla aynı vaktin kaza namazını kılmak kaydı ile kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/59; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/39). Nitekim Hendek savaşının zor şartları altında Resûlullah Efendimiz (s.a.s.), namazı kılmaya fırsat bulamamış; bilahare şartlar uygun hâle gelince de kılınamayan bu namazı ashabı ile birlikte cemaatle kılmışlardır (Müslim, Mesâcid, 205 [627]). Ayrıca Hayber Fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra cemaatle kaza etmişlerdir (Müslim, Mesâcid, 309 [680])." Hangi sebeplerle sehiv secdesi yapmak gerekir? Sehiv secdesi nasıl yapılır?,"Namazda unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması veya öne alınması ya da bir vacibin terk edilmesi, geciktirilmesi veya değiştirilmesi hâlinde noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125 vd.). Sehiv secdesinin yapılış şekli şöyledir: Namazın son oturuşunda tahiyyât okunarak sağ tarafa selâm verilir ve hiç ara vermeksizin, tekbir getirilerek secdeye varılır. Burada üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir. Sonra tekbir getirilerek oturulur, tekrar “Allahü ekber” denilerek ikinci defa secdeye varılır ve üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir ve “Allahü ekber” denilerek oturulur. Bu oturuşta, “Ettehiyyâtü, Allahümme salli, Allahümme bârik ve Rabbenâ...” duaları okunarak önce sağa, sonra sola selâm verilir. Sehiv secdesine gitmeden önceki oturuşta da salli-bârik ve diğer duaları okumak caizdir. Sehiv secdesinin, her iki tarafa selâm verdikten sonra yapılabileceği görüşünde olanlar bulunmakla beraber; cumhur, sadece sağ tarafa selâm verdikten sonra yapılmasını tercih etmektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/72-73; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/77-78). Cemaatle kılınan namazlarda cemaatin yanlışlıkla dağılmaması için yalnız sağ tarafa selâm verdikten sonra sehiv secdesi yapılması daha faziletlidir ve ihtiyata uygundur." Namazda kaç rek'at kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?,"Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Kıldığı namazın kaç rek'at olduğunda, erginlik çağından itibaren ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Bu şüphe durumu zaman zaman vuku buluyorsa kişi, zann-ı galibine (kuvvetli kanaatine) göre hareket eder. Eğer kaç rek'at kıldığı hususunda zann-ı galibi (kuvvetli kanaati) de yoksa bu durumda kişi, az olan rek'at sayısını esas alarak namazına devam eder. (Şürünbülâlî, Meraki’l-felah,182). Örneğin dört rek'atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek'atın birinci rek'at mı ikinci rek'at mı olduğunda kuşkuya düşüp bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek'at kılmış sayar ve birinci sayılan rek'atın ikinci; üçüncü sayılan rek'atın da dördüncü rek'at olma ihtimali bulunduğu için her bir rek'atın sonunda oturur ve tahiyyâtı okur, sonunda da sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/165, 166)." Birinci oturuşu son oturuş sanarak selam veren kimse ne yapar?,"Dört rek'atlı namaz kılmakta iken son oturuşta olduğunu zannederek dalgınlık sonucu ilk oturuşta selâm veren kişi, eğer bu selâmdan sonra konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa kaldığı yerden namaza devam eder ve dördüncü rek'atın sonunda sehiv secdesi yapar. Aksi takdirde bu namazı yeniden kılar. İlk oturuşta selâm verme hatası yanılmaya değil de bilgi eksikliğine dayanıyorsa namaz iade edilir. Mesela seferî olmadığı hâlde seferî olduğu düşüncesi ile normalde dört rek'at olarak kılması gereken bir namazı iki rek'at olarak kılarsa bu namazın dört rek'at olarak yeniden kılınması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/129)." Namazda son oturuşu yapmadan ayağa kalkan kişi ne yapmalıdır?,"Namaz kılmakta olan birisi, son oturuşu yapmadan unutkanlıkla ayağa kalkarsa, secdeye varmadıkça geri oturup tahiyyât duasını okuduktan sonra sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Yûsuf’a göre artık bu namazın farz namaz olarak tamamlanması mümkün olmaz. Kılmakta olduğu namaz, iki veya dört rek'atlı bir namaz ise bu durumda, bir rek'at daha kılarak namazını tamamlar. Bu namaz, nâfileye dönüşmüş olur. Ardından bu farzı yeniden kılması gerekir. Yanlışlıkla kalkılan rek'atın secdesi yapılmışsa buna bir rek'atın eklenmesi, nâfile namazların çift sayılı rek'atlar şeklinde kılınmasının meşru olmasından dolayıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/112). Kılmakta olduğu namaz akşam namazı ise kalktığı rek'atın secdesini yapmamışsa, yukarıda olduğu gibi geri oturup sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa bu durumda namazı dört rek'at olarak kılmış olur. Kıldığı namaz bu hâliyle nâfileye dönüşmüş olacağından akşam namazının farzını yeniden kılar." Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyat okunduktan sonra “Allahümme salli ala Muhammed” demek sehiv secdesi gerektirir mi?,"Namazda, unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması, bir vacibin terk edilmesi veya geciktirilmesi hâlinde; noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir. Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyât okunduktan sonra kalkılması gereken bir namazda “Allahümme salli ala Muhammed” diyen kişi İmam-ı Âzam'a göre farz olan kıyamı geciktirdiği için sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamam olur. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre bu durumda sehiv secdesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 1/164)." İmam farz namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra bir sûre veya âyet okumamışsa ne yapması gerekir?,"Namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra Kur’ân’dan bir miktar daha okumak (zamm-ı sûre) vaciptir. Vaciplerin kasten terk edilmesi günahtır, unutarak terk edilmesi veya geciktirilmesi ise günah olmaz, fakat namazın sonunda sehiv secdesi yapılması gerekir. Buna göre, bir imam dört veya üç rek'atlı farz namazların ilk iki rek'atında, Fâtiha’dan sonra bir sûre veya bir miktar âyet okumamışsa, bu sûre veya âyetleri üçüncü ve dördüncü rek'atlarda Fâtiha’dan sonra okusa da okumasa da sehiv secdesi yapması gerekir. Çünkü namazdaki bir vacibi geciktirmiş veya terk etmiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/166; Merğinânî, el-Hidâye, 1/74)." Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek'atında sûre veya âyet okuyana sehiv secdesi gerekir mi?,"Farz namazların, üçüncü veya dördüncü rek'atında Fâtiha sûresinden sonra, bir sûre veya âyet okunması sünnete aykırıdır. Ancak yanılarak sûre okunduğunda farz olan rükû ve secdenin geciktirilmesine sebep olsa da kıyam, kıraat mahalli olduğu için bu durumda sehiv secdesi yapmak gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/102)." Sehiv secdesini yapmayı unutan kişinin ne yapması gerekir?,"Yapılması gereken sehiv secdesini yanılarak veya unutarak terk eden bir kimse, eğer selâm verdikten sonra gülmek, konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir işte bulunursa veya sehiv secdesi yapmaya vakit kalmaz ise bu kimseden sehiv secdesi düşer. Namazı iade etmesi de gerekmez. Ancak namaza aykırı bir davranışta bulunmadan secdeyi hatırlarsa hemen secde eder (Kâsânî, Bedâi‘, 1/174)." Namazın dışında veya namazda tilavet secdesi nasıl yapılır?,"Kur’ân-ı Kerîm okunurken secde âyetlerini okuyan veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde âyeti okuyan kişi namazda değilse, ister âyeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/75). Namaz kılan kişinin namazda secde âyeti okuması hâlinde secde âyetinden sonra üç âyetten daha fazla okumayıp, rükûya eğilecekse, tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu rükû, aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer. Şâyet üç âyetten daha fazla okuyacaksa, tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/133). Tilavet secdesi, namaz değilse de; taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü olması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitâh tekbiri sünnettir. Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan doğrudan doğruya “Allahu ekber” diyerek bir kere secdeye gidip üç defa “Sübhâne Rabbiye’l- a‘lâ” dedikten sonra yine “Allahu ekber” diyerek secdeden kalkar. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt miktarı oturmak ve selâm yoktur. Tilavet secdesini gerektiren âyetleri işiten kişinin, hemen secde yapmaya fırsatı yok ise “Semi‘nâ ve eta‘nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha sonra yapar (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 184)." "Radyo, televizyon ve internet gibi araçlardan Kur’ân-ı Kerîm dinlerken secde âyeti geçerse tilâvet secdesi yapmak gerekir mi?","Radyo, televizyon, internet ve diğer teknolojik araç ve platformlardan Kur’ân-ı Kerîm’i dinleme esnasında secde âyeti geçtiğinde tilâvet secdesi yapılması gerekir." Cenaze namazının hükmü nedir?,"Cenaze namazı, farz-ı kifâyedir. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecibelerin başında cenaze namazının kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Kadın olsun erkek olsun yalnız bir kişinin bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı, Allah’a senâ, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve ölü için duadan ibarettir. Tebük seferine geçerli bir mazereti olmadığı hâlde çıkmayan münafıklarla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Onlardan ölen hiçbirinin (cenaze) namazını kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlü’nü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 9/84). Bu âyet, cenaze namazının farz oluşuna işaret etmektedir. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir Müslümanın ölümü üzerine, “Bir din kardeşiniz vefat etmiştir. Kalkın, onun cenaze namazını kılın.” (Müslim, Cenâiz, 66 [952]; bk. Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]) buyurmuştur." Cenaze namazını kılmanın belli bir vakti var mıdır? Cenazenin defni geciktirilebilir mi?,"Cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Ancak zorunlu olmadıkça kerahet vakitlerinde kılınması uygun değildir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]). Hazırlanmış olan bir cenazeyi bekletmeksizin namazını kılıp çabukça defnetmek daha uygundur (Tirmizî, Salât, 13 [171]; Cenâiz, 73 [1075]). Bununla beraber, daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmak üzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla cenaze bir süre bekletilebilir." Cenaze namazı nasıl kılınır?,"Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirlerdir. Cenaze namazında iftitâh (başlangıç) tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem vefat eden kişi hem de Müslümanlar için dua etmekten ibarettir. Cenaze namazı kılmak için cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. İmam ve cemaat tekbir alarak ellerini bağlarlar “ve celle senâük” cümlesiyle birlikte “Sübhâneke” duasını okurlar. Ardından, eller kaldırılmadan tekbir alınır ve “Salli-Bârik” duaları okunur. Tekrar eller kaldırılmaksızın tekbir alınır. Bilenler cenaze duasını (Tirmizî, Cenâiz, 38 [1024-1025]) bilmeyenler ise dua niyetiyle “Fâtiha” sûresini (Tirmizî, Cenâiz, 39 [1026]) veya başka bir duayı okurlar. Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selâm verilir. Böylece namaz tamamlanmış olur. Cenaze namazında taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret (vücudun örtülmesi gereken yerlerini örtmek) ve niyet gibi şartlara riâyet edilir. Namazı kılınacak cenazenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmiş olması, cemaatin önünde olması gerekir. Ayrıca Hanefî ve Mâlikîlere göre bedeninin tamamı veya yarıdan fazlası yahut başı ile birlikte en az yarısı bulunmalıdır. Şâfiîlere göre ise kişi ölüp de bir tek uzvu bulunsa bile cenaze namazı kılınır. Nitekim ashab, ölen ve sadece eli bulunan bir sahabînin namazını kılmıştır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/32). Canlı olarak doğup ölen çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/159)." Cenaze namazında tekbirlerin fazla veya eksik alınması hâlinde ne yapılmalıdır?,"Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirdir. Cenaze namazında iftitâh tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek ise vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de Müslümanlara dua etmekten ibarettir. İmam dörtten fazla tekbir alırsa cemaat ona uymaz, imamla selâm vermiş olmak için onun selâm vermesini bekler. Fakat imam unutarak tekbirleri eksik alır ve selâm verirse, imamın namazı bozulmuş olacağından cemaat kendi başına dördüncü tekbiri alsa bile namaz sahih olmaz. Bu durumda namaz yeniden kılınmalıdır. Cenaze defnedildikten sonra namazın eksik tekbirle kılındığının anlaşılması hâlinde, defin üzerinden uzun bir zaman geçmemişse namaz kabir üzerine kılınır (Kâsânî, Bedâi‘, 1/313-315)." Birden fazla cenaze için tek bir namaz kılınabilir mi?,"Birden fazla cenaze hazır olduğunda, bunların namazlarını ayrı ayrı kılmak daha uygun ise de hepsi için tek bir namaz kılmak da yeterlidir (Serahsî, el-Mebsût, 2/65; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 591)." Vefat eden kişiye birden fazla cenaze namazı kılınabilir mi?,"Cenaze namazı bir defa kılınmakla farz yerine getirilmiş olur. Bu nedenle, tekrar kılınması gerekmez. Ancak cenaze namazında bulunamayan kişiler, daha sonra münferit olarak veya ayrı bir cemaatle tekrar kılabilirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), cenaze namazında hazır bulunamadığı Ümmü Sa’d için daha sonra cenaze namazı kılmıştır (Tirmizî, Cenâiz, 47 [1037])." Gıyâbî cenaze namazı kılınabilir mi?,"Aslolan, namazının kılınabilmesi için cenazenin hazır bulunmasıdır. Bununla birlikte hazır olmayan cenaze için de namaz kılınabilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Habeş Kralı Necâşî’nin vefatını haber vermiş, sonra da onun cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin önüne geçmiş, ashab da arkasında saf tutmuştur (Buhârî, Cenâiz, 54 [1318]; Müslim, Cenâiz, 63 [951]). Olayda hazır bulunan Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.) , Necâşî’nin (gıyâbında) cenaze namazını kıldırdı. Ben de ikinci saftaydım.” (Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]). Yine, Resûlullah’ın (s.a.s.) Uhud şehitleri (Buhârî, Cenâiz, 72 [1344]) ve kendisine haber verilmeden defnedilen cenazeler için de gıyâbî cenaze namazı kıldığı bilinmektedir (Buhârî, Cenâiz, 55 [1321])." Cenaze namazı ayakkabı ile kılınabilir mi?,"Bütün namazlarda olduğu gibi cenaze namazında da namaza mâni olan pisliklerin giderilmesi (necasetten taharet) şarttır. Buna göre, cenaze namazı kılacak kimsenin ayakkabısında namaza engel bir pislik yoksa namazını ayakkabısıyla kılmasında dînen bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), ayakkabıları ile cenaze namazına durmuş, Cebrâil’in ayakkabılarına pislik bulaşmış olduğunu haber vermesi üzerine onları çıkarmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 89 [650])." Cenaze namazına katılan kadınların saf düzeni nasıl olmalıdır?,"Cenaze namazına katılan kadınların bir zorunluluk olmadıkça erkeklerle aynı safta bulunmaları uygun görülmemiştir. Bu itibarla kadınların, hangi namaz olursa olsun, erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerin arkasında durmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar, en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiştir (Müslim, Mesâcid, 266 [658]). Sünnete uygun olan bu usûl olmakla birlikte kadınların erkeklerin arasında cenaze namazı kılmış olmaları bu namazın geçerliliğini etkilemez. Çünkü cenaze namazı rükûsu ve secdesi olan tam bir namaz olarak değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte kadınların böyle bir davranışta bulunması mekruhtur." Cenaze namazı cami içerisinde kılınabilir mi?,"Cenaze namazı bir mazeret bulunmadıkça cami dışında kılınır. Ancak yağmur, çamur, soğuk gibi bir mazeret bulunması durumunda camide kılınmasında bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/165). Şâfiîlere göre, camiyi kirletme endişesi yoksa bu namazın camide kılınması, müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 5/213). Sa’d b. Ebî Vakkâs vefat ettiği zaman Hz. Âişe kendisinin de cenaze namazı kılabilmesi için cenazenin mescide getirilmesini istemiş ancak sahabîler onun bu isteğini hoş karşılamamıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe, “İnsanlar ne çabuk unutuyorlar! Resûlullah (s.a.s.), Süheyl b. Beydâ’nın cenaze namazını mescidde kılmıştı.” (Müslim, Cenâiz, 99 [973]) demiştir." Namazların rekât sayıları ve kılınış şekilleri neye göre belirlenmiştir?,"İbadetler tevkîfîdir. Yani hem farz oluş gerekçelerinin hem de uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün değildir. İbadetlerle ilgili hususlar Kur’ân’da genel olarak emredilmiş, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla belirgin hâle gelmiştir. Kur’ân’da, namazların belli vakitlerde farz kılındığı (en-Nisâ, 4/103) ve kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi birtakım rükünlerinin olduğu bildirilmiş; söz konusu ibadetin ayrıntıları ve namaz içerisinde yapılması gereken diğer davranışlar ile ilgili hususlar Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olmuştur (Buhârî, Ezân, 95 [755-758]; Müslim, Salât, 45 [397]; Mesâcid, 176 [613]). Bütün bunların bir ifadesi olarak da Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18 [631]) buyurmuştur. Buna göre namazla ilgili genel hüküm, rükün ve şartlar Kur’ân’la, bunlara ilişkin ayrıntılar ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle belirlenmiştir." Sabah namazı imsak vaktinin girmesiyle kılınabilir mi?,"Sabah namazının vakti, tan yerinin ağarması demek olan ikinci fecrin doğmasından başlayarak güneşin doğmasına kadar devam eder. Buna göre imsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, fecr-i sâdıkın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık (Ramazan gecelerinde) eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (el-Bakara, 2/187) buyrulmaktadır. İmsak ile birlikte sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah namazı kılınabilir. Bununla birlikte, konuyla ilgili bazı rivâyetlere dayanan Hanefîler, biraz geciktirilerek (isfar vaktinde) kılınmasını daha uygun (müstehap) bulmuşlardır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/225; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/286; Zeylaî, Tebyîn, 1/82). Nitekim Peygamber Efendimiz de bunu tavsiye etmiştir (Tirmizî, Salât, 3 [154]). Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira Cebrâil’in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) imamlık ettiğine ilişkin hadise göre Cebrâil sabah namazını birinci günde tan yeri ağardığında, ikinci günde de ortalık aydınlanıp güneş doğmasına yakın bir vakitte kıldırmış ve, “…Bu, senden önceki peygamberlerin (namaz) vaktidir ve (namazlar için) vakit bu iki vaktin arasıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 2 [393]; Tirmizî, Salât, 1 [149]) demiştir." “Asr-ı evvel” ve “asr-ı sani” ne demektir?,"“Asr-ı evvel”, ikindi namazının ilk vakti; “asr-ı sânî” ise ikindi namazının ikinci vakti demektir. İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin sona ermesi ile başlar. Öğle namazının vaktinin ne zaman sona ereceği, fakihlerin kullandıkları delillerin farklılığı sebebiyle ihtilaflı olduğu için buna bağlı olarak ikindi namazının vaktinin başlayacağı zaman da ihtilaf konusu olmuştur. Buna göre İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhep imamına göre güneşin tepe noktasından batıya meyli sırasında oluşan gölge (fey-i zevâl) hariç herhangi bir şeyin gölgesi kendisi kadar olunca öğle namazının vakti bitmiş ve ikindi namazının vakti başlamış olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Şirbînî, Muğnî’l-Muhtac, 1/299-300; Desûkî, Hâşiye, 1/177; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/271-272). İşte bu vakte “asr-ı evvel” (ikindi namazının ilk vakti) adı verilir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle namazı vakti, “fey-i zevâl” hariç bir şeyin gölgesi kendisinin iki katı kadar olunca sona erer. Bu vakte ise “asr-ı sânî” (ikindi namazının ikinci vakti) adı verilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/79). Diyanet İşleri Başkanlığı, yayınlamakta olduğu Diyanet Takvimi’nde ikindi namazının vaktini, “asr-ı evvel” esasına göre düzenlemiştir ve namazlar asr-ı evvel ictihadına göre kılınmaktadır." İkindi namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman sona erer?,"İkindi namazı vaktinin başlangıcı, öğle namazı vaktinin sona ermesine bağlı olduğu için öğle namazının sona ermesi konusundaki görüş ayrılığı ikindi vaktinin başlamasına da yansımıştır. Dolayısıyla İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre öğle vakti, her şeyin gölgesi ‘fey-i zevâl’ hariç kendisinin bir mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı evvel (ikindi namazının ilk vakti) denir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle vaktinin bitişi, her şeyin gölgesi “fey-i zevâl” hariç kendisinin iki mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı sânî (ikindi namazının ikinci vakti) denir. Diyanet İşleri Başkanlığı takviminde asr-ı evvel uygulaması esas alınmaktadır. İkindi namazının son vakti güneşin batışından hemen öncedir. Ancak mazeret yoksa bu ana kadar geciktirmemek gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ikindi namazını güneş sararıncaya kadar geciktirip sonra da baştan savma bir şekilde aceleyle kılmayı, münafıkların namazı olarak nitelemiştir (bkz. Müslim, Mesâcid, 195 [622]; Ebû Dâvûd, Salât, 5 [413]). Fakat daha önce kılınamamışsa, güneş batmak üzere de olsa kılınır (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/80; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Güneş batmadan önce ikindi namazından bir rek'ata yetişen, namazın tamamına yetişmiş sayılır.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]; Müslim, Mesâcid, 163-165 [608]). Şâfiî mezhebine göre ikindi namazının vakti, kendi içinde “fâziletli”, “ihtiyârî”, “kerâhetsiz cevâz”, “kerâhetli cevâz” ve “özür” olmak üzere beşe ayrılır. Özür vakti, sefer veya yağmur gerekçesinden dolayı ikindi namazı ile öğle namazının cem edilmek suretiyle öğle namazı vaktinde kılınmasıdır. Diğerleri ise her şeyin gölgesinin bir buçuk katına çıktığı zamana kadar fazilet, iki misline çıktığı zamana kadar ihtiyarî, ihtiyarî vakitten güneşin sararmasına kadar kerâhetsiz cevaz ve güneşin sararmasından batışına kadar olan zaman aralığını kapsayan kerahetli cevaz vakitleridir. Bir özür yok iken ikindi namazını kerahetli cevaz vaktine kadar ertelemek caiz değildir. Bununla birlikte güneşin batışından önce bir rek'at da olsa kılabilen kimse ikindi namazını kılmış olur (Nevevî, el-Mecmû’, 3/27)." Akşam namazı ne zamana kadar kılınır?,"Akşam namazının vakti; güneşin batması ile başlayıp, İmam Ebû Hanîfe’ye göre güneşin batışından sonra ufukta kalan aydınlık kayboluncaya kadar devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Akşam namazı vaktinin başlangıcı güneşin batışı, sonu da ufkun kayboluşudur.” (Tirmizî, Salât, 2 [151]) buyurmuştur. Bir rivâyette de Hz. Peygamber (s.a.s.), yatsı namazını şafağın kaybolmasından sonra kılmıştır (Dârekutnî, es-Sünen, 1/495-496 [1037]. Rivâyetlerdeki ‘şafak’ veya ‘ufuk’ kelimeleri İmam Ebû Hanîfe’ye göre, kırmızılıktan sonraki beyazlıktır. Ayrıca İmam Ebû Hanîfe bu konuda delil olarak, “…Akşam namazı vaktinin sonu ufkun karardığı vakittir.” (bkz. Müslim, Mesâcid, 174 [612]) hadisine dayanmıştır. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’le birlikte diğer mezheplere göre ise akşam namazının son vakti, güneşin batışından sonraki kızıllık gidinceye kadar devam eder. Zira hadisteki şafak güneşin batışından sonraki kızıllıktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Şafak kızıllıktır. O kaybolunca namaz vacip olur.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/506 [1056]) buyurmuştur." Yatsı namazı ne zamana kadar kılınabilir?,"Yatsı namazının vakti, akşam namazının vakti çıktıktan sonra başlar, “imsak” vaktine (tan yerinin ağarmaya başlamasına) kadar devam eder (Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/159 [957-959]). Yatsı namazı bu süre içinde herhangi bir vakitte kılınabilir. Bununla birlikte bazı âlimler, bütün farz namazlarda olduğu gibi yatsı namazını da vaktinin ilk diliminde kılmanın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tavsiyesi gereğince daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Buna karşılık yine bazı rivâyetlere dayanarak yatsı namazını gecenin biraz ilerleyen diliminde kılmanın daha uygun olduğunu söyleyen âlimler de vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/278). Şâfiî mezhebine göre yatsı namazının vakti batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasıyla başlar, tan yerinin ağarmasına kadar devam eder. Ancak bu mezhebe göre yatsı namazının vakti kendi içinde “faziletli”, “ihtiyârî”, “cevâz” ve “özür” olmak üzere dörde ayrılır. Faziletli vakit, vaktin başında kılınmasıdır. İhtiyarî vakit, gecenin ilk üçte bir vaktidir. Bundan sonra fecre kadarki vakit ise cevaz vaktidir. Bu vakitte yatsı namazını kılmak caiz ise de mekruhtur. Özür vakti ise yatsının cem-i takdim ile kılınacağı akşam namazı vaktidir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/31)." Kılınmakta olan namaz henüz tamamlanmadan önce vakit çıkarsa bu namaz bozulur mu?,"Sabah ve cuma namazı dışında namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağı konusunda âlimler görüş birliği içindedir. Sabah namazında ise güneş doğarken namaz kılmayı nehy eden hadislere dayanan İmam Ebû Hanîfe, güneşin doğmasının kılınmakta olan namazı bozacağını söylemiştir. Bunun yanında İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed son oturuşta teşehhüd miktarı oturulmuşsa namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122-124; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386). Diğer mezhepler ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş doğar veya ikindi namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş batarsa o namazın tamamlanacağını ve geçerli olacağını bildiren hadisine (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]) dayanarak namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağını belirtmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/102-103; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Buna göre sabah namazında ihtilaf bulunmakla birlikte bir vaktin namazı kılınırken diğer vaktin girmesi ile kılınmakta olan namaz bozulmaz." Kerâhat vakitlerinde namaz kılmanın yasak olmasının sebebi ve hikmeti nedir?,"Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman diliminde, güneş tam tepe noktasındayken ve güneşin batma zamanında namaz kılmak hadislerde yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). İslâm, Allah’tan başkasına ibadet etmeyi ya da bunu çağrıştıracak bütün tutum ve davranışları yasaklar. Belli vakitlerde namaz kılınmasının yasak veya mekruh olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Zira güneşin tam doğuş, tam tepe noktasında ve tam batış hâlinde olduğu zamanlar mecusilerin ibadet vakitleridir. Bu vakitlerde namaz kılmanın yasaklanması veya kısıtlanması, ateşperestlerin ibadet vakitleri ile çakışarak Müslümanların onlara benzememesi amacıyladır. Böylece Müslümanlarda kimlik ve ibadet bilincinin geliştirilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca bu vakitlerin, namazın kemâl anlamda edasına engel bir özelliğinin olduğu da belirtilmiştir (bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 294 [832]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277])." Vakitlerin oluşmadığı yerlerde namazlar nasıl kılınır?,"Vakit, namazın şartlarından birisidir. İslâm bilginleri arasında “vakit, namazın şartıdır” gerekçesiyle vakitlerin teşekkül etmediği yerlerde o vaktin namazının farz olmadığını söyleyenler varsa da, namazın asıl sebebinin ilahî hitap olduğunu esas alarak, bu yörelerde namazların takdirle kılınacağını söyleyen âlimler çoğunluktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/362). Bir rivayette, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) âhır zamanda Deccal geldiğinde bir günün bir yıl, bir günün bir ay ve bir günün de bir hafta gibi olacağını ifade etmesi ve bu günlerde namazların takdir edilerek kılınması gerektiğini belirtmesi (Müslim, Fiten, 110 [2937]), bu görüşün delillerinden birisidir. Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ortaya koyduğu gibi vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda namazların, vakitleri takdir ederek kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Anlaşılıyor ki, ilahî hitap, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ve amelî tevatür gereği bütün Müslümanlar, bir günde yani 24 saatte 5 vakit namazla mükelleftirler. Aksi hâlde kutuplarda ve kutuplara yakın bölgelerde olduğu gibi dünyanın bazı yerlerinde yaşayan Müslümanların bir kısmı (altı ay gece altı ay gündüz olduğu için) yılda sadece beş vakit namaz kılacaklardır. Şu hâlde, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, o namazın vakti takdir edilerek kılınır." Namazlar cem edilmek (birleştirilmek) suretiyle kılınabilir mi?,"Belirli şartları taşıyan her Müslüman’a günde beş vakit namaz farzdır. Her namaz kendi vakti içinde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Namaz, müminler üzerine belli vakitlerde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/103) buyrulmaktadır. Bu itibarla normal şartlarda her namazın vaktinde kılınması gerekir. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda namazlar birleştirilerek (cem’ edilerek) kılınabilir. “İki namazı birleştirmek” anlamına gelen “cem” öğle ile ikindi namazlarının öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsı namazlarının da akşam veya yatsı vaktinde birlikte kılınmalarını ifade eder. Hanefî mezhebine göre cem sadece hacılar için söz konusudur. Arefe (arife) günü Arafat’ta ikindi öne alınarak öğle vaktiyle birlikte (cem-i takdim sureti ile) kılınır. Aynı gün akşam namazı geciktirilerek, Müzdelife’de yatsı vaktinde birlikte (cem-i te’hir) kılınır. Bunun dışında namazları cem ederek kılmak caiz değildir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127). Diğer mezheplerde (aralarında bazı konularda ihtilaf olmakla birlikte) sefer, yağmur, fırtına gibi mazeretlerle öğle ile ikindiyi veya akşam ile yatsıyı cem-i takdim ya da cem-i tehir yoluyla kılmak caizdir. Bu görüşün delillerinden birisi İbn Abbâs’ın verdiği ""Resûlullah (s.a.s.) Tebûk seferinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kıldı."" (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 51-53 [705-706]) haberidir. Hanefîler bu ve benzeri hadislerde söz konusu olan cemin, sûrî (bir namazı vaktin sonunda, takip edeni de vaktin başında peş peşe kılarak, şeklen bir birleştirme) olduğunu söylerler (Muvatta’, Salât, 203 [Şeybânî Rivâyeti, Bâb: 59]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/162 [978-980]; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/173-174). Önemli mazeretlerin bulunduğu durumlarda Hanefî birisi de diğer mezhepleri taklit ederek anılan namazları cem ederek kılabilir. Mesela seferde olmak, imtihan saatiyle çakışmak, doktorun ameliyatta iken namazı vaktinde kılamaması gibi zarûret ve ihtiyaç hâllerinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları, cem-i takdim veya cem-i te’hir ile kılınabilir. Namazları birleştirerek kılacak kişi, bu namazları peş peşe ve sırasına göre kılar; iki farz arasındaki sünnetleri kılmaz, başka bir şeyle meşgul olmaz. Öğle ile ikindinin farzları, öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsının farzları, akşam veya yatsı vaktinde peş peşe, ara vermeden kılınır. Sabah namazı ne yatsı ne de öğle ile birleştirilemediği gibi ikindiyle akşam veya yatsı ile sabah da birleştirilemez." İftitah tekbirinde elleri kaldırmanın hükmü nedir?,"İftitah tekbirini alırken, elleri yukarıya kaldırmak sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu tekbiri alırken ellerini kaldırmıştır (Buhârî, Ezân, 84 [736]; Müslim, Salât, 21-22 [390]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/195-196 [1157-1170]). Hanefî mezhebine göre erkekler iki elini, avuçların iç kısımları kıble istikametine yönelik olarak ve başparmaklar kulak yumuşakları hizasına gelecek şekilde kaldırırlar. Kadınlar ise omuzlarının hizasına kadar kaldırırlar (Merğinânî, el-Hidâye, 1/48). Diğer mezheplerde erkekler de ellerini omuz hizasına kadar kaldırırlar." Namaz kılarken kıyamda ayaklar arası açıklık ne kadar olmalıdır?,"Namazda kıyamda iken iki ayağın arasındaki açıklık konusunda sahih ve sarih bir hadis bulunmadığından, miktarın ne olacağı konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler belirtmişlerdir. Hanefî mezhebine göre kıyamda iki ayağın arası, dört parmak kadar açık bulundurulmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 98). Şâfiî mezhebine göre iki ayak arası bir karış kadar açık tutulmalıdır (Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 1/146). Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ayaklar aşırı sayılacak kadar fazlaca açılmamalı, tümüyle de bitiştirilmemelidir (Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 2/881)." Namazlarda Sübhâneke okurken “ve celle senâüke” kısmı niçin okunmaz?,"Namazın başında okunan “Sübhâneke” zikri ile ilgili mütevatir veya meşhur hadislerde “ve celle senâüke” ifadesi yer almamaktadır (Ebû Dâvûd, Salât, 122 [775-776]; Tirmizî, Salât, 65 [242-243]). Bundan dolayı namaz kılan kişi cenaze namazı dışındaki namazlarda bu ifadeyi okumaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/49). Cenaze namazı ise ölüye dua olduğu için başka duaların da yapılması mümkün olduğu gibi “Sübhaneke” zikrine “Allah’ım, senin şanın yücedir” anlamındaki “ve celle senâuke” ifadesi de eklenebilir (Tahtâvî, Hâşiye, 584; Mehmet Zihnî, Nîmet-i İslâm, 427). Zira namaz dışında yapılan bazı zikir ve dualarla ilgili rivâyetlerde bu ifade yer almaktadır." Namazda Fâtiha suresi okunduğunda “âmîn” demenin hükmü nedir?,"“Âmîn”, Yüce Allah’ın kabul etmesini temenni etmek amacıyla duanın sonunda söylenen sözdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), duanın sonunda “âmîn” denilmesini tavsiye etmiştir (Buhârî, Ezân, 111 [780]; Müslim, Salât, 72-75 [410]). Hanefî mezhebine göre Fâtiha’nın sonunda “âmîn”in gizli söylenilmesi sünnettir. Bu konuda imam, cemaat ve yalnız başına kılanlar arasında fark yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/493). Şâfiî mezhebine göre ise “âmîn”, açık kıraatli namazlarda açıktan, gizli kıraatli namazlarda gizlice söylenir (Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1/139-140)." Namazda Fâtiha’dan sonra okunacak âyet veya sûreler için besmele çekilir mi?,"Namazda her rek'atın başında ve Sübhâneke’den sonra kırâata başlamadan önce besmele çekilir. Fâtiha’dan sonraki zamm-ı sûre için ise ayrıca besmele çekilmez (Zeylaî, Tebyîn, 1/112)." Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek'atında Fâtiha’dan sonra niçin başka âyet veya sûre okunmaz?,"Kur’ân’da ibadetler ayrıntıları belirtilmeksizin emredilmiştir. Farz, vacip veya nâfile bütün ibadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı ise Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. Namazın kaç rek'at kılınacağını, nerede ve nasıl kıraat, zikir, tesbih, tahmid veya dua yapılacağını, rükûnun ve secdenin nasıl ve kaçar defa olacağını Hz. Peygamber (s.a.s.) göstermiş ve “Benim kıldığım gibi siz de namazı kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18 [631]) buyurmuştur. Yani ibadetler, nasıl emredilmişse o şekilde yapmak ile sorumluyuz. Farz namazların son iki rek'atında Fâtiha’dan sonra sûre okunmamasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte farzların son iki rek'atında Fâtiha’dan sonra sûre okunursa bu, namaza bir zarar vermez. Hanefî mezhebindeki makbul görüşe göre sehiv secdesi de gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/102; Halebî, es-Sağîr, 175)." İlk iki rek'atta okunan âyetlerin veya sûrelerin sonraki rek'atlarda tekrarlanmasının hükmü nedir?,"Dört rek'atlı sünnet namazlarda her iki rek'at müstakil kabul edildiğinden (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/16-17) birinci ve ikinci rek'atta okunan zamm-ı sûreleri üçüncü ve dördüncü rek'atta da okumak, namaza bir zarar vermez. Ancak bilenlerin başka âyet/sûre okuması daha doğru olur." Erkeklerin namazda başlarını örtmeleri gerekir mi?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab-ı kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da günlük hayatlarında örf ve iklim şartları gereği başlarını örtmüşlerdir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) günlük kıyafeti ile namazlarını kılmış, ibadet için ilave veya bazı özel giysiler giymemiştir. Takke üzerine sarık sardığı gibi sarıksız takke ve takkesiz sarık kullandığı da olmuştur (bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 24 [4078]; Tirmizî, Libâs, 12, 42 [1736, 1784]; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-me‘âd, 1/130; Müttakî, Kenzü’l-‘ummâl, 7/121 [18284-18286]). Bazı âlimler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamalarını göz önüne alarak namazda erkeklerin başını örtmesini sünnet kabul etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre baş açık namaz kılmak, sünneti terk etmek anlamına geleceğinden tenzîhen mekruh sayılmıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/640; Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 131). Diğer bazı âlimler ise bunu örf gereği kabul ettiklerinden başı açık namaz kılmakta bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir (bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, 2/489). Sonuç olarak namaz kılarken başın takke, sarık vb. bir şeyle örtülmesi evladır. Bununla birlikte baş açık bir hâlde namaz kılmak da caizdir." Erkeklerin kolu kıvrık veya kısa kollu gömlek ile namaz kılmaları caiz midir?,"Namaz kılan kimse, manen, Yüce Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmaktadır. Bu sebeple, kılık kıyafeti düzgün olmalıdır. Eskiden kolları sıvamak kibir alameti sayıldığı için kolu kıvrık namaz kılmak mekruh kabul edilmiştir (el-Fetâva’l-Hindiye, 1/106). Ancak günümüzde böyle bir algı söz konusu değildir. Öte yandan erkeklerin, kısa kollu gömlekle de namaz kılmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü bu tutum da, kolları kıvırıp sıvamakta olduğu gibi yadırganacak bir durum olmaktan çıkmıştır." Kadınlar namazda ellerini erkekler gibi bağlayabilirler mi?,"Namazda, sağ el sol elin üstüne gelecek şekilde elleri bağlamak sünnettir (Buhârî, Ezân, 87 [740]; Müslim, Salât, 54 [401]). Ancak bu bağlamanın nerede olacağına dair farklı rivâyetler bulunmaktadır. Bu rivâyetler ile sahabe ve tâbiîn uygulamalarına bağlı olarak, erkekler bazı mezheplere göre göbek altında, bazı mezheplere göre göğüslerinin üzerinde, bazılarına göre ise göğüs ile göbek arasında ellerini bağlarlar. Kadınların ellerini bağlaması, namazda elleri bağlamanın sünnet olduğunu kabul eden âlimlerin ittifakına göre, göğsün üzerine bağlama şeklindedir. Bu bağlama şekli, kadınların vücut yapısı bakımından tesettürün ruhuna daha uygun bir davranıştır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/49)." Ön safta boşluk varken arkada saf tutulabilir mi?,"Cemaat ile kılınan namazlarda safların tertip ve düzenine riâyet edilmesi namazın adabındandır. İmamın bu konuda gerekli hassasiyeti göstermesi ve gerektiğinde, safların usûlüne uygun şekilde tanzim edilmesi için cemaati uyarması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaza başlamadan önce safların düzgün ve sık olmasına dikkat etmiş, saflar arasında boşluk bırakılmaması hususunda muhtelif vesilelerle ashabını uyarmıştır (Buhârî, Ezân, 71-72 [717-719]; Müslim, Salât, 127-128 [436]). Buna göre cemaat ile kılınan namazlarda, ön safta boşluk varken caminin gerisinde imama uyulması sünnete uygun değildir. Bununla birlikte saf haricinde imama uyan kimselerin namazları sahihtir." "Cemaatle namaz kılarken müezzinlik yapanların, müezzin mahfilinde tek başına namaz kılmaları uygun mudur?","Cemaatle kılınan namazlarda safların düzgün olması, sık durulması ve aralarda boşluk bırakılmaması gerekir. Safların tertibi ile ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Saflarınızı düzgün tutun, zira safların düzeltilmesi namazın mükemmelliğini sağlayan şartlardandır.” (Buhârî, Ezân, 74 [723]; Müslim, Salât, 124 [433]). Cami içerisinde imam ile cemaat arasındaki mesafenin fazla olması iktidaya/imama uymaya engel değilse de mazeret olmadıkça bir kişinin saftan ayrı tek başına imama uyması mekruhtur. Buna göre müezzinin saflardan ayrı durması uygun değildir (Kâsânî, Bedâî’, 1/216). Ancak mikrofon kullanma ihtiyacı vb. bir mazerete binaen müezzinlerin cami içindeki yerlerinden imama uymalarında bir sakınca yoktur." Tuvalet ihtiyacı varken namaz kılmak caiz midir?,"Namaz huşû ve Allah’ın huzurunda bulunma bilinci ile kılınmalıdır. Bu sebeple, namazda dikkati dağıtacak durumların olabildiğince giderilmesi önem arz eder. Onun için mesela vakit daralmamış ise aç bir kimsenin sofra hazırken namaza durması uygun görülmemiştir. Tuvalet ihtiyacı da, namazda huşûyu engelleyen ve dikkati dağıtan bir etki yapacağından bu hâlde iken namaz kılmak mekruhtur. Hz. Peygamber (s.a.s.), idrarı sıkışık durumda olan veya yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, Mesâcid, 67 [560])." Namazda sûreleri Mushaf’taki sıraya göre okumanın hükmü nedir?,"Sünnete uygun olan, namazda okunan âyet ve sûrelerin Mushaf’taki sıraya göre okunmasıdır. Bir sûreyi veya âyeti okuduktan sonra, ardından kendinden önceki bir sûreyi veya âyeti okumak tenzîhen mekruhtur. Fakat bu, namazı geçersiz kılacak veya sehiv secdesi yapmayı gerektirecek bir durum değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Burada söz konusu olan tertip, esasında namazın değil tilavetin bir gereğidir. Bu husus sûre ve âyetlerin sırasının insanlar tarafından değil de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından tevkîfen belirlendiği kabulüne dayanmaktadır. Sûrelerin içlerindeki âyetlerin tertibinin tevkîfî olduğunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Bununla birlikte sûreler arasındaki tertibin tevkîfî olduğu konusunda ittifak bulunmamaktadır. Bu sebeple namazda, sûrelerin sıraya göre okunması hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hanefî mezhebinde, hem âyetler hem de sûreler arasında tertibe riâyet edip sırayı takip ederek okumak uygun görülmüştür. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir gece namazında sıraya riâyet etmeden, önce Nisâ sûresini sonra Âl-i İmrân sûresini okuması gibi olayların ise henüz sûreler arasında tertip gerçekleşmeden önceki bir zamanda meydana geldiği belirtilmektedir (Nevevî, Şerhu Müslim, 6/61-62). Namazda okuma esnasında ilerideki bir yere geçerken, aradaki tek bir sûre veya âyetin atlanması da tenzîhen mekruh kabul edilmiştir. Sonraki rek'atta ileriden okunacaksa, uygun olan, en az iki âyet veya iki sûre atlayarak okumaktır. Âlimlerden bazıları, sıraya riâyet etmemenin sadece farzlarda tenzîhen mekruh olduğunu, nâfile namazlarda mekruh olmayacağını söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Aksi görüşte olanlar ise şunu delil getirmektedirler: Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Bilâl’in (r.a.), namaz kılarken bir sûreden diğerine atladığını duyduğunda, ona, “Sûreleri olduğu gibi oku” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/264 [8818], 6/151 [30259]) buyurmuştur. Sonuç olarak, namazda sûre ve âyetlerin tertibine riâyet edilmemesi tenzîhen mekruhtur. Bu durum, namazı bozacak ve tekrar kılmayı gerektirecek boyutta bir eksiklik değildir." Üzerinde resim olan elbiseyle namaz kılınabilir mi?,"Üzerinde canlı varlıkların resimlerinin bulunduğu elbise ile namaz kılmak mekruhtur. Mümkünse bu elbiseler çıkarıldıktan sonra namaz kılınmalıdır. Böyle bir elbise ile namaz kılınması mekruh olsa da bu şekilde kılınan namaz geçerlidir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/65). Ancak bakanın kolayca fark edemeyeceği şekilde küçük resimler kerâhet kapsamında değildir." Kadınlar pantolon ile namaz kılabilirler mi?,"İslam dini tesettürü emretmekle birlikte, örtünmenin şekli konusunda ayrıntıya girmemiş, bunu örfe bırakmıştır. Kadınların namazda el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün bedenleri avrettir (Mevsıli, el-İhtiyar, İstanbul, ts. I, 46). Dolayısıyla vücut hatlarını belli etmeyen ve teni göstermeyen kıyafetlerle namaz kılmaları gerekir. Buna göre dar ve şeffaf olmayan pantolonla bayanların namaz kılmalarında bir sakınca yoktur. Ancak vücut hatlarını ortaya çıkaran dar pantolonla namaz kılmak mekruhtur. Diğer taraftan altını gösterecek şeffaflıkta bir elbise ile namaz kılmak ise caiz değildir (İbn Nüceym, Bahru’r-raik, Daru’l-marife, I, 283)." Cenaze için salâ vermenin hükmü nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde salâ okunduğuna dair kaynaklarda herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Bununla birlikte ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Nitekim Resûlullah’ın (s.a.s.), Necâşî’nin vefatını ashabına haber verdiği (Buhârî, Cenâiz, 4 [1245]), kendisine bildirilmeden defnedilen bir cenaze için de “Bana neden haber vermediniz?” (Buhârî, Cenâiz, 5 [1247]) diye serzenişte bulunduğu rivâyet edilmiştir. Zorunlu olduğu inancı taşımaksızın cenazeyi duyurmak amacıyla salâ vermekte sakınca yoktur." Cenazeyi yıkamanın hükmü nedir? Yıkanmadan defnedilmiş cenazenin kabirden çıkarılıp yıkanması gerekir mi?,"Müslüman cenazesinin yıkanması ve kefenlenmesi farz-ı kifâyedir (Kâsânî, Bedâî’, 1/300, 306, 318; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/303,310). Bu görev bazı Müslümanlar tarafından yerine getirildiği takdirde diğerlerinden sorumluluk kalkar. Herhangi bir sebeple yıkanmadan defnedilen cenaze, defin işlemi bittikten sonra yıkanmak amacıyla mezardan çıkarılmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/207-208)." Cenaze nasıl kefenlenir? Cenaze kefenlenmeden elbisesiyle gömülebilir mi?,"Cenazenin yıkanmasından sonra, usûlüne uygun olarak hazırlanmış bezlerle sarılıp örtülmesine kefenleme (tekfin) denir. Cenazenin kefenlenmesi, Müslümanların üzerine farz-ı kifâyedir. Kefenleme, geride kalanların vefat eden mümine karşı cenaze namazı ile birlikte yerine getirecekleri son görevlerden biridir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Sizden birisi (ölen) din kardeşinin cenazesinin teçhiz ve tekfinini üstlendiği zaman bu işi güzelce yapsın.” (Müslim, Cenâiz, 49 [943]; İbn Mâce, Cenâiz, 12 [1472]) buyurmuştur. Kefenleme, erkekler için gömlek, izâr ve lifâfe olmak üzere üç parça; kadınlar için bunlara ilaveten, başörtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere beş parça bez ile yapılır. Yeterli kefen örtüsü bulunamaması hâlinde, erkekler için izâr ve lifâfe olmak üzere iki parça; kadınlar için de bunlarla birlikte başörtüsü olmak üzere üç parça bez ile yetinilir. Bunların da bulunamaması hâlinde ise vücudun bütününü örtecek bir bez yeterli olur (Müslim, Cenâiz, 44 [940]). Bu durumda kadın ve erkeğin kefenlenmesi arasında fark yoktur. Kefenin parçalarından biri olan gömlek, cenazeyi boyundan ayaklara kadar; ‘izâr’ baştan ayaklara kadar örten iki bezdir. ‘Lifâfe’ ise baştan ayağa kadar örten bez olup kefenin en üstüne gelen parçasıdır. Bu, ayak ve baş tarafından bağlanması için biraz daha uzundur. Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölülerinizi beyaz kefenle kefenleyiniz” (İbn Mâce, Cenâiz, 12 [1472]) buyurmuştur. İslâm’a göre, ölü kefenlenmeden üzerindeki elbiseyle gömülemez. Ancak Allah yolunda savaşırken şehit düşen kimse bundan müstesnadır. Hem dünya hem de ahiret bakımından şehit sayılanlar kefenlenmez, namazları kılındıktan sonra kanlı elbiseleriyle defnedilir, zira onların kefenleri, üzerlerindeki elbiseleridir." Cenazenin bulunduğu yerde Kur’an okunabilir mi?,"Hanefîler'e göre yıkanıncaya kadar cenazenin bulunduğu odada Kur’ân okunması mekruhtur. Başka bir yerde okunmasında sakınca yoktur. Cenaze yıkandıktan sonra yanında da okunabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/173; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/193-194). Şâfiîlere göre, definden önce Kur’ân okunması mekruhtur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 2/438)." Yıkanıp kefenlendikten sonra cenazenin yüzünü açıp bakmak caiz midir?,"Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra yüzünün açılarak yakınlarının ve dostlarının ona son kez bakmaları veya öpmeleri caizdir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Osman b. Maz’ûn (r.a.) (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 40 [3163]) ve oğlu İbrahim vefat ettiğinde (Buhârî, Cenâiz, 43 [1303]) böyle yaptığı bilinmektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) de onun yüzünden örtüyü kaldırdığı, sonra da üzerine kapanıp, iki kaşının arasını hürmetle öptüğü ve ağlamaya başladığı hadis kaynaklarında nakledilmektedir (Buhârî, Cenâiz, 3 [1241]). Kadın cenazenin yüzüne mahremi olan erkekler ve kadınların bakmaları caiz ise de mahremi olmayan erkeklerin herhangi bir zaruret bulunmadıkça bakmaları mekruh görülmüştür. Erkek cenazenin yüzüne kadınların bakmasında ise bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 1/304-305; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/531-532)." Kişi öldüğü yerden başka bir yere götürülüp defnedilebilir mi?,"Kişinin, öldüğü yerin kabristanına defnedilmesi müstehaptır. İstisnalar olmakla birlikte sahabe-i kiram genellikle vefat ettikleri yerlerde defnolunmuşlardır. Ancak cesedin bozulmasından endişe edilmiyorsa cenazenin başka bir şehre veya memlekete taşınmasında ve oraya defnedilmesinde dinî açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim ashaptan Sa’d b. Ebî Vakkâs ve Saîd b. Zeyd’in (r.a.) Medine’nin dışında bulunan Akik denilen yerde vefat ettiği ve Medine’de defnedildiği rivâyet edilmiştir (Muvatta', Cenâiz, 31; Aliyyüî-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/457)." Bir mezara birden fazla cenaze defnedilir mi?,"Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Zaruret hâlinde bir kabre birden çok cenaze konulabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) Uhud şehitleri için böyle bir uygulama yapmıştır. Fakat bu durumda cenazelerin arası toprak vb. bir şeyle ayrılmalıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 2/193). Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak hâline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni caiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak hâline geldikten sonra, aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/443-444; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/320; Nevevî, Ravda, 1/658; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 602). Cesedin ne kadar sürede çürüyeceği konusu, toprağın cinsine ve bölgenin iklimine göre değişir. Önceki cesedin çürüdüğüne dair zann-ı gâlip hâsıl olunca aynı kabre ikinci bir cenaze defnedilebilir. Daha önce defnedilen cenazenin çürüdüğü kanaatiyle mezar açıldığında çürümeyen bazı kemikler bulunursa, bu kemikler bir tarafa çekilip araya topraktan bir set yapmak suretiyle ikinci cenaze defnedilebilir." Çok katlı mezar yapılması dinen uygun mudur?,"Yer darlığı ve ekonomik zaruretler nedeniyle, bölümleri birbirinden beton kapak veya toprak tabakayla ayrılmış katlı mezarlar yapılmasında ve bunlara cenaze defnedilmesinde dînen bir sakınca yoktur." Defnedilmiş cenaze kabirden çıkarılıp başka bir yere nakledilebilir mi?,"Kabrin olduğu yerden yol geçmesi, su altında kalması veya bulunduğu yerin başkasına ait olup sahibinin orada cenaze defnine izin vermemesi gibi zorunlu bir durum olmadıkça defnedilen cesedin başka bir mezarlığa nakledilmek üzere çıkarılması dînen caiz değildir (İbn Âbidîn, Reddüî-muhtâr, 3/146; Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 223; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 603). Ölenin vasiyetinin bulunması, mezarın yakınları tarafından ziyaret edilmesinin zor olması, yolunun olmaması gibi hususlar ise kabrin nakli için geçerli mazeret sayılmaz." Kıbleye yönelik olarak defnedilmediği sonradan anlaşılan bir cenaze için herhangi bir işlem yapılır mı?,"Cenazenin yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ tarafına yatırılarak defnedilmesi sünnettir. Ancak bilmeyerek kıble dışında bir istikamete doğru defnedilen cenaze olduğu gibi bırakılır. Zira meşru bir mazeret bulunmaksızın kabrin açılması caiz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 146)." İbadet ne demektir ve kaç kısma ayrılır?,"İbadet; “itaat etmek, boyun eğmek, kulluk etmek, tevazu göstermek, ilah edinmek” anlamına gelir. Dinî bir terim olarak ise; “Fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a tazim ve yakınlık ifade eden şuurlu itaat” demektir. Allah’a ibadet; itaat etmenin ve saygı göstermenin zirvesidir. Kur’ân’da insanların, Allah’a ibadet için yaratıldıkları (Zariyât, 51/56), bütün peygamberlerin, insanları Allah’a ibadete davet ettikleri (el-Bakara, 2/83) bildirilmiştir. Kur’ân’da ibadet kavramı; tevhid (en-Nisâ, 4/36), itaat (el-Bakara, 2/172), dua (el-Mü’min, 40/60), boyun eğmek (el-Fâtiha, 1/5), iman ve salih amel (en-Nisâ, 4/172-173), Allah’ı tesbih ve secde (el-A’râf, 7/206), Allah’ı bilmek ve tanımak (ez-Zâriyât, 51/56) gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu manalardan hareketle ibadet, geniş anlamıyla İslâm’ın emir ve yasaklarını gözetmeyi ve Allah’ın sınırlarını korumayı ifade eder. Bir davranışın ibadet olabilmesi için; kişide iman, niyet ve ihlas olması gerekir. İbadetin Allah rızası için yapılması ve İslâm’a uygun olması lazım gelir. Uygulama itibarıyla geniş manada ibadetler dört kısma ayrılır: a) İman, ihlas, niyet, tefekkür, marifet, sabır, takva gibi kalbî ibadetler. b) Namaz, oruç, dil ile zikir ve dua, ana-babaya iyilik, insanlara iyi muamele ve sıla-i rahim gibi beden ile yapılan ibadetler. c) Zekât, sadaka, yakınlara ve fakirlere yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibadetler. d) Hacca gitmek, cihat etmek gibi hem mal hem de beden ile yapılan ibadetler." Namaz ibadeti Hz. Peygamber’den önce de var mıydı?,"Kur’ân’da Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberlerin de namaz ibadetiyle mükellef kılındıkları belirtilmektedir (el-Bakara, 2/83; Yûnus, 10/87; Hûd, 11/87; İbrâhim, 14/37, 40; Meryem, 19/30-31, 54-55; Tâhâ, 20/14; el-Enbiyâ, 21/72-73; Lokmân, 31/17). Âyet-i kerîmelerden, namaz ibadetinin sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetine has olmayıp, önceki ümmetlerde de var olduğu anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde, önceki ümmetlerin namazlarında da kıyam, rükû ve secde gibi temel rükûnların var olduğu bildirilmekle birlikte, namazın kılınışına dair detaylı açıklamalar mevcut değildir." Müslümandan namaz ibadeti ne zaman ve hangi hâllerde düşer?,"Akıl sağlığı yerinde olan ve ergenlik çağına ermiş her Müslüman’a namaz farzdır. Bu şartları taşımayan kimse namazla mükellef değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadiste çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerden sorumluluğun kaldırıldığını belirtmiştir (Ebû Dâvûd, Hudûd, 16 [4398]; İbn Mâce, Talâk, 15 [2041]). Bazı durumlarda sağlık sorunu olanlardan da namaz düşer. Hanefîler'e göre, sadece başını hareket ettirerek dahi namaz kılmaya gücü yetmeyecek derecede rahatsız olan kimseye bir şey gerekmez. Eğer bu hastalıktan ölürse, kılamadığı namazları kaza etme imkânı bulamadığı için borçsuz olarak Allah’ın huzuruna çıkmış olur. İyileşmesi durumunda; kılamadığı namazları bir günlük (beş vakit) namazı geçmezse, kaza etmesi gerekir. Sayı bundan daha çok olursa sahih olan görüşe göre, o kimseye kaza gerekmez. Baygın kalan kişi için de baygınlık süresine göre aynı hükümler geçerlidir (Kâsânî, Bedâi’, 1/106, 107, 108). İmam Şâfiî, bayılmanın tam bir namaz vakti sürmesi hâlinde de kaza gerekmeyeceğini söylemiştir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc,1/314). Hayatını yatalak olarak geçiren kişi, eğer yataktan kalkıp abdest alamıyorsa veya abdest aldıracak birini bulamıyorsa yanında bulunduracağı tuğla, kiremit veya taş gibi bir madde üzerine teyemmüm eder. Yatağından doğrulmaya ve kıbleye yönelmeye tek başına imkân bulamayan kişi, kendisine yardım edecek kimse de olmadığı takdirde yerinden doğrulmadan, yüzünü çevirebildiği kadar kıbleye çevirerek yattığı yerde namazını îma ile kılar (Serahsî, el-Mebsût, 1/212-213; Kâsânî, Bedâi’, 1/106-107). Hastalığından dolayı kendi başına teyemmüm edemeyen ve bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamayan kişi kendisini abdestli gibi sayarak isterse namazını îma ile kılar; isterse de kazaya bırakır; iyileşmesi hâlinde kaza eder, iyileşmeme durumunda ise kendisinden yükümlülük düşer (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/168, 172; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, 39; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/252-253)." Namaz kılmamanın mazereti olabilir mi?,"Bilindiği gibi namaz, dinimizin ifasını emrettiği ibadetlerin en önemlisidir. Kelime-i şehâdetten sonra, İslâm binasının üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her Müslümanın namaz kılması farzdır. Terk edilmesi ve geciktirmeyi caiz kılan meşru bir mazeret bulunmaksızın vaktinde eda edilmeyip kazaya bırakılması, günahtır. Namaz; uyuyakalmak, unutmak ve baş ile de olsa îma ile kılamayacak kadar hasta olmak gibi meşru bir mazeret bulunmadıkça kazaya bırakılamaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise onu hatırladığı vakit kılsın.” (Müslim, Mesâcid, 316 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. Meşguliyeti çok olmak, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuk gibi durumlar namazın ertelenmesi için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyabilir. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37). İşverenin veya iş yerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, cuma namazını ve beş vakit namazı kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Ancak çalışanın da işini aksatmaması ve iş disiplininin korunması açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. İzin verilmemesine rağmen kılınan namaz geçerlidir. Namaz kılma imkânı bulunmayan bir yerde çalışan kimsenin bu imkânı bulabileceği bir iş araması uygun olur. Eğer çalışanlar aramalarına rağmen başka bir imkân bulamazlar ise; öğle ile ikindiyi, ya ikindiyi öne alarak öğle vaktinde ya da öğleyi geciktirerek ikindi vaktinde; akşam ile yatsıyı da yatsı vaktine geciktirerek veya yatsıyı akşam vaktine alarak (cem ederek/birleştirerek) kılabilirler. Fakat bunun bir zaruret hükmü olduğunu hatırdan çıkarmazlar." Mesai içerisinde kılınan vakit namazından dolayı kul hakkı çiğnenmiş olur mu?,"Din ve vicdan özgürlüğünün bir boyutu da ibadet hakkıdır. İnanç özgürlüğünün devamı olarak, bir dine inanan kimse, o dinin gereklerini yerine getirebilme hakkına da sahiptir. Bu hakkı suistimal etmeden kılınan namazda kul hakkı ihlal edilmiş olmaz." Bir kimse namaz kılmayan eşinden dolayı sorumlu mudur?,"İslâm’a göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, ""Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa -çağrılan yakını bile olsa- o yükten hiçbir şeyi başkası üzerine alamaz."" (Fâtır, 35/18) buyrulur. İslâm, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bunun sonucu olarak yaptıklarından sorumlu olacağını bildirmiştir. “Herkes kazandığı karşılığında rehindir.” (et-Tûr, 52/21); “Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (ez-Zilzâl, 99/7-8); “O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.” (el-Enbiyâ, 21/23) mealindeki âyetler buna delildir. Bir Müslüman, ibadetlerini yerine getirmezse bunun hesabını Allah’a verecektir. Diğer Müslümanlara düşen ise ona nasihat etmek ve telkinlerde bulunmaktır. İnsanın emr-i bi’l-ma’rûfa en yakınlarından, ailesinden başlaması esastır. Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de böyle emredilmiştir. Rabbimiz ona tebliği emrederken, “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şu’arâ, 26/214) buyurmuştur. Hadis-i şerifte de her Müslümanın yönetimindekilerden sorumlu olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Cum'a, 11 [893]; Müslim, İmâre, 20 [1829]). Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı, maddî konularda olduğu gibi manevî alanlarda da sorumlulukları vardır. Bu sorumluluk, dinin gereklerini öğretmek ve telkin etmektir. Zira Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hitaben şöyle buyurur: “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir.” (Tâhâ, 20/132) Bir kimse, namaz kılmayan eşine, beş vakit namazını vakti içinde eda etmesi için namazın maddî ve manevî faydalarını güzellikle anlatmalı, onu geçmişteki ihmalkârlığından ötürü tövbeye davet ederek namaz kılmaya iknaya çalışmalıdır. Güzellikle yapılacak tavsiyelere rağmen, eşin namaz kılmamasının sorumluluğu tamamen kendisine yani kılmayana aittir." "Teşrik tekbirlerinin dinî hükmü nedir, bu tekbirleri kimler ne zaman getirir?","Hz. Peygamber’in (s.a.s.), kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, ikindi namazı da dâhil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivâyetler vardır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/438-440 [6273-6278] Dârekutnî, es-Sünen, 2/390-391 [1735-1737]). Bu itibarla Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farz namazın ardından teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek her Müslümana vaciptir. Teşrik günlerinde kazaya kalan namaz aynı günlerde kaza edilirken teşrik tekbirleri de getirilir. Teşrik günleri çıktıktan sonra kaza edilmeleri hâlinde ise tekbir getirilmez. Namaz kaza edilmedikçe tekbirler kaza edilmez (Serahsî, el-Mebsût, 2/43-44; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/80-82). Şâfiî mezhebine göre ise teşrik tekbirleri sünnettir (Mâverdî, el-Hâvî, 1/484)." Kadınlar bayram namazı ile sorumlu mudur?,"İslâm âlimlerinin ittifakına göre kadınlar, cuma ve bayram namazlarıyla yükümlü değildirler (Semerkândî, Tuhfe, 1/161,165; Halîl, Muhtasar, 45, 47; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/167, 229; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/546). Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınları bayram namazına katılmaya teşvik etmiştir (Buhârî, ʽÎdeyn, 15, 19, 21 [974, 979, 981]; el-Hac, 81 [1652]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 1-3, 10-12 [884-885, 890]). Bu itibarla kadınlar, şartların elverişli olması hâlinde cuma ve bayram namazlarına katılabilirler." Oruç tutmakla yükümlü olmanın şartları nedir?,"İslâm’a göre, bireyin sorumlu olmasının temel şartları Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına ulaşmış olmaktır. Dolayısıyla bu şartlar, oruç ibadeti ile sorumlu olmanın da şartlarıdır. Buna göre, bir kimsenin Ramazan ayında oruç tutmasının farz olması için öncelikle Müslüman ve âkil-bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/87). İbadetlerle yükümlü olma şartlarını taşıdığı hâlde bazı özel durumlardaki kimselere oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. İbadetlerle yükümlü olmamakla birlikte, ergenlik yaşına gelmeyen çocukların alıştırılmak ve ısındırılmak maksadıyla namaz kılmaları ve oruç tutmaları teşvik edilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), yedi yaşından on yaşına kadarki sürede çocuğun namaza alıştırılmasını önermiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 26 [494-495]; Tirmizî, Salât, 182 [407])." Oruca başlamak için hilalin görülmesi şart mıdır?,"Kamerî aylar, adından anlaşıldığı gibi başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenen aylardır. Ramazan orucu, Ramazan ayında tutulduğundan ve Ramazan ayı da ay takvimine göre her sene değiştiğinden, oruca başlayabilmek için öncelikle, Ramazan ayının başladığını tespit etmek gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hilali (Ramazan hilalini) görünce oruca başlayın ve hilali (Şevval hilalini) görünce bayram edin. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayın.” (Müslim, Sıyâm, 19-20 [1081]; bkz. Buhârî, Savm, 5, 11 [1900, 1909]) buyurmuştur. Bu hadis ilk bakışta hilali çıplak gözle görmedikçe oruca başlanmayacağı ve bayram edilmeyeceği fikrini uyandırmaktadır. Konu ile ilgili diğer rivâyetler değerlendirildiğinde, bu hadislerin amacının günün şartları içinde en uygun uygulamanın öğretilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biz ümmî bir toplumuz; hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay ya 29 ya 30 gündür.” (Buhârî, Savm, 13 [1913]; Müslim, Sıyâm, 15 [1080]) buyurarak, kamerî aybaşlarının belirlenmesinde hesap yöntemine de başvurulabileceğine işaret etmiştir. Çıplak gözle görülsün ya da görülemesin, ay mutat hareketlerine devam etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (er-Rahmân, 55/5), bunların, diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü kılındığı (el-En'âm, 6/96), yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller tayin edildiği (Yûnus, 10/5), gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (et-Tevbe, 9/36), ayın yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara, 2/189) ifade edilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), kamerî aybaşlarının belirlenmesi konusunda çıplak gözle görmeyi, başvurulacak yegâne yöntem olduğu için değil, belki o günkü şartlar içinde en sağlıklı sonuç veren yöntem olduğu için öngörmüştür. Hilali gözlemlemenin amacı Ramazan ayının girip girmediğini belirlemektir. Bu sebeple, hilali çıplak gözle görme dışında, bizi bu amaca ulaştıracak başka yöntemlerden yararlanmak da mümkündür. Bugün, insanoğlunun ulaştığı teknolojik gelişmişlik, ayın hareketleri konusunda en ince ayrıntıyı bile izleme imkânı sunmaktadır. Artık ince astronomik hesaplar yoluyla, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvimleri hazırlama imkânı bile doğmuştur. Dolayısıyla kamerî ayların başlangıçlarını hesap yöntemiyle belirlemek meşrudur." Ramazan’ı karşılamak için oruç tutulur mu?,"Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Receb ve Şaban aylarında diğer aylara oranla daha fazla nâfile oruç tuttuğu (Buhârî, Savm, 52 [1969-1970]; Müslim, Sıyâm, 175-179 [1156-1157]) veya tavsiye ettiği bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Savm, 54 [2428]; İbn Mâce, Sıyâm, 43 [1741]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamasını, Ramazan’ı karşılama olarak değerlendirmek doğru değildir. Ramazan’ı karşılamak amacıyla oruç tutmanın dinî bir dayanağı yoktur. Ramazan ayı girmediği hâlde, Ramazan’ın gelmiş olabileceği düşüncesiyle ihtiyaten Ramazan’dan bir veya iki gün önce oruç tutmak da mekruhtur. Dinî ıstılahta bugüne “şek günü” denilir. Ancak Ramazan’ı karşılama niyeti olmaksızın şek gününde oruç tutulmasında bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ramazan’ı bir veya iki gün önce oruçta karşılamayın. Eğer bir kimse âdeti olduğu için bu günleri oruçla geçiriyorsa tutsun.” (Müslim, Sıyâm, 21 [1082]; bkz. Buhârî, Savm, 14 [1914]) buyurmuştur." Oruca ne zaman ve nasıl niyet edilir?,"Niyet etmek orucun şartlarındandır. Niyetsiz oruç sahih değildir. Kalben niyet etmek yeterli ise de niyeti dil ile ifade etmek menduptur. Oruç için sahura kalkılması da niyet sayılır. Ramazan orucu, belli günlerde tutulmak üzere adanan oruçlar ile nâfile oruçlar için niyet etme vakti, güneşin batması ile ertesi gün tepe noktasına gelmesi öncesine (10 dk.) kadarki süredir ancak imsaktan sonra yapılacak niyetin geçerli olması için bu vakitten itibaren bir şey yenilip içilmemiş, oruca aykırı bir iş yapılmamış olması gerekir. Aksi takdirde gündüz niyet caiz olmaz (Kâsânî, Bedâî’, 2/85). Bu oruçlar için “yarınki orucu tutmaya” şeklinde mutlak niyet yeterlidir. Bununla birlikte geceden niyet edilmesi ve “yarınki Ramazan orucuna” şeklinde orucun belirlenmesi daha faziletlidir. Ramazan’ın her günü için ayrı niyet edilmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/126-127). Kaza, keffaret ve bir zamana bağlı olmaksızın adanan oruçlar için gün batımından itibaren en geç imsak vaktine kadar niyet edilmiş olmalıdır. Bu tür oruçlara niyet edilirken, “falanca kaza, keffaret veya adak orucuna” şeklinde belirtilmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise nâfile dışındaki tüm oruçlara geceden niyet edilmelidir. İmsak vaktine kadar niyet edilmemişse o günün orucu geçerli olmaz. Nâfile oruçlara ise güneş tepe noktasına gelmeden öncesine kadar niyet edilebilir (Şirâzî, el-Mühezzeb, 1/331-332)." İmsak nedir? Ne zaman başlar? Sabah ezanı okunmaya başladığında yeme içmeye kısa bir süre devam edilebilir mi?,"Sözlükte “kendini tutmak, engellemek, el çekmek, geri durmak” anlamlarına gelen imsak, dinî bir kavram olarak, fecr-i sâdıktan, iftar vaktine kadar yemeden, içmeden, cinsel ilişki ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmak, el çekmek demektir. İmsakin zıttı iftardır. Halk arasında ise “imsak” oruç tutmaya başlanan fecr-i sâdığın oluştuğu vakit anlamında kullanılır. Bu manada imsak, oruca başlama vakti demektir. Oruca ne zaman başlanıp ne zaman bitirileceği Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde açıklanmıştır: “(Ramazan gecelerinde) şafağın aydınlığını gecenin karanlığından ayırt edinceye (tan yeri ağarıncaya/fecr-i sâdığa) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar (yiyip içmeden, cinsel ilişkide bulunmadan) orucu tamamlayın.” (el-Bakara, 2/187). Takvimlerde gösterilen “imsak”, oruca başlama vaktini ifade eder. İmsak vakti aynı zamanda gecenin sona erdiği, yatsı namazı vaktinin çıkıp sabah namazı vaktinin girdiği andır. Ramazan ayında ezân da imsak vaktinin başlaması ile okunmaktadır. Bu sebeple ezânın başlaması ile yemeyi içmeyi terk etmek gerekir. Ezân başladığı sırada ağızda bulunan lokmanın yutulmasında bir sakınca yoktur." Sahur yemeğinin dindeki önemi nedir?,"Sahur yemeği, oruç tutacak kişilerin imsak vaktinden önce gece yedikleri yemektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sahura kalkmış ve bunu ümmetine de tavsiye etmiştir (Buhârî, Savm, 19-20 [1921, 1923]; Müslim, Sıyâm, 45-47 [1095-1097]). Resûl-i Ekrem (s.a.s.), sahur yemeğinde “bereket” (Buhârî, Savm, 20 [1923]; Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) olduğunu ifade etmiş ve sahur yemeğinin, Müslümanların orucu ile Ehl-i kitabın orucu arasındaki en önemli farklardan biri olduğunu belirtmiştir (Müslim, Sıyâm, 46 [1096]). Onun sahurla ilgili söz ve uygulamalarından hareketle fakihler, sahura kalkmanın ve sahuru geciktirmenin sünnet olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 2/105). Âlimler, sahurun oruca dayanma gücü verdiğini, maddî-manevî bereketlere vesile olacağını bildirmişlerdir. Çünkü kişi sahura kalkmakla seher vaktini uyanık geçirmiş ve bu vakitte hem dua hem de istiğfar etmek suretiyle cennet ehlinin özelliklerine sahip olmuştur (ez-Zâriyât, 51/18). Bu şekilde manevî lezzetlerle başlanan oruç daha canlı, daha şevkli tutulur. Bu tür maddî-manevî bereketleri olan sahur, ihmal edilmemelidir." Şevval orucunun hükmü nedir? Ramazan’da tutulamayan oruçlar Şevval orucu niyetiyle tutulabilir mi?,"Ramazan’dan sonra Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim Ramazan orucunu tutar ve ona Şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yılın bütününde oruç tutmuş gibi olur.” (Müslim, Sıyâm, 204 [1164]) buyurmuştur. Bu oruç peş peşe tutulabileceği gibi ara verilerek de tutulabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/435). Şevval ayında nâfile olarak tutulan oruç, Ramazan’da tutulmayan oruçların yerine geçmez; yani Ramazan’da tutulmayan oruçların ayrıca kaza edilmesi farzdır. Bir oruçta hem kaza hem de nâfile yerine niyet edilmesi geçerli olmadığından Şevval ayında tutulan oruçta da bunlardan yalnız birine niyet etmek gerekir. Şevval ayında oruç tutulurken, Ramazan’da tutulamayan oruçların kazasına niyet edilirse bu oruçlar kaza orucu olarak tutulmuş olur." Zilhicce’nin ilk on gününün fazileti nedir?,"Fecr sûresinin 2. âyetinde geçen “on gece” ile tercih edilen yoruma göre, hac ayı olan Zilhicce’nin ilk on gecesi kastedilmiştir (Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 31/148). Zilhiccenin ilk on gününün faziletine işaretle, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha sevimli bir amel yoktur.” buyurmuş, sahabîler: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah uğrunda yapılacak cihattan da mı üstündür?” diye sormuşlar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.); “Evet, Allah yolunda cihat etmekten de. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihada çıkan, şehit olup dönmeyen kimsenin cihadı başka. (O, bundan üstündür.)” (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2438]; bkz. Buhârî, ʽÎdeyn, 11 [969]) buyurmuştur. Zilhicce’nin bu on gününün fazileti hac ibadetinin bu ayda yapılmasından kaynaklanmaktadır (İbn Hacer, Feth, 2/459). Zira bu günlerde hac ibadetinin bir kısım menâsiki yapılmakta bir kısmı da (ziyaret tavafı, şeytan taşlama gibi) ardından gelen teşrik günlerinde gerçekleştirilmektedir. Zilhicce ayının dokuzuncu günü olan Kurban Bayramının arefesinde tutulan orucun da çok faziletli olduğu rivâyetlerde zikredilmiştir (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162])." Zilhicce ayında ve Arefe gününde oruç tutmanın fazileti nedir?,"Zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmak müstehap kabul edilmiştir. İsteyen tamamını tutabileceği gibi birkaç gününü de tutabilir. Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan Arefe gününün dinde önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına kefaret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Fakat hacda olanların, yapacakları ibadetleri aksatmamaları, sıkıntı ve hâlsizliğe düşmemeleri gerekçesiyle Arefe günü oruç tutmamaları daha uygundur (Ebû Dâvûd, Savm, 63 [2440]; İbn Mâce, Sıyâm, 40 [1732])." "Muharrem ayının fazileti ve bu ayda, özellikle de 10 Muharrem’de oruç tutmanın hükmü nedir?","“Muharrem” hürmet edilen anlamındadır. Bu ay Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından Allah’ın ayı diye nitelendirilmiştir (Müslim, Sıyâm, 202-203 [1163]). Bu niteleme Muharrem ayının faziletine, ilahî feyz ve bereketinin bolluğuna işarettir. Resûlullah (s.a.s.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ramazan’dan sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır.” (Müslim, Sıyâm, 202-203 [1163]). Muharremin onuncu günü âşûrâ günüdür. Bugün oruç tutmak da bazı âlimlere göre sünnettir (Serahsî, el-Mebsût, 3/92). Zira Resûlullah (s.a.s.), âşûrâ gününde oruç tutmuş ve bunu Müslümanlara tavsiye etmiştir (Buhârî, Savm, 69 [2004]). Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye gelince, Yahudilerin âşûrâ gününde oruç tuttuklarını görmüş ve “Bugün niçin oruç tutuyorsunuz?” diye sormuştu. “Bu, hayırlı bir gündür. Allah, o günde İsrâiloğulları’nı düşmanlarından kurtardı. Hz. Mûsâ o gün (şükür olarak) oruç tuttu” dediklerinde Resûlullah da (s.a.s.) “Ben Mûsâ’ya sizden daha layığım (yakınım).” buyurup o gün oruç tuttu ve Müslümanlara da tutmalarını tavsiye etti (Buhârî, Savm, 69 [2004]; Müslim, Sıyâm, 127-128 [1130]). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu günde oruç tutulmasını teşvik eden başka hadisleri de vardır. Bir hadiste, “Âşûrâ günü orucunun önceki yılın günahlarına keffâret olacağını zannederim.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Yahudilere muhalefet için ertesi sene âşûrâ orucunu Muharremin dokuzuncu günü de tutacağını söylemesi (Müslim, Sıyâm, 133-134 [1134]); bu orucun Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu veya onuncu ve on birinci günlerinde tutulmasının daha doğru olacağına işaret etmektedir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/241 [2154]). Şu da bilinmelidir ki, Ramazan orucu farz kılınınca Hz. Peygamber (s.a.s.), isteyenlerin âşûrâ orucu tutup isteyenlerin tutmayabileceğini belirtmiştir (Buhârî, Savm, 69 [2001]; Müslim, Sıyâm, 113-126 [1125-1129])." Oruçluyken elle tatmin olan kimsenin orucu bozulur mu?,"Oruç, nefsin isteklerinden bilinçli olarak uzak durma yönüyle bir irade eğitimidir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde etkili bir yoldur. Şehevî arzularına mağlup olanların bu irade eğitiminde başarısız oldukları ortaya çıkar. Oruçlu iken elle tatmin olmak orucu bozar, kazayı gerektirir. Bu fiili işleyen kimselerin bozmuş oldukları orucu kaza etmekle yetinmeyip ayrıca tövbe etmeleri de gerekir. Elle tatmin olmanın keffâreti gerektirmemesi, bu fiilin önemsiz bir günah olduğunu göstermez. Bilakis özürsüz olarak orucunu bozan kimseler büyük günah işlemiş olurlar (Zeylaî, Tebyîn, 1/323; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/293)." Oruca niyetlenen bir kadın gün içinde âdet görmeye başlarsa ne yapmalıdır?,"Kadınlar âdet ve lohusalık denilen özel hâllerinde namaz kılmazlar, oruç tutmazlar. Daha sonra tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. Oruca niyetlenen bir kadın, gün içerisinde âdet görmeye başlarsa orucunu bozar, temizlenince bugünün orucunu da kaza eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/126). İftar vaktine kadar oruçlu gibi davranılması doğru değildir. Ancak Ramazan’ın hassasiyetine riâyet ederek başkalarının yanında yiyip içilmemesi uygun olur." Ağız kokusunu önlemek için ağız spreyi kullanmak veya sakız çiğnemek oruca zarar verir mi?,"Ağız ve burundan alınıp mideye ulaşan her şey orucu bozar. Bu itibarla, ağız kokusunu önlemek veya diş ağrısını gidermek maksadı ile ağza sıkılan sprey ve benzeri maddeler yutulur da mideye ulaşırsa orucu bozar, yutulmazsa bozmaz. Günümüzde üretilen sakızlarda, ağızda çözülen katkı maddeleri bulunduğundan, ne kadar dikkat edilirse edilsin bunların yutulmasından kaçınmak mümkün değildir. Bu sebeple bu tür sakız çiğnemek orucu bozar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/416-417). Öte yandan, hangi sakızın orucu bozmayan türden olduğu bilinemeyeceğinden oruçlu iken sakız çiğnemekten sakınılmalıdır." Endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak orucu bozar mı?,"Midedeki hastalığı tespit amacıyla mideyi görüntülemek veya mideden parça almak için yaptırılan endoskopide, ağız yoluyla mideye tıbbî bir cihaz sarkıtılmakta ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonlardaki hastalığı teşhis etmek amacıyla bağırsak içini görüntülemek veya parça almak için yapılan kolonoskopide, makattan bağırsaklara cihaz gönderilmekte ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonoskopide genellikle, endoskopide ise bazen, incelenecek alanın temizliğini sağlamak amacıyla cihaz içinden su verilmektedir. Endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak; yeme, içme anlamına gelmemekle birlikte, cihaz içinden su verildiğinde oruç bozulur. Ancak söz konusu işlemlerde cihazların kullanımı sırasında sindirim sistemine su, yağ ve benzeri bir madde girmemesi durumunda endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak, orucu bozmaz." Anestezi orucu bozar mı?,"Anestezi, acı ileten sinir yolları üzerinde iletimin değişik seviyelerde engellenmesi demektir. Lokal, bölgesel ve genel anestezi olmak üzere, üç türlü anestezi vardır. Küçük ameliyatlarda ameliyat bölgesinin yakın çevresine iletimi engelleyen ilaçların verilmesi ile oluşan anesteziye, ""sınırlı uyuşturma"" denir. Vücudun daha geniş bölgeleri, örneğin belden aşağısı veya bir yarısı iletimin omurilik düzeyinde engellenmesi için omuriliğe veya omuriliğe varmadan geniş bir sinir grubunun oluşturduğu bağlantı yerleri üzerine ilaç verilerek oluşturulan anesteziye ""bölgesel anestezi"" denir. Hastanın uyutulup ağrının duyulması beyin düzeyinde engellenirse, bu tür anesteziye ""genel anestezi"" denir. Anestezi, nefes yolu veya iğne ile vücuda ilaç verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya iğne ile yapılan anestezi, mideye ulaşmadığı gibi yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve genel anestezide, acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla damar yolu açılarak, bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır. Bu itibarla, sınırlı uyuşturma orucun sıhhatine engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide serum verildiği için oruç bozulur." Kulağın yıkattırılması orucu bozar mı?,"Kulak ile boğaz arasında bir kanal bulunmaktadır. Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, su boğaza ulaşmaz. Bu nedenle kulağın yıkattırılması orucu bozmaz. Ancak kulak zarının delik olması durumunda, kulak yıkattırılırken suyun mideye ulaşması mümkündür. Bu itibarla, yıkama sırasında suyun mideye ulaşması hâlinde oruç bozulur (DİYK 22. 09. 2005 tarihli karar)." "Fitil kullanmak, lavman yaptırmak orucu bozar mı?","Ağrı kesici, ateş düşürücü olarak veya diğer bazı amaçlarla makattan; mantar ve bazı kadın hastalıklarının tedavisinde ferçten fitil kullanılmaktadır. Lavman, tıbbî operasyon öncesi veya kabızlıkta kalın bağırsakta bulunan dışkının, anüsten içeriye sıvı verilerek dışarı çıkarılmasıdır. Sindirim sistemi, ağızla başlayıp anüsle sona eren, sindirim borusu ile sindirim bezlerinden oluşur. Sindirim borusu ise ağızla başlar. Ağzın gerisinde yutak bulunur. Sonra yemek borusu, mide, ince bağırsak, kalın bağırsak, rektum ve anüs gelir. Sindirim ince bağırsaklarda tamamlanmaktadır. Kalın bağırsaklarda ise sadece su, glikoz ve bazı tuzlar emilmektedir. Kadının ferci ile sindirim sistemleri arasında ise bir bağlantı bulunmamaktadır. Bu itibarla kadınların fercinden kullanılan fitiller, orucu bozmaz. Makattan kullanılan fitiller ise her ne kadar sindirim sistemine dâhil olmakta ise de sindirim ince bağırsaklarda tamamlandığı, fitillerde gıda verme özelliği bulunmadığı ve makattan fitil almak, yemek ve içmek anlamına gelmediği için orucu bozmaz. Lavman yaptırmak konusunda ise iki durum söz konusudur; kalın bağırsaklarda su, glikoz ve bazı tuzlar emildiği için gıda içeren sıvının bağırsaklara verilmesi veya orucu bozacak kadar su emilecek şekilde verilen suyun bağırsakta kalması durumunda oruç bozulur. Ancak suyun bağırsaklara verilmesinden sonra bekletilmeyip bağırsakların hemen temizlenmesi durumunda, verilen su ile birlikte bağırsaklarda bulunan dışkının dışarıya çıkarıldığı ve bu esnada emilen su da çok az olduğu için oruç bozulmaz (DİYK 22.09.2005 tarihli karar)." Diyaliz uygulamalarında oruç bozulur mu?,"Böbrek yetmezliği hastalarına uygulanan diyaliz; periton diyalizi, hemodiyaliz olmak üzere iki çeşittir. Periton diyalizi, karın boşluğuna verilen özel bir solüsyon aracılığı ile hastanın kendi karın zarı kullanılarak kanın zararlı maddelerden arındırılması ve sıvı dengesinin sağlanması işlemidir. Hemodiyaliz ise kanın vücut dışında bir makine yardımı ile temizlenip vücuda geri verilmesi işlemidir. Kan bir iğne aracılığı ile hastanın kolundan alınır. Hemodiyaliz makinası, diyalizör denen bir filtreden kanı sürekli geçirerek zararlı maddeleri ve fazla suyu filtre eder. Filtre edilen temiz kan ikinci bir iğne ile hastanın damarına geri verilir. Bu işlem yapılırken bazen, gıda içerikli sıvı verilmesi gerekmektedir. Buna göre hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden gerçekleştirilen hemodiyalizde oruç bozulmaz. Diğer diyaliz çeşitlerinde ise vücuda gıda içerikli sıvı verildiği için oruç bozulur (DİYK 22.09.2005 tarihli karar)." Trombosit temini için kan vermek orucu bozar mı?,"Konunun uzmanlarından alman bilgiye göre; kandaki trombosit, normal kan verme yoluyla veya aferez cihazı vasıtasıyla elde edilmektedir. Normal kan verme yöntemiyle trombosit alımında sadece kan vermek söz konusudur. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) oruçluyken kan aldırdığı yönündeki rivâyetleri değerlendiren İslâm âlimleri kan verenin orucunun bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Buhârî, Savm, 32 [1938-1939]). Aferez cihazıyla trombosit alımında ise kan bağışçısının bir kolundan cihaz vasıtasıyla kan çekilir ve kandaki trombositler cihaz içinde ayrıştırılarak diğer koldan bağışçıya tekrar geri verilir; kanın pıhtılaşmasını önlemek için de cihaz setinin içi iki farklı serumla doldurulur. Vücuda kan ve serumun verildiği bu uygulama orucu bozar. Aferez cihazıyla trombosit vermek isteyen bağışçıların bunun yerine normal kan verme yöntemini kullanmaları veya iftar ile sahur arasında bu uygulamayı tatbik ettirmeleri gerekir." Aşı olmak veya iğne yaptırmak orucu bozar mı?,"Oruç; yemek, içmek, cinsel ilişki ve bunların kapsamına giren şeylerle bozulur. Bu sebeple, gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar, yemek ve içmek anlamına gelmediklerinden orucu bozmazlar. Aşı da böyle olup orucu bozmaz. Ancak gıda veya keyif verici enjeksiyonlar orucu bozar. Tedavisi devam eden hastalar, sağlıklarına kavuşup tedavileri sona erinceye kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ve oruç tutmalarına da başka bir engel bulunmuyorsa iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkâna sahip olmayanlar, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler. Ancak oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptıranların, ağızdan aşı alanların damardan serum ve kan verilenlerin orucu bozulur. Daha sonra bu oruç kaza edilir." "İtikâf nedir, nasıl yapılır?","Dinî bir terim olarak itikâf akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına gelmiş bir Müslümanın beş vakit namaz kılman bir mescitte ibadet/Allah’a yakınlık elde etme niyetiyle bir süre durması demektir. İtikâfa giren kimse, camide yer, içer, uyur ve ihtiyacı olan şeyleri mümkün olduğu takdirde camide tedarik eder. Tuvalete gitmek, abdest almak ve gerekli olduğunda gusletmek gibi tabiî ihtiyaçları için ise camiden dışarı çıkabilir. Bulunduğu camide cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir camiye gidebilir. Cenaze namazı için ise dışarı çıkamaz. Kendisine veya malına bir zarar geleceği korkusuna kapılması ya da zorla çıkarılması hâlinde başka bir camiye gitmek üzere içerisinde bulunduğu cami veya mescitten çıkabilir. Bu zorunlu hâllerin dışında camiden çıkarsa itikâfı bozulur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129-131). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’da ve özellikle bu ayın son on gününde itikâfta bulunduğunu bildiren birçok hadis-i şerif vardır (Buhârî, İ‘tikâf, 1 [2025-2026]; Müslim, İ‘tikâf, 1-5 [1171-1172]). Nâfile olan itikâfın en azı bir gündür. İmam Ebû Yûsuf en az süreyi, bir günün yarıdan fazlası olarak belirlerken; İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129). Yukarıda izah edildiği şekli ile camide itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar ise evlerinin namaz kılmak üzere belirledikleri bir yerinde itikâfta bulunabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129). Şâfiî mezhebine göre ise mescit dışında itikâf caiz değildir. Kadın, kocasından izin alarak mescitte itikâf yapar. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eşlerinin mescide itikâfa girdikleri rivâyet edilmiştir (Müslim, İ‘tikâf, 5-6 [1172]). Bu mezhebe göre itikâf sırasında oruçlu bulunmak da şart değildir (Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1/350; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/188-191)." Orucu bozup hem kaza hem de kefâret gerektiren durumlar nelerdir?,"Oruç, ibadet niyetiyle tan yerinin ağarmasından (fecr-i sâdık), güneş batıncaya kadar, yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir. Oruçlunun söz konusu yasak fiillerden uzak durması anlamındaki “imsak”ın ihlal edilmesiyle oruç bozulur. Başlanan Ramazan orucunun aşağıdaki fiiller sebebiyle bozulmasından dolayı hem kaza hem de kefâret gerekir: a) Cinsel ilişkide bulunmak. Oruçlu iken cinsel ilişkide bulunmak her iki taraf için de kaza ve kefâreti gerektirir. b) Meşru bir mazeret bulunmaksızın, gıda veya gıda hükmünde olan ya da yenilip içilmesi mutat bir şeyi bilerek yemek ve içmek Hanefîler'e göre kaza ve kefâreti gerektirir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/409-411). Şâfiîlere göre ise bu durum sadece kazayı gerektirir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/177-178)." Eşlerin oruçlu iken ilişkilerinin sınırı ne olmalıdır?,"Oruçlu olan kimse orucu bozacak şeylerden kaçındığı gibi orucun sevabını azaltacak şüpheli durumlardan da kaçınmalıdır. Ramazan’da oruçlu olduğunu bile bile cinsel ilişkide bulunmakla oruç bozulur, hem kaza ve hem de keffâret gerekir (Buhârî, Savm, 30 [1936]; Müslim, Sıyâm, 81-84 [1111]; Ebû Dâvûd, Savm, 37 [2393]; İbn Mâce, Sıyâm, 14 [1671]). Eşlerin birbirlerini öpmeleri veya sarılmalarıyla oruçları bozulmaz. Ancak bu durumda boşalma meydana gelirse oruç bozulur ve güne gün kaza gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/120)." "Ramazan’da oruçluyken yolculuğa çıkan kimse, yolculuk sebebi ile orucunu bozarsa ne gerekir?","Ramazan’da sefer mesafesi (en az doksan km) kadar bir yere gitmek için yola çıkacak olan kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir. Fakat niyet ettikten sonra gündüz yolculuğa çıksa bu yolculuk esnasında meşru başka bir mazereti bulunmazsa orucunu bozmamalıdır. Başlanan bir ibadetin mazeret yoksa tamamlanması gerekir. Buna rağmen sefer bir mazeret olduğu için kişi orucunu seferîliği başladıktan sonra bozarsa kendisine keffâret gerekmeyip sadece kaza gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/421-424). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’nin fethi için sefere çıktığında oruçlu iken, Kedîd denilen yere varınca orucunu bozması (Buhârî, Savm, 34 [1944]; Müslim, Sıyâm, 88 [1113]) savaş şartlarının gereği olarak değerlendirilebilir." Kişinin çok sayıda kaza orucu varsa nasıl tutmalıdır?,"Ramazan orucunu tutmakla yükümlü olduğu hâlde tutmamış veya bir mazeretten dolayı tutamamış kimseler; öncelikle tutmadıkları bu oruçların sayısını belirlerler ve bu oruçlarını, oruç tutmanın yasak olduğu bayram günlerinin dışındaki günlerde kaza ederler. Tutulacak her kaza orucuna, “Üzerimde borç olan ilk orucun kazasına...” diye niyet edilmesi uygun olur. Kazaya kalan oruçların hesaplanması konusunda iki durum söz konusu olabilir: a) Kişi mükellef olduğundan beri hiç oruç tutmamış olabilir. Bu durumda ergenlikten itibaren geçen her yıl itibarı ile bir kamerî ay hesabı ile -ki, bu yirmi dokuz veya otuz gündür; ihtiyaten otuz gün tercih edilmesi uygundur- oruçlarını tutar. b) Kişi mükellef olduktan sonra bazı oruçları kazaya bırakmış olabilir. Bu durumda mümkün mertebe tutulmayan oruçların sayısı hesaplanıp gününe gün kaza edilir. Orucunu mazeretsiz olarak terk eden kimselerin kaza yanında tövbe ve istiğfar etmesi de gerekir." Akşam ezânının yanlışlıkla bir-iki dakika erken okunmasından dolayı orucunu açan kimsenin ne yapması gerekir?,"Namaz, imsak ve iftar vakitlerinin tespitinde takvimlere göre hareket etmek asıldır. Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan takvimlerde namaz vakti gösterilen yerlerin yükseklik ve mesafe farkından dolayı akşam namazı vaktinin girişinde temkin uygulanmaktadır. Söz konusu takvimlerin gösterdiği güneşin batma vaktinden yanlışlıkla iki-üç dakika önce akşam namazına başlanması veya iftar edilmesi hâlinde namaz ve oruç geçerli olur. Ancak daha erken iftar edilirse oruç bozulmuş olur ve kaza edilmesi gerekir." Orucu kasten bozmanın hükmü nedir?,"Orucu kasten, yani mazereti olmadığı hâlde bilerek bozmak, Ramazan’ın hürmetine saygısızlıktır ve büyük günahtır. Hz. Peygamber (s.a.s), orucunu bu şekilde bozanların keffâret ile yükümlü olacaklarını belirtmiştir (Buhârî, Savm, 30 [1936]; Müslim, Sıyâm, 81-84 [1111]; bkz. Ebû Dâvûd, Savm, 37 [2393]; İbn Mâce, Sıyâm, 14 [1671]). Oruç keffâreti, iki kamerî ay veya 60 gün ara vermeksizin oruç tutmaktır. Buna da gücü yetmeyen kişi, 60 fakiri bir gün ya da bir fakiri 60 gün doyurur. Bu keffâretin yanında ayrıca, tövbe edilmesi ve bozulan orucun da kazası gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/122-123)." "Keffâret orucu tutan bir kimse yolculuğa çıktığında, keffâret orucuna ara verebilir mi?","Başlanan bir Ramazan orucunu meşru bir mazeret olmaksızın bilerek bozan bir kimsenin gücü yetmesi hâlinde peş peşe iki kamerî ay veya altmış gün keffâret orucu tutması gerekir. Hanefîler'e göre, kadınların âdet hâlleri hariç hiçbir sebeple keffâret orucuna ara verilmez. Sefer ve benzeri bir sebeple ara verilmesi hâlinde daha önce tutulmuş olan oruçlar nâfile yerine geçer. Bu durumda keffâret orucuna baştan başlanır. Çünkü keffâret orucunun ara verilmeksizin tutulması gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/278). Bununla birlikte tutulmakta olan keffâret orucuna hastalık ve yolculuk mazeretine binaen ara verilebileceğini, bu mazeretler sona erince ara vermeden kaldığı yerden devam edilebileceğini söyleyen mezheplerin görüşleriyle de amel edilebilir (bkz. Mevvâk, et-Tâc, 5/448)." Oruç keffâreti tutan bir kadın âdet dönemi esnasında tutamadığı günler için ne yapmalıdır?,"Keffâret orucu ara vermeden tutulmalıdır. Ancak kadınların keffâret orucu tutarken araya giren âdet günleri bunun dışındadır. Çünkü onlar bu günlerinde oruç tutamazlar, âdet hâlleri bitince ara vermeden, keffârete kaldıkları yerden devam ederler. İki ayı tamamlarlar. Şâyet âdetin dışındaki bir sebeple ara verirlerse, keffâret orucuna baştan başlamaları gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 4/115)." Ramazan aylarında birden fazla oruç bozulması durumunda bu oruçların her biri için ayrı ayrı keffâret gerekir mi?,"Farklı Ramazan aylarında da olsa bir kimsenin meşru mazereti olmaksızın kasten bozduğu bütün oruçlar için bir keffâret ödemesi (peş peşe iki kamerî ay veya altmış gün oruç tutması) yeterlidir. Ayrıca bozduğu her orucu kaza etmesi gerekir. Ancak keffâretin ödenmesinden sonra başlanıp kasten bozulan Ramazan orucu için yeni bir keffâret gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/338-340)." "Ramazan ayını ve bayramı başka ülkelerde geçirenler, o ülkelerin hesaplarının/takvimlerinin Türkiye’den farklı olması hâlinde bayramlarını Türkiye’ye göre mi, bulundukları ülkeye göre mi yapmalıdırlar?","Fakihlerin çoğunluğunca tercih edilen görüşe göre; kamerî aylar, hilalin güneş battıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir yerinden görülmesiyle başlar (bkz. Buhârî, Savm, 5, 11 [1900, 1906]; Müslim, Sıyâm, 3-9 [1080]). Günümüzde ayın, hilal hâlinde nerede ve ne zaman görülebileceği, hatasız olarak, hesapla tespit edilebilmektedir. Yurdumuzda ve İslâm ülkelerinin çoğunda takvimler bu hesaplamalara göre düzenlenmekte; Ramazan ve bayramlar da buna göre belirlenmektedir. Az sayıda bazı İslâm ülkeleri ise kamerî aybaşlarının tespitinde, ayın hilal şeklinde gökyüzünde görülebilecek hâlde bulunması zamanını değil, kavuşum anını veya hilalin kendi ülkelerinde de görülmesini esas almaktadırlar. İslâm âleminde zaman zaman bizden bir gün önce veya bir gün sonra oruca başlayan ve bayram yapan ülkelerin bulunması bu sebepledir. Bu tür ictihad farklılığından doğan uygulamalar kimsenin ibadetine zarar vermez. Bu nedenle başka bir ülkede bulunan bir Müslüman, bayramını bulunduğu ülkeye göre yapar. Bayram coşkusunu, bulunduğu yerdeki Müslüman kardeşleriyle birlikte yaşar." Kutup bölgelerinde oruç nasıl tutulur?,"Namaz ve oruç gibi vakte bağlı ibadetlerin vakitlerinin tamamının veya bir kısmının teşekkül etmediği kutup bölgelerinde bu ibadetler, şer’î kıstaslar dikkate alınarak takdir yoluyla edâ edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/361-366). Hz. Peygamber (s.a.s.) kıyamet yaklaştığında günlerin uzayacağını, bir günün bir yıl, bir günün bir ay bir günün bir hafta kadar süreceğini söyledikten sonra o günlerde namazların takdir edilerek yani kıyaslamalar ve ölçümlerle vakitleri öngörüp/belirleyip buna göre kılınacağını bildirmiştir (Müslim, Fiten, 110 [2937])." Uçakla seyahat eden oruçlu kişi iftarını nereye göre yapar?,"Seyahate çıkan kişilerin, imsak ve iftarları o anda bulundukları yere göre yapmaları gerekir. Uçakla seyahat eden oruçlu kişiler de uçuş esnasında varsa uçak yetkilisinin vereceği bilgiye göre, böyle bir uygulama yoksa uçağın üzerinde bulunduğu yere göre imsak ve iftar yapmalıdırlar. Ancak çok hızlı uçaklarla kıtalararası yolculuk yapılması durumunda, imsak ile iftar arasında süre, anormal ölçüde kısa veya uzun olabilmektedir. Bu durumda, yolculuk yapacak kişi orucunu kazaya bırakabilir. Ancak oruca başlamış ise bir takdir yaparak (mesela oruç tutmaya başladığı yerin akşam vaktinde) iftar edebilir." Mesleği gereği sürekli olarak yolcu olan kişi namaz ve oruç ibadetlerini nasıl yerine getirebilir?,"Sürekli yolculuk hâli, ibadetlerde bir ruhsat sebebidir. Yolcuların bu ruhsatlardan yararlanmalarında dinen bir sakınca yoktur. Genel bir ilke olarak mazeret devam ettiği sürece ruhsatlar da devam eder. Buna göre sürekli yolculuk hâlinde olan kimseler, namazlarını ertelemeden ve dört rek'atlı farzları kısaltarak iki rek'at olarak kılarlar. İhtiyaç duyduklarında veya mecbur kaldıklarında, öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek (cem ederek) de kılabilirler. Ramazan oruçlarını ise mümkün olduğunca tutmaya çalışırlar. Fakat yolculuk esnasında oruç tutmakta zorlanırlarsa, uygun zamanda kaza etmek şartıyla yolculuk süresince oruçlarını tutmayarak erteleyebilirler. Ertelemek zorunda kaldıkları Ramazan oruçlarını imkân buldukları ilk fırsatta kaza etmeye çalışırlar. Kaza da edemeyecek duruma düşerler ise söz gelimi artık oruç tutmalarına imkân vermeyen ve iyileşme ümidi olmayan bir hastalığa yakalanmak gibi durumlarda tutamadıkları her bir günlük oruç için bir fidye verirler." Ramazan ayında lokanta işletmek caiz midir?,"Ramazan ayında hasta, yolcu vb. oruç tutmama ruhsatına sahip kimseler oruçlarını daha sonraki bir zamanda tutabilirler (el-Bakara, 2/185; İbn Mâce, Sıyâm, 11-13 [1664-1670]; bkz. Müslim, Sıyâm, 69 [335]). Mazereti sebebiyle oruç tutamayanların yeme-içme ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için Ramazan ayında lokanta vb. yerlerin açık olmasında dinen bir sakınca bulunmamaktadır. Ayrıca lokanta sahibi, oruç tutmayanların niçin oruç tutmadıklarını bilmek zorunda değildir. Fakat hem oruç tutanlara saygı için hem de yeni yetişmekte olan çocuk ve gençlerin, Ramazan gününde oruç tutulmayıp aleni yemek yenilmesinin olağan bir şey olduğu gibi bir izlenime kapılmamaları için mazeretli de olsa, yiyip içenlerin bunu açıktan yapmamaları uygun olur. Lokanta sahipleri de gerekli tedbirleri alarak böyle algılamalara fırsat vermemeye özen göstermelidirler." Ramazan gecelerinde eşlerin cinsel ilişkide bulunması caiz midir?,"Oruç, imsak (fecr-i sâdık) vaktinden güneşin batımına kadarki süre içinde yeme, içme ve cinsel ilişkiden, ibadet niyetiyle uzak durmaktır. Yani oruç gündüz tutulur. Ramazan geceleri için yeme, içme ve cinsel ilişki yasağı söz konusu değildir. Dolayısıyla iftar ile imsak arasında yemek, içmek ve eşlerin cinsel ilişkide bulunmasında bir sakınca yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.” (Bakara, 2/187)." Ramazan’da oruçlu iken gündüzü uyuyarak geçirmenin oruca zararı var mıdır?,"Orucun sahih/geçerli olması için “oruç tutmaya niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak” şarttır. Gündüzleri az veya çok uyumak, orucun sıhhatine zarar vermez. Bununla birlikte orucun vereceği sıkıntılardan uzak kalmak ve onları hissetmemek kastıyla, gerekli olmadığı hâlde Ramazan günlerinde uzun süreli uyumanın, orucun hikmetiyle bağdaşmayacağı da unutulmamalıdır." Çalışanların iş verimini düşürmesi endişesiyle oruç tutmamaları caiz midir?,"Ramazan orucu, ergenlik çağına ulaşmış ve akıl sağlığı yerinde her Müslümana farzdır. Mazeretsiz olarak oruç tutmayanlar büyük günah işlemiş olurlar. Zira Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse, Allah’ın tanıdığı bir ruhsat olmadan, Ramazan’da bir gün orucunu tutmazsa, bütün yılın orucu bile o günün yerini tutmaz.” (Ebû Dâvûd, Savm, 38 [2396]; bkz. Buhârî, Savm, 29). Ailesinin rızkını temin etmek için ağır işlerde çalışmak zorunda olup da oruç tutmaları sağlığına zarar verenlerin o günlerde oruç tutmayıp daha sonra kaza edebilecekleri, kaza etme imkânlarının olmaması durumunda ise her gün için bir fidye vermeleri şeklinde görüşler vardır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/420). Ancak çok ağır olmayan günlük işlerde çalışmak orucu terk için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37)." Kadir Gecesinin tayini hakkındaki rivayetler nasıl anlaşılmalıdır?,"Kadir Gecesi Kur’ân’da belirtildiğine göre, içerisinde bu gecenin bulunmadığı bin aydan daha hayırlıdır. Kur’ân, Ramazan ayında (el-Bakara, 2/185) ve bu gecede indirilmiştir (el-Kadr, 97/1). Kadir Gecesinin Ramazan ayında olduğu kesindir. Ancak hangi güne tekabül ettiği konusunda farklı rivâyetler vardır. Zirr b. Hubeyş anlatıyor: “Ubey b. Ka’b’a (r.a.); İbn Mes’ud’un (r.a.), ‘Senenin bütün gecelerini ihya eden kimse Kadir Gecesine tesadüf edebilir’ sözünü hatırlattığımda, bana şu cevabı verdi: ‘Kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah’a yemin olsun ki, Kadir Gecesi Ramazan ayındadır. Kadir Gecesi; Resûlullah’ın (s.a.s.) bize namaz kılmamızı emir buyurduğu gecedir. O da Ramazan’ın 27. gününün gecesidir. O gecenin alameti, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınlan gözü almayacak şekilde doğmasıdır.’” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179 [762]). Abdullah b. Ömer’den gelen bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kadir gecesini aramak isteyen 27. gecede arasın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/27 [4808]) buyurmuş, böylece 27. geceyi ibadet ve zikirle uyanık olarak geçirmemizi tavsiye etmiştir. Kadir Gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivâyetler de vardır (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]). Dolayısıyla Ramazan’ın son gecelerini Kadir gecesiymiş gibi değerlendirmek tavsiye edilir." Unutarak yemek içmek orucu bozar mı?,"Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir kimse oruçlu olduğunu unutarak yer, içerse orucunu tamamlasın, bozmasın. Çünkü onu, Allah yedirmiş, içirmiştir.” (Buhârî, Savm, 26 [1933]; Müslim, Sıyâm, 171 [1155]) buyurmuştur. Unutarak yiyip içen kimse, oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzındakileri çıkarıp ağzını yıkar ve orucuna devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/120-121)." Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi?,"Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi, yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya güç yetiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu olduğunu hatırlatmamalı, aksi durumda hatırlatmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 244)." Cünüp iken tutulan oruç geçerli midir?,"Cünüplük oruç tutmaya engel değildir. Cünüp olmayı gerektiren hâl ister oruca başlamadan gerçekleşmiş olsun ister ihtilam olma şeklinde oruçlu iken gerçekleşmiş olsun fark etmez. Ancak cünüp olan kişi, bir an önce yıkanıp temizlenmelidir. Cünüp iken üzerinden bir namaz vakti geçmemelidir. Guslün bir namaz vaktinden daha fazla süreyle ertelenmesi günahtır. Çünkü geciktirilirse namaz terk edilmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/399)." Oruçlu iken ihtilam olmanın veya cünüp olarak sabahlamanın hükmü nedir?,"Oruçlu iken rüyada ihtilam olmak orucu bozmaz, gusletmeyi geciktirerek cünüp olarak sabahlamak da oruca bir zarar vermez (el-Fetâvaî-Hindiyye, 1/200; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/400). Ancak guslü sabah namazı vaktinin çıkmasına kadar ertelemek günahtır. Çünkü bu durumda namaz terk edilmiş olur. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’da imsaktan sonra sabah namazı vakti içinde yıkandıkları bilinmektedir (Buhârî, Savm, 25 [1930-1931]; Müslim, Sıyâm, 76 [1109])." Ağda veya epilasyon yaptırmak oruca engel olur mu?,"Vücuttaki kılların hangi yolla olursa olsun alınması orucu bozmaz. Çünkü oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Kıl almak veya aldırmak bunların kapsamında olmadığından orucu bozmaz. Burada şu husus da belirtilmelidir ki, kadının erkeğe karşı avret mahalli eller, ayaklar ve yüzü hariç tüm bedenidir. Kadının kadına karşı avret mahalli, diz kapağı ile göbek arasıdır. Zaruret olmadan bu yerlerin dışındaki bölgelerin başka kadınlara veya erkeklere gösterilmesi caiz değildir. Bu itibarla ağda veya lazerle epilasyon yaptırmak isteyen kişinin, erkek olsun kadın olsun yabancı bir kişiye avret mahallini açması helal olmadığı gibi bu işlemi uygulayan kişinin de bu kısma bakması ve dokunması helal değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/368-370)." Makyaj yapmak ve saç boyamak orucu bozar mı?,"Oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Makyaj yapmak, saç boyamak ve saç bakımı bu kapsamda olmadığından orucu bozmaz." Nikotin bandı orucu bozar mı?,"Nikotin bandı orucu bozmaz. Kural olarak orucu bozan şeyler, vücuda normal yollarla giren maddeler ve cinsel ilişkidir. Vücuda sürülen yağ, merhem gibi maddeler, deri üzerindeki gözenekler ve deri altındaki kılcal damarlar yoluyla emilerek kana karışmaktadır. Bu işlem yeme, içme ve beslenme anlamına gelmemektedir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/123-124; Kâsânî, Bedâî’, 2/98; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/395-396)." Oruçlu iken böbrek taşı kırdırmak orucu bozar mı?,"Oruçlu olan bir kimsenin, vücuduna gıda verici bir madde enjekte edilmeden böbrek taşı kırdırmasıyla orucu bozulmaz. Bu operasyon esnasında böbreklere kan akması da orucu bozmaz." Şeker hastalarının uyguladıkları insülin iğnesi orucu bozar mı?,"İğnenin orucu bozup bozmayacağı, kullanılış amacına göre değerlendirilebilir. Ağrı dindirmek, tedavi etmek, vücudun direncini artırmak, gıda vermek gibi amaçlarla enjeksiyon yapılmaktadır. Gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar, yemek ve içmek anlamına gelmediklerinden orucu bozmazlar. Ancak gıda ve/veya keyif verici enjeksiyonlar orucu bozar (DİYK 22.09.2005 tarihli karar). Şeker hastalarının kullandıkları insülin iğnesi bu nitelikte olmadığı için orucu bozmaz. Diğer yandan ehil doktorların, oruç tutmasının sağlık açısından zararlı olacağı teşhisini koyduğu bir hasta, Ramazan’da oruç tutmayabilir. Böyle bir kişi, eğer iyileşme ihtimali varsa orucunu daha sonra kaza etmek üzere bırakır; böyle bir ihtimal yoksa Ramazan ayının her günü için birer fidye verir. İnsüline bağımlı olarak yaşayan hastaların da oruç tutmaları sağlıklarına zarar veriyorsa oruç tutmayabilirler. Tutamadıkları oruçlarının sayısınca her gün için bir fidye verirler." Damardan verilen radyoaktif madde orucu bozar mı?,Bazı hastalıkların teşhisi amacıyla hastalara damar yoluyla besleyici niteliği olmayan radyoaktif maddenin verilmesi orucu bozmaz. Çünkü bu şekilde verilen söz konusu madde besleyici ve vücudu kuvvetlendirici mahiyet taşımamaktadır. Tutmadığı oruçları kaza etmeden oruç tutamayacak hâle gelen kimse ne yapmalıdır?,"Fakihlerin çoğunluğu, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) âyetinden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden ölüm döşeğine düşmüş kimselerin oruç borçları için fidye ödenmesi vasiyetinde bulunmalarının müstehap olacağını söylemişlerdir. Eğer vasiyet etmişse mirasçıları malının üçte biri oranında bu vasiyeti yerine getirirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124; bkz. Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/37-38). Fidye, ölenin bıraktığı maldan teçhiz, tekfin masrafları ve borçları çıkarıldıktan sonra, kalan malın üçte birinden verilir. Şâyet fidye üçte birden çok tutarsa, fazla olan kısım ancak varislerinin rızası ile ödenebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/425). Şâfiî mezhebine göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse, vasiyete gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259)." "Fidye nedir, hangi durumlarda gerekir?","Fidye, bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel demektir. Dinî bir terim olarak fidye, oruç ibadetinin eda veya kaza imkânının kalmaması sebebiyle veya hac ibadetinin edası sırasında işlenen birtakım kusurların giderilmesi için ödenen maddî bedeli ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu fidye öder.” (el-Bakara,2/184) buyrulmaktadır. Buna göre ihtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, daha sonra bu oruçları kaza etme imkânı bulamazsa, her gününe karşılık bir fidye öder (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/37-39). Öte yandan Şâfiîlere göre, Ramazan ayının kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar (Nevevî, el-Mecmû’, 6/364; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/175). Şâfiî mezhebinde fidye ödeme yükümlüğünün ortaya çıktığı bir diğer mesele de gebe ve emzikli kadınlarla ilgilidir. Emzirme ve hamilelik sebebiyle çocuğunun sağlığı hakkında endişe duyan annelerin, oruç tutamadıkları günleri hem kaza etmeleri hem de fidye vermeleri gerekir. Fakat çocuk hakkında değil de kendileri hakkında endişe ederlerse o zaman sadece kaza gerekir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/267). Hac ve umre ile ilgili görevler yerine getirilirken meydana gelen bazı eksiklikler için uygulanması gereken maddî yaptırım da fidye kapsamına girer (el-Bakara, 2/196). Bir fidye, bir kişiyi bir gün doyuracak yiyecek miktarı veya bunun ücretidir. Bu da “sadaka-i fıtır” ile aynı miktarı ifade eder. Bu, fidyenin asgari ölçüsüdür. İmkânı olanların daha fazla vermesi daha iyidir (el-Bakara, 2/184; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124)." Oruç fidyesi nasıl ödenir?,"Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası kadardır. Bu fidyeler Ramazan’ın başlangıcında verilebileceği gibi Ramazan’ın içinde veya sonunda da verilebilir. Fidyelerin tamamı bir fakire topluca verilebileceği gibi ayrı ayrı fakirlere de verilebilir. Bu durumda olan kimseler, fidye vermeye güçleri yetmiyorsa Allah’tan bağışlanmalarını isterler. Oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, ileride tutabilecek duruma gelirlerse, fidyelerini vermiş bile olsalar tutamadıkları oruçları Hanefîler'e göre kaza ederler (Kâsânî, Bedâî’, 2/105; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Önceden verdikleri fidyelerin hükmü kalmaz, bunlar nâfile bağış/sadaka sayılır." Oruç fidyesi kimlere verilebilir?,"Oruç fidyesi, tıpkı fıtır sadakasında olduğu gibi onları verecek kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl (üst soy) ve fürûuna (alt soy) veremez. Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürû ise çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır. Yine bir kimse hanımına zekât, fitre ve fidyesini veremeyeceği gibi hanımı da kocasına bunları veremez. Bunların dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301)." "Oruç tutacak gücü olduğu hâlde tutmayan bir kimse, bu oruçlarının fidyesini vererek oruç borcundan kurtulmuş olur mu?","Oruç için fidye verilmesi, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlı kimseler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar için geçerlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin uygulaması, fidyeden bahseden âyetteki “oruç tutmakta zorluk çekenler.” (el-Bakara, 2/184) ifadesinin yalnızca yukarıda sayılan kimseleri kapsadığını göstermektedir. Buna göre, oruç tutmaya gücü yettiği hâlde tutmayan veya geçici bir sebeple tutamayan kimseler hakkında fidye hükmü yoktur (Buhârî, Tefsîr (Bakara), 26 [4507]; Müslim, Sıyâm, 149-150 [1145]). Mazeretsiz oruç tutmayanların, tutmadıkları oruçları kaza etmeleri ve tövbe istiğfar etmeleri gerekir. Ayrıca, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, fidye vermiş bile olsalar, ileride tutabilecek duruma gelirlerse tutamadıkları oruçları Hanefîler'e göre kaza etmeleri gerekir. Önceden verdikleri fidyeler oruç borcunu düşürmez (Kâsânî, Bedâî’, 2/105; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124)." Fidye verme gücü olmayan kişiler ne yapmalıdırlar?,"Senenin hiçbir mevsiminde oruç tutamayacak kadar yaşlı olan (pîr-i fâni) kimselerin, maddî durumları uygunsa Ramazan’ın her bir günü için bir fakire fidye (yani bir fitre) vermeleri gerekir. İyileşme umudu olmayan hasta da bu hükme tâbidir (el-Bakara, 2/184). Fidye verecek gücü olmayanlar ise fidyeden sorumlu olmazlar (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/38). Ancak kasten tutmadıkları oruçların uhrevî sorumluluğunu taşırlar. Bu durumda olanların yapabileceği Cenâb-ı Hak’tan bağışlanma dilemektir." Iskât-ı savm ne demektir?,"Iskât-ı savm, ölünün üzerindeki oruç borçlarını düşürmek demektir. Iskât, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır. Ölünün üzerinden, sağlığında mazereti sebebiyle tutamadığı oruç borçlarının düşürülmesi için fidye verilmesi hususu, âyet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumuna yetecek kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) buyrulmaktadır. Bu âyetin hükmüne göre, oruca güç yetiremeyen veya sağlık mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz olan kimselerin, tutamadıkları her bir gün için fidye ödemeleri gerekir. Âyette, hayatta olup oruç tutmaya sağlığı imkân vermeyenlerin fidye vermeleri söz konusu edilmektedir. Hayatta iken imkân buldukları hâlde oruç tutmadan ölenler için oruç keffâreti ödenip ödenemeyeceği konusu âlimler arasında tartışmalıdır. Fakihlerin çoğunluğu, yukarıdaki âyet-i kerîmeden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Çünkü fidyenin gerekçesi, oruç tutmaktan aciz olmaktır. Ölen kimse de oruç tutmaktan mutlak surette acizdir. O hâlde bunların durumu, tutamadıkları oruca karşı fidye vermeleri nass ile sabit olan kişilerin durumuna kıyas edilebilir (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/151). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere bazı görüşlere göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete de gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259)." Üveysilik,"Üveysilik, “Bir kimsenin zâhiren görmediği kişi ya da kişilerden mânevî eğitim alması ve bu yolla meydana gelen tarikat anlamında bir tasavvuf terimi”dir. Tasavvuf kültüründe, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp Müslüman olan, ancak Hz. Peygamber’le bizzat görüşemeyen Veysel Karanî’nin (Üveys el-Karanî) rüya veya diğer manevi yollarla Hz. Peygamber tarafından irşad edildiği kabul edilir. Tasavvuf kültüründe bu mahiyetiyle bilinen Üveysilik, günümüzde iddia edildiği gibi “internet vasıtasıyla her insana çıkarılmış açık bir davetiye” niteliğinde değildir. Bu itibarla, bazı çevrelerce dile getirilen “tasavvuf yoluna girmek amacıyla, yaşayan bir mürşide tabi olmadan vefat eden evliyanın ruhundan istifade ederek zikir çekmek için birtakım talimatlar alınması” meselesi tasavvuf geleneğinde de karşılığı olmayan, istismara açık bir husustur. Bu konuda dikkatli olunması ve mahiyeti belli olmayan bu tür girişimlere rağbet edilmemesi gerektiği açıktır. Müslümanlar arasında “Üveysilik Zikri” diye isimlendirilen özel bir zikir şekli yoktur. Ayrıca, dua ve zikirlerin kabulü için samimiyet önemli olup (Mü’min, 40/65; Tirmizi, Deavat, 66), belirli sayılarda okunması şart değildir. Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir. Sadece belli zikirleri okumak suretiyle mucizevi bir şekilde huzura kavuşup kurtuluşa erme iddiasının da dini açıdan bir değerinin olmadığı açıktır. Konuyla ilgisi sebebiyle şu hususu da hatırlamakta fayda vardır: Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Dolayısıyla, rüyalar delil değildir ve rüyalar ile amel edilmez. Rüya ile dini bir meselenin hükmü açığa çıkartılamaz ve rüya üzerine dini veya dünyevi bir hüküm bağlanamaz. Rüya yoluyla alındığı iddia edilen tasavvufi makam ve mansıplara da güvenilemez. Sonuç olarak, bir Müslümanın yüce dinimiz İslam’ı yaşaması ve dinî görevlerini yerine getirmesi için herhangi bir tarikata girmesi veya bir şeyhe bağlanması şart olmadığı gibi, vefat etmiş bir şeyhe bağlanmak gibi bir durum da söz konusu değildir. Veysel Karanî’nin günümüzde Üveysilik adı altında temiz dini duyguların istismarı ve İslam’la bağdaşmayacak şekilde suistimal edilmesi kesinlikle doğru değildir. Dini açıdan bir değeri olmayan bu tür faaliyetler açık bir aldatma ve istismardır. Dolayısıyla, bu ve benzeri grup veya kişilere karşı dikkatli olunması ve uzak durulması yerinde olacaktır." Elbiseye bulaşan bebek kusmuğu namaza engel olur mu?,"İnsanın midesinden gelen ve ağız dolusu olan kusmuk, necistir. Bebek kusmuğu da buna dâhildir. Bir bebeğin emdikten hemen sonra kusması ve içtiği sütün olduğu gibi geri gelmesi hâlinde bu kusmuk da Hanefî mezhebine göre pistir. Kusmuk, necaset-i ğalîza hükmünde olduğundan bir elbiseye bulaştığında, katı bir hâlde bulaştı ise bir dirhemi, yani yaklaşık 3 gramı geçtiğinde namaza mani olur. Sıvı bir hâlde bulaştığında ise el ayası kadar olan bir alan veya daha fazlasını kapladığında namaza mani olur. Bu miktarlardan az gelen kusmuk ise ruhsat kapsamında olup namaza engel olmaz. Ancak insanın bedeninde, elbisesinde veya namaz kılacağı yerde bulunan az veya çok her türlü pisliği temizlemesi namazın ruhuna yakışır bir davranış olduğundan, temizleme imkânı olduğu hâlde az da olsa bu pislikle namaz kılmak mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/202-205; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306, 318-321)." Alkol içeren maddelerin temizlikte kullanılması caiz midir?,"İspirto, kolonya vb. sıvılarla, temizlik amacıyla üretilen alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (Buhârî, Edeb, 80 [6124]; Müslim, Eşribe, 73 [2003]), temizlikte kullanılmaları caizdir. Namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması da gerekmez (Kâsânî, Bedâî’, 5/115; Elmalılı, Hak Dini, 2/763-764)." Hades (hükmî kirlilik) ve hadesten taharet ne demektir?,"Dinî literatürde hades, abdestsizlik, cünüplük, hayız veya nifas haline verilen isimdir. Bu durum, kişinin bazı ibadetleri yapmasına engel teşkil eder (Buhârî, Vudû’, 2 [135]; Müslim, Tahâret, 2 [225]; Meydânî, el-Lübâb, 1/5). Hades, büyük hades ve küçük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilikler büyük hades, abdestsiz olma hali ise küçük hadestir (Meydânî, el-Lübâb, 1/5). Büyük hades gusül ile küçük hades ise abdest ile giderilir. Suyun bulunmaması veya bulunduğu hâlde kullanma imkânının olmaması hâlinde hem büyük hem de küçük hades, teyemmüm ile giderilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/44,45)." Abdest nedir ve nasıl alınır?,"Abdest, bazı ibadetleri yapabilmek için dirseklerle beraber el ve kolların, yüzün ve aşık kemikleri ile beraber ayakların yıkanması ve başın mesh edilmesinden ibaret hususi bir temizliktir. Abdestle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı mesh edin ve aşık kemikleri ile beraber ayaklarınızı yıkayın… Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” (el-Mâide, 5/6) buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.s.), abdestin nasıl alınacağını Müslümanlara fiilî olarak gösterdiği gibi (İbn Mâce, Tahâret, 47 [419]; Merğinânî, el-Hidâye, 1/16) abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah (c.c.) katında kabul olunmayacağını da ifade etmiştir (Buhârî, Vudû’, 2 [135]; Müslim, Tahâret, 2 [225]; İbn Mâce, Tahâret, 47 [419]). Farzları, sünnetleri ve adabına riâyet edilerek abdest şöyle alınır: Niyet edilir ve besmele çekilir. Önce eller bileklere kadar ve parmak araları da hilallenerek/ovuşturularak üç defa yıkanır. Abdest azalarında suyun temasına engel maddeler varsa imkân ölçüsünde temizlenir. Parmaktaki yüzük oynatılır. Sağ el ile üç defa ağza su verilerek ağız temizliği sağlanır. Aynı şekilde üç defa burna su verilerek burun temizlenir. Ardından yüz üç kere yıkanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa ve aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın dörtte biri veya tamamı bir defa mesh edilir. Eller tekrar ıslatılarak başparmakla kulağın dışı, şehadet parmağı veya serçe parmakla içi mesh edildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun mesh edilir. Önce sağ, sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dâhil olmak üzere yıkanır. Suyun parmak aralarına ulaşmasına özen gösterilir (Buhârî, Vudû’, 22-24 [157-159]; Müslim, Tahâret, 3-6 [226-227]; Kâsânî, Bedâî’, 1/23-25; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 19-21)." Abdest alırken niyet etmek farz mıdır?,"Abdest alırken niyet etmek, Hanefî mezhebine göre sünnet, diğer üç mezhebe göre farzdır. Hanefîler, abdest âyeti olarak bilinen âyette (el-Mâide, 5/6) emredilen fiiller arasında niyetin bulunmayışını delil olarak alırlar. Öte yandan abdest gibi namazın şartlarından olan ‘necasetten taharet’ ile ‘setr-i avret’te niyetin zorunlu olmayışı ve abdestin bazı ibadetlere bir vesile olup kendi başına müstakil bir ibadet sayılmayışı da Hanefîler'e göre abdestte niyetin farz olmadığını gösterir (Kâsânî, Bedâî’, 1/19-20; Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Aliyyü’l-kârî, Fethu Bâbi’l-‘İnâye, 1/55-56). Diğer mezhepler ise Cenâb-ı Hakk’ın “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti.” (el-Beyyine, 98/5) âyeti ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Bütün ameller niyetlere bağlıdır…” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1 [1]; Müslim, İmâre, 155 [1907]) hadisinden hareketle her ibadette olduğu gibi abdestte de niyet etmenin farz olduğunu söylemişlerdir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/167; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/15; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/82)." Mezhepler arasında abdestin farzları konusunda farklılık var mıdır?,"Hanefîler'e göre abdestin farzları, Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Mâide, 5/6) ifade edildiği üzere; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/7). Şâfiîlere göre bu şartlara ilaveten, abdeste niyet etmek ve tertip (abdest organları yıkanırken âyetteki sırayı gözetmek) de farzdır (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/167-180). Hanbelîler, tertibi ve bir görüşlerinde organların ara verilmeden art arda yıkanmasını (muvâlâtı) (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/100,101); Mâlikîler ise niyet ve abdest organlarının art arda yıkanması yanında, organların yıkanırken ovulmasını da abdestin farzlarından sayarlar (Haraşî, Şerhu Muhtasar, 1/120). Abdestin ittifak edilen farzlarının ayrıntılarıyla ilgili de mezhepler arasında bazı farklılıklar vardır. Hanbelîlere göre yüzü yıkamanın kapsamına ağza ve burna su vermek dâhildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/87, 88). Aynı şekilde hem Mâlikîler hem de Hanbelîlerce tercih edilen görüşe göre başın tamamını mesh etmek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/92-94; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 1/124-125)." Abdestin sadece farzlarıyla yetinildiğinde abdest geçerli olur mu?,"Bir Müslümanın, yerine getirmekle yükümlü olduğu herhangi bir ibadetin sorumluluğundan kurtulması için o ibadetin farzlarını ve vaciplerini yerine getirmesi yeterlidir. Dolayısıyla abdestin farzlarını yapmak abdestin sahih olması için yeterlidir. Ancak sünnetler, farzlarda meydana gelebilecek eksiklikleri tamamladığı gibi elde edilecek sevabın artmasına vesile olur. Bu bakımdan abdest alırken sünnetleri kasten terk etmek mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/103-104)." Abdest alırken belli duaları okumak şart mıdır?,"Bazı kaynaklarda abdest alırken her organın yıkanması sırasında ayrı ayrı okunacak dualara yer verilir (Nevevî, el-Ezkâr, 75-76). Fakat sahih rivâyetlere göre Hz. Peygamber (s.a.s.), abdest alırken özel bir dua yapmamıştır. Dolayısıyla güzel anlamlar içeriyor olsa da abdest sırasında bu duaların okunması şart değildir. Bununla birlikte okumasında da bir sakınca yoktur. Sahih rivâyetlere göre Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestin bitiminde, أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ اللَّهُمَّ اجْعَلْنِى مِنَ التَّوَّابِينَ وَاجْعَلْنِى مِنَ الْمُتَطَهِّرِينَ “(Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına, O'nun tek olup ortağı bulunmadığına şahitlik ederim. Yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah’ım! Beni tövbe edenlerden ve temizlenenlerden eyle) duasını okuyan kimse için Cennetin sekiz kapısının açılacağını ve dilediği kapıdan içeri girmesine izin verileceğini müjdelemiştir.” (Tirmizî, Tahâret, 41 [55])." Misvak kullanmanın hükmü nedir? Dişlerin fırçalanması misvak kullanmak yerine geçer mi?,"Abdest alırken misvak ve benzeri bir şeyle ağız ve diş temizliğini yapmak sünnettir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/8). Zira bu temizlik fıtrattan sayılmaktadır (Müslim, Tahâret, 56 [261]). Allah Resûlü (s.a.s.) bir hadislerinde, “Ümmetime ağır gelmesinden (meşakkat) endişe etmeseydim, onlara her namaz vaktinde dişlerini misvakla temizlemelerini emrederdim.” (İbn Mâce, Tahâret, 7 [287]; bkz. Buhârî, Temennî, 9 [7240]; Müslim, Tahâret, 42 [252] 7) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasında ağız ve diş temizliği asıl olup, o dönemde diş temizliğinde misvak kullanılmaktaydı. Bugün misvak yerine diş fırçası kullanılmaktadır. Ağız ve diş sağlığı için uygun olan herhangi bir ürünün veya yöntemin kullanılmasıyla bu sünnet yerine getirilmiş olur." İdrarını yapan bir kimse abdest almadan önce bir miktar beklemeli midir?,"İstibrâ; abdest bozduktan sonra idrarın tamamen kesildiğini anlamak için bir süre beklemeyi ve bu amaçla bazı davranışlarda bulunmayı ifade eder. İdrar yapıldıktan sonra idrar yollarında kalabilecek damla ve sızıntıların temizlenmesine özen gösterilmesi gerekir. Bu şekilde idrar yollarında tam kurulanma sağlanmışsa abdest alınabilir. Ancak bazen şahsa, şartlara ve yaşa bağlı olarak idrardan sonra idrar kanalında az veya çok sızıntı kalabilir. Bu sızıntıların kesildiğinden emin olunması için bir süre beklemek uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/344). İdrar yaptıktan sonra istibrâya dikkat etmeden abdest alan kişiden abdestten sonra akıntı gelirse abdesti bozulur ve yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/17-18). Ayrıca temizlik iyi yapılmadığı takdirde geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacak ve belli bir orana ulaşacak olursa (avuç ayası kadar bir alanı kaplarsa) namazın sıhhatine engel olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/31). İdrarın ardından tuvalette temizliğini yaptıktan sonra sızıntısı olmayan kişilerin, beklemeden hemen abdest almalarında bir sakınca yoktur. İstibrâ ve temizlik konusunda gerekli hassasiyeti gösteren kişinin, yersiz düşünce ve vesveseye itibar etmemesi gerekir." "Boya, oje, ruj ve jöle gibi maddeler abdest ve gusle engel olur mu?","Gusül veya abdest alırken, yıkanması gereken organların kuru yer kalmayacak şekilde yıkanması gerekir. Aksi hâlde gusül veya abdest geçerli olmaz. Dolayısıyla, gusledecek veya abdest alacak kimsenin bedeninde veya abdest organlarında suyun deriye ulaşmasına engel olacak bir madde bulunmamalıdır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/73). Ancak mesleğini icra ederken tırnaklarına boya yapışan boyacı veya tırnaklarının arasına çamur girip de çıkartamayan çiftçi ve benzeri meslek sahipleri bundan müstesnadır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/4, 5; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154). Bu kimseler için cilde yapışan ve tırnak aralarında kalan hamur, mum, zamk, boya vb. şeyler abdest ve gusle engel olmaz. Fakat isteğe bağlı olarak vücuda sürülen ya da yapıştırılan ve suyun bedenle temasına engel olan boya, oje, ruj gibi maddeler, bu ruhsatın dışındadır. Böyle maddeler suyun bedenle temasına engel olursa abdest ve gusle de engel olurlar. Bunların abdest veya gusülden önce giderilmesi gerekir. Saça sürülen jöle ise bir tabaka oluşturmadığından abdest ve gusle engel olmaz." Tedavi maksadı ile cilde sürülen ilaç vb. maddeler abdeste engel olur mu?,"Abdest alırken yıkanması gereken bir organın üzerine tedavi maksadıyla sürülen ancak tabaka oluşturan merhem vb. maddelerin yıkanması, yapılan tedaviye engel teşkil etmiyorsa, bu organın yıkanması gerekir. Eğer yıkamak zarar veriyorsa, ıslak elle üzerine mesh edilir. Mesh etmek de zararlı ise o da terk edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102-281). Bu maddeler suyun deriye ulaşmasına engel bir tabaka oluşturmuyorsa, abdestin geçerliliğine etki etmez." Gusül (boy abdesti) ne zaman gereklidir ve sünnete uygun gusül abdesti nasıl alınır?,"Gusül; cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilik hâllerinin giderilmesi için ağız ve burun dâhil bütün bedeni yıkamak suretiyle yapılan hususi temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.)sünnetinde de ihtilam olma veya cinsel ilişki sonucu cünüplük hâlinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek emredilmiştir (Buhârî, Gusül, 22, 28 [282, 291]; Müslim, Hayız, 87-88 [348-349]; Ebû Dâvûd, Tahâret, 118, 127 [314, 359]). Gusül abdesti ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak, burna su çekmek ve bütün vücudu hiç kuru yer bırakmayacak şekilde yıkamak suretiyle alınır. Burada sayılan işlemler Hanefîler'e göre guslün farzlarıdır. Birinin eksik bırakılması hâlinde gusül geçersiz olur. Guslün bu farzlarından başka bir de sünnetleri vardır. Sünnetleri de yerine getirilerek gusül şöyle alınır: Gusletmek isteyen kimse niyet ederek besmele çeker. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset/maddî kirlilik var ise onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına su vererek iyice çalkalar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdestini tamamlar. Sonra da vücudunun her tarafını iyice yıkar. Guslettiği yerde su birikiyorsa, son olarak ayaklarını yıkayıp guslünü tamamlar." Oruçlu bir kimsenin guslederken ağza ve burna su vermesinin ölçüsü nedir?,"Guslederken ağza ve burna su vermek farzdır. Ağza verilen suyu boğaza kadar ulaştırıp çalkalamak ve burna verilen suyu da iyice çekmek sünnettir. Bu hüküm oruçlu olmayan kimseler içindir. Oruçlu olanların, boğaza veya genze su kaçma ihtimali olduğu için böyle yapmaları uygun olmaz. Onlar gusülde ağza ve burna su verirken mübalağa etmeyip abdestte yaptıkları gibi yaparlar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/116, 156)." Besmele ve niyet unutulduğunda gusül veya abdest sahih olur mu?,"Abdeste ve gusle başlarken niyet etmek ve besmele çekmek sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/15-17). Bu bakımdan niyet etmeden ve besmele çekmeden alınan abdest ve gusül geçerlidir. Ancak abdest ve gusülden önce besmele ve niyetin unutulması sünnet sevabından mahrum olunmasına neden olur. Şâfiî mezhebine göre, abdest ve gusülde niyet farz iken, gusle başlarken besmele çekmek ise sünnettir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/166-167, 222; Erdebilî, el-Envâr, 1/69-71)." Abdest veya gusül alırken konuşmanın sakıncası var mıdır?,"Abdest alırken veya guslederken konuşmak abdeste veya gusle zarar vermez. Ancak bir ihtiyaç olmadıkça konuşmak uygun değildir. Abdest veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet, duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 1/47)." Guslederken suyun küpe deliklerine ulaşması şart mıdır?,"Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz, kapanmış küpe deliği gibi yerleri yıkamak farz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/152-153). Gusül esnasında, küpelerin ve dar olan yüzüğün oynatılması gerekir. Bu konuda vesveseye kapılarak aşırıya gitmeye gerek yoktur, küpe deliklerinin ovuşturulması guslün geçerli olması için yeterlidir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154-155)." İhtilam olmak guslü gerektirir mi?,"Bir kişi ihtilam olsa ancak uykudan uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görmese gusletmesi gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/164). Buna karşılık, rüya gördüğünü hatırlamamakla birlikte, uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görürse gusletmesi gerekir (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92-93 [236-237; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır: “Resûlullah’a, ‘Bir kimse uykudan uyandıktan sonra çamaşırında ıslaklık bulsa, ancak ihtilam olduğunu hatırlamasa (yıkanması gerekir mi?)’ diye soruldu. O da ‘Evet, yıkanmalıdır!’ diye cevap verdi. Sonra, ihtilam olduğunu hatırlayıp da ıslaklık farketmeyen kimsenin durumu soruldu: ‘Ona gusül gerekmez’ dedi. Ümmü Süleym (r.a.) sordu: ‘Bunu kadın görecek olursa, kadına gusül gerekir mi?’. Buna da: ‘Evet! Kadınlar, erkekler gibidir’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92 [236]; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Yine Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ümmü Süleym (r.a.), Resûlullah’a (s.a.s.), ‘Rüyasında, erkeğin gördüğünü gören kadına, guslün gerekip gerekmeyeceğini sordu. Resûlullah, ‘Evet! Islaklığı fark ederse.’ cevabını verdi” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 93 [237]; Nesâî, Tahâret, 131 [196]; bkz. Müslim, Hayız, 32-33 [313-314]). Dolayısıyla kadınların da erkekler gibi ihtilam olmalarından sonra çamaşırlarında ıslaklık görmeleri hâlinde gusletmeleri gerekir." Sezaryen yöntemi ile doğum yaptıktan sonra gusül gerekir mi?,"Sezaryen yöntemi ile çocuk dünyaya getirmek lohusalık açısından normal doğum hükmündedir. Sezaryenden sonra rahimden kan gelmezse kadın ilk fırsatta guslederek lohusalık (nifas) hâlinden temizlenir. Rahimden kan gelirse, kanın kesilmesinden sonra gusletmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, 3/210; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/60-108)." Akupunktur bantları abdest veya gusle engel midir?,"Akupunktur tedavilerinde kullanılan iğnelerin ve üzerlerindeki bantların tedavi süresince çıkartılıp takılmaları mümkün değilse ya da çok büyük zorluk gerektiriyorsa, kullanılması gerekli olduğu müddetçe gusül ve abdeste mani olmaz. Bu durumda sargı bezi üzerine mesh hükümleri geçerli olur." Gusülden sonra tekrar abdest almak gerekir mi?,"Gusül, abdesti de içerdiğinden abdesti bozacak bir durum meydana gelmedikçe daha sonra ayrıca abdest almaya gerek yoktur. Zira Hz. Âişe, Resûl Ekrem’in (s.a.s.) guslettikten sonra ayrıca namaz abdesti almadığını rivâyet etmiştir (Ebû Dâvûd, 96 [250]; Tirmizî, Tahâret, 79 [107]). Abdullah b. Ömer de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Hangi abdest gusülden daha umumidir ki!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 12/371 [13377]) buyurduğunu, dolayısıyla gusülden sonra ayrıca abdest almaya ihtiyaç olmadığını nakletmiştir." Gusül veya abdest esnasında vesveseye düşen kişi ne yapmalıdır?,"Vesvese, çeşitli sebeplerle insanın yaşadığı kararsızlık, şüphe ve kuruntu hâlidir. Bu, çoğu kere abdest ve guslün alınıp alınmadığı, tam olup olmadığı ya da bozulup bozulmadığı şüphesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gusül veya abdest alan kişinin vesvese sebebi ile gusül ve abdestini tekrarlaması gerekmez. Hatta kişi bu tür vesveselere itibar etmemeli (İbn Mâce, Tahâret, 48 [421]), içine doğan şüphe ve tereddüt hâllerinin asılsız olduğunu kendine telkin etmeli, ihtiyaç duyulması hâlinde psikolojik tedaviye yönelmeli; ayrıca manevî destek olarak Felak ve Nâs sûrelerini, anlamlarını da düşünerek okuyup bu hâlden kurtulmak için Allah’a dua etmelidir." "Teyemmüm nedir, nasıl yapılır, teyemmümü bozan şeyler nelerdir?","Teyemmüm, su bulunmadığında ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında abdestsizlik veya cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek amacıyla temiz toprak ya da toprak cinsinden bir şeye sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin),” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine (abdeste veya gusle) niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder. Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi teyemmüm etmeyi mübah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/22)." Hangi durumlarda abdest yerine teyemmüm yapılır?,"Teyemmüm, bazı durumlarda abdest ve gusül yerine geçen istisnâî bir uygulama olup, ancak belli bir mazeretin bulunması hâlinde yapılabilir. Abdest ve gusül için su bulunmaz veya bulunur da kullanma imkânı olmazsa her ikisi yerine geçmek üzere teyemmüm yapılır. Teyemmümün su bulunmadığında yapılabileceği âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmiştir (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6). Teyemmümle ilgili hadisler de su bulunamadığında teyemmümün yapılabileceği yönündeki Kur’ân hükmünü teyit etmektedir. Nitekim bir kenara çekilip duran, cemaatle namaza iştirak etmeyen birini gören Resûlullah (s.a.s.), “Ey falan! Neden cemaate iştirak etmiyorsun?” diye sorduğunda adam, “Ey Allah’ın Resulü, cünüp oldum; su da yok” deyince Peygamber (s.a.s.), “Toprağı kullan, o sana yeterlidir” buyurdular (Buhârî, Teyemmüm, 9 [348]; Müslim, Mesâcid, 312 [682]). Teyemmüm şu hâllerde yapılır: a) Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunamaması, b) Su bulunduğu hâlde, suya ulaşma imkânının olmaması, c) Su bulunduğu hâlde, havanın çok soğuk oluşu, banyo yapacak yerin bulunmayışı gibi engellerle suyu kullanma imkânının bulunmaması, d) Sağlık açısından suyun kullanılmasının sakıncalı olması, e) Yıkandığı veya abdest azalarını yıkadığı takdirde hastalanması, hastalığının artması veya iyileşme süresinin uzaması, f) Vücudun veya abdest organlarının yarısından fazlasının yara, yanık vb. sebeplerle yıkanamaması. Uzuvlarının yarısından azında yara olan bir kimse ise sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları mesh eder. Konu ile ilgili bir rivâyette ifade edildiğine göre, cünüp olan yaralı bir kişiye gusletmesi söylenmiş, o da yıkanmış ve bu sebeple ölmüştür. Haber Resûlullah’a (s.a.s.) ulaşınca, “Onu öldürmüşler! …Hâlbuki ona, teyemmüm yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 122 [336]) buyurmuştur." Su mevcut olduğu hâlde abdest alıncaya kadar namaz vaktinin çıkmasından endişe eden kişi teyemmümle namaz kılabilir mi?,"Abdest alma imkânı varken, cuma namazı ile vakit namazları gibi vaktinde kılınamadığı zaman kaza edilen namazların, vaktin çıkacağı endişesi ile teyemmüm ederek kılınması caiz değildir. Zira abdest alındığı takdirde bu namazlara yetişilemediğinde, cuma namazı yerine öğle namazı, vakit namazı yerine ise kazası kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/29). Ancak abdest alması hâlinde kılınmakta olan cenaze ve bayram namazlarını kaçırmaktan endişe eden kişi teyemmüm ederek bu namazlara iştirak edebilir. Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüşe göre, abdest alma imkânı varken, abdest veya gusül alındığı takdirde farz namazlardan birinin vakti geçecek ise bu namaz teyemmüm edilerek kılınabilir (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/153,154)." "Hapsedilmiş olan kimse, temiz su veya teyemmüm edecek temiz toprak bulamayınca namazını nasıl kılar?","Bir yerde hapsedilen ve abdest alacak su veya teyemmüm yapacak temiz toprak cinsinden bir şey bulamayan kişi, Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, çıktığında da namazlarını kaza eder. (Kâsânî, Bedâi’, 1/50; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/80) Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş de bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 2/323). Hanbelîlere göre ise bu haldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi gibi bir durum söz konusu olmaz (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184)." Özür hâli ne demektir ve özür sahibi kimse ne zaman abdest alır?,"Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında, sürekli devam eden abdest bozucu hâller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, kadınların istihaze durumları gibi abdesti bozan ve süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle bir özrü olan kimselere de özür sahibi denir (Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305). Bir kimsenin ibadet konusunda özür sahibi sayılabilmesi için özrünün, bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hâli, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305-306). Özür sahibi kimse Hanefî mezhebine göre her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özür sahibi sayılan kimsenin, burnunun kanamasıyla veya yellenmesiyle abdesti bozulur. İmam Şâfiî’ye göre özür sahibi kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Özür sahibi kimsenin sabah namazı vaktinde veya güneş doğduktan sonra aldığı abdest ne zamana kadar devam eder?,"Özür sahibinin abdesti Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namaz vaktinin çıkması ile bozulur. Buna göre sabah namazı için alınan abdest sabah namazının vaktinin çıkması (güneşin doğması) ile bozulmuş olur. Ancak sabah namazının vakti içinde özrünün geçici olarak kesildiği bir anda abdest alır ve henüz özrü tekrar ortaya çıkmadan ve abdestini bozacak başka bir şey de meydana gelmeden güneş doğarsa, bu durumda namaz vaktinin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz. Özür sahibi kişi güneş doğduktan sonra aldığı abdestle abdestini bozacak başka bir şey olmadığı sürece, Cuma namazı dâhil öğle vaktinin sonuna kadar dilediği namazları kılabilir. Çünkü vakit çıkmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Kâsânî, Bedâî’, 1/29). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Özür sahibinin elbise veya bedenine bulaşan özür kaynaklı necaset namaza engel midir?,"İslâm dininde yükümlülükler mükelleflerin güçlerine uygun olarak belirlenmiştir. “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (el-Bakara, 2/286) âyeti, bu temel ilkeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, özür sahiplerinin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için birtakım kolaylıklar getirmiştir. Bu çerçevede özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel olmaz. Ancak bunlar alınan birtakım tedbirlerle kişinin çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, necasetin temizlenmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307)." İdrar torbası kullanan hastalar özür sahibi hükmüne girer mi?,"İdrarını tutamama veya başka rahatsızlıklar sebebi ile idrar torbası kullanmak zorunda kalan kimseler özür sahibi sayılırlar (bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Kalın bağırsak ameliyatından dolayı abdestini tutamayan kimsenin durumu nedir?,"Özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel değildir. Zira özür hâli devam ettiği için bundan kaçınılması mümkün değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307). Kalın bağırsak ameliyatı olup da sürekli dışkı çıkaran ya da bir namaz vakti hiç kesilmeden dışkı çıkarıp, sonra da her namaz vakti bu özrü en az bir kez tekrarlanan kişi özür sahibi sayılır. Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Hemoroid/basur hastalığı sebebiyle meydana gelen kanamadan dolayı abdest bozulur mu?,"Hanefîler'e göre hemoroid kanaması ile abdest bozulur. Ancak çıktığı yerin dışına taşmayan kanamalar abdesti bozmaz. Kanamanın süreklilik taşıması hâlinde kişi, özür sahibi olur ve özür sahiplerine tanınan kolaylıktan istifade eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/9). Şâfiî mezhebine göre ön ve arkadan çıkan kan abdesti bozar. Ön ve arka hariç vücudun başka bir yerinden gelen kanamalar ise abdesti bozmaz (Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, 1/199). Dolayısıyla bu mezhebe göre dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmazken iç basurdan gelen kan abdesti bozar. Mâlikî mezhebine göre ise hiçbir kanama abdesti bozmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/40). Bu itibarla Mâlikîlere göre iç veya dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmaz. Bir kimsede bulunan basur hastalığının, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Kolostomi (kalın bağırsağın ameliyatla karın ön duvarına ağızlaştırılması) ameliyatı geçiren kişi abdest konusunda nasıl hareket etmelidir?,"Kolostomi hastalığında doğrudan karın duvarına yapıştırılan bir torbaya gelen dışkının kontrolsüz bir şekilde boşaltılması söz konusudur. Bu durumda olan hastalar, özür sahibi olarak kabul edilip ibadetlerinde özür sahiplerine tanınan kolaylıklardan yararlanırlar. Abdest dışındaki diğer dinî görevlerde ise özür sahibi olmayan insanlar gibi davranırlar. Hanefî mezhebine göre özür sahibi, her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özürlü sayılan kimsenin, burnu kanamakla veya yellenmekle abdesti bozulur. Şâfiîlere göre özürlü kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir. Bu noktada ilave edilmelidir ki özürlü kimsenin çamaşırına, özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi necis (pis) maddeler namaza engel değildir. Necasetin az veya çok olması hükmü değiştirmez. Özür devam ettiğinden dolayı bundan kaçınılması mümkün değildir. Ancak bu necis maddeler çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, yıkanması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307)." Özür sahibi bir kimse cemaate namaz kıldırabilir mi?,"Abdest bakımından özür sahibi olan kişi, kendisi gibi özür sahibi olanlara imam olarak namaz kıldırabilir. Fakat bu kişi özür sahibi olmayanlara imam olamaz. Çünkü imamın durumu cemaatin durumundan aşağı olmamalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/163 vd.). Şâfiîlere göre ise özür sahibi olan kimse, özür sahibi olmayanlara imamlık yapabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/483)." Mest üzerine mesh nasıl yapılır ve bunun şartları nelerdir?,"Mest, ayakları bilekleriyle beraber örten belli nitelikteki ayak giysilerine verilen isimdir. Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır: a) Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması, b) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürünecek kadar dayanıklı olması, c) Mestlerin, ayağa giyildikten sonra bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, d) Mestlerin her birinde, en küçük ayak parmağının üç katı kadar genişlikte delik bulunmaması, e) Suyu emerek hemen ayağa geçirmemesi gerekir. Mesh, bir nevi hükmî temizlik olup; abdestte bir uzvun, ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle; teyemmümde ise toprağa sürülmüş elle yüz ve kollar üzerine yapılır. Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetiyle sabittir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivâyet vardır (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]). Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra abdestinin bozulmasından itibaren, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest üzerine mesh süresi olarak tayin etmiştir (Müslim, Tahâret, 85 [276]). Mestleri mesh ederek abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından her iki mestini veya birisini çıkaran bir kişinin, abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Bu kişi abdesti yokken mestlerini çıkarmışsa, tekrar abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Meshin süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kâsânî, Bedâi’, 1/9)." Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekir mi?,"Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekmez. Fakat bu kişi, yeni bir abdest aldığında mestleri üzerine mesh yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24)." Çıplak ayak üzerine mesh edilebilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de abdestle ilgili olarak “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- topuklarla beraber ayaklarınızı yıkayın.” (el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı, bu âyet-i kerîmede emredilenlerin; yüzün, dirseklerle birlikte kolların ve topuklarla birlikte ayakların yıkanmasının farz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/21-22). Hz. Peygamber ve ashabının abdest alırken ayaklarını yıkadıklarına dair tevatür derecesine yakın bir şekilde nakledilen hadisler (Buhârî, Vudû’, 7, 24, 28, 38-39, 41-42 [140, 159, 164, 185-186, 191-192]; Müslim, Tahâret, 3-4, 18 [226, 235]; bkz. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, 59) ayakları yıkamanın farz olduğuna delildir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), abdest alırken ayaklarını mesh eder gibi yıkayıp da topuklarına su ulaşmayan kişileri gördüğünde, “Topukları ateşte yanacakların vay haline!” (Buhârî, Vudû’, 27, 29 [163, 165]; Müslim, Tahâret, 25-30 [240-242]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.), abdest alıp da ayağı üzerinde kuru yer kalan birisi yanına geldiğinde ona, “Dön de abdestini tam al” (Müslim, Tahâret, 31 [243]) buyurmaları, abdestte ayakların yıkanmasının farz olduğuna delildir. Yukarıda verilen deliller, abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmenin caiz olmadığını göstermektedir." Mest üzerine giyilen çoraplara mesh edilebilir mi?,"Mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup üzerine mesh edildiğinde, altına ıslaklığı geçirirse, bunlar üzerine mesh edilmesi caizdir. Islaklık alta geçmediği takdirde mesh gerçekleşmiş olmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32)." Çizme veya bot üzerine mesh caiz midir?,"Ayakları aşık kemikleri ile birlikte mest gibi örten bot, çizme, potin vb. giyecekler de mest hükmündedir. Bu itibarla bir kimse, abdestli olarak giymiş olduğu çizme veya botların üzerine mesh edebilir ve bunları çıkarmadan namaz kılabilir. Ancak botun veya çizmenin üzerinde ya da altında namaza engel bir pislik varsa bunu temizlemesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24)." Varis çorabı üzerine mesh yapılabilir mi?,"Varis tedavisi için ayağa giyilen özel çoraplar, kırık-çıkık üzerindeki sargı hükmündedir. Kırık-çıkık üzerindeki sargıya mesh edilebilir (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657]; Ayrıca bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/278). Bu itibarla, abdest alırken varis çoraplarının üzerine mesh edilmesinde bir sakınca yoktur. Fakat ayağın yıkanması gereken yerlerinin bir kısmını örtmeyen bir varis çorabı giyilmişse açık kalan kısımların yıkanması gerekir." Çorap üzerine mesh etmek caiz midir?,"İslâm âlimleri, abdest alırken ayağa giyilen deri ve benzeri sert ve dayanıklı maddelerden yapılan mestler üzerine mesh etmenin, Resûlullah’ın (s.a.s.) sünnetiyle sabit olduğu (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]) konusunda görüş birliği içerisindedirler. Ancak çoraplar üzerine mesh etme konusunda görüş farklılıkları vardır. Bu ihtilaf, öncelikle Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.), çorap ve ayakkabı üzerine mesh ettiğine dair gelen rivâyetlerin sıhhatindeki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerine mesh ettiği çorapların keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/25-27). Hanefî mezhebince tercih edilen görüşe göre, şu şartları taşıyan çoraplar üzerine mesh etmek caizdir: a) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km (en az bir fersah) veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı olması, b) Ayağa giyildiğinde bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, c) Ayakları aşık kemikleriyle beraber örtmesi, d) Suyu emerek hemen ayağa su geçirmemesi, e) İçini göstermeyecek kadar kalın olması gerekir. f) Mestlerin her birinde -ayak parmaklarının küçüğü ile- üç parmak kadar delik, yırtık ve sökük olmaması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 132, 133)." Abdestli iken mestlerin çıkarılıp giyilmesi abdesti bozar mı?,"Abdestte ayaklarını yıkadıktan sonra mestlerini giyen kimsenin, bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine mesh etmek suretiyle abdestini tamamladığı durumlarda ise daha sonra mestlerini çıkaracak olursa meshi bozulur. Bu durumda sadece ayaklarını yıkayıp mestlerini giymesiyle abdesti devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/31; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/90, 95)." "Bedeninde veya bir uzvunda sargı, alçı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?","Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir. Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber’e (s.a.s.) sordum, o da sargıların üzerine mesh etmemi emretti.” (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657] 4). Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması hâlinde sargı çözülmeden üzerine mesh edilebilir. Sargının üzerine bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Bunun da zarar vermesi hâlinde mesh de terk edilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14). Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi hâlinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak yaranın iyileşmesi hâlinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur. Sargı veya alçı eğer abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunu kaplamış ise abdest almak yerine teyemmüm edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102, 260, 280 vd.). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkiye girmişseniz), su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (el-Mâide, 5/6) âyeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir." Özür sahibi bir kimse için mest üzerine meshin müddeti ne kadardır?,"Özür sahipleri için mest üzerine meshin müddeti tıpkı sağlam kişilerde olduğu gibi mukim için 24 saat, yolcu için 72 saattir (Kâsânî, Bedâi’, 1/9; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/270, 271)." Kurumuş necasetin elbiseye değmesi ile elbise kirlenmiş olur mu?,"Namazın sahih olması için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerekir. Dolayısıyla elbiseye veya bedene yapışık olan kurumuş necasetin bulunması namaza mani olduğundan temizlenmesi gerekir. Ancak necasetin, elbisede iz bırakmayıp sadece değmiş olması namaza mani olmaz." Ötanazi caiz midir?,"Tıbbî verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın, hayatına bir başkası eliyle son verdirmesi demek olan ötanazi, talepte bulunan kişi açısından intihar, bunu uygulayan açısından cinâyettir. İslâm dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!... Kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (en-Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (el-En‘âm, 6/151) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), acı ve sıkıntılardan dolayı ölümün temenni edilmemesini istemiştir (Buhârî, Merdâ, 19 [5671]; Müslim, Zikir, 10 [2680]). Temennisi bile yasak olan bir işi gerçekleştirmek elbette büyük bir cürüm olur. Bu deliller de gösteriyor ki Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz değildir (Tahtâvî, Hâşiye, 602-603). Çünkü bu, hem Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir. Çekilen dertler ve acılar, müminin günahları için kefarettir. Üstelik bugün, yaşamından ümit kesilen hasta için hızla gelişen tıpta yeni bir tedavi imkânının ortaya çıkması, ihtimal dışı değildir." Çoğul gebeliklerde ceninlerden bir ya da birkaçının hayatının sonlandırılması caiz midir?,"Hayatın korunması, İslâm’ın korunmasını emrettiği beş temel değerden biridir. Yaşama hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu aşamadan itibaren, annenin hayatının korunması dışında bir gerekçeyle gebeliğe son vermek caiz değildir. Ancak çoğul gebeliklerde ceninlerden yaşama perspektifi bulunmayana müdahale edilmediği takdirde diğerlerinin de kesin olarak öleceği durumlarda hasta olan cenine müdahale ile sağlıklı olanların hayatı korunabilir. Ceninlerden hepsinin sağlıklı olup birini diğerine tercih imkânı olmayan durumlarda ise bir canın yaşatılması için bir başka canın öldürülmesi dinen kabul edilemez." Yaşam desteğinin sonlandırılmasının dinî hükmü nedir?,"Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkansız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir (Din İşleri Yüksek Kurulu, 14.12.2006 tarihli mütalaası; Kararatu ve Tavsiyatu Mecmei’l-Fıkhi’l-İslami, BAE, 2011, Karar no: 17 (5/3), s. 114-115)." "Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişilerin, tıbbî müdahale ile tedavi edilmelerinin dinî hükmü nedir?","Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişiler (hünsa/interseks), yetersiz genital gelişim veya atipik/belirsiz genital görünüm nedeniyle erkek mi kadın mı olduğu tespitinde problem bulunan kimselerdir. Günümüzde bu tür kişilerin cinsiyeti tıbben belirlenebilmekte ve tıbbî müdahaleler ile düzeltilebilmektedir. Bu tür biyolojik problem ve genetik hastalıkların, cinsiyet düzeltme operasyonu veya hormonal yöntemlerle tedavi edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Burada esas olan, tıbbî müdahalenin aslî/baskın olan genetik ve biyolojik cinsiyet lehine yapılmasıdır. Dolayısıyla tıbbî müdahalenin aslî/baskın olmayan cinsiyet lehine yapılması caiz değildir. Tıbbî müdahale ile aslî/baskın genetik ve biyolojik cinsiyeti lehine tedavi edilen kimselerin dini yükümlülüklerini ve sosyal-beşeri ilişkilerini, bu cinsiyetlerine uygun olarak yerine getirmeleri gerekir. Diğer yandan cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde çevresel vb. etkenlerle oluşan cinsel kimlik bozulmaları nedeniyle kişilerin cinsiyetlerini değiştirmeye yönelik tıbbî müdahalede bulunulması caiz değildir." Cinsiyet değiştirmek caiz midir?,"İslâm’a göre insan, bedeni ve ruhu olan mükerrem bir varlıktır. Allah (c.c.), insanı maddî ve manevî kabiliyetleriyle inkişaf edebilecek şekilde yaratmıştır. İslam, bildirdiği hükümlerle insanın varlık amacına uygun toplumsal bir düzen içerisinde yaşamasını ve ahirette ebedi mutluluğu kazanmasını amaçlar. Bu nedenle insan, dünyada kendisine yakışan iyi ve faydalı işler yaparak ebedi hayatına hazırlanmalıdır. Esasen insanın varoluş gayesini gerçekleştirmesi, Allah’ın kendisinde yarattığı özellikleri dikkate alarak maddi-manevi ilerleme kaydetmesine bağlıdır. İnsanın başıboş bırakılmayıp birtakım mesuliyetler yüklendiğinin bilincinde olması gerekir. Bu sorumluluk bilinci insanı diğer canlılardan ayıran ve mükerrem bir varlık olmasını sağlayan temel vasfıdır. İnsanın varoluş amacına uygun olarak İslam; dinin, canın, neslin, aklın ve malın korunmasına yönelik hükümler koymuş ve bunlara zarar verecek hususları bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Kişinin doğuştan getirdiği cinsiyetinin muhafazası ve karşı cinse benzememe konusundaki kurallar, bu amaçları gerçekleştirmeye matuftur. Bu itibarla aslî genetik ve biyolojik cinsiyete müdahale edilmemesi esastır. Kişinin biyolojik ve genetik yapısında cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde birtakım çevresel vb. etkenlerle kendisini karşı cinse ait hissedip ona benzeme veya karşı cinsten olma isteği, cinsel kimlik bozukluğu (transseksüellik vb.) olarak tanımlanmaktadır. Bu tür kişilerin cinsiyet değiştirmesi ve buna yönelik bir cerrahi müdahale yaptırması caiz değildir. Bu şekilde bedene yapılan müdahale, hem doktor hem de yaptıran kişi açısından büyük günahtır. Zira bu tür kişiler genetik/biyolojik olarak tek bir cinsiyete sahiptirler. Bu tür düşünceleri sebebiyle ameliyat olan kişilerin biyolojik ve genetik cinsiyetlerinin değişmediği tıbben bilinen bir durumdur. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetinde bir kusuru olmadığı halde kendini karşı cinstenmiş gibi hisseden kişiler, bu duygunun fıtrata uygun olmadığını bilmeli, bedenlerine cerrahî müdahalede bulunmak yerine biyolojik cinsiyetlerini kabullenme yolunda tedavi yöntemlerine ısrarla devam etmelidirler. İnsan, erkek ve dişi olmak üzere iki ayrı cinsiyette yaratılmıştır. İnsan neslinin devamı da bu nizama bağlanmıştır. (en-Nisâ, 4/1) İnsanın, yaratılıştan sahip olduğu bu cinsiyeti ve fıtratı değiştirmeye çalışmasının dinen yasaklanmış olmasının en önemli nedenlerinden biri bu nizamın muhafaza edilmesidir. Zira cinsiyet değiştirmek doğal olmadığı gibi insanın buna ihtiyacı da yoktur. Böyle bir istek çevresel veya psikolojik telkin ve algılarla oluşan sunî bir durumdur. İslam’a göre esas olan, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde doğal cinsiyetiyle yaşaması ve ebedî saadeti kazanmasıdır. Bu tür cinsiyet değiştirme faaliyetleri insana maddî-manevî zarar verdiği gibi toplumun ve insan neslinin devamını tehdit ve ifsat eder. Kur’an-ı Kerim’de, bu şekilde fıtratı değiştirme girişimlerinin şeytanın bir telkini olduğu açıkça bildirilmiştir: “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım... Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (en-Nisâ, 4/119) İslam’da karşı cinse benzemek ve bu özentinin/temayülün önünü açacak tutum ve fiillerde bulunmak yasaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara Allah lanet etsin.” buyurmuştur. (Buhârî, Libâs, 61-62 [5885-5887]; Ebû Dâvûd, Libâs, 31 [4099]) Biyolojik cinsiyetine müdahalede bulunulan kimsenin, tıbben biyolojik ve genetik cinsiyetinin değişmediği bilinen bir durum olduğundan dinî açıdan da aslî cinsiyetinin değişmediği kabul edilir. Dolayısıyla bu kişinin biyolojik ve genetik aslî cinsiyetini bastırıcı tıbbî müdahale süreçlerini de hemen sonlandırması gerekir. Böyle kişiler dinî yükümlülüklerini, sosyal ve beşerî ilişkilerini biyolojik ve genetik aslî cinsiyetleri doğrultusunda yerine getirmekle mükelleftir." Hayvanlara suni tohumlama ya da embriyo transferi yapılması ve bu işlem sebebiyle ücret alınması caiz midir?,"Hayvan cinslerinin ıslahı, verimliliğin artırılması, maliyetin düşürülmesi ve yeni ihtiyaçların karşılanması gibi amaçlarla ilgili mevzuata uygun olarak yapılan suni tohumlama veya embriyo transferi işleminde dinen bir sakınca yoktur. İslam alimleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanların tabii yollarla döllenmesinden ücret almayı yasaklamasını (Buhari, İcare, 21), gebeliğin oluşup oluşmamasındaki belirsizliğe bağlı olarak taraflar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklarla ilişkilendirmişlerdir. (İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 130; Zeylai, Tebyin, V, 124). Günümüzde ise suni tohumlama; özel bir emeği, bilgi birikimini ve tekniği gerektirdiğinden bilimsel bir mahiyet kazanmıştır.  Dolayısıyla suni tohumlama veya embriyo transferi işleminden ücret alınması caiz görülebilir." Tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum yerine sezaryen ile doğuma yönlendirmek caiz midir?,"Uzmanlara göre, anne ve bebek açısından sağlıklı olan normal doğum olup sezaryen sadece tıbbi zorunluluk halinde başvurulabilecek bir yöntemdir. Buna göre tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum risklerinden kaçınmak, maddi çıkar kaygısı veya meşru olmayan başka nedenlerle hastaları sezaryene yönlendirmek kul ve kamu hakkı ihlali olduğundan caiz değildir." Pasif ötanazi caiz midir?,"Pasif ötanazi, “tıbben iyileşmesi mümkün görünmeyen bir hastanın bir müddet daha yaşamasını sağlayan yaşam destekleyici tedavilerin sona erdirilerek hastanın ölüme terk edilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Pasif ötanazi hastanın rızasına bağlı olarak istemli olabileceği gibi, istemsiz de olabilir. İslam’a göre hayat, insana bahşedilen ve korunması gereken büyük bir emanettir. Bu yüzden “canın korunması”, vazgeçilmez hak ve değerlerin (zaruriyyat-ı hamse) başında gelmekte olup aynı zamanda dini bir sorumluluktur. Hastalıklara çare aranması ve tedavi cihetine gidilmesi bu sorumluluğun bir gereğidir. Bu itibarla tedavi olmadığı takdirde canını veya bir organını kaybetmesi konusunda zann-ı galip bulunan bir kimsenin tedaviyi reddetmesi ya da bu durumda olan kişiye gereken tedavinin uygulanmaması caiz değildir." Otopsi caiz midir?,"İslam’da ilke olarak ölü veya diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Kasani, Bedai‘, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahr, VI, 88). Ancak zaruret durumunda ve zaruretin miktarınca bu hüküm değişebilmektedir. (Mecelle, md. 21-22) İslam alimleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına, hastalıkların teşhis ve tedavisi amacıyla yakınlarının rızası alınmak suretiyle ölüler üzerinde araştırma yapılmasına cevaz vermişlerdir (Şafii, el-Ümm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; el-Fetava’l-Hindiyye, V, 360). Aynı şekilde ölüm sebebinin veya faillerinin ortaya çıkarılması amacıyla yetkili makamlarca otopsi yapılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak ceset üzerindeki çalışmalar esnasında ya da çalışmalar bittikten sonra insana olan saygının devamına özen gösterilmeli ve cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gibi dini görevler de yerine getirilmelidir." Kadavra bağışı caiz midir?,"Tıp biliminin gelişmesi ve tıp alanında hizmet verecek elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik insan cesedi (kadavra) üzerinde uygulamalı çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Bunların söz konusu amaca yönelik olarak kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. İslam’a göre insanın ölüsü veya ona ait bir organı da saygıya layıktır. Bu itibarla, söz konusu kadavraların eğitim amacı dışında kullanılmaları dinen caiz değildir. Ayrıca cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gerekir. Bu hususlara riayet edilmesi şartıyla kadavra bağışında bulunulmasında ve varislerin bu konudaki vasiyeti yerine getirmelerinde dinen bir sakınca yoktur." DNR gibi ileriye dönük talimatların veya tıbbi vasiyetin dinen geçerliliği var mıdır?,"İleriye dönük talimatlar, sağlıklı kişinin veya hastanın karar verme yeterliğini kaybettikten sonra kendisine nelerin yapılmasını istediği ya da istemediği ile ilgili sözlü, yazılı, hatta bazen şahitler huzurunda talebini bildirmesidir. İslam, kişiye canı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı vermez. Bedeni üzerindeki tasarruflarını ise “fayda” ve “zarar vermeme” ilkeleriyle sınırlandırır. Yani kişi bedeni üzerinde Yaratıcı’nın izin verdiği ölçüde tasarruflarda bulunulabilir. Hal böyle olunca kişinin isteği ile dahi olsa onu ölüme götürecek veya bedenine zarar verecek bir karar alması caiz değildir. Diğer yandan ileriye dönük talimatlarda kişi, gelecekte tıbbi gelişmelerin ve kendi durumunun ne olacağını bilmemektedir. İhtimaller üzerinden tecrübe edilmeyen bir husus hakkında söz söylemenin sağlıklı olmayacağı aşikardır. Ayrıca bu tür ileriye dönük talimatlar vasiyet ve vekalet açısından fıkhen uygun değildir. Sonuç olarak, sağlıklı veya hasta bir bireyin DNR gibi ileriye dönük talimatları dinen geçerli değildir." Hayvanların tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılması caiz midir?,"Ekosistemde önemli bir yeri olan hayvanlara İslam dininde özel bir değer verilmiş,  onlara şefkat ve merhametle muamele edilmesi tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde günahkar bir kadının susuzluktan ölmek üzere bulunan bir köpeğe su verdiği için Allah tarafından bağışlandığını bildirmiş (Buhari, Şürb, 9, Edeb, 27; Müslim, Selam,153), başka bir hadiste ise kedisini açlıktan ölmeye mahkum eden merhametsiz bir kimsenin, bu davranışı nedeniyle cehenneme atılmayı hak ettiğini haber vermiştir (Buhari, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezail, 65). Yüce Allah yeryüzünün diğer nimetleri gibi bir kısım hayvanları da insanın hizmet ve yararına sunmuş, “Allah bir kısmına binesiniz, bir kısmını da yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Onlarda sizin için daha birçok faydalar vardır.” (Mü’min, 40/79; ayrıca bkz. Casiye, 45/13; Lokman, 31/20) ayetiyle bu hususa dikkat çekilmiştir. Hayvanların iyi bakılıp beslenmesi (Ebu Davud, İsti’zan, 39), birbiriyle dövüştürülmemesi (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30), nişan için hedef yapılmaması (Müslim, Zebaih, 58, 59), zevk için öldürülmemesi (Nesai, Dahaya, 42) yönündeki nebevi emir ve yasaklar, hayvanların hayat hakkını ve vücut bütünlüklerinin korunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde bazı hayvanlar bilimsel test ve deneylerde kullanılmaktadır. İnsan, hayvan veya bitkilerdeki hastalıkların teşhisi, tedavisi veya önlenmesi, fizyolojik bozuklukların incelenmesi, hayvanların refahı, tarımsal amaçlarla yetiştirilen hayvanların üretim şartlarının iyileştirilmesi, türlerin korunmasını amaçlayan araştırmaların yürütülmesi, yükseköğretimde mesleki becerilerin kazandırılması veya geliştirilmesi gibi maksatlarla hayvanlar kobay olarak kullanılabilmektedir. Bunların yanı sıra temizlik malzemeleri ve kozmetikler gibi tüketim ürünlerinin toksik özelliklerini belirlemek üzere deney amaçlı hayvan kullanımı da söz konusu olmaktadır. İslam’da genel kural; şer’an geçerli bir maslahat olmadıkça, hayvanların yaşam haklarının korunması ve bedenlerine acı çektirilmemesidir (Hattab, Mevahibü’l-Celil, III, 189; İbn Nüceym, el-Bahr, VIII, 232). Buna göre; hayvanlar üzerinde yapılan bu tür çalışmalar ancak aşağıdaki şartlar ile caiz olur: a. Söz konusu deneyler için canlı hayvan yerine bilimsel açıdan geçerli başka alternatif bir yöntemin ya da deneme stratejisinin olmaması, b. Deneylerin, insanlar ve diğer canlıların maslahatı için gerekli olması, c. Deneylerden elde edilecek yararın, hayvanın maruz kalacağı zarardan daha büyük olması, d. Deneylerde hayvanlara eziyet çektirilmemesi, anestezi gibi acı duyulmasına engel olacak önlemlerin alınması, e. Deneylerin, zorunluluğun dışına taşmaması ve istatistik için yeterli olacak en az sayıda hayvanla yapılması. Ancak bilimsel açıdan herhangi bir zorunluluk olmayan, kozmetik ve benzeri amaçlı yapılan hayvan deneyleri ise dinen caiz değildir." Sigara içmenin dini hükmü nedir?,"Son yıllarda yapılan birçok araştırma sigaranın insan sağlığı üzerinde pek çok zararlı etkisinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazıları ölümcül olmak üzere çok sayıda hastalığın sebebi olması itibariyle sigaranın mübah görülmesi düşünülemez. Bazı alimler; sigaranın ""tahrimen/harama yakın mekruh” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde bir çok alim ve fetva meclisi, kişinin kendisini tehlikeye atmama ve öldürmeme, başkalarına zarar vermeme, zararı giderme, sağlığı koruma yönündeki temel ilkeleri esas alarak sigaranın haram olduğu görüşündedir. Dolayısıyla bir müslümanın, pek çok zararı bünyesinde barındıran sigarayı içmesi caiz değildir." Tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olmak caiz midir?,"İster kadın, ister erkekteki bir kusur sebebiyle, tabii ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde, Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.05.1992 tarihli kararına göre: a) Döllendirilecek yumurta ve spermin her ikisinin de nikâhlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi birisinin yabancıya ait olmaması; b) Döllenmiş olan yumurtanın, başka bir kadının rahminde değil de yumurtanın sahibi olan eşin rahminde gelişmesi; c) Bu işlemin, gerek anne-babanın gerek doğacak çocuğun maddî, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olmak şartıyla tüp bebek yöntemine başvurmakta bir sakınca yoktur. Başka bir kadının yumurtasının alınması veya kocası dışında yabancı bir erkeğin sperminin kullanılması ile bir kadının gebeliğinin sağlanması ise caiz değildir." Doğal gebelikte yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak caiz midir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, yetişkinlik çağından menopoz sürecine kadar bir kadının yumurtalıklarından her ay genellikle bir yumurta hücresi büyür, gelişir ve döllenmeye elverişli hale gelince fallop tüplerine salınarak rahme doğru hareket eder. Bu işleme yumurtlama (ovülasyon) adı verilir. Tabii süreç bu şekilde olmakla beraber yumurtanın olgunlaşmaması durumunda tedavi amaçlı olarak veya çoğul gebelik elde etme maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi uygulanabilmektedir. Yumurtalıklarda yumurta hücrelerinin kendiliğinden yeterli büyüklüğe ve olgunluğa erişemediği durumlarda doğal düzeyde yumurta üretmek ve olgunlaştırmak için çeşitli tedavi yollarına müracaat edilebilir. Dolayısıyla bu doğrultuda yumurta çatlatma iğnesi yapılması caizdir. Ancak yumurta hücresinin kendiliğinden oluştuğu, olgunlaştığı ve doğal yollarla gebe kalma imkânı olan kişilerde çoğul gebeliğin oluşabilmesi için daha fazla yumurta hücresi elde etmek maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak tedavi olarak değerlendirilemeyeceğinden ve fıtrata müdahale olacağından caiz değildir." Araştırma amaçlı embriyo üretmek dinen caiz midir?,"İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup ilk anından itibaren yaşam hakkının korunması gerektiğinden araştırma amaçlı embriyo üretilmesi, embriyonun deney aracı olarak kullanılması kesinlikle caiz görülemez. Bu, İslam’ın insan hayatının ve onun saygınlığının korunması ilkesine de aykırıdır." Tüp bebek yönteminde yumurta alımı veya embriyo transferi sebebiyle gusül gerekir mi?,Tüp bebek uygulamasında yumurta alımı ya da embriyo transferinden sonra hastaya ve bu işlemi uygulayanlara gusül almak gerekmez. Yumurta hücresinin dondurulması caiz midir?,"Günümüzde yumurta hücresinin dondurulup uzun yıllar saklanabilmesi tıbbi teknolojinin ilerlemesiyle artık mümkün hale gelmiştir. Öyle ki, kadının yumurtalıklarından toplanan yumurta hücreleri ileriki yıllarda çocuk sahibi olabilmesi için dondurulup saklanabilmektedir. Özellikle kanser tedavisi, erken menopoz, yumurtalık rezervi azalması ve yumurtalıkların alınmasını gerektirecek ameliyatlardan önce bu yola başvurulduğu görülmektedir. Bu itibarla, yukarıda ifade edilen tıbbi zorunluluk hallerinde, yumurta hücresinin dondurulmasında ve dondurulan bu hücrenin, ileride yumurta sahibinin döllendirilme anındaki nikahlı eşinin spermiyle aşılanmasında dinen bir sakınca yoktur. Ayrıca nesil emniyeti açısından dondurulmuş yumurtaların başkalarının eline geçmemesi için her türlü yasal ve tıbbi tedbirlerin de alınması gerekir." Tüp bebek yönteminde fazla embriyo üretilip dondurulması caiz midir?,"Kadın veya erkekteki bir hastalık sebebiyle, cinsel ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde sperm, yumurta ve rahim aynı karı kocaya (evliliği fiilen devam eden çifte) ait olmak şartıyla tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak tüp bebek uygulamasında tıbben gerekli olan asgari miktarda yumurtanın döllenmesiyle yetinilmelidir. Bu nedenle gereğinden fazla embriyo oluşturmaktan ve bunları dondurmaktan kaçınılmalıdır." Embriyonik kök hücrenin bilimsel araştırmalarda kullanılması caiz midir?,"İslam dini, insan ve toplum yararına olan her türlü çalışmayı teşvik eder. Ancak bu çalışmaların dini, ahlaki ve manevi değerler açısından sorun oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini onaylamaz. Zira ahlaki ilkeler ve dini değerlerden soyutlanarak yapılan çalışmalar, insanlığa fayda yerine zarar getirir. Bu itibarla, insanlığın hayrına olan genetik araştırmalar, dinimizce tasvip edilmekle birlikte, bu araştırmaların insan neslini ve tabiatın dengesini bozacak şekilde yapılması kabul edilemez. İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup, ilk anından itibaren embriyonun yaşam hakkının korunması gerektiğinden onun deney aracı olarak kullanılması caiz görülemez. Ancak vücudun kemik iliği, yağ dokusu vb. bölgelerinden elde edilen kök hücrelerin ise tedavi amacıyla kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur." Doğum kontrolünün dinî hükmü nedir?,"Sağlığa zararlı olmamak şartıyla deri altına hormon düzenleyici yerleştirmek (implant), kondom kullanmak, azil (geri çekilmek) gibi yöntemlerle hamileliğin önlenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Bununla birlikte annenin hayatı söz konusu olmadıkça hamilelik gerçekleştikten sonra, hangi aşamada olursa olsun, kürtaj ve benzeri yöntemlerle çocuğun alınması caiz değildir. Çünkü hamileliğin başlaması ile doğacak çocuğun hayat hakkı gerçekleşmiş olur. Maddî ya da sosyal endişelerle ceninin hayatiyetini bir şekilde sona erdirmek hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ, “Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.” (el-En‘âm, 6/151) buyurmuştur." "Gebeliği engellemek için vazektomi, kordon bağlatma vb. yöntemlerin uygulanması caiz midir?","Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebelik arasındaki sürenin ayarlanması gibi konularda, karı-kocanın ortak isteğine göre, meşru çarelere başvurulması caizdir. Devamlı kısırlığa yol açan vazektomi, kordon bağlatma gibi yöntemlere başvurulması yani kadın veya erkeğin geri dönüşü olmayacak şekilde kısırlaştırılması ise fıtrata müdahale olarak değerlendirildiğinden sağlık açısından kesin bir zorunluluk olmadığı müddetçe caiz değildir." Kürtaj yaptırmak caiz midir?,"İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biridir. Zira en şerefli varlık olan insanoğlu saygındır ve dokunulmazdır. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup, artık bu safhadan itibaren anne baba da dâhil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Buna göre, annenin hayatının korunması gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın gebeliğe son vermek caiz değildir." Spiral kullanmak caiz midir?,"Gebeliği önleme yöntemlerinden biri de spiral adı verilen rahim içi araçlarıdır (RİA). Bu işlevinin yanı sıra uzmanların verdiği bilgiye göre spiral, rahim içi zarının incelmesini sağlayarak döllenmiş yumurtanın rahime tutunmasına da engel olabilmektedir. Öte yandan bu uygulama sırasında bir kadının mahrem yerlerine göz ve el teması söz konusu olmaktadır. Bu sebeple tıbbi bir gereklilik olmadıkça spiral uygulamasından uzak durulması uygun olur." Anne karnındayken ölüp kendiliğinden düşen veya tıbbi müdahalelerle alınan cenine ne yapılması gerekir?,Organları belirmemiş seviyedeki cenin yıkanmadan; organlarının oluşumu tamamlanmış ya da bazı organları belirmiş seviyedeki cenin ise yıkanarak bir beze sarılarak defnedilir. Anomalili gebelikleri sonlandırmanın hükmü nedir?,"İnsan hayatının korunması dinin vazgeçilmez değerlerindendir. Yaşama hakkı, sperm ve yumurta hücrelerinin birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Yüce Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne ve baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakkı ihlal etmesine izin verilmemiştir. Kur’an ve sünnette yer alan genel kaideler ve hükümler, dinen meşru bir gerekçe olmadıkça anne karnındaki ceninin hayatının sonlandırılmasına müsaade etmez. Bu itibarla, annenin hayati tehlikesi gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın anomalili de olsa gebeliği sonlandırmak dinen caiz değildir." Ruh üflenmeden önce kürtaj uygulaması caiz midir?,"Kur’an-ı Kerim’de insana ruh üflenmesinden bahsedilmekle birlikte (Hicr, 15/29; Enbiya, 21/91; Secde, 32/9) bu hadisenin yaratılışın hangi aşamasında gerçekleştiğine ilişkin açık bir bilgi verilmemektedir. İlgili ayetler genellikle Yüce Allah’ın yoktan var etme kudretine dikkat çekmektedir. Ayrıca “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) buyrulmak suretiyle ruhun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceği de ifade edilmiştir. Hadislerde de ruh üflenmesiyle ilgili bilgiler bulunmaktadır (Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1). Ancak söz konusu rivayetlerin tamamı bir arada değerlendirildiğinde cenine ruhun ne zaman üflendiğini kesin olarak söylemek güçtür. Ayrıca hadis literatüründe genellikle kader bağlamında ele alınan söz konusu rivayetlerden, ruh üflenmemiş ceninin hayatının bir değeri olmadığı ve sonlandırılabileceği sonucu çıkmaz. Kur’an ve Sünnet’te yer alan genel kaideler ve hükümler meşru sayılan bir gerekçe olmadan gebeliğe son verilmesine müsaade etmemektedir. Cenin insan olma potansiyeline sahip olduğundan ve ruh üflenme zamanı da kesin olarak bilinemediğinden ceninin dokunulmazlığı esas alınmalıdır. Nitekim dinin korunmasını emrettiği beş temel değerden birisi olan hayat hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu andan itibaren, annenin hayatının korunması dışında herhangi bir sebeple gebeliğe son vermek caiz değildir." Organ nakli ve bağışı caiz midir?,"Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müctehid ve fakihler de kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır. Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla, normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Buhârî, Libâs, 83-87 [5935-5947]; Müslim, Libâs, 115-116 [2122]; Kâsânî, Bedâʾi, 5/125; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ‘, 1/57; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/105-106, 113; 6/87-88). Ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir (Mecelle, md. 22). Nitekim İslâm âlimleri, karnında canlı hâlde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine başka kemiklerin naklini caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/130; Mâverdî, el-Hâvî, 2/255; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/138; 5/302; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/360). Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli, tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O hâlde, bazı şartlara uyulmak kaydıyla, hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir. “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 5/32) âyeti de buna ışık tutmaktadır. Bu bağlamda, aşağıdaki hususlara dikkat edilmek kaydıyla organ nakli caiz olur. Nitekim İslâm İşbirliği Teşkilatına bağlı, uluslararası bir fetva kuruluşu olan Mecmau‘l-Fıkhi’l-İslâmî de bu istikamette karar almıştır. Buna göre: a) Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi, b) Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması, c) Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa, bu organın, alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması, d) Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından, organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla yakınlarının rızasının sağlanması, e) Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, f) Tedavisi yapılacak hastanın bu nakle razı olması, g) Devlet kontrolü altında yapılması gerekir." Domuz kalp kapağının insan kalbine takılması caiz midir?,"Hayati öneme sahip bir tedavinin helal olan nesnelerle yapılabilme imkânı bulunmadığı hâllerde (zaruret gereği), tedavide haram olan nesnelerden de yararlanılabilir. Bu itibarla, kalp kapakçığının değişmesi zorunlu olan bir hastanın tedavisinde, helal yollarla bir alternatif bulunmaması ya da bulunan diğer çözümlerin verimli ve sağlıklı olmaması hâlinde domuzdan elde edilen kalp kapakçığının kullanılması da caiz olur." Ağız veya burun ameliyatı olan bir kimse nasıl abdest alır?,"Abdestte mazmaza ve istinşâkın (ağza ve burna su vermenin) hükmü âlimler arasında tartışmalıdır. Bunun sebebi, ağız ve burnun, yıkanması farz olan yüzden olup olmadığı konusundaki ihtilaftır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin içerisinde bulunduğu cumhura göre, ağza ve burna su vermek abdestin sünnetlerindendir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Nevevî, el-Mecmû‘, 1/465; Hattâb, Mevâhib, 1/245). Hanbelîlerde ise hem abdest hem de gusülde ağza ve burna su vermek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/88). Bu konuda cumhurun delilleri daha kuvvetli ve isabetlidir. Buna göre abdestte ağzın ve burnun yıkanması sünnet olduğundan, abdest esnasında bir hastalıktan veya ameliyattan dolayı veya sebepsiz olarak ağza ve burna su vermeyi terk eden kimsenin bu davranışı abdestin geçerliliğine engel olmaz." Kullanılması veya yenilmesi haram bir maddenin ya da bunlardan imal edilen ilaçların tedavide kullanılması caiz midir?,"Bir hastalığın tedavisi için helal olan başka maddelerden elde edilmiş bir ilaç henüz üretilmemiş ya da üretilen bu ilaca ulaşma imkânı yok ise haram olan bir maddenin veya bundan üretilen bir ilacın, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman bir doktor tarafından tavsiye edilmesi hâlinde, kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. Çünkü “Zaruretler yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Zaruret ortadan kalkar ve başka helal maddelerden yapılan ilaçlar bulunursa, o zaman helal olanları kullanmak gerekir. Çünkü “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.” (Mecelle, md. 22)." Tedavi olan bir hastanın avret mahallini açmasında bir sakınca var mıdır?,"Tedavi ihtiyacı gibi zaruri durumlarda, -gerektiğinde- hastanın bedeninin mahrem yerlerine, tedavi işlemini yapan kimselerin bakması ve dokunması caizdir. Mahrem yerlerini açmak durumunda olan hastaların, imkânlar ölçüsünde öncelikle hemcinsi olan sağlık personelini tercih etmeleri gerekir. Buna imkân bulunmaması hâlinde ise bu konuda cinsiyet farkı dikkate alınmaz (Kâsânî, Bedâ’î, 5/124; Zeylaî, Tebyîn, 6/17). Çünkü “Zaruretler, yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Bununla birlikte, tedavi eden doktorun da harama bakma izninin zarurete mebni olduğunu unutmaması gerekir. Bunun için de teşhis ve tedavi amacıyla bakılması gereken sınır aşılmamalıdır. Zira “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” (Mecelle, md. 22)." Henüz sütten kesilmemiş bebeği olan bir kadın yeniden hamile olursa bebeği emzirmeye devam edebilir mi?,"Bebek emziren bir kadının hamile kalması durumunda emzirmeye devam edip etmemesine dair dinî bir emir veya yasak bulunmamaktadır. Dolayısıyla konunun hükmünde, annenin sağlığı ve bebeğin anne sütüne olan ihtiyacı belirleyicidir. Buna göre tıbben bir sakınca olmadıkça hamile bir kadının çocuğunu emzirmeye devam etmesinde dinen bir mahzur yoktur." Erkek doktora jinekolojik muayene olmak caiz midir?,"Asıl olan, kadın hastaları kadın doktorların, erkek hastaları da erkek doktorların muayene etmesidir. Ancak bu ilkenin gözetilmesinin mümkün olmaması ve aynı cinsiyetten alanında uzman doktor bulunmaması durumunda karşı cinsiyetten bir doktora muayene olunabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/124; Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 6/17)." Toplum sağlığını tehdit eden salgın hastalıklara karşı aşı yaptırmamak kul ve kamu hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir mi?,"Dinimiz, insan hayatının korunmasını esas almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir (Buhârî Tıb, 1; Müslim, Selâm 26/69; İbn Mâce, Tıp, 1). Sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalanınca tedavi olunması da bu kapsamdadır. Dolayısıyla hastalık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması dinimizin bir emridir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bu bağlamda “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın.” buyurarak (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-96) karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın taşımayanla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhârî, Tıb, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin biatını ona dokunmadan alarak bu konudaki hassasiyetini fiilen de göstermiştir (Müslim, Selâm, 126). Bu itibarla bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur." Erkek çocukları sünnet ettirmenin hükmü nedir?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120 vd.; Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; Hattâb, Mevâhibü’l-Celil, 4/394)." Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslâm’ın şiarı olmakla birlikte, İslâm’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; Karâfî, ez-Zahîre, 13/280; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/751)." Yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca var mıdır?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). Veli, çocuğunu doğumdan itibaren buluğ çağına erişene kadar herhangi bir zaman diliminde sünnet ettirmelidir. Dolayısıyla çocuğa özel tıbbi bir engel bulunmadığı sürece yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca bulunmamaktadır (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120; Aynî, Binâye, 9/157-158; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/152)." Katılım bankalarından alınan kar payının dini hükmü nedir?,"İslam’ın getirmiş olduğu genel finans, iktisat ve ticaret esaslarına aykırı olmamak kaydıyla kâr-zarar ortaklığı adı altında yürütülen kurumsal ya da bireysel ticari işlemlerde ve bu işlemler sonucunda elde edilen kârın katılımcılar arasında paylaşılmasında dinen bir sakınca yoktur. Belirlenen esaslara uygun çalışmaları durumunda katılım bankalarının kâr hesaplarına para yatırmak ve iştirakçilerine vermiş oldukları kâr payını almak caizdir. Kâr payı oranlarının, banka faizlerine yakın veya eşit olması söz konusu işlemi faize dönüştürmez. Ancak İslam’ın genel muamelat esaslarına uymayan faiz gibi işlemler ise hangi ad altında ve kim tarafından yapılırsa yapılsın caiz değildir. Buna göre katılım bankalarının kâr dağıtmak üzere topladıkları paraları fıkhen meşru alanlarda nemalandırmaları gerekir. Misal olarak katılım bankaları ticareti ve ortaklığı esas alan aşağıdaki şu işlemleri yapıyorlarsa bu bankaların dağıttıkları kâr helal olur: 1. Müşareke: Katılım bankaları ile iştirakçilerinin ortaklaşa sermaye koymasını, birlikte iş yapmasını ve meydana gelecek kâr veya zararı paylaşmasını esas alan ortaklık yapmalarıdır. Örneğin tarafların ortak sermaye ile fabrika kurup işletmeleri, inşaat yapmaları gibi. 2. Mudârebe: Katılım bankaları ile sermaye sahiplerinin emek sermaye ortaklığı yapmaları halinde fiilen ortaklığa dayalı ticaret yapmış olurlar. Mudârabe; bir tarafın sermaye vermek, diğer tarafın da bu sermayeyi işletmek ve kârı aralarında anlaştıkları belli bir oranda paylaşmak üzere, zarar ise işletmecinin kasıt, kusur ve sözleşme şartlarına aykırı davranışı yoksa sermayeden karşılanmak üzere kurdukları işletme türüdür. 3. Murabaha: Bir malın maliyetinin müşteriye bildirilmesini takiben maliyetin üzerine kâr eklenerek satılmasıdır. Buna göre bir malı peşin olarak satın alma imkânı bulamayan bir kimsenin, herhangi bir katılım bankasına giderek, söz konusu malı satın alıp kendisine taksitle satmasını talep etmesinde; katılım bankasının da müşterinin istediği malı peşin satın alarak üzerine kâr payı da ekleyip vadeli olarak müşteriye satmasında dinen bir sakınca yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; malın satışının ilk önce katılım bankasına gerçekleştirilmesi, sonra da katılım bankasının bu malı müşteriye satmasıdır. Bu alışverişte bahse konu malı satan firmanın muhatabı katılım bankası, katılım bankasının muhatabı da müşteri olmalıdır. Yani alınan malın faturası katılım bankasına kesilmeli, daha sonra yapılacak bir akitle de müşteriye satılmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde en azından; malı ilk önce katılım bankası adına satın alması için “katılım bankasının müşteriye yazılı bir vekâletname vermesi” ve katılım bankası ile müşteri arasında bundan sonra yapılacak sözleşmeye, “söz konusu malın, katılım bankası tarafından müşteriye satıldığına dair” bir cümle eklenmesi gerekir. 4. Leasing: Makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri malların, bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında kiralayana satışını esas alan orta vadeli bir finansman olup fıkhen meşru kabul edilmiştir. Sonuç olarak, katılım bankaları kâr-zarar ortaklığı hesaplarında topladıkları paraları yukarıda maddeler halinde yer verilen işlemler ve benzeri yöntemlerle işletiyorlarsa, o takdirde onların dağıttıkları kârları almak caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Öte yandan katılım bankalarının icra ettiği işlemleri araştırmak ise bu bankalarla iş yapan kişinin kendi sorumluluğundadır." Ticarette kâr haddi var mıdır?,"İslâm’da, prensip olarak, alışverişler için kesin bir kâr haddi konulmamış olup kâr oranları piyasa şartlarına bırakılmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.), fiyatların artması dolayısıyla kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde bunu yapmamış ve fiyatların doğal piyasa şartları içerisinde arz ve talebe göre oluştuğuna dikkat çekmiştir (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 51; Tirmizî, Büyû‘, 73). Fakihler de bundan hareketle kâr haddinin eşyadan eşyaya farklılık gösterebileceğini, bu sebeple de kesin bir takdir yapılamayacağını söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/129). Bununla birlikte onlar, piyasada suistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı bir şekilde sunî fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale (narh) yetkisini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/378). Aşırı fiyatın tespitinde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınır." İslam’ın haram kıldığı şeylerin gayrimüslimlere satışı caiz midir?,"Dinimizce yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram kılınan içki, domuz eti, akıtılmış kan, leş ve putların (el-Mâide, 5/3, 90; el-En‘âm, 6/145) satışı da yasaktır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/326 [14535]). Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel bir ilke olarak şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bir topluma bir şeyin yenilmesini haram kılmışsa, ondan elde edilecek kazancı da haram kılmıştır.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘ (İcâre), 66 [3488]). Buradan hareketle fukaha; Müslüman bir kimsenin haram kılınan şeyleri Müslüman veya gayrimüslim bir kişiye satmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Zira alışveriş iki taraflı hukuki bir işlemdir. Buna göre taraflardan birisi için caiz olmayan hususun karşı taraf açısından caiz olmasıyla hüküm değişmez. Müslüman açısından ise bir alışverişin caiz olması, alışverişe konu olan şeyden yararlanmanın helal olmasına bağlıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 6/349). Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına, ellerinde bulunan haram olan şeylerden faydalanmak için bunları gayrimüslimlere satma gibi bir yol göstermemiş, onların itlaf edilmesini talep etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Yüce Allah ve O’nun Resulü; şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı.” Kendisine, “Ya Rasulullah, ölmüş hayvanların iç yağları(nın satılması) konusunda ne dersiniz? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, (kandillerde yakılmasıyla) insanlar aydınlanıyor”, dediler. Resûlullah (s.a.s.), “Hayır, haramdır” buyurdular (Buhârî, Büyûʽ, 112 [2236]; Müslim, Müsâkât, 71 [1581]). Başka bir rivâyette de şöyle bir olay geçmiştir: “Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir tulum şarap hediye etmiş, Hz. Peygamber, “Allah’ın bunu haram kıldığını biliyor musun?” diye sorunca adam “hayır” cevabını vermiştir. Adam da yanındaki birine bir şeyler fısıldamış, Hz. Peygamber, “Ona ne fısıldadın?” diye sorunca adam, “Şarabı satmasını emrettim” demiştir. Bunu duyan Allah Resûlü (s.a.s.) “Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine adam, şarap tamamen akıp bitinceye kadar tulumun ağzını açmıştır.” (Müslim, Müsâkât, 68 [1579]). Sonuç olarak dinimizce haramlığı kesin hükümlerle sabit olan şeylerin gayrimüslimlere de olsa satışı caiz değildir. Böyle bir şey caiz olsaydı Allah Resûlü (s.a.s.) Müslümanlara haram olan şeylerin kendilerince iktisadî değeri olan gayrimüslimlere satılmasına ve böylece değerlendirilmesine izin verirdi." Yapılan akitlerin kayda geçirilmesi zorunlu mudur?,"Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir. Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riâyet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslâm, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili olarak; “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (el-Bakara, 2/282) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki âyette ise “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (el-Bakara, 2/283) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Bakara sûresinin 282. âyetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir (Kurtubî, el-Câmi‘, 3/383). Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticarî işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir. Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hâle getirilmesi, dinî bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur." Bir malın taksitli olarak birden fazla fiyatla satışa sunulması caiz midir?,"Bir malın taksit sayısına göre, farklı fiyatlarla satışa sunulması caizdir. Mesela bir mal, peşin fiyatı bin liradan, altı ay vadeli fiyatı bin beş yüz liradan, bir yıl vadeli fiyatı da iki bin liradan olmak üzere değişik fiyat seçenekleriyle satışa sunulsa müşteri de bu seçeneklerden birini tercih edip kabul etse yapılan bu alışveriş caiz olur. Zira bu uygulamada satıcı, pazarlık sırasında peşin ya da farklı vadelere göre değişik ödeme seçenekleri ile malın fiyatını belirlemekte, alıcı da bunlardan birisini tercih edip kabul etmektedir. Böylece akit esnasında malın fiyatı taraflarca kesin olarak belirlenmiş olmaktadır. Ancak alıcı seçeneklerden birisini seçip kabul etmeden, “tamam aldım” der ve bu şekilde birbirlerinden ayrılırlarsa akitte fiyat belirlenmediği için bu satış fasit olur (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/526)." Yapılan bir alım satım akdi hiçbir sebep olmaksızın tarafların karşılıklı rızası ile feshedilebilir mi?,"Dinimize göre Müslümanın verdiği sözü tutması, ahdine ve akdine sadakat göstermesi en önemli görevlerinden birisidir. Yapılan alım satım işi sözleşme ile birlikte kesinlik kazanır ve aşağıdaki durumlar dışında tek taraflı olarak feshedilemez: a) Taraflar, karşılıklı rızalarıyla kurdukları akdi sebepli veya sebepsiz olarak feshedebilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 3/55). Hz. Peygamber (s.a.s.), alışverişini bozmak isteyen bir Müslümanın bu talebini kabul eden kişinin, Yüce Allah tarafından hatasının affedileceğini ve kıyamet günü sıkıntısının giderileceğini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 54 [3460]; İbn Mâce, Ticârât, 26 [2199]) ifade etmiştir. Akdi karşılıklı rızayla sona erdirmenin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için malın akit esnasındaki şekliyle duruyor olması gerekir. b) Alıcı veya satıcıdan birisinin ya da her ikisinin muhayyerlik (belirlenen süre içinde akdi devam ettirme veya feshetme) hakkı bulunursa, bu hakka sahip olan taraf süresi içerisinde akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). c) Malda, piyasada değerini düşmesini gerektirecek bir kusur bulunması hâlinde, müşteri bu kusur nedeniyle akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36 vd.). d) Bir malı görmeden satın alan kişi malı gördüğünde, görme muhayyerliği hakkını kullanarak akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). e) Malın tağrîr (aldatma) kasdıyla fahiş fiyatla satılması hâlinde müşteri akdi feshedebilir (Mecelle, md. 357). Aşırı fiyatın ölçüsü İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Kimileri, bilirkişinin tespit ettiği tahmini meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumunu gabn-i fâhiş (aşırı aldanma) sayarken (Kâsânî, Bedâʾi, 6/30; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/171) kimileri insanların çokça alıp sattıkları mallarda (urûzda) %5, hayvanda %10, taşınmaz mallarda %20’lik ve daha üstü farkı gabn-i fâhiş olarak kabul etmişlerdir. Mecelle bu görüşe göre düzenlenmiştir (Mecelle, md. 165). Günümüzde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınmalıdır." "Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı var mıdır?","Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı, daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı vardır. Bu hakka görme muhayyerliği denilir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman muhayyerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 5/439 [10425]; Darekutnî, es-Sünen, 3/382 [2803]) buyurmuştur. Ancak görme muhayyerliğinin sabit olması için akde konu olan malın, fesih işlemine elverişli durumda olması gerekir. Malın, buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ve hiç kullanılmamış otomobilde olduğu gibi mislî (standart/sabit nitelikte) olması durumunda tek bir örneğinin görülmesi yeterlidir. Hayvan veya ikinci el otomobillerde olduğu gibi kıyemî (standart olmayan, değişken) mallarda ise her bir mal ya da ürün için ayrı ayrı görme muhayyerliği vardır. Görme muhayyerliği sadece alıcı için söz konusudur. Satıcı görmediği bir malını satarsa onun için görme muhayyerliği olmaz. (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). Çünkü malı satmadan önce onu görebilirdi. Dolayısıyla bu hakkını kaybetmiş sayılır." Taraflar belli bir süre içerisinde alım satım akdini bozmayı şart koşabilirler mi?,"Taraflardan biri veya her ikisi belli süre içinde akdi bozabilme yetkisine sahip olmayı şart koşabilir. Buna “hıyâru’ş-şart” yani şart muhayyerliği denilir. Ancak bu durum alım satım akdi gibi karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım/bağlayıcı akitlerde söz konusu olabilir. Alım satımdan vazgeçmek için şart koşulabilecek süreyi, İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir hadisinde muhayyerlik süresi üç gün olarak zikredildiği için (Buhârî, Büyûʽ, 64 [2148]; Müslim, Büyûʽ, 24-25 [1524]) en çok üç gün olarak kabul etmektedir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise tarafların bu süreyi serbestçe belirleyebileceklerini, bu sürenin belirli olmak kaydıyla sınırlı olmadığını ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). Mecelle’de insanlar arasındaki muameleler için ikinci görüş daha uygun bulunarak şöylece düzenlenmiştir: “Satıcı veya müşteri yahut her ikisi birden belirli süre içerisinde satışı feshetmek yahut yürürlük kazandırmak konusunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir.” (Mecelle, md. 300)." "Satıcı malın niteliklerini gizler veya yanlış beyanda bulunursa, alışveriş akdi gerçekleştikten sonra bunun farkına varan müşteri ne yapabilir?","Alım-satım akdinde akde konu olan malın bütün niteliklerinin ve satış bedelinin alıcı ve satıcı tarafından bilinmesi ve açıklanması gerekir. Satıcının yanlış beyanı üzerine kurulan alım-satım akdinde, malda satın alış amacını ihlal eden ya da fiyatını düşüren bir eksiklik veya kusur bulunur yahut da mal normalden daha pahalı olursa müşteri dilerse satın aldığı malı konuşulan fiyat üzerinden kabul eder, dilerse malı geri vererek akdi bozar. Müşterinin malı iade etmeyip ondaki kusura karşılık fiyattan indirim talebinde bulunma hakkı yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36-37). Ancak böyle bir durumda akdi feshederek malı geri verip yeni bir akit yaparak söz konusu malı daha düşük bir fiyattan satın alması da mümkündür." "Satın alınan bir malda müşterinin yanında (mülkünde) bir kusur meydana gelir ayrıca önceden bir kusurunun da olduğu anlaşılırsa, müşteri bu malı geri verebilir mi?","Satın alınan bir malda önceden mevcut olan bir kusura ilaveten müşterinin yanında (mülkünde) ikinci bir kusur oluşursa, müşteri bu satış akdini bozarak kusurlu malı satıcıya iade edemez. Ancak müşteri önceki kusurdan dolayı meydana gelen zararı satıcıya tazmin ettirir. Fakat satıcı malı, sonradan meydana gelen ayıplı hâliyle kabul ederse müşteri malı geri verir ve ödediği parayı alır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/38)." "Müşteri, aralarından birini satın almak amacıyla götürdüğü birkaç maldan birini seçme hakkına sahip midir?","Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir. Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/32)." Kira akdi tek taraflı olarak feshedilebilir mi?,"Kira akdi her iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, yapıldıktan sonra taraflardan biri, geçerli bir mazereti veya diğerinin rızası olmadan tek taraflı olarak akdi feshedemez. Akdi feshedebilmek için kiracının iflas etmesi, başka bir şehre tayin edilmesi, işi bırakması iş değişikliği yapması veya kiralanan şeyin kiralama maksadına hizmet edemez hale gelmesi gibi geçerli bir mazeretinin bulunması (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/247-248) ya da her iki tarafın da rıza ve onayı gereklidir. Şu kadar var ki, mazeret belirgin olmaz ya da tartışmaya götürebilecek bir nitelik arz ederse o takdirde akit, ancak mahkeme kararı ile feshedilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/62). Bu durumda, mahkeme kararından sonra söz konusu akdi fesheden taraf, mâli bakımdan yükümlü olmaz." Bir kimse kiraladığı taşınır veya taşınmaz bir malı sahibinin izni olmadan üçüncü bir şahsa kiralayabilir veya kullandırabilir mi?,"Taraflar, kira sözleşmesinde yer alan şartlara uymak zorundadırlar. Buna göre kiraya veren kişi; malını kiraya verirken hangi amaçla kullanılacağını belirlemiş ve üçüncü şahıslara kiraya vermemesini şart koşmuşsa kiracının bu şarta uyması gerekir. Ancak kira sözleşmesinde ev, dükkân, depo, nakil aracı gibi taşınır veya taşınmaz malın hangi amaçla kullanılacağı açık bir şekilde belirtilmemişse, kira akdi geçerli olur ve o beldenin örfü esas alınır. Şâyet örf, kiracının bunu başka birisine kiraya vermesine ve dilediği gibi kullanmasına imkân tanıyorsa; kiracı, kiraladığı malı bir başkasına kiraya verebileceği gibi herhangi bir ek ücret ödemeden dilediği gibi kullanmasına da izin verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/51-52). Günümüzde malın sadece kiracı tarafından kullanılması şeklinde bir örf oluşmuştur. Kiralanan malın başkasına devri için mal sahibinden izin alınması gerekir." Kira akdinde süre veya ücret belirlenmemişse taraflar neye göre hareket ederler?,"Kira sözleşmelerinde süre ve ücretin anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde net olarak belirlenmesi gerekir. Tarafların kira süresi ve ücretini belirlememesi hâlinde konuyla ilgili yasal mevzuat ve/veya örf dikkate alınır. Söz konusu süre ve ücretin herhangi bir şekilde tespit edilemediği durumlarda ise kira konusu maldan faydalanılan süre kadar emsal kira ücreti terettüp eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/57; Mecelle, md. 462)." Kiralanan bir mal karşılığında depozito vermek caiz midir?,"Hanefîler'e göre; herhangi bir kusuru olmadığı ve mal sahibinin ileri sürdüğü şartlara aykırı davranmadığı müddetçe, kiracının kiraladığı malda meydana gelecek zararı tazmin etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple mal sahibinin kiracıdan rehin manasına gelebilecek bir şeyi depozit adı altında rehin olarak alması caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/53-54; Mecelle, md. 710). Mâlikîlere göre ise kira sözleşmesinde rehin almak caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 2/273). Günümüzde menkul veya gayrimenkul malların kiralanmasının büyük bir sektör hâline gelmesi, konunun suistimale açık olması ve güven duygusunun zedelenmesi gibi sebeplerden dolayı Mâlikî mezhebinin görüşü istikametinde mal sahibinin depozit alması caiz görülmüştür." "Bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayıp da, süresi dolmadan evden çıkan kişi, oturmadığı günlerin kirasını geri alabilir mi?","Kira akdi, her iki taraf için de bağlayıcıdır. Kira süresi dolmadan taraflardan birisinin akdi tek taraflı olarak feshetmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayan, ancak süresi dolmadan çıkan kişi, evi teslim aldıktan sonra bir süre oturmayıp boş bırakması durumunda kiranın tamamını ödemek zorunda olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 3/231) erken çıkması durumunda da geriye kalan günlerin ödenmiş kirasını geri alamaz. Şâyet kira bedeli peşin ödenmemişse, kiracı anlaşılan süre içeresinde oturmadığı günlerin kirasını da ödemek zorundadır. Ancak mal sahibi burayı bir müddet sonra başkasına kiraya verirse sadece boş kaldığı sürenin ücretini önceki kiracıdan alabilir. Geri kalan kısmın kira bedeli önceki kiracı tarafından peşin ödendiyse kendisine iade edilir." "Kiralanan bir tarladan, kuraklık, dolu, sel vb. nedenlerle ürün alınamadığı durumlarda, tarla sahibine yine de kira ödenmesi gerekir mi?","Kiralanan bir araziden kuraklık, dolu, sel baskını, çekirge istilası gibi bir afet sebebiyle ürün alınamazsa Şâfiî mezhebine göre kira feshedilemeyeceği gibi ücretten indirim de yapılmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/484). Hanefî mezhebinde ise suyun kesilmesi nedeniyle sulanan araziden veya değirmenden faydalanılamaması örneklerinde olduğu gibi kiralanan maldan ürün alınmasına engel tabiî bir afet olması durumunda kiracı ücret ödemez. Çünkü yararlanma imkânı olmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/247). Arazi ekildikten sonra ekini çekirge yerse veya başka bir afet arız olursa; afet anına kadarki sürenin kirası ödenir. Afet anından sonra ise eğer araziyi tekrar ekerek başka bir ürün alma imkânı bulunursa kalan sürenin kirası da ödenir. Tekrar ekilip ürün alma imkânı bulunmazsa kalan sürenin kirası ödenmez (İbn Âbidîn, el-Ukûdü’d-dürriyye, 2/120)." Dinen haram olan işlemler için bir gayrimenkulün kiraya verilmesi caiz midir?,"Bir Müslüman, haram olan iş, mal veya hizmet üretimini kendisi yapamayacağı gibi bunları yapacak kişiye de gayrimenkulünü kiraya veremez. (bk. Şeybanî, el-Asl, 3/465; Serahsi, el-Mebsut, 16/38-39; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik,8/230; İbn Kudame, el-Muğnî, 5/407). Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 5/2). “Kim iyi bir işe aracılık yaparsa, onun da o işten nasibi/sevabı vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yaparsa onun da o günahtan bir nasibi/sorumluluğu vardır.” (en-Nisâ, 4/85). Ayrıca hadislerde de haram olan bir şeyin kullanımı, üretimi ve bu konuda başkasına yardımcı/destek olunması kesin olarak yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) faizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana ve şahitlik edene lanet etmiş, ‘Onlar (bu günahta) eşittirler.’ buyurmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Resûlullah (s.a.s.) aynı şekilde içki konusunda da sekiz kişiye Allah tarafından lanet edildiğini belirtmiş; bunlardan birinin de taşıyıcısı olduğunu ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; bk. İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380-3381]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/316 [2899]; 2/25 [4787]). Sonuç olarak, bir Müslümanın ücret mukabilinde haram iş yapması veya yaptırması caiz olmadığı gibi içinde haram iş yapacağı kesin olarak bilinen kişi ya da kurumlara gayrimenkulünü kiraya vermesi de zaruret olmadıkça caiz değildir." Altının karz/borç verilmesi caiz midir?,"Altın, mislî mallardandır. Dolayısıyla altının, cumhuriyet altını gibi tane ile alınıp satılanlarının sayı ile; 22 ayar bilezik gibi tartı ile alınıp satılanlarının ise tartı ile borç (karz) verilmesi caizdir. Fakat geri ödenirken ne eksik ne fazla, alınanın tam olarak mislî verilmelidir. Bunun yanında tarafların kabul etmesi hâlinde, alınan altın borcu, para olarak da ödenebilir (bkz. Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215)." Paranın değerinde artma veya azalma olması halinde karz (ödünç) veya alışveriş sonucu oluşan borçlar nasıl ödenir?,"Fakihlerin çoğunluğu, altına veya gümüşe endeksli olmayan kağıt, madeni vb. itibari para borçlarının misliyle ödenmesi gerektiğini belirtmiş ve bu paraların değerindeki artma veya azalmayı dikkate almamıştır (Serahsî, el-Mebsût, 14/30; Sahnûn, el-Müdevvene, 3/52, 4/152-153; Suyûtî, el-Hâvî, 1/116, 117; İbn Kudâme, el-Mugnî, 4/244). Ancak Hanefî fakihlerinden İmam Ebû Yûsuf’a, Mâlikî âlimlerinden Rahûnî’ye ve Hanbelî mezhebinde aktarılan bir görüşe göre ise itibari paraların değerinde artma veya azalma meydana gelmesi durumunda, borcun sabit olduğu tarihteki kıymet esas alınarak ödeme yapılır (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534; Rahûnî, Hâşiye, 5/121; Merdâvî, el-İnsâf, 5/127). Ebû Yûsuf’un bu içtihadı, Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş haline gelmiştir (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534). Borca konu olan itibari paralarda bir değer kaybı meydana gelmesi durumunda borcun sabit olduğu tarihteki değerin esas alınması hakkaniyete daha uygundur. Söz konusu değerin belirlenmesinde öncelikle tarafların karşılıklı rıza ile anlaşmaları tavsiye edilir. Bunun yanında yetkili kurumlarca açıklanan enflasyon oranları da dikkate alınabilir." Yardımlaşma sandığından borç olarak alınan para geri ödenirken bir fazlalık ödenmesi caiz midir?,"Kişilerin, ihtiyaçlarını karşılamak için faizsiz olarak kısa vadeli borç (karz) alıp bunu düzenli vadelerde ödemek üzere “yardımlaşma sandığı” kurmaları caizdir. Bu sandığa üye olanların, ihtiyaç hâlinde biriken primlerinin birkaç katına kadar borç (karz) almaları ve bunu belirlenen vade içerisinde geri ödemelerinde sakınca yoktur. Ancak ödemede bulunurken, alınan borç (karz) karşılığında önceden ileri sürülen her türlü fazlalık veya getiri sağlayan menfaat, faiz olacağı için caiz olmaz (Kâsânî, Bedâʾi, 7/395)." Vadeli satış veya borçlanma (istikraz) akdinde borçlanılan para birimi yerine başka bir para biriminin ödenmesi caiz midir?,"Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin -mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın- ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215). Buna göre mesela, vadeli bir satış veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması hâlinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir." Bir borcun EFT ve havale gibi yollarla gönderilmesi karşılığında ücret ödenmesi caiz midir?,"Bir borç EFT veya havâle gibi para transfer yollarıyla ödenir ve bu işlemden dolayı masraf oluşursa verilen hizmetin karşılığı olarak makul bir ücretin alınması caizdir. Zira havâle işlemi esnasında verilen hizmet, vekâlet akdi kapsamında değerlendirilebileceği gibi hizmet alım akdi olarak da değerlendirilebilir. Her iki akitte de ücret almak caiz görülmüştür (bkz. İbn Cüzey, el-Kavânîn, 216; Bilmen, Kamus, 6/328)." Kadınların kendi aralarında yaptıkları “gün” adı verilen toplantılarda topladıkları paraları dönüşümlü olarak almaları caiz midir?,"Borç verme İslâm’da teşvik edilen bir husustur. İnsanların muhtaç olan kişilere borç vermeleri sadaka sevabı olan bir davranıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 5/161, 166). Borç vermede önemli olan, borç karşılığında herhangi bir fazlalığın şart koşulmaması, borç verenin ya da alanın zarara uğratılmamasıdır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/394-396). Kadınlar arasında tertip edilen toplantılarda her bir katılımcının toplanan meblağı dönüşümlü olarak her ay içlerinden birine vermeleri şeklindeki uygulamada bir sakınca yoktur. Çünkü bu, sonuçta bir borç verme işlemidir." Standart nitelikli olmayan (kıyemî) mallar borç olarak alınıp verilebilir mi?,"Mislî mal, “aynı türden olup biri diğerine göre farklılık arz etmeyen malları”, kıyemî mal ise “biri diğerine göre farklılık arz eden değişik özellikteki malları” ifade eder. Mislî (standart, nitelikli) mallar, tüketildikten sonra misliyle iade edilmesi mümkün olduğundan, borç (karz) olarak alınıp verilebilir. Kıyemi malların borç verilmesi ise kıymetlerinin takdiri kişilere göre farklılık arz edeceğinden ve nizaa sebep olacağından Hanefî, Mâlikî ve Şâfiîler tarafından ilke olarak caiz görülmemiştir. Ancak yine Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler, kıyemi olmakla birlikte özellikleri birbirine yakın olan hayvan vb. kıyemî malların, özelliklerinin belirtilmesi şartıyla selem ve karz gibi borç akitlerine konu olmasını kabul etmektedirler. (Serahsî, el-Mebsût, 12/163; Kâsânî, Bedâi', 7/395; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/238; Mevvâk, et-Tâc ve’l-İklîl, 6/528; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc; 3/17-18, 33; Desûkî, Hâşiye, 3/222). Buna göre örfen ihtiyaç oluşması, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde cins, renk, yaş ve cinsiyet gibi özelliklerinin belirlenmesi kaydıyla, mislî mal gibi değerlendirilebilen mallar borç olarak verilebilir. Ancak yukarıdaki şekilde özellikleri belirlenemeyen kıyemî malları borç olarak vermek caiz olmaz." Borç ilişkilerinde takas (mahsuplaşma) caiz midir?,"Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (bkz. Kâsânî, Bedâi', 6/19; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/840; 4/250; 5/266). Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur." Borç İlişkilerinde Takas (Mahsuplaşma) Caiz Midir?,"Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (Bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi, VI, 1 9; İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, III, 840; IV, 250; V, 266) . Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur." Ödünç alınan malın iade masrafları kime aittir?,"Ödünç alınan malın iade masrafları ödünç alan kişiye aittir. Ödünç alınan malın ne şekilde geri verileceği hususunda, yaygın olan örfün hükümleri geçerlidir. Bu kurallara uyulmazsa malda meydana gelecek zararın tazmini gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/220-221; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/58). Zira örfün belirlediği hüküm, baştan şart koşulmuş gibi geçerlidir (Mecelle, md. 43-45)." Yanında emanet mal bulunan kişi o maldan yararlanabilir mi?,"Emanet olarak bırakılan maldan emanetçinin yanında iken doğacak menfaat mal sahibine aittir. Mesela, emanet bırakılan hayvandan elde edilen süt, yün vb. şeyler mal sahibine ait olur. Emanet alan bunlardan yararlanamaz (Mecelle, md. 798). Bu nedenle emanet alan kişi, kendi kusuru ile emanet mala zarar verdiğinde bunu tazminle yükümlü olduğu gibi bu maldan elde edilen menfaate zarar verdiğinde de zararı tazmin etmekle yükümlü olur." Kendisine bir şey emanet edilen kişi emanet malı koruması karşılığında ücret talep edebilir mi?,"Kendisine bir şey emanet edilen kişi, emanet malı koruması karşılığında ücret alamaz. Şâyet malı koruma işini ücretle yaparsa, bu akit emanet akdi olmaktan çıkar, hizmet akdine dönüşür. Bu durumda da emanet malın sahibine iade masraflarını, emanet edilen kişinin karşılaması gerekir. Mala gelebilecek zararlardan o sorumludur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/215)." "Emanet bırakılan bir şey, sahibinin izni olmadan başka birisine emanet edilebilir mi?","Emanetin, bizzat kendisine emanet edilen kişi veya onun aile fertlerinden biri tarafından korunması gerekir. Dolayısıyla sahibinin izni olmadan korunması için başkalarına emanet olarak bırakılması caiz değildir. Şâyet emanet edilen kişi, emaneti bir başkasına bırakır ve bu emanette de zarar meydana gelirse zararın tazmin edilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/213). Bu durumda emanet veren, zararını dilerse emanet verdiği ilk şahsa dilerse de emaneti kabul eden ikinci şahsa tazmin ettirir. İlk şahsa tazmin ettirirse bu şahıs ikinciden tazmin talebinde bulunamaz. İkinci şahsa tazmin ettirirse bu ikinci kişi birinciden tazmin talebinde bulunabilir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/27). Ancak zarar, ikinci şahsın kasıt ve kusuru sebebiyle meydana gelmiş ve mal sahibi bu zararı ilk şahsa tazmin ettirmiş ise bu kişi ikinci şahıstan tazmin talebinde bulunabilir. (Mecelle, md. 790)." Alışveriş karşılığında firmalar tarafından verilen hediye puanı kullanmak caiz midir?,"Firmalar, kendilerinden alışveriş yapan müşterilerine hediye puan vermektedirler. Helal ürünlerde yapılan harcamalar sonucu biriken hediye puanları kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak her ne kadar helal ürün alışverişi neticesinde hediye puan kazanılsa da, kazancının çoğu haram olan kurumların verdiği hediye puanları kullanmak caiz değildir. (Bkz. Mevsıli, İhtiyar, IV, 176)" "Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi, bu malı daha yüksek bir fiyata satabilir mi?","Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı müvekkilinin hayrına olacak şekilde daha yüksek bir fiyata satıp bedeli de bütünü ile müvekkiline teslim ederse yaptığı bu işlem caiz olur (Kâsânî, Bedâʾi, 6/27). Fakat müvekkilin belirttiği fiyatın üstündeki miktarı kendisi alamaz. Ancak müvekkil “Şu kadara sat; üzerinde satarsan fazlası senindir.” derse bu fazlalığı alması caiz olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/108)." Kişinin bir borca kefil olması karşılığında ücret alması caiz midir?,"Kefâlet, bağış (teberru) niteliğindedir. Dolayısıyla kefilin, kefâlet akdine karşılık ücret almayı şart koşması caiz değildir. Zira ücret almak teberru kavramına aykırıdır. Gerektiğinde asıl borçlunun borcunu ödeyeceği için kefil aynı zamanda borç veren konumundadır. Kefâlete karşılık ücret alması hâlinde faizli işlemde bulunmuş olur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77). Ancak günümüzdeki bazı ilim adamları ücretsiz kefil bulunmaması hâlinde, ihtiyaç sebebiyle maslahata binaen borçlunun teminat mektubunda olduğu gibi ücret karşılığı kefâlet akdi yapmasının caiz olacağı kanaatindedirler (bkz. Apaydın, “Kefâlet”, DİA, 25/177)." Kişinin borcunu ikinci bir şahsa devretmesi caiz midir?,"Kişinin ödemekle yükümlü olduğu bir borcu, ikinci bir şahsa devretmesi caizdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden birinize bir borç havâle edilirse bunu kabul etsin.” (Buhârî, Havâlât, 1 [2287]; Müslim, Müsâkât, 33 [1564]) buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bazı hadislerinde de insanların sıkıntılarını gidermeyi teşvik etmiştir (Buhârî, Mezâlim, 3 [2442]; Müslim, Bir, 58 [2580]). Borcun ikinci bir şahsa devredilmesi hâlinde borçlu, alacaklıya karşı sorumluluktan kurtulur. Alacaklı, alacağını havâle edilen kişiden ister. Ancak borç kendisine havâle edilen kişi iflas eder ve bu durum mahkeme kararıyla tespit edilirse yahut kişi borcun kendisine havâle edildiğini inkâr eder, alacaklı da bunu ispat edemezse veya söz konusu kişi iflas ettikten sonra ölürse bu gibi durumlarda havâle edilen kişi, borcu ödeme yükümlülüğünden kurtulur ve borç kendisinden değil asıl borçludan talep edilir (Kâsânî, Bedâʾi, 6/18; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/4). Bununla birlikte bir borcun başkasına havâle edilmesi karşılığında ücret almak caiz değildir. Zira yardımlaşma amacı taşıyan akitler karşılığında, ücret almak caiz görülmemiştir (Serahsî, el-Mebsût, 15/116; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77)." "Ortaklardan birinin şirket malından (hibe ve sadaka gibi) teberruda bulunması, ödünç veya zekât vermesi caiz midir?","Ortaklar ticari faaliyetlerde birbirlerinin vekilidirler. Bu vekâlet, ticari faaliyet dışındaki alanları kapsamadığı için her birinin diğeri adına bağış (teberru) yetkisi yoktur. Dolayısıyla diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından bağış yapmaları, sadaka, ödünç (karz) ve diğer ortakların zekâtını vermeleri caiz değildir. Zira ortaklıktan maksat, ticari faaliyette bulunarak şirkete gelir sağlamaktır. Söz konusu tasarruflar ise ticari ortaklıkta aranan bu amacı gerçekleştirmez (Merğinânî, el-Hidâye, 3/14; Kâsânî, Bedâʾi, 6/71-72)." Bireysel emeklilik sistemi caiz midir?,"Bireysel emeklilik sistemi; aylık ödemelerle belli bir zamana kadar bir kurum veya kuruluşa yatırılan paranın, daha sonra meydana gelen artışla birlikte, toplu veya aylık maaş olarak geri alınması şeklinde oluşturulmuş bir uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminde dinî açıdan dikkat edilmesi gereken husus birikimlerin nerede ve nasıl değerlendirildiğidir. Zira bu sistemden elde edilecek kazancın helal olması gerekir. Kazancın helal olması, bunun kaynağının ve yönteminin dinen meşru olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu fonda toplanan birikimler değerlendirilirken İslâm’ın haram saydığı alan ve işlemlerden uzak durulması gerekir. Çalışanların, birikimlerinin kendi inanç ve değerlerine göre işletilmesini beklemeleri doğal haklarıdır. Bu bağlamda dini duyarlılığa sahip çalışanlar, birikimlerinin meşru alanda değerlendirilmesini talep etmelidirler. İsteğe bağlı olsun veya olmasın bireysel emeklilik sistemine dâhil olanlara devletin yapmış olduğu katkı alınabilir. Şu hâlde bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, birikimlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz aksi hâlde caiz değildir." "Çek, senet vb. kıymetli evrakın bedelinde indirim yapma karşılığında, gününden önce üçüncü şahıslara kırdırarak tahsili caiz midir?","Alacaklının, elindeki çek veya senedi, karşılığını erken tahsil etmek amacıyla vadesinden önce üçüncü şahıslara daha düşük bir bedelle satıp elden çıkarması (çek ve senet kırdırmak) caiz değildir. Zira bu işlemde, aynı cins kaydî paranın daha düşük nakdi parayla mübadelesi söz konusudur. Bu muamele “ribe’l-fadl” (fazlalık faizi) olarak değerlendirilmektedir (Merğinânî, el-Hidâye, 3I/61)." Kapora caiz midir? Alışverişten vazgeçilmesi halinde kaporanın geri verilmesi gerekir mi?,"Kapora; satım veya kiralama akdinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması hâlinde toplam fiyattan düşülmesi; cayması durumunda ise mal sahibinde kalması şartıyla yapılan ön ödemedir. Müşterinin sözleşmeden cayması hâlinde kaporanın kendisine iade edilmesi şartıyla yapılan akdin cevazında bir ihtilaf yoktur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 171). Alıcının akitten cayması durumunda verdiği kaporanın yanması, yani satıcının mülkiyetine geçmesi şartıyla yapılan akdi fakihlerin çoğu caiz görmemişlerdir. Hanefîler böyle bir akdi fasit, Şâfiîler ve Mâlikîler ise batıl saymışlardır. Çünkü onlara göre bu tür bir akit fasit bir şart ve belirsizlik içermekte ayrıca haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu sebeple akdin sona ermesi hâlinde satıcı kaporayı müşteriye iade etmelidir (Senhûrî, Mesâdıru’l-hak, 2/93-94). Öte yandan bu görüşü savunan İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kaporalı satışı yasakladığına dair bir rivâyetini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 69 [3502]; İbn Mâce, Ticârât, 22 [2193]) zikrederler (Suğdî, en-Nütef, 1/472-473; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 3/63; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/31; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Buna karşılık Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Eslem, Mücahid ve Hasen-i Basrî gibi sahâbe ve tabiîn âlimleriyle Hanbelîlerin çoğunluğu kaporalı alışverişi caiz görmüşlerdir. Bu görüş sahipleri kaporalı alışverişi yasaklayan rivâyetin zayıf olduğunu ve akitlerde mubahlığın asıl olup imkân ölçüsünde şartlara riâyetin gerektiğini, Hz. Ömer zamanında Mekke valisi Nafi’ b. Abdulhâris'in, halife adına kaporalı bir işlem yapmış olduğunu (Buhârî, Husûmât, 8 [Bab Başlığı]) delil getirmişlerdir. Bazı Hanbelîler, kaporalı akitlerin kesinleşeceği belli sürenin belirlenmesini şart koşmuşlardır; bu süre içinde müşterinin cayması hâlinde kapora satıcının mülkiyetine girer, demişlerdir (Mustafa Suyutî, Metâlib, 3/77-78). İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Fıkıh Akademisi (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî) de bedellerden birinin veya ikisinin birden peşin olarak tesliminin gerektiği selem ve sarf gibi işlemler dışındaki kaporalı işlemler konusunda aynı görüşü benimsemiştir (Mecelletü Mecma‘i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 8/1 [1993], 540; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Müslümanların nasslara muhalif olmayan örf ve uygulamaları genel olarak caiz görülmüştür. Günümüzde kaporalı alışverişler özellikle bazı sektörlerde ticarî hayatın gereği ve esnafın örfü hâline gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) helali haram, haramı da helal kılmadığı müddetçe Müslümanların şartlarına bağlı kalmalarını öğütlemiştir (Tirmizî, Ahkâm, 17 [1352]; İbn Mâce, Ahkâm, 23 [2353]). Hanefî mezhebi de naslara muhalif olmamak kaydıyla toplumun örf ve uygulamalarında geçerliliği olan şartlara bağlanarak yapılan satım akitlerini geçerli saymıştır (Mecelle, md. 188). Akdin belirlenen sürede kesinleşmemesi hâlinde kaporanın satıcıda kalabileceği yönündeki görüşün bu ilkelere aykırı olmadığı görünmekte, aksine kaporanın müşteriye iadesini şart koşmak kapora uygulamasını anlamsız hâle getirmektedir. Bu sebeple akdin kesinleştirileceği sürenin baştan tespit edilmesi, tarafların her ikisinin de kapora uygulamasına rıza göstermesi ve işlemin selem ve sarf gibi bedellerden en az birinin peşin olması gereken bir akit olmaması şartlarıyla yapılacak kaporalı alışveriş akdi caiz olur." "İnternetten program, yazılım, kitap, müzik vb. indirmek ve bunları kullanmak helal midir?","Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük değer verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyurulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesi gerektiğini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Teknolojinin geliştiği, insan emeğinin çok değişik şekil ve ortamlarda tezahür ettiği günümüzde aynı ölçüde hak ve emek ihlalleri söz konusu olmaktadır. Bu hak ihlalleri dijital dünyada da yaşanmaktadır. Bu tür haksız davranışlar sadece bireylerin hakkını gasp etmiş olmamakta, aynı zamanda, o alanlarda emek harcayan insanların yeni ürünler üretme konusundaki şevkini kırmakta, bu da geniş anlamda kamu hakkı ihlaline dönüşmektedir. Bu sebeple birer emek mahsulü olarak internet ortamına geçirilmiş olan her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan elde edip kullanmak caiz değildir." "Başkasına ait bir markayı izinsiz kullanmak, bunun ticaretini yapmak, para kazanmak dinen caiz olur mu?","Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük önem verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde, “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Bu itibarla emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından İslâm ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir." Leasing (Finansal kiralama) sistemi ile alışveriş caiz midir?,"Leasing (finansal kiralama); makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri menkul veya gayrimenkul malların; bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında satışını esas alan orta vadeli bir finansman yöntemidir. Esasında burada yapılan işlem; malın taksitle satılıp, mülkiyetinin taksitin bitimine kadar ertelenmesi ve daha sonra devredilmesinden ibarettir. Nitekim bazı muasır âlimlere göre de bu uygulama, satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akittir. Buna göre günümüz ticaret örfünde önemli bir yeri olan ve taraflar arasında aldatma ve anlaşmazlığa neden olmayan leasing işlemi fıkhen yapılabilir." Sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caiz midir?,"Sosyal medya platformları, bilgi ve belge paylaşımı yapma, toplantı, sohbet ve yazışma üzerinden iletişim kurma imkânı sağlamanın yanı sıra günümüzde bir kazanç unsuru haline de gelmiş bulunmaktadır. Bir kazancın helal olabilmesi, kazanç unsuru olan mal veya hizmetlerin dinen meşru olmasına bağlıdır. Buna göre: a) Bu platformlardaki yazı, belge, fotoğraf, müzik, video, reklam vb. yayınlar, dinen meşru olmayan unsurlar içermemelidir. Bu kapsamda İslâm inanç esaslarını ve değerlerini inkâr eden veya alaya alan, Allah’a ortak koşma, batıl dinleri övme ve onaylama, bu dinlere ait sembolleri şirin gösterme gibi tevhit inancına aykırı olan, İslâm'ın haram kıldığı faiz, içki, domuz ürünleri, kumar, yalan, zina, müstehcenlik ve cinsel sapkınlık gibi unsurlara teşvik eden her türlü içeriğin yüklenmesi, paylaşılması, tıklanması, beğenilmesi, takip edilmesi ve reklamının yapılması meşru olmadığından bu tür yöntemler üzerinden kazanç elde etmek caiz değildir. b) Bu platformlara yüklenen içerikler dinen meşru olsa bile bunların izlenmesi veya tıklanması esnasında çıkan reklamların da dinen meşru olması için gerekli tedbirler alınmalıdır. c) Abone ve izlenme sayılarını yüksek göstermek için sahte hesaplar açmak veya satın almak, insanların aldatılmasına sebep olacağından, bu tür usuller kullanılarak kazanç elde edilmesi caiz değildir. d) Sosyal medya platformlarında çekilişe katılmak amacıyla bağışta bulunulması ve bu yolla toplanan paradan bağışçıların bir kısmına hediye verilmesi, kumar niteliğinde olup caiz değildir. e) Sosyal medya platformlarında içerik üretenlerin; suç unsuru barındıran, kul ve kamu haklarını ihlal eden, özel halleri ve mahrem bilgileri ortaya koyan yayınlar üzerinden kazanç elde etmesi caiz değildir. Yukarıda zikredilen hususlara dikkat edilerek sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caizdir." Elektronik ürün senedi (ELÜS) alıp-satmak caiz midir?,"Elektronik Ürün Senedi (ELÜS); lisanslı depolara teslim edilen saklanabilir tarım ürünleri karşılığında düzenlenen ve ürünün cins, sınıf ve kalitesi gibi detaylarını gösteren mülkiyet belgeleridir. İlgili kurum nezdinde elektronik olarak kaydı tutulan ELÜS, ticaret borsalarında alım-satıma konu olabilmektedir. Buna göre ELÜS; dinen meşru, fiziken mevcut ve aynı vasıfta teslim edilebilir bir ürünü temsil etmesi hâlinde bu senetlerin alım satımını yapmak caizdir. Ancak bu senetlerin organize teverruk işlemlerine konu edilmesi caiz değildir. Ayrıca iki ürünü temsil eden senetlerin birbiriyle mübadele edilmesi durumunda; aynı cins mallarda peşinlik ve eşitlik, farklı cins mallarda peşinlik şartına riâyet edilmelidir. İşlemin vadeli olması hâlinde ise bedellerden en az birinin peşin olması gerekir. ELÜS’ün, faizli işlemler dışında rehin vb. şekillerde teminat gösterilmesinde ve temsil ettiği ürünün sigortalanmasında da fıkhen bir sakınca bulunmamaktadır." Banka Promosyonu caiz midir?,"Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir. Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur." Kıdem tazminatını almak caiz midir?,"İslâm hukukuna göre işçi ve işveren arasında sözleşme serbestisi ilkesi vardır. Dolayısıyla Taraflar, hakkaniyet ve adalet başta olmak üzere dinî değerlere ve yasal mevzuata aykırı olmamak kaydıyla serbestçe bir iş sözleşmesi yapabilirler. İşçi ve işveren arasında kendi özgür iradeleriyle yapılan sözleşmeye devlet, bazı yararları hesaba katarak ilave maddeler veya çerçeve hükümler koyabilir. Sözleşmede açık bir hüküm bulunmayan hususlarda ilgili hukukî mevzuat ve genel örf esas alınır. Buna göre günümüzdeki iş sözleşmelerinde, işçinin bir kusuru olmadan işten çıkarılması durumunda ya da emeklilik hâlinde işveren tarafından yasal bir zorunluluk olarak “kıdem tazminatı” adıyla bir ödemenin yapılacağı açıkça yazılmakta veya herkesçe bilinmektedir. Şu hâlde ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışları nedeniyle değil de haksız yere işten çıkarılan işçinin, hakkaniyet sınırları içinde kıdem tazminatı alması hem sözleşmenin, hem kanunun hem de hâkim örfün onayına medâr olduğu için caizdir. Emekli olan işçinin bu adla alacağı tazminat ise yukarıdaki üç gerekçeye ek olarak aynı zamanda uzun süre çalıştığı için kendisine ödenen bir yıpranma payı olarak da değerlendirilebilir." Banka kredisi almaya aracılık eden kişinin komisyon alması helal olur mu?,"Kişi veya firmanın bankadan alacağı faizli krediye aracılık edilmesi karşılığında komisyon adı altında ücret alınması helal olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), faiz alan ve verenin yanı sıra yazmak, şahit olmak ve vekil olmak suretiyle faiz işlemine yardımcı olan herkesi sorumlu tutmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Eğer kredi faizsizse ve aracı olan kişi, bu işlemleri takip edip sonuçlandırmak için ücretle tutulmuşsa verdiği emeğin ve yaptığı hizmetin karşılığı olarak vekâlet/rehberlik ücreti alabilir." Faizli kredi almak isteyen kişiye kefil olmak veya aracılık yapmak caiz midir?,"İslam, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yoldan temin etmelerini emreder ve her türlü faizi kesin olarak haram kılar (al-i İmran, 3/130; Nisa, 4/161). Şahıslar veya kurumlarla yapılacak faizli kredi işlemleri de bu kapsamdadır. Bu itibarla haram olan bir işlemi yapmak caiz olmadığı gibi ona aracılık yapmak ve destek olmak da caiz değildir (Mevsili, el-İhtiyar, II, 406). Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.); faizi yiyene, yedirene, yazana ve buna şahitlik edenlere lanet etmiş ve hepsinin (günahta) eşit olduğunu bildirmiştir (Müslim, Müsakat, 106). Dolayısıyla faizli kredi alacak bir kişinin borcuna kefil olmak veya aracılık yapmak caiz değildir." Mahkemenin hükme bağladığı kan bedelini almak câiz midir?,"Tedbirsizlik ve dikkatsizlik gibi bir hata sonucu herhangi bir kişinin ölümüne sebep olan kişi, ölenin yakınlarının talep etmesi hâlinde, diyet (kan parası/tazminat) ödemekle yükümlü olur (Ebû Dâvûd, Diyât, 16-24 [4541-4588]; Tirmizî, Diyât, 1-4 [1386-1392]); Ayrıca bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 10/298-299). Dolayısıyla böyle bir olaydan dolayı mahkemenin takdir ettiği tazminatın tam diyet miktarını (yaklaşık 4250 gr altın karşılığı aşmayacak kadar kısmını), ölenin yakınlarının alması câiz ve alınan para helâldir." Mahkemenin hükmettiği tazminatı almak caiz midir?,"İslâm’ın kesin kurallarıyla çelişmeyen ve yürürlükteki hukukî mevzuata bağlı olarak yapılan iş akdinde, taraflardan birinin haksız uygulaması üzerine açılan davada mahkemenin, kendisine sunulan gerçek delil ve doğru beyanlara dayanarak hükmettiği tazminatı almak dinen caizdir." Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir?,"Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir? Trafik kazaları neticesinde ölüm, sakatlanma, yaralanma veya maddi zarar meydana gelebilmektedir. İslam’da, bunlara sebep olan suçlular için düzenlenmiş müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret vb.) bulunmaktadır. Buna göre kazada mağdur olan kişi, suçlu olan taraftan trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında tazminat talebinde bulunabilir. Söz konusu tazminat, suçlunun sigortasından karşılanabileceği gibi mahkeme yoluyla da talep edilebilir. Dolayısıyla sigortanın ödeyeceği veya mahkemenin hükmettiği miktar diyet yerine geçer." Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?,"Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hataen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir. Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun akılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kasani, Bedai‘, VII, 355; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 53; İbn Rüşd, Bidaye, II, 410; İbn Kudame, Muğni, VIII, 97) Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer. Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisa, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir." Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır?,"Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır? İslam’da, din, can, akıl, nesil ve mal güvenliği korunması gereken beş temel esas (zarurat-ı hamse) olarak değerlendirilmiş, bir kimsenin malına gelen zararların giderilmesi, ana ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla trafik kazasında suçlu olan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında mağdur ettiği kişinin aracına verdiği maddi zararı ve araçta meydana gelen piyasa değerindeki azalmayı tazmin ile yükümlü olur. Sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat yerine geçer." Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan kârlar tazmine konu olur mu?,"Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan karlar tazmine konu olur mu? Telef edilen veya kısmen zarar gören bir mal misli (standart) ise misli ile, kıyemi ise kıymeti ile tazmin edilmesi temel ilkedir. Bununla birlikte fakihlerin bir kısmı, mala zarar gelme neticesinde mahrum kalınan karları mal olarak kabul etmediklerinden bunların tazmin edilemeyeceği kanaatindedirler. (Zeylai, Tebyin, V, 234; Ayni, Binaye, IX, 206) Bazı fakihler ise, mahrum kalınan ve elde edilmesi muhtemel karların da tazminde dikkate alınması gerektiğini ve buna hakimin karar verebileceğini söylemişlerdir. (Maverdi, el-Havi, VII, 152; Buhuti, Keşşafu’l-Kına‘, IV, 112; Zuhayli, Nazariyyetü’d-daman, s. 89-94) Buna göre mesela; trafik kazası neticesinde zarar gören bir ticari aracın tamirat süresince çalışamamasından ötürü meydana gelen kayıplar (mahrum kalınan karlar) mahkeme yoluyla talep edilebilir." Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi?,"Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi? İslam hukukunda bir şeyin itlaf edilmesi sonucu meydana gelen zararın faile isnat edilebilmesi ve bir tazmin sorumluluğu doğabilmesi için fiil ile zarar arasında illiyet bağının bulunması, yani zararın fiilin tabii sonucu olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bununla birlikte zararla fiil arasında esasen bir illiyet bağı mevcut olmakla beraber farklı bir faktörün devreye girmesi, failin tazmin sorumluluğunu düşürebilir. Söz konusu illiyet bağını kesen sebeplerin en başta geleni ise mücbir sebep denilen haldir. Fakihler fırtına, yangın, sel gibi mücbir sebeplerin bir zararı meydana getirdiği durumlardaki zarardan o fiilin failini bundan sorumlu tutmamışlardır. Mesela fırtına, yangın, sel, hastalık veya ani ölüm gibi nedenlerle hayvanın düşüp bir şeyi telef etmesi durumunda, binici tazmin ile sorumlu tutulmamıştır. (Şirbini, Muğni’l-muhtac, V, 542) Burada fiille zarar arasındaki illiyet bağını mücbir sebep ortadan kaldırmıştır. İlliyet bağını kesen bir diğer sebep ise zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurudur. Dolayısıyla zararın meydana gelmesine zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sebep olmuşsa failin yine tazmin borcu doğmaz. Bu husus, trafik ile ilgili mevzuatta şu şekilde zikredilmiştir. “İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.” (Karayolları Trafik Kanunu/KTK, md. 86) Buna göre; kurallara uygun bir şekilde trafikte seyreden bir sürücünün şiddetli yağmur, fırtına, sel, vb. nedenlerle iradesi/dahli dışında aracıyla bir şeyi telef etmesi veya zarar görenin yahut üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sonucu zarar meydana gelmesi durumunda tazmin ile sorumlu tutulmaz." Alkol ve diğer haram ürünlerin satıldığı bir iş yerinde çalışmak caiz midir?,"Dinimizde yasak olan şeyleri yapmak günah/haram olduğu gibi böyle şeylerin yapılmasına rıza göstermek ve yardımcı olmak da günah/haramdır. Hz. Peygamber, haram bir maddeyi kullanan ile birlikte onu imal eden, taşıyan, aracılığını ve sunumunu yapan kişilerin de aynı günaha girdiğini bildirmiştir (bkz. Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380]). Bu itibarla, bir kimsenin helâlinden kazanma konusunda alternatif imkânları bulunduğu sürece dinen yasaklanan şeylerin yapıldığı iş yerlerinde çalışması câiz olmaz. Ancak bütün çabalarına rağmen geçimini sağlayacak başka iş bulamadığı durumlarda zaruret sebebiyle bu tür iş yerlerinde çalışabilir. Zaruret durumunun ortadan kalkması yani yapılması helâl olan uygun bir iş veya iş yeri bulması hâlinde ise mevcut iş yerini terk etmesi gerekir." Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?,"Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi? Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen yaralama” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla yaralama) bağlamında değerlendirilir. Fıkıhta bu tür suçlar; “organların kesilmesi”, “organlardan sağlanan faydanın yok edilmesi”, “baş ve yüzde meydana gelen yaralar” ve “baş ve yüz dışında meydana gelen yaralar” olmak üzere dört kısımda değerlendirilmiştir. Bu yaralanmalara öngörülen diyet/tazminat miktarlarının bir kısmı hadislerde (bkz., Nesai, Kasame 45; Darimi, Sünen, I, 562) zikredilmiş olup diğerleri hakimin takdirine bırakılmıştır. (İbn Cüzey, el-Kavaninu’l-Fıkhiyye, s. 351; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 95; İbn abidin, Reddü’l-Muhtar, V, 415) İnsan vücudunda tekli (burun ve dil gibi), çiftli (iki el, iki ayak, iki göz gibi), dörtlü (göz kapakları ve kirpikler) ve onlu (el ve ayak parmakları) organlar bulunmaktadır. Tekli organların telef edilmesi veya fonksiyonunu tamamen kaybetmesi durumunda tam diyet, çiftli organlarda yarım, dörtlü organlarda dörtte bir, onlu organlarda ise onda bir diyet gerekir. Her bir diş için de diyetin yüzde beşi takdir edilmiştir. Miktarı naslarda belirlenmediği durumlarda hakimin takdir edeceği miktar (hükumetü’l-adl) gerekir. (İbn Kudame, Muğni, VIII, 35; Kasani, Bedai‘, VII, 311-324; Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, VI, 134; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 66; Desuki, Haşiye, IV, 278) Fıkıhta tam diyet, genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer." Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde bankanın yaptığı hizmet karşılığında iş yeri sahiplerinden komisyon alması faiz olur mu?,"Bir iş veya bir hizmet ya da mal karşılığında alınan bedel helaldir. Bankalar verdikleri kredi kartlarıyla bir hizmet sunmaktadırlar. Dolayısıyla kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, bankanın verdiği hizmet karşılığında anlaşma gereği iş yeri sahiplerinden komisyon adı altında almış olduğu ücret, faiz olarak değerlendirilemez." Ön ödemeli banka kartlarının kullanılması caiz midir?,"Ön ödemeli kartlar, bankacılık/finans sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar tarafından sunulan bir hizmettir. Bu hizmet gereğince müşteri, ön ödemeli kartına önceden yüklediği belli oranlardaki meblağı dilediği zaman harcamalarında kullanabilmekte, karta herhangi bir ön yükleme yapmadığı takdirde ise kart kullanılamamaktadır. Faizli işlem barındırmayan veya faizli işlemlere aracı kılınmayan ön ödemeli kartların kullanılmasında ise herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Ön ödemeli kartların belli bir mevzuat çerçevesinde çıkarılıp işleme konduğu ve her kuruluşun kendi koyduğu şartlar muvacehesinde bu hizmeti sunduğu anlaşılmaktadır. Mesela (x) kuruluşu para yüklemede herhangi bir bedel istemezken (y) kuruluşu bedel isteyebilmekte veya (x) kuruluşu ilgili kartı 5 TL’ye verirken (y) kuruluşu bu kartı 10 TL’ye verebilmektedir. Kartın ilk olarak müşteriye satımında, kullanımında ve yükleme yapıldığında kartı çıkaran kuruluş tarafından alınan bedeller, hizmet bedeli kapsamında değerlendirilmiş ücretlerdir." Kredi kartı ile altın satışı caiz midir?,"Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması hâlinde yapılan işlem faize (nesîe ribasına) dönüşür. Buna göre altının, vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Müslim, Müsâkât, 81 [1587]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 74-82 [2170-2187]). Altının kredi kartıyla satışı konusunda farklı görüşler ileri sürülebilir. Kart sahibi olan kurumun (bankanın), kredi kartı ile yapılan satışın bedelini, anında satıcının hesabına yatırması hâlinde, yapılan alışverişin sahih olacağı, dolayısıyla burada nesîe (veresiye) ribasının söz konusu olmayacağı söylenebilir. Altın bedelinin anında satıcının hesabına geçirilmeyip daha sonra ödenmesi durumunda yukarda belirtilen, sarf akdi şartına riâyet edilmediği ve altının para ile veresiye satışı söz konusu olduğu için caiz olmaz. Her halükarda altının peşin ödeme ile alım satımının yapılmasının daha doğru olduğu Müslüman olarak şüpheli şeylerden kaçınılması ve peşin para ile altın veya dövizin alınmasının daha isabetli ve ihtiyatlı olacağı kesindir." Kredi kartı ile yapılan taksitli alışverişlerde peşin fiyata göre bir miktar fazla ücret ödenmesi caiz midir?,"Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur. Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8). Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir." Hac ve umre ibadetlerini yerine getirirken mal ve hizmet satın alımlarını kredi kartı ile peşin yahut taksitli olarak yapmanın dini hükmü nedir?,"Hac ve umre organizasyonunda, konaklama, rehberlik, sağlık, iaşe vb. hizmetler, Diyanet İşleri Başkanlığı ve belirli şartlara sahip acenteler tarafından sunulmakta ve bunlar karşılığında bir bedel talep edilmektedir. Mal ve hizmet satın alımlarında bedel, nakden veya kredi kartı yoluyla peşin veya vadeli olarak ödenebilir. Ödemenin kredi kartıyla taksitli yapılması hâlinde müşterinin taksitlerini zamanında ödeyerek faizli işleme düşmemesi gerekir. Bunun yanında, mal veya hizmet satan tarafın, yapılan taksitlendirmeye uygun olarak alacağını zamanında ve tam olarak almak yerine, erken alma karşılığında bankadan eksik tahsil etmesi caiz değildir." Önceden mezarlık olan bir alana cami veya başka bina yapılabilir mi?,"Mezarlık olarak vakfedilen bir yerin, bu hizmette kullanılması mümkün olduğu sürece başka bir hizmete tahsisi uygun değildir. Uzun müddet cenaze defnedilmese bile, bu yerin kabristan olarak muhafaza edilmesi münasip olur. Zorunlu bir durum olmadıkça böyle bir kabristanı satmak, üzerine bina yapmak ya da benzer tasarruflarda bulunmak için ölü kemiklerini başka bir mezarlığa nakletmek doğru bir davranış değildir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 4/448-450). Ancak başka bir alternatifin olmadığı ya da kamu menfaatinin gerektirdiği durumlarda, mezarlık başka bir yere nakledilerek yeri, cami vb. amaçlar için kullanılabilir." Kişinin mallarını tümüyle vakfetmesi caiz midir?,"Kişi, sağlığında malları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mallarını yoksullara veya hayır kurumlarına bağışlayabilir. Vakfın sahih olması için vakfeden kişinin akıllı ve ergenlik çağına erişmiş olması ve vakfın ebedî olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Fedek ve Hayber arazilerindeki hisselerini Müslümanların yararına vakfetmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 1 [2739]; Ferâiz, 3 [6725]; Müslim, Cihâd, 52-54 [1759]). İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre; Hz. Ömer’in payına Hayber’den bir arazi isabet etmiş, Hz. Ömer de  (r.a.) Hz. Peygamber’e (s.a.s.), “Ya Resûlallah, Hayber’den elime öyle bir toprak parçası geçti ki şimdiye kadar bundan daha değerli bir mala sahip olmamıştım. Bana neyi tavsiye buyurursunuz?” demişti. Hz. Peygamber de  (s.a.s.); “İstersen aslını (kendine) bırakır, menfaatini tasadduk edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara intikal etmemek üzere; fakirler, akraba, köleler, misafirler ve yolcular için tasadduk etti. Onu idare edenin mülküne bir şey geçirmeksizin, normal ölçüler içinde yemesi ve yedirmesinin serbest olduğunu belirtti (Buhârî, Şurût, 19 [2737]; Vesâyâ, 22, 28-29 [2764, 2772-2773]; Müslim, Vasıyyet, 15 [1632]). Hz. Osman da Medine’deki Rûme kuyusunu satın alıp bütün Müslümanların yararına tahsis etmiştir (Tirmizî, Menâkıb, 19 [3699, 3703]; Nesâî, Cihâd, 44 [3182]). Ancak kişi malını vakfederken, mirasçıların mağdur olmamasına dikkat etmesi uygun olur." "Bir kimse hayatta iken mülkünü bir hayır kurumuna bağışlasa, ölümünden sonra çocukları bu bağışı iptal ettirebilirler mi?","Karşılık şart koşulmaksızın bir malın hayatta iken başkasına temlik edilmesine “hibe” denir. Hibe iki taraflı bir akit olup, tarafların irade beyanı ile kurulur; hibe edilen malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. Hibenin geçerli olması için bağışlama anında akit konusu malın mevcut olması, malum ve belirli bulunması, bağışlayana ait olması ve tarafların rızalarının bulunması şarttır (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 4/112; Merğinânî, el-Hidâye, 3/222). Usûlüne uygun olarak yapılan ve teslimi tamamlanan hibe akdinden dönmek kural olarak câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu kınamıştır (Buhârî, Hibe, 14 [2589]; Müslim, Hibât, 5-8 [1622]). Ancak Hanefîler hibeyi kabul eden kişinin rızası veya hâkim kararı ile hibeden dönülebileceğini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/227). Buna göre bir kimse hayatta iken yapmış olduğu hibeden geri dönme hakkına sahiptir. Ama onun ölümünden sonra çocuklarının bu hibeyi iptal etme hakları yoktur." Camideki eski halıları veya diğer kullanılmayan eşyayı satarak caminin ihtiyaçları için kullanmak caiz midir?,"Amacına hizmet etme imkânı kalmayan bir vakfın aynı amaca hizmet etmek üzere değiştirilmesi veya satılması câizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/376). Camilere ait olup da kullanılmayan halı, kilim vb. eşyanın çürümeye terk edilmesi uygun olmaz. Dolayısıyla antika değeri olmayanlarının, usûlüne uygun bir şekilde ihtiyacı olan başka bir cami veya mescide verilmesi; ihtiyacı olan başka bir cami veya mescidin bulunmaması hâlinde ise ilgili mevzuat çerçevesinde satılıp parasının demirbaş olacak şekilde caminin diğer ihtiyaçlarına harcanmasında dinen bir sakınca yoktur." Bir vakfa ait olup resmî tescili bulunmayan gayrimenkuller hakkında dinen ne yapılması gerekir?,"Bir malın vakıf olduğuna dair vakfiyenin bulunması veya resmî kayıt şart değildir. Güvenilir kişilerden müteşekkil şahitlerin şehâdeti ile de bir yerin vakıf olduğu dinen sabit olur. Ancak vakıf malının başkasının eline geçip zayi olmaması için ilgili mercilerce kayıt altına alınması ihmal edilmemelidir. Vakıf olduğu sabit olan bir yerin vakıf amacı dışında kullanılması, hibe edilmesi veya usûlüne uygun bir istibdâl işlemi (vakıf taşınmazın, aynı değerde veya daha değerli bir başka taşınmazla takası) dışında başkalarına satılması câiz değildir. Vakıf malını bedelsiz olarak zimmete geçirme konusunda vebal açısından şahıs veya kamu kuruluşu arasında dinen herhangi bir fark yoktur. Buna göre vakıf malını vakıf olmaktan çıkaran kişiler veya kurum ve kuruluş yetkilileri, bu konuda taksir ve ihmali olanlar veya buna göz yumanlar dinî yönden sorumludurlar. Kaldı ki, istibdâl şartlarına uymayan tasarruflar sonucunda herhangi bir vakıf malının vakıf olma özelliğini yitirmesi söz konusu değildir. Bu bağlamda camilere veya halkın hizmetine tahsisli olarak vakfedilen fakat zamanında resmî tescili yapılmadığından dolayı, sonradan çıkarılan yasalarla kamu/belediye mülkiyetine geçirilen taşınmazların vakıf niteliği sona ermez. Bu sebeple söz konusu taşınmazlar, vakfedildikleri cihete tekrar tahsis edilmelidir. Bunun için gerekli işlemleri yapmak hem kamunun hem de ilgili taşınmazın vakıf olduğunu bilen kimselerin görevidir. Girişimlere rağmen vakıf niteliği tekrar kazanılamaz ve o gayrimenkul, çeşitli yollarla özel ya da tüzel kişilerin mülkiyetine geçerse bu durumda o taşınmazı vakıf olmaktan çıkaran kişiler dinen sorumlu olurlar. Bu durumda vakıf malına, satın alma veya miras yoluyla sahip olan kişiler, imkânları nispetinde o malı aslî kimliğine kavuşturmaya çalışmalıdırlar." Zekât nedir?,"Zekât, dinen zenginlik ölçüsü kabul edilen miktarda (nisap) mala sahip olan kimselerin Allah rızası için muayyen kişilere vermesi gereken belli miktarı ifade eder. Zekâtın farz olması için; malların nisaba ulaşması yanında nâmî (hakikaten ya da hükmen üreyici/artıcı) olması, sahip olunduğu andan itibaren üzerinden bir yıl geçmesi, bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlardan fazla olması gerekir. Nisap, zekâtla yükümlü olmak için esas alınan zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçü, altında 20 miskal (80.18 gr.), devede 5, sığırda 30, koyun ve keçide 40 adettir. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntılı şekilde açıklanmış (et-Tevbe, 9/60), nisabı da hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, Zekât, 32, 38, 55 [1447, 1454, 1483]; Müslim, Zekât, 1-5, 7 [979, 981]). Buna göre temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişinin, yukarıda belirtilen diğer şartlar da yerine gelmişse bu mallarının zekâtını vermesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/4 vd.)." Zekâtın farz kılınmasındaki hikmetler nelerdir?,"Hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmış olan zekât, Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok âyette namaz ile birlikte zikredilmiş (el-Bakara, 2/43, 110; el-Hac, 22/78; en-Nûr, 24/56); Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunun İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Zekât, 1 [1395-1398]; Müslim, Îmân, 31 [19]). Zekât malî bir ibadet olup ferdi ve toplumsal manada birçok hikmet ve faydayı kendisinde barındırmaktadır. Öncelikle zekât, alan açısından çok önemlidir. Zira zekât vasıtasıyla muhtaç kişilerin temel ihtiyaçları karşılanır. Bu yönüyle zekât ibadeti toplumsal barışa ve dayanışmaya da büyük katkı sağlamaktadır. Zekât zengin ile fakir arasında gönül köprülerinin kurulmasına vesile olur. Sevgili Peygamberimizin, “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (Taberânî, Mu’cemu’l-evsât, 8/380 [8937]) hadis-i şerifi de bu noktaya işaret etmektedir. Zekât vesilesiyle insanlar birbiriyle kaynaşır aralarında sevgi ve saygıya dayalı bir huzur ortamı oluşur. Zekât vermek kişiyi kalben, ruhen ve manen arındırır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların mallarından zekât al ki onları temizleyesin ve arındırasın…” (et-Tevbe, 9/103); “…Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder ve onları destekler, bir de Allah için karz-ı hasende bulunursanız andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım…” (el-Mâide, 5/12). Bir başka âyet-i kerîmede ise “…Rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A’râf, 7/156) buyrulmaktadır. Zekât veren kimse Allah’ın kendisine bahşettiği malından infakta bulunmak suretiyle kulluk şuuruna ve bilincine kavuşur. Başa kakmadan ve gönül incitmeden ifa edeceği bu ibadet sayesinde kişi içindeki mal sevgisini ve dünya hırsını dizginler. Böylelikle zekât, kişideki cimrilik hastalığını ortadan kaldırır. İnsanoğlu mala karşı gerçekten hırslıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10 [6436]; Müslim, Zekât, 116 [1048], 119 [1050]) buyurmuştur. Ancak kişi zekât vermek suretiyle malın, mülkün ve servetin gerçek sahibinin Allah olduğu inancını pratiğe dökmüş olur. Böylelikle ideal kulluk bilincine ulaşıp, hırstan, gururdan, bencillik ve kibirden uzaklaşmış olur. Zekât veren kimse diğer insanlara karşı şefkatli ve merhametli olur. Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 7/472 [11034]) şeklinde cevap vermiştir. Zekât, veren açısından bir borç, alan açısından da bir haktır. Kur'ân-ı Kerîm müminlerin mallarında hem isteyebilen hem de istemekten utanan yoksul için belli bir hak olduğunu ifade etmektedir (bkz. ez-Zâriyât, 51/19; el-Meâric, 70/24-25). Çünkü insan servet elde ederken içerisinde yaşadığı toplumun imkânlarını kullanır. Zekât sayesinde, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde toplanmasına engel olunur. Bu sayede sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılmasına katkıda bulunulur. Ayrıca bu sayede, ekonomik sıkıntı yaşayan kişiler ihtiyaçlarını, bir sömürü aracı olan faizli borca girmeden karşılama imkânı bulurlar." Zekât kimlere farzdır? Geçerli olmasının şartları nelerdir?,"Zekât ibadeti ile ilgili şartlar, zekâtın bir kimseye farz olmasının ve verilen zekâtın geçerli olmasının şartları şeklinde iki ayrı başlık altında ele alınır. Bir kimseye zekâtın farz olması için o kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve hür olması (Kâsânî, Bedâî’, 2/4-5), bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı nitelikte “nisap miktarı” mala sahip olması gerekir. Artıcı nitelikte olmakla kastedilen, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Zekâtın farz olması için ayrıca nisap miktarı mal ya da servete sahip olduktan sonra üzerinden bir kamerî yılın geçmesi ve yıl sonunda da nisap miktarını koruması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/13 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/73-74). Yıl içerisindeki artış ve düşüşlere itibar edilmez. Zekât bu süre dolmadan önce de verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/15). Zekâtın geçerli olmasının şartlarına gelince, öncelikle “niyet” şarttır. Zekât bir ibadet olduğu için niyetsiz yerine getirilemez (Kâsânî, Bedâî’, 2/40; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/88). Ayrıca fakire verilmesi ve teslimi demek olan “temlik” de şarttır (Kâsânî, Bedâî’, 2/39). Yemek hazırlayıp yedirmek gibi ibâha denilen yollarla fakire zekât verilmiş olmaz." Havaic-i asliyye (temel ihtiyaçlar) nelerdir?,"İslâm kişiyi güç yetirebileceği yükümlülüklerle sorumlu kılmıştır. Bu nedenle zekât ve diğer bazı mali yükümlülüklerle mükellef olmak için temel ihtiyaçlardan (havâic-i asliyye) fazla bir mala sahip olma şartı aranmıştır. Havâic-i asliyye; kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık temel ihtiyaçlarıdır. Hangi malların temel ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir. Bununla birlikte İslâm bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre belirlenmesi gerekir. Buna göre temel ihtiyaçlar; barınma, yiyecek, giyecek, sağlık ve güvenlik giderleri, ulaşım, eğitim, ev eşyası, meslek ve üretim için kullanılan arsa, bina, makine ve aletler ile elektrik, su, yakıt, aidat vb. cari giderlerdir." Zekât hesaplanırken hangi borçlar düşülür?,"Zekât vermekle yükümlü olan kişi, elindeki zekâta tâbi olan malından kul haklarına müteallik borçlarını düşer. Hanefî mezhebinin genel görüşüne göre, ödeme günü gelmiş veya gelmemiş olan borçlar bu konuda aynı hükme tâbidir. Ancak Hanefîlerden bir kısım âlimlerin görüşüne göre, sadece vadesi gelmiş olarak birikmiş ve alacaklısı tarafından talep edilen borçlar düşülür; henüz ödeme günü gelmemiş olan borçlar düşülmez. Zira bu tür veresiye borçlar genellikle alacaklıları tarafından istenmez; ödeme günü gelmiş olan borçlar istenir (Kâsânî, Bedâî’, 2/6). Şâfiî mezhebinin meşhur olan görüşüne göre ise hiçbir borç, zekâta tâbi olan malların hiçbirisinden düşülmez, dolayısıyla borçluluk hâli zekât vermeye engel değildir (Nevevî, el-Mecmû’, 5/344). Günümüzde ödeme planı uzun bir takvime bağlanmış olan ve ileriki yıllarda düzenli olarak ödenecek olan kamu, TOKİ, kooperatif, kredi türü borçlar, bütünüyle zekât malından düşülmemelidir. Zira bu ödeme takvimleri 10-20 yıllık çok uzun vadeleri kapsamakta ve insanlar bu borçları hemen o yılda ödeme durumuyla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Bu bakımdan kişinin elinde bulunan zekâta tabi mallardan, sadece o zekât yılına ait olan birikmiş borçlar, vadesi o yıl içinde dolmuş veya dolacak olan ve dolayısıyla o zekât yılı içinde hemen ödenmesi gereken borçlar düşülmelidir. Zira zekât, yıllık bir ibadettir." İhtiyaç için kullanılan araç-gereç ve malzemelere zekât düşer mi?,"Sanat ve mesleğin icrası için gerekli olan araç-gereç, makine ve malzemeler, aslî ihtiyaçlar kapsamında yer alır. Dolayısıyla bunların zekâtının verilmesi gerekmez. Ancak kişinin kendi mesleğinin icrası için değil de ticaret için üretilen veya alınıp satılan araç-gereç, malzeme ve makinelerin zekâtının verilmesi gerekir (Zeylaî, Tebyîn, 1/253; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/172)." Babası ile birlikte oturan kimse zekât ile mükellef midir?,"İslâm’da mülkiyetin şahsiliği esastır. Buna göre bir kimse babasıyla birlikte oturuyor olsa bile zekâta tâbi nisap miktarı mala sahip ise zekât ile mükelleftir. Ancak babası ile mallarını ayırmamışlar da ortak kazanıp ortak harcıyorlarsa, bu takdirde ellerindeki birikim üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan kişi zekâtla yükümlü olur." Büluğ çağına ermemiş zengin çocukların malından zekât vermek gerekir mi?,"Bir kimsenin zekâtla mükellef olması için âkil ve bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, II, 9 vd.). Bu bakımdan Hanefîlere göre zengin de olsa büluğ çağına girmemiş çocukların mallarından zekât vermek gerekmez. Ancak, çocuklara ait tarım arazilerinden elde edilen tarım ürünlerinin öşrü yani zekâtının verilmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, III, 50; İbn Nüceym, el-Bahr, II, 255). Şâfiî mezhebine göre zekât vermek için akıl ve büluğ şart değildir. Çocuk ve aklî yeterliliği olmayan (mecnun) kimsenin de zekât vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 602)." Bir öğrencinin burs olarak aldığı para nisap miktarına ulaşırsa zekât vermesi gerekir mi?,"Bir yıllık borcu ve temel ihtiyaçları dışında 24 ayardan 80,18 gr. veya daha fazla altına veya bu değerde para veya ticaret malına sahip olan bir kimse, buna mâlik olduğu günden itibaren üzerinden bir yıl geçtiğinde, zekât vermekle yükümlü olur. Zekâta tâbi olan paranın alınan yardımlardan ve burs paralarından oluşması durumu değiştirmez." Kira gelirleri zekâta tâbi midir?,"Bir yıllık borcu ve aslî ihtiyaçları dışında 80.18 gr. altını veya bu miktar değerinde malı yahut parası olan kimseler, dinen zengin sayılır. Kira gelirlerinin zekâta tâbi diğer mal ve gelirlerle birlikte, temel ihtiyaçlar ve borçlar çıktıktan sonra nisap miktarına (80.18 gr. altın veya değeri) ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi hâlinde kırkta bir (%2,5) oranında zekâtının verilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/165, 190-191)." Zekât kimlere verilir?,"Zekâtın verileceği kimseler Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir. Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır (et-Tevbe, 9/60). Fakir ve miskin, temel ihtiyaçları dışında herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olmayan kimsedir. Ancak temel ihtiyaçları dışında, ister artıcı (nâmî) vasıfta olsun ister olmasın, herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olan kimse fakir veya miskin kapsamında olmadığından ona zekât verilmez (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/266). Borçlu, kul hakkı olarak borcu olan ve borcunu ödeyeceği maldan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimsedir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/268). Yolda kalmış kimse, sürekli yaşadığı yerde malı bulunsa bile, çıktığı yolculukta parasız kalıp parasına ulaşma imkânı bulamayan, başka bir deyişle, parasızlıktan yolda kalmış ve memleketine dönemeyen kimsedir. Bu kimseye, malının bulunduğu yere dönmesine ve dönünceye kadarki ihtiyaçlarını gidermesine yetecek kadar zekât verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/43- 46). Günümüzde yolcu olan kişi istediği zaman memleketindeki parayı banka kartı veya başka bir yöntemle alma imkânına sahipse ona zekât verilmez. “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi ise kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır." Zekât kimlere verilmez?,"Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara zekât ve fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Müslüman olmayanlara, e) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, f) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228)." Sütanne ve sütbabaya zekât verilir mi?,"Usûl ve furûa yani anne, baba, dede ve ninelerle, çocuk ve torunlara zekât verilmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/381). Çünkü kişi bakmakla yükümlü olduğu bu kimselere zekât verecek olsa verdiği zekât dolaylı yoldan kendisine dönmüş olacaktır. Oysa zekât veren, verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat sağlamamalı ve ondan yararlanmamalıdır. Ayrıca bu durumda, zekât olarak verilen malın ihtiyaç sahibinin mülkiyetine geçirilmiş olması şartı da ihlal edilmiş olur. Sütanne ve sütbaba ise kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için onlara zekât verilebilir." Fakir kardeşe zekât verilebilir mi?,"Fakir olan kardeşe zekât verilebilir. Kardeş çocuğu, amca, dayı, hala ve bunların çocukları da böyledir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354). Hatta zekât verirken yoksul akrabalara öncelik verilmesi daha sevaptır. Çünkü bunda hem zekât borcunu ödeme hem de sıla-i rahim vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Fakire verilen sadaka için bir ecir vardır. Sadakasını hısımına veren için iki ecir vardır: Hısımlık ecri ve sadaka ecri.” (Nesâî, Zekât, 82 [2582]; İbn Mâce, Zekât, 28 [1844]; bkz. Buhârî, Zekât, 44 [bâb başlığı]) buyurarak bunu teşvik etmiştir." "Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara zekât verilebilir mi?","Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs normal durumlarda bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Damat ve geline zekât verilebilir mi?,"Fakir olan damada ve geline zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir mi?,"Fakir olan kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Evlat edinilen (bakımı üstlenilen) çocuğa zekât verilebilir mi?,"Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuracak şekilde bir evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (el-Ahzâb, 33/4-5). Buna göre “evlat edinme”, evlat edinenle evlatlık arasında usûl-fürû ilişkisi meydana getirmez. Bu sebeple kişi, bakımını gönüllü olarak üstlendiği ve kendi soyundan olmayan bir çocuğa, fakir olması kaydıyla, zekât verebilir." Geçimini maaş veya ücretle sağlayanlara zekât verilebilir mi?,"İslâm’da zekât ve fitrenin kimlere verilip verilemeyeceği, kişilerin meslek gruplarına bakılmaksızın belirlenmiştir. Bu itibarla, belirli bir geliri bulunduğu hâlde, bu geliriyle asgari temel ihtiyaçlarını karşılayamayan veya temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra elinde 80,18 gram altın veya bu değerde bir mal bulunmayan kişilere zekât verilebilir. Bu kişilerin ücretli, memur, esnaf veya işsiz olması fark etmez. Ancak bu kadar malı olmasa bile kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olanlara zekât verilemeyeceği görüşünde olan âlimler bulunduğundan (Râfiî, el-Azîz, 7/377), zekât verirken daha yoksul olanlara öncelik verilmesi uygun olur." "Zekât âyetinde geçen “fî sebîlillah”ın kapsamına okullar, Kur’an kursları, camiler ve benzeri hayır kurumları girer mi?","Zekâtın sarf yerleri, Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Tevbe, 9/60) belirlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de toplanan zekâttan kendisine hisse verilmesini isteyen bir zata hitaben, “Yüce Allah, zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne razı olmadı, onunla ilgili hükmü kendisi verdi ve onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 23 [1630]) buyurmuştur. Bu itibarla, belirli şartları taşıyan Müslümanların yükümlü oldukları zekât ve fıtır sadakasının, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak tarafından belirlenen yerler dışında herhangi bir yere verilmesi veya cami, köprü, yol, okul, yurt, suyolu vb. hayır işlerine sarf edilmesi fakihlerin çoğunluğunca caiz görülmemiştir. Zira zekât ve fıtır sadakasının sahih olmasının şartlarından biri de temliktir. Temlik, eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Bu sebeple özellikle Müslüman fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı olan ve ancak temlik etmekle yükümlünün zimmetinden düşen zekât ve fıtır sadakasının, tüzel kişilere, hayır kuruluşlarına verilmesi caiz görülmemiştir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188). İlgili âyetteki “Allah yolunda” anlamına gelen “fi sebîlillah” ifadesi, kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır." Fıtır sadakası nedir ve ne zaman verilir?,"Halk arasında fitre diye bilinen fıtır sadakası (sadaka-i fıtır); insan olarak yaratılmanın ve Ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü olarak; dinen zengin olup Ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın, belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/103-105). Vacip oluşu, sünnetle sabittir (Buhârî, Zekât, 70-78 [1503-1512]; Müslim, Zekât, 12-21 [984-985]). Kişi, kendisinin ve küçük çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), köle-hür, büyük-küçük, kadın-erkek her Müslümana fitrenin gerektiğini ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât, 20 [1619]). Fıtır sadakasının vacip olma zamanı Ramazan Bayramının birinci günü olmakla birlikte, bayramdan önce de verilebilir. Hatta bu daha faziletlidir. Nitekim bayram namazından önce verilmesi müstehap kabul edilmiştir. Bununla birlikte, bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Ancak bayramdan sonraya bırakılması mekruhtur. Şâfiî mezhebinde ise; fitreyi, meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya bırakmak haramdır. Fitreyi Ramazan’ın ilk günlerinde vermek de caizdir (Nevevî,el-Mecmû’, 6/128). Fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması suretiyle onun bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır. Günümüzde fıtır sadakası miktarının belirlenmesinde, kişinin bir günlük (iki öğün) normal gıda ihtiyacını karşılayacak miktarın ölçü alınması daha uygundur. Kişi dinen zengin sayılanlara, usûlüne (anne, baba, dedeler ve nineler), fürûuna (çocuk ve torunlar) ve eşine fıtır sadakası veremez. Fitreler bir fakire verilebileceği gibi birkaç fakire de dağıtılabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224). Ancak bir kişiye verilen miktarın bir fitreden az olmaması evlâdır." Kimler fıtır sadakası vermekle yükümlüdür?,"Ramazan Bayramına kavuşan, temel ihtiyaçlarının ve bir yıllık borçlarının dışında nisap miktarı (80,18 gr. altın veya bu değerde) mala sahip olan Müslümanlar kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için fıtır sadakası vermekle yükümlüdürler (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Ancak fıtır sadakası ile yükümlü olmak için bulunması gereken nisap miktarı malın, “artıcı” özellikte olması ve üzerinden “bir kamerî yıl” geçmiş olması gerekmez. Kişi, kendisinin ve ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür (Kâsânî, Bedâî’, 2/70). Buna karşılık kişinin ana-babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fitre ödeme zorunluluğu yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Fakat vekâletleri olmadığı hâlde bu kişiler için ödeme yapsa geçerli olur. Şâfiî mezhebine göre ise fıtır sadakası vermek “farz”dır ve bununla yükümlü olmak için nisap miktarı mala sahip olmak şart değildir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Buna göre temel ihtiyaçlarının yanı sıra bayram günü ve gecesine yetecek kadar azığa sahip zengin-fakir her Müslüman fitre ile yükümlüdür (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Ayrıca varlıklı kimsenin Müslüman olan eşi, çocukları, ana-babası ve diğer yakınları için de sadaka-i fıtır vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/595; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/279-280)." "Fıtır sadakası kimlere verilebilir, kimlere verilemez?","Fıtır sadakası, kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl ve fürûuna veremez. (Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürûu ise; çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır.) Ayrıca eşler de birbirlerine zekât, fitre ve fidye veremez. Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, e) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228). f) Şâfiîlere ve İmam Ebû Yûsuf’a göre fitre, Müslüman olmayana da verilemez (Mâverdî, el-Hâvî, 3/387; 10/519; Merğinânî, el-Hidâye, 2/223). Zikredilenlerin dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301)." "Fıtır sadakasının buğday, arpa, hurma veya üzüm olarak verilmesi zorunlu mudur?","Fıtır sadakası, soruda sayılan maddelerden verilebileceği gibi bunların değeri para olarak da verilebilir. Ancak fakirin yararına olanı tercih etmek daha uygundur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366)." Fıtır sadakası cami inşaatı için verilebilir mi?,"Fıtır sadakasının geçerlilik şartlarından biri de temliktir. Temlik eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Cami, okul, köprü, yol vb. yerlere temlik söz konusu olmayacağından fıtır sadakası verilemez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/368-369)." Vaktinde verilmeyen fıtır sadakası borcu nasıl ödenir?,"Bütün ibadetlerde olduğu gibi sadaka-i fıtır yükümlülüğü de geciktirilmeyip zamanında yerine getirilmelidir. Bununla birlikte zamanında ödenmemişse, bu fitrelerin mümkün olan ilk fırsatta ödenmesi gerekir. Fitre yükümlülüğü, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve bir rivâyette İmam Mâlik’e göre Ramazan’ın son günü güneşin batmasıyla, İmam Ebû Hanîfe’ye ve diğer bazı müctehid imamlara göre ise bayram günü tan yerinin ağarmasıyla gerçekleşir. Böyle olmakla birlikte fitre Ramazan ayı içinde de verilebilir. Hatta fakirlerin bayram ihtiyaçlarını karşılamaları için bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Ancak bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Zamanında ödenmeyip sonraya kalan fitreler ise mümkün olan ilk fırsatta ödenmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/367). Şâfiî mezhebinde fitreyi, Ramazan’ın ilk günlerinde vermek caiz; meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya ertelemek ise haramdır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/128). Fakihlerin çoğunluğuna göre fitrenin ödenmesinin bayramdan sonraya bırakılması mekruh olmakla birlikte yapılan ödeme kaza değil edadır. Bazı fakihler ise fitreyi bayram sonrasına bırakmayı haram sayar ve yapılan ödemeyi kaza olarak nitelendirir (Cezîrî, el-Mezâhibüî-erbe‘a, 1/570)." "Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?","Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/365-366). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı hâlde sadaka-i fıtrin ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir." "Fitre, yemin kefareti ve oruç fidyesinin askıda ekmek uygulaması yoluyla verilmesi caiz midir?","Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi gibi dinî yükümlülüklerin fakirlere ulaştırılması için günümüzde çeşitli yöntemler gündeme gelmektedir. Bu bağlamda gündeme gelen yöntemlerden biri de askıda ekmek uygulamasıdır. Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesinin, fakirin bir günlük gıda ihtiyacını karşılayacak miktarda ve vasıfta olması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366). Yemin kefâreti ve oruç fidyesinin miktarı da bir fitre miktarıdır. Askıda ekmek uygulamasında ise bir kişiye asgarî fitre miktarı çoğunlukla verilememektedir. Ayrıca bu usulle zekât, fitre ve fidyenin, verilmesi gereken yerlere ulaşıp ulaşmadığının tespit edilmesi de oldukça zordur. Görüldüğü gibi bu uygulamada bir fitre miktarının verilmesi ve verilen ekmeğin fitre verilebilecek yere ulaştığı garanti edilemediğinden fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi, askıda ekmek uygulaması yöntemiyle ödenmiş sayılmaz. Bu tür uygulamaların genel hayır ve hasenât kabilinden sayılıp diğer gönüllü bağışlar yoluyla yaşatılması tavsiye edilir." Bebek için fitre vermek gerekir mi?,"Fıtır sadakasının dinen gerekmesinin (vücub) sebebi, ilgili hadislere dayanılarak “sağ olma” (sağ olarak Ramazan bayramına kavuşmuş olma) şeklinde belirlenmiştir. Bu itibarla Ramazan bayramından önce doğan bebekler için fitre vermek gerekir." "Adak nedir, dindeki yeri nedir?","Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak, fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılmasını” ifade eder. Diğer bir deyişle adak, “kişinin sorumlu olmadığı hâlde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılmasıdır” (Mevsılî, el-ihtiyâr, 4/76-77). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Dolayısıyla adağın yerine getirilmesi Kitap, Sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/90). Âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, Ona şükretmek için adak adanmasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevî amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.” (Buhârî, Eymân, 26 [6693]; Müslim, Nezir, 2 [1639]); “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26 [6692]; Müslim, Nezir, 3 [1639]) anlamındaki hadislerinden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır. Bazı âlimler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/450; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/3). Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda adağın yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82)." Adakla ilgili şartlar nelerdir?,"Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde ve büluğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/81-82). Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şunlardır: a) Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Mesela namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma, adak konusu olmaz. Türbelerde şeker ve helva dağıtma, mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur. b) Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olan bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezân ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz. c) Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Örneğin kişinin kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu adak konusu olmaz. d) Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olmalı, adak mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunmalıdır. Bir kimsenin sahip olmadığı muayyen bir malı adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Mesela ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir. Adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili olmamalıdır. e) Adanan fiil Allah’a isyanı, bidat, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Böyle olması hâlinde adak geçersiz olur. “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım.” şeklinde gerçekleşmemesini istediği bir şarta bağlı olarak adakta bulunan kimse, bu şartın gerçekleşmesi durumunda dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin keffâreti öder. Hanefîler bu durumda yemin keffâreti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahitleşme, sözü kuvvetlendirme anlamı taşıdığından yemin sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/738-739)." Güç yetirilemeyecek bir şey adamak geçerli olur mu?,"Adağın geçerli olması için adanan şeyin yerine getirilmesi fiilen ve dinen mümkün ve meşru olmalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82-92; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/229). Bu itibarla bir kişinin, başkasına ait olan bir malı veya hiçbir zaman güç yetirilemeyecek bir şeyi adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerli olur. Adakta bulunan kişinin, adağını kendi malıyla yerine getirmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/737, 741-742). Kendi malı yok ise tövbe etmeli, mal edindiğinde de adağını yerine getirmelidir. Bedenî ibadetler konusunda ise; oruç tutmayı adayıp da hastalık veya yaşlılık gibi mazeretleri sebebiyle adaklarını yerine getiremeyecek olan kişilerin, her bir oruç için bir fidye vermeleri gerekir. Aynı şekilde ömür boyu oruç tutmayı adayan kişi, sağlığı el verdiği ölçüde adağını yerine getirmeli, bunun mümkün olmaması hâlinde ise her gün için bir fidye vermelidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/91; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/77-78; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/209). Eğer namaz adanmışsa; îmâ ile de olsa adanan namaz kılınmalıdır. Buna da güç yetirilememesi hâlinde tövbe edilmelidir. Böyle bir kişi, daha sonra bu ibadetleri yapmaya gücü yeterse, adağını yerine getirmelidir." Adak kurbanı kesmenin hükmü nedir? Etinden kimler yiyemez?,"Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi bu adağı, bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, eşi, usûl ve fürûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları) yiyemeyeceği gibi bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez (Zeylaî, Tebyîn, 6/8; Bilmen, İlmihal, 304-305). Eğer kendisi veya bu sayılanlardan biri yerse, yenilen etin bedelinin yoksullara verilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203)." Adak kurbanı düğün vb. toplantılarda ikram edilebilir mi?,"Adak kurbanının etinden, adağı yapan kişinin yemesi caiz olmadığı gibi; bu kişinin eşi, usûl ve fürûu (yani annesi, babası, nineleri, dedeleri, çocukları, torunları) ve dinen zengin sayılan kimseler de yiyemezler. (Zeylaî, Tebyîn, 6/8). Adak kurbanının etini bu sayılanlar dışında kalan ve dinen fakir olan kimseler yiyebilirler. Düğün vb. toplantılarda fakirlerin yanı sıra zenginler de bulunabileceğinden, adak kurbanının bu gibi yerlerde ikram edilmesi caiz olmaz. Eğer böyle bir durumda, adakta bulunan kişinin kendisi, usûl veya fürûundan birisi ya da zengin biri yemiş bulunursa, yenilen miktarın bedeli fakirlere tasadduk edilmelidir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203)." Adak kurbanında bulunması gereken nitelikler nelerdir?,"Kurbanlık hayvanda aranan nitelikler, adak kurbanında da aranır. Kurbanlık hayvanda aranan şartlar ise şunlardır: a) Belirli yaşları tamamlamaları gerekir. Buna göre 5 yaşını dolduran deve, 2 yaşını dolduran sığır ve manda, 1 yaşını dolduran koyun ve keçi kurban edilebilir. Bu yaşa gelmiş kurbanlık hayvanın dişini değiştirip değiştirmediğine (kapak atmak) bakılmaz. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). b) Ayıplardan uzak, sağlıklı, azaları tam ve besili olması gerekir. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzları kökünden kırık, kuyruğu ve kulaklarının yarıdan fazlası kesik, memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, yemini bulmasına engel olmayacak derecede şaşı, kurban edileceği yere gitmesine engel olmayacak ölçüde topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine engel teşkil etmez (Kâsânî, Bedâi‘, 5/74-76)." Adak kurbanı ne zaman kesilmelidir?,"Bir şarta bağlı olarak kurban kesmeyi adayan kişi, şart gerçekleşmesi hâlinde adağını ilk fırsatta yerine getirmelidir. Şarta bağlı olmayan adaklar ise herhangi bir vakitte yerine getirilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/735-738; 6/332-332). Ancak uygun olanı, ilk fırsatta yerine getirilmesidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/93-94). Eğer udhiyye yani kurban bayramı günlerinde kesilmesi gereken kurban adanmışsa bunun kurban bayramı günlerinde; hedy yani harem bölgesinde kesilecek bir kurban adanmışsa bunun da harem bölgesinde kesilmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/333). Bunların dışındaki adak kurbanlarının herhangi bir yer ve zamanda kesilmesi caizdir. Dolayısıyla adak kurbanlarının mutlaka kurban bayramı günlerinde kesilmesi şart değildir. Bu yöndeki kanaatler, dinî bir temele dayanmamaktadır." Kurban kesmeyi adayan bir kimse bu adaktan vazgeçebilir mi?,"Kur’ân’da değişik yerlerde; verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya masiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet bulunulmuşsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Bu itibarla kişinin gerçekleşmesini istediği bir şey için kurban adağında bulunması hâlinde o şeyin gerçekleşmesine bağlı olarak adağını yerine getirmesi gerekir. Yapılan bir adaktan vazgeçilmesi adak yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak adak maddî imkânı gerektiren türden ise kişi bu adağı maddî imkânı müsait olduğunda yerine getirir." Bir koç kurban etmeyi adayan kişi mutlaka koç mu kesmelidir? Bir büyükbaş hayvana ortak olabilir mi?,"Bir koç kesmeyi adayan kimse koç kesebileceği gibi koyun veya keçi de kesebilir. Çünkü bunlar aynı cinsten (davar) kabul edilmektedir. Aynı şekilde bu kişinin ibadet niyetiyle kesilecek olan bir sığıra hissedar olarak girerek adağını yerine getirmesi de mümkündür. Çünkü amaç kurban kesmektir. Bu şekilde de amaç yerine gelmiş olur. Ancak sığır kesmeyi adayan kişinin, koyun kesmesi ile adağı yerine gelmiş olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224). Cins belirlemeksizin “bir kurban keseceğim” diye adakta bulunan bir kimse ister koyun, isterse de sığırdan bir hisseye girerek dilediği cinsten bir kurbanlık hayvan kesebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224)." "Rüyada kurban kesmeyi adayan kişi, bu adağını yerine getirmeli midir?","Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Bu itibarla rüyada kurban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını yerine getirmesi gerekmez." "Yemin ne demektir, dinî hükmü nedir?","Yemin, bir kimsenin Allah’ın ismini veya bir sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Mesela “Vallahi (Allah’a yemin ederim ki) şu işi yapmam”, “Billahi (Allah’a yemin ederim ki) şu yere gitmeyeceğim” şeklindeki beyanlar böyledir. Yemin etmek aslında mübah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Yerine getirilmesi mümkün ve mübah olan bir şeyi, ileride yapacağına veya yapmayacağına yemin eden kişi, bu yeminini yerine getirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/702-703). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözün yerine getirilmesi hakkında “Yeminlerinizi koruyunuz (yerine getiriniz)” (el-Mâide, 5/89), “Allah adına yaptığınız ahitleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir.” (en-Nahl, 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir." Ağız alışkanlığı ile yerli yersiz edilen yeminin hükmü nedir?,"Gereksiz yere yemin etmek ve çok yemin etmeyi alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, çok yemin etmenin Yüce Allah’ın hoşuna gitmeyen işlerden biri olduğuna işaret edilerek, “Yemin edip duran kimseye boyun eğme!” (el-Kalem, 68/10) buyrulmuştur. Dil alışkanlığıyla söylenen, başka bir deyişle, herhangi bir işin yapılması veya yapılmaması yönünde bir içeriğe sahip olmayan “vallahi”, “billahi” şeklindeki sözler hükümsüz (lağv) yemin sayıldığı gibi yalan söyleme kastı olmaksızın, geçmiş veya şimdiki zamandaki bir husus üzerine doğru olduğunu zannederek yapılan yemin de ""lağv yemini"" sayılır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz.” (el-Mâide, 5/89) buyrularak bu tür yeminden dolayı keffâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakmaları gerekir. Hiçbir kasıt olmasa bile gelecekteki bir iş hakkındaki her türlü yemin, mün’akid yemin kapsamındadır ve yeminin gereği yerine getirilmediğinde keffâret gerekir. Yani bu tür yeminler kasıtsız söylense bile yemin-i lağv sayılmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 2/317)." Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?,"Her ne şekilde olursa olsun geçerli (mün’akide) olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir (el-Mâide, 5/89)." Yemin keffâretini yerine getirmekten aciz olan kimse ne yapmalıdır?,"Yemin keffâretini yerine getiremeyenler, keffâreti ertelerler ve imkân buldukları ilk anda bu keffâreti eda ederler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/112). Ancak keffâretini yerine getirmeden ölen kişi; vasiyet etmişse keffâret geriye kalan malından ödenir. Vasiyet etmemişse varisleri onun bu keffâretini kendiliklerinden ödeyebilirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/96)." Bozulan her bir yemin için ayrı ayrı mı yoksa hepsi için bir keffâret mi ödenmelidir?,"Birden çok yemin edip sonra da bozmanın çeşitli şekilleri vardır: a) İster peş peşe isterse farklı zamanlarda, birden çok yemin edilerek, her bir yeminde diğerinden farklı bir işin yapılması veya yapılmamasından söz edilmesi durumunda, fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre her bir yeminin ihlalinden dolayı ayrı ayrı keffâret gerekir. Mesela, “Vallahi şu kimsenin evine girmeyeceğim”, “Vallahi onunla konuşmayacağım” şeklinde söylenen sözlerin her biri ayrı birer yemindir. Yemin bozulup söz konusu kişinin evine girilmesiyle bir keffâret, o kişiyle konuşmakla ayrı bir keffâret gerekir. İmam Muhammed’e nispet edilen bir keffâretin yeterli olacağı şeklindeki bir görüş bazı fıkıh kitaplarında ve ilmihallerde yer almışsa da bu görüş, başta erken dönem kaynakları olmak üzere diğer Hanefî kaynaklarında yer almayan ve sıhhatinde bazı kuşkular bulunan bir nakildir. Din İşleri Yüksek Kurulu da böyle bir yeminin bozulması durumunda her bir yemin için ayrı kefaret ödeneceği yönünde karar vermiştir (DİYK 28.05.1952 tarih ve 267 sayılı karar). b) Bir yemin cümlesinde, Allah’ın adı yemin için bir defa zikredilmekle beraber, yapılması veya yapılmaması söz konusu edilen işler sayıca birden fazla olursa, bunların hepsi birden ihlal edilse bile bir kefaret yeterlidir. Mesela, “Vallahi şunu yemeyeceğim, şunu içmeyeceğim” diyen kimse, hem yiyerek hem de içerek verdiği söze aykırı davranırsa, sadece bir keffâret gerekir. c) Bir yemin cümlesinin tamamı birden fazla mesela, “Vallahi şu işi yapmayacağım”, “Vallahi şu işi yapmayacağım” şeklinde tekrar edilir ve sonra da bu yemin bozulursa; Hanefî mezhebinde kabul gören görüşe göre, ne kadar tekrar edildiyse o kadar sayıda kefaret gerekir. Böyle bir yemin tekrarının aynı zaman ve ortamda veya farklı zaman ve ortamlarda yapılması hükmü değiştirmez. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde kabul gören görüşlere ve bazı Hanefîler'e göre ise bir keffâret yeterlidir. d) Bir yemin cümlesinde, yemin konusu olan iş bir defa zikredilmekle beraber, Allah’ın isminin tekrar edilmesi veya O’nun birden fazla isminin kullanılması hâlinde, başta İmam Muhammed olmak üzere fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre bu tek bir yemin sayılır ve bozulması durumunda bir keffâret yeterlidir (bkz. Sahnûn, el-Müdevene, 1/589-590; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/514; Kâsânî, Bedâi‘, 3/9-10)." "Yemin keffâreti ödeyen bir kimse, aynı konuda tekrar yemin eder ve yeminini yine bozarsa, bunun için de yeni bir keffâret ödemeli midir?","Geçmişte ödenmiş ve zimmetten düşmüş bir keffâret, gelecekte yapılacak hataları örtmez. Bu sebeple geçmişte bozulan bir yeminden dolayı keffâret ödendikten sonra tekrar yemin edilir ve bu yemin de bozulursa, tekrar yemin keffâreti ödenmesi gerekir. Ancak bir konuda yemin edip yeminini bozan kişi keffâret ödemeden aynı konuda tekrar yemin etse ve bu yemini de bozsa hepsi için tek keffâret öder." Dinî bir emri yerine getirmemeye veya bir haramı işlemeye yemin eden kişi ne yapmalıdır?,"Farz veya vacip olan bir şeyi yapmamaya ya da haram ve günah olan bir şeyi yapmaya yemin etmek, Müslümana yakışan bir davranış değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, “İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah’ı siper yapmayın. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 2/224) buyurmaktadır. Bununla birlikte, bu tür bir yemin edildiğinde, yemini yerine getirmeyip bozmak ve ardından yemin keffâreti vermek gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/13). Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) , “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve keffâret ödesin. ” (Müslim, Eymân, 11-17 [1650]; bkz. Buhârî, Eymân, 1 [6622]) buyurmuştur." Eşinin evine gitmeyeceğine yemin eden bir kadının ne yapması gerekir?,"Nikâh akdinin kadın ve erkeğe yüklediği birtakım hak ve sorumluluklar vardır. Bir kadının eşinin evine gitmesi nikâh akdinin doğurduğu temel sonuçlardan biridir. Dolayısıyla eşinin evine gitmemeye yemin eden bir kadın, meşru bir mazeret olmadıkça eşinin evine gider ve yemin keffâreti öder." "“Sana sütümü helal etmem, hakkımı helal etmem” şeklinde söylenen sözler yemin sayılır mı?","Bir anne veya babanın, isyankâr bir çocuğuna karşı “sana sütümü/hakkımı helal etmem” ve benzeri sözleri yemin hükmünde değildir. Ebeveynlerin çocuklarına haksız yere manevî baskı kurmaları ve onların şahsiyetlerine saygı göstermemeleri doğru değildir. Esasen bu tür sözler hiçbir hüküm de ifade etmez. Öte yandan çocukların, anne ve babaya karşı dinî görevlerinden biri de meşru işlerde onlara karşı isyan etmemek ve daima saygı göstermektir. Nitekim “(Rabbin), anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle!” (el-İsrâ, 17/23) mealindeki âyet, anne babaya iyi davranmanın önemine işaret etmektedir." Evlenme teklifi yapılan bir kadına bir başkasının teklifte bulunması caiz midir?,"Kendisine evlenme teklifi yapılan bir kadına henüz karar aşamasında iken bir başkasının teklifte bulunması mekruh kabul edilmektedir. Nitekim konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biri sakın Müslüman kardeşinin dünür gittiği birine talip olmasın” (Müslim, Nikâh, 50 [1412]; bkz. Buhârî, Nikâh, 45 [5142]) buyurmuştur. Aksi yönde bir davranış taraflar arasında husumete sebep olabileceğinden istenmeyen neticelere yol açabilir. Kadının teklife olumsuz cevap vermesi hâlinde ise bir başkası ona evlilik teklifinde bulunabilir (bkz. Şâfiî, el-Ümm, 5/42; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/143-147; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/533-534)." Nişanlıların rahat görüşebilmek için dinî nikâh kıymaları uygun mudur?,"Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden biri bu akitten önce genellikle bir nişanlanma döneminin geçirilmesidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir. Bu dönemde nişanlıların mahremiyet ölçülerini gözetmek kaydıyla birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla görüşüp konuşmalarında bir sakınca yoktur. Fakat nişanlıların dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları ve benzeri İslâm’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir (Tirmizî, Fiten, 7 [2165]). Günümüzde gençler, gerek velilerinden izinsiz olarak gerekse velilerin bilgisi dâhilinde nişanlılık döneminde güya dinî hassasiyetleri gözetmek amacıyla halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmakta ve sonuçta hiç de arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelmektedir. Bu tür olayların yaşanmaması için yapılan nikâh akitlerinin mutlaka kayıt altına alınıp hukuki güvenceye kavuşturulması, yani resmî olması gerekir. Çünkü dindar olduğunu söyleyen gençler veya aileleri, resmî tescilin olmadığı durumlarda çok kere, aralarında akdedildiği ifade edilen akitlerin gereğini yerine getirmemekte, taraflardan biri ve genellikle kız tarafı mağdur duruma düşmektedir. Böylece, dinimizin nikâh akdinden gözettiği ulvi gaye gerçekleşmek şöyle dursun, insanlar din adına birbirlerine zulmeder hâle gelmektedirler. Nikâh kıyıldığında dinen evlilik hayatı başlar ve karı-koca arasında mehir, nafaka, miras gibi birtakım haklar ve sorumluluklar tahakkuk eder. Günümüzde bu haklar, evlilik resmen tescil ettirilmeksizin korunamadığından, evlenecek kişilerin “resmî nikâh” kıyılmadan halk arasında “dinî nikâh” ya da “imam nikâhı” olarak bilinen geleneksel merasimi yapmaları uygun değildir." "Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?","Evlilik ciddi bir müessesedir. Evlenmek isteyen kimselerin öncelikle resmî muamele yaptırmaları, sonra halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmaları uygun olur. Bununla birlikte, evlenmek üzere nişanlanan kimselerin şartlarına uygun olarak yaptıkları nikâh akdi de dinen geçerlidir. Bu durumdaki bir kadın, nikâhlandığı kimsenin dinen eşi olduğundan, kocası kendisini boşamadıkça bir başka erkekle evlenemez. Daha sonra kız fiilen bir araya gelmekten vazgeçer; fakat erkek onu boşamazsa, dinen nikâh devam eder. Bu durumda yapılacak şey, bir şekilde erkeğin boşamasını sağlamak, bu yapılamadığı takdirde, hakemler aracılığıyla aralarını tefrik etmektir. Böyle bir durumda erkeğin, sırf kadına zarar vermek amacıyla kadını boşamamakta ısrar etmesi dinen doğru değildir (el-Bakara, 2/231). Dolayısıyla söz konusu olayda öncelikle sözü dinlenir, ilim ve fazilet sahibi bir kişi, karı-koca arasını ıslaha çalışmalı; bu mümkün olmazsa boşamamakta direnen kocaya bu tutumunun hiçbir yarar sağlamadığını, böyle bir nikâha son vermesi gerektiğini, nikâhın karşı tarafa zarar vermek amacıyla kullanılamayacağını, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu anlatarak erkeğin boşamasını sağlamaya çalışmalıdır. Buna rağmen erkek boşamamakta ısrar ederse, kadın ve erkeğin aileleri bu konuda bir sonuca varmak üzere birer hakem seçerler. Ailelerden biri direnir, hakem seçmezse karşı taraf onun yerine âdil ve tarafsız bir hakem seçebilir. Seçilen hakemler öncelikle arabuluculuk yaparlar. Lüzum ve zaruret bulunduğunda kocanın rızası olmasa bile ayrılmalarına karar verebilirler. Böylece taraflar arasında nikâh bağı sona ermiş olur." Boşanan kadının mali hakları nelerdir?,"Boşanan kadın, eğer halvet-i sahiha veya zifaf gerçekleşmişse hakkı olan mehrin tamamını alır. Ayrıca erkek eşini, onun talebi olmaksızın boşamışsa, müt‘a adı verilen gönül alıcı bir hediyenin verilmesi, Şâfiî mezhebine göre vâcip, Hanefî mezhebine göre müstehap görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/111; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 3/219-220). Şâyet nikâh esnasında veya sonrasında belirlenmiş bir mehir yoksa kadın, başta kız kardeşleri olmak üzere kendisine babası tarafından olan akrabalarından eğitim, güzellik, sosyal statü itibarıyla denk sayılacak bir kadının aldığı kadar bir mehri hak eder. Buna mehr-i misil denir. Ayrıca erkeğin, boşadığı kadının bekleyeceği iddet süresince, ona nafaka ve mesken temin etmesi gerekir (et-Talâk, 65/1, 6). Şâyet bir kadın henüz kocası ile cinsel birliktelik yaşamadan veya halvet-i sahîha meydana gelmeden boşanmışsa, belirlenen mehrin yarısını (el-Bakara, 2/237); mehir belirlenmemişse, fıkıh ıstılahında “müt‘a” denilen hediyeyi hak eder (el-Bakara, 2/236). Kur’ân ve sünnette müt‘anın ne kadar olduğu belirlenmemiş, bu konuda erkeğin sahip olduğu maddî imkânlar ve örf esas alınmıştır (el-Bakara, 2/236; Muvatta’, Talâk, 46). Ancak fakihler, ilgili naslardan ve uygulamalardan yola çıkarak, müt‘anın mehr-i mislin yarısını geçmemesi gerektiğini belirtmişlerdir (İbn Mâze, el-Muhît, 3/112). Bu sebeple mahkemenin mehr-i mislin yarısını aşan veya fahiş kabul edilebilecek bir tazminatı belirlemesi hâlinde kadının mezkûr miktardan fazlasını alması haksız kazanç sayılacağından fazla miktarı tekrar eski eşine iade etmesi gerekir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak, muayyen bir miktar belirlemişlerse, bu durumda müt‘anın mehr-i mislin yarısından fazla olmasında bir sakınca olmadığı da söylenmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/110, 111; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 6/365)." Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?,"İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer." Boşanmadan sonra çocukların bakım hakkı kime aittir?,"Çocuğun doğumdan itibaren beslenmesini, bakım ve temizliğini belli bir süreye kadar en iyi bir biçimde annesi yerine getireceğinden bakım hakkı öncelikle anneye tanınmıştır. Annenin şefkat, merhamet ve bu işlere dönük fıtrî becerisinin bulunması da bunu gerektirmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/143; Merğinânî, el-Hidâye, 2/283; İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/237; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193). Bir kadın Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Ey Allah’ın Elçisi! Şu benim oğlumdur. Karnım ona yuva, göğsüm pınar, kucağım da sıcak bir kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istiyor.” diye şikâyette bulununca Resûl-i Ekrem; “Başkası ile evlenmediğin sürece onun üzerinde önce sen hak sahibisin.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276]) buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir de (r.a.) eşinden ayrılan bir babaya; “Annesinin okşaması, kucağına alması ve kokusu, çocuk açısından senin yanında kalmasından daha hayırlıdır. Sonra çocuk büyüyünce seçimini yapar.” (Abdürrezzâk, el-Musannef, 7/154 [12601]) demiştir. Çocuğun bakım ve terbiyesi sorumluluğu kendisine verilen kişinin akıllı, ergin, bu işi yapabilecek güçte ve çocuğu hayat, sağlık ve ahlakî bakımlarından koruma konusunda güvenilir olması gerekir. Hem kadın hem erkekte aranan bu ortak nitelikler yanında sadece kadında ve sadece erkekte aranan başka şartlar da vardır. Erkeğin Müslüman olması, bakacağı çocuk kız ise ona mahrem olması; kadının çocuğa yabancı yani mahrem olmayan biriyle evli olmaması bu tür özel şartlardandır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258 vd.; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 6/388-393 vd.; Bilmen, Kâmus, 2/432). Çocuğun bakımı ve yetiştirilmesinin süresi (hidâne) çocuğun buna olan ihtiyacı ile orantılıdır. Hukukçular bu süreyi çocuğun kendi başına yemek yiyip giyinebileceği yaşa ulaşmasını ölçü alarak belirlemişlerdir. Dolayısıyla bu süre erkek çocukta yedi-dokuz; kız çocukta dokuz-on bir yaşlarında sona erer. Mâlikîlere göre bu müddet, erkek çocukta ergenlik çağına, kız çocukta ise evlenmesine kadar uzamaktadır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258-259). Süre sona erince çocuğun sorumluluğu, hukukçuların çoğunluğuna göre babaya intikal ederken; Şâfiî ve Hanbelîler kararın çocuk tarafından verileceğini, anne-babasından hangisini seçerse onun yanında kalacağını söylemişlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/239; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/198). Hz. Peygamber’in (s.a.s.), anne-babası boşanmış bir erkek çocuğu, onlardan hangisini seçeceği konusunda muhayyer bırakması (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276-2277]; Tirmizî, Ahkâm, 21 [1357]) ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yukarıda naklettiğimiz sözü, bu son görüşü teyit etmektedir." Boşanmadan sonra çocukların nafakası kime aittir?,"Çocukların ve annelerinin nafakalarını/temel ihtiyaçlarını karşılama görevi, babaya aittir (el-Bakara, 2/233; et-Talâk. 65/6). Nafaka borcu, yükümlünün ekonomik gücüne göre tespit edilir (et-Talâk, 65/7). Baba, çocuğun nafakasını temin edemeyecek kadar fakirse babanın kardeşi veya anne bunu temin edebilecek maddî güce sahipse baba, gücü yettiğinde ödemek üzere, onlara borçlanarak nafakayı karşılar. Kız çocuklar büyük de olsa küçük çocuklar gibi olup, evleninceye kadar nafakaları babaya, evlendikten sonra kocaya aittir. Erkek çocuklar ise çalışıp kazanır hâle gelinceye kadar baba nafakalarını temin eder, çalışıp kazanabilecek hâle gelince nafaka sorumluluğu sona erer. Ancak çocuk büyük de olsa nafakasını kazanamayacak bir özre sahip olduğunda, nafakası yine babaya aittir (Serahsî, el-Mebsût, 5/208)." Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?,"Yüce Allah, akrabaya yardım ve iyiliği emretmektedir. Kur’ân’da, “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver.” (el-İsrâ, 17/26); “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (en-Nisâ, 4/36) buyrulmuştur. Allah Resûlü de  (s.a.s.) hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resûlü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 128 [5140]) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin câiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, 5/208). Buna göre erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması gerekir." Süt haramlığının delili nedir? Süt akrabalığının oluşma şartları nelerdir?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de  (s.a.s.) “Nesep yoluyla evlenilmeleri haram olanlar, süt yoluyla da haramdır.” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546)." Çocuğun süt gelmeyen memeyi emmesiyle süt akrabalığı oluşur mu?,"Süt akrabalığının oluşması için emziren kadının sütünün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Dolayısıyla süt gelmeyen memeyi emmekle süt akrabalığı oluşmaz (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/138; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309)." Bir kadının kendi çocukları dışında farklı doğumlarda emzirdikleri arasında süt kardeşliği olur mu?,"İster aynı doğumda ister başka doğumlarda olsun, bir kadından süt emen bütün çocuklar birbirleriyle süt kardeşi olurlar (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/343). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden süt emilen kadınlar “sütanne”, aynı kadından süt emen çocuklar da “süt kardeş” olarak isimlendirilmiş ve bunlar arasında süt akrabalığının meydana geleceği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/23; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/65-66)." """Süt bankası""ndan alınan sütle süt hısımlığı oluşur mu? Süt bankasındaki sütlerin karışmış olması hükmü etkiler mi?","Süt akrabalığı, bebeğin memeden sütü emmesiyle oluştuğu gibi kadından alınan sütün içirilmesiyle de oluşur. Dolayısıyla süt bankasından temin edilen sütün emme yaşındaki çocuklara verilmesiyle süt akrabalığı oluşur. Bu nedenle süt akrabalığında herhangi bir karışıklığa meydan vermemek ve dinen haram sayılan bir evliliğe sebep olmamak için süt verenlerle süt emenlerin kimliklerinin kayda alınması ve bu konuda titizlik gösterilmesi şarttır. Süt bankasına farklı kadınlar tarafından verilen sütlerin karıştırılmış olması bu hükmü değiştirmez. Bu durumda süt veren kadınların tamamıyla bu sütleri içen çocuklar arasında süt hısımlığı oluşmuş olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/343-344)." Göze veya kulağa damlatılan sütten dolayı süt akrabalığı meydana gelir mi?,"Süt hısımlığının oluşması için sütün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Bunun sebebi, emilen sütün çocuğun beslenmesi ve büyümesindeki katkısıdır. Göze veya kulağa damlatılan sütün beslenme ve büyümede etkisi yoktur. Dolayısıyla bu organlara damlatılan süt sebebiyle süt akrabalığı meydana gelmez (Merğinânî, el-Hidâye, 1/245; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/313; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/344)." Süt sebebiyle oluşan mahremiyette ölçü nedir?,"Aralarında süt hısımlığı bulunan kimseler birbirlerinin mahremidirler yani bunların birbirleriyle evlenmeleri ebediyen haramdır. Süt akrabalığı ile nesep akrabalığı arasında mahremiyet açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla bakma, dokunma, bir arada bulunma, beraber seyahat etme vb. konularda nesep akrabası için söz konusu olan kurallar süt akrabası için de aynen geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/113)." Bir kimse sütbabasının diğer hanımından olan çocuğuyla evlenebilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de  (s.a.s.) “Nesep bakımından haram olan süt bakımından da haramdır” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Bu yüzden kişi, kendi baba bir kardeşiyle evlenemeyeceği gibi sütbabasının diğer hanımından olan çocuğu da baba bir süt kardeşi olduğundan, onunla da evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, 5/242)." Bir kimse kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir mi?,"Süt akrabalığı, sadece emziren ve emen arasındaki süt emme fiilinden doğduğu için sütanne ve bazı akrabaları ile; süt emenin kendisi ve öz çocukları ile sınırlı kalmakta, bunların dışındaki akrabalar arasında evlenme engeli meydana gelmemektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/130). Bu yüzden kişi, kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir." Sütkardeş oldukları evlendikten sonra anlaşılan çiftlerin durumu ne olacaktır?,"Süt emme ve emzirmenin evlilik engeli sayılabilmesi için emme olayının kesin olarak sabit olması gerekir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546). Kocanın, eşiyle süt kardeş olduğunu ikrar edip, ikrarında ısrar etmesi ya da âdil iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile süt kardeş oldukları sabit olan evli çiftlerin araları ayrılır. Bu durumda, çiftler arasında cinsel yakınlık olmuş ise kadın, belirlenen mehir ile mehr-i misilden en az olanı hak eder. Cinsel yakınlaşma olmamış ise kadın, mehir olarak bir şey alamaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/380-381). Şâfiî mezhebine göre süt akrabalığının varlığı, erişkin iki erkek, bir erkek iki kadın veya dört kadının şahitliğiyle ispat edilebilir. Yine bu mezhebin kuvvetli görüşüne göre, süt emmeye şahitlik etmek, mahremiyetin sabit olması için yeterli değildir. Şahitlerin; süt emme vaktini, emme sayısını ve sütün, emen çocuğun midesine ulaştığını söylemeleri gerekir (Şâfiî, el-Ümm, 6/94; Nevevî, el-Mecmû’, 20/260). Buna göre, evlendikten sonra süt kardeş oldukları ihtimali beliren çiftler, Şâfiî mezhebinde ileri sürülen şartlar gerçekleşmemişse bu mezhebin görüşü doğrultusunda evlilik hayatına devam edebilirler." Ücretle sütanne tutmak caiz midir?,"Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda çocuğa karşı yerine getirilmesi gereken önemli bir hak olarak görülmüştür. Allah Teâlâ “Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da babanın borcudur. Hiç kimse gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılınamaz. Ne ana çocuğu yüzünden zarara uğratılsın ne de babası çocuğundan dolayı zarar görsün” (el-Bakara 2/233) buyurmuş ve emzirmeyi bir vazife olarak annelere yüklemiştir. Ancak aile isterse çocuğu sütanneye de verebilir. Annenin çocuğu bizzat emzirmesinin sağladığı yararlar dikkate alındığında meşru mazeret olmadıkça annelerin emzirmeden kaçınmamaları gerekir. Çocuğun sütanneye verilmesi durumunda emzirme karşılığında bir ücret talep edilirse, bu ücret baba tarafından ödenir (el-Bakara 2/233, el-Talâk 65/6)." Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?,"İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb, 33/4) meâlindeki âyetle kaldırılmış, ardından gelen âyette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslâm’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24 [6005]; Müslim, Zühd, 42 [2983]) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, ona öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi onu kanuni mirasçıları arasına katması ve aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından kendisine öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi; onu koruma altına almak, bakmak, büyütmek, maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir." Koruyucu aile kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödediği paranın alınmasında dinen bir sakınca var mıdır?,"Koruyucu aile programı uygulaması kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödeyeceği paranın çocuğa harcanması veya onun adına saklanması hâlinde koruyucu aile tarafından alınmasında dinî açıdan bir sakınca yoktur. Bununla birlikte, himaye eden ailenin fakir olması durumunda çocuk için verilen paradan makul şekilde istifade etmesi de câizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (bulâğa) erdiklerinde, eğer reşîd olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 4/6) buyrulmuştur. Öte yandan dinimizde çocuğun anne-baba ile olan nesep bağının koparılması onun duygu dünyasını yıkmak ve onu ruhen öldürmek sayılabileceğinden dolayı doğru bulunmamıştır (bkz. el-Ahzâb, 33/4-5; Buhârî, Megâzî, 57 [4326]; Müslim, Îmân, 114-115 [63]). Bu yüzden çocuk, Allah’ın emaneti olarak görülmeli, bu emanete hakkıyla riâyet için çaba ve gayret gösterilmeli, maddî sıkıntılar sebebiyle evlatlık verilip gerçek anne-baba şefkatinden mahrum bırakılmamalıdır." İddet ne demektir? İddet süreleri ne kadardır?,"“Saymak, miktar, adet” anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kavramı olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi hâlinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik bağını bir anda yok etmeme gibi hikmetleri bulunmaktadır. Evlilik, boşanma veya fesih yoluyla sona ermişse ve kadın da hamile değil ise âdet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler. “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler.” (el-Bakara, 2/228). Herhangi bir sebeple âdet görmeyenler ise üç ay süreyle iddet beklerler. “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (et-Talâk, 65/4). Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.” (el-Bakara, 2/234). Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer. “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (et-Talâk, 65/4). İddet beklemenin başlangıcı, tarafların fiilen birbirlerinden ayrı kaldıkları an değil, boşamanın veya ölümün gerçekleştiği andır. İddet beklemekte olan bir kadının başka biri ile nikâhlanmasının haram olmasının hikmeti, kendisinde hâlâ eski evliliğinin etkilerinin bulunabilmesi, eski kocasının haklarının korunması ve neslin birbirine karışma ihtimalinin bulunmasıdır." Evlenmenin dinî hükmü nedir?,"İslâm, evliliği ve evlilik yoluyla neslin devamını emretmiştir. Nitekim âlimlerimiz neslin devamını, İslâm’ın gerçekleştirmeyi hedeflediği beş temel zarurî esastan biri olarak görmüşlerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de evli olmayanların evlendirilmesi emredilmiş, fakir olsalar bile Allah’ın onları kendi lütfundan rızıklandıracağı bildirilmiş (en-Nûr 24/32); evlilik hükümleri detaylı bir şekilde anlatılmış (en-Nisâ 4/3, 23) ve insana kendi türünden huzur bulacağı eşlerin yaratılması da Allah’ın varlığının ve hikmet sahibi oluşunun delili olarak gösterilmiştir. (er-Rûm 30/21) Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanları evlenmeye teşvik ederek; “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” (Buhârî, Nikâh, 2-3 [5065-5066]; Müslim, Nikâh, 1 [1400]) ve “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh, 1 [1846]; bkz. Buhârî, Nikâh, 1 [5063]; Müslim, Nikâh, 5 [1401]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 6/173 [10391]) buyurmaktadır. Bu itibarla evlilik, meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet olarak görülmüştür (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/7). Bununla birlikte evlenmediği takdirde günaha girme ihtimali yüksek olan kimsenin evlenmesi vaciptir. Bir kimsenin davranışlarına yansıyan kişilik bozuklukları sebebiyle evleneceği eşine zulmetmesinden endişe edilmesi hâlinde ise evlenmesi mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/82)." Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar kimlerdir?,"İslâm dininde evlenilmesi haram olan kadınlar âyet ve hadislerde belirtilmiş ve bunların dışındakilerle evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle evlenilmesi haram olan kadınlardan bahsederken öncelikle Câhiliye döneminde bir nikâh türü olan üvey anneyle evlenme âdetine şu âyetiyle yasak getirmiştir: “Geçmişte olanlar hariç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu ne kötü bir yoldur.” (en-Nisâ, 4/22). Bir sonraki âyette nesep ve süt hısımlığıyla sıhrî hısımlıktan dolayı evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanmıştır: “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın eşleri, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 4/23). Daha sonra evli kadınlarla evlenmenin de haram olduğu ifade edilmiştir: “…Evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır.” (en-Nisâ, 4/24). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de iddet bekleyen kadının başka biriyle evlenemeyeceği (el-Bakara, 2/235), tek kadınla evlilik esas olmakla birlikte şartlarına uyarak birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek için bu sayının dörtle sınırlı olduğu ve aynı anda dörtten fazla kadınla evli olunamayacağı bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/3). Bunun yanında kadın olsun erkek olsun müşriklerle evlenmek yasaklanmış (el-Mümtehine, 60/10); ancak Müslüman erkeklerin, Ehl-i kitaptan iffetli kadınlarla evlenmelerine izin verilmiştir (el-Mâide, 5/5). Nisâ sûresi 23. âyette geçen “İki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz de size haram kılındı.” ifadesi, “Bir kadın, halası veya teyzesi ile aynı anda (bir erkeğin nikâhı altında) bulunamaz” (Buhârî, Nikâh, 27 [5109-5110]; Müslim, Nikâh, 37-38 [1408]) hadisiyle; aynı âyette geçen “Sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz size haram kılındı” ifadesi de “Nesep sebebiyle haram olanlar süt emme sebebiyle de haram olur.” (Buhârî, Nikâh, 117 [5239]; Müslim, Radâʽ, 2 [1444]) hadisiyle açıklanmış ve böylece âyetin delâlet ettiği hükümlerin kapsamı genişletilmiştir." Kişi hangi akrabaları ile evlenemez?,"İslâm dininde evlenilmesi câiz olmayan hısımlar âyet ve hadislerde sayılmış ve bunların dışında kalanlarla evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar şunlardır: Anne, anne veya baba tarafından olan büyük anneler, kız, oğlan ve kızın çocukları yani torunlar, kız kardeş, kız ve erkek kardeşin kızları, hala, teyze, eşin annesi, kendisiyle birleşilen eşin başka kocasından olan kızı, oğlun eşi, evlilikleri devam ettiği sürece eşin kız kardeşi ile teyzesi ve halası (eşinden ayrılmadan bunlarla evlenemez), puta, ateşe, yıldıza tapanlar, sütanne, süt kız kardeş, süt hala, süt teyze ve başkalarının nikâhında bulunan kadınlar (en-Nisâ, 4/23-24; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/84-86). Bunların dışında kalanlarla, başka bir evlenme engeli de yoksa evlenilmesi câizdir. Nisâ sûresinde evlenilmesi yasak olanlar sayıldıktan sonra; “Bunların dışında kalanlarla ise evlenmek size helâl kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/24) buyrulmuştur. Yukarıda sayılanların dışındaki akrabalarla evliliği yasaklayan bir delil bulunmamaktadır. Bazı kitaplarda nakledilen “Yakın akrabalarla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf doğar.” (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]) şeklindeki hadis güvenilir kaynaklarda yer almamaktadır. Bu konuda zikredilen “Zayıf çocuklar dünyaya getirmektesiniz. Bu yüzden yabancı kadınlarla evlenin.” sözü Hz. Peygamber’e (s.a.s.) değil Hz. Ömer’e aittir (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]). Hz. Peygamber (s.a.s.) halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendiği gibi (el-Ahzâb, 33/36-38), kendi kızı Hz. Fâtıma’yı da amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir." Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilir mi?,"Dinî değer ve hayatın muhafazası, geliştirilip devam ettirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gibi önemli sosyal fonksiyonlar icra eden aile kurumuna hukuki meşruiyet kazandıran evlenme akdinin sınır ve şartları Kur'ân-ı Kerîm’de ve sünnette tafsilatlı bir şekilde yer almış, kimlerle evlenilip kimlerle evlenilemeyeceği detaylı olarak açıklanmıştır. Bu bağlamda dinimizde Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyan) kadınlarla evlenebileceği; Ehl-i kitap dışındaki gayrimüslim (ateist, deist, budist vb.) kadınlarla ise evlenemeyeceği belirtilmiştir (el-Bakara, 2/221; Maide, 5/5). Şu kadar var ki, eş seçiminde Müslüman hanımların tercih edilmesi aile huzuru, neslin korunması ve toplumsal uyum açısından daha uygundur." Nikâhın tescili şart mıdır?,"Dinî kurallara uygun olarak yapılan bir nikâh akdi geçerlidir. Ancak evliliğin bir düzene sokulması ve evlenecek olanların gerekli şartları taşıyıp taşımadığının denetlenmesi bakımından, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden bu yana nikâhlarda aile büyüklerinin hazır olması, bir hutbe îrâd edilmesi/dua yapılması ve bu arada bir düğün yemeği (velîme) verilmesi müstehap görülmüştür. Tescil gibi bir şekil şartı, ilgili naslarda yoksa da; vadeli borç ve hakların yazıyla tespitini ve şahit bulundurulmasını bildiren âyetin (el-Bakara, 2/282) delâleti, bir akit olması hasebiyle nikâhın da tescil edilmesinin uygun olacağını göstermektedir. Bu tescil, kadının haklarının korunması açısından önemli olduğu için ihmal edilmemelidir." Resmi nikâh kıydıran kimse ayrıca dinî nikâh kıydırmalı mıdır?,"İslâm’a göre nikâh, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin (veya vekillerinin) şahitler huzurunda “seni nikâhladım, seninle nikâhlandım, seni eş olarak kabul ettim, seninle evlendim.” gibi yoruma ve inkâra imkân vermeyecek sözlerle, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmelerinden (îcap ve kabul) ibarettir (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/82-83). Bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi gerekir. Bütün şartların yerine getirilmesi neticesinde icra edilen bu şekildeki bir resmî nikâh, dinen de muteberdir. Nikâh dairelerinde kıyılan resmî nikâhlarda nikâh memurunun “evlenmeyi kabul ediyor musun?” şeklindeki sözün tarafların “evet” veya “kabul ediyorum” şeklinde verdikleri cevaplar bu akdin dinen geçersiz olmasını gerektirmez. Çünkü yapılan nikâh akdinin kesin olduğu hem resmî tescille hem de ortam karinesi ile sabittir. Evlenecek kişiler resmî nikâhtan sonra, isterlerse evlerinde veya münasip bir yerde istedikleri kişilere Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm okutup dua ettirip nikâh kıydırabilirler. Kurulan yuvanın mutluluklar getirmesi, sâlih ve sağlıklı nesillere vesile olması için dua edilmesi elbette iyidir. Bu aynı zamanda örfümüze de uygundur. Ancak günümüzde resmî nikâh olmadan dinî nikâh yapılması kadının ve çocukların haklarının korunması açısından uygun değildir. Nitekim Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesinde de şehrin kadısına kayıt yaptırılması şart koşulmuş ve nikâhın tescili üzerinde ısrarla durulmuştur." Nikâhta şahitliğin hükmü nedir?,"Nikâh akdinin geçerli olmasının şartlarından biri de nikâhın şahitler huzurunda akdedilmesidir. En az iki şahit bulunmadan kıyılan nikâh akdi geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.); “…iki âdil şahit olmadıkça kıyılan nikâh (geçerli) olmaz.” (İbn Hibbân, es-Sahîh, 9/386 [4075]; bkz. Tirmizî, Nikâh, 15 [1104]) buyurarak nikâhtaki en önemli şartlardan birinin şahitlik olduğunu belirtmiştir. Nikâh akdinde şahitlerin; erkeğin şahidi ve kadının şahidi şeklinde bir ayrıma tabi tutulması şart değildir. Hanefî âlimleri dışındaki müctehidler, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşmuş, Hanefîler ise bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Nikâhta şahitliğin şart koşulması aleniliği sağlamak ve yapılan evliliğe şaibe karışmasını önlemek içindir. Ayrıca şahitlerin Müslüman ve tam ehliyetli (temyiz gücüne sahip, âkil baliğ) olması gerekir. Şu kadar var ki evlenilecek kadın Ehl-i kitaptan biri ise şahitler de Ehl-i kitaptan olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/185-186)." Gizli nikâhın hükmü nedir?,"Tarafların şahitler huzurunda irade beyanında bulunmalarına rağmen ailelerinden ve yakın çevrelerinden gizleyerek yaptıkları akit, gizli nikâh olarak adlandırılır. Böyle bir akit, nikâhta bulunması gereken aleniyet niteliğini taşımadığından dinin nikâh ile ilgili genel ilkelerine aykırıdır. Sadece iki şahidin bildiği bir nikâh akdinin alenî olduğu söylenemeyeceğinden tarafların ailelerinin ve yakın akrabalarının muttali olmadığı bir akit gizli nikâh olmaktan çıkmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu nikâhı ilan edip duyurun...” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]); “Haram olan (ilişki) ile helal olanı (evlilik) ayıran şey, def çalmak ve duyurmaktır.” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1088]; Nesâî, Nikâh, 72 [3369-3370]) buyurarak alenîliğin gerekliliğine işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir de gizlenmesi şartıyla yapılan nikâh akdini geçersiz saymıştır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/129)." Tehdit altında yapılan nikâh akdi geçerli midir?,"Nikâh, evlenmelerinde dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin veya vekillerinin şahitler huzurunda, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmeleriyle (icap ve kabulle) meydana gelen bir akittir. Bu sebeple tarafların ömür boyu birlikte yaşamaya ve hayatın iyi-kötü yanlarını birlikte omuzlamaya hür iradeleri ile karar vermeleri gerekir. Dolayısıyla evlenecek kişilerin rızalarının bulunması zorunludur. Nitekim fıkha istinaden hazırlanmış olan Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesi zorla ve tehdit altında yapılan nikâhı geçersiz saymıştır (HAK, Md. 57). Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir." İki bayram arasında evlenmek caiz midir?,"Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dinî yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Âişe (r.a.) iki bayram arasında yer alan Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikâh, 73 [1423]). Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır." Boşama yetkisinin eşe veya başkasına devredilmesi mümkün müdür?,"İslâm’da boşama yetkisi prensip olarak kocaya verilmiştir. Boşama yetkisini elinde bulunduran kocanın, bu yetkisini, nikâh akdi sırasında veya evlilik süresi içinde karısına veya bir başkasına devretmesi mümkündür. Buna “tefvîz-i talâk” denir. Tefvîz, nikâh akdi esnasında yapılabileceği gibi evliliğin devam ettiği bir zamanda da yapılabilir. Nikâh akdi esnasında tefvîz yapılacaksa bu, kadının o sırada bu hakka kendisinin de sahip olmasını şart koşmasıyla olur. Kadın bu hakka nikâh kıyılırken mesela “boşama yetkisi elimde bulunup, dilediğim zaman kendimi boşayabilme şartıyla evleniyorum” demesi ve erkeğin de bunu kabul etmesiyle sahip olur. Bu şekliyle boşama yetkisini alan kadın dilediği zaman boşanabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/387-390; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/242, 314-324, 329). Tefvîz-i talâk, evlilik devam ederken de olabilir. Erkek, eşine, “Sen muhayyersin. Beni veya boşanmayı tercih edebilirsin. İstersen kendini boşayabilirsin, evliliğe devam konusunda karar senin.” gibi sözler ile boşama hakkını verebilir. Kadın bu tür sözlerle kendisine verilen boşama yetkisini aynı mecliste kullanmazsa hakkını kaybeder. Ancak boşama yetkisi “kendini her ne zaman istersen boşayabilirsin” gibi umumi bir ifade ile verilirse, kadın bu hakkı sözün söylendiği meclisle sınırlı olmadan istediği zaman kullanabilir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 4/76-79). Kadın, ister nikâh esnasında isterse evlilik devam ederken elde ettiği boşanma yetkisini kullanmak zorunda değildir. Kadın kocasının verdiği bu yetkiyi baştan kabul etmeyeceği gibi sonradan kendi rızasıyla da iade edebilir. Bu yetkiyi kocasına iade eden kadın tefvîz yoluyla elde etmiş olduğu boşanma hakkını yitirmiş olur (Bilmen, Kâmus, 2/259)." Boşanma esnasında şâhit bulundurmak gerekir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de, “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (et-Talâk, 65/2) buyrulmaktadır. Bu âyetteki şahit tutma emrinin boşamaya mı yoksa ric‘î talâkla boşadıktan sonra dönmeye mi yönelik olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Hanefîler'e göre her ikisinde de şahit bulundurmak menduptur. Dolayısıyla boşama esnasında şahit tutma, boşama işleminin geçerlilik şartı değildir. Bununla birlikte fakihler bu buyruğun, hakların zayi olmaması ve ihtilafların önlenmesi gibi amaçlar taşıdığı noktasında birleşmektedirler." ‘Boşarım’ demekle boşanma meydana gelir mi?,"Boşama, yetkili kişi veya kurumun kesin kararı ve bu kararın yoruma yer bırakmayacak şekilde açık sözlerle ifade edilmesiyle olur. Türkçede geniş zaman için kullanılan “Boşarım” sözü bu nitelikte olmayıp boşama tehdidi anlamına gelir. Dolayısıyla bu sözle boşama meydana gelmez. Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225-228; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/385-387, 397)." Bir defada iki veya üç talakla boşamanın hükmü nedir?,"İslâm’a göre evli çiftler arasında üç bağ vardır. Buna göre koca, eşini en fazla iki defa boşamışsa onunla evliliğini sürdürebilir. Üçüncü kez boşamakla aralarındaki evlilik bağı tamamıyla ortadan kalkmış olur. İçlerinde Hanefî ve Şâfiîlerin de bulunduğu fukahâ çoğunluğuna göre aynı anda verilen “üç boşama”, “üç talâk” olarak geçerli olup, bu takdirde koca, eşini tamamen boşamış olur (Şâfiî, el-Ümm, 6/473; Sahnûn, el-Müdevvene, 2/3; Kudûrî, el-Muhtasar, 3/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 2/61). Ashap ve tâbiînden bu boşamayı üç sayanlar olduğu gibi tek sayanlar da vardır. Böyle bir boşamanın tek talâk olacağı görüşünü savunanlar, İbn Abbas’ın rivâyet ettiği “Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde, Hz. Ebû Bekir’in devrinde ve Hz. Ömer’in hilafetinin ilk iki senesinde üç talâk bir talâk sayılırdı” haberini (Müslim, Talâk, 15 [1472]) ve yine İbn Abbas’ın rivâyet ettiği, “Rükâne, karısını bir mecliste üç talâk ile boşamıştı ve bunun için çok üzülüyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona, “Onu nasıl boşadın?” diye sordu. Rükâne “üç talâk ile boşadım” dedi. Resûlullah (s.a.s.) ona, “Tek mecliste mi?” dedi. O da “evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “O bir talâktır. İstersen ona dönebilirsin” buyurdu anlamındaki hadisini delil getirmişlerdir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/265 [2387]; Ebû Dâvûd, Talâk, 9-10, 13-14 [2196, 2206, 2208]; Tirmizî, Talâk, 2 [1177]). Din İşleri Yüksek Kurulu’nun benimsediği görüşe göre, aynı anda veya ric‘at olmadıkça yapılan boşamalar tek boşama sayılır. Bu durumda boşama ric‘î (yeni bir nikâh akdi yapmaya gerek kalmaksızın kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) ise taraflar, iddet içinde yeni bir nikâha gerek olmaksızın, boşama bâin (geri dönüşü ancak yeni bir nikâh akdi yapmakla mümkün olan boşama) ise veya iddet bitmiş ise tarafların rızaları ile yeni bir nikâh kıyarak evliliklerini sürdürebilirler." Boşama anlamına gelebilecek kinayeli sözlerle boşanma meydana gelir mi?,"İslâm hukukuna göre boşama için kullanılan sözler iki türlüdür. Bunlardan birisi boşamadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, sadece boşama için kullanılan “Seni boşadım, boşsun, boş ol.” gibi sözlerdir. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşama anlamına gelebileceği gibi başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Bu tür ifadelere de kinayeli sözler denir. “Git babanın evine.”, “Defol git.”, “Sen benim karım değilsin.”, “Ben senin kocan değilim.” gibi ifadeler, boşamada kullanılan kinayeli sözlerdendir. Bu tür sözlerin boşanmada etkili olabilmesi için erkeğin bu sözleri boşama kastıyla söylemiş olması gerekir. Bu vb. kinayeli sözlerle boşamaya niyet edildiği takdirde bir bâin (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı vermeyip yeni bir nikâh akdi gerektiren) talâk meydana gelir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225). Şâfiîlere göre ise böyle kinayeli sözlerle yapılan boşamalar ric‘î (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) sayılır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/455-462)." "Kadının, “ben ayrılmak istiyorum” deyip, erkeğin de “peki” demesiyle boşama meydana gelir mi?","Boşama kişinin kesin kararına ve bu kararın yoruma açık olmayacak şekilde ifadesiyle gerçekleşir. “Boşanalım, ayrılalım, ben ayrılmak istiyorum” gibi sözler temenniden ibarettir. Kadının bu tür temennilerine erkek “peki” diyerek olumlu mukâbelede bulunsa bu sözlerle boşama meydana gelmez. Şu kadar var ki, olur olmaz şeylerden dolayı boşama konusunun gündeme getirilmesi doğru bir davranış değildir." Boşamada kullanılan sözler dille söylenmeden zihinden geçirilmekle boşama gerçekleşir mi?,"Boşama, bu yetkiye sahip olan kişinin boşama için kullanılan sözlerden birisini kullanmasıyla gerçekleşir. Boşamanın meydana gelmesi için içteki niyetin söz olarak dışarıya vurulması lazımdır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bir hadiste, “Allah, söze ve tasarrufa dökmedikçe ümmetimi içinden geçirdiklerinden dolayı sorumlu tutmayacaktır.” (Buhârî, ʽItk, 6 [2528]; Eymân, 15 [6664]; Müslim, Îmân, 201-202 [127]) buyrulmuştur. Buna göre sadece içten geçirilerek veya söylemeksizin sadece talâka niyet etmekle boşama meydana gelmez." Şarta bağlı boşamanın hükmü nedir?,"Boşamanın meydana gelmesini “şâyet, ise zaman” gibi şart edatlarından birini kullanarak bir işin olup olmamasına bağlamaya ta‘liku’t-talâk denir. Bu şart kocanın kendi fiiline bağlanabileceği gibi eşinin veya bir başka şahsın fiiline ya da bir olayın vukuuna da bağlanabilir. Mesela “Şunu yaparsam/yapmazsam eşim boş olsun”, “Şunu yaparsan/yapmazsan boş ol”, “Falanca şöyle yaparsa/yapmazsa boşsun” yahut “Şöyle yaparsan/yapmazsan eşim boş olsun” gibi boşamanın eşlerden birinin veya üçüncü bir kişinin fiiline bağlandığı hallerin tamamı ta‘liku’t-talâk olarak değerlendirilir. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre şarta bağlanmış olan boşama, bu şartın yerine gelmesiyle gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/244; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/504, 514-515; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/451, 461-462). Bazı âlimlere göre ise bu şartlı ifadeler, kullanan kişinin maksadına göre farklı sonuçlar doğurur. Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir. Buna göre şarta bağlanan ifade; a) Eşi ile arasındaki nikâh bağını sona erdirmek niyeti ile söylenirse boşama olarak değerlendirilir. b) Boşama kastı ve niyeti olmaksızın söze kuvvet kazandırmak, bir işi teşvik etmek ya da bir işe engel olmak amacı ile söylenirse yemin olarak değerlendirilir. Bu durumda şart gerçekleştiğinde erkeğin yemin keffâreti vermesi gerekir (İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ, 33/46, 127-128). Ayrıca tehdit ve baskı (ikrah) altında kişinin rızası olmadan yapılan şartlı boşamalar ile “filan işi yaparsam/yapmazsam evleneceğim bütün kadınlar boş olsun” cümlesinde olduğu gibi ileride yapılabilecek nikâh akitlerinin başlar başlamaz boşanma ile sonuçlanmasını ileri süren şartlar hiçbir hüküm ifade etmez." Boşamadığı hâlde yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söylemenin hükmü nedir?,"Gerçekte eşini boşamadığı hâlde kendisine sorulduğunda yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söyleyen kimse eşini boşamış olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/238). Bu kişi yalan beyanı nedeniyle günahkâr olur, tövbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Nikâh ve boşama gibi konularda, söz söylerken oldukça dikkatli olunmalı ve Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen; “Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir; nikâh, talâk (boşama) ve talâktan sonra eşine dönme” (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]) hadisi unutulmamalıdır." Niyeti boşama olmadığı halde eşe karşı tehdit unsuru olarak boşama sözlerini kullanma halinde boşanma gerçekleşir mi?,"Boşama konusunun yerli yersiz gündeme getirilmesi doğru değildir. Bu durum ciddi sonuçlar doğuracağından Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda dikkatli davranmayı tavsiye etmektedir (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]). Kişinin tehdit için karısına “seni boşarım”, “seni boşayacağım” gibi ifadeleri söylemesiyle boşama meydana gelmez. Zira bu tür sözler geleceğe dönük tehditten ibarettir (Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 3/101)." Mehir ne demektir? Çeşitleri nelerdir?,"Evlilik akdinin doğurduğu bir yükümlülük olarak erkeğin eşine vermesi gereken para ya da mala mehir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının câiz olmadığı konusunda âyetler bulunmaktadır (el-Bakara, 2/237; en-Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; el-Mâide, 5/5). Hanefîler'e göre mehir, nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır. Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehrin miktarı nikâh anında belirlenmişse buna “mehr-i müsemmâ/belirlenmiş mehir” denir. Nikâh esnasında mehrin miktarının belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması hâlinde, evlenen kadın “mehr-i misil/emsal mehir” hak eder. Bu durumda mehrin miktarı akrabaları arasında her bakımdan kendi konumuna denk olan kadınların aldığı mehrin miktarıdır. Mehir, ödenme zamanına göre, “peşin mehir/mehr-i muaccel” ve “vadeli mehir/mehr-i müeccel” olmak üzere ikiye ayrılır: Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mehrin kadına ödenmesi gerekir. Şâyet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma hâlinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm hâlinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir. Mehir olarak maddî veya malî değeri olan her türlü menfaat tespit edilebilir. Mehrin en az miktarı Hanefîler'e göre 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli), Mâlikîlere göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehrin alt veya üst sınırı yoktur. Mehrin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehre üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “…Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın...” (en-Nisâ, 4/20) âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir." Kadın hangi durumlarda mehir alamaz?,"Nikâh akdi yapıldıktan sonra eşler arasında cinsel birleşme veya sahih halvet (cinsel ilişkide bulunmalarına herhangi bir engel olmayan bir ortamda baş başa kalmaları) gerçekleşirse; erkek, kadına mehrinin tamamını vermekle yükümlüdür (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/331). Evlenme akdi sahih olur, fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vâki olur veya kadın mehri karşılığında eşinden ayrılma yoluna giderse (muhâlea) mehir hakkı düşer (İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/188-189; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/388; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/303-304)." Mehrini eşine bağışlayan kadın daha sonra bu bağışından dönebilir mi?,"Mehrini aldıktan sonra eşine bağışlayan kadın bunu teslim etmeden önce bağışından dönebilir; zira teslim gerçekleşmediği için hibe akdi tamamlanmamış; yani bağış gerçekleşmemiştir. Ancak hibe edilen mehrin teslimi gerçekleşirse kadının bu hibeden vazgeçme hakkı yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/48, 52). Şâyet kadın mehrini almamış ve kocasının zimmetinde borç olarak bulunuyorsa bu mehrini bağışlar ve koca da kabul ederse artık geri dönemez. Çünkü borç kocanın zimmetinde olduğu için hibe akdiyle kabz (teslim alma) tamamlanmış olur. Şu da bilinmelidir ki, mehrin veya başka bir malın hibesinden maksat, eşler arasında bağlılığı ve kaynaşmayı güçlendirmektir. Hibeden dönmek ise bu bağlılığı ve kaynaşmayı koparmak anlamına gelir; eşler arasında sevgisizliğe ve soğukluğa sebep olur." Mehri ödenmeden ölen kadının mehrinin hükmü nedir?,"Mehir kadının nikâh ile kazandığı bir haktır (en-Nisâ, 4/4, 24). Kadın hayatta iken kocası bu hakkını vermemişse ölümünden sonra mirasçılarına vermek zorundadır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/102). Dolayısıyla kadın ölünce henüz almadığı mehri de dâhil olmak üzere kendisine ait mal varlığı, teçhiz ve tekfin işlemi yapılıp, borçları ödendikten ve vasiyeti şartlarına uygun olarak yerine getirildikten sonra, mirasçılarına intikal eder. Koca da diğer mirasçılar gibi hissesi oranında karısının mirasından pay alır." Kadın mehir olarak mal olmayan bir şey isteyebilir mi?,"İslâm’da satışı veya kullanılması mübah olan her şey mehir olarak verilebilir. Taşınır ve taşınmaz mallar, zinet eşyası, standart (mislî) olan şeyler ve hatta taşınır veya taşınmaz bir maldan yararlanma hakkı da bunlar arasındadır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 2/279). Mal olarak ekonomik karşılığı olmayan ve sadece dinen taat olan (sevap kazanmaya vesile olan amel) bir şeyin mehir olarak verilip verilemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’i veya dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında tartışılmıştır. Hanefîler mehrin maddî değeri olması ilkesinden hareketle bunu câiz görmezken (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/339); diğer bazı mezhepler Kur’ân ve fıkıh öğretimi gibi işlerin mehir olabileceğini söylemişlerdir (Şevkânî, es-Seylü’l-cerrâr, 2/277; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 9/6767-6768). Kadının evleneceği erkekten mehir olarak kendisini hacca götürmesini istemesi konusunda da aynı ihtilaflar geçerlidir. Ancak hacca götürme maddî bir külfet gerektirdiği ve burada amaç erkeğin kadına hizmeti değil, hac masraflarını karşılaması olduğu için bunun câiz olduğu görüşü tercih edilmelidir. Diğer taraftan evlenecek kadının mehir olarak muhatabının “namaz kılmasını, oruç tutmasını, sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıkları terk etmesini istemesi” -ki, bunlar zaten kişinin yerine getirmesi gerekli görevler olduğu için- mehir olmaz." Düğünlerde verilen hediyeler boşanma durumunda kime kalır?,"Düğünlerde, evlenen erkek ve kadının birbirlerine ve bunların anne, baba, nine, kardeş, amca, dayı, hala, teyze gibi mahrem akrabalarının kendilerine vermiş oldukları hediyeler hibe hükmünde olup tek taraflı olarak bunlardan dönmeleri câiz değildir. Ancak bunların dışındakiler, tahrîmen mekruh olmakla birlikte verdikleri hediyeyi geri isteyebilirler. Hediyeler ise eşlerden hangisine verilmiş ise ona ait olur. Kimin adına getirildiği bilinmemesi hâlinde, mümkünse getirenlerden sorulur ve onların sözüne göre hareket edilir. Bunun mümkün olmaması hâlinde bulunulan yerin örf ve âdetine göre hareket edilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 4/382-383). Damadın veya ana babasının geline taktıkları takılar örfen mehirden sayılıyorsa mehirdir; asla geri alınamaz." Hac ayları hangileridir?,"Hac ayları, hicrî takvimdeki Şevvâl ve Zilkade aylarının tamamı ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. İhrama bu aylar içerisinde girilmesi gerektiğinden dolayı bu aylara hac ayları denilmiştir. Bu zamanlara hac ayları denmesi, hac menâsikinin bu aylardan herhangi birinde bitirilebilmesi açısından değil, haccın şartı olan ihrama Şevvâl’den itibaren girilebilmesi bakımındandır. Bu süre içerisinde ihrama girerek, haccın iki temel rüknünden biri olan ve sadece Zilhicce’nin dokuzuncu günü öğle vakti ile onuncu günü fecr-i sâdık arasında yapılabilen Arafat vakfesini yapan kimsenin haccı geçerli olur. Haccın diğer rüknü olan ziyaret tavafı ise kurban bayramı günlerinde eda edilmekle birlikte, bugünlerde yapılamaz ise cezasını yerine getirmek kaydıyla, daha sonra da yapılabilir ve bu tehir, o seneki haccın geçersiz sayılmasına sebep olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/132-133)." Hac kimlere farzdır?,"Hac, İslâm’ın beş temel esasından biri olup bedenî ve malî yönü olan bir ibadettir. Sağlık, servet ve yol emniyeti yönünden haccetme imkânına sahip (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120), hür, (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/354 [14868]) akıl sağlığı yerinde ve büluğ çağına erişmiş Müslümanlara farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/132; Kâsânî, Bedâi‘, 2/120; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/453-454). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan Müslümanın bir daha haccetmesi gerekmez (Müslim, Hac, 412 [1337]); ancak nâfile olarak hac yapabilir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 1 [1721]; İbn Mâce, Menâsik, 2 [2886]). Günümüzdeki kota sınırlamaları sebebiyle müracaat ettiği hâlde kurada ismi çıkmadığı için hacca gidemeden ölen kimseler, hacca gitmeye imkân bulamadığı için borçlu olarak ölmüş olmaz. Kendisine hac farz olan kimsenin, haccını bizzat eda etmekle yükümlü olması için sağlıklı olması, tutukluluk veya yurt dışına çıkma yasağı gibi bir engelinin bulunmaması ve yolun güvenli olması şarttır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/141). Hac yolculuğuna katlanamayacak, ya da fiilen haccedemeyecek derecede hasta olanlar ile yaşlılar, hac kendilerine farz olsa bile, eda ile yükümlü değildirler. Bu durumda olanlar şartları oluştuğu takdirde bizzat haccederler. Eğer şartlar oluşmazsa kendi yerlerine bedel göndererek hac yaptırırlar (Merğinânî, el-Hidâye, 2/482). Hacca yazılıp da kurada ismi çıkmayan veya yurt dışına çıkışla ilgili başka engellerden dolayı gidemeyen kişiler için bu da bir mazerettir." İmkân bulup Kâbe’yi gören veya umre yapan kişiye hac farz olur mu?,"Haccın farz olması için hac günlerinde bu ibadetin ifa edileceği yerlerde bulunma imkânına sahip olmak gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120). Bu iki şarttan biri eksik olursa kişiye hac farz olmaz. Dolayısıyla haccın rükünlerini yerine getirme imkânı bulamayan kişilere haccın edası farz olmaz. Hac erkânının yapıldığı günlerde değil de başka bir vakitte Mekke’de bulunan bir kimse hac günleri başlamadan oradan ayrılmak zorunda kalır ve hac vaktinde tekrar gitme imkânı bulamazsa, sırf Mekke’de bulunmuş olmasından dolayı kendisine hac farz olmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/583-584). Kâbe’yi gören veya umre yapan kimse eğer hac günlerine kadar orada kalma imkân ve fırsatı bulursa, orada kalır ve haccını yapar." Hac ibadetinin ifası için nisap miktarı mala sahip olma şartı var mıdır?,"Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı mülkü ve imkânı bulunan kimseye, haccın farz olması için gerekli olan diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120, 122). Bir sahâbînin, “Hac yapmayı farz kılan şey nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), “Azık ve binit.” cevabını vermiştir (Tirmizî, Hac, 4 [813]; İbn Mâce, Menâsik, 6 [2896]). Dolayısıyla bir kimsenin aslî ihtiyaçları, varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması durumunda kendisine hac yapmak farz olur. Ayrıca nisap miktarı mala sahip olması gerekmez." Çocuklarını bırakacak güvenli bir yeri olmayan kimsenin hacca gitmesi farz mıdır?,"Kendisine hac farz olan kimse, çocuklarını bırakacak hiçbir güvenli yer bulamaması hâlinde bu imkânı elde edinceye kadar hacca gitmekle mükellef olmaz. Böyle bir kimse imkân bulduğu ilk fırsatta gecikmeden bu görevini yerine getirmelidir." Evlenme çağında bekâr çocuğu bulunan kişi hacca gitmeyi erteleyebilir mi?,"Sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş Müslümanların, ömürlerinde bir defa haccetmeleri farzdır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/139). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Bu itibarla, kişinin evlenme çağında bekâr çocuğu da bulunsa, bu şartları taşıması hâlinde haccetmesi farzdır. Hacca gitmeyip de hac parasını çocuğunu evlendirmek için kullanırsa, hac yükümlülüğü üzerinden kalkmaz." Borçlanarak hacca gitmek doğru mudur?,"Bir Müslümanın hac ibadetiyle yükümlü olması için sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş olması gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/140). Bu itibarla maddî yönden haccetme imkânına sahip olmayan kişilerin borçlanarak hacca gitmeleri gerekmez. Ancak borçlanarak hacca gitmeleri hâlinde, hac ibadeti geçerli olur ve kendilerinden hac sorumluluğu da düşer. Diğer taraftan, haccın farz olması için gerekli şartları taşıdığı hâlde, hac mevsiminde hazır parası bulunmayan ve borç aldığı takdirde bunu daha sonra ödeme gücüne sahip olan kişilerin, bu görevi bir an önce ifa etmeleri için borç alarak hacca gitmeleri uygun olur." Bankada vadeli hesapta bekletilen para ile hac yapılır mı?,İslâm dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini emreder. İbadetler de helal kazanç ile ifa edilmelidir. Bankada vadeli hesapta bekleyen paranın aslı helal olduğu için bu para ile hacca gidilebilir. Ancak bu yolla elde edilen faiz gelirlerinin sevap beklemeksizin fakirlere veya hayır kurumlarına dağıtılması ve tövbe edilmesi gerekir. Mekke’ye dışarıdan gelenlerin Arafat vakfesinden önce veya sonra Mekke’de bulundukları süre içinde seferîlik durumları nedir?,"Mekke’de, Arafat vakfesi öncesinde Hanefî mezhebine göre on beş gün veya daha fazla, Şafiî mezhebine göre giriş ve çıkış günleri hariç dört gün veya daha fazla kalacak olan kimse, mukim sayılır; hem Mekke’de hem de Arafat’ta namazlarını tam kılar. Hac öncesi Mekke'de bu sürelerden daha az kalacak olan ise seferî sayılır ve dört rek'atlı namazları iki rek'at olarak kılar. (Kâsânî, Bedâi‘, 1/98; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/519) Buna göre; Arafat öncesi Mekke’de mukim olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de mukimdir. Bu kişi Mekke’ye döndükten sonra burada kaç gün kalırsa kalsın mukim olmaya devam eder. Arafat öncesi Mekke’de seferi olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de seferidir. Bu kişi Arafat'tan döndükten sonra Mekke’de 15 gün veya daha fazla kalacaksa mukim, 15 günden az kalacaksa seferi olur. (Hasen Şâh, Gunyetu'n-nâsik, 73; bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/237; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/126). Cemaatle kılınan namazlarda imam mukim ise cemaat misafir de olsa imama uyarak namazını tam olarak kılar. Arafat, Müzdelife ve Mina’da da hüküm aynıdır." Her umre için mîkâta gitmek gerekir mi?,"Bir kimsenin umresini tamamladıktan sonra yeni bir umre yapabilmek için tekrar Harem bölgesi hudutları dışına (hill bölgesine) çıkarak orada ihrama girmesi gerekir. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Âişe Mescidi’nin bulunduğu Ten’îm’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167)." Âfâkîler Cidde’de ihrama girebilir mi?,"Mîkâtın dışında kalan belde ve ülkelerde oturanlara “âfâkî” denir. Âfâkîlerden, hac veya umre yapmak maksadıyla Hicaz’a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. “Mîkât” denilen bu yerler beş tanedir. İbn Abbas’ın (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), Medîneliler için Zülhuleyfe’yi, Şamlılar için Cuhfe’yi, Necidliler için Karnü’l-menâzil’i ve Yemenliler için Yelemlem’i mîkât olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke yönünden gelen diğer belde yolcuları için de mîkâttır.” (Buhârî, Hac, 7-13 [1524-1531]; Cezâü’s-sayd, 18 [1845]; Müslim, Hac, 11-18 [1181-1183]). Başka bir hadiste buna Iraklılar için “Zâtu ırk” ilave edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8 [1739]; Nesâî, Menâsikü’l-hac, 19 [2653]). Eğer hac veya umre yolcusunun yolu, bu noktalardan geçmiyorsa yolcu, buraların hizalarında ihrama girer. Cidde, ulemanın cumhuruna göre Hill’den (mîkât içinden) sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/476). Buna göre âfâkîler Cidde’de ihrama giremez. İster deniz yoluyla ister hava yolu ile gelsinler, kuzey ve batı istikametinden gelenler Cuhfe hizasını geçmeden ihrama girmelidirler." İhram namazının hükmü nedir?,"İhrama giren kişinin iki rek'at ihram namazı kılması sünnettir. Şâyet kerâhet vakti ise ihram namazı kılınmamalıdır. Mîkât mahallinde unutularak kılınmaması hâlinde Mekke’ye geldikten sonra da kılınabilir. Bunun için maddî bir ceza gerekmez. İçinde bulunulan vaktin namazını kılmak da bu iki rek'at namazın yerine geçer. Bu namazın ilk rek'atında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rek'atında ise “İhlas” sûrelerinin okunması faziletlidir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/226)." İhramsız olarak Mekke’ye girmenin hükmü nedir?,"Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkâttan ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac menâsikinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, Hanefîler'e göre bulunduğu yerden ihrama girer ve bir koyun veya keçi kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-14). Buna ""ceza hedyi"" denir. Bu tür kurbanlar Harem sınırları içinde kesilmek kaydıyla, kurban bayramı günlerinde kesilebileceği gibi diğer günlerde de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/181; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499)." "Umre ihramına girdiği hâlde, tavaf ve sa’y yapmadan elbise giyen kişinin ne yapması gerekir?","Umre ihramına girdiği hâlde, henüz tavaf ve sa’y yapmadan bir gündüz veya gece süresince elbise giyen kişinin, öncelikle elbisesini çıkartıp ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapması gerekir. Ancak ihramlı iken bir gündüz veya gece süresince elbise giymiş olduğu için küçükbaş hayvan kurban eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre ise cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmediğnden bu kişi küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/358; Dimyâtî, Hâşiyetü İ‘âneti’t-tâlibîn, 2/365; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." İhramlı kimsenin dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda ne yapması gerekir?,"İhramlı kimsenin bir gündüz veya bir gece süresince dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda dem yani küçükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Giyim süresi bir gündüz veya bir geceden az olursa sadaka-i fıtır verir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre elbise giyen kişi, süresine bakılmaksızın dem, üç gün oruç ve altı fakire sadaka vermekten birisini seçmekte muhayyerdir. Cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." İhrama girmiş olan bir kişi hasta olduğu için tavaf ve sa’y yapmadan bir gün süreyle elbise giyerse ne yapması gerekir?,"İhrama girdikten sonra hasta olduğu için en az bir gündüz veya bir gece elbise giyen kişi, iyileşir iyileşmez tekrar ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapar. Bu durumdaki kişi bir küçükbaş hayvan kesmek, üç gün oruç tutmak veya altı fakire sadaka vermek seçeneklerinden birini tercih edebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/164; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 2/294; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/300)." İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişiye ne gerekir?,"İhramdan çıkmak için saç tıraşı olmak gerekir. İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişi, ihram yasağı işlemiş olur. Eğer elbise giymesi bir gündüz veya bir gece devam etmişse dem (koyun veya keçi kesmek); giyim süresi bir gün veya bir geceden az olursa bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429)." Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan saç tıraşı olan kimsenin ne yapması gerekir?,"Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan tıraş olan kişi, tıraş olmakla ihramdan çıkmış olmaz; ihram yasağı işlemiş olur. Böyle bir kimse saçının tamamını veya en az dörtte birini tıraş etmişse, dem (koyun veya keçi kesmek); daha azını tıraş etmişse, sadaka-i fıtır gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/549). İhrama girdikten sonra diğer hac veya umre görevlerine başlasın veya başlamasın vakti gelmeden önce yapılan bütün tıraşlar bu hükme tabidir. Şâfiî mezhebine göre ise saçından en az üç kıl koparmış veya tıraş etmişse küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429)." İhramlı iken saç tıraşı olan veya kasık ya da koltuk altlarındaki tüyleri temizleyen kişiye ne gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, ihramlı iken saç veya sakalın en az dörtte birini tıraş eden, koltuk altlarından en az birini ya da kasıklardaki tüylerin tamamını temizleyen kişiye ceza olarak dem (bir koyun veya keçi kesmek) gerekir. Bunlardan daha azının tıraş edilmesi durumunda bir sadaka verilmesi yeterlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/161-162). Şâfiî mezhebine göre ise en az üç kılın tıraş edilmesi halinde kişi; dem, üç gün oruç tutma veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/247, 367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382)." Tavaf nedir ve kaç çeşit tavaf vardır?,"Bir hac terimi olarak tavaf, Hacer-i Esved’in hizasından başlanarak ve Kâ’be sola alınarak Beytullah'ın etrafında yedi defa dönmek demektir. Bu dönüşlerin her birine şavt denir. Tavafın, Kâ’be’nin etrafında yapılması gerektiği şu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır: “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29). Hükmü itibarıyla farz, vacip, sünnet ve nâfile olmak üzere dört çeşit; yapılışı itibarıyla “kudüm”, “ziyaret”, “veda”, “umre”, “nezir”, “nâfile” ve “tahiyye” olmak üzere yedi çeşit tavaf vardır. Hükümleri ve isimleri farklı olsa da bu tavafların hepsinin yapılışları, farzları (şartları ve rükünleri), vacipleri ve sünnetleri aynıdır. Yapılışı itibarıyla tavaf çeşitleri şunlardır: a) Kudüm Tavafı: “Kudüm”, sözlükte bir yere gelmek veya varmak anlamına gelir. Bir hac terimi olarak, “ifrad haccı” yapanların Mekke’ye vardıklarında yaptıkları ilk tavaftır. Bu tavafın yapılması sünnettir. İfrad haccı niyetiyle ihrama giren ancak Mekke’ye uğramadan doğrudan Arafat’a çıkan kimseler ile Arafat vakfesinden önce âdetleri kesilmeyen kadınların kudüm tavafı yapmaları gerekmez. b) Ziyaret Tavafı: Ziyaret veya diğer adıyla ifâza tavafı, haccın rüknüdür. “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29) âyetinde kastedilenin, bu tavaf olduğu hususunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Âyette geçen “tavaf etsinler” emri genel bir ifade olduğu için Mekkeli olan ve olmayan her hacı adayının mutlaka bu tavafı yapması gerekir. Ziyaret tavafının geçerli olması için; Arafat vakfesinin yapılmış olması ve belirlenmiş olan vaktinde yapılması şarttır. Ziyaret tavafının vakti, Kurban Bayramının ilk günü; Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre fecr-i sâdıkın doğması ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise gece yarısından sonra başlar. Ancak bu tavafın bayramın birinci günü Akabe cemresi taşlanıp, kurban kesip tıraş olduktan sonra yapılması daha faziletlidir. Cumhura göre, ziyaret tavafının son vakti için bir sınırlama yoktur. Ömrün sonuna kadar yapılabilir. Tavaf etmeden memleketine dönen kişi, sonradan geri döner ve tavafını yaparsa ziyaret tavafı farzı yerine gelmiş olur ve bu gecikmeden dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Mâverdî, el-Hâvî, 4/192; Kâsânî, Bedâi‘, 2/132; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/408; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 3/85). Fakat ziyaret tavafını yapıncaya kadar cinsel ilişki yasağı devam eder. c) Veda Tavafı: Âfâkî (mîkât sınırları dışından gelen) hacıların Mekke’den ayrılmadan yapmaları gereken son tavaftır. Buna sader (ayrılma) tavafı da denir. Veda tavafı, haccın aslî vaciplerinden biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden biri son olarak Kâbe’yi ziyaret etmeden ayrılmasın.” (Müslim, Hac, 379 [1327-1328]; bkz. Buhârî, Hac, 144 [1755]) buyurmuştur. Âdetli olup âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda olan veya lohusa olan kadınlar veda tavafı yapmazlar ve kendilerine bir şey gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 3/195; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/377). d) Umre Tavafı: Umre tavafı bütün mezheplere göre umrenin farzlarından biridir. Umre tavafının vakti, umre ihramına girilmesinden sonra başlar. Son vakti için bir sınır yoktur. Umre ihramında iken herhangi bir vakitte yapılabilir. e) Nezir (Adak) Tavafı: Kâbe’yi tavaf etmeyi adayan kimsenin bu adağını yerine getirmesi vaciptir. Nezredilen tavaf belli bir zaman ile kayıtlanmış ise bu kayda uyulması gerekir. f) Nâfile Tavaf: Mekke’de bulunulan süre içinde farz ve vacip tavaflar dışında yapılan tavaflara nâfile (tatavvu) tavaf denir. Sahabeden Abdullah b. Abbas, tâbiînden Atâ b. Ebî Rebah, Said b. Cübeyr ve Mücâhid b. Cebr’in görüşlerine göre; Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları süre içinde Mescid-i Haram’da nâfile namaz kılmaktan çok, nâfile tavaf yapmaları daha faziletlidir. Yine Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları sürece nâfile umre yerine nâfile tavaf yapmayı tercih etmeleri uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/502). g) Tahiyyetü’l-mescid Tavafı: Kudüm, ziyaret, umre, veda ve nezir tavafı yapmak durumunda olmayan kimselerin Mescid-i Haram’a her gittiklerinde, mescidi selâmlama olarak “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yapmaları müstehaptır. Yukarıda sayılan tavaflardan birinin yapılması hâlinde bu tavaf, “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yerine de geçer (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/447)." Ziyaret tavafı ihramsız yapılabilir mi?,Ziyaret tavafı (farz olan tavaf) ihramlı olarak yapılabileceği gibi ihramsız olarak da yapılabilir. Tavafın şavtlarının eksik yapılması durumunda ne gerekir?,"Hanefîler'e göre tavafın ilk dört şavtı farz, kalan üç şavtı ise vaciptir. Dolayısıyla ilk dört şavtı yapan kimsenin tavafı geçerli olur. Daha sonra eksik kalan şavtlar usûlüne uygun olarak yapılırsa herhangi bir ceza gerekmez. Vacip olan bu üç şavt yapılmazsa, vacip terk edildiği için dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/162). Diğer üç mezhepte ise tavafı yedi şavta tamamlamak farzdır. Aksi takdirde yapılan tavaf geçersiz olur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 89; Şirbînî, Muġni’l-muhtâc, 2/245)." Tavaf esnasında abdesti bozulan kişinin ne yapması gerekir?,"Tavaf esnasında abdestli olmak Hanefîler'e göre vacip, diğer mezheplere göre rükün yani farzdır. Hanefilere göre abdestsiz olarak tavaf yapan kişi, Mekke’den ayrılmamışsa tavafı iade etmesi icap eder, memleketine dönmüşse dem gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/130; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162). Tavaf esnasında abdesti bozulan kişi, tavafı bırakıp abdest alarak kaldığı yerden tavafa devam eder, dilerse tavafı baştan başlayarak yeniden yapabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/497-498). Diğer mezheplere göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243)." Harem-i Şerif’e girip çıkarken veya tavaf yaparken eli bir kadına değen kimsenin abdesti bozulur mu?,"Hanefî mezhebine göre kadın ve erkeklerin birbirlerine ellerinin değmesinden dolayı abdestleri bozulmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/10). Şâfiî mezhebine göre ise bu durumda abdest bozulur. Ancak Şâfiî olanlar, bu konuda Hanefî mezhebini taklit edebilirler." "Umre tavafını yaparken abdesti bozulan, fakat abdestinin hangi şavtta bozulduğunu bilmeden hem tavafı hem de sa’yi tamamlayan kimsenin ne yapması gerekir?","Tavafın abdestli olarak yapılması ve sa’yin de muteber bir tavaftan sonra yapılmış olması gerekir. Abdestsizliğin hangi şavtta meydana geldiği bilinmediğinde abdestsizlik hâli ilk şavta hamledilir. Bu durumda kişi abdest alarak tavaf ve sa’yi iade eder. Tavafı iade etmediği takdirde Hanefîler'e göre dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/163; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olduğundan dolayı tavafın ve sa’yin iadesi gerekir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243) Ancak abdestli olarak tavafı yaptıktan sonra abdesti bozulup o şekilde sa’y yapmışsa yapılan sa’y geçerlidir. Zira sa’yde abdestli olmak sünnettir." Umre tavafını abdestsiz yapan veya yaparken abdesti bozulup yeniden abdest almadan tavafa devam edip tamamlayan kişinin ne yapması gerekir?,"Tavafın abdestli olarak yapılması vâciptir. Umre tavafının tamamını veya bir kısmını, hatta bir şavtını cünüp, abdestsiz, lohusa veya âdetli olarak yapmak dem gerektirir. Ancak ihramdan çıkmadan abdestli olarak yeniden tavaf yapılması hâlinde ceza ortadan kalkar. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243)" "Umre veya ziyaret tavafı esnasında eli, burnu veya başka bir yeri kanayan bir Hanefî, o esnada Şâfiî mezhebini taklit edebilir mi?","Hanefî mezhebine mensup olan bir kişinin tavaf esnasında bir yerinin kanaması hâlinde abdesti bozulur. Bu durumda yapması gereken şey, tekrar abdest alıp kaldığı yerden veya baştan başlayarak tavafını tamamlamaktır. Şâyet umre veya ziyaret tavafına abdestsiz olarak devam edecek olursa kendisine bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir; abdest alıp tavafı yeniden yaparsa ceza düşer. Hastalık, yaşlılık veya aşırı izdiham gibi sebeplerle yeniden abdest almanın zor olduğu durumlarda Hanefî olan kimse, Şâfiî mezhebini taklit ederek tavafına devam edebilir." Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde tavaf namazı kılınabilir mi?,"Hanefî mezhebine göre tavaf yapıldıktan sonra kerâhet vakti değilse ara vermeden tavaf namazı kılmak efdaldir. Mekruh vakitlerde ise daha sonraya tehir edilir (Haddâd, el-Cevhera, 1/69). Şâfiî mezhebine göre tavaf namazının kerâhet vaktinde kılınmasında hiçbir sakınca yoktur (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/57)." "Tavaf, geri geri yürüyerek yapılırsa geçerli olur mu?","Tavaf geri geri yürüyerek yapılırsa iade edilmelidir. İade edilmezse Hanefîler'e göre bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise bu şekilde yapılan tavaf geçerli olmaz; yeniden yapılması gerekir (Remlî, Nihâyetu'l-Muhtâc, 3/280). Bazı şavtlarda böyle yapılırsa bu şavtların iadesi yeterlidir." Akabe cemresi bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan önce taşlanabilir mi?,"Akabe cemresini taşlamanın zamanı Hanefî mezhebine göre, bayramın birinci günü fecr-i sâdıktan itibaren başlar, ikinci gün fecr-i sâdığa kadar devam eder. Buna göre fecr-i sâdıktan önce yapılan taşlama geçerli olmayıp vakti içerisinde iadesi gerekir. Taşlar bu zaman diliminde atılmazsa dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e göre, vaktinde atılamayan taşlar, bayram sonuna kadar kaza olarak atılabilir ve bundan dolayı ceza da gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 4/64). Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise Akabe cemresine taş atma, arefe gününü bayramın birinci gününe bağlayan gece yarısından itibaren başlar, aynı gün güneşin batışına kadar devam eder. Bu zaman diliminde atılması gereken taşlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar atılsa geçerli olur ve herhangi bir ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308). Günümüzde, organizasyon gereklilikleri, yaşanan izdiham ve diğer zorluklar sebebi ile bu görüşle amel edilebilir." Vaktinde atılamayan taşların kazası nasıl yapılır?,"Şeytan taşlamada, her günün taşının kendi vakti içinde atılması esastır. Ancak herhangi bir sebeple vaktinde atılmayan taşların taş atma süresi içinde kaza edilmesi vaciptir. Taş atma süresi, bayramın dördüncü günü, güneşin batması ile son bulur. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre, vaktinde atılmayan taşlar, şeytan taşlama günleri içinde kaza edilse bile cezası düşmez. Mazeretsiz olarak şeytan taşlamayı tamamen terk etmek veya bir günde atılması gereken taşların yarıdan çoğunu atmamak İmam Ebû Hanîfe’ye göre dem gerektirir. Bir veya daha çok günün taşının atılması terk edilse bile hepsi için bir dem yeterlidir. Her gün için atılması gereken taşların yarıdan fazlası atılmış ise eksik bırakılan her bir taş için sadaka gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, taş atma süresi içinde kaza edildiği takdirde cezası düşer (Serahsî, el-Mebsût, 4/64-65). Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise vaktinde atılmayan taşlar, bayramın dördüncü günü güneş batmadan önce atıldığı takdirde, kaza değil, eda sayılır. Bu gecikmeden dolayı ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308)." Mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kimsenin ne yapması gerekir?,"Hastalık, yaşlılık, kötürüm olmak, çok zayıf olup izdihamdan zarar görecek durumda olmak gibi mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak mecburiyetinde olmak ve benzeri durumlar meşru mazerettir. Bu tür mazereti olan kimseler taşlarını vekâleten başkalarına attırabilirler. Vekil olanlar, önce kendi taşlarını, daha sonra vekil olduğu kimselerin taşlarını atarlar (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/243-245)." "Hac ibadeti üzerine farz olan bir kimse, bu vazifesini yapmadan vefat ederse, varisleri bu durumda ne yapmalıdırlar?","Zengin olup da hacca gidemeden ölen bir kimse, bıraktığı maldan kendi yerine, hac yapılmasını vasiyet etse ve terekenin (ölenin bıraktığı mal) üçte biri bunun için yeterli ise varisleri tarafından bu vasiyet yerine getirilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605, 606, 609, 610). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), haccetmeyi adayıp da haccedemeden ölen kadının yerine haccetmek isteyen kızına izin vermiştir (Buhârî, Cezâü’s-sayd, 22 [1852]). Böyle bir vasiyette bulunmamışsa, varislerinden herhangi birisi kendi malından onun adına hac yapabilir. Bu durumda ölenin hac borcunun düşmesi umulur (Semerkândî, Tuhfe, 1/426; Kâsânî, Bedâi‘, 2/213)." Vekâlet yoluyla hac yapılabilir mi? Şartları nelerdir?,"Kendisine hac farz olmuş bir kimse sağlık, yaşlılık vb. bir sorun sebebiyle bizzat hacca gidemeyecek durumda olursa, başka birisini vekil (bedel) göndererek, vekâlet yoluyla hac yaptırabilir. Böyle kişilerin, hayatta iken birini vekil olarak göndermesi mümkün olduğu gibi mirasçılarına, ölümünden sonra kendi adına bedel haccı yaptırılmasını vasiyet etmeleri de mümkündür (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212). Hz. Peygamber (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, söz konusu yakınları için hac yapabileceklerini belirtmiştir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bir kişinin kendi yerine vekil (bedel) göndererek hac yaptırabilmesi için şu şartların bulunması gerekir: a) Adına haccedilecek (vekil gönderen) kişiye, hac farz olmuş olmalıdır. b) Adına haccedilecek kişi vefat etmiş olmalı veya yaşlılık, iyileşme ümidi olmayan bir hastalık gibi sebeplerle, bizzat haccetmekten devamlı olarak âciz olmalıdır. c) Bedel gönderilecek kişi Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına ulaşmış bir kişi olmalıdır. d) Vekil gönderilen kişinin hac masrafı, gönderen tarafından karşılanmalıdır. e) Vekil için hac masrafları haricinde bir ücret şart koşulmamalıdır. f) Adına haccedilen kişi, kendisi için haccetmesini vekilden istemiş olmalıdır. İzin veya vasiyeti olmadan, bir kimse adına başkası tarafından yapılan hac ile o kimse üzerindeki hac borcu ödenmiş olmaz. Ancak mirasçının, mûrisi adına yaptığı hac, bu hükmün dışındadır. Ölmüş bulunan mûrisin vasiyeti bulunmasa bile, varisin onun adına yaptığı hac geçerlidir. g) Vekil, haccı bizzat kendisi yapmalıdır. h) Vekil, ihrama girerken sadece gönderen adına niyet etmelidir. i) Vekil, gönderenin isteğine uymalı, onun istediği haccı yapmalıdır. j) Vekil, gönderen adına yapılacak menâsiki tamamlamadıkça kendisi için umre yapmamalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/600). k) Vekil, müvekkilin memleketinden yola çıkmalıdır. Eğer vekil, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526)." "Hacca gitmemiş bir kimse, başkasının yerine vekil (bedel) olarak hacca gidebilir mi?","Daha önce hac yapmamış bir kişi, vekil (bedel) olarak hacca gidebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, onların yerine hac yapabileceklerini belirtmesi ve vekil olarak gidecek kimsenin daha önce hac yapmış olması şartından bahsetmemesi, bu hükmü desteklemektedir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bununla birlikte, hacca vekil olarak gönderilecek kimsenin, tecrübe edinmiş olması açısından daha önce hac yapmış bir kimse olmasını tercih etmek daha uygundur. Şâfiîlere göre ise daha önce hacca gitmemiş birisinin vekil olarak hacca gitmesi caiz değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213)." "Bir kimse aynı yıl içinde hem kendisi için asaleten, hem de başkası için vekâleten hac yapabilir mi?","Bir sene içerisinde sadece bir hac yapılabilir ve bir hac, iki kişi adına geçerli olmaz. Dolayısıyla bir kimsenin aynı yıl kendi adına asaleten, başkası adına da vekâleten hac yapması geçerli değildir. Başkasından vekâlet alan kişi, kendisi için de hacca niyet ettiğinde, müvekkilinin emrinden çıktığı için vekâlet geçersiz hâle gelmiştir, kendisi için hac yapmış olur. Bu durumda müvekkilinden aldığı parayı iade etmesi gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213-214)." "Hac yapmaya sağlık nedeniyle gücü yetmeyen kişi, vekâleten hac yaptırmak yerine, bu parayı sadaka olarak vermekle hac sorumluluğundan kurtulur mu?","Farz ibadetlerde asıl olan, o ibadeti zamanında ve emredildiği şekliyle yapmaktır. Diğer bir ilke de kişinin bizzat kendisinin yapmasıdır. Ancak bazı ibadetler, bazı durumlarda vekâlet yoluyla yaptırılabilir. Hac ibadetini yapamayacak derecede sağlığı bozulan veya aşırı yaşlılık nedeniyle kendisi hacca gidemeyecek durumda olanlar kendi yerine haccetmesi için masraflarını karşılayarak vekil gönderebilirler. Fakat vekil gönderecek parayı fakirlere sadaka olarak vermekle veya bir hayır kurumuna yardım yapmakla hac görevini yerine getirmiş sayılmazlar. Böyle yapanın hac borcu düşmez, sadakasının sevabını alır (Merğinânî, el-Hidâye, 2/483)." "Hacca bedel gönderilirken, vekilin, bedel gönderen kişinin kendi memleketinden gitmesi şart mıdır? Mekke veya Medine’de yaşayan biri vekil olarak tutulabilir mi?","Nasıl ki vekil gönderen kişi hac yapsaydı kendi memleketinden giderek hac yapacak idiyse, vekil olarak gidenin de vekil gönderenin memleketinden gitmesi gerekir. Dolayısıyla vekil gönderen kişi, yer belirlemeden, “Benim adıma hac yap.” demişse veya kendisine hac farz olduğu hâlde gidemeyip, “Benim için hac yapılsın.” diye vasiyet etmiş ise bu, “memleketimden hac yapılsın.” şeklinde anlaşılır. Eğer kişi, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526). Mekke veya Medine’den vekil tutulması konusu da bu çerçevede değerlendirilmelidir." Arafat’tan önce komada olup ölmek üzere olan hacı adayı için bulunduğu yerden vekil tayin edilebilir mi?,İyileşme ve komadan çıkma ümidi kalmamış hastalar adına varisleri bulunduğu yerden vekil tayin edebilir. Bedel hac için gelen kimse hangi hacca niyet etmelidir?,"Vekil, gönderen kişinin (müvekkilin) belirlediği hacca niyet etmelidir. Müvekkil, hac çeşitlerinden birini belirtmeksizin, sadece “hac yapmasını” söylemiş ise; vekil ifrad haccına niyet etmelidir, “dilediğini yap” diyerek serbest bırakmış ise dilediğine niyet edebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/14-18)." "Temettu haccı yapmak üzere vekil olan kimse, umreyi kendisi için yaparsa ne gerekir?","Vekil olarak gönderilen kişi, önce müvekkilin verdiği görevi yapmalı, gönderenin şartlarına muhalefet etmemelidir. Muhalefet etmesi hâlinde haccına devam eder ve dönüşte, aldığı parayı iade eder; haccı da kendi adına yapmış olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215). Temettü haccı umre ile haccın birlikte yapıldığı bir ibadet olduğuna göre vekil umreyi kendi adına yaparsa artık bu haccı kendisi için yapmış olur; müvekkilin parasını iade etmesi gerekir. Ancak vekil olan kişi hac menâsikini tamamladıktan sonra ilave masrafları kendisi karşılaması şartıyla dilerse kendi adına umre yapabilir." Vekil olarak hacca giden kişi kendi adına udhiye kurbanı kesmeli midir?,"Mekke dışından hacca gelen kimseler, ister kendi adlarına isterlerse vekil olarak hac yapıyor olsunlar, udhiye kurbanı dediğimiz Kurban Bayramına mahsus kurbanı kesmekle mükellef değildirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/63). Ancak nâfile olarak udhiye kurbanı kesmek isteyen hacılar, bu kurbanı Mekke’de kesebileceği gibi memleketlerinde de kestirebilirler." Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmanın hükmü nedir?,"Hac ve umre ziyareti için Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]). Halk arasında Medine’de sekiz gün kalıp kırk vakit namaz kılmanın gerekli olduğu kanaati yaygın hâle gelmiştir. Bu kanaatin dayanağı, sıhhati tartışmalı olmakla birlikte, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen şu hadistir: “Kim benim şu mescidimde, bir tek vakti geçirmeksizin kırk vakit namaz kılarsa, kendisi için cehennemden berat ve azaptan kurtuluş yazılır. O kişi nifaktan da uzak olur” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/155 [12605]). Hadis âlimleri, gerek senet gerekse metin açısından bu rivâyetin sıhhatinin tartışmalı olduğunu ifade etmişlerdir (bkz. Elbânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’z-zaʿîfe, 1/540-541 [364]; Rifâ‘î, el-Ehâdîsü’l-Vâride fî Fezâili’l-Medîne, 435-436). Fıkıh eserlerinde de hacı adaylarının Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namazı ihmal etmemeleriyle ilgili vurgulu hükümler yer almamıştır. Bu bağlamda kırk vakit namaz konusuyla ilgili şu hadisin metin itibarıyla daha sahih olduğu bilinmektedir: “Kim ilk tekbire yetişmek kaydıyla kırk gün cemaatle namaz kılarsa o kimse için iki şeyden beraat gerçekleşir: Cehennem ateşinden ve nifaktan.” (Tirmizî, Salât, 64 [241]). Buna göre Medine’de kalış zamanı yeterli olan kişilerin, sayı hesabı yapmaksızın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mescidinde, onun Ravza’sının yanında cemaatle namaz kılmaya devam etmeleri yerinde bir davranış olacaktır. Fakat organizasyon açısından daha kısa süre kalmak zorunluluğu doğarsa, bu da anlayışla karşılanmalı ve kırk vakit kılamamanın bir eksiklik olacağı zannedilmemelidir. Zira Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmak, haccın ne farzı ne vacibi ne de sünnetidir. Dolayısıyla haccın tamamlanmasının bu namazlara bağlanmaması gerekir." Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmek ve Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak haccın menâsikinden midir?,"Hac ve umre için kutsal topraklara giden Müslümanların Medine-i Münevvere günlerinde Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebevî’de namaz kılması, Peygamber sevgisini ve ona bağlılığı kuvvetlendirmenin önemli bir vasıtasıdır. Bu itibarla Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Evimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir.” (Buhârî, Fadlu’s-salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 5 [1196]; Müslim, Hac, 502 [1391]; Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/534 [10921]; 6/289 [2651]; Nesâî, Mesâcid, 7 [696]) buyurmuş ve Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın Mescid-i Harâm hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]) Bu fazilet, Mescid-i Nebevî’nin sadece Ravza-i Mutahhara kısmına has olmayıp mescidin tamamına şamildir. Nitekim Hulefâ-yi Râşidîn döneminden beri Mescid-i Nebevî, defalarca genişletilmiş ve müminler asırlardır bu genişletilen yerlerde aynı ihtimamla namaz kılmaya devam edegelmişlerdir. Kabir ziyareti ve özellikle Peygamberimizin (s.a.s.) kabrini ziyaret konusunda birçok hadis bulunmaktadır. (Muvatta’, Tahâret, 28, Müslim, Cenâiz, 102 [974]; Beyhakī, Sünen-i Kübrâ, 5/403 [10273-10274]; Şuabü’l-îmân, 6/46 [3855]; Dârekutnî, es-Sünen, 3/333 [2693]; 6/474 [2727]) Bu rivayetleri değerlendiren İslâm âlimleri, Resûlullah’ın (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmenin en faziletli menduplardan olduğunu ifade etmişlerdir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/175) Buna göre Medine’de bulunan kimseler, mümkünse Peygamberimizin Ravza’sında, imkân olmaması hâlinde Mescid-i Nebevî’nin herhangi bir yerinde namaz kılarlar ve Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret ederler. Fakat bilinmelidir ki Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak ve Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabrini ziyaret etmek, haccın veya umrenin farzı, vâcibi veya sünnetlerinden biri değildir. Dolayısıyla haccın veya umrenin tamam olması Mescid-i Nebevî’de namaz kılmaya veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmeye bağlanamaz. Bu itibarla bunları yapmadan Medine’den ayrılmak durumunda kalanların, hac veya umre ibadetlerinde herhangi bir eksiklik olmaz." Hac ve umre görevlerini yaparken belli duaları okumanın hükmü nedir?,"Kur’ân-ı Kerîm’de geçen veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ile sahabeden rivâyet edilegelen duaları okumak, yerinde ve daha uygun olsa da bu duaları aynen okumak zorunlu değildir. Arzu edenler bu dualardan yararlanabileceği gibi önceden bildiği ve devam etmekte olduğu duaları da okuyabilirler. Arapça okumayı bilmediği için kitaplarda yer alan duaları telaffuz edemeyen veya telaffuzda güçlük çekenler, okumak istedikleri duanın tercümesini de okuyabilirler. Esasen kişinin Yüce Yaratıcıya gönlünü açıp yakarmasında en güzel yol, içinden geldiği gibi dua etmesidir." Hacca giderken helallik almanın dinî hükmü nedir?,"Dinimiz, kul haklarına çok önem vermiş ve inananların bu haklara karşı duyarlı ve saygılı olmalarını emretmiştir. Ayrıca kul hakkı ihlalinde, hakkı ihlal edilen kişi affetmedikçe, hiç kimse tarafından affedilemeyeceği de belirtilmiştir. Veda Hutbesi’nde Resûlullah (s.a.s.), “Ey insanlar! … Sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, bu beldeniz içinde, bu ayınızda, bu gününüzün haramlığı gibi Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)…” (Buhârî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.s.) ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında kardeşine ait bir hak varsa, o haksızlıktan dolayı hak sahibiyle helalleşsin. Gerçek şu ki, (kıyamette) asla dinar ve dirhem (altın ve gümüş) yoktur. Kardeşinin hakkı için kendi sevaplarından alınmadan evvel, (dünyada) onunla helalleşsin. (Ahirette) zalimin (o hakkı karşılayacak) sevapları bulunmazsa, kardeşinin günahlarından alınır da o zalimin üzerine atılır.” (Buhârî, Rikâk, 48 [6534]; Mezâlim, 10 [2449]). Bu ve benzeri gerekçeler nedeniyle hacca giden kişinin yolculuğa çıkmadan önce çevresindekilerle ve hukuku olan kimselerle helalleşmesi, haccın adabından sayılmıştır. Ancak helalleşme, haccın sıhhatinin şartlarından olmadığı için helalleşmeden hacca giden kişinin haccı geçerlidir." Hac yapan kimsenin bütün günahlarının affedileceğine dair rivayetler sahih midir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim Allah için hacceder de (Allah’ın rızasına uymayan) kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinden doğduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner.” (Buhârî, Hac, 4 [1521]; Müslim, Hac, 438 [1350]) buyurmaktadır. Bu hadis muteber hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bu ve benzeri hadisleri gerçek anlamında anlamak mümkün olduğu gibi hac ibadetinin önem ve faziletini vurgulamak ve bu vecibeyi ifaya teşvik olarak değerlendirmek de mümkündür. Bir başka hadiste; “Hacılar ve umre yapanlar Allah’ın (evinin) ziyaretçileridir. Kendisine dua ederlerse dualarına icabet eder, O’ndan bağışlanma dilerlerse onları bağışlar.” (İbn Mâce, Menâsik, 5 [2892]) buyrulmaktadır. Benzer ifadeler başka ibadetlerle ilgili olarak da kullanılmıştır. Mesela “Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı), Ramazan’dan Ramazan’a (tutulan Ramazan orucu), büyük günahlardan uzak kalındığı sürece, arada işlenen küçük günahların bağışlanmasına vesiledir.” (Müslim, Tahâret, 16 [233]); “Her kim Ramazan’ı (farz olduğuna) inanarak ve ecrini de umarak oruçla geçirirse, daha önce işlediği günahları bağışlanır.” (Buhârî, Îmân, 28 [38]; Savm, 6 [1901]; Fazlu leyleti’l-kadr, 1 [2014]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 175 [760]) buyrulmuştur. Bu hadislerden anlaşılması gereken; -namaz, oruç, zekât gibi farzları terk etmek; içki, kumar, zina, hırsızlık, adam öldürme gibi haramları işlemek anlamına gelen büyük günahlardan uzak kalındığı sürece- küçük günahların belirtilen iyi ameller vesilesiyle affedileceğidir. Kişilerin namaz, oruç, zekât borçlarını kaza etmeden, kul haklarını ödemeden veya helalleşmeden bir hac yapmakla tamamen günahsız olacağını düşünmek, çok da doğru görünmemektedir. Ayrıca büyük günahlar ancak tövbe ve istiğfarla bağışlanabilir." Mekke ve Medine’nin kutsallığına inanarak oralardan toprak veya taş getirmenin bir sakıncası var mıdır?,"Mescid-i Haram, Meş’ar-i Haram, Arafat başta olmak üzere Mekke, hac ile ilgili rükün ve şartların ifa edildiği yerler olması bakımından Müslümanların gönlünde belli bir kutsallığa sahiptir. Bu kutsallık o bölgelerin taşına, toprağına, bitkisine ve hayvanına değil; bizzat mekânların kendisine aittir. Dolayısıyla Hicaz’dan teberrük amacıyla toprak veya taş getirmenin herhangi bir dayanağı yoktur (Serahsî, el-Mebsût, 30/161). İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bunu doğru bulmamış ve bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/454-455)." Hacer-i Esved’in selamlanması ve öpülmesinin hikmeti nedir? Bunların yapılmaması ibadete halel getirir mi?,"Hacer-i Esved’i selâmlama ve öpmenin meşruiyeti Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve ashâb-ı kirâmın uygulamalarıyla sabittir (Buhârî, Hac, 60 [1610-1611]; Müslim, Hac, 249-250 [1270]). Fıkıh âlimleri, bu uygulamalara dayanarak tavaf sırasında Hacer-i Esved’i sünnete uygun şekilde ziyaret etmenin (istilâm), ona el ile dokunup öpmenin sünnet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/340; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/592). Hacer-i Esved’i istilâm ederken tekbir getirilmesi de aynı gerekçe ile müstehap sayılmıştır (Buhârî, Hac, 62 [1613]). Tavaf esnasında Hacer-i Esved’e dokunulması ve onun öpülmesi yönündeki rivâyetlerden, bu taşın kutsallığı sonucunu çıkararak bu uygulamayı bizzat Hacer-i Esved’e karşı bir saygı ifadesi olarak görmek doğru değildir. Hac ibadetindeki birçok şekil ve merasim gibi bunun da Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hatırasını canlandırma, haccı önemsemeyi ve Allah’ın bu konudaki emrine boyun eğmeyi vurgulama, kulluk ve itaat gibi ruhî ve derunî hâlleri, zahirî bazı davranışlarla ifade etme gibi sembolik ve taabbüdî bir anlam taşıdığı söylenebilir. Hacer-i Esved’le ilgili olarak Hz. Ömer’in “Allah’a andolsun ki senin zarar veya fayda vermeyen bir taş olduğunu biliyorum; eğer Resûlullah’ı (s.a.s.) seni istilâm ediyor görmeseydim ben de seni istilâm etmezdim.” (Buhârî, Hac, 57 [1605]; Müslim, Hac, 248-251 [1270]) şeklindeki sözü de bu yaklaşımı desteklemektedir. Tavaf mahalli tenha olur ve Hacer-i Esved’e yaklaşmak mümkünse öpülür; öpme imkânı bulunamaması hâlinde bu sünnet uzaktan eller kaldırılıp, “Bismillahi Allahu ekber” denilerek selâmlamakla yerine getirilmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/493). İzdiham olması hâlinde Hacer-i Esved’i öpmek için başkalarına eziyet etmek, kadın erkek sıkışık hâlde bulunmak caiz değildir. Hacer-i Esved’e dokunamamak hiçbir surette tavafta bir eksikliğe sebep olmaz." İfrad haccı ne demektir ve nasıl yapılır?,"İfrad haccı, aynı yılın hac mevsimi içinde umre yapılmaksızın eda edilen hacdır. İfrad haccı yapmak isteyen kişi, hac mevsimi içinde; Mekke’de ikamet ediyorsa, bulunduğu yerde, mîkât dışından geliyorsa mîkâtta sadece hacca niyet ederek ihrama girer. Mekke’ye varınca kudüm tavafını yapar, ihramdan çıkmaz. Arafat ve Müzdelife vakfelerini yapıp bayram günü Akabe cemresine taş atar, sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Daha sonra ziyaret tavafını ve sa’yi yapar, cemrelere taş atar. İfrad haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerekmez (Zeylaʿî, Tebyînu'l-Hakâîk, 2/3)." Temettu haccı ne demektir ve nasıl yapılır?,"Temettu haccı, aynı yılın hac mevsiminde, önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girilerek yapılan hacdır. Temettu haccı yapmak isteyen kişi, mîkâtta veya daha öncesinde umreye niyet ederek ihrama girer, Mekke’ye vardıktan sonra umre yapar. Sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Böylece umresi tamamlanmış olur. Arefeden önce hac için ihrama girer. Haccını eda ettikten sonra ihramdan çıkar. Temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/153)." "Kıran haccı ne demektir, nasıl yapılır?","Kıran haccı, aynı yılın hac mevsiminde umre ve haccın ikisine birden niyet edilip ihrama girilerek tek ihramla yapılan hacdır. Kıran haccı yapmak isteyen kişi, mîkâta varınca veya daha varmadan umre ve haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girer. Umreyi yaptıktan sonra, ihramdan çıkmayıp, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan çıkar. Kıran haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/152 vd.; Aynî, el-Binâye, 4/245)." "Temettu haccı yapacak kişinin, umreyi yapıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girinceye kadar başka bir umre yapması caiz midir?","Temettu haccı yapan kişinin, hacdan önce yaptığı ilk umreden sonra umre yapamayacağını söyleyen fakihler varsa da bazı Hanefî eserlerinde, Kurban Bayramı günleri dışındaki diğer günlerde umre yapmanın caiz olduğu hükmüne istinaden, temettu haccı yapan bir kişinin, ihramdan çıktıktan sonra nâfile tavaf yapabileceği gibi umre de yapabileceği belirtilmektedir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/535)." "Kudüm tavafını yapan kişi, ifrad haccını temettu veya kırana çevirebilir mi?","Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, ifrad haccına niyet eden ve kudüm tavafını yapan kişi bu haccını temettu veya kırana dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise bu durumdaki kişi haccını temettu veya kırana dönüştürebilir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335)." "Kıran haccına niyet eden kişi, tavaf ve sa’y yapmadan niyetini değiştirip temettu haccına dönüştürebilir mi?","Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre kıran haccına niyet eden kişi bu haccını temettu haccına dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise dönüştürebilir (bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335)." "Temettu haccı için umreye niyet eden kişi, haccını kırana dönüştürebilir mi?","Hanefî mezhebine göre, umre için ihrama giren kişi, tavafın en az dört şavtını yapmadan hacca da niyet ederse haccı kırana dönüşmüş olur. Ancak dört şavt yaptıktan sonra hacca da niyet ederse niyeti geçersiz olup haccı temettu olarak devam eder (Zeylaî, Tebyîn, 2/74). Şâfiî mezhebine göre, umre niyetiyle ihrama giren bir kimse henüz tavafa başlamadan hacca da niyet edebilir ve bu durumda yaptığı hac kıran haccına dönüşür. Ancak bir adım bile olsa tavafa başlamışsa bu durumda ayrıca hac için niyet edemez. Ettiği takdirde bu niyeti geçersiz olur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/323). Mâlikî mezhebine göre ise temettu haccına niyet eden kişi, ihramdan çıkmadan önce niyetini değiştirip kıran haccına dönüştürebilir (Karâfî, ez-Zehîra, 3/289)." Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutabilir mi?,"Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutamaz. Kurban kesme imkânı bulamayıp oruç tutmuş olan bir kimse ""eyyam-ı nahr"" denilen kurban kesme günlerinde bu imkânı elde ederse, ayrıca kurban kesmesi de gerekir. Eyyam-ı nahrdan veya tıraş olduktan sonra bu imkânı elde ederse; orucu yeterli olup kurban kesmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/173)." Hacc-ı ekber ve hacc-ı asğar ne demektir?,"“Hacc-ı ekber” ifadesi Kur’ân-ı Kerîm’de, “Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlü’nden bütün insanlara bir bildiridir.” (et-Tevbe, 9/3) şeklinde geçmektedir. Bu âyetteki hacc-ı ekberin hangi anlamda olduğu konusunda farklı görüşler vardır (Kur’ân Yolu, 2/724). Genel kabul gören görüşe göre, hac mevsimi dışında Kâbe’ye yapılan ziyarete (umreye) hacc-ı asğar; hac mevsiminde yapılan ziyarete de hacc-ı ekber denir. Bayramın birinci gününe de “hacc-ı ekber” denilir (Zeylaî, Tebyîn, 2/33). Hz. Ali (r.a.), “Resûlullah’a (s.a.s.) 'el-haccü’l-ekber hangi gündür?' diye sordum; ‘Bayramın ilk günüdür.’ buyurdular.” demiştir (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10 [3088]). Halk arasında ve bazı kaynaklarda arefe günü veya Kurban Bayramının birinci gününün cumaya rastladığı dönemde yapılan hacca, “hacc-ı ekber” denildiğine dair bir anlayış vardır. Ancak bunun güçlü bir dayanağı yoktur." Veda haccı ve veda hutbesi nedir?,"Veda haccı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinin 10. yılında (632) yapmış olduğu ilk ve son haccıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), yüz bini aşan sahabîye bu hac sırasında yaptığı konuşma ile veda etmiş, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan hac ibadetinin yapılış şeklini öğretmiştir. Hac sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabına yaptığı tarihî konuşmasına “veda hutbesi” denir. Temel hak ve hürriyetler açısından, çok önemli olan bu hutbe, hadis kitaplarında bölümler hâlinde nakledilmiştir (Buhârî, Hac, 132 [1739-1742]; Müslim, Hac, 147 [1218]). İslâm tarihi kaynakları, hadis kaynaklarından bu rivâyetleri tek metin şeklinde aktarırlar (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/601-604). Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ın özeti olarak sunduğu veda hutbesiyle; câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek evrensel insan haklarına işarette bulunmuştur. Irk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa rehber olacak örnek bir eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinanın ve aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir. Aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin bulunduğunu, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğratan fâizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırıldığını ilan etmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını ve cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz bir şekilde orada bulunan insanlara öğütleyerek, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir. En sonunda orada hazır bulunanların, dinlediklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/602-604)." "Temettu haccı yapan kişi, umresini tamamlayıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girmeden nâfile bir tavafın ardından haccın sa’yini yapabilir mi?","Temettu haccı yapanlar mikatta sadece umreye niyet ettikleri için umrenin sa’yini tamamlayınca, tıraş olup ihramdan çıkarlar. Tekrar hac için ihrama girinceye kadar Mekke’de ihramsız kalırlar. Zilhicce ayının sekizinci (terviye) günü veya isterlerse daha önce hac için tekrar ihrama girerler. Hac için ihrama girdikten sonra yapacakları nâfile bir tavafı takiben isterlerse hac sa’yini Arafat’a çıkmadan önce yapabilirler. Bu takdirde, ziyaret tavafından sonra sa’y yapmaları gerekmez. Ancak bu kişiler, hac için ihrama girmeyip ihramsız bir şekilde yaptıkları nâfile tavaflardan sonra sa’y yapamazlar. Yaptıkları takdirde de bu sa’y, haccın sa’yi yerine geçmeyeceğinden bu kişilerin ziyaret tavafından sonra yeniden sa’y yapmaları gerekir (Haddâd, el-Cevheretü’n-neyyira, 1/165; İlmihal I: İman ve İbadetler, 536)." Hacda kurban kesmeden önce saç tıraşı olana ceza gerekir mi?,"Hacda Akabe cemresine taş atmak, kurban kesmek ve saç tıraşı olmak arasında sırayı gözetmenin hükmü ihtilaflıdır. Bu sıraya uymak İmam Ebû Hanîfe’ye göre vaciptir, dolayısıyla sıralamanın bozulması, dem gerektirir. İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre ise sünnettir. Bu sıraya uyulmaması hâlinde herhangi bir ceza gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/154). Günümüzdeki zorluklar dikkate alındığında bu görüşle amel etmenin uygun olacağı söylenebilir." Umrenin tavaf ve sa’yini tamamlayan ancak henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlere ne gerekir?,"Umrenin tavaf ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlerin umresi geçerli olur. Ancak ceza olarak her birisine ayrı ayrı bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/245)." İhram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem dışında ödenmesi caiz midir?,"Hanefî mezhebine göre, ihram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem’de ödenmesi daha faziletli olmakla birlikte Harem dışında ödenmesi de caizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/558). Şâfiî mezhebine göre ise bu sadakaların Harem bölgesinde ödenmesi zorunludur (Dimyâtî, İânetü’t-Tâlibîn, 2/368-370)." Kurban bayramının Suudi Arabistan’da Türkiye’den önce veya sonra başlaması halinde yapılan hac ibadeti geçerli olur mu?,"Kur’ân-ı Kerîm’de güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (er-Rahmân, 55/5), bunların diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü de kılındığı (el-En'âm, 6/96), yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller tayin edildiği (Yûnus, 10/5), gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (et-Tevbe, 9/36), ayın, yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara, 2/189) belirtilmektedir. Fakihlerin çoğunluğuna göre; kamerî aylar, ayın güneş battıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir yerinden hilal hâlinde çıplak gözle görülmesi veya görülebilecek durumda olmasıyla başlar. Günümüzde ayın hilal hâlinde nerede ve ne zaman görülebileceği, hatasız olarak, hesapla tespit edilebilmektedir. Yurdumuzda ve İslâm ülkelerinin çoğunda hesaplamalar, hilalin dünyanın neresinde olursa olsun görüleceği dikkate alınarak yapılmakta ve takvimler bu hesaplamalara göre düzenlenmekte; bayramlar da buna göre belirlenmektedir. Bazı İslâm ülkeleri ise kamerî aybaşlarının tespitinde, ayın hilal şeklinde gökyüzünde görülebilecek hâlde bulunması zamanını değil, kavuşum anını (ayın her dolanmasında bir kez güneş, ay ve dünyanın aynı doğrultuya gelmesi/içtima) esas almaktadırlar. Ayrıca kimi ülkeler, ihtilâf-ı metâli’a itibar etmekte yani hilalin dünyanın herhangi bir yerinde görülmesini veya görülebilirliğini değil, kendi ülkelerinde görülebilirliğini dikkate almaktadırlar. İslâm âleminde zaman zaman bizden bir gün önce veya bir gün sonra bayram yapan ülkelerin bulunması bu sebepledir. Bu tür ictihad farklılığından doğan farklı uygulamalar kimsenin ibadetine zarar vermez. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da bulunanlar o günlerde bu ülkenin uygulamalarına göre hareket ederler. Dolayısıyla söz konusu ülkenin hesabına göre yapılan hac ibadeti geçerlidir." Hacca görevli olarak giden kişinin hac borcu düşer mi?,"Görevli olarak hacca giden kimse, ister zengin ister fakir olsun yaptığı hac kendi adına geçerlidir. Yaptığı görev karşılığında ücret alması bunu değiştirmez. Eğer kendisine hac daha önceden farz olmuş idiyse, farz olan haccı eda etmiş olur. Kendisine daha önce hac farz olmamışsa haccın farz olması için şart olan “yol (imkân) bulma” şartı gerçekleştiği için farz haccı eda etmiştir. Daha sonra, maddî açıdan hacca gidecek güce sahip olsa bile yeniden hacca gitmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120)." Kur’a sistemi dışında hacca gidebilmek için farklı yöntemlere başvurmak caiz midir?,"Hac; belli zamanlarda, belli mekânlarda ve belli şekillerde yerine getirilen bir ibadettir. Bu ibadetin kabul edilmesinin şartları, hacca gidecek kişinin Müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve akıl sağlığının yerinde olması, hac mevsiminde Mekke’de bulunmasıdır. Bu şartları yerine getiren kimsenin hac ibadeti fıkhî ölçüler dâhilinde şeklen geçerli olur. Ancak kur’a yöntemiyle hacca gidemeyenlerin, gereğini yapmayacakları hâlde değişik meslek vizeleri almaları, yalan beyan anlamına geleceğinden dinen caiz değildir. Allah’ın emrine uyarak hac ibadetini yerine getirmek ile yine O'nun koyduğu yalan söyleme yasağını çiğnemek İslâm ahlakıyla bağdaşmayan açık bir çelişkidir. Ancak şoför veya kasap olarak gidenler mesleklerini icra ederken hac yapabilirler." Hacda kurban ne zaman kesilir?,"Hanefî mezhebine göre kurban, bayramın ilk üç gününde kesilir. Daha önce kesilemez. Tehir edilerek daha sonra kesilmesi durumunda, İmam Ebû Hanîfe’ye göre, ceza olarak ayrıca bir dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf’a göre, tehirden dolayı ceza gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiî mezhebine göre temettu kurbanı, umreyi tamamladıktan sonra hac için ihrama girmeden önce kesilebilir. Bu kurbanın kesiminin son vakti yoktur. Ancak kurban bayramı günlerinde kesilmesi daha faziletlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/183-184). Nâfile olarak kesilen kurbanın, Hanefîler'e göre Kurban Bayramı günlerinde kesilmesi efdal olmakla birlikte daha önce de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Bunların dışındaki adak ve ceza kurbanları, bunları vacip kılan sebebin oluşmasından sonra ister bayram günlerinde isterse diğer günlerde kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiîlere göre ceza kurbanı, sebebin oluşmasından itibaren hem bayram günlerinde hem de başka zamanlarda kesilebilirken, adak ve tatavvu (mendup) kurbanları, ancak bayram günlerinde kesilebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/498-500). Şâfiîlere göre fevat (ihrama girdiği hâlde Arafat vakfesine yetişemeyen kişinin ertesi yıl haccedip, kesmesi gereken) kurbanı, haccın kaza edildiği yılda kesilir. Hanefîler'e göre ise fevat dolayısıyla kurban kesmek gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499; Merğinânî, el-Hidâye, 2/478). Muhsar, ihrama girdikten sonra iradesi dışında gerçekleşen bir engel dolayısıyla umrede tavafı veya hacda Arafat vakfesini yapamayan kimsedir. Bu kişi o sene hac yapamayacağına kanaat getirdikten sonra hemen kurban keser ve ihramdan çıkar. Ancak Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ihsar hedyi denilen bu kurban ancak bayramın ilk üç gününde kesilir. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre bayramdan önce de kesilebilir. İhsar kurbanının Harem bölgesinde kesilmesi Hanefîlere göre gerekli iken Şâfiîlere göre gerekli değildir. (Merğînânî, el-Hidâye, 2/471)" Hacca giden kişinin hacla ilgili kurbanları memleketinde kesilebilir mi?,"Temettu veya kıran haccına niyet eden hacıların, Cenâb-ı Hak kendilerine aynı mevsimde hac ve umreyi nasip ettiği için şükür olarak kesecekleri hayvanları Harem dâhilinde kesmeleri gerekir (el-Bakara, 2/196; el-Mâide, 5/95). Bu kurbanın, Kurban Bayramı’nda kesilen udhiyye kurbanı ile ilgisi olmadığından dolayı, Harem bölgesi dışında kesilmesi geçerli değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/493). Aynı şekilde hac ve umre ile ilgili ceza kurbanlarının da Harem Bölgesi’nde kesilmeleri gerekir." "Hac ibadetini yapan kişi, ayrıca memleketinde de kurban kesmekle yükümlü müdür?","Hac için ihramda olan kişi Mekke’de seferî ise kendisine udhiyye (kurban bayram günlerinde kesilen) kurbanının vacip olmadığı konusunda ittifak vardır. Seferî olmaması hâlinde ise udhiyye kurbanının vacip olup olmadığı konusunda Hanefî fakihleri arasında ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe göre haccetmekte olan kimse, ister seferî olsun ister olmasın udhiye kurbanı kesmekle yükümlü olmaz (bkz. Haddâd, el-Cevhera, 2/282; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/315). Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Şâfiî mezhebine göre ise udhiyye kurbanı, seferî olsun olmasın, hacda bulunsun bulunmasın, imkân bulan herkes için sünnet-i müekkededir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/383)." Kurban bayramı günlerinde umre yapılabilir mi?,"Haccın ancak hac aylarında yapılabilmesine karşılık umre için belirlenmiş herhangi bir zaman yoktur. Arefe ve bayram günleri (teşrik tekbirlerinin getirildiği 5 gün) dışında her zaman umre yapılabilir. Arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde ise umre yapmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü bu günler hac menâsikinin yapıldığı günlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/227). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre hac yapmaya niyetli olmayanlar teşrîk günleri dâhil yılın her gününde umre yapabilirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/147-148; Karâfî, ez-Zehîra, 3/374). Mâlikî mezhebine göre hac yapmaya niyetli olanlar bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar, Şâfiî mezhebine göre ise veda tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar (Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 3/21-25)." Umre yapmak üzere ihrama girip Mekke’ye gelen kişi sağlık sorunları sebebiyle umresini erteleyebilir mi?,"Umre yapmak üzere ihrama giren fakat umre yapacak kadar kendini sağlıklı hissetmeyen kişi, sağlığına kavuşuncaya kadar ihramlı olarak bekler; iyileşince tavaf ve sa’yini yaparak tıraş olup ihramdan çıkar. Tavaf ve sa’yini ertelemesinden ötürü de bir ceza gerekmez. Ancak bu bekleme süresi içinde ihram yasaklarına riâyet etmesi gerekir." Bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kişiye ne gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, başladığı bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kimse henüz ilk umresinin sa’yini yapmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse ikinci umresini iptal ederek öncelikle ilk umresinin sa’yini yapıp tıraş olarak ihramdan çıkar. Daha sonra ise iptal ettiği umreyi kaza eder. İkinci umreyi iptal ettiği için dem gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). İlk umresinin tavafını ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse; bu durumda ikinci umresini de tamamlaması gerekir. Ancak iki umreyi birleştirdiği için dem gerekir. İkinci umreyi tamamlamadan önce tıraş olmuşsa bu durumda biri ihram yasağını çiğnediği, diğeri de iki umreyi birleştirdiği için iki dem icap eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). Mâlikî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre ise bu durumdaki kişinin iki ihramından sadece biri geçerli olur. Dolayısıyla bu kişi sadece bir umre yapar. Kendisine kaza ve fidye de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/269; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/143; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, 3/48)." Harem sınırları içerisindeki kişinin Hill bölgesine gitmeden bulunduğu yerden umre için ihrama girmesinin hükmü nedir?,"Mekkeli olsun ya da olmasın Mekke’de bulunan kişiler umre yapmak istediklerinde Harem bölgesi hudutları dışına -yani Hill bölgesine- çıkarak oradan ihrama girerler. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Aişe Mescidi’nin bulunduğu Ten‘im’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167). Kişi şâyet bu kuralı ihlal ederek Harem bölgesinden ihrama girer ve tavafa başlarsa Hanefî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre başlamış olduğu bu umreyi tamamlar ve ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban keser. Ancak tavafa başlamadan önce hatasının farkına varıp Hill bölgesine gider ve oradan ihrama niyet edip telbiye getirirse dem kesme sorumluluğu ortadan kalkar (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/248; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/229; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/478; Aliyyu’l-Kârî, Fethu bâbi’l-inâye, 3/72). Mâlikîlere göre kişi, Hill bölgesine gitmeden Harem bölgesinden ihrama girmiş ve tavaf ile sa’y yapıp tıraş olmuşsa yaptığı tavaf ve sa’yi geçersiz sayılır. Bu kişi ayrıca umresini tamamlamadan tıraş olmak suretiyle ihram yasağı işlediği için kendisine fidye gerekir. Fidye hususunda bir dem, üç gün oruç veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini yerine getirmelidir. Bu kişinin ayrıca Hill bölgesine çıkıp ardından tavaf ve sa’yini iade ederek umresini tamamlaması gerekir (Haraşî, Şerhu Muhtasari’l-Halil, 2/393; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 2/23; İlîş, Minehu’l-celîl, 2/226)." Kul hakkının önemi nedir ve ihlali durumunda nasıl ödenir?,"İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların başında kul hakkı gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Bundan dolayı İslâm’da ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate alınmış ve gözetilmiştir. Resûlullah (s.a.s.) veda hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]). Dolayısıyla İslâm’da kul haklarına riâyet, İslâm’ı anlama ve özümseme göstergelerinden olup dünya ve ahiret saadetine ulaştıran temel vesilelerden birisidir. Kul hakkı ihlali durumunda; haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim din kardeşinin şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir” (Buhârî, Mezâlim, 10 [2449]). Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda; mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Hak ihlali; hakaret etme, küfür, yalan, gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113)." Kadın şahsi ihtiyacını karşılamak için kocasının parasını rızası olmadan alabilir mi?,"İslâm dini, kocaya vermiş olduğu hak ve yetkilerin yanında, birtakım görev ve sorumluluklar da yüklemiştir. Bunlardan birisi de kocanın eşinin temel ihtiyaçlarını makul ve normal ölçülerde karşılama ve giderme görevidir (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/6). Bu, evlilik akdinden doğan bir sorumluluk olup, kadının zengin veya fakir olması, Müslüman veya gayrimüslim olması sonucu değiştirmez. Ebû Süfyan’ın karısı Hind, Resûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Ebû Süfyân cimri bir adamdır, ne bana ne de çocuklarına yeterli harcamada bulunuyor. O görmeden malından alabilir miyim?” diye sorduğunda Allah Resûlü (s.a.s.); “Maruf ölçüler içerisinde kendine ve çocuklarına yetecek kadarını alabilirsin.” (Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 31 [5420]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 95 [2211]; Müslim, Akzıye, 7-9 [1714]) buyurmuştur. Buna göre koca, eşinin normal şahsi ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal ederse, kadın onun malından ihtiyacı kadarını alabilir." Çocuğa isim koyarken nelere dikkat edilmelidir?,"Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel bir isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber, insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebu Davud, Edeb, 69) buyurmuştur. Konulacak isimlerin mutlaka Arapça olması ve bu ismin Kur’an-ı Kerim’de geçmesi gerekmez. Çocuğa isim koyarken dikkat edilecek husus, yadırganmayacak güzel anlamlı bir isim olmasıdır." Ölen yakınının maaşını alabilmek için resmen boşanan ama evliliğini dinî nikâhla devam ettirenlerin aldıkları bu maaşlar helal midir?,"Nikâh, aile birliği oluşturacak kimselerin Allah’ın emri gereği gerçekleştirdikleri bir sözleşmedir. Böylesine önemli bir sözleşmenin birtakım maddî kaygılarla sona erdirilmesi her şeyden önce ahlaken doğru değildir. Kaldı ki sevgili Peygamberimiz normal şartlar altında gerçekleşen boşama için bile “Allah’ın en hoşlanmadığı helâl şey evliliği sona erdirmektir” (Ebû Dâvûd, Talâk, 3 [2178]; İbn Mâce, Talâk, 1 [2018]) buyurmuştur. Bir yakını dolayısıyla kanun gereği dul hanımlara ödenen parayı almak üzere resmen boşanıp gerçekte birlikte yaşamaya devam etmek, hile niteliğinde olduğundan haramdır. Bu tür hileli yollarla elde edilecek gelirler kamu malını zimmetine geçirmek anlamına gelir. Bu nedenle hileli boşanma yolu ile alınan maaş helâl olmaz." "Mezarlıktaki ağaç, ot vb. bitkileri kesmek caiz midir?","Mezarlıkta bulunan yaş ot ve ağaçları, bakım amaçlı olmadıkça yolmak ve kesmek mekruhtur. Zira buradaki yaş bitkiler kendilerine has bir şekilde Allah’ı zikretmektedirler. Bu zikir sebebiyle orada yatan müminlere, Allah Teâlâ’nın rahmet edip azaplarını hafifletmesi umulur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kabristanda bulunan iki kabir sahibinin azap içinde olduğunu anlamış, yanında bulunanlardan taze bir hurma dalı isteyerek, ikiye bölmüş ve her birini bir kabrin başına dikmiştir. “Ey Allah’ın Resûlü, niçin böyle yaptın?” diye sorulunca, “Umulur ki bunlar yaş kaldıkları sürece (azapları) hafifler” (Buhârî, Vudû’, 56 [218]; Müslim, Tahâret, 111 [292]) buyurmuştur. Mezarlıkta zayi olacağından endişe edilen kuru ot ve ağaçların kesilip satılmasında bir sakınca yoktur. Bu satıştan elde edilen paranın kamu yararına kullanılması gerekir. Ayrıca mezarlıkta bulunan ağaçların meyveleri de yenilebilir (el-Fetâva’l-Hindiyye 1/166-167; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/245)." Define aramak ve bulunduğunda sahiplenmek caiz midir?,Günümüzde define arama işlemleri “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu” ile diğer ilgili mevzuata göre yürütülmektedir. Bu mevzuata aykırı şekilde define aramak kamusal ve bireysel haklara tecavüz anlamına geldiğinden câiz değildir. Buluntu eşya (lukata) ile ilgili hükümler nelerdir?,"Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak câiz olmadığı gibi kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de câiz değildir. Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir. Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vâcip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır. Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/200-201). Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 5/162, 163). Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak daha sonra sahibinin çıkması hâlinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, 11/2-3)." Herhangi bir sebeple kovandaki fazla ana arıların veya bunların larvalarının itlaf edilmesi caiz midir?,"Yüce Allah, şifa kaynağı olarak balı insanların istifadesine sunmuştur. Bu hususa Kuran-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir: “Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” (en-Nahl, 16/68-69). Ekolojik dengeyi bozmamak kaydıyla, arıların istenmeyen ölçüde oğul vermemesi, verilen oğulların zayıf olmaması, fazla bal almak ve ana arıların birbirlerine zarar vermemesi için fazla ana arıların veya larvalarının itlafında bir sakınca yoktur." "Hasta olan ve tedavisi yapılamayan kedi, köpek gibi hayvanların veteriner tarafından uyutulması caiz midir?","Yüce Allah, diğer yeryüzü nimetleri gibi hayvanları da insanların hizmetine vermiş ve onlardan çeşitli şekillerde faydalanmayı helal kılmıştır (en-Nahl, 16/5, 6, 80). Bununla birlikte dinimiz bir canlı olarak hayvanlara karşı da şefkatli ve merhametli olmayı emretmiştir (Buhârî, Müsâkât, 10 [2365]; Müslim, Selâm, 151 [2242]). İnsanın, hizmetine verilen canlılara karşı merhamet ölçüleri ile muamele etmesi yanında onların sağlık ve temizliklerine de azami özen göstermesi gerekir. Bu sebeple hastalanan hayvanların imkân ölçüsünde tedavi edilmeleri gerekmektedir. Zira bu hem merhametin hem de sağlıkla ilgili tedbirlerin zorunlu bir sonucudur. Ancak ölümcül bir hastalığa yakalanmış, tedavi ederek iyileşme imkânı da olmayan ve şiddetli acılarla baş başa kalmış bir hayvanın veteriner gözetiminde uyutulmasında bir sakınca yoktur." Hayvanların kısırlaştırılması caiz midir?,"İnsanlar gibi tüm hayvanların da üreme ve çoğalma hakları vardır. Hayvanların yeme içme ihtiyaçlarının teminini engellemek uygun olmadığı gibi üreme özelliklerini ortadan kaldırmak da uygun değildir. Gerekli ve meşrû bir sebep bulunmadıkça hayvanların kısırlaştırılması da câiz değildir. Ancak gerekli ve meşrû sebeplerle; toplum menfaati gereği evde beslenen hayvanların gebe kalmalarını engelleyici ilaç ve benzeri şeylerin kullanılmasında ve ekolojik dengeyi bozmamak şartıyla kedi, köpek vb. başıboş hayvanların kısırlaştırılarak çoğalmalarının kontrol altına alınmasında dinen bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/357). İş gücünden, nesil ıslahından ve et verimliliğinden ziyadesiyle istifade edilebilmesini temin etmek amacıyla dana ve teke gibi bazı hayvanların kısırlaştırılması da câiz görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 4/380; İbn Mâze, el-Muhît, 5/375, 376)." Selâmlaşmanın İslâm dinindeki yeri ve hükmü nedir?,"Selâmlaşma, Müslümanlardan birinin diğerine “Selâm sizin üzerinize olsun, Allah sizi her türlü kaza ve belâdan korusun” anlamına gelen “selâmün aleyküm/es-selâmü aleyküm” diyerek hayır duada bulunması; diğerinin de “ve aleyküm selâm/aleykümü’s-selâm” diyerek aynı duayla karşılık vermesidir. Nitekim Allah Teâlâ, “Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile ya da dengi ile karşılık verin” (en-Nisâ, 4/86) buyurarak verilen selâma güzel şekilde karşılık vermeyi emretmiştir. Hz. Peygamber de (s.a.s.) selâma güzel lafızlar eklemenin sevabı artırdığına dikkat çekmiş, “es-Selâmü aleyküm” sözüne, “ve rahmetullâh ve berekâtüh” (Allah’ın rahmeti ve bereketi) gibi sözcükler eklemek suretiyle ayrıca sevap kazanılacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 143, [5195-5196]). Dinimiz Müslümanları kardeş ilan etmiş, kardeşlik bilincinin yerleşip devam etmesi için de onlara bazı görevler yüklemiştir. Bu görevlerden biri de selâmlaşmaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) selâmlaşmayı Müslümanın Müslüman üzerindeki hakları arasında saymıştır. (Müslim, Selâm, 5, [2162]). İslâm âlimleri selâm vermenin sünnet, almanın farz olduğunu ve selâm verenin alana göre daha fazla sevap kazanacağını belirtmiştir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/164). Allah Resûlü (s.a.s.) iki Müslümanın karşılaştığında söze önce selâmla başlamalarını öğütlemiş; küçüğün büyüğe, bir vasıta üzerinde gidenin yürüyene, yürüyenin veya ayakta olanın oturana, sayı bakımından az olan topluluğun çok olana selâm vermesinin uygun olacağını bildirerek selâmlaşma âdâbını öğretmiştir. Bunun yanında topluluk içerisinden bir kişinin selâm vermesini ya da verilen selâmı bir kişinin almasını yeterli görmüş ve bir topluluktan ayrılırken de selâmla ayrılmanın güzel olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, İsti’zân, 4, [6231]; Müslim, Selâm, 1, [2160]; Ebû Dâvûd, Edeb, 150, [5208], 152, [5210]). Şâyet topluluktan hiç kimse verilen selâmı almazsa bu durumda toplulukta bulunan herkes günahkâr olur (İbn Âbidînzâde, el-Hediyyetü’l-ʿAlâʾiyye, 232; Nevevî, el-Mecmû‘, 4/594)." Yetkili makamlarda bulunanların hediye kabul etmeleri caiz midir?,"Karşılıklı olarak hediyeleşmek insanlar arasında sevgi ve saygının oluşmasına katkı sağlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Hediyeleşin ki aranızdaki sevgi artsın.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 16) buyurmuştur. Ancak yetkili makamlarda bulunan kişilerin, bu göreve gelmeden önce aralarında hediyeleşme âdeti olmayan kişilerden her ne ad altında olursa olsun; hediye ve bağış kabul etmeleri câiz değildir. Zira bu durum, rüşvet olarak değerlendirilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/103; Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/86). Hz. Peygamber (s.a.s.), idari makamlarda bulunanlara verilen hediyelerle ilgili olarak; “Yetkililerin aldığı hediyeler, ganimetten aşırmak (kamu malını zimmetine geçirmek) gibidir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/233 [20474]) buyurmuştur. Yine Resûlullah (s.a.s.), zekât toplamakla görevlendirdiği memurunun hediye aldığını işittiğinde; “Benim gönderdiğim bir görevliye ne oluyor ki: ‘Bu zekât malıdır; bu da bana hediye edilmiştir.’ demektedir! Bu kişi babasının (yahut anasının) evinde oturup kalsa, acaba kendisine hediye verilir miydi? Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz o zekât malından bir şey alırsa kıyamet gününe o malı boynunda taşıyarak gelecektir.” (Müslim, İmâre, 26 [1832]; bkz. Buhârî, Eymân, 3 [6636]) buyurarak, kişinin yetkili bir makamda bulunmasından dolayı hediye almasının câiz olmadığını ifade etmiştir." Sol elle yemek yemekte bir sakınca var mıdır?,"Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşılamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yiyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle yemek yemeyi öğretmiştir (Buhârî, Etʽime, 2 [5376]; Müslim, Eşribe, 105-109 [2020-2022]). Hz. Peygamber’in sağ elle yeme ve içme konusundaki tavsiye ve irşadlarına uymak her Müslümanın vazifesidir. Bu nedenle anne ve babaların çocuklarına diğer yemek âdâbıyla birlikte sağ elle yeme ve içmeyi de öğretmeleri gerekir. Fizikî bir engel sebebiyle sağ eliyle yiyemeyen kimselerin sol elle yeme içmesinde ise bir sakınca yoktur (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 8/183)." Domuzdan üretilen jelatin caiz midir?,"Jelatin; sığır, domuz, balık ve kümes hayvanları gibi omurgalıların kollajeninden elde edilen bir protein türüdür. Jelatin üretiminde başlıca hammadde olarak domuzun kemik ve deri altı tabakası ile sığırın kemik ve derileri kullanılmaktadır. İnsan sağlığına olumsuz etkisi olmadığı göz önüne alınarak helallik açısından jelatine yaklaşıldığında temel hareket noktası, menşeinin helal olmasıdır. Bunun yanında üretim aşamasında, jelatine kaynak teşkil eden hammaddenin yapısal özelliklerini yitirip yitirmemesinin, ürünün helalliğine etki edip etmeyeceği de tartışılmıştır. Öncelikle menşei itibariyle helal olan yani yenilebilir ve İslami usullere göre tezkiye edilmiş (kesilmiş) hayvanların derilerden ve kemiklerden elde edilen jelatinin tüketilmesinin helalliği noktasında herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Jelatinin dini hükmü konusundaki esas hareket noktası ise, haram bir menşeden elde edilmiş olması halinde, imalat aşamasında tam anlamıyla bir dönüşüm/değişim geçirip geçirmediği hususudur. Bu husus fıkıh literatüründe “istihale” kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır. İstihale dinen necis sayılan bir maddenin yapı değişimine uğrayarak temiz bir maddeye dönüşümünü ifade etmektedir. Fıkıh kaynaklarında istihalenin dayandığı mantık, Allah Teala’nın bir maddenin necis olmasını, sahip olduğu yapısal duruma bağladığı düşüncesiyle açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre maddenin yapısında gerçekleşen dönüşüm, ister istemez necaset niteliğinin de değişmesini gerektirmektedir. İstihalenin necis bir maddeyi temiz hale getirebileceği hususunu bazı fakihler onaylamasa da, aralarında Hanefilerin de yer aldığı birçok alim, istihalenin böyle bir işlevi olduğunu kabul etmektedir. Meseleye haram menşeden elde edilen jelatinin hükmü açısından yaklaşıldığında, üretim aşamasında bir istihale gerçekleşip gerçekleşmediği hususu önem taşımaktadır. Bu konuda farklı yaklaşımların olduğu görülmektedir. Jelatinin üretiminde kimyasal reaksiyonlar sonucunda istihale olduğunu söyleyen uzmanlar olduğu gibi, yaptıkları deneylerle jelatinin istihaleye uğramayan katkı maddelerinden biri olduğu sonucuna ulaşan uzmanlar da bulunmaktadır (bk. I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011; el-Beyanü’l-Hitami ve’t-Tavsiyat li’n-Nedveti’l-İlmiyye: el-İstihale ve’l-İstihlak ve Müsteceddatühüma fi’l-Ğıza ve’d-Deva (9-10 Şubat 2015, Cidde, s. 2-11; “İstihale”, DİA, EK 1, 674-676). Bu bağlamda jelatin üzerinde araştırma yapan birçok uzman, her ne kadar üretim aşamasında bazı amino asit ve karbonhidrat yapılarını kaybetse de kollajenin amino asit dizesini büyük oranda koruduğu, değişimin alfa sarmal yapısındaki hidrojen bağının değişiminden ibaret kaldığı, dolayısıyla kollajenin jelatine dönüşümünde gerçek anlamda bir kimyasal dönüşüm değil, bazı fiziksel ve kimyasal özelliklerde farklılaşma meydana geldiği sonucuna ulaşmışlardır (I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011, s. 86-93; 109; Ahmad Sakr, Jelatin, İstanbul 2008, s. 47; Harun Şimşek, A'dan Z'ye Hayvansal Kaynaklı Gıda Katkı Maddeleri, Almanya 2012, s. 72-73). Fıkıh kaynakların çizdiği çerçeveye göre istihale, necis veya kullanılması haram olan bir maddenin hakikatinin değişip ilgili maddenin isim, özellikler ve nitelikler itibariyle farklı bir maddeye dönüşmesidir. Bu açıdan bakıldığında klasik kaynaklarda “vasıf değişimi” bağlamında verilen örnekler, her kimyasal reaksiyonun geçerli bir istihale olmadığını ortaya koymaktadır. Zira söz konusu maddede bazı değişimler olsa da bu her zaman tam bir kimyasal değişim olmamaktadır. Oysa istihaleden bahsedebilmek için maddenin tam bir kimyasal değişime uğraması gerekmektedir. Şu halde yukarıdaki uzman görüşlerine de dayanarak, jelatinin geçirdiği işlemin bir istihaleden/dönüşümden ziyade bir ayrıştırma işlemi olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, kollajenin kaynağı olan hayvan helal değilse, ondan üretilen jelatin de helal olmamaktadır. Menşeinin helalliği bilinmeyen jelatinlerin Müslümanların tüketeceği gıdaların üretiminde kullanılması ve içinde domuz kaynaklı jelatin olduğu kesin olarak bilinen gıdaların tüketimi caiz değildir." Üretim Aşamalarında Sentetik Alkol Kullanımının Hükmü Nedir?,"İslâm, sarhoş eden keyif verici içeceklerin bu amaçla üretim, satım ve içimini kesin bir dille yasaklamıştır (Mâide 5/90-91; Müslim, Müsâkât, 67). Hz. Peygamber (s.a.s.) çok miktarı sarhoşluk veren maddelerin azının da haram olduğunu bildirmiştir (Buhâri, Vudû, 71; Müslim, Eşribe, 7; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3). Bu hükümler, sarhoşluk vermesi için özel olarak ve belli usullerle üretilen içeceklerle ilgilidir. Bu yolla üretilen alkollü içeceğin tedavide kullanılması da ancak meşru bir alternatifin olmaması halinde zarureten caizdir. Dinî literatürde “hamr” olarak bilinen bu özellikteki içecekler dışında, sentetik olarak üretilen alkol veya bazı meyve ve gıdalarda kendiliğinden oluşan alkol, farklı değerlendirilmelidir. Nitekim meyvelerin bünyesinde doğal olarak (binde bir-binde beş) arasında alkol bulunabilmekte; ekmek dâhil birçok fermente (mayalanmış) ürünün üretim süreçleri sonunda az miktarlarda alkol ortaya çıkabilmektedir. Bazı gıda maddelerinin üretim aşamalarında aromatik bileşenlerin kullanılması durumunda son ürün içinde etil alkol (ethanol), keton, ester vb. bileşikler de oluşabilmektedir. Hal böyleyken içinde kendiliğinden ya da “eser” miktarda yani çok az ölçüde ilave edilen maddeler dolayısıyla alkol oluşan bu tür ürünlerin tüketilmesi haram olmaz. Zira burada söz konusu olan alkol, özellikle sarhoşluk vermesi amacıyla ve belli yöntemlerle üretilen alkol yani hamr değildir. Aksi halde bileşeninde belli oranlarda alkol bulunuyor gerekçesiyle birçok meyvenin ve ürünün de yenmemesi gerekirdi. Şu halde: 1. Sarhoşluk vermesi amacıyla üretilen içkilerin azını da çoğunu da içmek ve bunları gıda maddelerine katmak haramdır. 2. Gıda maddelerinde sarhoş etmeyecek ölçüde doğal olarak oluşan alkol, o gıda maddesini haram kılmaz. 3. Sentetik alkolün içki olarak tüketilmesi haram olmakla beraber, çözücü olarak kullanılması böyle değildir. Çünkü bu son durumdaki kullanım amacı sarhoş olmak veya keyif almak değil, aromatik maddelerin çözünürlüğünü sağlamaktır. 4. Sentetik alkolün temizlik ürünlerinde veya temizleyici olarak kullanılması da caizdir. Bu bağlamda mesela ispirto, kolonya vb. sıvılarla, temizlik amacıyla üretilen alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (bk. Buhârî, Edep, 80; Müslim, Eşribe, 73) bunların temizlikte kullanılmaları caizdir. Bu özellikteki maddeler dinen necis de sayılmadığından, namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması da gerekmez (Kâsânî, Bedâî’, V, 115; Elmalılı, Hak Dini, II, 763-764). 5. Gıda maddelerinin helalliğinin tespitinde gıda sağlığı ve güvenliği ilkelerine riayet de dinî bir gerekliliktir. 6. Her konuda olduğu gibi sentetik alkol kullanılmasında da, zihinlerdeki şüpheleri gidermek gerektiğinden başka alternatif bileşenler aranmalı ve varsa öncelikle bunlar kullanılmalıdır." Eti yenilip yenilmeyen hayvanların tespiti neye göre yapılmıştır?,"İslâm, insanı maddî ve manevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş ve insana zarar verebilecek pis ve iğrenç olan her şeyi (habâis) yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da (tayyibât) helal kılmıştır (el-Bakara, 2/168; el-A’râf, 7/157). Kur’ân ve sünnette etleri yenilmeyen hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilenler yanında bazı hayvanlar için de belli ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklamaları teyit eden ifadelerin yanı sıra, “necis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin detaylı açıklamaları da içermektedir. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.), yırtıcı hayvanların (parçalayıcı uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve yırtıcı kuşların (pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceğini özellikle belirtmiştir. Bununla birlikte Resûlullah’tan (s.a.s.), bazı hayvanların etlerinin yenilmesine dair hükümleri ihtiva eden başka hadisler de rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd, 15,16 [1933-1934] ; Ebû Dâvûd, Et’ime, 32 [3802]). Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi, İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. İslâm âlimleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu tek tek ya da gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sıhhati konusundaki farklı değerlendirmelerin ve yorumların yanı sıra insan tabiatının, örfün, mahallî alışkanlıkların ve söz konusu ilkeleri somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının etkili olduğu bir gerçektir." Kara hayvanlarından eti yenilip yenilmeyenler hangileridir?,"Etlerinin yenmesinin helâl olduğu hususunda görüş birliği bulunan hayvanlar şunlardır: a) Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden evcil hayvanlar, b) Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi yabani hayvanlar, c) Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşlar. Bu hayvanların etlerinin helâl olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur'ân’da tasrih edilmiş, diğerleri de Kur'ân’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler (el-Mâide, 5/1; el-Hac, 22/28, 30) (mübah) kapsamında görülmüştür. Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar ise şunlardır: a) Domuzun haram olduğu, Kur'ân’ın açık hükmüyle sabittir (el-Mâide, 5/3). Kur'ân’da ismi anılarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Kur'ân’da sadece domuzun etinin haramlığından söz edilse de İslâm âlimleri, En‘âm sûresinin 145. âyetinde geçen “rics” ifadesi ile A‘râf sûresi 157. âyetindeki “... onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar.” ifadelerini birlikte değerlendirmişler ve domuzun her şeyinin haram olduğunu belirtmişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/133). b) Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın hükmüne dayanır: “(Kesim sırasında) üzerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyin.” (el-En'âm, 6/121). Bu ilke, İslâm’ın tevhid akidesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir göstergesidir. c) Dinî usullere uygun olarak kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş olan hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın açık hükmüne dayanır: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (el-Bakara, 2/173); “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan; (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç olmak üzere boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile (tazim amacı ile) dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar size haram kılındı.” (el-Mâide, 5/3). Yukarıda zikri geçenler dışında kurt, aslan, kaplan gibi köpek dişleriyle; doğan, şahin, kartal gibi pençesiyle avlanan hayvanlar ile sinek, örümcek, akrep gibi haşeratın yenilmesi İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre caiz görülmemiştir." At eti helal midir?,"Kur’ân ve Sünnette at eti yemenin hükmü hakkında açık bir delil bulunmamaktadır. Hanefî mezhebinde İmam Ebû Hanîfe’den rivâyet edilip tercih edilen görüş ile Mâlikîlerden gelen bir görüşe göre at etinin yenilmesi tenzihen (helale yakın) mekruhtur. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Mâlikîlerden gelen diğer bir rivâyete göre ise at etinin yenilmesi mubahtır (Serahsî, el-Mebsût, 11/233; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/4; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/22). At eti yemenin mekruh, hatta haram olduğunu söyleyen âlimler de olmuştur (Karâfî, ez-Zehîra, 4/101). Şüphesiz mekruh ya da haram olduğu görüşünde, o dönemlerde atın gerek askeri gerekse sivil hizmetlerde yoğun bir şekilde kullanılan bir hayvan olması etkili olmuştur. Günümüzde atın etkinlik alanı eski dönemlere göre çok daralmış olsa da at etinin yenilmesi konusundaki mesafeli tutum özellikle Anadolu coğrafyasında devam etmektedir." "Yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi deniz ürünleri yenir mi?","İslâm dini ilke olarak insana maddî veya manevî yönden zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da helal kılmıştır. Bu bağlamda, yiyecek ve içeceklerin prensip olarak helal olduğu belirtilirken az bir kısmının yasaklanması, genel olarak insanın beden ve ruh sağlığının korunması amacına matuftur. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de, genel hükmü ifade edecek şekilde insanlar şöyle uyarılmaktadır: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helal ve temiz olan şeylerden yiyin ve şeytanın işlerini/adımlarını takip etmeyin…” (el-Bakara, 2/168), “Ey iman edenler! Gerçekten sadece Allah’a kulluk ediyorsanız size verdiğimiz temiz [ve helal] rızıklardan yiyin için ve Allah’a şükredin.” (el-Bakara, 2/172), “Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: temiz olanlar (tayyibat) size helal kılınmıştır...” (Maide, 5/4). Bu âyet-i kerîmeler, insanın yiyeceklerinin kendi nezahet ve mükerrem bir varlık olma durumuna uygun olarak temiz ve nezih yiyecekler olabileceğini bildirmektedir. Yeryüzündeki nimetleri insanoğlunun istifadesine sunan Yüce Allah, yiyecek olarak haram kılınan hayvanlar ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Allah size murdar eti (leş), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı…” (el-Bakara, 2/173). Bunun yanında En‘âm sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde de aynı şeyler, niteliklerine atıfta bulunularak sayılmıştır. Bunların yanında Kur’ân-ı Kerîm’de deniz avlarının helal kılındığı ayrıca ifade edilmiştir: “Size ve yolculara geçimlik olmak üzere deniz avı ve yiyeceği helal kılındı…” (el-Mâide, 5/96). Yukarıdaki açıklamalarının yanında Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in (s.a.s) helal ve haramları açıklama/bildirme hususundaki görevi ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmıştır: “…Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten sakındırır; yine onlara temiz olan şeyleri helal, pis olan şeyleri de haram kılar…” (A’raf, 7/157). Nitekim Hz. Peygamber, yenmesi helal ve haram olan hayvanlar ile ilgili açıklamalar yapmıştır. Bir rivâyette şunlar ifade edilmektedir: “Resûlullah (s.a.s.) azı dişi bulunan yırtıcı hayvanların ve pençesiyle avlanan yırtıcı kuşların etlerinin yenmesini yasaklamıştır.” (Müslim, Sayd, 15-16 [1933-1934]; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 32 [3803]). Bunun yanında Hz. Peygamber’in, pis ve iğrenç olmaları nedeniyle bazı hayvanların yenmesini yasakladığı da bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 33 [3808]). Deniz ürünleri ile ilgili olarak ise Hz. Peygamber; “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Tahâret, 39 [83]). İslâm âlimleri, Kur'ân ve hadislerde belirtilen hüküm ve ilkeler ışığında hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Kara ve deniz hayvanları hakkında gerek Kur'ân-ı Kerîm gerekse hadis-i şeriflerde -bazıları dışında- bütün türler isim olarak zikredilmediğinden, bu hususta farklı hükümler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, bütün âlimlere göre balık türleri helaldir. Balık dışındaki ürünler, Hanefî âlimler tarafından helal kabul edilmemiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/35). Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî âlimleri ise Maide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesinin kapsamlı oluşu ve Hz. Peygamber’in, “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” ifadesine dayanarak, deniz ürünlerinin yenilmesi hususunda oldukça geniş bir yaklaşım ortaya koymuşlardır. Mâlikî ve Hanbelî âlimlere göre, deniz hayvanları prensip olarak helaldir. Ancak timsah gibi yırtıcı hayvanlar helal değildir (Kârâfî, ez-Zehîra, 4/96). Şâfiî mezhebinde ise aslen suda yaşadığı hâlde karada da yaşayabilen kurbağa, yengeç, kaplumbağa ve su yılanı gibi hayvanlar habis ve zararlı oldukları için helal değildir. Bunların dışında kalan midye, kalamar, ıstakoz, karides gibi deniz ürünlerinin yenmesi ise helaldir (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 8/113,150-152). Görüldüğü gibi Kur'ân ve Sünnette yenilmeyecek olan hayvanlar ile ilgili bir liste verilme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilerek yasaklananların yanında diğer hayvanlar için ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Bu nedenle yenmesinin haram olduğu hususunda ittifak edilen hayvanlar oldukça sınırlıdır. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. Bunun dışında, hakkında açık hüküm bulunmayan ürünlerin hükmü hususunda âlimler, yukarıda da belirtildiği gibi ihtilaf etmişlerdir. Aslında bu tür ihtilaflar meselelerin daha iyi anlaşılmasına katkı sunduğu gibi mükellefler için uygulamada kolaylık da sağlamaktadır. Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi ürünlerin üretimi ve tüketiminin helal olduğu söylenebilir." Kesilen tavukların içleri temizlenmeden sıcak suya sokularak yolum yapılması halinde etlerinin yenilmesi caiz midir?,"Usûlüne göre kesilmiş olan tavukların kanı süzüldükten ve varsa üzerlerine bulaşabilen diğer pislikler iyice temizlendikten sonra kaynama derecesine ulaşmayan sıcak suda bir süre bekletilip müteakiben tüylerinin yolunmasında dinî açıdan bir sakınca bulunmamaktadır (İbnü’l- Hümâm, Feth, 1/210-211). Ancak bağırsakları çıkarılmadan kaynar suya atılmış olan tavuk ve emsali hayvanların içindeki pislikler ete sirâyet ederse temiz olmaktan çıkar. Günümüzdeki kesim fabrikalarında uygulandığı gibi banttan geçen kesilmiş hayvanlara temiz sıcak su püskürtülerek sulu yolum yapılması durumunda söz konusu sakınca ortadan kalktığı için yenmesinde bir mahzur bulunmamaktadır." Bir hayvanın etinin helal olabilmesi için kesim nasıl olmalıdır?,"Eti yenen kara hayvanlarının etlerinin helal olması için usûlüne uygun olarak kesilmesi gerekir. Usûlüne uygun kesim, Hanefîler'e göre besmele çekilerek, hayvanın nefes ve yemek boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde kesilen hayvanın eti Hanefîler'e göre haram olur. Ama unutarak terk edilirse helaldir. Şâfiîler besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde de etin yenilebileceği görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/410). Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise göğsünün hemen üzerinden kesilir (nahr) ve hayvanın kanının iyice akması için bir süre beklenilir. Kesimden önce bıçak ve benzeri kesici aletlerin hayvanın gözünden uzak bir yerde bilenmeleri sünnettir. Hayvanlardan biri, diğerinin gözü önünde kesilmemelidir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/41). Kesilecek hayvanları kıbleye döndürerek kesmek sünnettir. Hayvanın canı çıkmadan boynunu kırmak, derisini yüzmek, bir uzvunu koparmak veya tüyünü yolmak gibi hayvanın acısını arttıracak işlerden kaçınılmalıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/194). Hayvanın, kesim esnasında canlı olması kaydıyla, acıyı azaltmak maksadı ile düşük voltajlı elektrik şokuna tabi tutulması, ayrıca tavuk ve hindi kesimlerinde kullanılan otomatik kesim makinesini çalıştıran kişinin, düğmeye basarken besmele çekmesi hâlinde o seride kesilecek bütün hayvanlar besmele ile kesilmiş sayılmasına bazı ilim adamlarınca cevaz verilse de söz konusu uygulamalarda hayvanların kesim öncesi ölüm riski bulunduğundan el ile kesim tavsiye edilir." Hayvan kesecek kimselerde bulunması gereken şartlar nelerdir?,"Hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, Müslüman veya Ehl-i kitap olması gerekir. Putperest, ateşperest, ateist ve mürtedlerin kestikleri hayvanların eti yenmez. Ehl-i kitap olduğu bilinen kimse kesim yaparken Allah’tan başkasının adını anmamalıdır. Zira âyette Allah’tan başkası adına kesilmemesi şartı getirilmiştir (el-Bakara, 2/173). Kesim yapan kimsenin ergenlik çağına gelmiş olması şart değildir. Mümeyyiz olan kişinin kestiği de helaldir. Hayvanı kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği gibi temiz, cünüp veya hayızlı olması arasında da bir fark yoktur; hepsinin kestiği yenir (Zeylaî, Tebyîn, 5/287; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/77; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/404)." Ehl-i kitabın yemeklerini ve kestiği hayvanların etini yemek caiz midir?,"Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hristiyan’ın), usûlüne uygun olarak kestiği hayvanın eti ve pişirdiği yemek yenilir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Bugün size temiz ve hoş şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir.” (el-Mâide, 5/5). Usûlüne uygun olarak kesim, hayvanın yemek ve nefes boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Ehl-i kitaptan olan kimsenin, hayvanı keserken Hz. Mesîh’in veya Hz. Üzeyir’in adını andığı kesin olarak bilinirse o takdirde kestikleri helal olmaz. Çünkü Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar yenilmez (el-Mâide, 5/3)." "Tavuk vb. kanatlıların yolum yöntemlerinin, etin helal olup olmamasına etkisi nedir?","Tavuk vb. kanatlılarda, kesim sonrası tüketime hazır hale getirilme aşamasında kuru ve sulu olmak üzere iki türlü yolum yöntemi uygulanmaktadır. Kuru yolum yöntemi buharsız ve buharlı olmak üzere iki çeşittir. Buharsız yöntem, kesim sonrası doğrudan elle yolum uygulamasıdır. Buharlı yöntem ise, kanatlı hayvanların buhar püskürten makineden geçirilerek tüy diplerinin yumuşatılmasıyla gerçekleştirilen işlemdir. Kuru yolumun her iki şeklinde de ete necaset sirayet etmemektedir. Bu itibarla usulüne uygun kesim sonrası kuru yolum yöntemlerinin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesi caizdir. Sulu yolum yöntemi ise, sıcak su püskürtme veya sıcak suya batırma işlemi olmak üzere iki şekilde uygulanmaktadır. Sıcak su püskürtmek suretiyle yapılan yolum işleminde, ete sirayet eden herhangi bir necaset söz konusu değildir. Dolayısıyla bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesinde bir sakınca yoktur. Sıcak suya batırma suretiyle yapılan yolum işleminde ise; usulüne uygun kesim sonrası iç organları çıkarılan, kanı süzülen ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislik bulunmayan kanatlıların, sıcak suda kısa bir süre bekletildikten sonra tüylerinin yolunması halinde etlerinin yenilmesi caizdir. Ancak iç organları çıkarılmamış, kanı süzülmemiş ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislikler temizlenmemiş kanatlıların 50 derece üzeri sıcak suda bekletilmesi, necasetin ete sirayet etmesine sebep olabilmektedir. Bu itibarla söz konusu bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etlerine necaset sirayet ettiği tespit edilirse bu etlerin yenilmesi helal olmaz." Spor müsabakaları üzerinden bahis oynamak caiz midir?,"Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan bir işin öngörülen sonucu üzerinde bahse girmek ve isabet edilip edilememesine göre bahsi kazanmak ya da kaybetmek kumardır. Bu iş hangi yöntemle ve hangi ad ile yapılırsa yapılsın kumar olarak değerlendirilir. Kumar, haksız kazanç yöntemlerinden biri olup İslâm’da kesinlikle yasaklanmıştır. Bu itibarla, spor müsabakaları üzerinden taraflardan birine menfaat sağlayan bahis oynamak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı kumar kapsamına girmektedir ve câiz değildir." Yarışmalarda elde edilecek ödülleri almak caiz midir?,"İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sûretiyle bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarara girmemesi esasına dayalı meşrû içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise câizdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/324). Ancak bu nitelikleri taşıyan bir yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek vb. ilave ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmak, çekilişe katılmak için piyango bileti satın almak niteliğinde olduğundan yarışma bir tür kumara dönüşür." Market ve mağazalarda alışveriş karşılığında verilen çekiliş kuponlarına çıkan hediyeler helal midir?,"Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sadece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarara uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda iş yeri sahiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206). Çünkü müşterilerden birinin kazanması hâlinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi hâlinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur." "Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın dini hükmü nedir?","Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 8/554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır. Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi hâlinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir." Kadınların ve erkeklerin saçlarını boyamaları caiz midir?,"Kişinin temiz, bakımlı ve düzgün görünümlü olması, dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Saç, sakal ve bıyık bakımı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Saçı temizlemek, yıkamak, koku sürmek, taramak ve boyamak, Hz. Peygamber’in teşvik ettiği hususlardandır (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 50 [3462]; Libâs, 67 [5899]; Müslim, Libâs, 80 [2103]). Buna göre, başkalarını yanıltma kastı olmaksızın saç, sakal ve bıyık boyanabilir (Mübârekpûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 5/353-361 [1752-1753]). Erkeğin saçını, siyah dışındaki kına rengi gibi renklere boyaması câiz ise de siyah renge boyaması mekruh görülmüştür. Mekke’nin fethi günü, Hz. Ebû Bekir’in yaşlı babası Ebû Kuhâfe’nin saçlarının beyazlaştığını gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu beyaz saçın rengini değiştiriniz ve siyahtan sakınınız.” (Müslim, Libâs, 79 [2102]). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında da bir sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda siyaha boyanan saç tabii hâline dönüşmüş olacaktır. Nitekim Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahâbîlerin bunu uyguladıkları nakledilmektedir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 1/154-155 [143]). Kadınlar için ise bir sınırlama yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, kadının saçını ve vücudunun diğer mahrem yerlerini yabancı erkeklere göstermemesidir. Boya, saç üzerinde kimyasal bir tabaka oluşturup suyun temasına engel olmadıkça guslü ve namaz abdestini engelleyici bir unsur değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154)." Sakal bırakmanın ve kesmenin dini hükmü nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) sakal bırakmayı fıtrata uygun davranışlar arasında saymıştır (Müslim, Tahâret, 56 [261]; bk. Buhârî, Libâs, 64-65 [5892-5893]). Nitekim kendisi de sakal bırakıp güzelce bakımını yapmış (Tirmizî, eş-Şemâil, 50 [33]), sakalını eninden ve boyundan kısaltmış (Tirmizî, Edeb, 17 [2762]), ashâbına da gerekli bakımı yapmalarını tavsiye etmiştir (Muvatta', Şaʿr, 7 ). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine tabi olma hususundaki titizliğiyle bilinen sahâbeden Abdullah b. Ömer de sakalının bir tutamdan fazlasını kesmiştir (Buhârî, Libâs, 64 [5892]). Bu ve benzeri rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerimiz, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/417-418, 550; 6/407; el-Fetâva’l-hindiyye, 5/358; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350). Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) de sakalını uzatanlara bir tutamdan fazlasını kesmelerini tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir (Aynî, Umdetü’l-kârî, 22/46-47). Konu hakkındaki hadisler ile sahabe uygulamalarını dikkate alan İslâm âlimleri sakal bırakmanın, yerine getirilmesi istenen doğal (fıtrî) bir fiil ve yapılması tavsiye edilen bir sünnet olduğunda ittifak ederken sakalı tamamen kesmenin hükmü konusunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler bunun haram olduğunu söylerken (Desûkî, Hâşiye, 1/90, 422-423) bazıları tahrîmen mekruh, diğer bazıları ise tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350; Dimyâtî, İ‘ânetü’t-tâlibîn, 2/386; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, 1/462). Genel olarak benimsenen “bir şeyin haram olması için onunla ilgili yasaklayıcı delilin sübût ve delalet açılarından kati yani ihtimale kapalı olması gerektiği” yönündeki usûl kuralı, sakalı tamamen kesmenin mekruh olduğunu söyleyen görüşün daha isabetli olduğu sonucunu vermektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak maksadıyla sakal bırakan ve sakalının sünnete uygun bir şekilde bakımını yapan kişinin bu amelinden dolayı sevap alacağını, ancak herhangi bir sebeple buna imkân bulamadıkları için sakalını tıraş edenlerin ise sünnete aykırı düşmekle birlikte bundan dolayı günaha girmeyeceğini söylemek mümkündür." İslâm’ın müziğe bakışı nasıldır?,"İslâm dini, müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine genel ilke ve amaçları belirlemekle yetinmiştir. Buna göre İslâm’ın ilke ve esaslarına aykırı, günaha sevk eden, haramı teşvik eden müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur. Kur’ân ve sünnette müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Aksine, Resûlullah’ın (s.a.s.), ilke olarak müziğin câiz olduğuna işaret sayılabilecek nitelikte ifadelerinin bulunduğu bilinmektedir. Nitekim o, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]). Yine bir bayram günü Hz. Âişe’nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki câriyeye çıkışmak isteyenlere “Bırakın bugün bayramdır” diye uyarıda bulunmuştur (Buhârî, ʽÎdeyn, 25 [987]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 17 [892]). Müzik yapmanın ve dinlemenin hükmünün ne olduğu konusu İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılmış, lehte ve aleyhte çok şey söylenmiştir. Tarafların ileri sürülen görüşleri, gerekçeleri ile birlikte değerlendirildiğinde müziğin mutlak anlamda yasaklanmadığı, aksine ilke olarak mübah kılındığı sonucuna ulaşılır (bkz. Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 4/222)." Satranç oynamak caiz midir?,"Fıtrat dini olan İslâm, insan tabiatına uygun esaslar koymuş; maddî ve manevî gereksinimleri çerçevesinde eğlenme ihtiyacını da dikkate almıştır. Bu bağlamda spor, oyun veya eğlence gibi meselelerde İslâm’da asıl olan mubah olmaktır. Zekâ, taktik ve strateji oyunu olan satranç hakkında İslam âlimleri bir takım gerekçelerle farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Âlimlerin bir kısmı satrancı kumarla ilişkilendirip caiz olmadığını söylerken (bk. Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 5/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/171; Bâcî, el-Münteka, 7/278), diğer bir kısmı ise dinen sakıncalı unsurlar barındırmaması ve fesada vesile edilmemesi şartıyla caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/394-3; İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, 7/91; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 4/343; Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr, 17/178-179; İbnü’l-Hâcib, Câmiʿu’l-ümmehât, 566; İbn Abdülber, et-Temhîd, 13/181) Bu bağlamda satranç oynamakla ilgili kaynaklarda yer alan rivayetler ise satrancın mutlak anlamda caiz olmadığına hükmedilecek kuvvette değildir. (Dârekutnî, ʿİlelü’l-ḥadîs̱, 2/504 [906]; İbnü’l-Cevzî, el-ʿİlelü’l-mütenâhiye, 2/783 Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb, 4/24 [4638]; Zeylaî, Nasbü’r-râye, 4/274-275) Netice itibariyle satranç oynamak caizdir. Ancak bu oyun kumara aracı kılınmamalı, dinî ve dünyevî yükümlülükler ihmal edilmemeli, taraflar arasında kin ve nefrete yol açacak tutumlardan uzak durulmalıdır." Erkeğin bakımını yapan kadının bu erkeğin mahrem yerlerine bakmasının hükmü nedir?,"Bir kişi, zaruret bulunmadıkça, kendisine namahrem olan kişilerin avret sayılan yerlerine bakamaz (en-Nûr, 24/30-31). Buna göre bakıma muhtaç durumdaki bir erkeğin bakımının, öncelikle mahrem olan yakınları tarafından, yoksa erkek bakıcılar tarafından yapılması gerekir. Tüm bu kişiler arasında bakıcı bulunamadığı takdirde, bir kadın tarafından bakılması zaruret hâline gelmiş olur. Böyle bir durumda söz konusu kadının temizlik ve bakım için ve zaruret miktarınca, bakıma muhtaç erkeğin avret yerine bakmasında dinen bir sakınca yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/369)." Duanın önemi nedir ve dua nasıl yapılmalıdır?,"Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır. Duada daima tâzim (Allah’ı yüceltme) ve bu tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, De‘avât, 2 [3371]) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir (el-En'âm, 6/52; el-Kehf, 18/28). Diğer bir âyette de; “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (el-Furkân, 25/77) buyrulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’ân’da ısrarla vurgulanmıştır (eş-Şuarâ, 26/213; el-Kasas, 28/88)." Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?,"Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir: a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]). b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]). c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]). d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ). e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90). f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), 'Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?' Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499])." Kur’ân-ı Kerim’de geçen dua âyetlerinin muhtevası nedir?,"Kur'ân-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan dua ile ilgilidir. Ayrıca tesbîh, hamd, şükür, istiâne (Allah'tan yardım dileme), istiâze (kötü ve şerli olan her şeyden Allah'a sığınma), tazarru (kendi eksikliğini bilerek Allah'a yalvarma), tövbe ve istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve isteklerini ifade eden çok sayıda âyet de dua ile alakalıdır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (en-Nisâ, 4/32; el-A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; el-Mü’min, 40/60). Örneğin Allah Teâlâ; ""Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): 'Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.'…"" (el-Bakara, 2/186) buyurarak insanların dua ile kendisine yönelmelerini istemiştir. Bazı sûre ve âyetler dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir: ""Rahmeti sonsuz, merhameti tükenmez olan Allah'ın adıyla. Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah'a yaraşır. O, sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan, rahmetiyle hey şeyi kuşatandır. Hesap gününün tek hâkimidir. (Rabbimiz) yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ulaştır. (Hidâyete erdirerek) nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil."" (el-Fâtiha, 1/1-7). Bakara sûresinin 201. âyeti, dua olarak en çok okunan ayetlerdendir: “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabından koru.” Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) dua ederken sıkça bu âyeti okumuş (Buhârî, De‘avât, 55 [6389]; Müslim, Zikir, 26 [2690]) ve okunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Zikir, 23 [2688]). Peygamberimiz (s.a.s.), ümmet-i Muhammed’in her bir ferdini kuşatıcı mahiyetteki Bakara sûresinin sonundaki şu duaların her gece okunmasını tavsiye etmiş ve okuyan kişiye (sevap olarak veya kötülerin şerrinden muhafaza etmesi bakımından) yeteceğini ifade buyurmuştur (Buhârî, el-Meğâzî, 12 [4008]; Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 255 [807]): ""…Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!"" (el-Bakara, 2/286). Âl-i İmrân sûresindeki; ""Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla..."" (Âl-i İmrân, 3/8), “…Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/16), “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz..."" (Âl-i İmrân, 3/53) ayetleri, mü'minlere istikâmet üzere olmayı, bağışlanma dilemeyi ve hidâyete ulaşma yollarını öğreten dua ayetlerindendir. Yine Âl-i İmrân sûresinin 191-194. ayet-i kerîmelerinde; inananların her halükârda Allah Teâla'yı andıkları, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ettikleri belirtilmekte ve ardından yaptıkları dualarında; cehennem azabından Allah'a sığındıkları, günahların bağışlanıp kötülüklerinin örtülmesini, vefat ederken iyilerle birlikte canlarının teslim edilmesini, âhirette vadettiği nimetlere ulaştırmasını ve hesap gününde kişiyi rezil rüsvâ etmemesini niyazda bulundukları ifade edilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de her hususta Allah'a niyaz eden ve yakaran peygamberlerin duaları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva'nın cennetten çıkarıldıktan sonra bağışlanmaları için yaptıkları ""…Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz."" (A'râf, 7/23) şeklindeki duayı, mü'minler tevbe istiğfar ederken daima zikrederler. Hz. İbrahim’in (a.s.) duaları Kur'ân-ı Kerim'de bir hayli yer tutar. Bunların başında; “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ihsan et!” (es-Sâffât, 37/100), “Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.” (el-Bakara, 2/128) duaları gelir. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Rabbine ilticâ ederek çocuklarının ve zürriyetinin tevhid üzere olmaları, ibadet ve taat üzere yaşamaları için yaptığı dualar bizler için örnek mahiyettedir: ""Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!"" (İbrahîm, 14/40), ""Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl… (İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur."" (eş-Şuarâ, 26/83-89). Toplumu ifsat etmek isteyenlere karşı Hz. Lût (a.s.) şöyle dua etmiştir: ""Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötü şeylerden kurtar."" (eş-Şuarâ, 26/169), ""...Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle."" (el-Ankebût, 29/30). Hz. Yûsuf (a.s.) da kendisine tuzak kuranlara karşı şöyle dua etmiştir: ""...Ey Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!"" (Yûsuf, 12/33), ""Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!"" (Yûsuf, 12/101). Hz. Şuayb'ın (a.s.) kavminin hadsizliklerine karşı yaptığı; ""…Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."" (A’râf, 7/89), ""… Başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim."" (Hûd, 11/88) şeklindeki niyâzları, ilticâ ve tevekküle örnek teşkil eden dualardandır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın (a.s.) yaptığı birçok duayı görmekteyiz: ""… Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla…"" (el-Kasas, 28/16) ""…Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar."" (el-Kasas, 28/21). O, kavminin yaptığı hatalardan dolayı Allah'a şöyle yalvarmıştır: ""…Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!"" (A’râf, 7/151), ""…Rabbim!... İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?… Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük..."" (A’râf, 7/155-156). Firavuna dini, tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kendisine verilen görevin hakkıyla başarıya ulaşması için yaptığı şu niyazlar; özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur'ân’daki dua örneklerindendir: ""…Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin."" (Tâhâ, 20/25-35). Hz. Süleymân'ın (a.s.) yaptığı şu dua, yaratıcıya nasıl hamd ve şükredileceği hususunda örnektir: ""…Ey Rabbim! Beni, bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat."" (en-Neml, 27/19). Hz. Eyyûb (a.s.) de Rabbine şöyle niyaz eder: ""…Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin."" Bunun üzerine Yüce Allah onun duasını kabul ederek dert ve sıkıntılarını gidermiştir (el-Enbiyâ, 21/83-84). Yine denize atılan ve bir balık tarafından yutulan Hz. Yûnus'un (a.s.), karanlıklar içinde; ""…(Rabbim!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!"" (el-Enbiyâ, 21/87) şeklinde yaptığı dua, bütün mü'minlerin dilinde tevbe ve istiğfâr duası olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimize (s.a.s.) ve mü’minlere yapmaları öğütlenen bazı dualar da zikredilmektedir: ""… De ki! Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir."" (et-Tevbe, 9/129), ""…Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet, anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir."" (el-Enbiyâ, 21/112), ""…Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen, bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!"" (el-Mü’minûn, 23/93-94), ""…Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!"" (el-Mü’minûn, 23/97-98), ""…Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin."" (el-Mü’minûn, 23/118), ""…Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım eden bir kuvvet ver."" (el-İsrâ, 17/80), ""…Rabbim, benim ilmimi artır."" (Tâhâ, 20/114). Kur'ân’daki dua örneklerinde, insanların sadece kendileri için dua etmemeleri; anne-babalarına, eşlerine, çocuklarına, diğer yakınlarına ve bütün mü’minlere de dua etmeleri istenir: ""Rabbim! Küçüklüğümde onlar (annem-babam) beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!..."" (el-İsrâ, 17/24), ""…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!"" (el-Furkân, 25/74), ""…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!"" (el-Haşr, 59/10). Hz. Nuh ve Hz. İbrahim de kendilerinin, ana-babalarının, etraflarındaki mü'minlerin ve kadın-erkek tüm inananların bağışlanmasını için dua etmişlerdir (Nûh, 71/28; İbrâhim, 14/41). İnsan dua ederken elbette kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri ister. Ancak Kur'ân Kerim, insanın bazen hayır istediğini düşünerek şer olacak şeyi istediğine de dikkat çeker: ""İnsan, hayır için dua ettiğini düşünerek (bazen) şerri ister. Zira insan pek acelecidir!"" (İsrâ, 17/11). Nitekim Bakara sûresi 216. ayette; ""…Bazen hoşlanmadığınız (kötü gördüğünüz) bir şey sizin için hayır olabilir. Arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz."" buyrulmaktadır. Hz. Nuh (a.s.) da duasında bu durumu dile getirmiştir: ""…Rabbim! Senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ziyana uğrayanlardan olurum!"" (Hûd, 11/47). Aynı zamanda inananlar için bir öğüt, hidayet, rahmet ve şifâ kaynağı olan Kur'ân Kerim'de, kulların maddî ve manevî hastalık, sıkıntı vb. durumlarda Yüce Allah’a sığınması öğütlenmektedir (et-Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; el-İsrâ, 17/82; el-Enbiyâ, 21/83-84; eş-Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44). Bununla birlikte Kur'ân Kerim, insanın darlıkta olsun genişlikte olsun daima dua etmesini ister. Sadece başı dara düştüğünde dua etmesini yeterli görmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; ""İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..."" (Yûnus, 10/12). Bir şeyin olmasını isteyen kişi hem elinden geleni yapacak hem de dua edecektir. Nitekim Kur'ân’da Mü’minlere, iman etmelerinden sonra ısrarla sâlih amel işlemelerinin emredilmesi, sözlü ve fiili duanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini göstermektedir: “İman edip salih amel işleyenlere, zemininden ırmaklar akan cennetler verileceğini müjdele…” (el-Bakara, 2/25). Bu itibarla akıl ve irade sahibi insan, ancak ortaya koyduğu en temel eylemlerden birisi olan kulluk ve dua ile Allah katında bir kıymete erişebilir: “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân, 25/77). Kur'ân-ı Kerim’de yer alan duaların sadece dünya hayatıyla sınırlı olmadığı, ahiret âleminde de devam edeceği anlaşılmaktadır. Cennetliklerin, ahirette kavuşacakları nimetlerden dolayı Allah’a samimi bir kalple yapacakları dualarda büyük bir mutluluğun ve huzurun izleri görünmektedir: ""Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur."" (Yûnus, 10/10). Sonuç itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, kulun; her hâlde Allah'a hamd-u senâ etmesi, O'na niyaz edip günahından afv ve mağfiret dilemesi, darlıkta ve genişlikte, hastalıkta ve sıkıntılı durumlarda O'ndan yardım istemesi, dünya ve ahiret saadeti için Allah'a yalvarması istenmektedir. Yine insanın; sadece kendisi için değil de anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları ve bütün mü'minler ve onların tevhid üzere kulluk edip, taatten ayrılmamaları için dua etmesi de öğütlenmektedir. Yapılan bu yakarışlar karşısında Yüce Allah'ın, kulunun her an yanında olduğu ve ona cevap verdiği, dualarını kabul edip sıkıntılarını giderdiği de Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamberimiz'e (s.a.s.) kadar bütün peygamberlerin her fırsatta Allah'a niyazda bulunup ona iltica ederken yaptıkları yakarışlar, bizler için en güzel dua örneklerini teşkil eder." Duada ellerin durumu nasıl olmalıdır? Duadan sonra elleri yüze sürmenin dayanağı var mıdır?,"Dua sırasında avuçlar yukarıya gelecek şekilde elleri açık tutmak, istek ve niyazın anlamına uygun bir haldir. Ellerin yukarıya, göğe doğru kaldırılması Allah’ın gökte, belli bir mekânda oluşundan değil, göklerin yücelik ve azameti temsil etmesi sebebiyledir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), dua ederken bazen koltuklarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırırdı (Buhârî, De‘avât, 23 [6341]). Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bela ve musibetler sırasında dua ederken avuçları yere bakacak şekilde dua ettiği (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/56 [16613]; Azîmâbâdî, ‘Avnü’l-ma‘bûd, 4/251 [1486]), yine Resûlullah’ın (s.a.s.) ellerini kaldırmadan da dua ettiği rivâyet edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/181 [12890]). Dua sırasında normal olarak omuz hizasına kadar kaldırılan ellerin (Buhârî, De’avât, 23 [6341]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâvi’l-vitr, 23 [1489]) arası normal aralıkta tutulur. “Hz. Peygamber (s.a.s.), dua sırasında ellerini bir araya getirdi.” (bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14 [5017]) şeklindeki rivâyet, “ellerini bir hizada tuttu; biri aşağıda, biri yukarıda değildi.” (Tahtâvî, Hâşiye, 317-318) şeklinde yorumlanmıştır. Bununla birlikte ellerin birleştirilmesi de mümkündür. Önemli olan husus, bu konuda taassup göstermemektir. Namazlardan sonra veya başka zamanlarda dua ederken elleri yüze sürmek, duada el kaldırıldığında sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). El kaldırmadan dua edildiği zaman, ellerin yüze sürülmesi gerekmez." "Her zaman dua edilebilir mi, dua için belirlenmiş özel vakitler var mıdır?","İslâm dinine göre dua için mutlaka uyulması gereken özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, Allah’ı tesbîh edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” (er-Rum, 30/17-18) buyurularak, ibadet ve duanın gün içine yayılmasının önemi vurgulanmıştır. Bununla birlikte Kur’ân ve hadislerden anlaşıldığına göre gece seher vaktinde yapılan dualar daha makbuldür (Tirmizî, Deavât, 80). Âl-i İmrân sûresi 16-17. âyetlerde cennetlikler şöyle müjdelenir: “(Onlar) ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru’ diyenler; sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” Bir başka âyette de şöyle buyrulmuştur: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hadis-i şeriflerde duaların kabul edileceği bazı vakitler belirtilmiştir: Ramazan geceleri, Arafat vakfesi, Berât ve Kadîr geceleri, Cuma günleri, gece vakitleri, ezân okunduğu ve kamet getirildiği vakitler ve farz namazların sonrası bunların bir kısmıdır (Buhârî, Cum`a, 37 [935]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 166 [757]; Cum`a, 13-15 [852]; Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Deʽavât, 79, 122 [3499, 3585]; 85 [3513]; İbn Mâce, Sıyâm, 48 [1752]; İkâmetü’s-salavât, 191, [1388-1390])." Yatarak dua etmekte bir sakınca var mıdır?,"Ayakta, oturarak veya yatarak Allah’ı anmakta, dua edilmesinde bir sakınca yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrulmaktadır. Berâ b. Âzib’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) yatağına uzandığında, sağ tarafı üzerine yatar ve şöyle dua ederdi: اللَّهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَا وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلَّا إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ، وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ. “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana ısmarladım. Yüzümü sana çevirdim. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247] Müslim, Zikir, 56-58 [2710]). Aynı sahabî, Resûlullah'ın (s.a.s.) kendisine; “Yatağına gireceğin zaman namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ yanın üzerine yat ve bu duayı oku ve bu duanın sözleri yatmadan önceki son sözün olsun.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247]; Müslim, Zikir, 56 [2710]) buyurduğunu nakletmiştir." Duaların sonunda söylenen “âmin” sözü ne anlama gelir; bunun dinî dayanağı nedir?,"Âmin, “kabul buyur” demektir. Dualardan sonra “âmin” deme uygulaması sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İmam ‘âmin’ dediği vakit siz de ‘âmin’ deyiniz. Zira kimin ‘âmin’ demesi meleklerin ‘âmin’ demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Ezân, 111-113 [780-782]; Müslim, Salât, 72 [410]) buyurmuştur. Namazda Fâtiha sûresi okunduktan sonra âmin demek de sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 14 [853-855])." "Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?","Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A'râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır." Fiilî dua ne demektir?,"Allah, kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Hem dünyada hem de içinde yaşanılan evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, onun sebeplerini de yerine getirmek zorundadır. Örneğin çocuk sahibi olmak isteyen kişinin evlenmesi, sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin derslerine çalışması fiilî dua sayılır. Kişi, Allah’tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip tamamlar, sonucunu da Allah’tan bekler. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (en-Necm, 53/39) mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir dua manasına geldiğine işaret edilmiştir. Hayvanı hasta olan ve iyileşmesi için sadece dua eden birisine söylenen “Duana biraz da katran ilacı ekle” sözü, fiilî dua için güzel bir örnektir. Bir işin gerçekleşmesi için dua edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise tüm çalışmaları yapıp gerekli tedbirleri aldıktan, yani fiilî duasını tamamladıktan sonra “Bu işi ben tamamladım.” diyerek sözlü dua etmeyenin yapmış olduğu davranış da o derece yanlıştır." Ezan duasının dinî hükmü nedir ve nasıl yapılır?,"Ezândan sonra, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salavat getirmek sünnet; vesile duasını yapmak menduptur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/397-398). Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ezânı işittiğiniz zaman, onun dediğini tekrarlayın. Sonra bana salât getirin. Çünkü gerçekten kim bana bir defa salât getirirse, Allah onu on rahmet ile anar. Sonra da benim için Allah’tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet’te bir makamdır ki, ancak Allah’ın kullarından bir kula layık görülmüştür, umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için Allah’tan vesile isterse, şefaatim ona helal olur.” (Müslim, Salât, 11 [384]). Konu ile ilgili olarak Buhârî’de yer alan rivâyet şöyledir: “Her kim ezânı işittiğinde ardından; اللَّهُم ربّ هذه الدَّعْوَة التَّامة والصَّلاة القَائمة آتِ محمدا الوَسِيلَة والفَضِيلة وابْعَثْه مَقَامًا محمودًا الَّذي وعَدْتَه. Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan bu namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ihsan et. Bir de kendisine va’d ettiğin Makam-ı Mahmûd’u verip oraya ulaştır’ derse, kıyamet gününde benim şefaatim ona helal olur.” (Buhârî, Ezân, 8 [614]). Bazı kaynaklarda, duanın sonuna “sen va’dinden dönmezsin.” ifadesi eklenmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/603-604 [1933]). Ezân bittiğinde onu duyanlar bu hadiste ifade edildiği şekilde dua ederler. Ayrıca “Ezân ile kamet arasında dua reddolunmaz.” (Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Salât, 44 [212]) hadisi gereği, vesile duasının ardından başka dualar da yapılabilir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/118)." Yetmiş bin kelime-i tevhid okumanın dinî dayanağı var mıdır?,"Kelime-i tevhid sözlük anlamı ile “Allah’ı birleme cümlesi” demektir. “Lâ ilahe illallah” sözünden ibarettir ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” anlamına gelir. Bu cümlenin ifade ettiği mana İslâm’ın temel ilkesini oluşturur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kıyamet gününde benim şefaatim sayesinde en mutlu olacak insan, kalbinden içtenlikle, Lâ ilâhe illallah diyendir.” (Buhârî, İlim, 33 [99]; Rikâk, 51 [6570]) buyurmuştur. Zikir, hatırlamak ve hatırlatmak demektir. Kelime-i tevhidi zikir olarak okumak, okuyana ve dinleyenlere Allah’ı hatırlatacağı için sevap kazandıran bir ameldir, zikirlerin en güzelidir. Resûlullah (s.a.s.), “En faziletli zikir ‘Lâ ilahe illallah’; en faziletli dua da ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Tirmizî, Deʽavât, 9 [3383]; İbn Mâce, Edeb, 55 [3800]) buyurmuştur. Bunun yanında günde yüz defa “Lâ ilâhe illallah” diyenin çeşitli şekillerde mükâfatlandırılacağı yönünde hadisler bulunmaktadır (Tirmizî, Deʽavât, 37 [3430]; İbn Mâce, Edeb, 54 [3794]). Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir." 4444 gibi belli sayıda zikir çekme uygulamasının dinî bir dayanağı var mıdır?,"Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması şart değildir (Mü’min, 40/65; Tirmizî, Deʽavât, 66 [3479]). Salât-ı tefrîciyenin ya da herhangi bir duanın 4444 defa veya belli zamanlarda okunması şart olmadığı gibi okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir âyet ve hadis de bulunmamaktadır. Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rek'at namaz kılması (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]), Allah’a hamd edip Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâmda bulunması (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu ebvâbi’l-vitr, 23 [1481]; Tirmizî, Deʽavât, 65 [3476-3477]), duadan önce tövbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir." Mevlid-i Şerif okumanın dinî hükmü nedir?,"Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” anlamına gelen mevlid kelimesi, İslâm kültür ve geleneğinde özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğumunu ve bu vesileyle onun hakkında yazılan medih ve naat türü manzum eserleri ifade eder. Tarihten günümüze İslâm toplumlarında başta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğum yıldönümü olmak üzere, mübarek kabul edilen gün ve gecelerin yanı sıra, doğum, ölüm ve düğün gibi çeşitli vesilelerle mevlid-i şerif okunması adet haline gelmiştir. Böylece hayatın bu önemli safhalarında insanların gönlünde Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.s.) sevgisinin daha canlı hale gelmesi amaçlanmış ve bu vakitlerin bereketli zaman dilimlerine dönüşmesi arzulanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) henüz hayatta iken, başta Kâ’b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’si olmak üzere, ona olan sevgi ve bağlılığı dile getiren şiirler yazılmış, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) de bunu hoşnutlukla karşılayarak sahiplerini hediyelerle taltif etmiştir. Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.s.) karşı olan sevgisi onun vefatından sonra da farklı edebi eserlerde sürekli olarak dile getirilmiş ve bu konuda günümüze ulaşan büyük bir literatür oluşmuştur. Mevlid merasimleri XI. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşadığı bütün bölgelerde kabul görmüş ve günümüze kadar kuvvetli bir gelenek hâlinde devam etmiştir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerîm tilaveti yanında, Süleyman Çelebi’nin Türk edebiyatının da şaheserlerinden kabul edilen Vesîletü’n-Necât adlı eseri öne çıkmıştır. Mevlid-i şerif merasimleri öteden beri genellikle Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ve ""Vesîletu’n-Necât"" adlı eserin Allah Teâlâ’yı anarak başlayıp Peygamber Efendimizin doğumu, miracı, vasıfları, ahlâkı ve vefatını anlatan bölümlerin okunması, salavat getirilmesi ve dualarla sona eren bir uygulama şeklinde devam edegelmiştir. Sonuç olarak Allah Teâlâ’yı anmayı, Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.s.) olan sevgiyi dile getirmeyi, bu sevgiyi kalben ve hissen yaşamayı ifade eden mevlid-i şerif, Müslümanların gönlündeki Allah ve Peygamber sevgisini pekiştirdiği gibi insanların kaynaşmasına, manevî bir ortam oluşmasına ve dinî duyguların canlı tutulmasına vesile olmaktadır. Bir Müslümanın kalben Allah ve Peygamber sevgisini yaşaması, Allah’ı anmanın en güzel yollarından biridir. Bu itibarla, dinî bir zorunluluk olarak görülmediği, anlam ve amacına uygun bir şekilde icra edildiği müddetçe mevlid okunmasının dînî-manevî duygular ve sosyal hayat açısından faydalı olduğu ve bu yönüyle salih ameller içerisinde değerlendirilebileceği söylenebilir." "Tövbenin dindeki yeri nedir, nasıl tövbe edilir?","Sözlükte pişmanlık ve dönmek anlamına gelen tövbe, dinî bir kavram olarak, kulun işlediği kötülük ve günahlara pişman olup, onları terk ederek Allah’a yönelmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’a sığınarak bağışlanmasını dilemesi demektir. Yüce Allah, bağışlanacak müminlerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135). Günahlardan dolayı tövbe etmek farzdır. Tövbe, kulluğun Hz. Âdem’le başlayan bir göstergesidir. Günahkâr kimse vakit geçirmeden tövbeye yönelmelidir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra hemen tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 4/17-18). Hz. Peygamber (s.a.s.) de; “Günahlarından samimi olarak tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30 [4250]) buyurmuştur. İslâm âlimleri bu ve benzeri âyetler ve hadislerden hareketle tövbenin geçerli olması için gerekli şartları belirlemişlerdir. Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için; işlenen günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda, hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Kul hakkından kurtulmak, ihlal edilen hakkı, sahibine veya varislerine iade etmekle ya da affını istemekle olur." Tövbe ederken hangi dualar okunmalıdır?,"Tövbe edecek kimsenin iki rek'at namaz kılması, akabinde Allah’a hamd, Resûlüne (s.a.s.) salât ve selâm getirdikten sonra tövbe ve istiğfar etmesi ve salavat ve hamd ile bitirmesi tövbenin adabındandır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bağışlanması için yaptığı pek çok duadan ikisi şudur: اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الغَفُورُ الرَّحِيمُ. “Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149 [834]; Müslim, Zikir, 48 [2705]). رَبِّ اغْفِرْ لِي خَطِيئَتِي وَجَهْلِي وَإِسْرَافِي فِي أَمْرِي كُلِّهِ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي خَطَايَايَ وَعَمْدِي وَجَهْلِي وَهَزْلِي وَكُلُّ ذَلِكَ عِنْدِي. اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ المُقَدِّمُ وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. “Ey Rabbim! Günahlarımı, bilmeden ve haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla! Allah’ım! Bilerek, bilmeyerek ve umursamadan yaptığım yanlışları! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim. Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin ve Senin gücün her şeye yeter.” (Buhârî, Deʽavât, 60 [6398]; Müslim, Zikir, 70 [2719])." İstiğfar duası nedir?,"İstiğfar, işlenen günahlardan ve hatalardan dolayı Allah’tan af ve mağfiret niyaz etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri kötülüklerden pişman olup tövbe-istiğfarda bulunanlar övülmektedir (Âl-i İmrân, 3/135). Kaynaklarda içeriği bakımından “istiğfar” anlamı taşıyan pek çok dua vardır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Seyyidü’l-istiğfâr” (İstiğfârın en güzeli) diye nitelediği dua şöyledir: اَللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ، خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ، وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ، وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي، فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ. “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla senin ahdin ve va’din üzere bulunuyorum. Yaptığım fenalıkların şerrinden sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim; günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü senden başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz.” (Buhârî, Deʽavât, 2, 16 [6306, 6323]). Aslında kişinin Rabbine yönelerek içinden geldiği gibi dile getirdiği her türlü bağışlanma duası zaten bir istiğfardır." Mübârek gün ve geceler ile kandillerin İslam’daki yeri nedir?,"Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına bakıldığında bazı gün ve gecelere özel önem verildiği görülür. (bk. Âl-i İmran, 3/16-17; İsrâ, 17/78) Örneğin Cuma gününün Müslümanlar için özel bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, Cum’a, 18 [854]) buyurmuştur. Bu itibarla o gün Müslümanların bir araya gelip cuma namazı kılmaları emredilmiş (el-Cum’a, 62/9) namaz öncesinde boy abdesti almaları ve güzel elbiseler giyinip güzel kokular sürünmeleri tavsiye edilerek (Buhârî, Cum’a, 2 [877], 3 [880], 6 [883], 7 [886]) bugün onlar için hidayet vesilesi ve adeta bayram kabul edilmiş, (Buhârî, Cum’a, 37 [935], Müslim, Cum’a, 19 [885]) gün içerisinde duaların mutlaka kabul edileceği bir anın bulunduğu haber verilmiştir. (Buhârî, Cum’a, 37 [935]) İçinde “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan ayı da Müslümanlar için mübârek zaman dilimlerindendir. Rahmet kapılarının açıldığı, cehennem kapılarının kapanıp şeytanların zincire vurulduğu (Müslim, Sıyâm, 1 [1079]) ve Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı bu ayın gündüzlerinde müminlere oruç tutmak emredilmiş, (el-Bakara, 2/185) gecelerini de ibadetler ile ihyâ etmeleri tavsiye edilmiştir. (İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1326-1328]) Ramazan gecelerini ihyâ etmeye önem veren Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, Allah Teâlâ, gündüzlerinde oruç tutmayı üzerinize farz kıldığı benim de gecelerini ibadetle ihyâ etmeyi sünnet kıldığım bir aydır. Artık kim inanarak ve sırf Allah rızasını dileyerek orucunu tutar ve gecelerini ihyâ ederse, anasından doğmuş gibi günahlarından temizlenmiş olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/191 [1660]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1328]; Nesâî, Sıyâm, 40 [2210]) Nitekim Allah Resûlü, yılın diğer gecelerinden farklı olarak Ramazan gecelerinde birkaç gün cemaatle nafile (terâvîh) namazı kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz olarak anlaşılır endişesiyle bu namazı cemaatle kılmaya devam etmeyeceğini ashâbına ifade etmiştir. (Buhârî, İ‘tisâm, 3 [7290]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1327]) Hz. Peygamber’in vefatıyla bu endişe ortadan kalkınca, Hz. Ömer (r.a.) döneminden itibaren teravih namazı cemaatle düzenli bir şekilde kılınmaya tekrar başlanmış, (Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadan, 3-5; Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]) böylece Müslümanlar tarafından Ramazan geceleri sünnete uygun bir şekilde ihyâ edilegelmiştir. Yine Müslümanlar Peygamberimizin (s.a.s.) sahur yapmaları yönündeki teşvik ve tavsiyeleri (Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) gereğince sahura kalkmaya önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) cömertliği Ramazan ayında daha da artardı. Peygamberimiz bu ayda çokça Kur’an okur ve Cebrail (a.s.) ile Kur’an-ı Kerim’i mukabele ederdi. (Buhârî, Savm, 7 [1902]) O’nun (s.a.s.) sünnetinden hareketle Müslümanlar asırlardır Ramazan ayında hatimler okumuş, camilerde itikâfa girmiş, infak ve tasadduklarını çoğaltarak sosyal dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Zilhicce ayının ilk dokuz günü de önemli günlerdendir. Bu günlerde oruç tutmak -Arafat’ta vakfe yapmakta olan hacılar dışında- sünnettir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha değerli bir amel yoktur.” buyurarak Zilhiccenin ilk dokuz gününü oruçlu geçirmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437-2438]) Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan arefe gününün de ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Ramazan ve Kurban bayramı günleri ve geceleri de mübarek zaman dilimlerindendir. Hadis-i şerifte bu günlerin Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara bayram kılındığı bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 244 [1134]) Bu gecelerde ihlasla yapılan duaların reddedilmeyeceği rivayet edilmiştir. (Abdurrezzâk, Musannef, 4/317 [7927]) Allah Resûlü (s.a.s.), bayramlarda Müslümanların bir araya gelmesine çok önem vermiş ve herkesi bayram namazları kılınan namazgâha davet etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 7 [957]; 15 [974]; Ebû Dâvûd, Salât, 246 [1136]) Yine Peygamberimiz (s.a.s.) Kurban bayramında kendi eliyle kurban kesmiş, gücü yeten mü’minlerin de kurban kesmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 4 [2792], 5 [2800]) Böylece Kurban bayramı günlerinde kurban ibadetini yerine getiren müminler, kurbanlarını paylaşarak bütün toplumun bayram sevincini yaşamalarını da sağlamış olurlar. (Buhârî, Îdeyn, 3 [951]|, 5 [954]) Mü’minler için bayram olması nedeniyle bu günleri oruçlu geçirmek yasak olduğundan (Buhârî, Îdeyn, 66 [1990]) asr-ı saadetten beri bu günlerde ikramlarda bulunulmuş, kutlamalar yapılmış, oyunlar oynanmış ve bu günler sevinç içinde geçirilmiştir. Peygamberimiz böyle günlerde insanların maddî ve manevî dayanışma içerisinde olmasını tavsiye etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 2 [949, 950], 3[952], 7 [961], 8 [964]; 9, 24 [986]) Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.) pazartesi ve perşembe günleri, kamerî ayların 13. 14. ve 15. günleri, Şevvâl ayından altı gün ve Muharrem ayında oruç tutmuş ve oruçlu geçirilmesini de tavsiye etmiştir. (bk. Müslim, Sıyâm, 194-198, 203, 204; Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437), 68 [2449], 69 [2451]) Bunların dışında halk arasında kandil olarak isimlendirilen bazı geceler daha vardır ki bunlardan bir kısmının önemine ayet ve hadislerde işaret edilmiş, diğerleri de ibadet etme, şükretme ve bir anma vesilesi olarak toplum tarafından kabul görmüştür. Bu gecelere “kandil” denilmesi, Osmanlı döneminde bu gecelerde camilerin kandille aydınlatılması sebebiyledir. Kandil geceleri şunlardır: Kadir gecesi, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı gecedir. Bu gece, Kadir sûresinde “bin aydan daha hayırlı” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kadir gecesinde, inanarak ve mükâfatını ancak Allah'tan bekleyerek namaz kılanların geçmiş günahlarının affedileceğini müjdelemiştir. (Buhârî, Savm, 6 [1901]) Bununla birlikte Kadir gecesinin Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayının son on gecesinin ihyâ edilmesine özel önem vermiş ve Kadir gecesinin de bu gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2018]) Kadir gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan ayının tamamında, son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivayetler de vardır. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]) Hz. Peygamber’in konuyla ilgili söz ve fiillerinden Müslümanları, Ramazan’ın tamamını, özellikle de son on gecesini Kadir gecesiymiş gibi ihyâ etmeye teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Mevlid kandili, Peygamberimizin (s.a.s.) doğum yıl dönümü olan Rebîulevvel ayının on ikinci gecesidir. Kur’an ve Sünnet’te bu gecede yapılması özel olarak emir ya da tavsiye edilen bir ibadet şekli yoktur. Bununla birlikte Müslümanlar, Allah Resûlü’ne olan muhabbetleri nedeniyle mevlid kandilinin gece ve gündüzünü nafile ibadetlerle ihyâ ederler. Mevlid kandili kutlamaları Müslümanların asırlardır uyguladığı bir gelenektir. Allah Resûlü’nün dünyayı teşrif ettiği günün yıl dönümlerinde Müslümanlar, öteden beri düzenleyegeldikleri çeşitli programlarla, Hz. Peygamber’in hayatını, mesajını ve güzel ahlakını dünyaya tanıtmak için gayret göstermekte ve ilmi-kültürel programlar düzenlemektedirler. Mevlid programlarında Kur’an-ı Kerim tilaveti, ilâhiler ve naatlar okunması ve dualar edilmesi Müslümanların gönlünde Allah ve Peygamber sevgisini canlı tutmaktadır. Regaib kandili, üç ayların başladığını vurgulamak ve toplumda farkındalık oluşturmak için ihyâ edilen Receb ayının ilk cuma gecesi kutlanır. Kur’an-ı Kerim’de, saygı gösterilmesi istenen ve savaşmanın yasaklandığı aylardan biri de Receb ayıdır. (bk. el-Bakara, 2/217; el-Mâide, 5/2; et-Tevbe 9/5, 36) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) belirli bir gün belirtmeden bu ayda oruç tuttuğuna dair rivayetler bulunmaktadır. (bk. Ebû Dâvûd, Savm, 55 [2430]) Ancak Receb ayının her günü oruç tuttuğuna ve Regaib gecesine mahsus namazın olduğuna dair kaynaklarımızda sahih bir rivâyet bulunmamaktadır. (İbnü’l-Cevzî, el-Mevzû‘ât, 2/434-438, 576-580) Bununla birlikte Şaban ve Ramazan ayından önce gelen Receb ayı, gerek manevî bir iklimin yaklaşması gerekse içerisinde Miraç gecesini de barındırması sebebiyle Müslümanlar için bir şükür ve sevinç kaynağıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in, Receb ayı girdiğinde “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua ettiği bilinmektedir. (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsât, 4/189 [3939]; Beyhâkî, Şuabü’l-îmân, 5/348-349 [3534]) Miraç kandili, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde yâd edilmektedir. Bu gecede Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş (el-İsrâ, 17/1) ve oradan da miraca yükseltilmiştir. Beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. (Buhârî, Salât, 1 [349]) Ayrıca Allah’a şirk koşulmadığı sürece ümmetin günahlarının bağışlanacağı müjdesi de miraçta verilmiştir. (Müslim, Îmân, 279) Bu geceye özel bir ibadet olmasa da Müslümanlar miraç kandilinin gecesini ve gündüzünü asırlardır nafile ibadetlerle ve anma programlarıyla ihyâ etmektedirler. Mü’minlerin mi’racı olan beş vakit namazın bu gece onlara hediye edilmesinin sevincini yaşamak, Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar için mübarek ve mukaddes olduğu şuurunu devam ettirmek ve gelecek nesillere bilinç kazandırmak için İsrâ ve Mi’rac hadisesi yâd edilmektedir. Berat kandili, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Bu gecede ibadetle meşgul olunması, gündüzünde oruç tutulmasına dair rivayetler bulunmakta ve Allah Teâlâ’nın kullarının günahlarını bağışladığı haber verilmektedir. (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 191 [1388]; Tirmizî, Savm, 39 [739]) “Berat” ismi de günahların affedilmesi anlamına gelir. Kandil gecelerinde gerçekleşen önemli hadiseler sebebiyle Müslümanlar, Allah’a şükürlerini ifade etmek ve bu önemli hadiseler hakkında farkındalık oluşturmak için bu geceleri ihyâ etmektedirler. Bu geceler, Müslümanların tövbe istiğfar edip dua etmeleri, kaza veya nafile namaz kılıp oruç tutmaları, Kur’an okuyup dinlemeleri, sadaka vermeleri, sıla-i rahim yapmaları gibi salih amellere ve maddî-manevî dayanışma içerisine girmelerine birer vesiledir. Bu tür zamanlarda oluşan manevî atmosfer, inananların maneviyatını güçlendirdiği gibi pek çok insanın günahtan el çekmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda kandil geceleri insanların camiyle buluşmaları ve dinin emir ve yasaklarını öğrenmeleri açısından da değerlidir. Ayrıca bu geceler, birlik ve beraberliğimize katkı sağladığı gibi toplumsal bir bilinç ve şuur oluşmasına da vesile olmaktadır. Öte yandan ibadetleri sadece bu gecelerde yoğunlaştırmak ve diğer zamanlarda bütünüyle terk etmek de yanlış bir davranıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) “Gücünüz nispetinde (nafile) amel ediniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az olsa da devamlı olanıdır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 315 [1368]) Dolayısıyla önemli olan, düzenli ve devamlı ibadet etmektir. Ayrıca sahih kaynaklarda bu gecelere mahsus bir ibadet şekli bildirilmemiştir. Ancak kandil gecelerinde kılınan namazların veya yapılan diğer sâlih amellerin -bu gecelere mahsus olduklarını iddia etmedikçe- bidat oldukları söylenmez. Çünkü bidat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra dinî bir delile dayanmadığı halde dinin emri olduğu inancıyla yerine getirilen uygulamalar için kullanılan bir tabirdir. (bk. Yaran, DİA, “Bid‘at”, 6/129-131) Kandil gecelerinde düzenlenen programlar öteden beri Müslümanlar arasında dini-kültürel bir nitelik kazanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe döneminde bayramlar ve farklı münasebetlerle kutlamalar yapıldığı bilinmektedir. Bütün toplumlar da millî ve manevî değerlerini canlı tutabilmek ve sonraki nesillere aktarabilmek için çeşitli zaman dilimlerini önemsemekte ve değerlendirmektedirler. Bununla birlikte mübarek gün ve geceler vesilesiyle yapılan faaliyetler, gayrimeşru eğlence kültürüne malzeme edilmemeli ve manevi anlamlarına halel getirecek davranışlardan uzak durulmalıdır." Reenkarnasyon inancının İslâm’da yeri var mıdır?,"Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre ruh, ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve bâtınî grupların içerisine sirâyet etmiştir. Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (el-Mü’minûn, 23/99-100; Ayrıca bkz. el-En‘âm, 7/27-28). Sonuç olarak; İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır." "Bebeğin göbek bağının cami, okul bahçesi gibi yerlere gömülmesi doğru mudur?","Göbek bağının cami, okul gibi mekanlara gömülmesine dair inanışın dini bir dayanağı bulunmamaktadır. Ancak insanın bir parçası olduğu için saygı gereği göbek bağının uygun bir yere gömülmesi tavsiye edilir." Bebeğin doğumunun kırkıncı gününde dinen yapılması gereken işlemler var mıdır?,"Bebeğin doğumunun kırkıncı gününe dair dinen yapılması gereken herhangi bir işlem bulunmamaktadır. Kırk gün boyunca bebeğin ve annenin evden dışarı çıkmaması, bebeğin kırkının çıkarılması gibi uygulama ve inanışların dini bir dayanağı yoktur." Sihir veya büyü yapmanın ve yaptırmanın dini hükmü nedir?,"Sihir kavramı iki anlamda kullanılmaktadır: Birincisi; cinler veya tabiatüstü olduğuna inanılan güçlerle yakınlık kurduğunu iddia ederek ve/veya gizli güçler atfedilen kemikler, cisimler, şekiller ve isimler gibi bazı nesneleri kullanarak iksir, tılsım, efsun vb. şeyler yapmak suretiyle ortaya koyulan işlerdir. İkincisi ise; el çabukluğu, göz boyama, renk ve duyu yanıltması, yaldızlı sözler söyleme, çeşitli ilaç, kimyasallar, teknik aletler kullanma gibi yollarla insanlarda farklı bir algı oluşturmayı amaçlayan işlemlerdir. İslâm geleneğinde bu tür uygulamalar da sihir kavramıyla ifade edilmektedir. Türkçede, sihir ve büyü kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kadîm toplumlarda yaygın olmakla beraber tarihin her döneminde insanların ilgisini çeken ve varlığını devam ettiren sihrin, yukarıda ifade edilen unsurları kullanarak birine iyilik ya da kötülük etmek veya onu zararlardan korumak, maddî-manevî bir menfaat sağlamak gibi amaçlarla yapıldığı görülmektedir. İslâm dini, sihirle uğraşmayı büyük günahlar arasında sayarak yasaklamıştır (Buhârî, Tıb, 48 [ 5764]). Kur’ân-ı Kerîm, sihirle uğraşanların âhirette nasibi bulunmadığını ve onların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini ifade etmiştir (el-Bakara, 2/102; el-Felak, 113/4). Zira şeytan, cinler, ruhlar ve yıldızlar gibi varlık veya nesnelere Allah’ın kudreti üstünde bir güç nispet eden, onlarda olağanüstü bilgi ve güç iddiası varsayan bütün sihir türleri, İslâm’ın tevhid ve tevekkül inancına aykırı olup kişiyi şirke kadar götürebilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, o günkü uygulamalardan biri olan düğüm yapıp sonra ona üflemek suretiyle sihir yapanların şirk koşmuş olduklarını ve nazar gibi etkilerden korunmak amacıyla bazı nesnelere sığınanların, Allah’ın yardımından mahrum kaldıklarını beyan etmektedir (Nesâî, Muhârebe, 19 [4084]). Zira Müslümanın, kendisini her an koruyan, gözeten, dualarına icabet eden ilahî kudreti bırakıp Allah’ın verdiğinden başka bir gücü olmayan âciz varlıklara sığınması, İslâm’ın ilkelerine aykırı bir davranıştır. Bunların dışındaki göz bağcılığı, el çabukluğu, telkin gibi çeşitli beceri, teknik ve yöntemlerin kullanılması suretiyle insanları yanıltmaya, aldatmaya, zarara uğratmaya ve maddî-manevî yönden istismar etmeye yönelik davranışlar ise günahtır. Bununla birlikte el çabukluğu ya da göz boyama gibi usulleri kullanarak sadece insanları eğlendirmek maksadıyla yapılan gösteriler dinen sakıncalı bir unsur barındırmadığı sürece bu kapsamda değerlendirilmez. Sonuç olarak müminlerin sihir veya büyü kapsamında değerlendirilecek her türlü davranıştan özenle kaçınması ve bu tür işlerle meşgul olanlara asla itibar etmemesi, sihirbazların, cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmemesi gerekir. Sihre maruz kaldığını düşünen kişiler, çare olarak alacakları tıbbî destek yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğrettiği dualarla Allah’a (c.c.) sığınmalıdır." Büyü ve sihirden korunmak için ne yapılmalıdır?,"İslâm dini, büyük günahlar arasında saydığı sihri şiddetle yasaklamış, Kur’ân-ı Kerîm’de sihir yapanların âhiretten nasibi olmadığı ve bunu yapanların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiği vurgulanmıştır (el-Bakara, 2/102; el-Felâk, 113/4). Hz. Peygamber (s.a.s.) de sihir yapmayı yedi büyük günah arasında saymıştır (Buhârî, Vesâyâ, 23 [2766]; Hudûd, 44 [6857]; Müslim, Îmân, 145 [89]). Câhiliye devrinde sihir/büyü çok yaygındı. Cincilik, kâhinlik, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına başvurmak, iplere düğüm atıp üflemek gibi işlemler yapılırdı. Müşrikler bu durumun da etkisiyle işi, Kur’ân’ın bir sihir eseri olduğunu ileri sürmeye kadar vardırmışlardı (Sâd, 38/4; ez-Zârîyât, 51/52). Sihre ve büyüye karşı en etkili çözüm, Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Hz. Peygamber (s.a.s.), her şeyin şerrinden Allah’a sığınarak sürekli Felâk ve Nâs sûreleri ile Âyete’l-kürsî’yi okumuştur (Buhârî, Vekâlet, 10 [2311]; Fezâilü’l-Kur’ân, 10, 14 [5010, 5016-5017]). Ayrıca o, torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) nazar, büyü ve benzeri olumsuzluklardan korumak için şu duayı okumuştur: أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]). Bunun yanında sihre maruz kaldığını düşünen bir kimsenin, şifayı Allah’tan umarak güvendiği insanlara müracaatla kendisine Kur’ân okutması ve dua ettirmesinde bir sakınca yoktur. Din İşleri Yüksek Kurulu 28 Eylül 1979 tarih ve 1883 sayılı kararında Cenâb-ı Hak’tan şifa umarak hastalara Kur’ân-ı Kerîm ve şifa ile ilgili dualar okumanın caiz, halkı kandırmak ve gaipten haber vermek amacıyla üfürükçülük yapmanın ise dinen yasak olduğunu belirtmiştir." Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?,"Nazarın mahiyeti ve keyfiyeti kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri dinen de kabul edilmektedir. Bir hadis-i şerifte, “(Nazardan) Allah’a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır.” (İbn Mâce, Tıb, 32 [3508]) buyrulmaktadır. Resûlullah’ın (s.a.s.) nazar değmesine karşı Âyete’l-Kürsî ile İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk, Nâs) sûrelerini okuduğu; ashabına da bunları okumalarını tavsiye ettiği; göz değmesinden kurtulmak için ayrıca doğrudan Allah Teâlâ’ya (c.c.) yakardığı rivâyet edilmektedir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Nazar konusunda Hz. Peygamber’in tavsiyelerini uyguladıktan sonra sonucu Yüce Allah’tan beklemek İslâm inancının gereğidir. Dinimizde nihai etkiyi Allah’tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklanmıştır. Bu sebeple nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir. Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Resûlullah (s.a.s.), “Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamama erdirmesin.” (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/154 [17440]) buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin Allah’a ortak koşmuş olacağı ifade edilmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/156 [17458]). Nazardan korunmak için böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber’in öğrettiği duaları yapmak gerekir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Bu çerçevede Felak ve Nâs sûreleri yanında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371])." Vefk nedir? Yapılması ya da yaptırılması caiz midir?,"Türkçe’de uyum anlamına gelen vefk, bir dörtgen şekil içindeki bölümlere birtakım sayı ve harfler yazılarak meydana getirilen şekil olup, bunu yapanlar, vefk aracılığıyla Allah’ın kendilerini koruyacak bir cin görevlendireceğini iddia ederler. İslam dini, tevhid inancına zarar verdiği için falı, tılsımı ve büyüyü kesin olarak yasaklamıştır (el-Fetâvâ’l- Hindiyye, V, 459). Cinlerden ve şeytanlardan yardım isteme anlamına gelen ve manası anlaşılmayan sihir ve tılsımlar insanı şirke kadar götürebilecek işlerdir (Nevevî, el-Mecmu’, IX, 66). Zira bu gibi işlerde hep aldatma, kötülük ve zarar söz konusudur (Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 61)." Muska kullanmak caiz midir?,"Muska; hastalık, göz değmesi, afetten korunmak veya kurtulmak gibi amaçlarla insanların yanlarında taşıdıkları, içinde bazı âyet, hadis ve duaların yazılı bulunduğu metindir. Çoğunlukla koruyucu bir malzemeye sarılı olarak kullanılır. Korku ve nazardan korunmak, bazı hastalıklardan şifa bulmak için dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okumak, caizdir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]; İbn Mâce, Tıb, 35-36 [3517-3525]). Âyet ve dua gibi metinlerin bir şeye yazılıp insanların bedenlerine asılması veya iliştirilmesi konusunda Hz. Peygamber’den bir rivâyet yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Sizden biriniz uykuda korkarsa ‘Allah’ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden, eksikliği olmayan Allah’ın sözlerine sığınırım.’ desin. O takdirde, hiçbir şey ona zarar vermez.” buyurduğunu bildirmiş ve kendisi de bu duayı temyiz çağına gelen çocuklarına öğretip, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp boyunlarına asmıştır (Ebû Dâvûd, Tıb, 19 [3893]; Tirmizî, De‘avât, 94 [3528]). Bazı âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerin yazılıp muska yapılarak takılmasında bir sakınca görmemektedir (Şâfiî, el-Ümm, 7/241; Zeylaî, Tebyîn, 1/58). Bununla birlikte muskadan medet umma, onu koruyucu olarak algılama, Allah’tan (c.c.) beklenilecek şeyleri muskadan bekleme gibi olumsuzluklara sebep olacaksa muska kullanılması caiz değildir. Bu bağlamda insanların duygularını istismar edenlere karşı da uyanık olunmalıdır." Yoga yapmanın hükmü nedir?,"Yoga, Hinduizm ve Budizm’de kişiye birtakım ilâhî bilgiler ve yetenekler kazandırarak onun arınmasına ve hakikate ulaşmasına aracı olması amacıyla uygulanan bir yöntemdir. Son yıllarda ülkemizde bedensel egzersiz ve psikolojik terapi faaliyetleri görünümünde yaygınlaşan yoga merkezlerinin önemli bir kısmı kendilerini bu dinlerden ayrıştırarak bağımsız yoga uygulayıcısı oldukları söylemiyle faaliyet göstermektedirler. Ancak yoganın dinî bir yönünün bulunmadığı ve zihinsel arınmayı amaçlayan alıştırmalar olduğu söylemi tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Hint dinlerinde yoga, dinî bir uygulama olarak varlığını sürdürmektedir (Tümer, “Brahmanizm”, DİA, 6/331). Buna göre bir Müslüman’ın, başka bir dinin inanç ve ibadetlerine dayandığını bilerek yoga yapması caiz değildir. Zira bir Müslümanın İslâm’ın inanç esaslarını ve temel prensiplerini göz ardı etmesi, başka dinlere ve inançlara ait ibadet şekillerinden medet umması ve bunları benimsemesi düşünülemez." “Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?,"İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, “en güzel isimler” anlamında Yüce Allah’ın isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8); “...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (el-Haşr, 59/24) meâlindeki âyetlerde ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemâl ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal nitelemelerdir. Allah Teâlâ’nın (c.c.) Kur’ân’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’ân’da, “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin...” (el-A‘râf, 7/180) buyrularak esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması istenmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delalet eder: “De ki: İster Allah deyin ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na aittir.” (el-İsrâ, 17/110)." Allah’ın 99 ismi hakkında bilgi verir misiniz?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, Yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, De‘avât, 68, [6410]; Müslim, Zikir, 5-6 [2677]). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı olmayıp bunların dışında başka isimleri de vardır. Söz konusu hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamında değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce’nin rivâyet ettikleri hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, De‘avât, 83 [3507]; İbn Mâce, Duâ, 10 [3861]). Bu isimler şunlardır: Allah (اللَّهُ) : Tek yaratıcının özel ismi, varlığı zorunlu olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan hakiki ma‘bûd. er-Rahmân (الرَّحْمنُ) : Sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan. er-Rahîm (الرَّحِيمُ) : Rahmetiyle hey şeyi kuşatan. el-Melik (الْمَلِكُ) : Bütün varlıkların sahibi/hükümdârı. el-Kuddûs (الْقُدُّوسُ) : Eksiklik ve kusurlardan münezzeh/uzak olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan. es-Selâm (السَّلاَمُ) : Esenlik ve selamet veren, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh olan. el-Mü’min (الْمُؤْمِنُ) : Bütün mahlûkâta emniyet/güven veren ve kendisine güvenilen. el-Müheymin (الْمُهَيْمِنُ) : Kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, her şeyi hükmü altına alan. el-Azîz (الْعَزِيزُ) : Ulu, galip, her şeye üstün gelen izzet sahibi. el-Cebbâr (الْجَبَّارُ) : Dilediğini yaptırma gücüne sahip olan, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten. el-Mütekebbir (الْمُتَكَبِّرُ) : Büyüklüğünü izhar eden, son derece ulu, yüce. el-Hâlik (الْخَالِقُ) : Her şeyin yaratıcısı, hikmeti gereği her şeyi ölçülü yaratan. el-Bâri’ (الْبَارِئُ) : Yoktan yaratan, maddesi ve örneği olmadan îcat eden. el-Musavvir (الْمُصَوِّرُ) : Varlığa şekil ve sûret veren. el-Gaffâr (الْغَفَّارُ) : Kusur ve günahları örten, çokça bağışlayan. el-Kahhâr (الْقَهَّارُ) : Yenilmeyen, dilediğini yerine getiren, kendisine her şeyin boyun eğdiği yegâne kudret ve tasarruf sahibi. el-Vehhâb (الْوَهَّابُ) : Karşılıksız olarak çokça nimet veren ve ihsanda bulunan. er-Rezzâk (الرَّزَّاقُ) : Maddî ve manevî bol rızık veren, her türlü rızık imkânlarını yaratan. el-Fettâh (الْفَتَّاحُ) : Hayır kapılarını açan, hükmüyle adaleti sağlayan. el-Alîm (الْعَلِيمُ) : İlmi her şeyi kuşatan. el-Kâbız (الْقَابِضُ) : Her şeyi teslim alan, hikmeti gereği rızkı ve her türlü nimeti ölçülü veren, eceli gelenlerin ruhlarını teslim alan. el-Bâsıt (الْبَاسِطُ) : Rızkı ve her türlü rızık imkânını genişleten, ömürleri uzatan. el-Hâfıd (الْخَافِضُ) : Kâfirleri ve zalimleri alçaltan. er-Râfi` (الرَّافِعُ) : Müminleri yükselten, izzetli ve şerefli kılan. el-Muizz (الْمُعِزُّ) : Yücelten, güçlü ve aziz kılan. el-Müzill (الْمُذِلُّ) : Boyun eğdiren, değersiz kılan. es-Semî` (السَّمِيعُ) : Her şeyi işiten. el-Basîr (الْبَصِيرُ) : Her şeyi gören. el-Hakem (الْحَكَمُ) : Nihâî hükmü veren. el-Adl (الْعَدْلُ) : Adaletli, her şeyi yerli yerinde yapan. el-Latîf (اللَّطِيفُ) : En gizli ve ince hususları dahi bilen, lütufta bulunan, zâtı duyularla algılanamayan, fiillerini rıfk ile gerçekleştiren. el-Habîr (الْخَبِيرُ) : Gizli ve açık her şeyden haberdar olan, dilediğini haber veren. el-Halîm (الْحَلِيمُ) : Sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen, kudreti olduğu hâlde hemen cezalandırmayan. el-Azîm (الْعَظِيمُ) : Zat ve sıfatları bakımından pek yüce olan, azametli olan. el-Gafûr (الْغَفُورُ) : Çok affedici ve bağışlayıcı olan. eş-Şekûr (الشَّكُورُ) : Yapılan iyi amellerin karşılığını bolca veren. el-Aliyy (الْعَلِيُّ) : Yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan. el-Kebîr (الْكَبِيرُ) : Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar büyük ve ulu olan. el-Hafîz (الْحَفِيظُ) : Her şey gözetiminde olan, koruyan ve kainatı dengede tutan. el-Mukît (الْمُقِيتُ) : Mahlukatın gıdasını yaratıp veren, güç yetiren ve koruyup gözeten. el-Hasîb (الْحَسِيبُ) : Hesaba çeken, her şeyin neticesini bilen. el-Celîl (الْجَلِيلُ) : Hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibi, kıymeti ve mertebesi en yüce olan. el-Kerîm (الْكَرِيمُ) : Çok cömert, nimet ve ihsanı bol olan. er-Rakîb (الرَّقِيبُ) : Gözeten, koruyan ve bütün işler murakabesi/kontrolü altında olan. el-Mücîb (الْمُجِيبُ) : Dua ve dilekleri kabul eden. el-Vâsi` (الْوَاسِعُ) : İlmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan. el-Hakîm (الْحَكِيمُ) : Her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan. el-Vedûd (الْوَدُودُ) : Müminleri seven ve onlar tarafından da sevilen. el-Mecîd (الْمَجِيدُ) : Her türlü eksiklikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol olan. el-Bâis (الْبَاعِثُ) : Ölüleri dirilten, peygamberler gönderen. eş-Şehîd (الشَّهِيدُ) : Her şeye muttali olan, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan. el-Hakk (الْحَقُّ) : Bizzat ve sürekli olarak var olan, varlığı kendinden olan, ulûhiyet ve rubûbiyeti gerçek olan. el-Vekîl (الْوَكِيلُ) : Bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan. el-Kavî (الْقَوِيُّ) : Gücü ve kuvveti her şeye yeten. el-Metîn (الْمَتِينُ) : Acizliği, zafiyeti ve güçsüzlüğü olmayan, güçlü olan. el-Velî (الْوَلِيُّ) : Müminlere dost ve yardımcı olan. el-Hamîd (الْحَمِيدُ) : Çok övülen, bütün övgülere ve övgülerin en yücesine layık olan. el-Muhsî (الْمُحْصِي) : Gizli ve âşikâr her şeyin ölçü ve sayısını bütün ayrıntılarıyla bilen. el-Mübdi’ (الْمُبْدِئُ) : Her şeyi yoktan var eden. el-Muîd (الْمُعِيدُ) : Varlıkları ölümlerinden sonra tekrar yaratan. el-Muhyî (الْمُحْيِي) : Hayat veren, yaşatan ve dirilten. el-Mümît (الْمُمِيتُ) : Öldüren, canları kabzeden. el-Hayy (الْحَيُّ) : Ezelî ve ebedî olarak diri ve ölümsüz olan. el-Kayyûm (الْقَيُّومُ) : Varlığı kendinden olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden. el-Vâcid (الْوَاجِدُ) : Her şeyi bilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, emrini ve isteğini daima gerçekleştiren. el-Mâcid (الْمَاجِدُ) : Şânı yüce ve sonsuz kerem sahibi olan. el-Vâhid (الْوَاحِدُ) : Bir, tek, yegâne varlık; zâtında, ilah ve rab oluşunda ortağı olmayan. es-Samed (الصَّمَدُ) : Herkesin kendisine muhtaç olduğu, kendisi ise kimseye muhtaç olmayan, ezelî ve ebedî olan. el-Kâdir (الْقَادِرُ) : Her şeye gücü yeten. el-Muktedir (الْمُقْتَدِرُ) : Güç ve kuvvetinde hiçbir sınır olmayan. el-Mukaddim (الْمُقَدِّمُ) : Hikmeti gereği istediğini öne alan, ileri geçiren. el-Muahhir (الْمُؤَخِّرُ) : Hikmeti gereği dilediğini geriye bırakan. el-Evvel (الأَوَّلُ) : Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî olan. el-Âhir (الآخِرُ) : Varlığının sonu olmayan, ebedî olan. ez-Zâhir (الظَّاهِرُ) : Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından varlığı açık olan. el-Bâtın (الْبَاطِنُ) : Zâtı itibarıyla gizli olan, bütün gizlilikleri bilen. el-Vâlî (الْوَالِي) : Kainatı yöneten, onlar için gerekli olan her şeyi üstlenen. el-Müteâlî (الْمُتَعَالِي) : Noksanlıklardan berî, aşkın ve yüce olan. el-Berr (الْبَرُّ) : Çokça iyilik eden. et-Tevvâb (التَّوَّابُ) : Kullarını tövbelerini kabul eden. el-Müntakım (الْمُنْتَقِمُ) : Suçluları yaptıklarına karşılık cezalandıran. el-Afüvv (الْعَفُوُّ) : Çokça affeden. er-Raûf (الرَّؤُوفُ) : Merhameti ve şefkati çok olan. Mâlikü’l-mülk (مَالِكُ الْمُلْكِ) : Mülkün gerçek sahibi, tüm mevcûdâtı idare eden. Zü’l-celâli ve’l-ikrâm (ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ) : Sonsuz yücelik ve ikram sahibi olan. el-Muksit (الْمُقْسِطُ) : Adaleti gerçekleştiren, hakkaniyetle hükmeden. el-Câmi‘ (الْجَامِعُ) : Dünya ve ahirette bütün mahlûkâtı bir araya getirme kudretine sahip olan. el-Ganî (الْغَنِيُّ) : Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. el-Muğnî (الْمُغْنِي) : İhtiyaçtan kurtaran zengin kılan. el-Mâni` (الْمَانِعُ) : Hikmeti gereği engel koyan, mani olan. ed-Dârr (الضَّارُّ) : Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan. en-Nâfi` (النَّافِعُ) : hayrı ve faydayı yaratan ve veren. en-Nûr (النُّورُ) : Nurlandıran, her şeyi aydınlatan, kalplere nur ve iman veren. el-Hâdî (الْهَادِي) : Doğru yolu gösteren, hidâyete erdiren. el-Bedî` (الْبَدِيعُ) : Örneksiz ve benzersiz olarak yoktan yaratan. el-Bâkî (الْبَاقِي) : Varlığı sürekli olan, ebedî, sonsuz olan. el-Vâris (الْوَارِثُ) : Varlığının sonunun bulunmaması vasfıyla kâinatın gerçek sahibi. er-Reşîd (الرَّشِيدُ) : Yol gösteren, her işi isabetli olan. es-Sabûr (الصَّبُورُ) : Günahkârları hemen cezalandırmayıp onlara mühlet tanıyan. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلا هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ المَلِكُ القُدُّوسُ السَّلَامُ المُؤْمِنُ المُهَيْمِنُ العَزِيزُ الجَبَّارُ المُتَكَبِّرُ الخَالِقُ البَارِئُ المُصَوِّرُ الغَفَّارُ القَهَّارُ الوَهَّابُ الرَّزَّاقُ الفَتَّاحُ العَلِيمُ القَابِضُ البَاسِطُ الخَافِضُ الرَّافِعُ المُعِزُّ المُذِلُّ السَّمِيعُ البَصِيرُ الحَكَمُ العَدْلُ اللَّطِيفُ الخَبِيرُ الحَلِيمُ العَظِيمُ الغَفُورُ الشَّكُورُ العَلِيُّ الكَبِيرُ الحَفِيظُ المُقِيتُ الحَسِيبُ الجَلِيلُ الكَرِيمُ الرَّقِيبُ المُجِيبُ الوَاسِعُ الحَكِيمُ الوَدُودُ المَجِيدُ البَاعِثُ الشَّهِيدُ الحَقُّ الوَكِيلُ القَوِيُّ المَتِينُ الوَلِيُّ الحَمِيدُ المُحْصِي المُبْدِئُ المُعِيدُ المُحْيِي المُمِيتُ الحَيُّ القَيُّومُ الوَاجِدُ المَاجِدُ الوَاحِدُ الصَّمَدُ القَادِرُ المُقْتَدِرُ المُقَدِّمُ المُؤَخِّرُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ البَاطِنُ الوَالِي المُتَعَالِي البَرُّ التَّوَّابُ المُنْتَقِمُ العَفُوُّ الرَّؤُوفُ مَالِكُ المُلْكِ ذُو الجَلَالِ وَالإِكْرَامِ، المُقْسِطُ الجَامِعُ الغَنِيُّ المُغْنِي المَانِعُ الضَّارُّ النَّافِعُ النُّورُ الهَادِي البَدِيعُ البَاقِي الوَارِثُ الرَّشِيدُ الصَّبُورُ." “İsm-i A’zâm” ne demektir?,"İsm-i A‘zam, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah’ın (c.c.) en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimler için kullanılmıştır. İslâm âlimlerinin bir kısmı, Allah’ın isimlerinin tamamının, fazilet ve üstünlük bakımından eşit derecede olduğunu kabul etmiş, diğer bir kısmı ise hadisleri göz önünde bulundurarak bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı hadislerinde İsm-i A‘zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (bkz. Tirmizî, De‘avât, 64-65, 100 [3475-3476, 3544]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1493]). Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında “Allah” ismi, bir kısmında ise “Rahmân, Rahîm” (esirgeyen, bağışlayan), “Hay Kayyûm” (diri ve her şeyi ayakta tutan), “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm” (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir. Konuyla ilgili bir hadis şöyledir: “Resûlullah (s.a.s.), bir kişinin şöyle dua ettiğini işitti: ‘Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’sın, birsin, Samed’sin (hiçbir şeye ihtiyacın yoktur, her şey sana muhtaçtır), senden çocuk olmadı (kimsenin babası olmadın), doğmadın (kimsenin çocuğu olmadın), bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun ki bu kimse, Allah’tan İsm-i A‘zâm’ı ile talepte bulundu. Şunu bilin ki kim İsm-i A‘zâmla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, De‘avât, 64 [3475]). Başka bir hadis meâli de şöyledir: ""Bir adam şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, hamdler sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilâh yoktur. Sen semâvât ve arzın celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hay ve Kayyûm’sun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin). Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!” (Bu duayı işiten) Resûlullah (s.a.s.) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?” “Allah ve Resûlü daha iyi bilir?” diye cevap verdiler. Resûlullah şöyle devam etti: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, o, Allah’a, İsm-i A‘zâm’ı ile dua etti. O İsm-i A‘zâm ki onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Nesâî, Sehiv, 58 [1300]; bkz. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1495])." “Allah” ismi yerine “Tanrı” kelimesini kullanmak caiz midir?,"“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilâh” kelimesinin karşılığıdır. “İlâh” kelimesi “kendisine tapınılan varlık” anlamına geldiğinden zaman zaman Allah Teâlâ (c.c.) için kullanıldığı gibi insanların Allah'tan başka taptıkları varlıklar için de kullanılır. “Allah” lafza-i celâli ise bizzat Allah Teâlâ’nın kendisini ifade eden özel ismidir. Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce zâtına ve bütün kemâl sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “esmâ-i hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte dinimizin bildirdiği mutlak kemâl sahibi, noksanlardan münezzeh olan Yüce Allah’ı “Tanrı” kelimesi ile ifade etmek de İslâm inancına aykırı olmaz. Nitekim İslâm toplumlarında “Hudâ”, “Yezdân”, “Çalap” ve “Mevlâ” gibi kelimeler de kullanılmıştır." "“Mevlânâ” kelimesi ne anlama gelir? Allah, Peygamber ve insanlar için bu ifadenin kullanılması doğru olur mu?","Mevlâ sözlükte; “Rab, efendi, dost, arkadaş, yardımcı, sahip ve mâlik, köle azat eden, azat olmuş köle, bir işi gören, idare eden” gibi birçok farklı anlama gelir. Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Mevlâ kelimesinde asıl olan mana, sevgi ve manevî yakınlıktır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “vly” md.). Mevlâ kelimesi, Kur’ân’da hem Allah için hem de insanlar için kullanılmıştır. Bu kelime, “Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” (el-Enfâl, 8/40) ve “Sen bizim mevlâmızsın.” (el-Bakara, 2/286) âyetlerinde Allah (c.c.) için; “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” (ed-Duhân, 44/41) âyetinde ise insan için kullanılmıştır. Çeşitli hadislerde de “mevlâ”, Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir: “Allah bizim Mevlâ’mızdır.” (Buhârî, Cihâd, 164 [3039]; Megâzî, 17 [4043]). Buna göre “mevlâ” kelimesinin sonuna eklenen ve “bizim” anlamına gelen “nâ” zamiri ile birleşerek oluşan “mevlânâ” ifadesi; hem Allah hem Peygamber (s.a.s.) hem de insanlar için kullanılabilir. Allah için “Mevlânâ” denildiği zaman “Rabbimiz, sahibimiz”; Peygamber (s.a.s.) veya insanlar için denildiği zaman ise “dostumuz” veya “efendimiz” anlamları kastedilmiş olur." Çocuklara Allah için kullanılan isimler verilir mi?,"Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “(Çocuklarınıza) güzel isim koyunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 68 [4948]) buyurmuştur. Allah’a has isimler ise aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şâyet çocuklara bu isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahmân” (Rahmân’ın kulu), “Abdurrezzâk” (Rezzâk’ın kulu), “Abdülhâlık” (Hâlık’ın kulu) şeklinde verilmelidir. Allah Teâlâ’nın “esmâ-i hüsnâ”sından “Kerîm, Latîf, Raûf, Mümin…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/417)." Allah nerededir?,"Zaman ve mekân Allah tarafından yaratılmış olup sınırlılık ifade eder. Bu nedenle zaman ya da mekânla sınırlı olmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla Allah zaman yahut mekânla sınırlı olacak şekilde ifade edilemez. Zaman ve mekândan münezzeh olarak Allah Teâlâ her daim kullarına yakın ve onlarla beraberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamı ifade eden pek çok âyet vardır; “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (el-Bakara, 2/186), “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16), “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir... Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 57/4). “Rahmân Arş’a istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5) gibi müteşâbih âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklinde yapılan yorumlar, İslâm âlimlerinin geneli tarafından kabul görmemiştir. Zira bu ve benzeri âyetlerin anlamları müteşâbih olup Allah’ın yüceliğini ifade etmektedir. Her ne kadar sıfatlarıyla Allah Teâlâ’yı bilsek de O (c.c.), zâtı itibarıyla idrak ve tasavvurumuzun ötesindedir. İnanan kimseye düşen, O’nun insana şah damarından daha yakın olduğu bilinciyle hareket etmesi, iman ve amelleriyle Rabbine yönelip kulluk görevini yerine getirmeye çalışmasıdır." “Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olması” ne anlama gelir?,"Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun varlığının hiçbir şekilde zaman ve mekânla sınırlandırılmaması demektir. Zira zaman ve mekân mahlûk yani “yaratılmıştır”. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır. Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse yaratılmış olan varlıklar bir zaman ve mekânda var olurlar. Zaman, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahlûk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden yaratandır (el-En‘âm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır…” (Fâtır, 45/1). O hâlde Allah, her çeşit zaman ve mekân sınırlandırmalarından uzaktır." Camiler için kullanılan “Allah’ın evleri” ifadesi Allah’a bir mekân isnat etme anlamı taşır mı?,"“Allah’ın evi” terkibinin Arapça karşılığı “Beytullah” olup Kâbe hakkında kullanılan bir ifadedir. “Beyt”ten maksat, Kâbe’dir. “İbrahim ve İsmail’e; ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik.” (el-Bakara, 2/125) âyetinde de ev kelimesi Allah’ın zâtına izafe edilmiştir. Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denilmesi, Allah’a (c.c.) ibadet etmek için yeryüzünde yapılan ilk mâbed olması, insanların hidâyeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan Hanîf dininin sembolü ve bütün Müslümanların namazlarında yöneldikleri yer olması gibi sebeplere dayanır. Allah, “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmran, 3/96) buyurarak onun şerefini yüceltmiştir. Allah için ibadete mahsus olan tüm camiler ve mescitler için de “Allah’ın evi” terkibi kullanılır. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Yeryüzünde Allah’ın evleri; mescitlerdir. Oraya gelene Allah Teâlâ ikramda bulunur.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 10/161 [10324]) buyrulmaktadır. Bu itibarla “Allah’ın evi” tabirinden Allah için ibadet edilen yer anlaşılmalı, asla Allah’a isnat edilen bir mekân anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. O, bir mekânda olan değil, bütün mekânları kuşatmış olandır. Zaman ve mekân mahlûk/yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzehtir, yani uzaktır." Müslüman olduğu bilinen bir kimseyi tekfir etmenin hükmü nedir?,"Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmektir. Kur’ân ve Hz. Peygamber (s.a.s.), bireylere Müslüman olduğu bilinen hiç kimseyi tekfir etme yetkisi vermemiştir. Nitekim âyet-i kerîmede “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyin…” (en-Nisâ, 4/94) buyrulmaktadır. Ayrıca bir hadis-i şerifte Kelime-i Tevhid’i söyleyenlerin ve kıbleye yönelip namaz kılanların Müslüman kabul edileceği, Allah (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.s.) koruması altında olacağı ifade edilmektedir (Buhârî, Salât, 28 [391]). İslâm tarihinde tekfir söylemiyle ilk defa ortaya çıkan fırka, Hâricîlerdir. Nitekim bu grup, Hz. Ali (r.a.) başta olmak üzere pek çok sahâbîyi kâfir olmakla itham etmişlerdir (Eş’arî, el-İbâne, 2/337). Günümüzde de bazı kişi ve gruplar, kendilerine muhalif olarak gördükleri herkesi ve zümreyi tekfir eden bir tutuma sahiptirler. Tekfir konusunda İslâm’ın temel yaklaşımı, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişiyi küfre nispet etmemektir. Nitekim Kur’ân ve sünneti anlama ve uygulama bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin yolundan yürüyen, İslâm’ın ana bünyesi olan Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun Ehl-i Kıble oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Tekfir meselesinde öncelikle dikkate alınması gereken esaslardan biri şudur: Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Bu bağlamda bazı kaynaklarda yer alan “şu fiil/söz küfrü gerektirir” gibi ifadeler, belli bir şahsı nitelemek için değil, yapılan fiili vasfetmek ve bundan sakındırmak içindir. Dolayısıyla kişinin, dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe kâfir olduğuna hükmedilemez. Zira küfre götüren söz ya da davranışların bir kimsede hata ve cehalet gibi sebeplerle görülmesi, söz konusu kişiyi dinden çıkarmaz. Tekfirle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de tevil konusudur. Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülemez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili değil” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Öte yandan tekfirin dinî ve hukuki pek çok ciddi sonuçları olduğundan dolayı bu konuda hüküm vermek bireylerin yetki ve sorumluluğuna bırakılmamıştır." Meleklerin varlığı nasıl ispat edilir?,"Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyularla algılanamayan varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür. Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir: a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığını bildirmişlerdir. Bütün ilâhî dinlerde melek inancı vardır. b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır (bkz. el-Bakara, 2/30-34; Hûd, 11/69-70; el-Hicr, 15/28-29; Fâtır, 35/1; ez-Zâriyât, 51/24-28; en-Necm, 53/5; et-Tahrîm, 66/6). c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber (s.a.s.) pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir (bkz. Müslim, Zühd, 60 [2996]). d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı (c.c.) tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur." “Kirâmen Kâtibîn” ne demektir?,"“Değerli yazıcılar” anlamına gelen “kirâmen kâtibîn”, insanların yanlarında bulunan ve onların yaptıkları işleri amel defterine yazmakla görevli olan melekler demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Hâlbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler ve çok değerli yazıcılar (kirâmen kâtibîn) vardır ki, onlar ne yaparsanız bilirler.” (el-İnfitâr, 82/11-12) “Hafaza”, “rakîb-atîd” melekleri de denilen bu meleklerin belirtilen yazma görevinden başka âhiret günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik edecekleri de âyetlerde şu şekilde bildirilmektedir: “Sûr’a üfürülecek. İşte bu, önceden bildirilen tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir.” (Kâf, 50/20-21). Diğer taraftan İslâm âlimleri söz konusu meleklerin yazma daha doğrusu kayda alma görevini nasıl yaptıkları konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini beyan etmişlerdir." “Cin” diye bir varlık var mıdır?,"Cin, sözlükte “örtülü ve gizli varlık, görünmeyen şey” anlamındadır. İnsanın duyu organlarıyla idrak edilemeyen bu varlıkların mahiyetleri konusunda fazla bir bilgimiz bulunmamaktadır. Cinlerin varlığı ve mahiyetlerine dair bilgiler ancak vahiy yoluyla bilinir. Kur’ân-ı Kerîm’de cinlerin alevli/dumansız, yalın ateşten yaratıldıkları zikredilir (bkz. el-Hicr, 15/27; er-Rahmân, 55/15). Ayrıca Kur’ân’da “Cin sûresi” adıyla bir sûre mevcut olup, daha birçok âyette ve sahih hadislerde cinlerden bahsedilmektedir. Bu bakımdan cinlerin varlığı gerçek olup her müminin buna inanması gerekir. Cinler görünmeyen bir boyutta oldukları için onların yaşayış tarzı, insanlarla ilişkileri gibi konularda vahyin bildirdiği dışında kesin yargılarda bulunmak mümkün değildir. Öte yandan cinler “mutlak gaybı” da bilemezler. Zira mutlak gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Süleyman’ın canını aldığımızda onun öldüğünü asâsını yiyen bir kurtçuk onlara (cinlere) gösterdi. Onun yere yığılmasıyla cinler anladılar ki eğer gaybı bilmiş olsalardı (içerisinde bulundukları) aşağılayıcı azap içerisinde kalmaya devam etmezlerdi.” (Sebe’, 34/14). Zâriyât sûresinin 56. âyetinde ise cinlerin de insanlar gibi Allah’ı bilip ona ibadet etmekle sorumlu oldukları belirtilmiştir." Cinler ve şeytanlar insanlara zarar verebilir mi?,"Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklar olarak yaratılmışlardır (ez-Zâriyât, 51/56). Allah’a inanıp O’na ibadet eden, iyi amel sahibi olan cinler olduğu gibi insanlara zarar vermek isteyen ve onları iman ve güzel amelden alıkoymaya çalışan kâfir cinler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de insan ve cinlerin şeytanlarından söz edilir: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (el-En‘âm, 6/112). Bu âyette işaret edildiği üzere şeytan işi amel işleyen cinlere şeytan denmektedir. Şeytanların başı olan İblîs’in cinlerden olduğu Kehf sûresinin 50. âyetinde şöyle ifade edilir: “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandır. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”. Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’e, özel olarak da Türkçe meallerini zikrettiğimiz bu iki âyete bakıldığında şeytanların ve dolayısıyla cinlerin kötülerinin insanlara zarar vermek istemeleri öncelikle inanç ve amel bakımındandır. Zira Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarına göre şeytan ve şeytan işi ameller işleyen cinlerin düşmanlığı ancak insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek suretiyle olmakta, maddî ve fizikî bir zarar vermeden söz edilmemektedir. Bunun için Yüce Allah, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (el-Bakara, 2/208) buyurmuştur. Burada şeytanın adımlarını izlememekten maksadın şeytanların ve cinlerin vesvesesine kapılarak kötü ameller işlememek olduğu açıktır. Cin sûresinin 6. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.”. Bu âyette açıklandığı üzere cinlerin insanlara zarar vermesi Yüce Allah’ın açık ikazına rağmen insanların cinlere sığınıp onlarla iletişim kurma ve medet umma hevesleri yüzündendir. Bunun için Felak ve Nâs sûrelerinde bu duruma işaret edilerek insanların, cinlerin ve her türlü yaratığın şerrinden ve vesvesesinden her şeyin Rabbi olan Yüce Allah’a sığınmaları teşvik edilmiştir. Bu demektir ki gerçekten Allah’a iman edenler üzerinde şeytanların ve cinlerin hâkimiyeti, bir baskı kurması ve zarar vermesi söz konusu değildir. Şeytanın ve cinlerden şeytanların hâkimiyeti ve zararı sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar için söz konusudur (bkz. en-Nahl, 16/99-100). Bu bakımdan müminlerin cin ve insan şeytanların her türlü şerrinden ve zarar vermesinden Allah’a (c.c.) sığınması ve onlardan korkmaması gerekir. Onlara hiçbir şekilde meyletmeyen ve iradesini sadece hak ve hakikat doğrultusunda kullanan kimseler cin ve şeytanlardan gelebilecek her türlü etki ve zarardan korunmuş olurlar." Yazının icadından önce Allah tarafından gönderilmiş olan kitap veya sahîfeler hakkında bilgi verir misiniz?,"Allah Teâlâ kullarını hidâyete sevk eden bilgileri, emir ve yasaklarını peygamberlerine gönderdiği vahiy yoluyla bildirmiştir (eş-Şûra 42/51). İlk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nübüvvet, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile tamamlanmıştır. İman esaslarından biri de peygamberlere indirilen kitaplara inanmaktır. Kitaplara iman, Allah (c.c.) tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Kur'ân-ı Kerîm bize tek bir kitaba yani sadece Kur'ân’a değil, Allah nezdinden gönderilen bütün kitaplara inanmamızı emretmektedir (el-Bakara, 2/4). Kitap kelimesi her ne kadar indirilen vahyin yazılı metnini ifade etse de bununla birlikte istiare yoluyla metnin sözlü şekli için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Allah kelâmının sözlü şekline de kitap denilir (Râğıb, Müfredât, “ktb” md.). Kur'ân-ı Kerîm’de kitap ile aynı anlamda kullanılan kelimelerden biri de suhuftur. Suhuf kelimesi “sahîfe” kelimesinin çoğulu olup İslâm öncesi dönemde kitapla eş anlamlı olarak kullanılmasının yanında mektup, hukukî sözleşme, şiir, hitabe ya da bir araya getirilmiş sözleri nitelemek için de kullanılmaktaydı. Yazıya geçirilsin veya geçirilmesin Yüce Allah’ın indirdiği tüm kitap ve sahîfeler ilahî vahye dayanmaktadır. Günümüzde ulaşılan bilimsel veriler doğrultusunda yazının, M.Ö. 3500 yıllarında Sümerler tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Bu bilgi, arkeolojik bulgulara ve bilimin imkânlar dâhilinde ulaşabildiği diğer verilere dayanmaktadır. Ancak bu durum Sümerlerden önce kesin olarak yazının olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu itibarla yazının tarihçesine ait bu bilgiler esas alınarak vahye dayalı kutsal kitapların kayda geçirilmesiyle ilgili kesin bir hüküm vermek doğru değildir. Dört büyük kitabın nazil olduğu dönemde yazının var olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de isim olarak geçen bu kitapların dışında, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Musa’ya (a.s.) sahîfeler/suhuf verildiği (el-‘A‘lâ, 87/19) açıkça geçmekte olup onların yaşadığı devir de aynı şekilde yazının var olduğu zamana denk gelmektedir. Bununla birlikte insanlık tarihinin başlangıcından itibaren bilgi, yazı dışında sözlü aktarım gibi yöntemlerle muhafaza edilmiştir. Bu itibarla Hz. Âdem (a.s.) , Hz. Şît (a.s.) ve Hz. İdris (a.s.) gibi erken dönemde yaşayan peygamberlere indirildiği kabul edilen sahîfelerin şifahen aktarılmış olmaları yeterlidir. Zira elimizde, yazının var olduğu dönemlerde dahi peygamberlerin kendilerine indirilen kutsal kitapları iki kapak arasında toplayarak günümüzdeki kitap formatına soktuklarına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Netice itibarıyla peygamberlere indirilen vahiylerin, levhaların, sahîfelerin, zikirlerin ve kitapların günümüz kitap ve kitapçık algısından hareketle yazıya geçirilip iki kapak arasında toplanma zarureti olduğunu aksi hâlde onların kitap hüviyeti kazanamayacaklarını düşünmek doğru değildir. Bu minvalde onlarla yazının icadı arasında bir bağlantı kurma gereği de bulunmamaktadır. Şu hâlde kutsal kitapları ve sahîfeleri, lafızları ile insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberlere indirilen vahiyler mecmuası olarak algılamak isabetli olacaktır." Her topluluğa peygamber gönderilmiş midir ve peygamberlerin sayısı kaçtır?,"Kur’ân-ı Kerîm, ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir (Yûnus, 10/47; en-Nahl, 16/63; Fâtır, 35/24). Bu bağlamda “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik” (el-Hicr, 15/10) ve “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik…” (en-Nahl, 16/36) buyrulmaktadır. Bu âyetler tarihî süreç içerisinde Yüce Allah’ın (c.c.) genel anlamda insanoğlunu peygambersiz bırakmadığını gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edici değiliz” (el-İsrâ, 17/15) ve “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var” (el-Mü’min, 40/78) âyetleri de açık bir şekilde gönderilen peygamberlerin sayısının Kur’ân’da zikredilen 25 peygamberle sınırlı olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte peygamberlerin sayısıyla ilgili kesin bir bilgi yoktur." Önceki semâvî dinler İslâm diye adlandırılabilir mi?,"İslâm; Allah’a (c.c.) teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmek manasına gelir. Kur’ân’a göre İslâm; kişinin kendisini yalnız Allah’a teslim etmesi, O’na kul olması ve O’na ibadet etmesi demektir. Tevhidin gereği de budur. Bu anlamıyla İslâm; sadece son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinden ibaret değil, bütün peygamberlerin getirdiği bir inanç sistemidir. Bu bakımdan insanlığı temel iman esaslarına davet açısından peygamberlerin tamamının vazifesi aynıdır. Buna göre, bütün peygamberlerin ilk daveti tevhiddir. Çünkü tevhid, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Cenâb-ı Hak gönderdiği her peygambere, ümmetini tevhide davet etmesini şöyle emretmiştir: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (el-Enbiyâ, 21/25). Peygamberlik, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le (a.s.) başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Dolayısıyla Allah’ın peygamberler aracılığıyla farklı zamanlarda gönderdiği dinin esası aynıdır ve hepsine “İslâm”, müntesiplerine de ‘‘Müslüman’’ denilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’ân’da Müslüman diye isimlendirdi.” (el-Hac, 22/78). “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru Müslüman idi.” (Âl-i İmran, 3/67) âyetinde İbrahim (a.s.) için Müslüman ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Müslümanlarız, deyin.” (el-Bakara, 2/136) âyetinde de peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm’dan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Ancak bugünkü hâliyle Yahudilik ve Hristiyanlık peygamberlere indiği şekliyle muhafaza edilemediği için bu dinlere bu hâliyle İslâm denilemez. Esas itibarıyla hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat Yüce Allah (c.c.) zaman içinde ibadetlerin şekillerinde ve muamelata dair hükümlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Yahudi ve Hristiyanlara gayrimüslim denmesi onların Allah (c.c.) tarafından, İslâm’ın son peygamberi Hz. Muhammed’e ve onunla gönderilen dine inanmamaları sebebiyledir." Mucize nedir ve çeşitleri nelerdir? Hz. Peygamber’in ne tür mucizeleri vardır?,"Mucize, nübüvvet/peygamberlik iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu göstermek amacıyla Allah (c.c.) tarafından yaratılan ve nitelikleri bakımından insanları benzerini getirmekten âciz bırakan olağanüstü hadisedir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muġnî, 15/199). İslâm âlimleri hem Hz. Muhammed’in (s.a.s.), hem de diğer peygamberlerin göstermiş oldukları mucizeleri idrak edilmeleri açısından aklî, hissî ve haberî; amaçları bakımından ise hidâyet, yardım ve helak mucizeleri şeklinde sınıflandırmışlardır. Aklî mucizeye en büyük örnek Kur’ân’dır. Çünkü Kur’ân her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın” (el-Bakara, 2/23). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur’ân’ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah’ın vahyettiği Kur’ân’dır” (Buhârî, İ‘tisâm, 1 [7274]; Müslim, Îmân, 239 [152]). İnsanların duyularına hitap eden hârikulâde olaylara hissî mucizeler denilir. Hz. Sâlih’in (a.s.) devesi (Hûd 11/64-68), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (el-A‘râf 7/106-108) Hz. Îsâ’nın (a.s.) kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi (Âl-i İmrân, 3/49; el-Mâide, 5/110) gibi örnekler hissî mucizelerdendir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) asıl mucizesi Kur’ân-ı Kerîm olmakla birlikte ona hissî mucizeler de verilmiştir. Bedir Savaşı’nda meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân, 3/122-123; el-Enfâl, 8/9-10) hadisesi Kur’ân’da zikredilen hissî mucizelerden biridir. Resûlullah’ın az bir yiyecekle birçok insanı doyurması, az miktardaki suyu çoğaltması, hurma kütüğünün inlemesi (Buhârî, Menâkıb, 25 [3572, 3578, 3583]) olayları da hadislerde zikredilen hissî mucizeler arasında yer almaktadır. Peygamberlerin Allah’tan gelen vahye dayanarak verdikleri gaybî haberlere, haberî mucize denilmektedir. İsyankâr toplumların başlarına geleceğini önceden bildirdikleri felâketlerin aynen vuku bulması, Hz. Îsâ’nın (a.s.), muhataplarının evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini haber vermesi (Âl-i İmrân, 3/49), Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Bizanslılar’ın İranlılar’ı savaşta mağlûp edeceğini (er-Rûm, 30/1-4) ve kisrânın saltanatının yıkılacağını (Buhârî, Menâkıb, 25 [3619]) bildirmesi bu tür mucizelerdendir. Meydan okuma şartı çerçevesinde inkârcıların gözü önünde ve onları acze düşürecek şekilde zuhur eden mucizelere hidâyet mucizeleri denilmektedir. Bu tür mucizeler insanların kanaatleri üzerinde etkili olup ön yargıdan uzak kimselere fayda verir. Hz. Sâlih’in devesi, (Hûd 11/64-68) Hz. Mûsâ’nın asâsı ile parıltılı eli (el-A‘râf 7/106-108), Hz. Îsâ’nın şifa mucizesi (el-Mâide, 5/110) ve Hz. Muhammed’in Kur’ân mucizesi bunlar arasında sayılır (el-Bakara, 2/23-24). Sadece Kur’ân okuyup Müslüman olan pek çok kişi olduğu gibi Hz. Mûsâ’nın asâsının yılana dönüşüp sihirbazların yaptığı diğer yılanları yutması sonucu sihirbazların imana gelmeleri gibi olaylar bunlardandır. Mü’minlerin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak zuhur eden ilâhî yardımlar da yardım/nusret mucizeleridir. Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları için Allah’ın emriyle kayadan su çıkarması (el-Bakara, 2/60), kavmine gökten kudret helvası ve bıldırcın gönderilmesi, onların gölgelenmesi için bulut getirilmesi (el-A‘râf 7/160), Hz. Îsâ’ya gökten yiyecek dolu bir sofra indirilmesi (el-Mâide 5/112-115), Bedir ve Hendek gazvelerinde meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân 3/123-127; el-Ahzâb 33/9), çeşitli münasebetlerle suyun çoğalması ve yemeğin bereketlenmesi (Buhârî, Menâkıb, 25) bu türdendir. İnkârda ısrar eden kavimlerin cezalandırılmasına yönelik mucizeler de helak mucizesidir. Kur'ân’daki açıklamalara göre helâk mucizelerinin şiddetli fırtına, korkunç bir gürültü, tûfan, zelzele gibi tabii âfetler tarzında gerçekleştiği (el-Ankebût, 29/40) görülmektedir. Nûh kavminin tufanla (el-Ankebût, 29/14), Semûd, Âd ve Medyen halkının korkunç bir gürültüyle (Sâd, 38/13-15), Lût kavminin yaşadığı şehrin altının üstüne getirilip başlarına taş yağdırılmasıyla (Hûd, 11/82-83, el-Kamer, 54/), Firavun ve ordusunun ise denizde boğulmak suretiyle (eş-Şuarâ, 26/66) helâk edilmesi bunlardandır. Peygamberlerin birçok delil ve mucizesine rağmen inanmamakta ısrar eden inkârcıların helâk edilmesi, Allah’ın bir kanunudur. Helak mucizeleri aynı zamanda sonraki nesiller için bir uyarı ve ibret vesilesidir." "Kerâmet nedir, nasıl anlaşılmalıdır?","Sözlükte “değer, kıymet, iyi, ahlâklı ve cömert olmak” gibi anlamlara gelen kerâmet kelimesi terim olarak “mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan ve Allah’ın lütfu olan olağanüstü haller” şeklinde tanımlanır (İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “vly” 12/510; Cürcanî, Ta’rifât, “vly” 184). Kur’ân-ı Kerîm’de kerâmet kavramı doğrudan geçmemekle birlikte, peygamber olmadıkları hâlde bazı iyi kullar hakkında harikulâde olaylardan söz edilmektedir (el-Kehf, 18/16-26; en-Neml, 27/40). Bu âyetlerden hareketle İslâm âlimleri, salih kulların kerâmetini hak olarak görmüşlerdir. Bununla birlikte onlar, kerâmeti herhangi bir kimsenin velî oluşunun kesin kanıtı olarak kabul etmemişlerdir. Tasavvuf erbabı da kerâmeti gizlenmesi gereken bir sır olarak görmüşlerdir (bkz. Rifâî, el-Burhânü’l-müeyyed, 24, 121; Topaloğlu, Emâlî Şerhi, 75-76). Kerâmet, kerâmet sahibinin masum (günahsız ve hatasız) olduğunu veya gaybı bildiğini göstermez. Aksi bir iddia naslarla bağdaşmayan ve itikadî açıdan da tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir durumdur. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır (el-En ‘âm, 6/59; en-Neml, 27/65; el-Cin, 72/26-27). Öte yandan İslâm inancına göre, günah işlemekten uzak kalmak anlamına gelen “ismet” sıfatı, vahyin kontrolünde oldukları için sadece peygamberlere ait bir vasıftır. Dolayısıyla velîler için böyle bir masumiyet söz konusu değildir. İslâm âlimleri ve mutasavvıflara göre; en üstün kerâmet, istikamettir. İstikamet, her hâlinde şer‘i şerife riâyet etmek, güzel ahlâk ve doğruluktan ayrılmamaktır. Güzel ahlâk, iyilikseverlik, diğerkâmlık ve cömertlik gibi vasıflar, mümine verilmiş en üstün özelliklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın bütün müminlerin dostu/velisi olduğunun vurgulanması (Âl-i İmrân, 3/68), bu hususa bir işaret olarak görülebilir. Gerek âyetlerde gerekse hadislerde Allah’ın (c.c.) bazı salih kullarına olağanüstü nitelikte lütuflarda bulunduğu ifade edilmektedir. Bu lütuf belli bir zaman ve belli şahıslarla da sınırlı değildir. Bununla birlikte kerâmetin Allah’ın azametinin, lütuf ve kereminin bir delili olduğu ve kerâmet lütfedilen kişilerin olağanüstü sıfatlara sahip kişiler olmadıkları hususu unutulmamalıdır. Ayrıca Allah’ın kudretinde olan bir şeyin, kişilerin iradesinde olduğunu kabul etmek itikadî açıdan da doğru değildir. Hiç şüphe yok ki herkes için temel ölçü, istikamet üzere yaşamaktır. Diğer taraftan, neyin kerâmet sayılıp sayılmayacağı hususunda kesin ve objektif bir ölçü olmadığı için konu, tarihte ve günümüzde daima istismara ve suistimale açık bir konu olmuştur. Unutulmamalıdır ki kişinin olağanüstü olarak değerlendirdiği her hâl, kerâmet olmayabilir. Dolayısıyla kerâmet iddialarına değil kişinin istikametine itibar edilmelidir." Hz. Peygamber’den sonra Allah’ın özel olarak seçtiği veya görevlendirdiği kişi ya da grup var mıdır?,"Seçilmiş ya da seçkin kavramı, yaratıcı tarafından özel olarak belirlendiğine, görevlendirildiğine, diğerlerinden üstün kılındığına ve kurtuluşa erdiğine inanılan kişi ya da grupları nitelemek için kullanılır. Bu düşünceye bütün eski kültürlerde ve dinlerde rastlanmaktadır. İslâm tarihinin belli dönemlerinde de seçilmişlik zannına kapılan kişi veya gruplardan bahsetmek mümkündür. Bunlar kendilerinin seçkin olduklarını ifade ederken kurtuluşun da yalnızca kendilerine tabi olmak ve kendi çatıları altında bulunmakla gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de, seçilmiş olma iddiasının temelde Ehl-i kitab tarafından dile getirildiği belirtilmekte ve onların bu tutumu şöyle eleştirilmektedir: “Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?’ Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız…” (el-Mâide, 5/18); “…Başka insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şâyet sözünüze sâdıksanız haydi ölümü temenni edin!...” (el-el-Cum'a, 62/6). Hak, adalet ve sorumluluk gibi vasıfların dinin temel umdelerini oluşturduğu İslâm’a göre, bahsedilen şekliyle hiçbir kişi ve zümre için seçilmişlikten ve kurtuluştan söz etmek mümkün değildir. Zira İslâm’a göre, Allah’ın (c.c.) bizzat seçerek risâlet görevini verdiği peygamberler (el-En’âm, 6/124; eş-Şûrâ, 42/13) dışında hiç kimse ya da grup özel bir seçilmişlik konumuna sahip değildir. Herkes kul olarak eşittir ve kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgili kızına, “Ey Peygamber’in kızı Fatıma! Allah’ın (azabından) kendini koru! Senin için ben bir şey yapamam.” (Buhârî, Vesâyâ, 11 [2753], Tefsir, 26 [4771]; Müslim, Îmân, 351) diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mü’min için dinî konularda Kur’ân ve Sünnet’e uymak, bunların rehberliğinde ictihad etmek ya da ictihad eden âlimlere tabi olmak dışında bir yol yoktur. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimlerin bu yönü hakkında şöyle buyrulmuştur: “... Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1 [3641]; Tirmizî, İlim, 19 [2682]) Burada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra özel olarak herhangi bir kişi ya da gruba yer verilmemiş; aksine müminlerin, nebevî mirasa sahip çıkmaları teşvik edilmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “el-Cemâa” (İbn Mâce, Fiten, 17 [3992]) başka bir rivâyette de “Benim ve ashabımın yolundan gidenler.” (Tirmizî, İman, 18 [2641]) cevabını vermiştir. Buradan kurtuluşa eren kimselerin (fırka-i nâciye) Hz. Peygamber’in Sünnetine tabi olup ashabının izinden giden, diğer bir deyişle İslâm’ın ana yolundan ayrılmayan büyük çoğunluk olduğu anlaşılır. İslâm âlimleri bu büyük çoğunluğu “sevâd-ı a’zam” nitelemesiyle ifade etmişlerdir. Bu niteleme; herhangi bir özel kişi ya da grubu değil, İslâm’ın temel inanç esaslarına gönülden inanan bütün Müslümanları kapsamaktadır. Sonuç itibarıyla İslâm dini, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah (c.c.) tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir." Günahsız insan var mıdır?,"Günah, ilahî emir ve yasaklara aykırı tutum ve davranışlar anlamına gelir. Mahiyeti ve boyutları değişmekle birlikte günah mefhumu tüm dinlerde vardır. Günah, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde; “ism”, “zenb”, “vizr”, “cünâh”, “hûb” ve “seyyie” gibi farklı sözcüklerle ifade edilmiştir. Her insan iyilik veya kötülük yapabilecek özellikte yaratılmıştır (bkz. eş-Şems, 91/8). Hz. Peygamber'in (s.a.s.) “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet, 49 [2499]; İbn Mâce, Zühd, 30 [4251]) şeklindeki beyanı, insanların günah işleme ve hata yapma özelliğine sahip olduğu gerçeğinin açık bir ifadesidir. Aynı doğrultuda Hz. Peygamber'in (s.a.s): “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen ve günahlarından tövbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10 [2748]) ifadeleri de oldukça anlamlıdır. Hadis-i şerif, insanın mutlak olarak hatasız, kusursuz ve günahsız olamayacağını vurgulamaktadır. Şüphesiz bu ifadeler, günah işlemeye bir teşvik olmayıp aksine insanın doğasını açıklayan ve kendisini tanımasını sağlayan birer hatırlatma ve uyarıdır. Nitekim pek çok âyet ve hadiste insanın günahlardan ve Allah’ın (c.c.) yasaklarını çiğnemekten sakınması emredilmiştir. İslâm inancında peygamberler dışında “mâsum” yani günah işlemekten korunmuş kimse yoktur. Bu sebeple herhangi bir kimsenin günahsız olduğunu kabul etmek İslâm inancına aykırı bir durumdur. Zira günahtan korunmuşluk anlamına gelen “ismet sıfatı” sadece peygamberlere aittir. İslâm âlimleri, peygamberlerin birer beşer olmaları hasebiyle zelle olarak tabir edilen küçük hatalar işleyebilecekleri, ancak peygamberlik görevlerine zarar verecek türden hatalara ve günahlara düşmekten korundukları üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer yandan İslâm dininde, Hristiyan teolojisinde olduğu gibi “aslî günah” anlayışı yoktur. Zira hiç kimse doğuştan günahkâr sayılmaz. İslâm’da, herkes kendi günahından sorumludur. ""Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez."" (el-En’âm, 6/164; en-Necm, 52/38-39) âyet-i kerîmesi bu hususu ifade etmekte ve işlenen günahtan ancak onu işleyenin sorumlu tutulacağını belirtmektedir. İslâm’da, herhangi bir soydan gelmekten veya başka bir sebepten dolayı günahtan korunmuş̧ olduğu kabul edilen kişi ya da zümre yoktur. Dinî konularda topluma rehberlik eden âlimler de günahtan korunmuş değildir. Onların görevi İslâm’ın inanç, ibadet, ahlak ve muamelat esaslarını insanlara hatırlatmak ve gerektiğinde ictihad ederek Müslümanların amelî hayatını düzenlemelerine katkı sağlamaktır. Bu bağlamdaki ictihadları isabetli olabileceği gibi hataya da açıktır. Sonuç olarak masûmiyet sadece peygamberlere özgü bir korunmayı ifade etmektedir. Bunun dışında, herhangi bir kimse ya da grubun hatadan veya günahtan korunmuş olduğu kabulü veya iddiası İslâm inanç esaslarına aykırıdır." “Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?,"“Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: 'Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz' ...” (el-A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız." “Berzah Hayatı” ne demektir?,"Berzah, sözlükte “iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır” demektir. Dinî ıstılahtaki karşılığı ise “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır. “Onların önlerinde ise yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (el-Mü’minûn, 23/100) âyetinde geçen “Berzah” ile de kastedilen budur. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir." Ölümü temenni etmek caiz midir?,"Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilâhî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şâyet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Buhârî, De‘avât, 30 [6351]; Merdâ 19 [5671]; De‘avât, 30 [6351]; Müslim, Zikir, 10 [2680])." Ölünün arkasından ağlamak ve yas tutmak caiz midir?,"Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır (Buhârî, Cenâiz, 32, 43 [1284, 1303]). Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve câhiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, Cenâiz, 43 [1303]) buyurması, bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder." Kabir azabı var mıdır?,"Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu husus bazı âyetlerin işareti (Mü'min, 40/46), çeşitli hadislerin de açık beyanlarıyla (Buhârî, Cenâiz, 86) bilinmektedir. Bir hadis-i şerifte, “Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 5 [2308]) buyrularak ölümle ahiret hayatının başladığı ifade edilmiştir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (Tirmizî, Cenâiz, 71 [1071-1072]). Bu sebepledir ki Resûl-i Ekrem (s.a.s.) pek çok kez kabir azabından koruması için Allah’a (c.c.) niyazda bulunmuştur (Buhârî, Ezân, 149 [832]; Müslim, Küsûf [903], 8, Cenâiz, 85 [963]; Ebû Dâvûd, Salât, 152 [880])." Salgın hastalıklar kıyamet alameti midir?,"Dünya hayatının sona ermesi demek olan kıyametin ne zaman kopacağını sadece Yüce Allah bilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle yer alır: “Sana ‘Ne zaman gelip çatacak?’ diye kıyamet saatini sorarlar. De ki: ‘Onun hakkındaki bilgi sadece Rabbimin katındadır. Vakti geldiğinde onu açığa çıkaracak olan ancak Allah’tır. O (kıyamet), göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Allah katındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (el-A’râf, 7/187). Meşhur Cibrîl hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrâil’in “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusu üzerine “Sorulan, sorandan daha iyi bilmemektedir.” diye cevap vermiştir (Müslim, İmân, 1 [93]). Bunun anlamı ne Hz. Peygamber’in (s.a.s) ne de Cebrâil’in bu sorunun cevabını bildiğidir. Kıyamet alametleri, kıyametin kopmasından önce meydana gelecek fiziki, toplumsal veya ahlakî nitelikli olayları ve belirtileri ifade eder. Kur’ân’da bu alametler arasında Ye’cûc ve Me’cûc’ün gelişinden (el-Enbiyâ, 21/96), dâbbetü’l-arzın çıkışından (en-Neml, 27/82), göğün insanları saracak bir duman (duhân) yayacağından (ed-Duhân, 44/10-11) ve ayın yarılmasından (el-Kamer, 54/1) bahsedilir. Ayrıca kıyamet alametleri şeklinde bir belirleme yapılmamakla birlikte, kıyametin kopuşu esnasında gerçekleşecek kozmik ve harikulade olaylar ve o anın dehşeti ile ilgili pek çok anlatım yer alır. Bu çerçevede göğün yarılması, dağ ve tepelerin yok edilerek yerin dümdüz hale getirilmesi, güneşin dürülüp kararması, yıldızların dökülüp sönmesi ve denizlerin kaynatılması (el-İnşikâk 84/1-2; et-Tekvîr, 81/1-6) gibi olağanüstü kozmik değişimler anlatılır. Hz. Peygamber’in (s.a.s) son peygamber olarak gönderilişi, âlimlerin azalması, cehaletin, fuhşun ve içki kullanımının artması ile fitnenin ve öldürmenin yaygınlaşması gibi hususlar da hadislerde sıklıkla sayılan alametler arasında yer alır (Buhârî, Nikâh, 111 [5231]; Fiten, 5 [7062]; Rikâk, 39 [6504]; Cizye, 15 [3176]; Müslim, Fiten, 18, [7257]; Ebû Dâvûd, Fiten, 1 [4255] ). Âyet ve hadislerde kıyamet alametlerinin açıklanmasındaki amaç, insanları umutsuzluğa düşürmek değil, kesin bir gerçek olan kıyamet ve ebedî mutluluk yurdu ahireti hatırlatarak onlara bir farkındalık kazandırmak ve sorumluluk bilinci içinde yaşamaları gerektiğini hatırlatmaktır. Âyet ve hadislerde belirli bir hastalığın kıyamet alameti olduğuna dair kesin bir bilgi yer almaz. Aksine kaynaklarımızda vebâ veya tâun kelimeleriyle ifade edilen ve bazı ümmetlerin cezalandırıldığı bir azap türü olan salgınların belirli zaman aralıklarıyla gidip gelen hastalıklar olduğu vurgulanır (Buhârî, Hıyel, 13, [6974]; Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3473]; İbn Hanbel, Müsned, 5/201, [22094]). Ayrıca bu hastalıklara sabredip karantina kurallarına uyan müminler için bir rahmet vesilesi olduğu ve bu nedenle ölenlerin de şehit sevabı alacağı nakledilmiştir (Buhârî, Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3474]). Dolayısıyla salgın hastalıklar, bir yönüyle ilahî hikmetin ve imtihanın gereği, diğer bir yönüyle de insanların çevreye ve doğaya verdiği zararlar nedeniyle ortaya çıkan küresel bir musibet olarak görülebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm insana endişe ve korku veren çeşitli hastalıkların, afetlerin ve benzeri durumların insan için bir imtihan vesilesi olduğunu açıkça ifade eder (el-Bakara 2/155). Salgın hastalıkların kıyamet alameti olarak değerlendirilmesi düşüncesi, kıyamet alametleriyle ilgili bazı rivâyetlerde yer alan, ölümlerin hızlı ve yaygın hale gelerek artmasından bahseden ifadelerin yorumlarından kaynaklanır. Bu şekilde yorumlanan en yaygın sahih hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) altı kıyamet alametini sayar. Bu alametler arasında bazı âlimler tarafından salgın hastalık olarak yorumlanan madde, Buhârî rivâyetine göre “Koyunları yakalayan kuâs hastalığı gibi sizi yakalayan mûtân” şeklinde geçer (Buhârî, Cizye, 15 [3176]; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 25 [4042]; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 18/40- 41 [70]; 18/41-42 [71]; 18/42 [72]; 18/64 [119]). Sened açısından sahih olarak değerlendirilen diğer bir rivâyette anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.s), kıyamet kopmadan önce “mûtân-ı şedîd”in gerçekleşeceğini ve akabinde senelerce depremler meydana geleceğini haber vermiştir (İbn Hanbel, Müsned, 4/105 [17089]; Dârimî, Sünen, 1/43 [55]; İbn Hibbân, Sahîh, 15/180 [6777]). Söz konusu hadisler incelendiğinde kıyamet alametleri arasında sayılan altı maddeden biri olarak “mûtân”ın gerçekleşeceği bilgisinin sahih bir ahad haber şeklinde bize ulaştığı görülmektedir. Diğer taraftan rivâyetler her ne kadar isnad açısından sahih olsa da metin açısından birçok farklılık barındırmaktadır. Bununla birlikte rivâyetlerin ortak noktası, bu alametin “kûas” gibi bir hastalık sonucu çokça ölüme (mûtân) neden olmasıdır. “Mûtân” kelimesi ölüm veya çokça meydana gelen ölüm anlamına gelir. (Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, “mvt”; Aynî, ‘Umde, 15/99) “Kuâs” ise sözlüklerde koyunlara bulaşan ve onları çok kısa sürede öldüren bir hastalık olarak tarif edilir (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “k’as”; Aynî, ‘Umde, 15/100). Aslında sürü hayvanlarında ölüme neden bir hastalık olan “kuâs”ın, hadiste insan için kullanılması, hızlı bir şekilde ölüme neden olmasındaki benzerlikten dolayıdır (Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, 8/3411; Kirmânî, el-Kevâkibü’d-Derârî, 13/140). Hadiste hızlı ve çok sayıda ölümün kıyamet alametlerinden biri olduğu anlatılmaktadır. Fakat bunun bir hastalıktan mı yoksa fitne vb. karışıklığın neden olduğu savaş veya katilden mi kaynaklandığı açık değildir. Diğer taraftan pek çok hadiste vebâ veya tâun kelimeleri kullanılmasına rağmen söz konusu hadiste bu kelimelerin yerine “mevt” veya “mûtân”ın tercih edilmesi böyle bir sınırlandırmanın uygun olmadığını göstermektedir. Burada “Amvas” salgını hakkında Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrah arasındaki tâuna dair konuşmaları hatırlamak gerekir. Bu rivâyette, ordularıyla Şam’a yaklaşan Hz. Ömer’in, vebâ haberini alması üzerine muhacir ve ensarla istişare ederek Ebû Ubeyde’nin itirazlarına rağmen geri döndüğünden bahsedilir. Ensar ve muhacirlerle uzun müzakerelerin yapıldığından bahseden bu rivâyette dikkat çeken husus, hiçbir sahabinin tâûnu kıyamet alameti olarak değerlendirmemiş olmasıdır (Müslim, Selâm, 98 [5784]; Muvatta’, Câmî, 22). Âyet ve hadislerdeki kıyamet alametlerine yönelik ifadeleri dünyada meydana gelen müşahhas olaylarla birebir ilişkilendirmek pek mümkün değildir. Dolayısıyla salgın hastalıkları insana dünyadaki amacını ve sorumluluklarını hatırlatıcı, tarihin her döneminde meydana gelen imtihan gereği bir olay şeklinde değerlendirmek hem Kur’ân hem de sünnet açısından daha doğru bir yaklaşım olarak gözükmektedir. Bu imtihanda insana düşen görev, dünya hayatının geçici olduğu şuuruyla birlikte gerekli tedbirlere riâyet etmektir. Zira insanlar üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmediği için salgınlar daha fazla yayılmakta ve insanlık daha çok zarar görmektedir. Bu tarz her olayı kesin olarak kıyamet alameti saymak, insanların kendi sorumluluklarını göz ardı etmelerine, onları umutsuzluğa sevk etmeye ve alametleri gerekmediği hâlde çoğaltmaya neden olabilir. Kur’ân ve sünnet, kıyametin muhakkak gerçekleşeceğini ve ardından ebedi hayatın başlayacağını bildirmiş, insanları bu hususta uyarmış ve yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemiştir. Müslümana düşen, kıyametin vaktini tespit etmek değil, kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahâbîye Hz. Peygamber’in (s.a.s) verdiği cevapta olduğu gibi (Buhârî, Edeb, 96 [6171]), kıyamet ve sonrası için ne hazırlık yaptığını sorgulamak ve sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmaktır." Kader ve kazaya inanmak iman esası mıdır?,"Kader ve kaza, her şeyin Allah’ın belli ve düzen içerisinde yarattığı ve takdir ettiğine delâlet eden âyetlerin yanı sıra ilahî ilmin olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde de vurgulanmıştır. Bu âyetlerin bir kısmında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “...O’nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir.” (er-Ra‘d, 13/8); “...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân, 25/2); “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez...” (et-Tevbe, 9/51). Bu âyetlerden başka Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, -kulun tercihi ile irtibatlı olarak- dilediğini dalâlette bırakıp, dilediğini hidâyete erdirdiğini, insanların ölümlerini O’nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bkz. ez-Zümer, 39/62; es-Sâffât, 37/96; el-A`râf, 7/178; el-Vâkıa, 56/60) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste, kaderi, iman edilmesi gereken şeyler arasında saymıştır. Bu hadise göre Cebrâil (a.s.), Peygamberimize, “İman nedir?” diye sormuş, o da, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır.” (bkz. Müslim, Îmân, 1 [8]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15 [4695]; Tirmîzî, Îmân, 4 [2610]) cevabını vermiştir. Ehl-i sünnet âlimleri belirtilen âyetler ve Hz. Peygamber’in hadisleri çerçevesinde kader ve kazaya inanmayı iman esaslarından saymışlardır." Âmentü’de yer alan “Hayır ve Şer Allah’tandır” ifadesinin açılımı nedir?,"“Hayır ve şer Allah’tandır” demek, bunları yaratanın Allah olduğunu dile getirmektir. Bu ifade, Allah'tan başka yaratıcı olmadığını belirtmek ve vurgulamak içindir. Meselenin insana bakan yönü ise hayır ve şerri kulun cüz’î iradesi ile tercih etmesidir. Bundan dolayı da insanlar iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur. “Âmentü” esaslarında ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanır. Çünkü âlemde her şey O’nun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde O’ndan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. Ancak Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur. Hayrı seçen kişi mükâfat, şerri seçen ise ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri yapmalarından râzı/hoşnut olmaz ve şerri de emretmez. Yüce Allah (c.c.), mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. O’nun şerri yaratmasında da birtakım hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz ve bu dünyanın imtihan dünyası olma vasfı ve hikmeti gerçekleşemezdi. Şer, Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta olmak ya da daha kötü bir şerri defetmek için yaratılmıştır. Allah’ın (c.c.) kudreti ile meydana gelen her işte gerek birey gerek toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bizim şer veya hayır olarak gördüğümüz her şey sonucu itibarıyla gördüğümüz gibi olmayabilir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (el-Bakara, 2/216)." Kader değişir mi?,"İnsan, kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkânlar çerçevesinde görevini en iyi şekilde yapma şevki ve gayreti içinde olmasıdır. Allah, ezelî ilmiyle herşeyi bildiği için O'nun ilminde ise bir değişiklik olmaz. Kaderin değişmesinden bahsettiğimizde insanın kendi iradî fiillerini tercih ve yönlendirilmesini ifade etmiş oluruz. İnsan kaderini bilmediği için ve eylemlerini kendi irade ve tercihi ile gerçekleştirdiğinden dolayı kaderi de böylece şekillendirmiş olur. Sadakanın belayı defedeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler işte bu anlamı ifade etmektedir. Bu durumda dahi Allah’ın ezelî ilminde bir değişiklik olmamaktadır." "“Allah böyle yazmış, ben ne yapayım?” demek doğru mudur?","Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insanın, “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, ben ne yapayım?” diyerek günah işlemesi uygun olmayacağı gibi günah işledikten sonra kaderi bahane ederek kendisini suçsuz sayması da doğru olmaz. Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a (c.c.) mahsustur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (el-En‘âm, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, bizim sorumluluktan kaçarak kötü ve yanlış işleri Allah’a havâle etmemize yol açmamalıdır. Bu, kader inancını istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Zira Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah (c.c.) da o sebeplerin sonucunu yaratır. Bu ilâhî bir kanundur ve kaderdir. Sonuç olarak insanların, sorumluluk alanlarına giren meselelerde “Ben ne yapayım, kaderim böyle” demesi doğru değildir. İnsan, Allah’ın sorumluluk yüklediği alanda özgür bırakıldığı için inancından ve yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir." Müslümanın afetlere bakışı nasıl olmalıdır?,"Kâinattaki her varlık Yüce Allah tarafından belli bir düzen, gaye ve hikmete dayalı olarak yaratılmıştır. Tabiatın işleyişinden gezegenlerin hareketlerine kadar her şey Yüce Yaratıcının takdir ettiği belli bir ölçüye ve bir nizama göre varlığını sürdürmektedir (Yûnus, 10/5; el-Kamer, 54/49). Bu nizam ve işleyiş içerisinde özel bir statüsü olan insan, akıl nimeti başta olmak üzere pek çok üstün kabiliyetle donatılmış ve vahye muhatap kılınarak diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiştir. İnsanın yeryüzündeki en temel vazifesi, varoluşunun gaye ve hikmetini idrak ederek buna uygun bir hayat sürdürmeye gayret etmektir. Bu amaçla insan, Allah Teâlâ’ya samimiyetle bağlanıp iman ederek iyi, güzel ve sağlam işler yapmalı; hayatı boyunca adalet, iyilik ve merhamet gibi temel insanî değerlerden ayrılmamalıdır. Nitekim İslam’ın önemli kavramlarından olan “ihsan” ve “itkan”, insanın işini en iyi, en sağlam ve en güzel şekilde yapmasını ifade eder. Dünya hayatında insanın Rabbine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı olduğu gibi tabiata karşı da çeşitli sorumlulukları vardır. Bu durum insana, öncelikle tabiatın bir nimet ve emanet olduğu bilinciyle, onu tahrip ve ifsat etmeden hareket etme sorumluluğu yükler. Zira söz konusu sorumluluk ihmal edilip tabiata zarar verecek işler yapıldığında bunun olumsuz sonuçları yine insana dönecektir (er-Rûm, 30/41). Bugün dünya çapında yaygınlık gösteren kuraklık, sel vb. felaketlerin bir sebebi de insanoğlunun tabiata karşı tamahkâr ve hoyratça davranışlar sergilemesidir. İnsan, tabiatla ilişkisinde Allah’ın evrene yerleştirdiği kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir. Aklı, iradesi, inancı, vicdanı ve başka hiçbir canlıda bulunmayan kabiliyetleri, insanoğlunu her konuda olduğu gibi tabiatla ilişkisinde de sorumlu kılmaktadır. İnsanın bu bilinçle hareket etmesi ve gücünün yettiği hususlarda üzerine düşeni hakkıyla yaparak gerekli tedbirleri alması Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla afetleri ve meydana gelen acı neticelerini, insan irade ve sorumluluğunu yok sayarak tamamen kadere yüklemek doğru değildir. Hiçbir acının, hüznün ve meşakkatin olmadığı tek yer, ebedi mutluluk yurdu olan cennettir. Bu bakımdan dünyanın, insanın hiç üzülmediği, yorulmadığı, problemlerle karşılaşmadığı, sadece iyilik ve güzelliklerle dolu bir yer olduğu düşüncesi hayatın gerçekliğine uygun değildir. Nitekim insanoğlu tabiatın doğal işleyişinden kaynaklanan birtakım afet ve sıkıntılarla karşılaşabileceği gibi kendi ihmal ve hatalarının acı neticeleriyle de yüzleşmek durumunda kalabilmektedir. İnsanoğlu dünyada ebedi hayatına hazırlanacağı bir imtihan sürecindedir. İnsanın bilme ve irade etme özgürlüğü gibi kabiliyetlerine binaen muhatap olduğu bu süreç, aynı zamanda, ona anlamlı bir hayat sürdürme imkânı sunmaktadır. İnsan yaşadıklarını doğru değerlendirerek başına gelen hadiselerden ibret almalıdır. Doğal afetlere maruz kaldığında da dersler çıkarmalı, sorumluluklarını hatırlamalı, maddi ve manevi alanda yapması gerekenlere yönelmelidir. İnsan, bir arada yaşamanın gereği olarak başkaları tarafından yapılan hataların sonuçlarıyla da karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durum karşısında sergilediği tavır biçiminden sorumludur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Hanginizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (el-Mülk, 67/2); “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi hem iyi hem de kötü durumlarla deneriz; sonunda bize döneceksiniz.” (el-Enbiyâ, 21/35). Dünya imtihanında başarılı olabilmenin yolu, afet ve musibetler karşısında serinkanlı tutum ve davranışlar sergilemekten geçer. Başına gelen sıkıntı ve ıstıraplara sabredip en güzel şekilde mücadele edenler, âhirette büyük bir mükâfata, ebedi bir huzur ve refaha kavuşacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (ez-Zümer, 39/10) buyurulur. Ancak musibetler karşısında sabretmek, hiçbir şey yapmadan sadece beklemek ve sıkıntılara çaresizce katlanmak değildir. Aksine sabırlı davranmak, başa gelen olay karşısında metanet göstermek ve isyana düşmeden olumsuz neticeleri gidermek için azim ve kararlılık göstermektir. Bu gibi durumlarda yapılacak en önemli ve öncelikli şey, afetlerden zarar gören insanların maddi ve manevi yaralarının sarılması ve acılarının hafifletilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesidir. Müslümanın başına gelen hadiseler karşısında metanet ve sabır göstermesi, ebedi nimetlere kavuşmasının da vesilesidir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) “Müminin durumu ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Bir güzellik kendisine verildiğinde şükreder; bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64 [2999]) buyurmuştur. Yüce Allah’ın kullarına karşı rahmet ve merhameti sınırsızdır. Bu bakımdan Müslüman, başına gelen afet ve hastalık gibi zor ve sıkıntılı hadiselerin Allah’ın rahmetiyle karşılık bulacağını bilmelidir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle kullarını sınayacağını haber verirken, bu süreçleri Allah’a yönelerek sabır ve teslimiyetle karşılayanları şöyle müjdelemektedir: “İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir” (el-Bakara, 2/155). Aynı şekilde Hz. Peygamber, (s.a.s.), mümini inciten ve kendisine sıkıntı veren her hadisenin onun arınmasına ve âhiretteki derecesinin yükselmesine vesile olacağını haber vermiştir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Allah Resûlü (s.a.s.) ayrıca, afetlerde hayatını kaybeden müminlerin şehit hükmünde olduğunu müjdelemektedir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Bütün bunların yanında zor zamanlarda dua, niyaz ve yakarışlarla manevi duyguları güçlendirmek ve geleceğe dair umudu korumak büyük önem taşımaktadır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” (el-Bakara, 2/186) buyurarak her durumda kullarını kendisine yönelmeye davet etmektedir. Zira dua insanı teskin ederek maneviyatını besler, zorluklar karşısında dayanıklılığını artırır ve onun Allah katındaki değerini yüceltir. Sonuç olarak müminlere düşen görev, zor zamanları sabır ve metanetle karşılamak, dünyanın neresinde olursa olsun afet ve musibetlere maruz kalanlara yardım etmek için seferber olmak, afetlerin ortaya çıkardığı acıları azaltıp yaraları sarmaya gayret etmek ve bir daha bu tür afetlere maruz kalmamak için beşeri planda atılması gereken adımları atarak elden gelen her türlü tedbiri almaktır." Din/İslam ve Şeriat Arasındaki İlişki,"Bir takım medya organlarında zaman zaman din, İslam ve şeriat gibi kavramlar çerçevesinde gelişigüzel beyanlarda bulunulduğu ve tartışmalar yapıldığı dikkat çekmektedir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki söz konusu kavramların ilmi gerçeklikten ve metodolojiden yoksun, özensiz ve tutarsız bir dille ve ideolojik, politik ve popülist bir yaklaşımla ele alınması vahim hatalara, kafa karışıklığına ve ciddi olumsuz algılara sebep olmaktadır. Bu itibarla söz konusu hususlarda konuşan ve bilgi paylaşanların hakikatlere bağlı kalarak sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Din İşleri Yüksek Kurulumuza gelen yoğun açıklama taleplerinden ve sorulardan hareketle İslam’ın temel kaynaklarında, kadim medeniyetimizin muhalled eserlerinde ve başta TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere Başkanlığımız yayınlarında ve konuyla ilgili akademik çalışmalarda açık, net ve kapsamlı olarak izah edilen “Din/İslam” ve “şeriat” kavramları ve bu ikisi arasındaki ilişki hususunda aşağıdaki özet açıklamanın yapılmasında fayda mülahaza edilmiştir; Allah katında Din İslam’dır. (Âl-i İmrân, 19) Dinî terminolojide Din/İslam ve şeriat kelimeleri zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi dinin farklı boyut ve içeriklerini ifade etmek üzere özel anlamlarda da kullanılmaktadır. Zira dinî edebiyatımızda ve ilmî kaynaklarımızda “din”, “millet” ve “şeriat” kelimeleri aynı mahiyeti farklı bakış açılarına göre ifade etmektedir. Buna göre, Allah’ın peygamberleri ile gönderdiği bilgi ve talimatların bütününe; bunlara iman ve itaat edilmesi gerekli bulunduğu için “din”, insanları belli bir çerçeve içinde toplaması itibariyle “millet”, bireysel davranışlarda ve toplumsal hayatın seyrinde izlenecek yol olması bakımından ise “şeriat” denilmiştir. Genel anlamda “ed-Din”, insan hayatını düzenleyen ilahî buyrukların tamamı ve bunların oluşturduğu ilahî nizamın adıdır. Bu ilahî nizam insanı ve onun hayatını bir bütün olarak ele aldığından, insanın Yüce Allah’ın rızasına uygun sorumlu ve mutlu bir hayat yaşaması için gerekli olan bütün hükümler bu dinin içerisinde yer almaktadır. Dinî hükümler sabit/değişime kapalı olan ve zaman ve şartlara bağlı olarak değişime açık olan hükümler olmak üzere iki kısımdır. Buna göre hükümlerin bir kısmı evrensel ve değişmez karakter taşırken diğer bir kısmı, yetkin âlimler tarafından usulüne uygun yapılacak yorumlara (içtihatlara) ve toplumların hayatlarına şekil vermeleri bakımından genel olarak değişime açıktır. İslam bilginleri öteden beri “ed-Din” dediklerinde belirtilen her iki hükmü beraber kastetmişlerdir. Ancak anlamayı kolaylaştırmak ve dinin hangi hükümlerinin evrensel ve sabit hangilerinin içtihada açık olduğunu ifade etmek için “ed-Din” içerisindeki hükümleri kategorize etme yoluna gitmişlerdir. Bunun için bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği ortak ve değişmez hususlar dinin sabit ve içtihada kapalı hükümlerini oluştururlar ve dar anlamda din denildiğinde bu hükümler kastedilir. Buna göre de din, tartışmasız olarak her zaman kutsalı ve ilahî olanı hatıra getirir. Şeriat ise geniş anlamda dinin tamamını ifade etmek için kullanılmasının yanı sıra dinin sosyal, hukukî, iktisadi ve siyasi alana dair özel hükümlerini ifade etmek için de kullanılır. Dar anlamda din değişmez hükümleri simgelerken, şeriat temel prensipler ile farz ve haram hükümler dışında kalan toplumdan topluma, çağdan çağa, gelişen ve değişen şartlara göre gerektiğinde içtihat kurallarına göre yorumlanıp değişmeye açık olan ya da olması gereken hükümleri de ifade eder. İslam Dininin temel hedefi, insanları var oluş amaçlarına uygun bir şekilde ahiret hayatına hazırlayarak ebedi kurtuluşu sağlamak; dünyada adil, insana yaraşır bir düzen tesis ederek insanların ve toplumların maslahatlarını temin etmektir. Bu hedef, “mefsedetleri defetme ve maslahatları sağlama” şeklinde özetlenebilir. Çünkü dinin ruhunda insanı hem madden hem de manen kuşatan erdemleri tahakkuk ettirmek vardır. Yani İslam, insan ve toplum yararına ne varsa onu öngörür; bunların zararına olan bütün hususları da yasaklar ve ortadan kaldırmaya çalışır. Dinin belirtilen amaçlarının gerçekleşmesi sadece inanç, ibadet ve ahlak esasları ile mümkün olmaz. Bu sebeple bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanlara sadece inanç, ibadet ve ahlak esaslarını öğretmekle yetinmemiş, sosyal hayatı düzenleyen hükümler de getirmiştir. Batılı düşünür ve felsefeciler dini, “tanrı-insan arasındaki ilişkileri düzenleyen sistem” diye tanımlarken, İslam bilginlerinin dine yükledikleri anlamda daima Allah-insan, Allah-toplum ve insan-insan ilişkileri vurgulanmıştır. Din olarak İslam, insanlar arası ilişkileri düzenlemeyi de kapsamına almıştır. Bir kutsal kitap olan Kur’ân’ın, inanç ve ahlak konuları yanında hukukî düzenleme getiren âyetleri de içermesinin temel sebebi budur. Her ne kadar insanlar toplumsal düzeni sağlamak için aklî yöntemleri ve tecrübelerini kullanarak birtakım kurallar oluşturabilirlerse de, İlahî iradenin dinin bazı temel noktaları ortaya koyması zorunluluk arz eder. Zira akıl ve tecrübeye dayalı hukuk kuralı oluşturanların yaptıkları düzenlemelerin ilahî iradeye uygun olup olmadığı ancak söz konusu İlâhî iradenin o konudaki temel prensiplerinin bilinmesi ile mümkün olur. Bu sebeple İslam’da din, ahlak ve hukuk bağımsız parçalı yapılar değildir; iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan bir mahiyete sahiptir. Çünkü bunlar birbirinden ayrıldığı zaman gerçek fonksiyonlarını icra edemezler. Şunu da ifade etmek gerekir ki, İslam dininin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’de yer alan hükümler, dinin bir hükmünü oluşturma veya dinen bağlayıcılık özelliği taşıma açılarından farklılık arz etmezler. Buna göre “Allah’a, Resulüne ve âhiret gününe iman ediniz”, “namaz kılınız, zekât veriniz” hükmü ile “zinaya yaklaşmayınız”, “yetimlerin mallarını yemeyiniz”, “faiz yemeyiniz” hükmü arasında dinin hükmü ve dinen bağlayıcı olmaları bakımından bir fark yoktur. Bunlar ister “din” isterse “şeriat” kavramı ile ifade edilsin sonuç değişmez. Zira namaz, zekât ve oruç gibi farzlara dinin hükmü derken, faiz, kumar, içki, zina gibi haramların dinin hükmü olmadığını söylemek, tutarlı olmadığı gibi mümkün de değildir. Dinin ayakta durması, payidar olması ve insanlığın ebedi kurtuluşuna vesile olması da ancak din-ahlak ve hukuk kuralları arasında kurulacak dengeli bütünlük ilişkisi ile mümkündür. Bu sebeple Dinin/İslam’ın içerisinden şeriatı çıkarmak ve dini dar bir alana hapsetmek, İslam ilim geleneğiyle bağdaşmayan, metodolojik temelden yoksun keyfi bir söylemden ibarettir. Kur’ân’ın bireysel ve sosyal hayata yönelik normlar ortaya koyan, hüküm getiren ayetlerini yok saymak, reddetmek ya da geçmişte kaldığını ve yaşanan zamana hitap edemeyeceğini iddia etmek, büyük bir cehalet örneğidir; ayrıca itikadî buhran ve savrulmanın açık bir göstergesidir. Tamamen ilmi zeminlerde ortamlarda konuşulması gereken konuların, kavramları bağlamlarından kopararak, ideolojik, politik ve popülist tutumlar bağlamında tartışılması, insanımızın iman, ahlak ve dinî hayatına olumlu bir katkı sağlamayacağı gibi maşeri vicdanında da karşılık bulması mümkün değildir." Gayp Bilgisi ve Cefr,"Akıl ve duyularla bilinemeyen veya o anda muttali olunamayan her şey anlamındaki gayb, sadece Yüce Allah’ın bildiği bir alandır. Allah tarafından kendilerine bilgi verilen peygamberler dışında, hiçbir insan gelecekten haber veremez. Her türlü fal, kehânet, vb. bâtıl yollara başvurarak, olayların iç yüzlerini öğrendiği iddiasında bulunmak veya gelecekte neler olacağını kesin bir dille söylemek, İslam’a uygun bir tutum değildir. Gizli ilimler bildiğini ve gayptan haber verdiğini iddia edenlere kulak vererek onların dediklerini tasdik etmek, iman ile bağdaşmaz. Harflerin ve sayıların özel sırlar taşıdığı yönündeki mesnetsiz bir inanca dayanarak gelecek hakkında bilgi verdiği iddia edilen cefr de asılsız ve bâtıl bir yöntemdir." "Evli bir kadın, kocasının iznini almadan veya yanında mahremi olmadan hac veya umreye gidebilir mi?","Dinimizde farz olan ibadetler, gerekli şartları taşıyan kadın-erkek herkesin yapması gereken bireysel ibadetlerdir. Bu ibadetleri yapması için eşlerin birbirlerine engel olması caiz değildir. Bununla birlikte Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre, haccın farz olması için gidip gelinceye kadar yeterli maddî imkânın yanı sıra, kadının yanında bir mahreminin de bulunması gerekir (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 2/419; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/230). Şâfiîlere göre üç veya daha fazla güvenilir kadın, yanlarında eş veya mahremleri olmasa da hacca gidebilir. Mâlikî mezhebine göre ise bir kadın, güvenilir bir grup içerisinde olması hâlinde tek başına hacca gidebilir. Ancak kadınlardan oluşan bir grup içinde olması tavsiye edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 2/216; Desûkî, Hâşiye, 2/9-10). Bu itibarla, Hanefî mezhebine göre, evli bir kadının kendisiyle birlikte gideceği bir mahremi yoksa hacca gitmesi uygun değildir. Ancak kocasının iznini ve rızasını alan bir kadın, güvenilir bir hac organizasyonuyla Şâfiî ve Mâlikî mezheplerini taklit edip mahremsiz olarak hacca gidebilir. Haccın gerekli şartlarını taşıyıp yanında bir mahremi olan kadının farz olan hacca gitmesine eşi engel olamaz. Buna hakkı yoktur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/231). Umre farz olmadığı için yanında mahremi olsa bile kocasının izni olmadan bir kadın umreye gidemez." "Menopoza geçiş ve menopoz dönemindeki kadından gelen kanamalar, hac veya umre görevlerinin yerine getirilmesine engel olur mu?","Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Buna göre, henüz menopoza girmemiş bir kadın, hac ve umre sırasında kanama gördüğünde âdet hükümlerine göre amel eder. Menopoza girmiş bir kadından gelen ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Bu durumda olan kadının bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanı mı yoksa özür kanı mı olduğunu tespit ettirmesi uygun olacaktır." "Bir kadın, âdetli veya lohusa olduğu için ihrama girmeden mîkâtı geçip Mekke’ye girerse ne yapmalıdır?","Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkât yerinden ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac veya umre vazifelerinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, bulunduğu yerden ihrama girer ve bu davranışı sebebiyle ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-15). Âdetli veya lohusa olmak, ihrama girmeye engel değildir. Dolayısıyla bu hâlde olan bir kadının mîkât sınırlarını geçmeden, ihram namazı kılmaksızın niyet ve telbiye getirmek suretiyle ihrama girmesi gerekir. Âdetli bir kadın, tavaf dışındaki bütün hac vazifelerinde diğer hacıların bağlı olduğu hükümlere tabidir (Buhârî, Hayız, 1 [294]; Müslim, Hac, 119-120 [1211])." "Temettu haccına niyet eden bir kadın, özel hâli sebebiyle umresini yapamazsa, doğrudan Arafat’a çıkabilir mi?","Hanefî mezhebine göre, temettu haccı yapmak üzere umre ihramına girdikten sonra âdet gördüğü için umre tavafını yapamayan ve Arafat’a çıkma zamanına kadar temizlenemeyen kadın, saçını kesmeden umresini kalben iptal eder ve yeni bir niyet ve telbiye (ihrama girenlerin lebbeyk şeklinde başlayan zikir cümlelerini söylemesi) ile hac için ihrama girerek Arafat’a çıkar. Bu şekilde hareket eden kadın, ifrad haccı yapmış olduğu için şükür kurbanı kesmesi gerekmez. İptal ettiği umreyi haccını tamamladıktan sonra kaza eder. Bundan dolayı da ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban edilmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/160-161). Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Veda Haccı’nda Hz. Âişe (r.a.) Mekke’ye vardıktan sonra umreyi yapmadan âdet olmuştu. Hac zamanına kadar da temizlenemeyeceği için Hz. Peygamber ona, umre ihramını iptal etmesini ve Arafat’a çıkılacağında hac için ihrama girmesini söyledi. Hz. Âişe’ye hacdan sonra yapamadığı umreyi kaza ettirip bir de kurban kestirdi (Buhârî, Hayız, 1, 15 [294, 316]; Müslim, Hac, 111-120 [1211]). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, bu durumdaki bir kadın, umresini iptal etmez, kıran haccına niyet eder ve vakfesini yapmak üzere Arafat’a gider. Arafat dönüşünde hac ve umre niyetiyle bir tavaf ve bir sa’y yapar. Ayrıca kıran haccı için kurban keser (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/170-171)." "Âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın, Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp ihramdan çıkabilir mi?","Arafat ve Müzdelife’de vakfe yapmak, şeytan taşlamak ve ihramdan çıkmak için hadesten taharet şartı aranmaz. Buna göre, âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp saçını keserek ihramdan çıkabilir." "Âdet geciktirici hap kullandığı hâlde yine de leke gören bir kadın namaz, oruç ve tavaf gibi ibadetleri yapabilir mi?","Âdet görme çağındaki kadınlardan gelen kanamalar kan renginde olmayıp bulanık olsa bile, tercih edilen görüşe göre, ister âdet günlerinin başında ister sonunda olsun, âdet kanından sayılır. Kadınların âdet günleri Hanefî mezhebine göre en az üç, en çok on gündür. İki âdet arasındaki temizlik süresi ise en az on beş gündür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Âdet geciktirici ilaçlar her zaman etkili olmayabilir. Dolayısıyla ilaç kullanılmasına rağmen âdet görmek mümkündür. Buna göre bir kadın, âdet geciktirici ilaç kullandığı hâlde, bu ilaç tesirsiz kalmış ve bir önceki âdetinin bitiminden itibaren on beş gün geçtikten sonra âdet kanı renginde bir kanama gelmiş ve bu kanama en az üç gün devam etmişse âdetli sayılır. Bu durumda namaz kılınamaz, oruç tutulamaz ve umre veya ziyaret tavafı yapılamaz. Ancak söz konusu kanama on günden fazla devam etmişse mutat olan âdetinden sonrası istihâze (özür) sayılacağından kılmadığı namazlarını ve tutamadığı oruçlarını kaza eder, şâyet tavaf yapmışsa bu tavafı geçerli olur. Diğer yandan, uzmanların ifadesine göre, bu tarz ilaçların yan etkisi olarak bazen âdet dönemi dışında âdet kanaması niteliğinde olmayan lekeler görülebilmektedir. Bu durumda söz konusu lekelenmeler fıkhen istihâze (özür) hükmünde kabul edilip buna göre hareket edilir. Özür kanı gören bir kadın ise namazını kılar, orucunu tutar. Şu kadar var ki, kadınların âdet görmesi sağlıklı olduklarını gösteren doğal bir durumdur. Dolayısıyla herhangi bir zaruret olmadıkça ibadet gerekçesiyle de olsa bu doğallığa müdahale edilmemelidir." "Âdetli ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp, saçını keserek ihramdan çıkan kadının ne yapması gerekir?","Hadesten taharet tavafın vacibi olduğu için (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129), âdet ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan kadının, bir dem; küçükbaş kurban etmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise hadesten taharet tavafın geçerlilik şartıdır. Bu nedenle âdetli olarak yapılan tavaf ve sa’y geçerli olmaz. Dolayısıyla bu durumdaki kadının temizlendikten sonra tavaf ve sa’yi yeniden yapması gerekir. Ayrıca ihramdan çıkma vakti gelmeden saçını kestiği için ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban etmesi veya üç gün oruç tutması ya da altı fitre miktarı sadaka vermesi gerekir." Normal âdeti bittiği hâlde âdetin azami süresi bitmeden hac veya umre vazifesini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan bir kadın daha sonra leke görürse ne yapması gerekir?,"Hanefî mezhebine göre, normal (mutat) âdet süresi geçmesine rağmen görülen lekeler, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde kalırsa âdetten sayılır. Dolayısıyla âdetinin bittiği kanaatiyle hac veya umre vazifelerini yapan kadının, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde leke görmesi hâlinde tavafın vaciplerinden olan temizlik şartına uymamış olduğu anlaşılır. Bu durumda ziyaret tavafı yapılmış ise ceza olarak bedene; büyükbaş hayvan, umre tavafı yapılmış ise dem; küçükbaş hayvan kurban edilir. Ancak temizlendikten sonra tavaf iade edilirse cezalar düşer. Eğer söz konusu lekeler âdetin azami süresi olan on günden sonra da devam ederse bu takdirde, normal âdet süresinden sonra gelen kanama/lekeler, istihâze (özür) sayılır. İstihâze hâlinde yapıldığı anlaşılan tavaf geçerli olur. Bazı Mâlikî fakihler ise mutat âdet kanaması kesildiği kanaatiyle gusül alındıktan sonra gelen birkaç damla kan/lekenin sadece namaz abdestini bozacağı görüşündedir (Karâfî, ez-Zahîre, 1/381-382; Mevvâk, et-Tâc, 1/540). Yine Hanbelî fakihlerin bir kısmına göre lekelerin âdetten sayılabilmesi için âdet kanamasına bitişik olması gerekir (İbn Müflih, el-Mübdi‘, 1/254). Nitekim bu tür kanama/lekelerin âdetten sayılmayacağına dair Hz. Âişe ve Hz. Ali’den birtakım rivâyetler de bulunmaktadır (bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 115 [307]; İbn Mâce, Tahâret, 127 [647]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 1/302 [1161]). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir." Âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kadın bu hâliyle ziyaret veya umre tavafını yapabilir mi?,"Âdetliyken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra âdet görmeye başlayan kadınlar, tavaf dışında haccın bütün vazifelerini yerine getirebilirler. Ancak tavaf edemezler. Çünkü Resûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’ye, “Bu, Allah Teâlâ’nın, Hz. Âdem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak (âdet gördüğün sürece) Kâbe’yi tavaf etme.” (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]) buyurmuştur. Henüz ziyaret veya umre tavafını yapmadan âdet gören bir kadının öncelikle yapması gereken, temizleninceye kadar Mekke’de kalıp, temizlendikten sonra tavafını yapmasıdır. Bu durumda ziyaret tavafını bayram günlerinden sonraya tehir etmesi bir ceza gerektirmez. Âdeti bitene kadar Mekke’de kalma imkânı olmayan kadınlar ise Hanefî mezhebine göre tavafta taharet farz olmayıp vacip olduğu için âdetli olarak ziyaret veya umre tavafını yapar, ancak ceza olarak ziyaret tavafı için bir büyükbaş hayvan (bedene); umre tavafı için bir küçükbaş hayvan (dem) kurban ederler. İmkân bulunca bu tavaf iade edilirse ceza da düşer (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129; İbn Nüceym, Bahru'r-râik, 3/24). Şâfiî mezhebine göre bir kadının âdetli iken yapacağı tavaf hiçbir şekilde geçerli değildir. Bu durumdaki bir kadının, tavafını temizlendikten sonra yerine getirmesi gerekir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/14, 17). Mâlikî ve Hanbelî mezhebine ait bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, âdetli kadının temizleninceye kadar Mekke’de kalma imkânı yoksa âdet sırasındaki kanamanın kesilip, kanın gelmediği temizlik zamanını gözler; bu ara zamanda guslederek tavafını yapar. Bundan dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/119-120; İlîş, Minahu’l-celîl, 1/170-171; Desûkî, Hâşiye, 1/170-171; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/226, 257, 260). Ahmed b. Hanbel'e nispet edilen bir görüşe göre âdet döneminin sonuna kadar Mekke'de kalma imkânı olmayan bir kadının âdetli olarak yaptığı tavaf geçerli olur ve zaruret meydana geldiği için ceza gerekmez (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kübra, 1/465). İhtiyaca göre bu görüşlerden biri ile amel edilebilir." Kafilesi Mekke’den ayrılacak olan bir kadının âdet hâli sebebiyle “veda tavafı” yapamaması durumunda ceza gerekir mi?,"Âdet veya lohusa hâlindeki kadınların veda tavafı yapmaları vacip değildir. Veda tavafı yapmadan Mekke’den ayrılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/156). Bu durumda olduğu için veda tavafını yapamayan bir kadına hiçbir şey gerekmez." Âdet görmesi gecikmiş kızlar ne zaman mükellef olurlar?,"Dinî hükümlerle mükellef olma, ergen olmakla başlar. Kızlar âdet görmekle büluğa ermiş yani ergen sayılırlar. 15 yaşına kadar ergenliğe ulaşmamış bir kız, 15 yaşını bitirdiği tarihten itibaren hükmen ergen ve mükellef sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/95; Tahtâvî, Hâşiye, 108; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/408)." Kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde yapamayacakları şeyler nelerdir?,"Âdet veya lohusalık hâlindeki kadınlar için bazı özel hükümler vardır. Bu dönemlerinde bulunan kadınlar; a) Cinsel ilişkide bulunamazlar. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de “Sana kadınların âdet dönemi hakkında soru soruyorlar. De ki: O sıkıntılı bir hâldir. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın…” (el-Bakara, 2/222) buyrulmaktadır. Dolayısıyla kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. b) Namaz kılamaz ve oruç tutamazlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu durumdaki kadınların oruç tutmayacaklarını ve namaz kılmayacaklarını bildirmiştir (Buhârî, Hayız, 6 [304]). Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları konusunda sahabenin ittifakı vardır. Bu konuda müctehidler de görüş birliği içindedir. Bu hâllerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmez, tutulmayan Ramazan oruçları ise kaza edilir. Hz. Âişe, âdet hâlinde kılınamayan namazların kaza edilip edilemeyeceğini soran bir kadına “Resûlullah zamanında âdet döneminden sonra bize oruçları kaza etmemiz emredilir, namazları kaza etmemiz ise emredilmezdi.” (Müslim, Hayız, 67-69 [335]; bkz. Buhârî, Hayız, 20 [321]) cevabını vermiştir. c) Kâbe’yi tavaf edemezler. Hz. Peygamber (s.a.s.), âdet hâli sebebi ile hac yapamayacağından endişe ederek ağlayan Hz. Âişe’ye “Kâbe’yi tavaf etmek dışında, haccedenlerin yaptığı her şeyi yap.” (Buhârî, Hayız, 1 [294]) buyurmuştur. d) Gerekmedikçe cami ve mescitlere giremezler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). e) Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmaları ve onu okumaları konusunda ise İslâm bilginleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır." Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm’e dokunabilir mi?,"Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile Mâlikî mezhebindeki ağırlıklı görüşe göre, âdet, lohusalık veya cünüp hâlindeki kimselerin Mushaf’a dokunmaları caiz değildir. Bu konuda genel olarak “O, elbette değerli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmedir.” (el-Vâkıa, 56/77-80) âyetleri ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Amr b. Hazm’a yazdığı mektuptaki “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmaz.” (Muvatta’, Kur’ân, 1) ve “Cünüp kimse ve âdetli kadın Mushaf’tan hiçbir şeye dokunamaz.” (Serahsî, el-Mebsût, 3/152) rivâyetleri delil olarak kullanılmıştır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; Mâverdî, el-Hâvî, 1/384; Râfiî, el-‘Azîz, 1/293; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106, el-Kâfî, 1/135; Karâfî, ez-Zehîra, 1/378)." Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm okuyabilir mi?,"Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre tıpkı cünüp gibi âdetli veya lohusa kadın da Kur’ân okuyamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âdetli kadın ve cünüp olan kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizî, Tahâret, 98 [131]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [595-596]) buyurmuştur. Hz. Ali de “Resûlullah’ı Kur’ân okumaktan cünüplük hâli dışında hiçbir şey alıkoymazdı.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 88 [229]; Nesâî, Tahâret, 171 [266]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [594]) demiştir. Farklı bir lafızla gelen rivâyete göre ise Hz. Ali’nin “Resûlullah cünüp olmadıkça bize Kur’ân okurdu.” (Tirmizî, Tahâret, 111 [146]) dediği rivâyet edilmiştir. Bu genel yaklaşımın yanında söz konusu üç mezhep içinde bazı ayrıntılı ictihadlar da bulunmaktadır. Hanefî ve Şâfiîler, dua ve zikir kastıyla dua anlamı içeren âyetlerin cünüp, âdet ya da lohusalık hâlinde okunabileceğini; Şâfiîler dili oynatmadan ve telaffuz etmeden Mushaf’ın yüzüne bakarak kalben veya zihnen süzülebileceğini; Hanbelîler ise Kur’ân okuma kastı olmadan besmele, hamdele vb. zikirlerin okunabileceğini söylemişlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 3/152; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290). Mâlikî mezhebinde ise farklı iki görüş bulunmaktadır (İbnü’l-Cellab, et-Tefrî‘, 1/39; Karâfî, ez-Zehîra, 1/379). Sonraki bazı Mâlikîler, bu iki görüşten âdet hâlindeki kadının eğitim öğretim amacıyla Mushaf’a dokunabileceği ve Kur’ân-ı Kerîm’i okuyabileceği ictihadını tercih etmişlerdir (Desûkî, Hâşiye, 1/174; Ezherî, Cevâhir, 1/32). Günümüzde Kur’ân eğitim ve öğretiminin aksamadan devam edebilmesi için Mâlikî mezhebinin bu görüşüyle amel edilebilir. Bununla birlikte Kur’ân eğitim ve öğretiminin çok değişik yol ve yöntemleri olduğu için âdet ve lohusalık dönemlerindeki kadınların, okuyan kimselere kulak vererek ya da kayıttan dinleyerek kulak eğitimi almaları ve âyetleri kelime kelime bölerek tashih-i hurufa ağırlık vermeleri de uygulanabilecek bir başka yöntemdir. Bu yöntem, ihtilaftan kaçınmak açısından daha ihtiyatlı olabilir." Adetli veya lohusa kadın camiye girebilir mi?,"İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde camiye girmeleri caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Âdet ve lohusalık hâlleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ben âdetli kadının ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescitte bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 90 [232]; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 2/284 [1327]), “Mescit, âdetli kadına ve cünübe helal değildir.” (İbn Mâce, Tahâret, 126 [645]) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç hâlinde örneğin, camideki bir eşyayı almak için âdetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/107; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Hanefîler de ihtiyaç olması hâlinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescitten geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalmasını caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/38). Hanbelîlerden bir görüşe göre cünüp, âdetli veya lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescitte bulunabilirler (Merdâvî, el-İnsaf, 1/347-348). Zâhirilere göre ise âdetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 1/400-402). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir. Âdetli veya lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşa edilmiş ve içerisinde itikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (bkz. el-Mevsûâtü’l-fıkhiyye, 5/224)." Kadınlar âdetli veya lohusa iken dua edebilirler mi?,"Kadınlar âdet veya lohusalık hâllerinde iken dua edebilirler; zikir ve dua anlamı taşıyan âyet-i kerîmeleri okuyabilirler. Bunun yanında, kelime-i şehâdet, kelime-i tevhid, istiğfar, salavât-ı şerîfe getirebilirler. Tefsir, hadis ve fıkıh eserlerini okuyup inceleyebilirler (bkz. İbn Nüceym, el-Bahr, 1/209-211; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/292-293; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290)." "Âdetli kadınların, cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?","Âdetli olsun veya olmasın kadınların, cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/184; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/117)." Âdet kanaması on günden fazla süren bir kadın ibadetlerini yerine getirmede nasıl hareket etmelidir?,"Her kadının âdet gördüğü gün sayısı eşit değildir. Bu süre Hanefîler'e göre en az üç, en çok on gündür. Düzenli âdet gören bir kadının normal âdet günlerinden sonra kanaması devam ederse bu kanama on günü geçmediği takdirde tamamı âdet hükmündedir. Ancak on günü geçerse önceki normal âdeti esas alınarak devam eden kısmı istihâze (özür) kabul edilir. Bu kanama ikinci ayda da on günü geçerse bu kadının âdeti on gün olarak değişmiş olur. İki âdet arasındaki temizlik dönemi ise en az on beş gündür (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/218; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/133-134). Mesela, mutadı altı gün olan bir kadının daha sonraki ayda altıncı günün bitiminde kanaması devam etse, bu durum on günü aşmadıkça mutat âdeti olan altı güne ilaveten kanamanın devam ettiği günler de âdet döneminden sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/28). Fakat aynı kadının bu altı günün bitiminde kanaması devam eder ve bu süre on günü geçer de mesela on iki güne ulaşırsa, bu kadının mutadı, altı gün olarak kabul edilir. Altı günü on iki güne tamamlayan son altı günlük sürede görülen kan, istihâze (özür) sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Onuncu günden sonra görülen kan, özür kanı olduğu için kadın bu günlerde namazını kılar, orucunu tutar. Düzenli âdet günleri olan altı günden sonra kılmadığı namazları ve tutmadığı oruçları ise kaza eder. Mutat âdet süresinden sonra kanamanın devam etmesi ve bu durumun birden fazla tekrarlaması hâlinde dini hükmün uzman doktorun muayenesinden sonra verilmesi daha uygun olacaktır." Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan bir kadının âdeti nasıl belirlenir?,"Hanefî mezhebine göre üç günden az ve on günden fazla devam eden kanamalar âdet değil, istihâze (özür) olarak kabul edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/26-27; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/201). Şâfiî mezhebine göre ise âdetin asgari süresi bir gün, azami süresi on beş gündür (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/278). Kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının verdiği bilgiye göre; nadiren de olsa kimi kadınların düzenli olarak üç günden az veya on günden fazla kanaması olabilmektedir. Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan kadınların tıbbi muayenenin de bunu desteklemesi hâlinde üç günden az ve on beş güne kadar olan kanamalarını âdet olarak kabul etmeleri uygun olur." Cünüp iken âdet olan bir kadının ayrıca gusletmesi gerekir mi?,"Cünüp olup da henüz gusletmeden önce âdet görmeye başlayan bir kadının hemen gusletmesi şart değildir, guslü âdetinin bitimine kadar geciktirebilir (Haddad, el-Cevhera, 1/31-32; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/63). Ancak bu durumdaki kadınların gusül abdesti alması uygun olur." Kadınlardan gelen beyaz ve kokusuz akıntı abdesti bozar mı?,"Aralarında Ebû Hanîfe’nin de bulunduğu İslâm âlimlerinin bir kısmına göre kadından gelen renksiz ve kokusuz akıntı necis olmayıp abdesti de bozmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/166). Nitekim günümüzdeki tıbbi verilere göre sağlıklı her kadından beyaz ve kokusuz bir akıntı (rutûbetü’l-ferc) salgılanması normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Bu akıntı rahimden değil, daha aşağıdan gelmekte, herhangi bir necis madde ile de karışmamaktadır. Bu nedenle temiz kabul edilen akıntı, abdesti bozmadığı gibi bu akıntının çamaşıra bulaşması da namaza engel değildir." Menopoz dönemindeki kanamalarda ibadetler nasıl yerine getirilir?,"Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Menopoz dönemine giren bir kadından gelen kanamalar, âdet değil istihâze (özür) kanaması olarak kabul edilir (Kâsânî, Bedâî’, 3/200). Buna göre, menopoz dönemine girdikten sonra devamlı kanama gören kadın, her namaz vakti için abdest alır, abdest bozan başka bir hâl meydana gelmedikçe, bu abdestle o vakit içerisinde dilediği kadar namaz kılar ve diğer ibadetleri yapar. Namaz vaktinin çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir hâlin meydana gelmesiyle abdesti bozulur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/106-107). Menopoz döneminde görülen kanamanın devamlı olmaması hâlinde ise sadece geldiği anda abdest bozulur." Menopoza geçiş döneminde kanaması olan bir kadın ibadetlerini nasıl yerine getirir?,"Fıkıh kaynaklarında, bir kadının hangi yaşta menopoza gireceği hususu ihtilaflı bir konu olmakla birlikte genel olarak elli beş yaş kabul edilmiş, bu yaşı doldurmadıkça kendisinden gelen kanın âdet olduğu belirtilmiştir. Ancak bu hüküm zamanın tıbbî bilgi ve tecrübelerine dayanmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/516). Menopoz, kadınlarda gebe kalma ve doğurma yetisinin sona ermesiyle âdetten kesilme hâli demektir. Menopoz dönemine geçiş sürecinde âdet düzensizlikleri ve âdet günlerinde değişiklikler meydana gelebilir. Uzmanların belirttiğine göre bir kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise artık menopoza girmiş demektir. Buna göre menopoza geçiş sürecindeki bir kadından gelen kan âdet kanı olarak kabul edilir. Menopoza girmiş bir kadından gelen kan ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla menopoza girdikten sonra görülen kanamalarda özür hükümlerine göre amel edilir. Menopoza geçiş dönemindeki kadının, bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanaması mı yoksa özür mü olduğunu tespit ettirmesi ve ibadetlerini ona göre yapması uygun olur." Dış gebelik sürecinde görülen kanın hükmü nedir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüpüne yerleşmesi durumunda oluşan dış gebelikte, zamanla tüpte gelişen embriyo, bölgedeki damarlardan birinin veya birkaçının yırtılmasına ve kanamaya neden olabilir. Rahim içinden olmayıp damar yırtılmasından kaynaklandığı için dış gebelik esnasında görülen kanama istihâze (özür) sayılır. Özür hâli, kanamanın bir namaz vakti boyunca kesilmeden devam etmesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması durumunda meydana gelir. Böyle bir kadın diğer özür sahipleri gibi her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228])." Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama ibadete engel midir?,"Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama istihâze (özür) hükmünde olup ibadete engel değildir. Dolayısıyla böyle bir kadın, kanaması devam etse bile ibadetlerine hemen başlayabilir. Ancak kanama bir namaz vakti süresince devam edecek olursa kişi özür sahibi olur ve her namaz vakti için yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34-35). Mâlikî mezhebine göre, özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Hamile bir kadından gelen kanın hükmü nedir? Bu esnada ibadet yapılabilir mi?,"Hamile bir kadının gördüğü kanama âdet değil, istihâze kanıdır. İstihâze kanı, vücudun herhangi bir yerinden akan kan hükmündedir. Bu kanın akmasıyla yalnız abdest bozulur, gusül gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29-30). Hamile iken gelen kanamanın süreklilik arz etmesi hâlinde özür hükümleri geçerli olur. Bu durumdaki hamile bir kadın her namaz vaktinin girmesi ile yeni bir abdest alır; başka bir sebeple bozulmadıkça bu abdest o vakit çıkıncaya kadar geçerli olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Boş gebelik sürecinde ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?,"Boş gebelik, döllenmiş yumurtanın rahim içine yerleştikten sonra gebelik kesesinin oluşup fetüsün oluşmadığı ya da oluşan fetüsün gebeliğin erken aşamasında bir nedenle öldüğü ve eriyerek görülmez hâle geldiği gebelik türüdür. Bu tür gebeliklere “anembriyonik gebelik”; halk arasında da “su gebeliği” adı verilir. Boş gebelik belirtileri ile normal gebelik belirtileri aynıdır; gebelik testi pozitif çıkar, gebelik hormonları salgılanır ve kadın âdet görmez. Belli bir süre sonra gebelik ya düşükle sonuçlanır ya da tıbbi müdahale ile sonlandırılır. Buna göre cenin olmasa da cenine ait materyallerin bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla boş gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir." Mol gebelik (üzüm gebeliği) esnasında ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?,"Halk arasında “üzüm gebeliği” olarak bilinen mol gebeliği; fetüsün hiç gelişmediği veya anormal olarak geliştiği, bebek eşini (plasenta) oluşturacak olan hücrelerin de kontrol dışı çoğalarak rahim içine üzüm taneleri şeklinde yayıldığı bir gebelik olup iki türü bulunmaktadır. Çekirdeksiz yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana gelen tam (komplet) mol gebelikte fetüs oluşmazken, yumurta hücresinin iki spermle döllenmesiyle meydana gelen kısmi (parsiyel) mol gebelikte 69 kromozomlu, yaşama ihtimali bulunmayan bir fetüs oluşmaktadır. Her iki türde de plasental yapılardan salgılanan hamilelik hormonu nedeniyle hastada gebelik belirtileri bulunur ve gebeliğin sonlandırılıp rahmin boşaltılması temel tedavi yöntemidir. Buna göre cenin olmasa da ceninle ilgili parça ve oluşumların bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla mol gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir." Lohusalık süresi ne kadardır? Bu sürede yapılamayan ibadetlerin durumu nedir?,"Lohusalık, doğum veya düşük yapan ya da kürtaj olan bir kadının belli bir süre gördüğü kanamadır. Bu durumdaki kadına da lohusa denir. Her kadın için farklı lohusalık süreleri olabilir. Bu, kadınların fiziki bünyelerine, kalıtım ve çevre şartlarına göre değişir. Lohusalık süresinin alt sınırı yoktur. Üst sınır ise Hanefî mezhebine göre kırk; Şâfiî mezhebine göre altmış gündür. Bu üst sınırlar geçtikten sonra görülen kan, lohusalık değil, özür kanıdır. Ayrıca lohusalık günlerindeki kanama bir süre kesilip sonra devam ederse, kanamanın kesildiği günler de lohusalık hâlinden sayılır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/148; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/294). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. Ayrıca âdet ve lohusa olan kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz (Buhârî, Hayız, 6 [304]; Müslim, Hayız, 16, 67-69 [335]) ve Kâbe’yi tavaf edemezler (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde kılamadıkları namazları daha sonra kaza etmezler, ancak tutamadıkları oruçları kaza ederler (Müslim, Hayız, 67-69 [335]). Kırk gün dolmadan lohusalık kanaması kesilen kadın, boy abdesti alır ve ibadetlerini yapmaya başlar." Düşük yapan bir kadından gelen kanın hükmü nedir?,"Hanefî ve Hanbelîlere göre; el, ayak veya parmak gibi uzuvları belirmiş olan bir bebek düşüren kadından gelen kan, lohusalık kanıdır. El ve ayak gibi uzuvları belirmeden meydana gelmiş düşükten sonra görülen kan, istihâze (özür) kanıdır (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/35; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/253). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise her durumdaki düşük, lohusalık sebebidir (Remlî, Nihâyetü’l-muhtac, 1/323; Desûkî, Hâşiye, 1/474). Mezheplerin verdiği bu hükümlerin, rahimden çıkan şeyin cenin olup olmadığı ancak el-ayak gibi uzuvların belirmesiyle anlaşılabildiği zamanlarda verilmiş olduğu dikkate alınmalıdır (bkz. Kâsânî, Bedâi‘, 1/43). Günümüzde ise hangi aşamada olursa olsun düşen şeyin cenin olup olmadığı tespit edilebildiği için buna göre davranmak uygun olacaktır. Bu itibarla organları belli olsun ya da olmasın düşenin cenin olduğu bilindiği durumlarda düşükten sonra görülen kan da lohusalık kabul edilmelidir." Dış gebeliğin sonlandırılmasının ardından görülen kanın hükmü nedir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüplerine, nadiren de rahim ağzı ve karın içi gibi farklı bölgelere yerleşmesine dış gebelik denildiği bilinmektedir. Bugünkü tıbbi imkânlarla birkaç haftalık süre içinde fark edilebilecek olan dış gebelik, anne için hayati risk oluşturduğundan çeşitli tıbbi müdahalelerle sonlandırılır. Normal gebelikte rahim içinde meydana gelen değişiklik dış gebelikte de belli ölçüde gerçekleşir. Dış gebelik ameliyatından sonra rahimden gelen kan, özür değil; lohusalık kanıdır. Dolayısıyla bu durumda olan bir kadın lohusalık hükümlerine tabi olur." Âdet geciktirici ilaç kullanıp kesik kesik leke gören bir kadın âdetli sayılır mı?,"Âdet kanamasına etki eden ilaçların kullanımı her zaman kesin çözüm olmayabilir. Bazen bu ilaçlar kanamayı tamamen kesmeyebilir. Bu nedenle, kullanılan ilaçlara rağmen mutat âdet döneminde gelen kanama, âdet kanaması hükmünde kabul edilmektedir." Âdet döneminden önce başlayan lekelenmenin hükmü nedir?,"Düzenli âdeti olan bir kadının âdet dönemi öncesinde gördüğü lekelenmeler âdet hükmünde kabul edilir ve o andan itibaren âdet günü sona erene kadar âdetli sayılır. Dolayısıyla lekelenmelerin olduğu günlerde de namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz. Ancak on gün geçtiği hâlde kanama devam ediyorsa mutat olan âdetten sonraki kanamalar âdet değil özür kanıdır. Kanaması on günden fazla devam eden bir kadın, “özür sahibi” kimselerin yaptığı şekilde abdest alır ve namazını kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Fıkıh kaynaklarında yer alan genel hüküm bu olmakla birlikte, âdet döneminden önce görülen lekelenmelerin âdet öncesi hormonal değişikliklerden kaynaklandığı bilinir ve doktor kararıyla bunların âdet kanaması olmadığı tespit edilirse, âdet günleri sabit olan kadınların bu günlerinden önce ve sonra görecekleri lekeler, özür kanaması sayılır." Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun delilleri nelerdir?,"Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Yaratıcı’nın kıyamete kadar gelecek bütün insanlara indirdiği son ilahî mesajıdır. O, bu yüce kelâmı indirmiş ve koruyacağını bizatihi şu âyetiyle ifade etmiştir: “Şüphesiz o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hicr, 15/9). Bu ilahî beyan, onun indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun müminler için en büyük güvencesidir. Nitekim bu ilahî muhafazanın bir gereği olarak Kur’ân-ı Kerîm inzâl olmaya başladığında bir taraftan yazılırken diğer taraftan da ezberlenmiş; özellikle namazlarda olmak üzere sürekli okunmuş, ayrıca Müslümanların inanç, ibadet ve sosyal hayatlarına kaynaklık etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ilk indiği andan itibaren Hz. Peygamber ve bazı sahâbîler tarafından tamamen, diğerleri tarafından da kısmen ezberlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde ezberlenerek ve yazılarak nesilden nesile yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayacak şekilde çok kişi tarafından günümüze kadar nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında çeşitli malzemeler üzerine yazılmış olan Kur’ân âyet ve sûreleri onun vefatını müteakip Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde komisyon tarafından bir araya getirilerek bir Mushaf oluşturulmuştur. Hz. Osman döneminde de diğer bir komisyon tarafından bu ilk Mushaf esas alınarak çoğaltılan Kur’ân nüshaları Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Bahreyn ve Yemen’e gönderilmiştir. Bu dönemden sonra Müslümanlar, bu nüshalara göre pek çok Kur’ân nüshası yazmış ve Kur’ân-ı Kerîm hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Elimizde bulunan en eski Kur’ân nüshaları ile günümüzdeki Mushaflar arasında herhangi bir fark bulunmaması da bunu göstermektedir (bkz. Maşalı, “Mushaf”, DİA, 31/242-248)." Cüz dağıtılarak hatim yapılması mümkün müdür? Dağıtılan cüzlerin bir kısmının hatim duasından sonra okunmuş olması hâlinde hatim geçerli midir?,"Kur’ân’ın okunması/tilaveti, sevap kazanılan bir ibadettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân okuyup onunla amel edenlerin gıpta edilecek kimseler olduğunu, okunan Kur’ân’ın her harfine karşılık on sevap verileceğini, okuyanlar için Kur’ân’ın dünyada huzur kaynağı, âhirette de şefaatçi olacağını bildirmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 17 [5020], 20 [5025]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 243, 266, 268; Tirmizî, Kıraat, 12 [2945]; Fezâilü’l-Kur’ân, 16 [2910]; Ebû Dâvûd, Fezâilü’l-Kur’ân, 1 [1452-1456]). Bu ve benzeri tavsiyeleri ve teşvikleri sebebiyle sahabe-i kiram, Kur’ân okuma ve onunla meşgul olmaya son derece önem vermiştir. Ayrıca Peygamber Efendimizin, Kur’ân’ı başından sonuna kadar tertip üzerine okuyarak hatim indirmeyi Allah’ın (c.c.) en çok sevdiği işlerden biri olarak nitelendirmesi (Darimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 33; Tirmizî, Kıraat, 13 [2948]), her yıl ramazan ayında kendisinin Cebrail (a.s.) ile karşılıklı olarak hatim yapması (arza) (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4997-4998]) ve normal zamanlarda da ferdi olarak hatim yapması (Münavî, Feyzu’l-Kadir, 5/188), sahabenin hatim geleneği oluşturmasına dayanak olmuştur (Ebû Dâvûd, Salat, 347). Böylece hatim, asırlar boyunca ümmetin önem verdiği bir gelenek hâlini almıştır. Hatim, Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça metninin başından sonuna kadar yüzünden veya ezbere okunmasıdır. Aslolan, Kur’ân hatmini her ferdin kendisinin yapmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de böyle yapmıştır. Sonraki dönemlerde hem daha kolay hem de teşvik edici olması nedeniyle, birden çok kişi arasında cüz dağıtılarak gerçekleştirilen hatim uygulaması ortaya çıkmış, caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Cüz dağıtma usulü ile yapılan hatimde herkes tek başına hatim yapmış olmayıp (Şeyhü'l-İslâm Yenişehirli Abdullah Efendi, Behcetü’l-fetâvâ, 571) okuyanlardan her biri okuduğu kadar sevap alır. Yapılan hatmin sonunda üç defa İhlas sûresinin okunması ve toplu hatim duası yapılması câiz görüldüğü gibi (Fetâvâ-yı Kadihan, 1/147) herkesin okuduğu kısmın sevabını diğerlerine ve vefat etmiş olan müminlere bağışlaması da caizdir. Dağıtılan cüzler hatim duasından önce okunmaya gayret edilmelidir. Herhangi bir nedenle okunamamışsa cüzler hatim duasından sonra da okunabilir." Satır arası/satır altı yöntemle Kur'ân-ı Kerîm meali yazımı ve basımı caiz midir?,"Satır arası Kur’ân tercümesi, her bir Arapça kelimeyi, altına veya üstüne farklı ya da aynı renklerle başka dilde yazılmış bir kelimeyle karşılama (kelimesi kelimesine) şeklinde oluşturulmuş meal yazım türüdür. Bu meal yazımında her bir kelimenin anlamı, kelimenin hemen altına/üstüne verildiğinden, türü gereği hedef dilin söz dizim (sentaks) kurallarına uygun cümle yapısı ortaya çıkmamaktadır. Satır arası meal yazımı ilk defa X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde gerçekleşmiştir. Bundan yaklaşık bir asır sonra yazılan Türkçe tercüme de bu tarzda yapılmıştır. Beylikler döneminden itibaren satır arası meal yazımı artarak devam etmiştir. Bu tür meal yazımının caiz olup olmama durumu, Mushaf’ın içerisine Mushaf’tan olmayan bir şeyin yazılıp yazılamayacağının cevâzı çerçevesinde ele alınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra Kur’ân-ı Kerîm’e nokta ve hareke konulması hakkında âlimler tarafından farklı görüşler ortaya konulmuştur. Bu bağlamda İmam Mâlik’e dayandırılan bir görüşte onun, eğitim amacıyla Mushaf’a hareke ve nokta gibi bazı işaretlerin konulmasına cevaz verdiği nakledilmiştir (Ebû Amr ed-Dânî, el-Beyân fi ‘addi âyi’l-Kur’ân, 129-130). İmam Gazzâlî de Mushaf’ta nokta ya da yazıların üzerine işaret koymayı veya bazı işaretler ilave etmeyi, Mushaf’ı güzelleştireceği, daha açık hale getireceği, okuyucuları hata ve yanlışlardan koruyabileceği gibi gerekçelerle caiz görmüştür (Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, 1/276). Arapçaya tam anlamıyla vâkıf olamayan Müslümanların, Kur'ân-ı Kerîm’i doğru ve rahat okuyabilmeleri için Mushaf’ta harfleri noktalama ve harekeleme işlemi yapılmıştır. Bu noktalama ve harekelemelerin, Mushaf’a ilave olmadığı kanaati hâkim olmuş ve Mushaflar bu şekilde basılmıştır. Satır arası meal yazımında Arapça metnin altına veya üstüne çevirisinin konulması da Arapça metnin orijinaline bir halel getirmediği gibi Mushaf’a yapılan bir ilave de sayılmayacaktır. Tarihi gelişim sürecinde satır arası meallerdeki temel amaç, Kur'ân Arapçasını öğrenmek ve öğretmek ya da kelime ve terkiplerin manasının anlaşılmasını sağlamak olmuştur. Bu sebeple söz konusu mealler, âyetleri mana bütünlüğü içerisinde değil de kelime kelime tercüme ettiğinden Türkçe söz dizimine uygun cümleler kurulamamakta dolayısıyla bu tarz meallerde Türkçenin ifade gücü tam olarak yansıtılamamaktadır. Bu da âyetin anlamının bütüncül olarak kavranması açısından bir anlama sorunu oluşturabilmektedir. Kur'ân’ı anlama noktasında bu tür meallerden istifade etmek isteyen bir okuyucunun, toplu manayı anlayacak şekilde bir kaynaktan da istifade etmesi uygun olur. Sonuç olarak yetkin kişiler tarafından yapılan satır arası mealin basımında ve Kur'ân Arapçasına vukûfiyet kazanmak için bu tür mealden istifade edilmesinde bir sakınca yoktur. Bununla birlikte bu tarz meal çalışmalarında, sadece kelime meali vermekle yetinilmeyip sayfa kenarında ya da satır altında Türkçe söz dizimine uygun cümlelerle toplu mealin verilmesi daha faydalı olacaktır." Kur’an-ı Kerim’de kaç âyet bulunmaktadır?,"Kur’ân sûrelerini oluşturan başı ve sonu belli olan harf, kelime, cümle veya cümlelere âyet denilmektedir. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) günümüze kadar yazılan bütün Kur’ân-ı Kerîmler aynı olup hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de, hicri ilk asrın ikinci yarısına kadar nokta, hareke ve vakıf (durak) işaretleri bulunmamaktaydı. Daha sonraki süreçte ise Hz. Peygamber’den nakledilen okuyuş esas alınarak harflere noktalama ve harekeleme yapılmış; âyet sonlarına vakıf işaretleri ve âyet numaraları konulmuştur. Sûre başlarındaki besmelenin sûreye dâhil bir âyet olup olmaması, “hurûf-ı mukattaa”nın müstakil bir âyet sayılıp sayılmaması ve az sayıdaki bazı âyetlerin başlangıç ve bitiş yerleri hakkında farklı görüşlerin bulunması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’deki toplam âyet sayısı konusunda 6204, 6214, 6219, 6225, 6236 gibi kısmi görüş farklılıkları olmuştur. Ayrıca hakkında müşahhas bir tespit olmamakla birlikte yaklaşık olarak verilmiş bulunan 6666 sayısı söylem olarak yaygınlık kazanmıştır. Ancak asırlardan beri yazılan Mushaflardaki hâliyle toplam âyet sayısı, 6236’dır. Görüldüğü gibi âyet sayılarının farklı tespiti, yukarıdaki gerekçelerden kaynaklanmakta olup Kur’ân metninde fazlalık veya eksiklik olduğu anlamına gelmemektedir." Kur'ân-ı Kerîm lafzen ve manen Allah kelamıdır.,"Peygamberlerin Allah tarafından elçi olarak seçildiklerinin kanıtı, gösterdikleri mucizelerdir. Son ilahî kitap olan Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini kanıtlayan en büyük mucizedir. Kur'ân mucizesi, kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanlara hitap etmesi ve başka mucizelere ihtiyaç duymaksızın, tebliğ edilen mesajın bizzat kendisiyle muhataplarına meydan okuması bakımından diğer peygamberlerin mucizelerinden ayrılmaktadır. İsrâ suresinde Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer sözü olmayıp bizzat Allah katından indirildiği ve mucize olduğu hususu şu ifadelerle ortaya konulur: “De ki: “Hiç kuşkusuz, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve (bu konuda) birbirlerine destek olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” (el-İsrâ, 17/88) İslâm âlimleri, Kur'ân’ın hangi açılardan mucize olduğunu ele almışlar; onun nazmının, manasının, fesahatinin, geçmiş ve gelecekten haber vermesinin, evrene, evrenin ve insanın yaratılışına dair indiği dönemde hiç kimsenin bilmeye imkânı olmayan bilgiler vermesinin mucize olduğunu ifade etmişlerdir. Kur'ân, geçmiş peygamberlerin hayatlarına ilişkin anlatımlarında, Câhiliye döneminin şiir ve kıssa örneklerinde eşi ve benzeri bulunmayan bir üslup ve anlatım tarzı kullanmıştır. Nitekim Arap dilinin nazım ve üslup özellikleri hakkında asgari düzeyde bilgisi olan insanlar bile Kur'ân metni ile Arap dilinde yazılmış diğer metinler arasındaki farkı hemen görürler. Kur'ân’ın bu eşsiz anlatımının ve diğer hususların birleştiği ortak nokta, onun bir benzerinin getirilemediği ve asla getirilemeyeceğidir. Birçok âyet-i kerîmede Kur'ân’ın Allah (c.c.) tarafından Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla ve Arapça lafızlarla indirildiği açık bir şekilde ifade edilmiştir. “Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 12/2), “Şüphesiz bu Kur'ân âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Ruhulemin indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 26/192-195) âyetleri, konuya ilişkin örneklerden sadece birkaçıdır. (Ayrıca bkz. en-Neml, 27/6; Tâhâ, 20/113; ez-Zuhruf, 43/3 vd.) Ayrıca vahyin nüzulü esnasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vahyedilenleri kaçırırım endişesiyle dilini depreştirerek kendisine gelen vahyi tekrarlamasını konu edinen aşağıdaki âyetlerde Hz. Peygamber’e indirilenin “kıraat/okumak” ile ifade edilmesi lafzın Allah’a aidiyetini açıkça göstermektedir: “Sana onun vahyi bitirilmeden önce Kur'ân’ı okumada acele etme.” (Tâhâ, 20/114) ve “(Resulüm! Vahiy geldiği zaman) onu alelacele almak için (bitmeden) dilini hareket ettirme. Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize aittir. Onu (Cebrail vasıtasıyla sana) okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. Şüphesiz onu açıklamak da bize aittir.” (el-Kıyâmet, 75/16-19). Kur'ân’ın lafzen ve manen vahyedildiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hususta herhangi bir müdahalede bulunamayacağı Kur'ân-ı Kerîm’de açıkça ortaya konulmuştur: “Onlara bir ayet getirmediğin zaman, ‘Sen bir tane yapsaydın ya’ derler. De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan bir toplum için Rabbinizden hakikati gösteren deliller, hidayet rehberi ve rahmettir.” (el-A’râf, 7/203), “Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, âhirette bizim huzurumuza çıkacaklarına inanmayanlar, ‘Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.” (Yunus, 10/15), “Böylece biz onu (Kur’an’ı) bir hüküm kaynağı olarak Arapça indirdik. Eğer sana bu ilim geldikten sonra onların arzularına uyarsan, andolsun ki Allah’ın cezasından seni koruyacak ne bir yardımcın ne de bir koruyucun olacaktır.” (er-Ra’d, 13/37), “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz de buna mani olamazdınız.” (el-Hâkka, 69/44-47). Hiç kuşkusuz Kur'ân’ın özellikleri, onun hem Allah’ın vahyi hem de lafzı ve anlamı itibarıyla Hz. Peygamber’e verilmiş bir mucize olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu özellikleriyle Kur'ân, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde yazı ve ezber yoluyla hem sadırlarda hem satırlarda kayda geçirilerek daha sonraki kuşaklara, naklinde şüphe olmayacak şekilde tevâtüren ulaştırılmıştır. Sonuç olarak, Kur'ân-ı Kerîm’in âyetleri ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamaları Kur'ân’ın, Hz. Peygamber’e lafzı ve manasıyla Allah tarafından vahyedildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Asr-ı saâdetten günümüze kadar İslâm ümmetinin kabulü de bu şekildedir." Kur’ân’da yer alan âyet ve sûrelerin tertibi nasıl yapılmıştır?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) inen âyetlerin, hangi sûrenin neresine konulacağını vahiy kâtiplerine bildirdiğinden dolayı (Ebû Dâvûd, Salât, 124; Tirmizî, Tefsîru’l Kur’ân, 10) Kur’ân’daki âyetlerin tertibinin vahye dayalı (tevkîfî) olduğu hususunda ittifak edilmiştir (Zerkeşî, el-Burhân, 1/353; Süyûtî, el-İtkân, 2/394; Zürkânî, Menâhilu’l-‘İrfân, 1/412). Âyetler, Medine döneminin son yıllarında Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Cebrail (a.s.) arasında Kur’ân’ın baştan sona karşılıklı olarak tilavetinde (mukâbele/arza) ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı namazlarda bu tertip ile okunmuş ve sahabe tarafından da aynı şekilde ezberlenmiştir. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm bu tertip ile Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında bir araya getirilmiş ve Hz. Osman döneminde de çoğaltılmıştır (Zerkeşî, el-Burhân, 1/331). Sûrelerin tertibi konusunda genel kabul, sûre tertibinin de tevkîfî olduğu şeklindedir. Hz. Peygamber'in Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrail ile karşılıklı tilavette bulunduğu (mukâbele/arza), son ramazanda da bu mukâbelenin iki defa tekrar edildiği (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4998]), bu karşılıklı okumalara Zeyd b. Sabit’in şahit olduğu rivâyet edilmektedir (Beğâvî, Şerhü’s-sünne, 4/525). Kur’ân’ın, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanması (cem‘i) ve Hz. Osman zamanında çoğaltılması (istinsah) ile görevli komisyonların başkanlığına Zeyd b. Sabit’in getirilmesinde onun bu yetkinliğinin etkili olduğu söylenebilir. Sahabe döneminde yapılan bu cem’ ve istinsah faaliyetlerinde Kur’ân, elimizdeki mevcut tertibi üzere yazılmış ve çoğaltılmıştır. Bu iki faaliyet neticesinde ortaya çıkan mushafın tertibine sahabe döneminde hiçbir itiraz vaki olmamış ve sahabe bu tertip üzerinde icma etmiştir. Sahabe döneminden günümüze kadar Kur’ân hep aynı tertip üzere yazılmış olup farklı tertipler görülmemiştir." "Eski ve yıpranmış olan Mushaf, meal ve tefsir kitapları ne yapılmalıdır?","Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kelâm olduğu için ona karşı hürmetsizlik anlamına gelecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınılması gerekir. Bu itibarla eski ve yıpranmış olan Mushafların, lafza-ı celâlin (Allah lafzının) veya âyetlerin yazılı olduğu kitapların ve sayfaların imhasında da saygısızlık olarak değerlendirilebilecek davranışlardan uzak durulmalıdır. Hanefî ve Hanbelî âlimler eskimiş, yıpranmış veya okunamayacak hâlde olan Mushafları ya da Allah lafzının ve Kur’ân âyetlerinin yazılı olduğu kâğıtları ve kitapları toprağa gömmek gerektiğini belirtmişlerdir (Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 30; İbn Teymiyye, Mecmu‘u’l-Fetâvâ, 12/599; Buhûtî, Keşşâf, 1/137). Diğer bazı âlimler ise istifade imkânı kalmamış olan Mushafların, Hz. Osman’ın uygulamalarından hareketle Kur'ân'ın hürmetine uygun bir şekilde yakılabileceği görüşündedirler (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 3; Beyhakî, Şu‘abü’l-Îmân, 3/154; Zerkeşî, el-Burhân, 2/106; Süyûtî, el-İtkân, 2258). Bu yöntemlerin yanı sıra günümüzde Mushaflar, Kur'ân-ı Kerîm’in saygınlığına halel gelmeyecek şekilde geri dönüşüme gönderilebilir. Bu itibarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uygun göreceği bir usulle geri dönüşümde değerlendirilmek üzere Mushaflar, cami görevlilerine veya müftülüklere teslim edilebilir." Kur’an-ı Kerim’i yavaş veya hızlı okumanın ölçüsü ne olmalıdır?,"Kur’ân-ı Kerîm’in tilâveti başlı başına bir ibadettir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in tertîl üzere okunmasını istemiştir (el-Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Tertîl ise Kur’ân’ı, anlamını düşünerek, yavaş yavaş, harflerin mahreçlerine ve tecvid kurallarına dikkat ederek okumak anlamına gelir. Bu bağlamda Kırâat âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’in, tilâvetteki hız bakımından üç şekilde okunabileceğini ifade etmişlerdir. Okuyuştaki hızı ilgilendiren bu üç şekil ve özellikleri şunlardır: a) Tahkîk: Kur’ân tilâvetinde her harfin hakkını vermek, medleri gereği kadar (mertebelerine uygun bir şekilde) uzatmak, tutulması gereken yerleri tutarak; hareke, ihfâ, iklâb, ğunne vb. tecvid kurallarına riâyet ederek Kur’ân’ı okumaktır. Kırâatın en yavaş icra edildiği okuyuş şekli olan bu tarzda; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn üç elif, diğer medler ise dört elif uzatılarak okunur. Namazlardan sonra okunan aşr-ı şerifler genellikle bu usulle okunur. b) Hadr: Kur’ân-ı Kerîm’i tecvid kurallarına uymak şartıyla en hızlı okuyuştur. Bu okuyuşta; medd-i tabiî, medd-i munfasıl, medd-i ârız ve medd-i lîn bir elif (medd-i lînde sükûnü lâzım olan yerler iki elif), medd-i muttasıl iki elif ve medd-i lâzım iki-üç elif uzatılarak okunur. Teravih namazlarında genellikle bu usûl uygulanır. c) Tedvîr: Bu usûl, tahkîk ile hadr arasında orta yollu bir okuyuş şeklidir. Tedvîr ile okuyuşta; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn iki elif, medd-i muttasıl, medd-i munfasıl, medd-i ârız üç elif; medd-i lâzım ise dört elif miktarı uzatılarak okunur (bkz. Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri, 176-178; Gülle, Tecvid, 451-454). Hatim ve mukâbelede genellikle bu usûl uygulanır. Bütün okuyuş usullerinde ihfa, iklab ve ğunneli idğamlar, bir harfin okunuşundan çok, iki harfin okunuşundan az yani bir elif miktarına yakın tutularak okunur (bkz. Gülle, Tecvid, 318, 327, 336, 343-344). Bu üç tilavet tarzının dışında bir de caiz olmayan okuma şekli vardır ki buna “hezreme” veya “tahlît” denir. Hadr’dan daha hızlı olan bu okuyuşta, harfler mahrecinden kayar, sıfatlarını kaybeder, harfler ve heceler birbirine karışır (Çetin, “Tilavet” DİA, 41/157; Pakdil, Ta’lim, 35-36). Sonuç olarak okuyucu, sahih olan bu üç tarzdan herhangi birine göre okuyabilir; hatta bir usulle okurken diğer okuyuş usûlüne de geçebilir." Arapça’da ötreli harfin ü veya u seslerinden hangisiyle okunması gerekir?,"Kur’ân-ı Kerîm Arapça indirilmiş olup Arap alfabesiyle yazılmıştır. Arap alfabesinin hepsi sessiz harflerden oluşmaktadır. Harfin seslendirilmesini ise altına veya üstüne konan harekeler/işaretler göstermektedir. Bunlar; üstün (fetha), esre (kesra) ve ötredir (damme). Ötre; kalın okunan harfleri “u” sesiyle, ince okunan harfleri ise “u” ile “ü” arası bir sesle okutur (Pakdil, Ta’lim, 108; Kaya, Elif-bâ, 19). Burada önemli olan, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in kırâatinde hangi harfin nasıl telaffuz edileceğini Kur’ân okumayı iyi bilen (fem-i muhsin) birinin ağzından dinleyerek öğrenmektir." Sesli olarak okunan Kur’an-ı Kerim’i dinlemek zorunlu mudur; böyle bir durumda namaz kılınabilir mi?,"Kur’ân okunduğu zaman Müslümanın onu dinlemesi gerekir. Çünkü “Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A'râf, 7/204) buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm okunurken Müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlerin görüşüne göre Kur’ân okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır. Bazılarına göre yukarıdaki âyet, farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşımaktadır. Bazı âlimlere göre ise âyet, sadece namazda okunan Kur’ân’ı dinlemekle ilgilidir; namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemek ise müstehaptır (Ebussuûd, İrşâd, 3/310). Hanefî mezhebinde ise namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemenin hükmü hakkında iki görüş vardır. Birine göre bu dinleme farz-ı ayn, diğerine göre ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenlere göre, Kur’ân okunan yerde onu dinleyen birileri varsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ayrıca mezhepteki her iki görüşe göre de Kur’ân okunurken, bir mazeret sebebiyle onu dinleyemeyenler sorumlu olmazlar. Özellikle, çarşı ve iş yeri gibi mekânlarda insanlar kendi işleriyle uğraşırken birileri onların yanında Kur’ân okuyorsa, dinlemeyenlerin değil, okuyanın günahkâr olacağı ifade edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Buna göre, başkalarının dinlemesine mani olmadan camide veya başka bir mekânda sesli olarak Kur’ân okunurken bir kenarda namaz kılmakta sakınca yoktur." "Sabah namazı vakti çıktıktan sonra işrak vaktine kadar Kur’an-ı Kerim okumak, zikir ve dua gibi ibadetlerle meşgul olmak mekruh mudur?","Kur’ân okumak bir ibadettir. İbadetlerle ilgili hükümler; tevkîfî olduğundan, yani gerek farz oluş gerekçeleri gerekse uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün olmadığından, Kur’ân ve sünnette haber verilen hükümlere tâbidir. Kur’ân okumanın yasaklandığı bir vakit, âyet ve hadislerde geçmediğinden dolayı, mutlak olarak bir vakitte Kur’ân okumanın yasak olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak kaynaklarda Kur’ân okumanın mekruh olduğu bazı özel durumlardan bahsedilmiştir. Bunlar; a) Namaz kılarken kıyamın dışındaki durumlarda, b) Cemaatle kılınan namazlarda imama uyulması hâlinde, c) Minberde okunan hutbeyi dinlerken, d) Uykulu olup, Kur’ân okumakta zorlanılması durumunda (bkz. Müslim, Salât, 207 [479]; Salâtü’l-müsâfirîn, 223 [787]; Merğinânî, el-Hidâye, 1/56). Hadislerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar oturduğu yerden kalkmadığı (Müslim, Mesâcid, 286-287 [670]) bazı rivâyetlerde bu oturuş esnasında Allah’ı zikrettiği rivâyet edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, 2/293 [1189]). Buna binaen sabah namazından sonra Kur’ân okumak da dâhil olmak üzere zikir ile meşgul olmak mekruh değil, aksine müstehaptır." Kur’ân’ı makamlı okumanın hükmü nedir?,"Kur’ân okumak âyet ve hadislerde üzerinde hassasiyetle durulan ibadetlerdendir. Kur’ân’ı okumak (el-Kehf, 18/27), âyetleri üzerinde düşünmek (Sâd, 38/29) ve öğütlerine sımsıkı tutunmak (Âl-i İmrân, 3/103) yine Kur’ân’ın emridir. Âyet-i kerîmelerde Kur’ân’ın “tertîl” üzere okunması istenmiştir (el- Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Bu nedenle İslâm âlimleri Kur’ân’ın tecvide riâyet ederek tane tane okunmasının gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca bu okuyuş, Kur’ân’ı anlama amacı için en uygun okuma biçimidir (Suyûtî, el-İtkân, 2/638, 674). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde Kur’ân’ı güzel sesle ve teğanni boyutuna ulaşmayan nağmelerle, ilahî kelamın vakarına uygun şekilde okumak teşvik edilmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 19 [5023-5024]; Tevhîd, 32, 52 [7482, 7544]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 232-234 [792-793]). Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu evbâbi’l-vitr, 20 [1468]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 176 [1342]) buyrulmuştur. Dolayısıyla tilâvet esnasında tevcid kurallarına riâyet edilerek makam yapılmasında dinen bir mahzur yoktur." "Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan mukabele dinlemekle hatim yapılmış olur mu?","Kur’ân hatmi, Kur’ân’ın başından sonuna kadar Arapça olarak okunmasıdır. Dolayısıyla bir kimsenin hatim yapmış olması için Kur’ân’ı bizzat tilavet etmesi gerekir. Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan okunan mukâbeleyi takip etmek veya dinlemek de sevaptır." Şifa niyetiyle Kur’ân okumak ve okutmak caiz midir?,"Kişinin bedensel ve ruhsal rahatsızlıklardan ya da manevî sıkıntılardan kurtulması için tıbbi tedavi yöntemlerine başvurması esastır. Bunun yanında kişinin şifa niyetiyle Allah Teâlâ’ya dua etmesi de uygun olur. Bir âyet-i kerîmede Kur’ân’ın müminler için şifa ve rahmet olduğu ifade edilmektedir (el-İsrâ, 17/82). Dolayısıyla âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerde yer alan dualar şifa niyetiyle okunabilir. Rivâyetlerde sahâbenin şifa için Fâtiha sûresini okuduğu ve Resûlullah’ın da bunu onayladığı yer almaktadır (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]). Aslolan, Kur’ân’ı ve diğer duaları kişinin kendisinin okumasıdır. Bunun yanında kişi mümin kardeşinden de şifa için kendisine okumasını isteyebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı şifa vesilesidir. Bunu belli âyetlerle sınırlamak doğru değildir." Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan “rukye” câiz midir?,"Rukye, hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla Kur’ân veya dua okuyup üfleme anlamında bir terimdir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, 2/254.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “rky” md.). Bazı İslâm âlimleri rukyenin caiz olmadığı görüşünde ise de mezhep imamlarının da içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğu, konu ile ilgili bazı hadisleri delil göstererek, şirke ve istismara götürmemek şartıyla fayda ve zararın rukyeden değil de Allah’tan olduğuna inanılarak yapılan rukyede bir sakınca bulunmadığını belirtmişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/206-208 [5741, 5743]; İbnü’l-Kayyım, et-Tıbbü’n-nebevî, 136-144; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/356). Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.s.), hem kendisine hem ziyaret ettiği bazı hastalara okuyup üflemiş, bazen de Hz. Âişe (r.a.) ona okuyup üflemiş ve eliyle mesh etmiştir (Buhârî, Merdâ, 20 [5675]; Tıb, 32, 39 [5735, 5748]; Müslim, Selâm, 46-51 [2191-2192]). Hz. Peygamber (s.a.s.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in şeytandan, zehirli haşerattan, kem gözlerden korunmaları için dua etmiş (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]), nazara, yılan ve akrep sokmasına karşı rukye yapılmasına izin vermiştir (Buhârî, Tıb, 33-37 [5736-5741]; Müslim, Selâm, 55-60 [2195-2198]). Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hastalar için, اَللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ البَأْسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لاَ شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا. “Ey İnsanların Rabbi olan ve sıkıntıları gideren Allah’ım! Şifa ver, şifa veren Sensin. Senden başka şifa veren yoktur. (Bu hastaya) öyle bir şifa ver ki, (hasta üzerinde) hiçbir hastalık (izi) bırakmasın.” (Buhârî, Tıb, 38 [5742-5743]) diye dua ettiği bilinmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler değerlendirildiğinde, Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan rukyelerin câiz, bunun dışında kalanların haram olduğu anlaşılmaktadır (Elmalılı, Hak Dini, 9/6388)." Kur’an okuma karşılığında ücret almak caiz midir?,"Kur’ân-ı Kerîm okumak bir ibadettir. İbadet, dünyevî bir menfaat için değil, sadece Allah rızası için yapılır. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in para karşılığında okunması ve okunan Kur’ân karşılığında para verilmesi dinen caiz değildir. Böyle bir okumadan dolayı sevap da yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/60, İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/56). Bu sebeple bir kimsenin geçmişlerinin ruhuna bağışlamak üzere ücretle Kur’ân-ı Kerîm okutması, hatim indirtmesi yerine, bizzat kendisinin bildiği sûreleri okuması doğru olur. Şu kadar var ki pazarlık yapılmadan ve paradan söz edilmeden, Allah rızası için Kur’ân okumuş veya hatim indirmiş olan bir kimseye hediye olarak münasip bir bağışta (teberru) bulunmakta dinen sakınca yoktur. Ancak bir yörede okunan Kur’ân-ı Kerîm için para verilmesi örf hâline gelmiş ve her iki taraf da bu durumu biliyorsa, verilen para hediye değil ücrettir. Bu nedenle bu parayı almak helal olmaz." "Muska, dinî kitap ve üzerinde Allah yazısı olan takılarla tuvalete vb. yerlere girmek caiz midir?","Tuvalete girerken kişinin üzerinde Allah adının yazılı olduğu kâğıt, kitap veya Mushaf bulunması mekruhtur (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 27). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), yüzüğünün üzerinde “Muhammedün Resûlullah” ibaresi yazılı olduğu için tuvalete girmeden önce yüzüğünü çıkarırdı (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10 [19]; Tirmizî, Libâs, 17 [1746]). Ancak bu yazılar açıkta değilse, örneğin cepte bulunuyorsa veya bir şeye sarılı ise bunlarla tuvalete girmek mekruh olmamakla birlikte imkân dâhilinde bundan da sakınmak daha uygun olur (Tahtâvî, Hâşiye, 54)." Abdestsiz olan bir kimse ezberden Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’in, ezberden abdestsiz okunabileceği konusunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bununla birlikte Kur’ân, Allah’ın kelâmı olduğu için ezberden okunduğunda abdestli olunması tavsiye olunur (Nevevî, el-Mecmu‘, 2/69)." Kur’ân-ı Kerîm’i latin harfleriyle okumak doğru mudur ve bu şekilde hatim yapılabilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından Arapça olarak indirilmiş ilahî kitaptır (bkz. Yûsuf, 12/2; Tâ-Hâ, 20/113). Her dilde olduğu gibi Arapçada da harflerin kendine özgü mahreçleri (çıkış yerleri) ve sıfatları (fonetik özellikleri) vardır. Ayrıca Arapçada yer alan bazı harflerin, Latin alfabesinde ses karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ın hatasız okunması ve harflerinin doğru telaffuz edilmesi için Arapça alfabe ile yazılmış olan Mushaf’tan okunması gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in harflerinin ve kelimelerinin, Latin harfleri üzerinden okunmasına yönelik transkripsiyon işaretleri (“ẕ= ذ” , “ż = ض”, “ḫ = خ”, “ṭ = ط” gibi) kullanılsa bile bu durum hem okumayı güçleştirecek hem de harflerin yanlış telaffuz edilmesini tamamen engelleyemeyecektir. Harflerin yanlış telaffuz edilmesi ise mananın bozulmasına yol açabilir. Bu nedenle Kur’ân’ı, Latin harfleriyle okumak doğru olmayacağı gibi bu şekilde hatim yapılmış da olmaz. Bir müslümanın, namazı sahih olacak kadar Kur'ân’dan ezberinin olması gereklidir. Ayrıca namazın dışında da Kur’ân-ı Kerîm tilaveti bir ibadet olduğu için orijinal diliyle okunması esastır. Bu sebeple Kur’ân’ı Arapça lafzından okuyamayan kişilerin, Kur’ân tilavetinde uzman olan hocalardan eğitim almaya gayret etmeleri önemlidir." Kurban ibadetinin mahiyeti ve hükmü nedir?,"Sözlükte yaklaşmak, Allah’a (c.c.) yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasına ermek için ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usûlüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban Bayramı’nda kesilen kurbana ""udhiyye"", hacda kesilen kurbana ise ""hedy"" denir. Akıl sağlığı yerinde, hür, mukim ve dinî ölçülere göre zengin sayılan mümin, İlâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını kesmekle hem Cenâb-ı Hakka yaklaşmakta, hem de maddî durumlarının yetersiz olması sebebiyle kurban kesemeyenlere yardımda bulunmaktadır. Bu ibadetin ruhunda Hakk’a yakınlık ve halka fedakârlıkta bulunma anlayışı vardır. Kurban, bir Müslümanın bütün varlığını, gerektiğinde Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun bir nişanesidir. Mezheplerin çoğuna göre, udhiyye kurbanı kesmek sünnettir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/429). Hanefî mezhebinde ise tercih edilen görüş, kurbanın vacip olduğudur (Merğinânî, el-Hidâye, 8/146). Kurban, -fıkhî hükmü ne olursa olsun- Müslüman toplumların belirli simgesi ve şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri özellikle milletimizin dinî hayatında önemli bir yer tutmaktadır." Kurbanın dinî dayanağı nedir?,"Kurban, Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ve icmâ ile sabit bir ibadet olup hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (el-Hac, 22/28), “Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık.” (el-Hac, 22/34). Sahih hadis kaynaklarında yer alan rivâyetlerde, Hz. Peygamber (s.a.s.), Kurban Bayramında Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağını ve kurban edilen hayvanın boynuzu, tırnağı da dâhil olmak üzere her şeyinin kişinin hayır hanesine yazılacağını ifade etmiştir (Tirmizî, Edâhî, 1 [1493]; İbn Mâce, Edâhî, 3 [3126]). Nitekim kendisi de kurbanın meşru kılınmasından itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kesmiştir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Ayrıca hicretin ikinci yılından günümüze kadarki süreçte Müslümanların kurban kesmeleri, bu konuda görüş birliği olduğunu da göstermektedir." Kimler kurban kesmekle yükümlüdür?,"Kurban kesmek, akıl sağlığı yerinde, büluğa ermiş, temel ihtiyaçları ve borçlarından başka nisap miktarı mala sahip olup seferi olmayan her Müslümanın yerine getirmekle yükümlü olduğu malî bir ibadettir. Bu malın artıcı (nâmî) olup olmadığına ve üzerinden bir yıl geçip geçmediğine bakılmaz. Buna göre yukarıda zikredilen şartları taşıyıp, temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80,18 gr. altın veya değerinde para ya da eşyaya sahip olan kimselerin kurban kesmesi gerekir." Günümüzde kurban ibadetiyle yükümlü olmak için gümüşün nisabını ölçü almak uygun mudur?,"Aşırı derecede değer kaybeden gümüşün günümüz şartlarında nisap konusunda ölçü olma niteliğini yitirdiği bir gerçektir. Nisap miktarında gümüş ölçü alındığı takdirde zekât alabilecek durumdaki kimseler, zekât yükümlüsü hâline geleceklerdir. Bu itibarla zekât ve kurban gibi ibadetlerin sorumluluğunu belirlerken altının ölçü alınması daha uygundur. Bu bakımdan kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin dinî ölçüsü, ister artıcı (nâmi) olsun isterse olmasın kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında 80,18 gr. (20 miskal) altına ya da bunun değerinde para veya mala sahip olmasıdır. Bu miktar mala sahip olmayan kişi kurban kesmek zorunda değildir." Ailede zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir mi? Evde aile reisinin kurban kesmesi ile zengin olan öteki aile fertlerinden kurban vecibesi düşer mi?,"İbadetlerde yükümlülük ve bu yükümlülüğün bir neticesi olan ceza ve mükâfat bireyseldir. İslâm’a göre aile fertleri arasında mal ayrılığı esası vardır. Yani ailenin her bir ferdinin kendisine ait malı olabilir. Bu itibarla aile fertlerinden karı, koca ve yetişkin çocuklardan kimin borcu ve temel ihtiyaçları dışında 80.18 gr. (20 miskal) altını veya bu miktar altın değerinde parası veya nâmî (artıcı) olmasa bile nisaba ulaşan fazla malı ve eşyası varsa, o kimse zengin sayılır. Aile fertlerinden bu şartları taşıyanlar, fıtır sadakası vermekle mükellef oldukları gibi Kurban Bayramı’nda da Hanefîler'e göre kurban kesmekle yükümlüdürler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/312-316). Şâfiî mezhebine göre ise aile için bir kurban kesmek sünnet-i kifâyedir. Dolayısıyla aileden birisinin kurban kesmesi ile hepsi için sünnet yerine gelmiş olur (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/384; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 6/123). Bu görüş asgarî derecede nisâba sahip olan aileler için daha uygundur." Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?,"Yolcu (seferî), kurban kesmekle mükellef değildir (el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 576). Ancak kesmesi hâlinde sevabını kazanır. Kişi, kurbanını ikamet ettiği yerde kesebileceği gibi, bayram dolayısıyla veya başka bir sebeple gitmiş olduğu yerde de kesebilir. Seferî olması, kurban kesmesine ve kestiği kurbanın makbul olmasına engel değildir. Seferî iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Kurban bayramının başında mukim iken kurban kesmeden bayram günlerinde sefere çıkana da vacip olmaz. Sefer hâlinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenlerin kurban kesmeleri gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 63). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere kurbanın sünnet olduğu görüşünde olanlara göre, seferîlik durumunda da aynı hüküm geçerlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, VIII, 383)." Kurban kesim vakti ne zaman başlar ve biter?,"Kurban kesim vakti, bayram namazı kılınan yerlerde bayram namazı kılındıktan sonra; bayram namazı kılınmayan yerlerde ise fecirden (sabah namazı vakti girdikten) sonra başlar. Hanefîler'e göre bayramın 3. günü akşamına kadar devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 7/154). Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüz kesilmesi daha uygundur. Şâfiîlere göre ise bayramın 4. günü gün batana kadar kurban kesilebilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/383; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/436)." Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?,"Kurban keserken aşağıdaki hususlara dikkat edilmelidir: a) Usûlüne göre bir kesim yapmış olmak için hayvanın yemek ve nefes borularıyla, iki atardamarından en az birinin kesilmesi gerekir. Bu şekilde yapılan bir kesim sırasında, kanın akıp boşalmasını beklemeden hayvanın omuriliğinin hemen kesilmesi mekruhtur. Bu konuda etlik kesim ile kurbanlık kesim arasında bir fark yoktur. b) Hayvanın canı çıkmadan başının gövdesinden ayrılmamasına ve derisinin yüzülmesi gibi diğer işlemlere başlanmamasına özen gösterilmelidir. c) Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet edilmemelidir. Bu nedenle hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve boğazlama işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. d) Çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. e) Hayvanların bir diğerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına azami özen gösterilmelidir." "Kurban keserken Allah’ın isminin anılmasının, besmele çekilmesinin hükmü nedir? Kesim sırasında hangi dualar okunabilir?","İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse, o hayvanın eti Hanefîler'e göre yenmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse, bu hayvanın eti yenir (Kâsânî, Bedâî‘, 5/46-47; İbn Nüceym, el-Bahr, 8/190-191). Şâfiîlere göre besmele çekilmese de kesilen hayvanın eti yenir (Mâverdî, el-Hâvî, 15/95). Kurban kesilirken “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu âyetler okunabilir: قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ. “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim/kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim.” (el-En'âm, 6/162-163), إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ. “Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (el-En'âm, 6/79)." Kurbanlık hayvanı elektrik veya narkozla bayıltarak kesmek caiz midir?,"Dinimiz, tüm canlılara iyi davranılmasını emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), kesim esnasında hayvana eziyet edilmemesini istemiştir (bkz. Müslim, Sayd, 57 [1955]). Kurbanın bilinen klasik yöntemle kesilmesi asıldır. Bununla beraber kurbana fazla eziyet vermemek (ölüm acısını azaltmak) maksadıyla, kesim esnasında hayvanın elektrik şoku, narkoz veya benzeri bir yöntemle bayıltılarak kesilmesi caizdir. Ancak hayvanın bayıltıldıktan sonra ölmeden boğazından kesilmesi gerekir. Hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi eti de yenmez (DÎYK 24.02.2010 tarihli karar; bkz. Mecma’u’l-Fıkh, Karârât ve Tevsıyât, 28 Haziran-3 Temmuz 1997 tarihli Karar, 314-318). Zira kurbanlık veya etlik hayvanın yenilmesinin caiz olabilmesi için kesim esnasında hayvanın canlı olması gerekir." Akîka kurbanı nedir?,"Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akîka” adı verilir. Akîka kurbanı kesmek sünnettir. İbn Abbas’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için akîka kurbanı kesmiş (Ebû Dâvûd, Edâhî, 21 [2841]; Nesâî, Akîka, 3 [4219]), bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Her çocuk (doğumunun) yedinci gününde kendisi için kesilecek akîka kurbanı karşılığında bir rehine gibidir. Akîka kurbanı kesildikten sonra çocuğun başı tıraş edilir ve ona isim verilir.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 20-21 [2837-2838]; Tirmizî, Edâhî, 21 [1522)]). Bu açıdan akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden buluğ çağına kadar kesilebilirse de doğumunun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir. Aynı günde çocuğa isim verilmesi ve saçı ağırlığında altın veya değeri miktarınca sadaka verilmesi müstehaptır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/14-16)." Şükür kurbanı ne demektir?,"Herhangi bir vesileyle Allah’a (c.c.) şükretmek için kesilen kurbana şükür kurbanı denir. Bir kimse arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Böyle bir nimeti elde eden kişinin, adakta bulunmadığı sürece, kurban kesmesi zorunlu değildir. Şükür kurbanı adak hükümlerine tabi değildir. Dolayısıyla şükür kurbanının etinden, kesen kişi dâhil herkes istifade edebilir." Ölü kurbanı diye bir kurban çeşidi var mıdır?,"Dinimizde ölü kurbanı veya kabir kurbanı diye bir kurban çeşidi yoktur. Ancak sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Ayrıca kurban borcu olup, hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Tâbiînden olan Haneş’ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Ben Ali’yi (r.a.) iki koçu (birden) kurban ederken gördüm de kendisine; ‘Bu da nedir?’ diye sordum. ‘Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]). Bu rivâyette Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez. Buna göre vasiyeti yoksa ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi kurban da kesebilir. Ölenin kendisi için kurban kesilmesine dair vasiyeti yoksa kesen kimse, bu kurban etini fakirlere yedirebileceği gibi kendisi ve zenginler de yiyebilir. Ancak ölen kişinin vasiyeti varsa, tamamen fakirlere yedirilmesi veya dağıtılması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/326)." Kişiler bir araya gelerek Hz. Peygamber adına kurban kesebilirler mi?,"Dinimizde böyle bir uygulama yoktur. Bunun, yapılması gereken bir ibadet gibi görülmesi caiz değildir. Çünkü Allah'ın (c.c.) emretmediği ve Resûlü’nünden (s.a.s.) de nakledilmeyen bir uygulamayı ibadet gibi telakki etmek ve ona dinîlik vasfı vermek bidattir. Her bidat da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nitelemesiyle dalalettir (Müslim, Cum‘a, 43 [867]). Hz. Ali’den rivâyet edilen “Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]) şeklindeki haber, bu uygulamaya delil olamaz. Çünkü Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez." Hz. Peygamber bizzat kurban kesmiş midir?,"Kurban ibadeti hicri ikinci yılda meşru kılınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) de bu yıldan itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kestiği bilinmektedir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Hz. Peygamber (s.a.s.), Veda Haccı’nda yüz deve kurban etmiştir. Hz. Ali, “Peygamber (s.a.s.) yüz deve kurban etti. Etlerini dağıtmamı emretti, ben de dağıttım.” (Buhârî, Hac, 122 [1718]) demiştir. Hz. Enes’ten (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) siyah-beyaz benekli iki koçu besmele ve tekbir ile bizzat kestiği rivâyet edilmektedir (Buhârî, Edâhî, 9 [5558]; Müslim, Edâhî, 17-18 [1966])." Vekâlet yoluyla kurban kesilebilir mi? Kişinin bulunduğu şehir veya ülke dışında vekâletle kurban kestirmesinin hükmü nedir?,"Kişi, kurbanını bizzat kesebileceği gibi vekâlet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban, hac ve zekât gibi mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde ise vekâlet caizdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/67; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/21; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 8/132). Nitekim Hz. Ali’nin (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (kendisi adına) develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarındaki çullarını paylaştırmamı emretti ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘kasap ücretini biz kendimiz veririz’ buyurdu. ” (Müslim, Hac, 348-349 [1317]; bkz. Buhârî, Hac, 120-122 [1716-1718]). Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak ya da telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları vasıtasıyla verilebilir. Vekil tayin edilen kişi veya kurum aldığı vekâleti gereği gibi yerine getirmelidir. Kurbanın yurt içinde başka bir ilde ya da yurt dışında kesilmesinde sakınca bulunmamaktadır. Kurban fiyatlarının kesilen ülkeye göre az veya çok olması bu durumu değiştirmez. Ancak yaşadığı yerde muhtaç ve fakirler varsa kişinin, kurbanını orada kesip dağıtması daha uygun olur. Çünkü kişinin yaşadığı yerdeki fakirlerin ve komşuların onun üzerinde hakları vardır." Abdestsiz olarak kurban kesilebilir mi?,"Kurban ibadeti, gerekli şartları taşıyan bir hayvanı, kurban niyetiyle kesmekle gerçekleşir. Kurban ibadetinin geçerli olması için kesenin abdestli olması şartı yoktur. Bununla birlikte kurban Allah’a yakınlaşma aracı olduğu için bu ibadeti yerine getirirken abdestli olmak daha faziletlidir." Müslüman olmayan kişinin kestiği kurbanın eti yenir mi?,"Eti yenen hayvanların etlerinin helal olması için, hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya ehl-i kitaptan olması gerekir. Ehl-i kitaptan olmayan mecûsî, putperest veya ateistin kestiği hayvanın eti helal değildir. Bunların kestiği hayvan da kurban olmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 229; el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 370; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 474)." Kredi kartıyla kurban satın almak caiz midir?,"Kurban kesmekle mükellef olan şahıs, kurbanlık hayvanı nakit olarak alabileceği gibi kredi kartıyla tek çekim veya vadeli olarak da alabilir. Bu bağlamda bedelin kredi kartıyla ödenmesi kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak kredi kartı borcunu, ödeme tarihinde ödemek ve gecikmeden kaynaklanan faizli işleme düşmemek gerekir. Kredi kartıyla vadeli olarak kurban alırken, vadeyi bankanın uygulaması hâlinde ilave bir ücret ödenirse kesilen kurban geçerli olmakla birlikte, faizli işlem sebebiyle ayrı bir günah söz konusu olacağı için bundan sakınmak gerekir." Banka kredisiyle kurban kesilebilir mi?,"Kurban kesmek, âkil (akıl sağlığı yerinde), bâliğ (ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslümanın yerine getireceği malî bir ibadettir (Merğinânî, el-Hidâye, 7/146). İster vacip isterse nâfile olarak kurban kesecek kimse, kurbanını peşin satın alabileceği gibi borçlanarak da satın alabilir. Bu, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak faizli borç alması durumunda faiz verme yasağını işlediği için günaha girmiş olur (bkz. el-Bakara, 2/275-279; Buhârî, Büyû‘, 25 [2086]; Müslim, Müsâkât, 105-106 [1597-1598]). Kendi imkânlarıyla kurban kesemeyecek olanların böyle yöntemlere başvurmaları dinen uygun değildir." Taksitle kurban alınabilir mi?,"Kurban ibadetinin geçerli olması için kişinin, ibadet amacıyla kendi mülkiyetinde bulunan belirli nitelikleri haiz bir hayvanı kesmesi gerekir. Mülkiyet ise hayvanı bizzat yetiştirme, hibe veya miras yolu ile olabileceği gibi satın alma yolu ile de gerçekleşebilir. Bu itibarla, taksitlendirme yolu ile satın alınan bir mal da alıcının mülkiyetine geçtiği için kurban kesmesini gerektirecek mali imkâna sahip olan kişinin bu yolla aldığı hayvanı kurban etmesinde bir sakınca yoktur." Gayrimeşru yolla kazanılan parayla kurban kesilebilir mi?,"İslâm dini, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan sağlamalarını emreder. Gayrimeşru ve haram yollarla elde edilen kazanç ile ibadetler yerine getirilemez. Dolayısıyla bu kazanç ile kurban ibadetini yerine getirmek caiz değildir. Malını haram yoldan kazanan kişi, eğer onun gerçek sahibini tespit edebiliyorsa bu malı ona iade etmelidir. Eğer tespit edemiyorsa bu durumda onu ihtiyaç sahiplerine vererek elinden çıkartmalıdır." "Bir kimsenin, oğlunun veya bir başkasının bağışladığı para ile kurban alıp kesmesi durumunda bu, kurban sayılır mı?","Oğlu veya başkası tarafından kendisine bağış yapılan kimse bu paranın sahibidir. Bağışlanan bu parayı dilediği gibi harcayabilir. İster başka ihtiyaçları için sarf eder, isterse kurbanlık alıp kesebilir. Kesilen bu hayvan, kurban yerine geçer." Bir özür sebebiyle vaktinde kesilemeyen kurbanların fakir ve zengin için hükmü nedir?,"Kurban kesme niyetiyle hayvan almış, fakat Kurban Bayramı günlerinde kurbanı kesememiş fakir kimse, bu hayvanı canlı olarak tasadduk eder. Bayram günlerinde kurban kesemeyen zengin kimsenin ise kurbanlık satın alıp almadığı dikkate alınmaksızın bir kurbanlık hayvanın kıymetini yoksullara sadaka olarak vermesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358)." Kurban edilecek hayvanlar hangi nitelikleri taşımalıdır?,"Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, organları tam ve besili olması, hem ibadet açısından hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memelerinin yarısı kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, hafif topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, memelerinin yarıdan daha azının olmaması, kurban edilmesine engel değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/75-76). Buna göre hayvanın değerini düşürücü nitelikteki kusurlar kurbana engeldir. Şâfiî mezhebinde, genel olarak yukarıda sayılan kusurlardan birinin bulunması, bir hayvanın kurban olmasına engel teşkil ettiği gibi uyuz olan hayvanlar ile yem yemesini engelleyecek derecede dişlerinin bir kısmı dökülmüş olan hayvanların da kurban edilmesi caiz değildir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/399-404)." Kurbanlık hayvanların yaşlarında aranacak olan asgari sınır nedir?,"Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yapılmıştır (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bunun yanında deve, sığır ve keçinin, koyuna kıyaslanarak besili olması hâlinde söz konusu yaşları doldurmadan kurban olabileceği söylenemez. Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur." Sığırların iki yaşına gelmeden kurban edilmesi caiz olur mu?,"Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şöyle buyrularak yapılmıştır: “Yıllanmış (kurbanlık yaşını tamamlamış) hayvanlardan kurban kesin. Eğer bulmakta zorluk çekerseniz bir ceze’a (altı ayını doldurmuş gösterişli kuzu) kesin.” (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bu istisnanın hadiste ifade edildiği şekilde sadece koyunlara mahsus olduğu konusunda İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu görüş birliği içindedirler. Evzâî gibi bazı âlimler ise bu hükmün keçi, sığır ve deve cinsi için de söz konusu olduğunu belirtmiştir (Nevevî, Şerhu Müslim, 13/117-118 [1963]). Günümüzde Evzâî’nin görüşüne uygun olarak bu hükmün başka hayvanlar için de geçerli olabileceğini savunanlar olsa da bu görüşün kuvvetli bir delili yoktur. Çünkü kurban kesmek bir ibadettir. İbadetlerde ise akıl/ictihad değil, nakil/nass esastır. Hakkında açık delil bulunan meselelerde akıl yürütmek söz konusu değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/69; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/322). Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur. Bu itibarla, gelişmiş olmakla birlikte şart koşulan yaşı doldurmayan hayvanların, koyun örneğine kıyas edilerek kurban edilebileceği şeklindeki bir yaklaşım isabetli görülmemektedir." İki yaşını bitirmeyen ancak kapak atmış olan sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilmeleri caiz midir?,"Sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilebilmesi için en az iki kamerî yaşlarını bitirmeleri gerekir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/18). Buna göre iki yaşını bitirdikleri kesin olarak bilinen sığır cinsi büyükbaş hayvanların dişlerinin kapak atmaması, bu hayvanların kurban olmalarına engel olmaz. Yine dişleri kapak attığı hâlde henüz iki kamerî yaşını doldurmamış olan büyükbaş hayvanlar da kurban olarak kesilemezler. Ancak doğumu kesin olarak bilinmeyen sığır cinsi büyükbaş hayvanlar için kapak atma denilen iki ön dişin çıkması, o hayvanın kurban edilebilmesi için bir ölçü olarak kabul edilebilir." Kulağı kesik veya delinmiş hayvanlar kurban olur mu?,"Bir hayvanın kurban edilebilmesi için o hayvanda insanlar arasında kusur sayılan ayıplardan birinin bulunmaması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), kurbanlıkların göz ve kulaklarının sağlam olmasına dikkat edilmesini istemiştir (Ebû Dâvûd, Edâhî, 6 [2802-2803]). Buna göre, kulağının yarıdan fazlası kesik olan hayvan, kurban olmaya elverişli değildir. Hayvanın bir kulağının delik veya yırtılmış olması durumunda; eğer delikler ve yırtıklar kulağın yarıdan fazlasını teşkil ediyorsa, böyle bir hayvan kurban edilemez. Bu ölçüye varmayan kesikler, delikler ve yırtıklar ise hayvanın kurban olmasına engel değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/323-324)." Kuyruksuz veya kuyruğu kesik koyunlar kurban edilebilir mi?,"Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 9/514-515)." Kısırlaştırılmış hayvanlar kurban edilebilir mi?,"Çeşitli amaçlarla kısırlaştırılmış veya hadım hâle getirilmiş hayvanlar, kurban olarak kesilebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/80). Bu durum kurban açısından herhangi bir eksiklik oluşturmaz." Memeleri kusurlu olan hayvan kurban edilebilir mi?,"Hayvandan beklenen bir menfaati tümüyle yok eden kusurlar, onun kurban olmasına engeldir. Buna göre ister doğuştan ister sonradan memelerinin yarısı olmayan hayvan kurban olmaz. Aynı şekilde bir hastalığa dayalı olarak memelerinin yarısının sütü kesilen hayvan da kurban olmaz. Fakat bir hastalığa bağlı olmaksızın sütü kesilen hayvanın kurban edilmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/298-299; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/325-326)." Doğuştan boynuzu olmayan veya boynuzları kırık olan ya da doğumdan sonra boynuzları elektrikle köreltilen hayvanlar kurban olarak kesilebilir mi?,"Kurbana engel olan ayıplar, hayvanın emsali arasında kıymetini azaltan kusurlardır. Zararsız şekilde ve daha iyi gelişmesi maksadıyla boynuzlarını özel olarak yapılan ameliyelerle köreltmek, hayvanların kıymetini düşüren ayıplardan değildir. Bu itibarla, doğuştan boynuzsuz hayvanların kurban olarak kesilmesi caiz olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359), küçükken yapılan müdahale ile boynuzlan kesilerek, elektrik veya kimyasal yolla boynuzu yakılarak ya da benzeri işlemlere tabi tutularak boynuzsuzlaştırılan hayvanların kurban olarak kesilmesinde de bir sakınca yoktur." "Kesimden önce kusuru tespit edilemeyen bir hayvanın, kurban edildikten sonra hasta olduğunun anlaşılması ve etinin yenilmeyeceğine dair uzmanlarca karar verilmesi hâlinde, kurban dinen geçerli midir?","Satın alınırken kurbana engel bir kusuru olan hayvan kurban olarak kesilemez. Hayvan kusursuz olarak satın alındıktan sonra alıcının elinde iken kurban olmaya engel bir kusuru ortaya çıkarsa bu durumda kişi zenginse yeni bir hayvan alıp keser. Yoksulsa yeni bir hayvan alıp kesmesine gerek yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359; Kâsânî, Bedâi‘, 5/76). Kurbanlık hayvanın hasta olduğu, kesildikten sonra ortaya çıkmış ve sağlık sebebiyle etinin imha edilmesi gerekmiş ise bu durumda kurban ibadeti yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte kurban kesiminden sonra satıcıya rücu edilip kurban bedelinin geri alınması hâlinde, alınan bedel tasadduk edilir. Şâyet kurban bedeli satıcıdan geri alınamamışsa, kişinin yeniden bir kurban kesmesi gerekmez." Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hakkında bilgi verir misiniz?,"Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır. Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır. Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır. İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, ""Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat"" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır. Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır. Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir: - Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez. - Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler. Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır." İslam miras hükümlerine uymamanın sorumluluğu var mıdır?,"Müslümanın, Yüce Allah’ın koymuş olduğu hükümlere uyması gerekir; aksi takdirde manen sorumlu olur. Mirasla ilgili hükümler de bunlardan biridir. Dolayısıyla, varislerin haklarına düşene rıza göstermeleri ve diğerlerinin haklarına tecavüz etmemeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de mirasla ilgili hükümler bildirildikten sonra devamla şöyle buyurulur: “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyar.” (en-Nisâ, 4/13). Şu kadar var ki varisler, miras ile ilgili âyetleri inkâr etmemek ve miras hükümlerini adaletsiz bulmamak kaydıyla mirası kendi aralarında rızaya dayalı olarak diledikleri gibi paylaşma hakkına da sahiptirler. Bu durumda, Allah’ın mirasla ilgili olarak koymuş olduğu hükümlere muhalif davranmış olmazlar." Mirası paylaşmayı geciktirmek sakıncalı mıdır?,"Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar, gerekli işlemlerden sonra derhal mirasçılarına intikal edeceğinden (en-Nisâ, 4/11-12; Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]), mirasın mirasçılar arasında hemen bölüşülmesi veya bölüşünceye kadar gelirlerinin hak sahipleri arasında hisselerine göre taksim edilmesi gerekir. Aksi takdirde diğer hak sahiplerinin haklarına tecavüz edilmiş olur. Çünkü hisse sahiplerinin, mirasın kendi hisselerine düşen kısmında her türlü tasarrufta bulunma ve gelirini alma hakları vardır." Ölen kimsenin anne-babasının mirastaki payı nedir?,"Anne, ölen çocuğuna her durumda mirasçı olur (en-Nisâ, 4/11; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94). Ancak ne kadar miras alacağı diğer mirasçıların paylarıyla birlikte hesaplandığında ortaya çıkar. Nitekim âyette; “Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır.” (en-Nisâ, 4/11) buyrulmuştur. İslâm miras hukukuna göre annenin mirasta üç hâli vardır: a) Anne, ölenin oğlu, kızı, bunların oğlu ve kızı; hangi taraftan olursa olsun ölenin birden fazla kardeşiyle bulunursa altıda bir alır. b) Bunlar bulunmazsa anne, üçte bir alır. c) Bir tarafta baba, öbür tarafta koca veya karı ile beraber bulunursa karı ya da koca, hisselerini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır. Babanın da üç durumu vardır: a) Baba, ölenin oğlu veya oğlunun oğlu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır. b) Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilave olarak payları Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerden (ashâb-ı ferâiz) artanı alır. c) Bu iki grup mirasçı bulunmadığında asabe olur. Başka mirasçı yoksa terekenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır." Kadının mirastaki durumu nedir?,"İslâm, koyduğu malî hükümlerde genel olarak külfet-nimet dengesini gözetmiştir. Miras hukuku da buna dâhildir. Evlilik esnasında erkeğe, evleneceği kadına mehir vermesi emredilmiş, evlilikten önce kadının nafakası baba ve kardeşlerine, evlilik süresince de kocasına yüklenmiştir. Bu ve benzeri yönlerden bakılınca kadınların miras konusunda haksızlığa uğratılmadıkları anlaşılır. Kadının mirastan alacağı pay, vefat eden kimseye olan akrabalık derecesine göre değişir: a) Vefat eden kimsenin kızı olarak kadın: Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda kardeşinin aldığı payın yarısını, erkek kardeşi yoksa ve kız tek ise mirasın yarısını alır. Kızlar birden fazla olduklarında ise mirasın üçte ikisini alırlar (en-Nisâ, 4/11). Üçte ikisini aralarında eşit olarak paylaşırlar. b) Vefat edenin oğlundan torunu olarak kadın: Vefat edenin çocukları yoksa tek olması hâlinde oğlundan olan kız torun mirasın yarısını alır. Birden fazla olmaları hâlinde ise mirasın üçte ikisini alırlar. Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda mirası ikili birli paylaşırlar. Vefat edenin bir öz kızı ile bulunduğunda mirasın altıda birini alan kız torun, vefat edenin oğlu ile bulunduğunda ise mirastan pay alamaz. c) Vefat edenin anne-baba bir kız kardeşi olarak kadın: İlk üç hâli vefat edenin kızı gibidir. Vefat edenin kızı veya kızlarıyla beraber olunca kız/kızlar hissesini aldıktan sonra kız kardeş kalanı alır (Buhârî, Ferâiz, 12 [6741-6742]). Vefat edenin babası veya oğlu ile bir arada olunca bunlar mirastan bir şey alamazlar (en-Nisâ, 4/176). d) Vefat edenin baba bir kız kardeşi olarak kadın: Baba bir kız kardeşler anne baba bir kız kardeşler bulunmadığında mirasta onların aldıklarını alırlar. e) Vefat edenin anne bir kız kardeşi olarak kadın: Bu durumda anne bir kız kardeş bir tane olunca altıda bir, erkek veya kız birden fazla olunca üçte birde ortak olur (en-Nisâ, 4/12); vefat edenin, çocukları, babası ve dedesi ile bulununca mirastan pay alamazlar. f) Vefat edenin annesi olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları veya birden fazla kardeşi varsa altıda bir, vefat edenin çocukları veya birden fazla kardeşi yoksa üçte bir; eşlerden birisi ve vefat edenin babası ile bulunduğunda eşin hissesi verildikten sonra kalanın üçte birini alır (en-Nisâ, 4/11). Eğer ölenin eşi ve dedesi ile birlikte bulunursa mirasın tamamının üçte birini alır. g) Vefat edenin ninesi olarak kadın: Vefat edenin annesi bulunmadığı zaman altıda bir alır (Dârekutnî, es-Sünen, 5/160-161 [4134-4135]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 10/273 [19079]). Ölenin babası olduğunda babaanne, annesinin bulunması hâlinde hiçbir nine mirastan pay alamaz. h) Eş olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları varsa sekizde bir, çocukları yoksa dörtte bir pay alır (en-Nisâ, 4/12; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 34)." Ölen kimsenin çocukları ve karısı varsa kardeşine miras düşer mi?,"Ölenin birinci derecedeki yakınları varken ikinci derecedeki yakınları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/96). Şöyle ki; “Allah’ın kitabına göre, yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundur.” (el-Enfâl, 8/75) meâlindeki âyet, usûl veya fürû olma bakımından aynı çizgi üzerindeki yakın akrabanın, uzağını mirastan mahrum edeceğini göstermektedir. Ancak ölenin erkek evladı, oğlunun oğlu veya babası yoksa erkek kardeşi asabe olarak mirasta pay sahibi olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/93)." Dede yetimi (babası dedesinden önce vefat eden çocuk) dedesinin ölümü üzerine ona mirasçı olur mu?,"Halk arasında kullanılan “dede yetimi” terimi, İslâm miras hukukuna göre; ölenin erkek çocuklarıyla birlikte kendisinden önce ölmüş diğer çocuklarının oğlu veya kızını yani ölenin torununu ifade için kullanılır. İslâm miras hukukunda “yakın olan akrabanın uzak akrabayı hacbetmesi (engellemesi)” kaidesine dayalı olarak ölenin çocukları varken torunları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 85-86). Ancak bazı İslâm hukukçuları dedeleri hayatta iken babaları vefat etmiş çocukların mağdur edilmemesi gerektiği üzerinde durarak bu durumdaki toruna dedenin vasiyetini gerekli görmüşlerdir. Buna göre dede, vefat etmiş evladının mirastaki payı kadar miktarı veya tüm malın üçte birini geçmeyecek bir miktarı torunları için vasiyet etmelidir. Dâvûd ez-Zâhirî, Mesrûk, Katâde, Tâvûs ve Taberî’den nakledildiğine göre, mirasçı olmayan yakın akrabaya vasiyet vâciptir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 8/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/137-138). Son dönem âlimlerinden bazıları, miras âyetlerinden önce gelen ve fakihlerin büyük bir kısmı tarafından mensuh kabul edilen, “Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.” (el-Bakara, 2/180) âyetinden yola çıkarak bu vasiyeti vâcip bir vasiyet olarak kabul etmişlerdir. Bu âlimler, dedenin böyle bir vasiyet yapmadan ölmesi hâlinde, vasiyet etmiş gibi kabul edileceğini söylemişlerdir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200). Kur’ân-ı Kerîm vârislere, miras dağıtılırken vâris olmayan kimselere bile miras malından bir şeyler vermelerini tavsiye etmektedir (en-Nisâ, 4/8). Bu sebeple dede yetimlerinin miras dağıtılırken gözetilmesi Kur’ân’ın bu tavsiyesine uygun düşmektedir." Taşınmaz mallar miras kaldığında kız ve erkek evlat bunları eşit olarak mı paylaşırlar?,"İslâm miras hukukunda mülkiyeti, mûrise (miras bırakan kişiye) ait malların tamamında, erkek ile kız evlatlar mirası ikili birli paylaşırlar (en-Nisâ, 4/11). Bu konuda miras olarak kalan malın taşınır olması ile taşınmaz olması arasında fark yoktur. Mülkiyeti mûrise ait olmayıp devlete ait olan topraklarda devletin, kamunun maslahatına uygun bir şekilde tasarruf etme yetkisi vardır. Bu kapsamda Osmanlı Devletinde çıkartılan “Arazi ve İntikal Kanunu”nda mülkiyeti devlete ait olan (mirî) arazilerde tasarruf hakkının vefat edenin erkek ve kız çocukları arasında eşit olarak paylaştırılması kanunlaştırılmıştır (Bilmen, Kâmus, 5/399). Cumhuriyetten sonra vatandaşın elindeki topraklar özel mülke dönüştüğünden artık bu topraklar kişinin kendi mülkü olmuştur. Dolayısıyla bunlarda da İslâm miras hukuku hükümleri geçerli olur." Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) hangi işlemlerden sonra mirasçılarına intikal eder?,"Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) ile ilgili yapılacak işlemler sırası ile şöyledir: a) Techiz ve tekfin masrafları karşılanır. b) Borçları ödenir. c) Terekenin üçte birini aşmamak kaydıyla vasiyeti yerine getirilir. d) Yukarıdaki işlemler tamamlandıktan sonra kalan mallar mirasçılara taksim edilir (Buhârî, “Kefâlet”, 5 [2298]; “Vesâyâ”, 2 [2742]; “Ferâiz”, 6 [6733]; Müslim, “Vasıyyet”, 5 [1628]; “Ferâiz”, 14 [1619]; Ayrıca bk. Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/85)." Varislerden biri diğeri lehine mirastan feragat edebilir mi?,"Kişi dilerse diğer vârislerin tamamı ya da herhangi biri lehine kendi miras payından feragat edebilir. Ancak mirasçılardan belirli bir kısmı lehine feragat edecekse, önce feragat edenin payının ayrılıp bu payın, lehine feragat ettiği mirasçılara verilmesi gerekir. Fakat mirasçıların tamamı lehine feragatta bulunacaksa böyle bir işleme gerek yoktur. Bunu sözlü olarak bildirebileceği gibi yazılı olarak beyan etmesi de isabetli olur." Kişi kendi miras payını başkasına verebilir mi?,"Bir kimse kendisine miras olarak intikal eden hakkını kısmen ya da tamamen diğer mirasçılardan birine veya bir yabancıya hibe edebilir. Çünkü bu mal onun hakkıdır. Ayrıca mirasçılar, karşılıklı rıza ile malı diledikleri şekilde taksim edebilirler. Maddî veya manevî herhangi bir baskı olmaksızın, haklarından kısmen veya tamamen diğer mirasçılar lehine feragat edebilirler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/126)." Vasiyet ve hükmü nedir?,"Vasiyet; ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Bir kişi, mal ve haklarının en fazla üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte iki vârisler namına korunmuş hissedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), malının yarısını vasiyet etmek isteyen bir sahâbîye üçte birini vasiyet etmesini söylemiş, hatta bunun bile çok olacağını beyan etmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Malın üçte birinden azının vasiyet edilmesi müstehaptır. Vârisler fakir ise vasiyet etmemek daha faziletlidir. Terekenin üçte birinden daha fazla olan veya vârislerden herhangi biri lehine yapılacak vasiyet ise diğer vârislerin iznine bağlı olarak geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/63). Zira vârise vasiyet câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde; “Allah Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6 [2870]; Tirmizî, Vesâyâ, 5 [2120]) buyurmuşlardır. Bu genel hükümlere bağlı olarak: Kul hakkı olan borçların ve Allah hakkı kapsamında ele alınan oruç fidyesi, zekât, keffâret gibi malî yükümlülüklerin ödenmesini vasiyet etmek vâciptir. Mirastan pay alamayan fakir akrabalara vasiyette bulunmak müstehaptır. Yabancılardan ve akrabalardan zengin olanlara vasiyette bulunmak mubahtır. Mâsiyet ve günah ile meşgul olan kişiye vasiyet ise mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/648)." "İnsanın hayatta iken, çocukları arasında ayrım yaparak birine veya bazılarına mal varlığının tamamını veya bir kısmını bağışlaması caiz midir?","Esasen kişinin sağlığında kendi malında istediği şekilde tasarruf etme hakkı vardır. Fıkhî açıdan kişi, malının bir kısmını veya tamamını yabancı birisine verebileceği gibi çocuklarından birisine veya bazılarına da verebilir. Bu tasarrufu fıkhen geçerlidir. Ancak bu tasarrufun ahlakî boyutu konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler vardır. Konu hakkındaki tartışmalar ilgili hadisin farklı anlaşılmasına ve farklı yorumlanmasına dayanır. Hz. Peygamber (s.a.s.), malının bir bölümünü bir oğluna vermek isteyip, kendisini şahit tutmak isteyen Beşîr b. Sa‘d’a (Nu‘mân b. Beşîr’in babasına), diğer çocuklarına da mal verip vermediğini sormuş, vermediğini öğrenince, ona şahit olmamış, başkasını şahit tutmasını istemiş (Müslim, Hibât, 17 [1623]), hadisin farklı rivâyetlerine göre “onu geri al” (Buhârî, Hibe, 12 [2586]; Müslim, Hibât, 9 [1623]); “çocuklarınız arasında âdil davranın” (Buhârî, Hibe, 13 [2587]; Müslim, Hibât, 13 [1623]); “zulmüne beni şahit tutma” (Buhârî, Şehâdât, 9 [2650]; Müslim, Hibât, 16 [1623]) gibi ifadelerle Beşîr’in bu tutumunu onaylamadığını göstermiştir. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerdeki güçlü görüşe göre, babanın hayatında iken çocuklarına mal vermesi durumunda eşit davranması müstehap, ayrım yapması mekruhtur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Nüceym, el-Bahr, 7/288; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 7/82; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/483). Ahmet b. Hanbel’e, bazı Mâlikîlere ve Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivâyete göre ise babanın mal verirken evlatları arasında eşit davranması vacip, ayrım yapması haramdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/51-52; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 241). Babanın bütün çocuklarına mal vermesi durumunda; kız erkek ayrımı yapmadan hepsine eşit mi vereceği yoksa mirasta olduğu gibi erkek çocuğuna iki, kız çocuğuna bir pay mı vereceği konusu da tartışmalıdır. Bu konuda da çoğunluğun görüşü, hepsine eşit vermesidir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/53). İster farz olsun ister müstehap, babanın mal verirken çocukları arasında eşit davranması, dinin ruhuna daha uygundur. Ayrıca çocuklar arasında ayırım yapmak, onların hem ana babalarına hem de birbirlerine karşı buğzetmelerine, aralarına soğukluk hatta düşmanlık girmesine sebep olabilir. Bu yüzden babalar meşru bir gerekçe yoksa mal verirken çocukları arasında eşit davranmalı, aralarında ayrım yapmamalıdırlar. Bununla birlikte, çocuklardan biri veya bir kısmının, tedavisi imkânsız bir hastalığa yakalanması, engelli olması, büyük bir borç yükü altında bulunması, ailesinin kalabalık olup geçim sıkıntısı çekmesi, ilmî faaliyetlerde bulunup da ihtiyaç içinde olması gibi sebeplerle bazılarının daha muhtaç durumda olmaları hâlinde, kendilerine ihtiyaçları oranında fazla mal verilebilir (Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 2/610). Şu kadar var ki, mümkün olduğu takdirde bu konuda diğer çocukların da rızalarının alınması daha uygun olur." "Baba, diğerlerini mahrum edip sadece bir oğluna bağışta bulunmuşsa, oğul bundan sorumlu olur mu, ne yapması gerekir?","Kişi, mülkiyetinde bulunan mal üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahip olduğundan, çocuklarından birine bağışta bulunurken diğerlerinin onayını almak zorunda değildir. Bununla birlikte, anne babanın çocuklarına karşı başlıca görevlerinden biri de aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın onlara eşit muamelede bulunmaktır. Böyle bir davranış, onların görevi olduğu kadar çocuğun da hakkıdır. Çocukların kız-erkek, büyük-küçük olması sonucu değiştirmez. Bir babanın mallarının tamamını veya bir kısmını, diğerlerinin rızası olmadan, kız olsun erkek olsun çocuklarından bazılarına vererek aralarında ayrım yapması dinen uygun değildir. Ama her hâlükârda baba, evlatlar arasında ayrım yaparak hayatta iken mallarını bir oğluna devredip diğerlerini mahrum bırakırsa, bunda kendisine mal devredilen oğlunun bir sorumluluğu söz konusu olmaz. Bu oğlun, kendisine devredilen malları mecbur olmamakla birlikte mahrum bırakılan kardeşlerine mirastaki payları miktarınca vermesi uygun olur." "Çocukları olan bir kişi, malını torunlarına vasiyet edebilir mi?","Bir kimsenin çocukları varsa torunları ona mirasçı olamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95). Kişi, malının üçte bire kadar olan miktarını mirasçısı olmayan herkese vasiyet edebilir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Bu bağlamda kişinin kendisine vâris olma ihtimali bulunmayan torunlarına vasiyette bulunmasına engel bir durum yoktur. Hatta bu torunların dedeyle bağlantısı olan anne veya babası daha önce ölmüşse, dedenin onlara vasiyette bulunması bazı âlimlere göre vâcip bazılarına göre müstehaptır (bkz. İbn Hazm, el-Muhallâ, 7/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/138). Günümüzde bu durumdaki vasiyetin vâcip olduğu görüşü daha çok benimsenmektedir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200)." Akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet uygulanabilir mi?,"Dinimiz, yakınları arayıp sormayı, uzakta olanları imkân nispetinde ziyaret etmeyi, muhtaç olanlara yardımda bulunmayı emreder (Buhârî, Edeb, 10-11 [5982-5984]; Müslim, Îmân, 12-14 [13]). Bu itibarla mesela “Ben öldükten sonra amcanı ziyaret etmeyeceksin” gibi akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet geçersiz olup bu tür vasiyetlere uymak câiz değildir." Eşinin kabrine defnedilmeyi vasiyet eden kişinin bu vasiyetini yerine getirmek gerekir mi?,"Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak hâline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni câiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak hâline geldikten sonra ise aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir. Bu cenazelerin karı-koca veya akraba olup olmaması şart değildir. Daha önce konulan cesedin çürüdüğü zannıyla açılan kabirde eğer çürümemiş bazı kemikler vb. şeyler bulunuyorsa bu takdirde bunlar bir kenara çekilip araya topraktan bir set yapmak sûretiyle ikinci cenaze defnedilebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/96-97). Ayrıca herhangi bir yere gömülmesini vasiyet eden bir kimsenin vasiyetine uyulması gerekmez. Fakat uyulmasında da bir sakınca yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/222; 6/666)." Ruhuna hatim okunması için vasiyette bulunan bir kimsenin vasiyetini yerine getirmek zorunlu mudur?,"Kur’ân okumak bir ibadettir. Allah’a yakınlık için yapılan ibadetin sevabı yapan kişiye ait olur. Bunun için başkasından ücret almak câiz olmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, “Kur’ân okuyun; fakat Kur’ân’ı menfaat aracı yapmayın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/428 [15574, 15568]) buyurmuştur. Ruhuna hatim okunması için vasiyet eden bir kimsenin, vasiyetini yerine getirmek için ücretle hatim okutmak câiz olmadığı gibi; ücretsiz olsa bile yerine getirme mecburiyeti olmadığı için böyle bir vasiyet bağlayıcı değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/690)." "Bir kimse, yerine haccedilmesini vasiyet ederse ne yapılır?","Yerine hac yapılmasını vasiyet eden kişinin, cenaze masrafı ve varsa borçları çıkarıldıktan sonra kalan malının üçte biri hacca bedel göndermeye yeterli ise vasiyetin yerine getirilmesi gerekir. Eğer vasiyetin yerine getirilmesi kalan malın üçte birini aşıyorsa aşan kısım varislerin rızasına bağlıdır. Varislerin tamamının rızası var ise vasiyet yerine getirilir. Varislerin tamamının rızası yok ise eksik kısım dileyen varisler tarafından tamamlanarak vasiyet yerine getirilebilir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605-610). Kalan malın üçte biri vasiyet eden kişinin bulunduğu yerden bedel göndermeye yetmiyorsa ve eksik varisler tarafından da tamamlanmıyorsa bu miktarın yettiği yerden bedel gönderilir. Vasiyet, bedel gönderilerek yerine getirilemiyorsa vasiyet edilen mal mirasçılara paylaştırılmayıp ölen kişi adına tasadduk edilir (Serahsî, Mebsût, 27/146, 4/157; Fetevâ-i Hindiye, 1/260; İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666)." Belli bir hayra harcanmak üzere vasiyet edilen paranın/malın başka bir yere kullanılması caiz midir?,"Hac, oruç fidyesi, zekât, sadaka-i fıtır, keffâret gibi Allah’a ait borçlar hakkında yapılan vasiyetlerin vârisler tarafından yerine getirilmesi gerekir. Bu amaçla bırakılmış mal başka bir yere harcanamaz. Vasiyet, dinen meşrû olmayan şeyler için yapılmışsa bu vasiyet geçerli olmaz (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/341; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/68). Gayri meşrû işler için vasiyet edilmiş mallar diğer mallarla birlikte mirasçılara dağıtılır veya mirasçılar isterlerse, bu malı hayır yollarına sarf ederler. Muayyen bir hayır için vasiyet edilen mal, vasiyet edilen yere harcanmalıdır. Ancak malı belirlenen yere harcamak mümkün olmazsa söz konusu mal vasiyete en uygun yere sarf edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 10/7499 )." "Kişinin, bütün mallarını eşine vasiyet etmesi caiz midir?","Vasiyet, ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Tanımından da anlaşılacağı üzere, vasiyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bir kişi, mal ve haklarının üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte ikisi varisler namına korunmuş hissedir (Buhârî, Vesâyâ, 3). Bir kişi, malının üçte birden fazlasını vasiyet etmiş olursa, bu vasiyetin geçerli olması varislerin kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse vasiyet yerine getirilir, etmezlerse terekenin üçte birine tekabül eden kısmı ifa edilir, üçte birden fazlası varislerin hakkı olarak kalır. Aynı şekilde ölen kişinin, varislerden herhangi birine yapacağı mal vasiyeti, diğer varislerin izni olmadıkça geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, varise (varislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Tirmizî, Vesâyâ, 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6) buyurmuştur. Buna göre kişinin eşine yaptığı vasiyet bağlamında iki durum söz konusudur: a) Başka mirasçısı olan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet, diğer varislerin iznine bağlıdır. b) Başka mirasçısı olmayan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet geçerlidir. Bu durumda erkek, yarı hisseyi miras hakkıyla, kalanı vasiyetle; kadın ise dörtte birini mirasla, kalanı da vasiyetle elde eder (Fetavây-ı Hindiyye, 6/117; Bilmen, Kâmus, 5/127, Bilmen, İlmihal, 444)." "Vitir namazı nedir, nasıl kılınır?","Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınan, Hanefîler'e göre üç rek'atlı vacip bir namazdır. Vitir namazının her rek'atında Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunur. İkinci rek'atın sonunda oturulur ve sadece tahiyyât duası okunur. Üçüncü rek'atta kıraat tamamlandıktan (Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunduktan) sonra eller kulaklara kadar kaldırılarak tekbir alınır ve eller bağlandıktan sonra kunut duaları okunur. Vacib olan bu namaz yatsı namazı kılındıktan sonra sabah namazının vakti girinceye kadar herhangi bir zamanda kılınabilir (bk. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 1 [1418]; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 1/423-426). Uyanabilecek olan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha faziletlidir (Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 162-163 [755]). Ancak uyanıp uyanamayacağı endişesi taşıyan kimsenin, vitir namazını uyumadan önce kılması uygun olur. Vaktinde kılınamayan vitir namazının daha sonra kaza edilmesi vaciptir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426). Diğer mezheplere göre ise vitir namazı kılmak sünnettir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/117)." Vitir namazının delili nedir?,"Vitir namazının dayanağı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri ve uygulamalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Vitir, her Müslüman üzerine bir vazifedir.” (Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 3 [1422]; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 40 [1710]) buyurmuş, gecenin son namazının, tek sayılı rek'atlarla (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiştir (Buhârî, Salât, 84 [472-473]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 148 [749])." Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir alırken eller niçin kaldırılır?,"İbadetler “tevkîfî”, yani Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tarif ettiği şekilde eda edilir. Vitir namazında kunuttan önce tekbir esnasında ellerin kaldırılması, bazı rivâyetlere dayanmaktadır (Ebû Yûsuf, el-Âsâr, 21 [100]; Zeylaî, Nasbu’r-râye, 1/389-391; Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 2/567)." Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir almayı unutan kimse ne yapmalıdır?,"Bir kimse kunut yapmayı unutur ve rükûdan sonra hatırlarsa, ondan kunut düşmüş olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274). Bunun yerine namazın sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 66)." Vitir namazında kunut duasını okumayı unutan kimse namazını nasıl tamamlar?,"Sözlükte Allah’a ihlasla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükût etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunut, dinî bir terim olarak, namazda rükûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder. Vitir namazında kunut duasını okumak vaciptir. Bundan dolayı kunut duasının terki veya tehirinden dolayı sehiv secdesi yapmak gerekir (Haddâd, el-Cevhera, 1/77). Vitir namazını kılmakta olan bir kimse, unutarak ya da yanılarak kunut duasını okumadan rükûya giderse bu kimse namazına devam eder ve sonunda sehiv secdesi yapar. Ancak bu kişi, rükûdan kalktıktan sonra kunut duasını okursa, sonrasında tekrar rükû yapmadan secdeye gider ve yine namazın sonunda sehiv secdesi yapar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/111)." Kunut duasını bilmeyen bir kimse ne yapar?,"Hanefîler'e göre, vitir namazının üçüncü rek'atında kunut tekbirini almak ve bir dua yapmak vaciptir. Kunut duaları olarak bilinen “Allahümme innâ neste‘înuke” ve “Allahümme iyyâke na‘büdü” dualarını (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/95, 6/89 [6893, 29708]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/249 [1475]) okumak ise sünnettir. Bu duaları bilmeyen kimse ezberlemeye gayret eder; ancak ezberleyinceye kadar “Rabbenâ âtinâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” demekle yetinir (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/6-7; Bilmen, İlmihâl, 132, 158). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise sabah namazının ikinci rek'atında, rükûdan sonra kunut yapılır. Sabah namazında kunut yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî mezhebine mensup imamın arkasında sabah namazı kılan Hanefî bir kimse, dilerse kunut duasına katılır, dilerse sessizce bekler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66)." Kunut nedir? Hangi namazlarda kunut yapılır? Musibet zamanlarında namazda kunut yapılır mı?,"Kunut; namazda rükûnun hemen öncesi ya da sonrasında Allah Teâlâ’ya dua etmektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) namazda kunut yaptığı sahih hadislerle sabittir. (Buhârî, Vitir, 7 [1001-1004]; Müslim, Mesâcid, 294-308 [675-679]) İslam âlimleri bu rivayetlerden yola çıkarak mutad olarak yapılan kunut ve musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil) olmak üzere iki çeşit kunut olduğunu söylemişlerdir. a. Mutad olarak yapılan kunut: Dört mezhep âlimleri mutad olarak yapılan kunutun meşruluğu konusunda ittifak etmişlerdir. Hanefîlere göre vitir namazının son rekâtında rükûdan önce tekbir alıp kunut yapmak vaciptir. Diğer üç mezhebe göre ise kunut yapmak sünnet olup; Hanbelîlere göre vitir namazında, Şâfiîlere göre sabah namazında ve Ramazan’ın ikinci yarısına mahsus olmak üzere vitir namazında, Mâlikîlere göre ise sabah namazında yapılır. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66-67; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/492-493; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/111-115, Şinkîtî, Levâmi‘ü’d-dürer, 2/127-130) Konuyla ilgili rivayetlere istinaden Hanefîler kunutta “Allahümme innâ neste‘înüke” ve “Allahümme iyyâke na‘budu”, Şâfiîler ise “Allahümmehdinî fî men hedeyte...” (Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 1/249; Ebû Dâvûd, Salât, 338 [1425-1429]; Tirmizî, Tirmizî, Vitir, 10 [464]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/384-388 [5108-5118]) diye başlayan duaları okumaktadırlar. b. Musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil): Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Bi’r-i Maûne” hadisesinde bir ay boyunca sabah namazında kunut yaptığı bilinmektedir (bk. Buhârî, Megâzî, 30 [4090]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/424 [15531]). Buna binaen İslam âlimlerinin çoğuna göre savaş, kıtlık, afet ve salgın gibi musibet zamanlarında namazda kunut yapmak meşrudur. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/508; Karâfî, ez-Zahîre, 2/231; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/114) Sonraki Hanefi âlimlere göre musibet zamanında yapılacak kunut, sabah namazının farzının son rekâtında rükûdan doğrulunca imam tarafından cehrî (sesli) olarak yapılır ve cemaat de yapılan duaya sessizce “âmîn” der. Bununla birlikte imam söz konusu kunutu sessiz yapmayı tercih ederse cemaat de içinden kunut duası okur. Vitir namazında yapılan kunuttan farklı olarak sabah namazında yapılacak kunut duası öncesinde ayrıca tekbîr alınmaz. Yine bu kunutun cemaatle yapılması asıl olup, münferiden kılınan namazlarda yapılması uygun görülmemiştir. (İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, 1/434-436; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 2/47-48; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11-12; Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/112-123) Böyle bir kunut esnasında ellerin bağlanması daha uygundur. Bazı Hanefî âlimleri ise ellerin semaya yönelmiş halde baş hizasına kadar kaldırılmasını da caiz görmüşlerdir. (Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/121-123). Şâfiîlere göre ise musibet zamanlarında sadece sabah namazında değil diğer vakit namazlarında da farzın son rekâtında kunut yapılabilir. (Nevevî, el-Mecmû‘, 3/504-507) Sonuç olarak; musibet zamanlarında cemaatle kunut (kunûtu’n-nevâzil) yapılabilir. Bu durumda imam, Kur’ân-ı Kerîm’deki dua mahiyetindeki ayetlerden veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı bilinen (me’sûr) dualardan uygun olanları okur. Diğer yandan böyle bir uygulamanın toplum tarafından bilinmediği yerlerde karışıklığa neden olmamak için namazdan sonra zulmün önlenmesi ve musibetin kalkmasına yönelik dua yapılması daha uygun olur." Namazda ta’dîl-i erkânın hükmü nedir?,"Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve tam yapmak demektir. Ta’dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma’nîne” kelimesi, yapılmakta olan rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi hâlini ifade eder. Ta’dîl-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Hanefî mezhebindeki kuvvetli görüşe göre, sayılan dört yerde ta’dîl-i erkân vaciptir. Diğer bazı mezheplere ve Hanefîlerden de İmam Ebû Yûsuf’a göre ise ta’dîl-i erkân farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/464, 465, 472; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/143)." "Tek başına namaz kılan bir kimse kıraati, gizli olması gereken namazlarda sesli yaparsa namazı sahih olur mu?","Tek başına namaz kılarken öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan sünnet namazlarda gizli okumak yani kendisi işitebilecek derecede diliyle telaffuz etmek, namazın vaciplerindendir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81). Namazın vaciplerinden herhangi birinin bilerek terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması; unutularak yapılmaması hâlinde ise sehiv secdesi yapılması gerekir. Dolayısıyla gizli okunması gereken yerde, açıktan okuyan kişi, bunu bilerek yapmışsa namazını yeniden kılmalı; farkında olmadan yapmışsa namazın sonunda sehiv secdesi yapmalıdır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81)." Şâfiî mezhebinden olan birinin sabah namazında kunût duası okumasının hükmü nedir? Hanefî imama uyarak sabah namazı kıldığında bu duayı okumazsa namazı geçerli midir?,"Şâfiî mezhebinde sabah namazının farzının son rek'atında rükûdan kalktıktan sonra kunût duası okumak kuvvetli sünnetlerdendir. Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse Hanefî bir imama uyduğunda, rükûdan kalktıktan sonra vakit bulursa kunût duasını okur. Eğer okuyacağı kadar bir vakit bulamazsa kunûtu terk eder ve mezhepteki kuvvetli görüşe göre namazın sonunda imamdan ayrı olarak sehiv secdesi yapar (Nevevî, el-Mecmû’, 4/290). Bununla birlikte sehiv secdesi yapmasa da namazı sahih olur." Secdede burnun yere değmesinin hükmü nedir? Burun yere değmeden kılınan namaz geçerli midir?,"Namazın rükünlerinden biri de secdeye varmaktır. Namazda rükûdan sonra, ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaya secde denir. Her rek'atta iki secde etmek farzdır. Secdede alın ve burun birlikte yere konmalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51,; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/370; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 254-255). Zira Resûlullah (s.a.s.), namazda secdeye vardığında alnını ve burnunu yere koyar, kollarını yanlarına yapıştırmaz, ellerini de omuz hizasına gelecek şekilde koyardı (Tirmizî, Salât, 86 [270]). Buna göre özürsüz olarak secdede alnın yere konulup da burnun konulmaması mekruhtur. Bununla birlikte namaz geçerlidir. Alın yere konulmazsa namaz geçersizdir." Farz namazlarda ilk oturuşu unutan kimse namazını nasıl tamamlar?,"İlk oturuş, namazın vaciplerindendir. Vacibin unutulması durumunda son oturuşta sehiv secdesi yapılması gerekir. İlk oturuşun kasten terk edilmesi ise tahrîmen mekruhtur, dolayısıyla namazın iade edilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/310; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/88)." "Namazda kavme ve celsenin hükmü nedir, ne kadar beklemek gerekir?","Kavme; namazda rükûdan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak ve en az “Sübhânellah” diyecek kadar ayakta durmak; celse ise namazda iki secde arasında oturup en az “Sübhânellah” diyecek kadar beklemektir. Celse ve kavme Hanefîlerde bir görüşe göre sünnet, tercih edilen görüşe göre ise vaciptir. Yanılarak terk edilirse sehiv secdesi yapmak gerekir. Bilerek terk edilmesi tahrimen mekruhtur, bu durumda namazın iade edilmesi gerekir. İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise celse ve kavme farzdır, bunun terk edilmesi ile namaz bozulur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/465; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/22; Nevevî, Ravda, 1/223). Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam gelerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i selâmladı. O da selâmını aldı ve ona ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu durum üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: ‘Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’ân’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rükûya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rükûda kal. Daha sonra rükûdan kalk ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra tekrar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap.” (Buhârî, Ezân, 122 [793]; Müslim, Salât, 45 [397]). Bu itibarla namaz kılan kişinin namazını ta’dili erkâna riâyet ederek kılması büyük önem arz etmektedir. Ta’dil-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Sonuç itibarıyla, tadili erkân açısından; rükûda, rükûdan doğrulmada, secde ve iki secde aralarında en az bir defa “Sübhânellah” diyecek kadar durmak gerekir (Zeylai, Tebyinü'l-Hakaik, 1/106)." Son oturuşu yaptıktan sonra selâm vermeden namazdan çıkan bir kimsenin namazı geçerli midir?,"İmam Ebû Hanîfe’ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise teşehhüt miktarı (tahiyyâtı okuyacak kadar) oturmakla namaz, rükünleri itibarıyla tamamlanmış olur. Selâm vermese veya kendi isteği ile namaza aykırı bir davranışta bulunmasa bile bu kişinin namazı geçerli olmakla beraber vacip terk edilmiş olur. Bu görüş ayrılığının bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka’de-i ahîrede (namazdaki son oturuşta) teşehhüt miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, mesela kendisine verilen selâmı almak, hapşırana “çok yaşa” veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa ya da kalkıp gitse adı geçen üç imama göre de namazı sahih olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/60-61; Zeylaî, Tebyîn, 1/104; Bilmen, İlmihal, 118). Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre bu kişinin namazı geçerli, İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise geçerli değildir. Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre sahihtir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise fâsiddir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386)." Namazdan çıkarken verilen selamın hükmü nedir?,"Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namazların sonunda önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek selâm vermek vaciptir. Bunun bilerek terk edilmesi namazın tekrar kılınmasını gerektirir. Farkında olmadan terk edilmesi hâlinde ise bir şey gerekmez. Bu selâmda “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-selâm” kısmını söylemek vacip, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını eklemek ise sünnettir. Bir görüşe göre de sağa selâm verilmesi vacip, sol tarafa selâm verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması, bütün imamlara göre yalnız bir selâm ile olur, bununla namaz biter (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/320; Zeylaî, Tebyîn, 1/125-126). Birinci selâmı vermeyi farz gören Şâfiîlere göre bunun terk edilmesi namazı da iptal eder (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/385)." Gülmek namazı bozar mı?,"Namazda aslolan kulun Rabbinin huzurunda olduğu bilinciyle huşû içerisinde kılınmasıdır. Fakat elde olmayan sebeplerle meydana gelen gülmenin namaza etkisi üç şekilde değerlendirilir: a) Namazda iken yanındakilerin duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek: Bu şekilde gülmekle Hanefîler'e göre hem abdest hem de namaz bozulur (Serahsî, el-Mebsût, 1/77; Merğinânî, el-Hidâye, 1/18). İbn Üsâme’nin babasından naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Biz Resûlullah’ın peşinde namaz kılarken görme özürlü birisi bir çukura düştü. Biz de adamın hâline güldük. Bunun üzerine Resûlullah yeniden abdest alıp namazı baştan itibaren iade etmemizi emretti.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/295-296 [601; Ebû Dâvûd, Merâsîl, 75 [8]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/226 [679]). b) Şâfiîlere göre kahkaha namazı bozsa da abdesti bozmaz. Çünkü namazın dışındayken kahkaha abdesti bozmadığına göre namazdayken de bozmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/140). c) Namaz kılan kimsenin kendisinin duyabileceği kadar gülmesiyle yalnızca namaz bozulur. Kişinin kendisinin ya da yakınındakinin işitmeyeceği şekilde gülümsemesi namazı da abdesti de bozmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/11)." Kıraat hataları namazı bozar mı?,"Namazda yapılan kıraat hatalarının (zelletü’l-kâri), namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir: Kur’ân, manası değişecek derecede kasten yanlış okunursa namaz bozulur. Hata ile veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; a) Yanlışlık kelimelerin harekelerinde ise manada bir değişiklik olsa da namaz bozulmaz. b) Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa; yani durulacak yerde geçilip geçilecek yerde durulursa, manasında değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz. c) Mahreçleri birbirine yakın olan harflerin hata ile birbirinin yerine okunması ile namaz bozulmaz. d) Mahreçleri yakın olmayan harflerin birbirlerinin yerine okunması durumunda ise mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur'ân’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şâyet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir benzeri Kur'ân’da yoksa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulmaz, İmam Ebû Yûsuf’a göre bozulur. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur'ân’da da benzeri yoksa namaz bozulur. Namaz esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Bir kimse kıraati, namazı bozacak derecede hatalı yapar ancak geri dönüp hatasını düzeltirse namazı geçerli olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78-82; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630-633)." Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu?,"Namazda Kur’ân’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu farzın yerine getirilmiş olması için Kur’ân’ın doğru, usûlüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun dilinin sürçmesi ve yanılmasına zelletü’l-kâri veya lahn denir. Namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz bozulmaz. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Mesela (ض) harfi yerine (ذ ), (د ) veya (ظ ) harflerinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır. Fakat mahreçleri ayrı harfler birbiri yerine telaffuz edilir de mana değişirse namaz bozulur. Geriye dönüp doğru telaffuz edilirse namaz sahih olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630). Şâfiî mezhebine göre ise kişi öğrenmeye gücü ve imkânı olduğu hâlde namazda Fâtiha sûresindeki bir harfi başka bir harf ile değiştirirse kıraatı sahih olmaz. Ancak hemen ardından doğrusunu okursa namazı sahih olur. Bu bağlamda örneğin Fâtiha sûresindeki “وَلَا الضَّالِّينَ” ifadesindeki (ض ) harfinin mahrecini öğrenme imkân ve gücüne sahip olan kimse, bu harfin yerine (ظ) harfini söylerse tercih edilen görüşe göre namazı bozulur. Ancak harfin doğru okunuşunu öğrenme imkânı ve gücü yoksa namazı bozulmaz (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 1/481). Fâtiha sûresi dışındaki diğer sûre veya âyetlerdeki okuyuş ve mahreç hatalarının ise namaza herhangi bir etkisi olmaz." Namaz kılarken dünyevi düşüncelere dalmak namazı bozar mı?,"Namaz kılanın huşû ve huzur içerisinde olması esastır (el-Mü’minûn, 23/2). Mümkün olduğu kadar namaza odaklanmak gerekir. Bunun için Allah Teâlâ’yı (c.c.) görüyormuşçasına (Buhârî, Îmân, 37 [50]; Müslim, Îmân, 5-7 [9-10]) ibadet etmek ve namazı, kılınan son namaz gibi düşünerek O’na yönelmek (İbn Mâce, Zühd, 15 [4171]) tavsiye edilmiştir. Diğer taraftan namaz kılarken, dünyevi düşüncelerin akla gelmesi, birçok insanın karşılaştığı bir durumdur. Namazda haricî düşünceler ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Namaz için ezân okunduğu zaman şeytan, ezânı işitmemek için geriye dönüp olanca hızıyla yellenerek kaçar, ezân bitirildiği zaman gelir. Namaz için kâmet getirilince yine geri dönüp kaçar. Kâmet bitirilince yine gelir, insan ile kalbi arasına sokulur. Filan şeyi hatırla, filan şeyi hatırla, diyerek (namaza başlamadan evvel insanın) hiç de aklında olmayan şeyleri hatırlatır durur. Nihâyet insan kaç rek'at kıldığını bilemez olur. İşte herhangi biriniz kaç rek'at; üç rek'at mı, yoksa dört rek'at mı kıldığını bilmediği zaman, oturur hâlde iki kere secde (sehiv secdesi) etsin.” (Buhârî, Sehiv, 6-7 [1231-1232]; el-‘Amelu fi’s-salât, 18 [1222]; Müslim, Salât, 16-19 [389]). İslâm âlimleri bu hadisi şeriften hareketle namazda, akla ve kalbe gelen düşüncelerden dolayı, namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 2/397-398 [861]). Ancak akla gelen dünyevi düşüncelerle meşgul olmamak gerekir. Zira kişinin bu tür düşüncelerden sıyrılmaya çalışmayıp bunlarla meşgul olması, namazın hem çirkinliklerden alıkoyma gücünü hem de sevabını azaltacaktır. Dolayısıyla namazda iken akla gelen haricî düşüncelerin peşine düşmemek ve Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hatırlayarak zihni toparlamaya çalışmak gerekir." Namazda örtülmesi gereken bir yeri açılan kişinin namazı bozulur mu?,"Gerek tek başına gerekse cemaatle kılınan namaz esnasında örtülmesi gereken bir organ, kişinin iradesi dışında açılır ve hemen örtülürse namaz bozulmaz. Eğer açılan yer bir organın dörtte biri oranına ulaşmış ve bir rükün eda edilecek (Sübhânellâhi’l-azîm diyecek) kadar açık kalmış ise namaz bozulur. Kendi iradesi ile bilerek açacak olursa, namaz fâsit olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/45)." Namaz kılanın önünden geçilmesi namazı bozar mı?,"İster kapalı, ister açık alanda olsun zorunlu olmadıkça namaz kılan birisinin önünden geçilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz kılanın önünden geçmektense beklemenin daha hayırlı olacağını belirtmiştir (Buhârî, Salât, 101 [510]; Müslim, Salât, 261 [507]). Namaz kılanın da, uygun bir yere durmak veya sütre vb. bir şey koymak suretiyle önünden geçilmemesi için önlem alması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan bir yerde namaz kılan kişinin önüne sütre (değnek veya başka bir şey) koymasını tavsiye etmektedir (Müslim, Salât, 241-242 [499]). Sütreyi terk etmek ise mekruhtur. Namaz kılanın önünden geçen kimse sorumlu olmakla birlikte, önünden geçilen kişinin namazı bozulmaz. Fakat büyük camilerde, namaz kılanın secde mahallinin uzağından geçmek caizdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/217). Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez (Buhârî, Salât, 90 [494-495]). Namaz kılanın önündeki sütrenin ardından geçmekte bir sakınca yoktur." Rükûya veya secdeye giderken pantolonu çekmek/elbiseyi düzeltmek namazı bozar mı?,"Kişi namaz kılarken, namaza halel getirecek hareketlerden kaçınmalı, azalarını kontrol ettiği gibi kalbini de Allah’a yöneltmelidir. Namaza aykırı olup ‘amel-i kesîr’ olarak nitelenen hareketlerin namazda yapılması namazı bozar. Amel-i kalîl denilen, basit hareketler ise namazı bozmaz. Amel-i kesîr için net bir tanım yapma imkânı olmamakla birlikte, tanımlardan birinde dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek kadar hareket etmek şeklinde izah edilmiştir. Amel-i kalîl ise bunun zıddıdır. Diğer bir tarife göre de iki el ile yapılması âdet olan işler amel-i kesîr, bir el ile yapılan işler ise amel-i kalîldir. Zorunlu olmadıkça pantolonu veya elbiseyi rükûya veya secdeye giderken çekmek, namaz dışı bir işle meşguliyet olduğu ve namazda olması gereken huşûya aykırı düştüğü için mekruhtur, fakat namazı bozmaz (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Merğinânî, el-Hidâye, 1/64). Pantolonu veya elbiseyi amel-i kesîr sayılacak bir tarzda çekmek ise namazı bozar." "Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmanın hükmü nedir?","Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmak, yani amel-i kesîr Hanefîler'e göre namazı bozar. Amel-i kesîr için net bir sınır çizmek zordur. Kimi âlimlere göre namazdan olmayan bir hareketi iki elle birden yapmak, kimilerine göre bir hareketi üç defa peş peşe yapmaktır. Tercih edilen diğer görüşe göre ise dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek bir davranışta bulunmaktır. Bu bakımdan, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer ve namazı bozar. Namaz kılan kişi, namazdaki hareketlerini ve bunların namazını bozup bozmadığını bu açıklamalara göre değerlendirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/605)." Son rek'atı kıldığını zannederek teşehhütte bulunup selâm veren kimse namazını nasıl tamamlar?,"Farz veya nâfile namaz kılarken, son rek'attan önceki herhangi bir rek'atın sonunda, bu rek'atları son rek'at zannederek oturup teşehhütte bulunduktan sonra selâm veren bir kimse; şâyet göğsünü kıbleden çevirmek, konuşmak ve gülmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa, hemen ayağa kalkarak kalan rek'atları tamamlar. Namazın sonunda sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamamlanmış olur. Fakat namazda eksik bıraktığı rek'atları tamamlamadan selâm verip namazı bozan bir davranışta bulunmuşsa, namazı başından alarak tekrar kılması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/311; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/91,92, 558-559)." Namaz hangi hâllerde bozulabilir?,"Namazı, mazeretsiz bozmak haramdır. Ancak bazı durumlarda namazı bozmak vacip, bazı durumlarda mübah, bazen de müstehap olur. İnsan canına yönelik bir tehlike karşısında; mesela saldırıya uğrayan, ateşe, suya düşen bir insanın yardım istemesi hâlinde ona yardım etmek maksadıyla namazı bozmak vacip olur. Bir malın telef olmasını, çalınmasını önlemek gayesiyle namazı bozmak mübahtır. Tek başına namaz kılan bir kişinin, cemaatle namaz kılmanın faziletini kazanmak için namazı keserek farza yetişmesi ise müstehaptır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/654,655)." Ezan ve kâmet nedir? Ne zaman ve nasıl meşru kılınmıştır?,"Ezân ve kâmet, farz namazların sünnetlerindendir. Farz namazlara çağrı için ezân okumanın dayanağı, Kitap ve Sünnet’tir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Siz namaza çağırdığınız zaman onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar.” (el-Mâide, 5/58); “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine koşun…” (el-el-Cum'a, 62/9) Resûlullah (s.a.s.) da “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezân okusun.” (Buhârî, Ezân, 17-18, 49 [628, 631, 685]; Müslim, Mesâcid, 292 [674]) buyurmuştur. Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezân hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygamber’e vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer (r.a.) ve Abdullah b. Zeyd’in (r.a.) de bulunduğu bazı sahâbîlere rüyalarında bugünkü ezânın şekli öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28 [498-499]; İbn Mâce, Ezân, 1 [706-707]); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Ezân, İslâm’ın şiârı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir. İmam Muhammed, “Bir belde halkı tümüyle ezânı terk ederlerse onlarla savaşırım.” (Kâsânî, Bedâî’, 1/146) demiştir. Kâmet ise farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezân lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezândan farklı olarak, “hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kâmeti’s-salât” cümlesi eklenir. Rivâyetlere göre kâmet de yukarıda ismi geçen sahabîlere aynı rüyada öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 28 [499, 507])." Ezan Arapça dışında başka dillerde okunabilir mi?,"Sözleri bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olan ezân, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman varlığının ve kimliğinin bir göstergesidir. Ezânın, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) vahyedilip uygulandığı özgün şekliyle okunması gerektiği konusunda 15 asırlık bir gelenek ve ittifak söz konusudur. Ezânın asıl amacı, vaktin girdiğini bildirip namaza davet olduğundan değişik dilleri konuşan Müslümanların hepsine bu davetin ulaştırılması, ancak yine hepsinin ortak bilincine hitap etmekle olur ki, bu da ezânın bilinen aslî lafızlarıyla yani Arapça olarak okunmasıyla gerçekleşir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Dolayısıyla ezânın aslî şekli dışında bir dille okunması caiz değildir." "Namaz vaktini bildirmek için cd, kaset vb. kayıtlardan ezan okunabilir mi?","Bilindiği gibi “ezân” farz namazlar için okunan özel sözlerdir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin geldiği ve cemaatle namaz kılınacağı duyurulmuş olmakta, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliği ve namazın kurtuluş vesilesi olduğu ilan edilmektedir. Ezân, namaz vakitlerini ilan olduğuna göre, muayyen kalıplarını muhafaza ve ifade etmek suretiyle bu ilanın, hoparlörle veya hoparlörsüz yapılması arasında dinî açıdan bir fark yoktur. Bununla birlikte teyp kasetinden veya CD’den ezân okunması İslâm’ın şiarlarından olan ezânı basite almak, ona gereken saygıyı göstermemek anlamına gelir. Ayrıca kayıttan okutulması, Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen teamüle uygun değildir. Onun için ezânın CD veya teypten verilmesinin sakıncasız olduğu söylenemez. Fakihlerin, Kur’ân’ın aks-i sadasının Kur’ân hükmünde sayılmayacağı yönündeki yaklaşımları da bu hükmü desteklemektedir (Meydânî, el-Lübâb, 1/60, 103). Diğer taraftan, ezân sünnettir. Sünnetin mükellefiyeti olan biri tarafından yerine getirilmesi, bu sünnetin tamamlayıcı bir unsurudur." İmam kâmet getirebilir mi?,"Kâmet, farz namazların sünnetlerindendir (Buhârî, Ezân, 2 [605]; Müslim, Salât, 5 [378]). Dolayısıyla terk edilmesi mekruhtur. Zira kâmet, namaza başlamak için bir hazırlık mesabesindedir. Namaza başlanacağını bildiren bir uygulamadır. Bunu görevli bir kimsenin, cemaatten birinin veya imamın yapması hususunda sınırlama yoktur. Dolayısıyla namaz kıldıran bir imamın aynı zamanda kamet getirmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/56 vd.)." Cemaatle namazda kâmet yapacak kişinin özellikleri nelerdir? Çocuklar kâmet yapabilirler mi?,"Kâmet getirecek kişinin hadesten temizlenmiş, âkil ve erkek olması gerekir. Buna göre abdestli olmayan veya cünüp olanın, delinin yahut sarhoşun ve kadının kâmeti mekruh görülmüştür. Kâmet getirenin salih bir kimse olması ise müstehaptır (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/268-270; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/227). Kâmet getirecek kişinin en az mümeyyiz (iyiyi kötüden ayırabilir durumda) olması gerekir. Temyiz kabiliyeti ise ortalama 7 yaşında başlar ve büluğa kadar devam eder. Mümeyyiz olmayan küçüğün ezân ve kâmeti geçerli olmaz. Mümeyyiz çocukların okudukları ezân ve getirdikleri kâmet geçerlidir. Bununla birlikte kâmeti, büluğa ermiş bir kimsenin getirmesi daha faziletli görülmüştür (bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/138; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/54; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/391-393)." Cemaatle namazda kâmet yapılırken ne zaman ayağa kalkılır?,"Cemaatle kılınan namazda, cemaatin namaz için ayağa ne zaman kalkacağı hususu, namazın özüyle değil, âdâp ve müstehaplarıyla ilgilidir. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bu ictihada göre imamın ve cemaatin bu cümlenin söylenmesinden önce saf düzenini almaları gerekecektir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57). Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ve diğer pek çok müctehide göre, uygun olan budur (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/230; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479). Hanefî mezhebindeki başka bir görüşe göre ise müezzin “haydi kurtuluşa” anlamına gelen “hayye ale’l-felâh” cümlesini söylediğinde imam ve cemaat ayağa kalkar (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/321), imam namaza başlar, cemaat da ona uyar. Şâfiî mezhebine göre ise kâmet bittikten sonra namaz için ayağa kalkmak müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/252-253). İmam ayağa kalkmadan yahut henüz gelmeden cemaat namaz için ayağa kalkmamalıdır. Kâmet yapılırken ne zaman kalkılacağı konusu, ibadetin özüyle değil âdâbıyla ilgili olduğundan, caminin büyüklüğüne, saf düzenini almaya ve namaza imamla birlikte başlamaya göre düşünülmelidir. Normal büyüklükteki cami veya mescidlerde imamın mihraba doğru yürüdüğü görülünce kalkılması daha uygundur. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Namaz için kâmet getirildiğinde beni görmeden ayağa kalkmayın.” (Buhârî, Ezân, 22 [637]; Müslim, Mesâcid, 156 [604]) buyurmuştur. Buna göre kişi, imamdan çok geri kalmayacak ölçüde ve imam ile birlikte namaza başlayacak şekilde hazır olabileceği kadar bir süre önce yerinden kalkmalıdır (bk. Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 1/560)." Kâmet bitmeden imam namaza başlayabilir mi?,"Namazların farz, vacip ve sünnetlerinin yanı sıra âdâbı da vardır. İmam-ı A’zam’a göre cemaatle namaz kılmak üzere “Kad kâmeti’s-salât” yani “namaz başladı” denildiği anda imamın namaza başlaması, namazın âdâbındandır. İmam, bu hareketi ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Fakat namaza kâmet bittikten sonra başlanılmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebû Yûsuf ile diğer üç mezhep imamına göre, uygun olan budur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/479)." Müezzinin kâmet yaparken yürümesinin hükmü nedir?,"Kâmet, farz namazlara başlarken söylenen ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasına dayanan bir sünnettir. Onun için gereken saygı ve ağırbaşlılık ihmal edilmemelidir. Bu nedenle kâmet yapan kimsenin bu esnada yürümesi, mekrûh kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/396)." Kâmetten sonra ezan duası okunabilir mi?,"Kâmetten sonra ezân duası okuma konusunda Hz. Peygamber’den (s.a.s.) herhangi bir bilgi ulaşmış değildir. Bu sebeple kâmetten sonra böyle bir dua ile meşgul olmak uygun görülmemiştir (Tahtâvî, Hâşiye, 190). Ancak kâmet sözleri de namaza başlayana kadar ezân gibi tekrar edilebilir veya kâmet esnasında imam namaza başlamadan başka dualar yapılabilir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/273; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/57)." Cemaate yetişemeyen kimse camide tek başına namaz kılarken kâmet getirmeli midir?,"Düzenli olarak cemaatle beş vakit namaz kılınan camilere o vaktin farz namazını kılmak üzere giren kimselerin, cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olmaları hâlinde tekrar ezân okuyup kâmet getirmelerine gerek yoktur. Düzenli olarak beş vakit namazın kılınmadığı cami ve mescitlerde ise ezân okuyarak ve kâmet getirerek namaz kılmak daha faziletli olup (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 37) sadece kâmetle de yetinilebilir. Hanefîlerin bu yaklaşımına karşılık diğer birçok mezhep, her iki ihtimalde de kâmet getirmenin mendup olduğunu söylemiştir." Vakit namazlarını cemaatle kılmanın hükmü nedir?,"İslâm dini, birlik ve beraberliğe büyük önem vermiştir. Günde beş vakit namazın, haftada bir cuma namazının ve senede iki kez olan bayram namazlarının cemaatle kılınması, müminlerin birbirlerinden haberdar olmalarına, görüşüp kaynaşmalarına, birbirleriyle yardımlaşmalarına vesile olmak gibi bir işlev üstlenmektedir. Bu bakımdan cemaatle namaz kılmak, istenen birlik ruhunun sağlamlaştırılmasında ve devam ettirilmesinde önemli bir rol üstlenmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz kılınışından itibaren hayatının son zamanlarına kadar beş vakit namazı sürekli kendisi cemaate imam olarak kıldırmış, Müslümanları da namazları cemaatle kılmaya teşvik etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 48-49). Cemaatin önemini belirten çok sayıda hadis bulunmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a.s.), “Üç kişi bir köyde veya kırda bulunur ve namazlarını cemaatle kılmazlarsa, şeytan onlara hâkim olur. Öyleyse cemaatten ayrılma. Çünkü kurt ancak sürüden ayrılan koyunu yer.” (Ebû Dâvûd, Salât, 47 [547]) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.s.) cemaatle kılınan namazın sevabının, tek başına kılınandan 27 derece daha fazla olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249 [650]). Bu ve benzeri hadisler ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayın, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir. Hanefî ve Mâlikîlere göre ise cuma namazı dışındaki farz namazları cemaatle kılmak, gücü yeten erkekler için müekked sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Bu itibarla cemaate gitmeye engel bir durum olmadıkça beş vakit namaz cemaatle kılınmaya çalışılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), camiye giderken atılan her adımdan dolayı kişinin bir derece yükseltilip, bir günahının silineceğini haber vermiştir (Buhârî, Ezân, 30 [647]; Ebû Dâvûd, Salât, 49 [559])." "İmamın, kendisine uyan kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekir mi? Kendi başına namaz kılan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir mi?","İmamın imamet için yaptığı genel niyet, kadınları da kapsar. Yani kadınlar için ayrıca niyet etmesi gerekmez. Fakat imamete niyet etmeyip kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyamaz. Şâfiî mezhebine göre ise imamın, gerek erkeklere gerekse de kadınlara imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmayıp müstehaptır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/502). Bundan dolayı kendi başına namaz kılmakta olan bir erkeğe, bir kadın sonradan gelip uyabilir." İmama uyan kimse nasıl niyet eder?,"Niyet, namazın şartlarından biridir. Kişinin farz, vacip veya nâfile namazlardan hangisini ve hangi vaktin namazını kılacağını, tek başına mı yoksa imama uyarak mı ifa edeceğini niyetinde belirlemesi gerekir. Önemli olan bunların kalben bilinmesidir; dil ile söylenmesi ise bu konudaki iradesinin pekiştirilmesi açısından güzel görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/46). Buna göre, namazını imama uyarak kılacak kişinin, kalben niyet etmesi gerekir; aksi takdirde imama uymaya niyet etmeden kılacağı namaz geçersiz olur. Ayrıca, diliyle “uydum hazır olan imama” demesi de uygun olur." "Farz, vacip ve nafile namazların hangileri cemaatle, hangileri tek başına kılınmalıdır?","Cuma namazını kılmakla yükümlü olan erkeklerin, Cuma namazını camide cemaatle kılmaları farz; beş vakit namazın farzlarını cemaatle camide kılmaları ise Hanefîler'e ve Mâlikîlere göre müekked/kuvvetli sünnettir. Cemaatle namaz kılmanın önemini belirten hadislerden ve ilgili âyetlerden hareketle Hanbelîler beş vakit namazın cemaatle kılınmasının, erkekler için farz-ı ayn, Şâfiîler ise farz-ı kifâye olduğunu söylemişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/56-57; Kâsânî, Bedâî’, 1/155; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/368-369). Ramazan ve Kurban Bayramı namazları vacip namazlardan olup cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/85). Sünnet namazlardan teravih namazı cemaatle kılınabilir. Teravih namazı cemaatle kılındığında vitir namazı da cemaatle kılınabilir. Ramazan ayının dışında vitir namazını cemaatle kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/69). Nâfile namazlardan küsûf (güneş tutulması) namazı ve İmameyn’e göre istiskâ namazı da cemaatle kılınır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/70-72). Bunların dışındaki tüm sünnet ve nâfile namazları herkesin tek başına kılması uygun, cemaatle kılması ise mekruh görülmüştür (Serahsî, el-Mebsût, 2/144). Nâfile namazlardan olan tesbih namazının (Ebû Dâvûd, Tatavvu, 14 [1297]) cemaatle kılınabileceğine dair kaynaklarımızda bir bilgi bulunmadığından bu namazın da tek başına kılınması daha uygundur." Bir farz namazı kılmış veya kıldırmış olan kimse aynı namaz için başka bir cemaate namaz kıldırabilir mi?,"İmam, kılınan namazın türü itibarıyla, kendisine uyan kişiden aşağı durumda olmamalıdır. Ancak cemaat imamdan daha aşağı durumda olabilir. Buna göre; nâfile namaz kılan kimse farz namaz kılana imam olamaz; fakat farz namaz kılan ise nâfile namaz kılana imam olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58-59; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/371; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/590; Desûkî, Hâşiye, 1/339); Buhûtî, er-Ravd, 134). Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: ‘‘Farz namaz, bir günde iki kere kılınamaz ” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/285; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/206). Bir vaktin namazı iki kere kılınamayacağına göre, ikinci kere kılınan namaz nâfile olacaktır. Bu durumda imam cemaatten daha alt konumda olacağından o kişinin imamlığı geçerli olmaz. Şâfiî ve Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre farz namaz kılacak olan kişi, nâfile namaz kılana uyabilir. Bu ictihadlara göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse aynı vakit için başkalarına imam olabilir. Kendi kıldığı nâfile, cemaatin namazı da farz olarak geçerli olur (Mâverdî, el-Hâvî, 2/316; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/166))." "Kadın, kadınlara namaz kıldırabilir mi?","Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre bir kadının, kadınlara namaz kıldırmasında bir sakınca yoktur. Bu görüşte olanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırmasına izin vermesini (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/405 [27324]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]) delil gösterirler. Hanefî mezhebine göre kadının, kadınlara namaz kıldırması caiz olmakla birlikte, mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/59). Kadının kadınlara namaz kıldırması hâlinde, cemaatten öne geçmeyip diğer kadınların hizasında/arasında durması gerekir (Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/140-141 [5080]; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/148; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/575-576)." Kadınlar erkeklere namaz kıldırabilir mi?,"Kadının erkeklere namaz kıldırması, bütün mezheplere göre caiz değildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/146); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/576; Cezîrî, el-Mezâ- hibü’l-erbe'a, 1/372). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ümmü Varaka’ya kendi ev halkına namaz kıldırabileceği yönünde verdiği izin (Ebû Dâvûd, Salât, 62 [591]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/597 [1909]), sadece ona özel bir uygulama olarak değerlendirilmiştir. Diğer bazı yorumlara göre ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu izni, o evdeki veya mahalledeki kadınlara namaz kıldırabileceğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Dikkat edin! Hiçbir kadın erkeğe imam olmasın.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-Salavât, 78 [1081]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/128 [5129]) şeklindeki buyruğu da bunu göstermektedir. Nitekim asr-ı saadet de dâhil olmak üzere tarihî süreç içinde bunun bir başka örneği de görülmemiştir. Bunu caiz görmek, dinde olmayan bir şeyi dine sokmaktır ki buna bid’at denilir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bidatin dalalet olduğunu haber vermiştir (Müslim, Cum'a, 43 [867]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6 [4606])." Büyük günah işleyen kişinin namaz kıldırması caiz midir?,"Namaz kıldıracak kişinin, imamet ehliyetine sahip olması gerekir. Kur’ân okuyamayan, namazın nasıl kılınacağını bilmeyen ve akıl sağlığı yerinde olmayan kişi ile erginlik çağına ulaşmamış çocuğun namaz kıldırması caiz değildir. Haramı helal, helali haram saymadıkça büyük günah işlemiş de olsa Müslüman bir kişi, namaz kıldırabilir; arkasında kılınan namaz da sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İyi ve kötü (muttaki ve günahkâr) her Müslümanın arkasında namaz kılınız.” (Dârekutnî, es-Sünen, 2/404 [1768]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 64 [594]; Cihâd, 34 [2533]) buyurmuşlardır. Hadiste bir ilke ortaya konulmaktadır; o da, mümin olan ve namaz kıldırabilecek asgari bilgiye sahip olan bir kimsenin namaz kıldırabileceğidir (Serahsî, Şerhu siyeri’l-kebîr, 1/156-157; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/370). Ancak imamın günah işlemekten sakınan, cemaat tarafından sevilen, güzel ahlaklı bir kimse olması tercih edilir. Bu vasıflara sahip birisi varken, fasık yani açıkça büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/350; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/560; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/23)." "Kur’ân okuyamayan, okuyabilene namaz kıldırabilir mi?","Namazı geçerli olacak kadar Kur’ân okuyamayan, okuyabilene imamlık yapamaz. Çünkü imamın durumu, kendisine uyan kimselerin durumundan daha aşağı olmamalıdır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/366; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/144)." Kekeme olan kimse başkalarına namaz kıldırabilir mi?,"İmamın özürden uzak ve salim/düzgün bir kıraate sahip olması gereklidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/557-558). Dilinde kekemelik olan kişi Kur’ân-ı Kerîm'i doğru olarak okuyabiliyorsa başkalarına imam olabilir. Ancak doğru ve düzgün bir şekilde okuyamıyorsa, kendisi gibi kekeme olanlara imamlık yapabilirse de kıraati düzgün olanlara imam olamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/581-582; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/145)." Cuma namazının hükmü nedir?,"Cuma namazı âkil, bâliğ, mukîm ve mazereti olmayan erkeklere farz-ı ayındır. Farz oluşu Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Cum'a, 62/9-10) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cuma namazına gitmek, ergenlik çağına ulaşmış her Müslüman erkeğe farzdır.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 124 [342]; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/245-246 [5577-5579]) buyurmuştur. Cuma namazı, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden günümüze kadar kılınagelmiş ve bunun farz olduğu konusunda herhangi bir farklı görüş ortaya çıkmamıştır." Cuma namazı kaç rek'attır?,"Cuma namazının farzı iki rek'attır. Bunun yanında farzdan önce dört rek'at, farzdan sonra dört rek'at olmak üzere sekiz rek'at da sünneti vardır (Kâsânî, Bedâî’, 1/269-285). İmam Ebû Yûsuf’a göre ise farzdan sonra kılınacak sünnet bir selâmla dört ve bir selâmla iki rek'at olmak üzere toplam altı rek'attır. Bu görüşün Hz. Ali’den (r.a.) rivâyet edildiği nakledilmektedir (Kâsânî, Bedâî’, 1/285)." Zuhr-i âhir namazı nedir? Bu namazı kılmak gerekir mi?,"Zuhr-i âhir, son öğle namazı demektir. Bazı İslâm bilginleri, bir yerleşim yerinde birden fazla mescitte cuma namazı kılındığında ilk kılınan cumanın dışındakilerin sahih olmama ihtimaline binaen, ihtiyaten o günkü öğle namazının kılınmasını önermişlerdir. Zuhr-i âhir adıyla kılınan bu namaz, cuma namazına dâhil değildir. Hz. Peygamber’den ve ilk dönemlerden gelen rivâyetler arasında bu isimle kılınmış bir namaz yoktur. Zuhr-i âhir, İslâm coğrafyasının genişlemesi ve şehirlerde nüfusun kalabalıklaşması sonucu, cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde olduğu gibi bir şehirde bir tek camide kılınmasının mümkün olmaması, birden fazla camide cuma namazının kılınması zorunluluğunun ortaya çıkması ile gündeme gelmiş bir namazdır. Gerekçesi de birden fazla camide kılınan cuma namazlarından ilk önce kılınanın geçerli olacağı, diğer camilerde kılınan namazın ise geçersiz olabileceği varsayımıdır. İşte bu şüpheli durumdan kurtulmak için içinde bulunulan cuma vakti kastedilerek ihtiyaten, zuhr-i âhir yani “vaktine ulaşılıp da eda edilemeyen son öğle namazı” niyeti ile dört rek'atlık bir namaz kılınması bazı âlimlerce uygun görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-147; Karâfî, ez-Zehîra, 2/354-355; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/248; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544-545). Cuma namazının tek camide kılınması, cumanın anlamına uygun olmakla birlikte, kalabalık şehirlerde bunun yerine getirilmesi mümkün olmamaktadır. Zaten Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre, herhangi bir kayıt olmaksızın bir şehirde birden çok camide cuma namazı kılınabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/145-146). İmam Şâfiî de Bağdat’a gittiğinde cuma namazının birden fazla yerde kılındığını görmüş ve buna karşı çıkmamıştır (Nevevî, el-Mecmû’, 4/585; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/544). Böyle olunca, her bir camide kılınan cuma namazının ayrı ayrı geçerli olması, bu yönden aralarında bir fark gözetilmemesi esas olup cuma namazı kılanların ayrıca zuhr-i âhir (son öğle namazı) kılmaları gerekmez." Cuma namazının sahih olması için şehirde kılınması şart mıdır?,"İslâm bilginleri cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde bir yerleşim birimi olmasını şart koşmuşlardır. Bu hüküm Hz. Peygamber’in (s.a.s.), şehir veya şehir hükmündeki bir yerin dışında Cuma namazının kılınmayacağına dair hadisine dayanmaktadır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/179). Kaynaklarda geçen bu şehir şartının günümüzde, büyük veya küçük yerleşim birimi olarak anlaşılması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), ilk cuma namazını, Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Salim b. Avf oğullarının ikamet ettiği Rânûnâ adı verilen bir vadide kıldırmıştır (İbn Hişâm, es-Sîre, 1/494). Ayrıca Hz. Peygamber “Bir yerleşim biriminde, sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazı kılmak farzdır.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255) buyurmuştur. Buna göre, farzı eda edecek sayıda cemaatin bulunduğu köy, belde, şehir gibi büyük veya küçük tüm yerleşim birimlerinde kılınan cuma namazı sahihtir. Şu kadar var ki, nerede kılınırsa kılınsın dinen yetkili mercilerden izin alınması gerekir." Cuma namazı en az kaç kişiyle kılınabilir?,"Cuma namazının sahih olması için cemaatin şart olduğu konusunda bütün bilginler ittifak etmekle birlikte, gerekli görülen asgari sayının kaç olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Cuma namazının kılınabilmesi için İmam Ebu Hanife’ye göre imamın dışında en az üç; İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise imamın dışında en az iki kişi bulunması gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/60). Her ne kadar İmam Şâfiî kavli cedîdinde cuma namazının sahih olması için kırk kişinin bulunması şart koşulmuşsa da kavli kadiminde imam dâhil üç kişinin bulunması yeterli görülmüştür. Hanbelî mezhebine göre ise en az kırk kişi bulunmalıdır (Nevevi, el-Mecmu’, 4/502; Zekeriya el-Ensârî, el-Gurer, 2/8; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/242). Mâlikî mezhebine göre ise on iki kişinin bulunması şarttır (Haraşi, Şerhu Muhtasar, 2/76-77). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinden önce Nakîu’l-Hadamat’ta kılınan cuma namazında kırk kişi hazır bulunmuştu (İbn Mâce, İkâmetu’s-Salavât, 78 [1082]). Ancak daha az kişi ile cuma namazı kılındığı da bilinmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emri ile Mus’ab b. Umeyr Medine’de 12 kişiye cuma namazını kıldırmıştır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Resûlullah (s.a.s.) , cuma namazını kıldırırken, ticaret kervanının geldiğini haber alan cemaatten on iki kişi dışında hepsinin dışarı çıktığı rivâyeti de sahih hadis kaynaklarında yer almaktadır (Buhârî, Cum'a, 38 [936]). Öte yandan Hz. Peygamber bir yerleşim biriminde sadece dört kişi bulunsa bile, cuma namazının farz olduğunu bildirmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/255 [5617]). Görüldüğü üzere Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen rivâyetler, biri imam olmak üzere en az dört kişinin bulunduğu yerde cuma namazının kılınabileceğini göstermektedir. Bu da cuma namazının kılınabilmesi için gerekli kişi sayısının alt sınırını belirler." Cuma namazında iç ezanı okumanın hükmü nedir?,"Cuma günü öğle vaktini bildiren ezân, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde cami içinde hatip minbere çıktıktan sonra okunan iç ezândı. Bu sebeple cuma günü hutbeden önce okunan iç ezânın, hatibin huzurunda olması hutbenin sünnetlerindendir. Hz. Osman (r.a.) döneminde şehrin genişlemesi ve iç ezânın her tarafta duyulmaması üzerine, namaz vaktinin girdiğinin bildirilmesi maksadı ile dışarıda ezân okutulmaya başlandı. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulaması olan iç ezânın da okunmasına devam edildi (Kâsânî, Bedâî’, 1/152)." Büluğa ermeyen çocukların hutbe okuması caiz midir?,"Baliğ (ergen) olmayan ancak âkil olan çocuk, yetkili merciin izniyle hutbe okuyabilir, fakat namazı yetişkin bir kimsenin kıldırması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/162; Şeyhîzâde, Mecme’u’l-enhur, 1/172)." Hutbede Hz. Peygamber'in adı geçtiğinde salavat getirilebilir mi; yapılan duaya âmin denilebilir mi?,"Cuma namazında hutbe okunurken cemaatin konuşmayıp dinlemesi, selâm alıp vermemesi ve başka bir işle meşgul olmaması gerekir. Konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.); “Cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına (yalnızca) ‘dinle’ desen (bile yine) boş, lüzumsuz konuşmuş olursun.” (Buhârî, Cum‘a, 36 [934]; Müslim, Cum‘a, 11-12 [851]) buyurarak hutbenin dinlenmesi hususundaki hassasiyeti dile getirmiştir. Hutbe okunurken camiye gelen kimse, ilk sünneti kılmayıp oturmalı ve hutbeyi dinlemelidir (Kâsânî, Bedâî’, 1/263-264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158; Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 96). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm bilginleri hatibin, ikinci hutbede müminler için af ve mağfiret dilemesi, onların afiyet ve esenlik içinde olmaları için Allah’a (c.c.) dua etmesinin mendup olduğunu söylemişlerdir. Hatibin minbere çıkışından namaz bitinceye kadar geçen süreyi bir bütün olarak değerlendiren Hanefî âlimleri, namazda yasak olan her şeyin hutbede de yasak olduğu kuralını esas almışlardır. Bu itibarla hatibin dikkatle dinlenmesi, cemaatin konuşmayıp susması, selâm alıp vermemesi, nâfile namaz kılmaması gerektiğini, ancak hutbede dua edilirse sessizce ‘âmin’ demenin veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi zikredilirse sessizce salât-ü selâm okumanın caiz olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/159). Fakat sesli bir şekilde ‘âmin’ demek doğru değildir (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 97). Sonuç olarak hutbe esnasında cemaat, hatibi dinler, konuşmaz ve başka işlerle uğraşmaz. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okuyabilir ve hatibin duasına yine sessizce ‘âmin’ diyebilir (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159)." Hutbede Türkçe dua edilebilir mi?,"Duanın belli bir dilde yapılması şart değildir. Çünkü dua kulun Yüce Allah’a yönelmesi, O’na yalvarması ve O’ndan istemesidir. Dolayısıyla kişinin ne istediğini bilecek şekilde kendi diliyle dua etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan veya Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen duaların mümkün olduğunca kendi aslî şekilleriyle yapılması daha uygundur. Bu itibarla hutbe dualarının da aslî biçimleriyle yapılmasına gayret edilmelidir. Bununla birlikte ikinci hutbenin sonunda, cemaatin anlayabileceği bir dilde dua yapılmasının önünde de bir engel bulunmamaktadır." Cuma hutbesinde yapılan duaya 'amin' demek caiz midir?,"İslâm âlimleri, gerek cuma hakkındaki hadisleri, gerekse Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alarak hutbenin esasını teşkil eden rükünler ile sahih bir hutbede uyulması gereken şartları ve hutbenin adabını tespit etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Hatip hutbe îrad ederken cemaatin konuşmasının doğru olmadığını ifade eden hadisler vardır (Buhârî, Cum'a, 36 [934]; Müslim, Cum'a, 11 [851]; Muvatta', Cum'a, 6; Ebû Dâvûd. Salât, 234 [1112]; Tirmizî, Cum'a, 368 [512]; Nesâî, Cum'a, 22 [1401]). Hanefî ve Şâfiîler bu hadislere dayanarak hutbe esnasında konuşmayı mekruh; Hanbelî ve Mâlikîler haram kabul etmişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/553). Diğer taraftan yine Resûlullah’ın (s.a.s.) uygulamasını göz önüne alan İslâm âlimleri hutbede müminlere dua etmenin mendup veya rükün olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, 1/263). Buna göre, hutbenin dinlenmesi, bu esnada başka işlerle uğraşılmaması ve konuşulmaması gerekir. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ismi anıldığında sessizce salavat okunması, hatibin duasına ‘âmin’ denmesi, konuşma olarak değerlendirilmediğinden, bunların yapılmasında bir sakınca yoktur (bk. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi’, 1/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/158-159)." Farz namazlarla birlikte kılınan sünnet namazların dayanağı nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların öncesinde ve sonrasında sünnet namazları kılmış ve ümmetine de tavsiye etmiştir. Bundan dolayı vakit namazlarıyla birlikte eda edilen düzenli (revâtib) sünnetler imkânlar ölçüsünde kılınmalıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) bir hadislerinde, “Her kim öğle namazından önce dört rek’at, sonra iki rek’at, akşamdan sonra iki rek’at, yatsıdan sonra iki rek’at, sabahtan önce de iki rek’at olmak üzere 12 rek'at sünnet/nâfile namaz kılmaya devam ederse, Allah da o kimseye cennette bir köşk inşa eder.” (Tirmizî, Salât, 189 [414]; bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 101 [728]) buyurmuştur. İkindi namazı ile ilgili olarak da “İkindiden önce dört rek'at namaz kılana Allah merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 8 [1271]; Tirmizî, Salât, 201 [430]) demiştir." Vakit namazlarının farzlarıyla birlikte kılınan sünnetleri terk etmenin sakıncası var mıdır?,"Farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan revâtib sünnetler, müekked ve gayrimüekked sünnetler olmak üzere iki kısımdır. Müekked sünnet, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sürekli kıldığı fakat bağlayıcı olmadığını göstermek amacıyla bazen terk ettiği; gayrimüekked sünnet ise bazen kıldığı, bazen de terk ettiği sünnet demektir. Gayrimüekked sünnetlere müstehap da denilmektedir. Müekked sünnetleri mazeret olmadan terk etmek doğru değildir. Mazeretsiz terk edilmeleri, ‘isâet’ yani yanlış ve kusurlu bir davranış olur; ancak azap gerektirmez. Gayri müekked sünnetler ise mazeret olmadan da bazen terk edilebilirler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/103-104, 474, 478)." Nafile namazları camide mi yoksa evde mi kılmak daha faziletlidir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), farz namazların cemaatle kılınmasını tavsiye etmiş ve “Cemaatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30 [645]; Müslim, Mesâcid, 249-250 [650]) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde ise “Eğer insanlar yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmanın sevabını bilselerdi emekleyerek de olsa cemaate katılırlardı.” (Buhârî, Ezân, 32 [654]; Müslim, Salât, 129 [437]) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), gerek beş vakit farz namazların öncesinde ve sonrasında, gerekse farz namazlardan ayrı olarak sünnet ve nâfile namaz kılar; sünnet ve nâfile namazların evde kılınmasının daha uygun olacağını belirtirdi. Bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ey İnsanlar! Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü, insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân, 81 [731]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 213 [781]). Başka bir hadislerinde ise Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz farz namazını mescidde kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira Allah Teâlâ, bu nâfile namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 210 [778]) buyurmuş; hatta “Namazın bir kısmını (yani nâfileleri) evlerinizde kılınız, evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât, 52 [432]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 208 [777]) uyarısında bulunmuştur. Buna göre, farz namazların sünnetleri dâhil tüm nâfile namazların camide kılınması mümkün olmakla birlikte, evlerde kılınması daha faziletlidir." "Sağlık ve güvenlik gibi alanlarda çalışan bir kimse namazların sadece farzını kılıp, sünnetleri terk edebilir mi?","Vakit namazlarının öncesinde ve sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve bu namazlarda oluşabilecek eksiklikleri tamamlayıcı ibadetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bağlı olmanın bir göstergesi kabul edilmiştir. Bu itibarla bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) bazı hadis-i şeriflerinde kulun mahşer gününde hesaba çekilirken eksik farz namazlarının, nâfile namazlarla tamamlanacağını beyan etmişlerdir. Ebû Hureyre’nin (r.a.) Resûlullah’tan (s.a.s.) naklettiği bir hadiste şöyle buyrulur: “Kıyamet gününde Müslüman kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazları tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi hâlde şöyle denir: Bakın bakalım, bunun nâfile namazı var mıdır? Eğer nâfile namazları varsa, farzların eksiği bu nâfilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır.” (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 202 [1425]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 148 [864]). Şu hâlde farz namazlar ile birlikte kılınan düzenli nâfileler (revâtib sünnetler) de kılınmalıdır. Önemli mazeretleri olanlar ise alışkanlık hâline getirmemek kaydıyla gerektiğinde bu sünnetleri terk edebilirler." Cemaate yetişmek için sabah namazının sünneti terk edilebilir mi?,"Sünnetler içerisinde en kuvvetlisi, sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık namazdır. Çünkü Hz. Peygamber’den (s.a.s.) bu namazın çok daha faziletli olduğuna dair, diğer nâfile namazlar hususunda söylenmeyen sözler varid olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sabah namazının iki rek'atı, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 96 [725]) buyurmuştur. Herhangi bir farz namaz için ikâmete başlandığında veya imam namaza başladığında nâfile namaz kılmak mekruh olup, cemaate katılmak gerektiği hâlde, faziletinden dolayı sabah namazının farzından önce kılınan iki rek'atlık sünnet bundan istisna edilmiştir (Kâsânî, Bedâi’, 1/297). İmkân olduğunda bu faziletin kaçırılmaması gerekir. Bu itibarla bir kimse cemaatle kılınan sabah namazının farzının son rek'atına veya bazı görüşlere göre teşehhüdüne yetişebileceğini düşünüyorsa, sünneti kılmalıdır. Buna mukabil kişi, sünnetle meşgul olduğu takdirde farzın tamamını kaçıracağından endişe ederse sünneti terk ederek cemaate katılması gerekir (İbn Mâze, el-Muhît, 1/448-449; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/56)." Öğle ve yatsının son sünnetleri dört rek'at olarak kılınabilir mi?,"Öğle ve yatsı namazlarının son sünneti, iki rek'at olarak kılınabileceği gibi dört rek'at olarak da kılınabilir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğle namazının son sünnetini dört rek'at kılmayı tavsiye ettiğine dair rivâyetler bulunduğu gibi (Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 7 [1269]; Tirmizî, Salât, 200 [426-428]), iki rek'at kıldığı ve tavsiye ettiğine dair rivâyetler de mevcuttur (Buhârî, Teheccüd, 29, 34 [1172, 1180]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 104 [729]). Ancak iki rek'at kılındığına yönelik rivâyetler daha kuvvetli ve meşhur olduğundan tercih edilmiş ve genel olarak uygulama bu yönde yerleşmiştir." İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünnetinin birinci oturuşlarında niçin “salli” ve “barik” ve üçüncü rek'atın başında “sübhâneke” duaları okunur?,"Hanefîlerde öğle ile cuma namazlarının ilk sünnetleri hariç genel olarak nâfile namazların her iki rek'atı müstakil bir namaz sayıldığı için ilk oturuşlar da son oturuş konumunda olur. Bunun için ikindi ile yatsı namazlarının farzlarının öncesinde kılınan nâfile namazların ilk oturuşlarında “Salli” ve “Bârik” duaları okunur. Aynı gerekçe ile ilk oturuştan kalktıktan sonra başlanacak rek'atta da “Sübhâneke” okunur (Bilmen, İlmihal, 141-142)." Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlarda kaç rek'atta selâm vermek daha faziletlidir?,"Gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir, gündüz kılınanlarda ise dört rek'atta bir selâm vermek Hanefîler'e göre daha faziletlidir. Gündüz kılınan namazlarda bir selâmla dört rek'attan, gece namazlarında ise tek selâmla sekiz rek'attan fazla nâfile kılmak mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/67-68; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/394). Şâfiîlere göre hem gündüz hem de gece kılınan nâfile namazlarda iki rek'atta bir selâm verilir (Mâverdî, el-Hâvî, 2/289; Merğinânî, el-Hidâye, 1/67)." Hâcet namazı nasıl kılınır?,"Bir Müslüman, ihtiyacı olan bir şeyi elde etmek için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışmalı ve sonucunu da Allah’tan beklemelidir. Bununla birlikte ahirete veya dünyaya ait bir dileğin gerçekleşmesi isteği ile Allah rızası için namaz kılması da uygundur. Kılınan bu namaza “Hâcet namazı” denir. Bu konuda Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kişi, ihtiyacı olan bir şeyi Allah’tan veya bir insandan isteyeceği zaman önce güzelce abdest alsın, sonra iki rek'at namaz kılsın. Sonra Allah’ı anıp Resûlullah’a salavat getirsin ve şöyle desin: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ الحَلِيمُ الكَرِيمُ، سُبْحَانَ اللهِ رَبِّ العَرْشِ العَظِيمِ، الحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ العَالَمِينَ، أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لاَ تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلاَّ غَفَرْتَهُ وَلاَ هَمًّا إِلاَّ فَرَّجْتَهُ وَلاَ حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلاَّ قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ. “Hilim ve kerem sahibi Allah’tan başka ilah yoktur. Ulu arşın Rabbi Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini kazandıracak sebepleri, her çeşit iyiliği elde etmeyi ve her türlü günahtan kurtulmayı senden niyaz ediyorum. Affetmediğin hiçbir günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Rızana uygun olan her türlü dileğimi kabul buyur!” (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]). Hâcet namazı dört veya iki rek'at olarak kılınabilir. On iki rek'at kılınabileceği şeklinde de rivâyet vardır. Bu namazı dört rek'at kılacak olan kişi, birinci rek'atında Fâtiha sûresinden sonra üç defa Âyetü’l-kürsî, diğer üç rek'atında da birer Fâtiha ile birer İhlas, Felak ve Nâs sûrelerini okur. Sonra da yukarıda zikredilen duayı yapar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/28)." Tahiyyetü’l-mescid namazının hükmü nedir? Kerâhet vakitlerinde kılınması caiz midir?,"Tahiyyetü’l-mescid namazının, camiye girildiğinde kılınması sünnettir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), söz konusu namazla ilgili olarak; “Sizden biriniz mescide girdiğinde oturmadan iki rek‘at namaz kılsın.” (Buhârî, Salât, 60 [444]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 69 [714]) buyurmuştur. Tahiyyetü’l-mescid namazı Hanefîler'e göre iki veya dört, Mâlikîlere göre ise iki rek'at kılınır. Şâfiîlere göre aslolan iki rek'at olmakla birlikte Şâfiî ve Hanbelîler bu niyetle istendiği kadar namaz kılınabileceğini ifade etmişlerdir. Hanefîler, nâfile namaz kılmanın mekruh sayıldığı vakitlerde tahiyyetü’l-mescid namazının kılınamayacağı kanaatindedir. Şâfiîlere göre tahiyyetü’l-mescid mutlak değil sebebe bağlı nâfile namazlardan olduğu için bu vakitlerde de kılınabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/311). Ezân okunduğu sırada mescide giren kimsenin bu namazı kılması Hanefîler'e göre mekruh iken Şâfiîlere göre mekruh değildir. Ancak müezzin kâmet getirirken veya cemaatle namaza başlandığında mescide giren kişinin tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğu hususunda fakihler görüş birliği içindedir. Hanefîler, cuma namazında hatip minberde iken mescide giren kimsenin oturup hutbeyi dinlemesi gerektiğini ve tahiyyetü’l-mescid kılmasının mekruh olduğunu söylemiştir. Şâfiîlere göre ise uzatmamak ve iki rek‘atı geçirmemek şartıyla kılınmalıdır. Mescide giren kişinin, meşguliyet veya kerâhet vaktinin girmesi gibi sebeplerle bu namazı kılamaması durumunda, “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü va’llâhü ekber” demesi müstehaptır; bazı âlimler buna “ve lâ havle ve lâ kudrete illâ bi’llâhi’l-aliyyi’l-azîm” cümlesini de eklemiştir. Hanefîler, herhangi bir namazı kılmak veya farz namazı cemaatle kılmak suretiyle de mescidin hakkının verileceğini, dolayısıyla en az iki rek‘at farz veya nâfile namazı kılmak niyetiyle mescide giren kişinin kıldığı bu namazın, niyet etmese bile tahiyyetü’l-mescid yerine geçeceğini ve onun sevabını da kazanacağını belirtmişlerdir (Kâsânî, Bedâi’, 2/166, 191; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/18). Mescid-i Harâm’ın tahiyyesi Kâbe’yi tavaf etmektir; tavaf niyetiyle oraya giren hemen tavafa başlamalı, tavaf niyeti olmaksızın giren ise tahiyyetü’l-mescid namazı kılmalıdır." Teravih namazının hükmü ve mahiyeti nedir?,"Terâvîh namazı Ramazan ayında, yatsı namazından sonra sabah namazı vaktine (fecrin doğuşuna) kadar kılınabilen nâfile namazın ismidir. Hadisi şeriflerde ramazan gecelerinin ihyası olarak nitelendirilen bu namaza dört rek‘atta bir dinlenme amacıyla biraz araverildiğinden ""terâvîh"" denmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashabıyla beraber cemaat hâlinde bu namazı kılmış, onların iştiyakını görünce farz olur endişesiyle cemaatle kılmayı terk ederek yalnız kılmaya devam etmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Yine Hz. Peygamber, “Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan namazını (teravih) kılarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır.” (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2009]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 173-175 [759-760]) buyurarak teravih namazına teşvik etmiştir. Bu bakımdan teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Teravih namazını dört rek'atta bir selâm vererek kılmak caiz ise de iki rek'atta bir selâm vererek kılmak daha faziletlidir. Bu namazın her dört rek'atının sonunda bir miktar oturup dinlenmek müstehaptır. Bu dinlenmelerde tehlîl (lâ ilâhe illallah) ve salavât ile meşgul olunması uygundur." Teravih namazının vakti ne zamandır? Yatsı namazını kılmadan önce teravih kılınsa geçerli olur mu?,"Teravih ve vitir namazının vakti, yatsı namazının vaktidir. Ancak hem teravih hem de vitir namazı, yatsı namazının farzından sonra kılınır. Bu itibarla yatsı namazının farzından önce kılınan teravih ve vitir namazlarının iade edilmesi gerekir. Eğer vakit çıkmış ise; teravihin kazası gerekmez, vitrin kazası gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426, 469; Kâsânî, Bedâi‘, 1/290)." Teravih namazı kaç rek'attır?,"Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldığı teravih namazlarının kaç rek'at olduğu konusunda, üzerinde ittifak edilen bir rivâyet bulunmamaktadır. Her ne kadar onun vitir dâhil yirmi üç rek'at teravih kıldığı yönünde bazı rivâyetler varsa da (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/164 [7692]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 2/698 [4286]) bunlar fukaha tarafından farklı değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bu konuda Hz. Âişe’nin, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan ayındaki gece namazlarıyla ilgili hadisinden ve Hz. Ömer’in teravihin cemaatle kılınmasını başlatmasıyla ilgili haberlerden hareketle bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Resûlullah’ın (s.a.s.) Ramazan’daki gece namazları sorulduğunda, Hz. Âişe, “Resûlullah, Ramazan ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir rek'attan fazla (nâfile namaz) kılmamıştır.” (Buhârî, Teheccüd, 16 [1147]; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 125 [738]) karşılığını vermiştir. Başka bir rivâyette bu sayı on üç olarak zikredilmektedir (Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn, 123-124). Öncelikle bu hadisin teravih namazı hakkında olduğu konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Diğer taraftan Hz. Âişe’nin, Allah’ın elçisinin Ramazan ayında ve Ramazan dışındaki gecelerde on bir veya on üç rek'at namaz kıldığını belirtmesi, onun teravih dışında devamlı olarak kıldığı bir gece namazının bulunduğunu göstermektedir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nâfile olmak üzere namaz kıl. Umulur ki Rabbin, seni övgüye değer bir makama gönderir.” (el-İsrâ, 17/79) buyrulmaktadır. Yukarıda zikredilenlerden, söz konusu sorunun, Ramazan ayında Hz. Peygamber’in diğer ibadetlerinde olduğu gibi gece namazlarında da bir artış olup olmadığını öğrenmek amacıyla sorulduğu ve teravih namazıyla bir ilişkisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Âişe’den rivâyet edilen, “Resûlullah (s.a.s.) Ramazan’ın son on günü girdiğinde gecelerini (ibadet ve zikirle) ihya eder, ailesini uyandırır, ibadete daha da yoğunlaşırdı.” (Müslim, İ‘tikâf, 7-8 [1174-1175]; bk. Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 5 [2024]) hadisi bu görüşü desteklemektedir. Diğer yandan, bu hadisin teravihin meşru kılınmasından önce mi yoksa sonra mı olduğu da belli değildir. Hz. Ömer zamanındaki cemaatle kılınan teravih namazlarının rek'atları konusunda yirmi ve on bir rek'at şeklinde iki rivâyet vardır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/162-163 [7671-7683-7684]). Kaynaklarımızda Hz. Ömer’in dönemiyle ilgili farklı rivâyetler olmakla birlikte daha sonra teravihin yirmi rek'at olarak yerleştiği ve günümüze kadar da cemaatle kılınarak böyle devam ettiği ifade edilmiştir (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/450; ‘Aynî, ‘Umde, 11/126-127; Mâverdî, el-Hâvî, 2/290-291; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 3/53). Teravih namazı, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinden başlayarak günümüze kadar cemaatle yirmi rek'at olarak kılınmıştır. Sahabeden kimse buna itiraz etmemiş ve âlimler tarafından da bu şekilde kabul edilmiştir. Günümüzde, başta ülkemiz olmak üzere pek çok İslâm ülkesinde teravih namazı cemaatle 20 rek'at olarak kılınmaktadır. Şunu ifade etmek gerekir ki teravih namazı nâfile bir ibadet olduğundan, farz gibi telakki edilmesi doğru değildir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazının evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rek'at kılınması hâlinde sünnet yerine getirilmiş olur. Ancak cemaate iştirak etmeye çalışmak daha iyidir." Teravih namazı tek niyetle kılınabilir mi?,"Teravih namazına başlarken niyet ettikten sonra her selâm verişte yeniden niyet etmenin şart olup olmadığı konusunda Hanefî âlimleri farklı görüşlere sahiptir. Tercih edilen görüşe göre teravih namazı bir bütün olduğundan her iki veya dört rek'atta selâm verdikten sonra yeniden niyet etme zorunluluğu bulunmamaktadır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/74-75; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/117)." Teravih namazını cemaatle kılmanın hükmü nedir?,"Nâfile namazların tek başına kılınması daha faziletli olduğu hâlde, teravih namazının cemaatle kılınması Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla sabittir. Nitekim Hz. Peygamber teravih namazını birkaç defa cemaate kıldırmış, ancak daha sonra farz olur düşüncesiyle cemaate kıldırmaktan vazgeçmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2012]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 177-178 [761]). Hz. Ömer (r.a.) halife olunca, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldıklarını görüp, tekrar cemaatle kılınmasının daha uygun olacağını düşünmüş ve sahabeyle istişare ederek bu namazın yeniden cemaatle kılınması uygulamasını başlatmıştır. Halkın vecd içinde bu namazı kıldıklarını görünce, “Ne güzel bir âdet oldu” diyerek memnuniyetini belirtmiştir (Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]). Hz. Ali (r.a.), bu uygulama sebebiyle “Ömer mescitlerimizi teravihin feyziyle nurlandırdığı gibi Allah da Ömer’in kabrini öyle nurlandırsın.” (İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dımaşk, 44/280 [9808]) diye dua etmiştir." Kadınlar teravih namazını camide kılabilirler mi?,"Hz. Peygamber (s.a.s.), kadınların mescide gelebileceklerini, ancak evdeki ibadetlerinin daha üstün olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hanımlarınızın mescidlere gitmesine engel olmayın. Fakat evleri onlar için daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 53 [567]; bk. Buhârî, Cum‘a, 13 [900]; Müslim, Salât, 136 [442]). Hz. Peygamber’in, kadınların mescide gitmelerine izin verdiği, hatta Ramazan ve Kurban bayramları gibi toplumun beraberce kutladığı sevinçli günlerde onların da bayram sevincini yaşamaları için bayram namazına gelmelerini teşvik ettiği bilinmektedir (Buhârî, ʽÎdeyn, 15, 19, 21 [974, 979, 981]; el-Hac, 81 [1652]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 1-3, 10-12 [884-885, 890]). Allah Resûlü (s.a.s.) camiye gelecek kadınlara birtakım tavsiyelerde bulunmuş; dikkat çekecek şekilde giyinmelerini ve koku sürünmelerini yasaklamıştır (bk. Müslim, Libâs, 125 [2128]; Salât, 141-142 [443]). Kadınların namazlarını evlerinde kılmaları daha faziletli ise de farz namazları ve teravih namazını gerekli hassasiyeti göstermeleri kaydıyla camide cemaatle kılmalarında da bir sakınca yoktur (Zeylaî, Tebyîn, 1/140; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/71)." Abdest ve teyemmüme güç yetiremeyen kişi nasıl namaz kılar?,"İnsanlar ancak yapabileceklerinden sorumludurlar. Zira dinimiz, kişiye güç yetiremeyeceği yükü yüklemez. Dolayısıyla kişi gücü neye yetiyorsa onu yapmakla mükelleftir (el-Hac, 22/78; el-Feth, 48/17). Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (el-Bakara, 2/286) buyurmuştur. Bu ilke, ibadetlerin kişiye gerekliliği konusunda olduğu gibi ibadetlerin yerine getirilmesi hususunda da geçerlidir. Mesela, aklı olmayana namaz farz değildir. Buna göre, abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi de olmayan kişi, teyemmüm ederek namazlarını kılar. Kolları ve ayakları sağlam olduğu hâlde, temiz su ve temiz toprak kullanmaktan aciz olan veya ağır hasta olan kişi, kendi başına abdest alıp teyemmüm edemediği gibi bu konuda kendisine yardım edecek birini bulamıyorsa abdestli olmasa bile, yapabiliyorsa vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, iyileştiğinde yine namazlarını kaza eder (Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, 2/102). Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 11/323). Hanbelîlere göre ise bu hâldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184). Kolları ve ayakları olmadığı için abdest almaya gücü yetmeyen ve kendisine yardım edecek kimsesi bulunmayan kişi, teyemmüm de yapamayacak durumda ise bu kişiye abdest ve teyemmüm yükümlülüğü yoktur. Kendisini abdestli gibi kabul ederek, kılabildiği şekilde namazlarını kılar. Bu namazları daha sonra kaza etmesi söz konusu değildir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102)." Dizlerinde rahatsızlığı olanların sandalyede namaz kılması caiz midir?,"Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş (el-Bakara, 2/286), gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir (el-Bakara, 2/185). Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]; bk. Ebû Dâvûd, Salât, 176 [948]). Buna göre; namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan, namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabîye, “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl."" (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuştur. Buna göre ayakta durabilen ve yere oturabildiği hâlde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra yere oturarak secdeleri îmâ ile yapar. Ayakta durabildiği hâlde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Ayakta durmaya ve rükû yapmaya gücü yettiği hâlde yere oturamayan kimse namaza ayakta başlar, rükûdan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak îmâ ile eda eder. Ayakta durmaya gücü yetmeyen, ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak kılar, rükû ve secdeleri îmâ ile yerine getirir. Unutulmamalıdır ki, kişi Rabbine ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretler, kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak derecedeki rahatsızlıklar meşru mazeret olarak görülmemelidir. Öte yandan üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar hâlinde sabit oturakların yapılmasının, cami doku ve kültürüyle bağdaşmayacağı da bilinmelidir." Hamile bir kadın namaz kılarken zorlanmakta ise namazlarını oturarak veya îmâ ile kılabilir mi?,"Hamile kadın, namazda rükû ve secde yapması kendisine veya karnındaki bebeğe zarar verecekse aşağıda anlatılanlardan kendisine uygun gelen şekilde namazını kılar. Hastalığından dolayı namazda rükû ve secde yapamayan kişi oturduğu yerden kolayına geldiği şekilde; mesela bağdaş kurarak veya ayaklarını yana veya öne doğru uzatarak oturup namazını kılar. Ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamayan kişi, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), basur hastalığı olan birinin namazı nasıl kılacağının sorulması üzerine; “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurdu. Bu durumda olan bir kimse usûlüne göre, namazını îmâ ile kılar. Îmâ ile namaz kılan kişi başını rükûda biraz, secdede ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Bununla birlikte, vücudun baş ile birlikte eğilmesiyle de îmâ yapılmış olur. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde, rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa, ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse Hanefîler'e göre namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77)." Bitkisel hayatta olan insandan namaz ve oruç ibadetleri düşer mi?,"Bilinci bir günden fazla yerinde olmayan kişinin bu süre zarfındaki namazların yükümlülüğü düşer. Bu itibarla bitkisel hayata giren ve bir daha iyileşemeyen kimse, bu dönemde kılamadığı namazlardan sorumlu olmaz. Bilincini bir günden daha az süreyle kaybedenlerin, ayıldıkları zaman namazlarını kaza etmeleri gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/192). Oruç sorumluluğunun düşmesi için ise bilinç kaybının bir ay devam etmesi gerekir. Bir aydan daha az olan bilinç kaybında, tutulamayan oruçların kaza edilmesi gerekir (Semerkândî, Tuhfe, 1/350). Ancak bitkisel hayattayken henüz bir ay dolmadan vefat eden kişinin tutamadığı oruçlar için kaza sorumluluğu yoktur. Dolayısıyla onlar için fidye vermek gerekmez." Îmâ ile namaz nasıl kılınır? Gözle îmâ ederek namaz kılınabilir mi?,"Dinimizde sorumluluklar kulun gücüne göre belirlenmiş, gücü aşan durumlar için kolaylaştırma esası getirilmiştir. Hastalık da bu kolaylaştırma sebepleri arasında yer almaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak kıl, buna da güç yetiremezsen yan üzere yaslanarak kıl.” (Buhârî, Taksîru’s-salât, 19 [1117]) buyurmuşlardır. Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kimse îmâ ile namaz kılar. Îmâ, rükû ve secde yerine baş ile işaret etmek demektir. Îmâ ile namaz kılan kişi rükû için başını biraz eğer, secde için ise rükûdan biraz daha fazla eğer. Secdede başını yere koyamayan kimsenin, bir şeyi başına kaldırarak ona secde etmesi caiz değildir. Bir kişi ayakta durmaya gücü yettiği hâlde rükû ve secdeye gücü yetmiyorsa ayakta veya oturarak îmâ edebilir; ancak oturarak îmâ etmesi daha uygundur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76-77). Rükû veya secde etmeye gücü yetmeyen kişi, rahatsızlığı sebebiyle ayaklarını yana veya kıbleye uzatarak da olsa yere oturamıyorsa, ayakta veya tabure, sandalye, sedir vb. yerlere oturarak namazını îmâ ile kılabilir. Oturmaya da gücü yetmeyen kişi, sırt üstü yatarak veya yana yaslanarak îmâ eder. Hanefîler'e göre îmâ, mutlaka baş ile yapılmalıdır. Başı ile îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse namazını kazaya bırakır; gözleri, kaşları veya kalbiyle îmâ ederek namaz kılamaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/77; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77). Hanefîlerden Züfer’e ve Şâfiî mezhebine göre ise başıyla îmâ etmeye gücü yetmeyen kimse gözüyle îmâ ederek namazlarını kılar. Gözle de îmâya gücü yetmezse kalbiyle namazlarını kılar. Yani kalben kendisini namazda hayal eder ve okuması gereken duaları okur. Daha sonra bu şekilde kıldığı namazları kaza etmesi gerekmez. Ancak daha sonra ayakta kılabilecek şekilde sağlığına kavuşursa kalp ve göz ile kıldığı namazları iade etmesi müstehap olur (Serahsî, el-Mebsût, 1/217; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/77; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/468-470). Şu kadar var ki göz veya kalp ile îmâya gücü yeten kimse, Allah ile irtibatını koparmamak için namaz kılmak isterse bu son görüşle amel edebilir." "Seferî sayılma bakımından bulunulan yerleri ifade eden vatan-ı aslî, vatan-ı ikamet ve vatan-ı süknâ ne demektir?","İslâm, namaz ve oruç gibi ibadetlerin eda edilmesinde yolcularla ilgili bazı özel hükümler getirmiştir. Buna göre dinen yolcu (seferî) sayılan kimselerin dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılmaları, Ramazan oruçlarını sonradan tutmak üzere erteleyebilmeleri bu özel hükümlerdendir. Dinen yolcu sayılabilmenin iki temel ölçütü vardır. Bunlardan biri mekân, diğeri ise mesafedir. Yolculuk açısından bir kimsenin bulunduğu yer, ya “vatan-ı aslî” ya “vatan-ı ikamet” ya da “vatan-ı süknâ”dır. Vatan-ı aslî: Aslî yerleşim yeri demektir. Bir insanın doğup yaşadığı yer veya çalışmak üzere yerleşip geçimini sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yerleştiği yerdir. Kişi burada yolcu olmaz. Vatan-ı ikamet: Yerleşmek maksadı ile olmaksızın on beş günden fazla kalmak üzere bulunduğu ve aslî vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir. Kişi burada da yolculuk hükümleri uygulamaz. Vatan-ı süknâ: Bir kimsenin on beş günden az bir süre kalmak niyetiyle bulunduğu, aslî ya da ikamet vatanından en az doksan km uzaklıktaki yerdir (Haddâd, el-Cevhera, 1/87). Kişi kaldığı yerde bu durumda ise yolcu sayılır. Bu hükümler Hanefî mezhebine göredir. Şâfiî mezhebine göre ise seferî sayılabilmek için yaklaşık 90 km bir mesafeye gitme niyeti ile yola çıkılmış olmalı ve gidilen yerde, giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az kalınmalıdır. Dört gün ya da daha fazla kalınmaya niyet edilmesi hâlinde seferîlik hükmü biter (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 2/257)." Seferîliğin başlangıcı nasıl belirlenir?,"Dinen sefer sayılacak mesafedeki bir yere gitmek üzere yola çıkan kişi, yaşadığı yerleşim yerinin meskûn mahallinden çıkınca misafir hükmünde kabul edilir. Bu kimse yolculuk hüküm ve ruhsatlarından yararlanmaya başlar (Merğînânî, el-Hidâye, II, 101). Buna göre, yolculuğa başlayıp şehrin meskûn mahallinden çıkan kimse dört rekâtlı farz namazları iki rekât olarak kılar. Günümüzde şehirler genişlemiş, İstanbul örneğinde olduğu gibi, iki ucu arasındaki mesafe neredeyse sefer mesafesi olacak kadar uzamıştır. Bu nedenle İstanbul gibi büyükşehirlerde yaşayan kimseler, yolculuğa kendi araçlarıyla çıktıklarında, ikamet ettikleri ilçenin belediye sınırlarını geçtikleri andan itibaren seferî sayılırlar ve haklarında seferîlik hükümleri sabit olur. Yolculuğa otobüs, tren, uçak ve gemi gibi umumi vasıtalarla çıkılması halinde ise seferiliğin başlangıç noktası olarak otogar, gar, havalimanı ve limanlar esas alınabilir." Seferî olan kişi namaz kıldırabilir mi?,"Seferî kimse, hem seferî olan cemaate, hem de mukim olan cemaate imamlık yapabilir. Seferî olan kişi dört rek'atlı farz namazları iki rek'at kılacağı için mukim olan cemaate namaz kıldıracağı zaman, namaza başlamadan önce, “Ben seferîyim, ikinci rek'atın sonunda selâm vereceğim. Ben selâm verince siz selâm vermeksizin kalkıp namazınızı tamamlayınız.” şeklinde cemaati uyarması, karışıklığı önlemek bakımından uygun olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/101-102; Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke’nin fethinden sonra Mekke’de kaldığı sürece namazları kısaltarak kıldırmış ve “Biz misafiriz, siz namazlarınızı tamamlayınız.” (Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer, 10 [1229]) buyurmuştur. Hz. Ömer de (r.a.) aynı şekilde, Mekke’ye geldiği zaman dört rek'atlı farzları iki rek'at olarak kıldırmış ve mukim cemaate, “Mekkeliler! Namazınızı tamamlayınız; biz misafiriz.” (Muvatta’, Kasru’s-salât, 19) demiştir." Seferî olan bir kimse mukim imamın arkasında namazını nasıl kılar?,"Seferî olan bir kimse, mukim bir imama uyarsa namazını tam olarak kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/80). Zira Resûlullah (s.a.s), “İmam kendisine uyulsun diye imam olmuştur.” (Buhârî, Salât, 18 [378]; Müslim, Salât, 77 [411]) buyurarak, cemaatin namazının, imamın namazıyla aynı olması gerektiğini ifade etmiştir. Seferî olan kişi, vakit içinde mukim bir imama uyup namazını imamla beraber tamamlamadan selâm verirse, kıldığı bu namaz geçerli olmaz. Bu durumda namazı geçersiz olan kimse, aynı namazı yeniden tek başına kılarken dört rek'at olarak değil iki rek'at olarak kılar." Seferî iken kılınamayan dört rek'atlı namazların kazası nasıl yapılır?,"Dört rek'atlı namazlar yolculuk hâlinde iken kazaya kalırsa, ister yolculuk (sefer) içerisinde, ister yolculuktan sonra kaza edilsin, ikişer rek'at olarak kaza edilirler. Yolculuk hâli dışında kazaya kalan bir namaz ise yolculuk sırasında kaza edilmek istendiğinde dört rek'at olarak kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/81). Şâfiîlere göre ise seferde kılınmamış bir namaz, ikamet hâlinde dört rek'at olarak kaza edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/516)." Gemiyle seyahat edenler namazlarını nasıl kılarlar?,"Gemi gibi üzerinde ayakta durulabilen vasıtalarda asıl olan, namazı ayakta ve kıbleye dönerek rükû ve secdelerini de yaparak kılmaktır. Baş dönmesi gibi sebeplerle ayakta kılmak mümkün olmadığında gemide oturarak namaz kılınabilir ve imkân varsa îmâ etmeyip öncelikle rükû ve secdeli olarak kılınır. Namaza başlarken mümkünse kıbleye doğru dönülür, gemi yön değiştirdikçe kişinin kendisinin de kıble tarafına dönmesi gerekir. Binek hayvandan farklı olarak, gemide cemaat yaparak da namaz kılınabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/109-110)." Ulaşım araçlarında farz veya nafile namazlar kılınabilir mi?,"Otomobil, otobüs, uçak ve tren gibi ulaşım araçlarında nâfile namaz kılmak caiz ise de normal durumlarda farz namazların kılınması uygun görülmemiştir. Çünkü söz konusu ulaşım araçlarında namaz kılındığı takdirde namazın kıyam, rükû, secde ve istikbâl-i kıble gibi farzlarını yerine getirme imkânı yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), nâfile namaz kılarken, hangi istikamete dönerse dönsün bineği üzerinde namaz kılardı. Farz namaz kılmak istediğinde ise bineğinden iner ve kıbleye dönerek namazını kılardı (Buhârî, Salât, 31 [400]). Cana ve mala zarar gelme korkusunun bulunduğu hâllerde veya yerin çamurlu olması, namaz kılacak uygun bir yerin bulunmaması gibi zaruret hâllerinde, binek üzerinde farz namaz kılmak da caiz görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 1/108). Hz. Peygamber zamanında ve müctehid imamlar döneminde günümüzdekine benzer nakil araçları yoktu. O zaman mevcut olan nakil araçları binek hayvan ve gemi idi. Genelde insanlar kendi hayvanları ile seyahat ederler ve diledikleri zaman durup istedikleri zaman yollarına devam edebilirlerdi. Onun için namazı hayvan sırtında kılma zorunlulukları yoktu. Gemide seyahat edenler ise gemi duruyor ise normal yerde kılıyorlarmış gibi kıbleye dönerek rükû ve secdeyi yaparak namazlarını kılarlardı. Gemi hareket hâlinde ise yapabiliyorlarsa ayakta rükû ve secdeyi yaparak, geminin hareketine göre kıbleye doğru dönerek kılarlar, buna güçleri yetmezse oturdukları yerden rükû ve secdeyi yaparak kılarlardı (Semerkândî, Tuhfe, 1/156; Kâsânî, Bedâi‘, 1/109). Günümüzde, otobüs, tren ve uçak ile seyahat edenler, namazlarını ayakta ve kıbleye dönerek kılmaları genellikle mümkün olmadığından oturdukları yerde îmâ ile kılabilirler. Bununla birlikte namazlarını yolculuk öncesinde veya sonrasında ya da mola yerlerinde cem ederek de kılabilirler. Ancak otobüs firmalarının yolcuların dinî hassasiyetini gözeterek mola zamanını namaz vakitlerine denk gelecek şekilde düzenlemeleri tavsiye edilir. Cem, yalnızca öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları arasında olabilir. Öğle ile ikindinin cemi, ikindiyi öğle vaktinde öğle namazından sonra (cem-i takdim) ya da öğleyi ikindi vaktinde ikindi namazının öncesinde kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Akşam ile yatsının cemi de yatsıyı akşam vaktinde akşam namazından sonra (cem-i takdim) ya da akşamı yatsı vaktinde yatsı namazından önce kılmak (cem-i tehir) şeklinde yapılabilir. Cem edilecek namazlar ara verilmeksizin peş peşe kılınır. Ayrıca cem-i takdim hâlinde birinci namaza başlarken, cem-i tehir hâlinde ise birinci namazın vakti içinde cem yapmaya kalben niyet edilir." Çalışmak üzere bir şehre giden fakat ailesini oraya götürmeyen kimse namazlarını seferî mi yoksa mukim olarak mı kılar?,"Kişinin doğup büyüdüğü yere veya çalışıp geçimini sağladığı, çoluk çocuğu ile yerleştiği ve sürekli kalmaya niyet ettiği yere ""vatan-ı aslî"" denir. Vatan-ı aslî, ancak başka bir yeri vatan-ı aslî edinmekle değişir. Kişi başka bir yere göç edip eşini ve çocuklarını buraya naklederek yerleşirse burası vatan-ı aslîsi olur. Önceki vatanı, vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Daha sonra buraya (eski vatanına) misafir olarak (15 günden kısa süreliğine) gelirse dört rek'atlı farz namazlarını iki rek'at olarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve arkadaşları Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleştikten sonra Mekke’ye gittiklerinde dört rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmışlardır (Buhârî, Taksîru’s-salât, 1 [1081]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 15 [693]). Bir kimsenin doğduğu, evlendiği, içinde yerleşmeye karar verdiği yeri terk etmeyi düşünmeyerek; öğrencilik, işçilik ve askerlik gibi geçici sebeplerle uzunca bir zaman oturduğu veya yolculuğa çıkıp en az on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yerler ise ikamet vatanıdır. İkamet vatanında namazlar mukim olarak kılınır. Hanefîler'e göre burada 15 günden az kalacaksa ve kaldığı yer kendi mülkü veya kiraladığı bir mesken değilse namazlarını kısaltarak kılar (bk. Haddâd, el-Cevhera, 1/87; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163)." İş gereği haftaiçi başka bir şehirde çalışıp haftasonları evine dönen kişi çalıştığı yerde seferî olur mu?,"Sürekli gidip geldiği iş yeri en az 90 km uzakta olan ve iş yerinin bulunduğu yerde her defasında Hanefîler'e göre 15, Şâfiîlere göre 4 günden az kalan kişinin, iş yerinin bulunduğu şehirde otel, misafirhane vb. bir yerde kalıyorsa orada seferî sayılır. Kendi mülkiyetinde veya kiraladığı bir meskende kalıyorsa, iş yerinin bulunduğu yerde seferî olmaz (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163)." "Birden çok yerde evi olan bir kimse, buralara gittiğinde seferî olur mu?","Bir kimsenin esas memleketinden ayrı olarak, on beş gün veya daha fazla kalmaya niyet ettiği yer vatan-ı ikamettir. Dinî görevleri yapma konusunda vatan-ı ikametle vatan-ı aslî arasında fark yoktur. Yani vatan-ı ikamette olan kişi de misafire ait olan dinî kolaylıklardan yararlanamaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132). Fıkıh kaynaklarındaki bir görüşe göre; iki yerde kullandığı evi bulunan bir kimse bunlardan hangisine gitse mukim olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/131-132; Bilmen, İlmihal, 163). Buna göre bir beldede kullandığı evi olan kimse oraya gittiğinde seferî sayılmaz. Günümüzdeki bazı yaklaşımlara göre kişinin yazlığının olduğu yer de aslî vatanı gibidir. Dolayısıyla kişi, kendisine ait yazlık veya kışlık evinin ya da devre mülkünün bulunduğu yerlerde namazlarını tam kılar." Kaza namazının delili nedir?,"Kur'ân’da vaktinde kılınamayan namazların kaza edilmesi ile ilgili olarak açık bir ifade bulunmamakla birlikte, Hz. Peygamber (s.a.s.) vaktinde kılamadığı namazları kaza etmiş ve ashabına da bunu tavsiye etmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Kim namazı unutursa veya uyuyup kalırsa hatırlayınca onu kılsın. Onun keffâreti ancak budur.” (Müslim, Mesâcid, 315 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında harbin şiddetlenmesi nedeniyle ikindi namazını kılamamış; bunun üzerine “Bizi ikindi namazından alıkoydular. Allah da onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun.” diye beddua etmiş ve ikindi namazını akşam namazı vaktinde kaza etmiştir (Müslim, Mesâcid, 205 [627]; bkz. Buhârî, De‘avât, 58 [6396]). Ayrıca Hayber Fethi’nden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra kaza etmişlerdir. (Müslim, Mesâcid, 309 [680]). Beş vakit namazın farzı ve vitir namazı kaza edilir. Kazaya kalan sabah namazı, o günün öğle vaktinden önce kaza edilecekse sünneti de kaza edilir. Ayrıca öğle namazının dört rek'atlık ilk sünneti de vakit çıkmadıkça öğlenin farzından sonra kılınır. Öte yandan geçmiş namazlar, kazaya nasıl kaldıysa öyle kılınırlar, yani seferî olarak kaldıysa seferî, mukim olarak kaldıysa mukim gibi kaza edilir (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/63). Unutma ve uyuma gibi bir mazeret olmaksızın, kasıtlı olarak terk edilen namazların kazası ile ilgili herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Fakat bu kasıtlı olarak terk edilen namazların kazasının gerekmediği anlamına gelmez. Zira Ramazan’da kasıtlı olarak cinsel ilişkiye girerek orucunu bozan kimseye Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hem keffâreti hem de o günkü orucun kazasını emretmesi (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/208 [6944-6945]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 4/382 [8059-8060]), bir farz ibadetin kasıtlı olarak terk edilmesi durumunda da kazasının gerektiğine delildir. Öte yandan Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir mazerete dayalı olarak vaktinde kılamadığı namazları kaza etmesi ve sahabeye de bu yönde emir buyurması dikkate alınacak olursa, mazeretsiz olarak terk edilen namazların kaza edilmesinin öncelikle gerekli olacağı sonucuna ulaşılır (Nevevî, el-Mecmû’, 3/68)." Mekruh vakitler hangileridir? Hangi vakitlerde kaza ve hangi vakitlerde nâfile namaz kılınmaz?,"Bazı vakitlerde bir kısım ibadetlerin yapılması yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). Güneş doğarken ve tam tepede iken namaz kılınamaz. Güneşin batmasından önceki kerâhet vaktinde, sadece o günün ikindi namazının farzı kılınabilir. Fakat mazeretsiz olarak ikindi namazını bu vakte kadar geciktirmek mekruhtur. Bu vakitlerin başlama ve bitiş zamanları mutedil bölgeler itibarıyla şöyledir: • Güneşin doğmasından itibaren, 40-50 dakika sonrasına kadar, • Güneşin, tam tepede bulunduğu vakit (Öğle vaktinin girmesine yaklaşık 10 dakika kalmasından öğle vaktinin girmesine kadar), • Güneş batmazdan önce, gözleri kamaştırmaz hâle gelmesinden, batmasına kadar olan vakit (Güneşin batmasına 40-50 dakika kalmasından itibaren akşam namazı vakti girinceye kadar olan zaman) (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42). Bu sayılan kerâhet vakitlerinde kaza namazı, vitir gibi vacip namaz kılınamadığı gibi kerâhet vaktinden önce hazırlanmış bulunan cenazenin namazı da kılınamaz. Bu vakitlerde hazırlanmış cenazenin namazı ise kılınabilir. Daha önce okunmuş bir secde âyetinden dolayı “tilâvet secdesi” yapılamaz. Ancak kerâhet vaktinde okunan secde âyetinin secdesi, daha sonraya bırakmak efdal olsa da bu vakitte yapılabilir. Bunların dışında şu vakitlerde de sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur: • Sabah namazının sünneti hariç olmak üzere imsak vakti girdikten sonra, güneş doğuncaya kadar olan sürede, • İkindi namazını kıldıktan sonra güneş batıncaya kadar olan sürede, • Akşam namazı vakti girdiğinde farz kılınmadan önce, • Cuma günü hatibin minbere çıkmasından sonra (Merğinânî, el-Hidâye, 1/269-271). Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah’ı (s.a.s.) şöyle derken işittim: Sabah (namazı kılındık)tan sonra, güneş yükselinceye kadar başka namaz yoktur. İkindi (namazın)dan sonra, güneş batıncaya kadar başka namaz yoktur.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 31 [586]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 288 [827]). Şâfiî mezhebine göre ise güneşin doğuşu, tam tepede oluşu ve batışı zamanında sadece nâfile namaz kılmak mekruhtur. Ancak bu vakitlerde farz namazlar, kaza namazları, revâtib sünnetler, tahiyyetü’l-mescid gibi sebepli namazlar kılınabilir. Ayrıca ikindiden sonra güneşin sararasından batışına kadar nâfile namaz kılmak tenzihen mekruhtur (Nevevî, Ravda, 1/192)." İmsak vakti ile güneşin doğuşu arasında sabah namazının sünneti dışında kaza veya nafile namaz kılmak caiz midir?,"Bir namazın vakti girdikten sonra öncelikle o vaktin namazını kılmak daha uygun olmakla birlikte, o vaktin namazını kaçırma tehlikesi olmadığı sürece, öncesinde kaza namazı kılınabilir. Buna binaen sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra güneşin doğmasına henüz vakit varsa bu arada kaza namazı kılınabilir. Fecrin doğuşundan sonra sabah namazının iki rek'at sünneti dışında sünnet ve nâfile namaz kılınmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), namaza olan düşkünlüğüne rağmen fecrin doğuşundan itibaren sabah namazının iki rek'at sünneti dışında namaz kılmamıştır (Mevsilî, el-İhtiyâr, 1/40). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazından sonra güneş bir mızrak boyu oluncaya kadar, ikindi namazından sonra ise güneş batıncaya kadar nâfile namaz kılmayı yasakladığı rivâyet sebebiyle (bkz. Buhârî, Mevâkîtu’s-salât, 30 [581]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277]) sabah namazını kıldıktan sonra nâfile namaz kılmanın mekruh olduğu kabul edilmiştir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/42)." Kaza namazına nasıl niyet edilir?,"Kaza namazı kılacak olan kişinin kılacağı namazı belirleyerek niyet etmesi asıldır. Fakat üzerinde çok sayıda kaza namazı olan kişi, geçmiş namazları kaza ederken, “Vaktinde kılamadığım ilk sabah/ ilk öğle/ ilk ikindi/ ilk akşam/ ilk yatsı namazını kılmaya” şeklinde niyet edebileceği gibi “ kılamadığım son sabah/ son öğle/ son ikindi/ son akşam/ son yatsı namazını kılmaya” şeklinde de niyet edebilir." Bir namaz hem kaza hem sünnet niyeti ile kılınabilir mi?,"Bir namaz hem kaza hem de sünnet niyetiyle kılınamaz. Kılınacak namazın ne olduğu kesin olarak tayin edilerek ona niyetlenilmesi gerekir. Hem kaza namazına, hem de vaktin sünnetine birlikte niyet edilirse bu namaz, kaza namazı olur. Hem kaza namazı hem de vaktin sünneti kılınmış olmaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/66)." Kaza namazı borcu olan kimse sünnet namazları kılabilir mi?,"Kazaya kalmış namazların ilk fırsatta kaza edilmesi esastır. Bununla birlikte Hanefî mezhebine göre, kaza namazı bulunan kimselerin farz namazların öncesinde ve sonrasında kılınan (revâtib) sünnetler ile teheccüd ve kuşluk namazı gibi nâfileleri kılmaları da caizdir. Şâfiî mezhebinde, kaza namazı borcu olan kimsenin, geçmiş namazlarının hepsini kaza etmeden nâfile namaz kılması caiz değildir. Kaza namazı bulunan kimsenin uyku ve evin geçimi gibi yapması zorunlu olan işler hariç bütün vakitlerini kazaya kalan namazlarını kılmakla geçirmesi gerektiğinden nâfile ile meşgul olamaz (Dimyâtî, Hâşiyetü i’âneti’t-tâlibîn, 1/31-32)." Hangi namazlar kaza edilir?,"Vaktinde kılınmayan beş vakit namazın farzları ile vacip olan vitir namazı kaza edilir. Kılınmayan sünnetler vakit çıktıktan sonra kaza edilmez. Ancak vaktinde kılınmayan sabah namazı, aynı gün zevâlden önce kaza edildiğinde sünneti ile birlikte kaza edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/65). Çünkü Hz. Peygamber kılamadığı bir sabah namazını öğleden önce kaza ederken, sünnetiyle birlikte kaza etmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 11 [437-438, 443-444]). Bir de öğle namazında cemaate yetişmek için sünneti kılmadan farza başlayan kişi, farzı kıldıktan sonra kılmadığı ilk sünneti de kılar. Bunu, son sünnetten önce kılabileceği gibi sonra da kılabilir." "Vaktinde kılınmayan namaz daha sonra kaza edildiğinde, namazı kazaya bırakma günahı da affedilmiş olur mu?","Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Öyle kimseler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşete düşeceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37). Unutmak ve uyuyakalmak gibi meşru bir mazeret olmaksızın namazı kazaya bırakmak büyük günahtır. Bununla birlikte hangi şekilde olursa olsun vaktinde kılınmayan namazların mutlaka kaza edilmesi gerekir. Meşru mazerete dayalı olarak namazını vaktinde kılamayan kimse bundan bir sorumluluk altına girmediği gibi o namazı kaza etmekle borcundan da kurtulur. Peygamber Efendimiz, “Her kim bir namazı unutur veya ondan gaflet edip uyuyakalırsa, onu hatırladığında hemen kılsın. Onun bundan başka kefareti yoktur…” (Müslim, Mesâcid, 315-316 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. İhmal ve tembellik sebebi ile namazı vaktinde kılmayan kimse, bu namazı kaza etmekle namaz borcundan kurtulur. Namazı vaktinde kılmamanın vebalinden kurtulmak için ise kişinin tövbe etmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/85)." Namaz borcu olan kişilerin yerine başkaları bu namazları kılabilir mi?,"Sırf bedenle yerine getirilen ibadetlerde başkasının yerine o ibadeti yapmak geçerli sayılmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/74; Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 1/307). Zira herkes kendi amelinin hesabını verecektir (el-İsrâ, 17/13; Yâsîn, 36/54; et-Tûr, 52/16, 21; el-Müddessir, 74/38). Bu itibarla bir kimse, vefat etmiş veya hayatta olan birinin kılmadığı farz namazları, onun adına kılamaz. Dolayısıyla herkes hayatta ve sağlığı yerinde iken ibadetlerini yerine getirmeye özen göstermeli, Allah’ın huzuruna borçlu olarak gitmemeye gayret etmelidir." Kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir mi?,"İmamla aynı vaktin kaza namazını kılmak kaydı ile kazaya kalan namazlar cemaatle kılınabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/59; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 2/39). Nitekim Hendek savaşının zor şartları altında Resûlullah Efendimiz (s.a.s.), namazı kılmaya fırsat bulamamış; bilahare şartlar uygun hâle gelince de kılınamayan bu namazı ashabı ile birlikte cemaatle kılmışlardır (Müslim, Mesâcid, 205 [627]). Ayrıca Hayber Fethinden dönerken, bir yerde konakladıklarında uyuyakalmışlar ve vaktinde kılamadıkları sabah namazını güneş doğduktan sonra cemaatle kaza etmişlerdir (Müslim, Mesâcid, 309 [680])." Hangi sebeplerle sehiv secdesi yapmak gerekir? Sehiv secdesi nasıl yapılır?,"Namazda unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması veya öne alınması ya da bir vacibin terk edilmesi, geciktirilmesi veya değiştirilmesi hâlinde noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125 vd.). Sehiv secdesinin yapılış şekli şöyledir: Namazın son oturuşunda tahiyyât okunarak sağ tarafa selâm verilir ve hiç ara vermeksizin, tekbir getirilerek secdeye varılır. Burada üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir. Sonra tekbir getirilerek oturulur, tekrar “Allahü ekber” denilerek ikinci defa secdeye varılır ve üç kere “Sübhâne rabbiye’l-a‘lâ” denilir ve “Allahü ekber” denilerek oturulur. Bu oturuşta, “Ettehiyyâtü, Allahümme salli, Allahümme bârik ve Rabbenâ...” duaları okunarak önce sağa, sonra sola selâm verilir. Sehiv secdesine gitmeden önceki oturuşta da salli-bârik ve diğer duaları okumak caizdir. Sehiv secdesinin, her iki tarafa selâm verdikten sonra yapılabileceği görüşünde olanlar bulunmakla beraber; cumhur, sadece sağ tarafa selâm verdikten sonra yapılmasını tercih etmektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/72-73; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/125; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/77-78). Cemaatle kılınan namazlarda cemaatin yanlışlıkla dağılmaması için yalnız sağ tarafa selâm verdikten sonra sehiv secdesi yapılması daha faziletlidir ve ihtiyata uygundur." Namazda kaç rek'at kıldığı konusunda tereddüt eden kimse ne yapmalıdır?,"Yapılan ibadet ve amellerin her türlü şüpheden uzak olması gerekir. Kıldığı namazın kaç rek'at olduğunda, erginlik çağından itibaren ilk defa şüphe eden kimsenin bu namazı yeniden kılması gerekir. Bu şüphe durumu zaman zaman vuku buluyorsa kişi, zann-ı galibine (kuvvetli kanaatine) göre hareket eder. Eğer kaç rek'at kıldığı hususunda zann-ı galibi (kuvvetli kanaati) de yoksa bu durumda kişi, az olan rek'at sayısını esas alarak namazına devam eder. (Şürünbülâlî, Meraki’l-felah,182). Örneğin dört rek'atlı bir namaza başlayan kimse, kıldığı rek'atın birinci rek'at mı ikinci rek'at mı olduğunda kuşkuya düşüp bir tarafı tercih edemezse, kendisini bir rek'at kılmış sayar ve birinci sayılan rek'atın ikinci; üçüncü sayılan rek'atın da dördüncü rek'at olma ihtimali bulunduğu için her bir rek'atın sonunda oturur ve tahiyyâtı okur, sonunda da sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/165, 166)." Birinci oturuşu son oturuş sanarak selam veren kimse ne yapar?,"Dört rek'atlı namaz kılmakta iken son oturuşta olduğunu zannederek dalgınlık sonucu ilk oturuşta selâm veren kişi, eğer bu selâmdan sonra konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa kaldığı yerden namaza devam eder ve dördüncü rek'atın sonunda sehiv secdesi yapar. Aksi takdirde bu namazı yeniden kılar. İlk oturuşta selâm verme hatası yanılmaya değil de bilgi eksikliğine dayanıyorsa namaz iade edilir. Mesela seferî olmadığı hâlde seferî olduğu düşüncesi ile normalde dört rek'at olarak kılması gereken bir namazı iki rek'at olarak kılarsa bu namazın dört rek'at olarak yeniden kılınması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/129)." Namazda son oturuşu yapmadan ayağa kalkan kişi ne yapmalıdır?,"Namaz kılmakta olan birisi, son oturuşu yapmadan unutkanlıkla ayağa kalkarsa, secdeye varmadıkça geri oturup tahiyyât duasını okuduktan sonra sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Ebû Yûsuf’a göre artık bu namazın farz namaz olarak tamamlanması mümkün olmaz. Kılmakta olduğu namaz, iki veya dört rek'atlı bir namaz ise bu durumda, bir rek'at daha kılarak namazını tamamlar. Bu namaz, nâfileye dönüşmüş olur. Ardından bu farzı yeniden kılması gerekir. Yanlışlıkla kalkılan rek'atın secdesi yapılmışsa buna bir rek'atın eklenmesi, nâfile namazların çift sayılı rek'atlar şeklinde kılınmasının meşru olmasından dolayıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/112). Kılmakta olduğu namaz akşam namazı ise kalktığı rek'atın secdesini yapmamışsa, yukarıda olduğu gibi geri oturup sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar. Eğer kalktığı rek'atın secdesini yapmışsa bu durumda namazı dört rek'at olarak kılmış olur. Kıldığı namaz bu hâliyle nâfileye dönüşmüş olacağından akşam namazının farzını yeniden kılar." Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyat okunduktan sonra “Allahümme salli ala Muhammed” demek sehiv secdesi gerektirir mi?,"Namazda, unutarak bir rüknün geciktirilmesi, tekrarlanması, bir vacibin terk edilmesi veya geciktirilmesi hâlinde; noksanlığın telafi edilmesi için sehiv secdesi yapılması vaciptir. Farz namazların ilk oturuşunda tahiyyât okunduktan sonra kalkılması gereken bir namazda “Allahümme salli ala Muhammed” diyen kişi İmam-ı Âzam'a göre farz olan kıyamı geciktirdiği için sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamam olur. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre bu durumda sehiv secdesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 1/164)." İmam farz namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra bir sûre veya âyet okumamışsa ne yapması gerekir?,"Namazların ilk iki rek'atında Fâtiha’dan sonra Kur’ân’dan bir miktar daha okumak (zamm-ı sûre) vaciptir. Vaciplerin kasten terk edilmesi günahtır, unutarak terk edilmesi veya geciktirilmesi ise günah olmaz, fakat namazın sonunda sehiv secdesi yapılması gerekir. Buna göre, bir imam dört veya üç rek'atlı farz namazların ilk iki rek'atında, Fâtiha’dan sonra bir sûre veya bir miktar âyet okumamışsa, bu sûre veya âyetleri üçüncü ve dördüncü rek'atlarda Fâtiha’dan sonra okusa da okumasa da sehiv secdesi yapması gerekir. Çünkü namazdaki bir vacibi geciktirmiş veya terk etmiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/166; Merğinânî, el-Hidâye, 1/74)." Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek'atında sûre veya âyet okuyana sehiv secdesi gerekir mi?,"Farz namazların, üçüncü veya dördüncü rek'atında Fâtiha sûresinden sonra, bir sûre veya âyet okunması sünnete aykırıdır. Ancak yanılarak sûre okunduğunda farz olan rükû ve secdenin geciktirilmesine sebep olsa da kıyam, kıraat mahalli olduğu için bu durumda sehiv secdesi yapmak gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/102)." Sehiv secdesini yapmayı unutan kişinin ne yapması gerekir?,"Yapılması gereken sehiv secdesini yanılarak veya unutarak terk eden bir kimse, eğer selâm verdikten sonra gülmek, konuşmak, yönünü kıbleden çevirmek gibi namaza aykırı bir işte bulunursa veya sehiv secdesi yapmaya vakit kalmaz ise bu kimseden sehiv secdesi düşer. Namazı iade etmesi de gerekmez. Ancak namaza aykırı bir davranışta bulunmadan secdeyi hatırlarsa hemen secde eder (Kâsânî, Bedâi‘, 1/174)." Namazın dışında veya namazda tilavet secdesi nasıl yapılır?,"Kur’ân-ı Kerîm okunurken secde âyetlerini okuyan veya dinleyen kimsenin tilavet secdesi yapması vaciptir. Secde âyeti okuyan kişi namazda değilse, ister âyeti okur okumaz, ister daha sonra kalkıp secdeyi yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/75). Namaz kılan kişinin namazda secde âyeti okuması hâlinde secde âyetinden sonra üç âyetten daha fazla okumayıp, rükûya eğilecekse, tilavet secdesine niyet ederek rükûya gider. Yapmış olduğu bu rükû, aynı zamanda tilavet secdesi yerine de geçer. Şâyet üç âyetten daha fazla okuyacaksa, tilavet secdesine niyet ederek doğrudan secdeye gider ve bir defa secde yaptıktan sonra ayağa kalkıp kaldığı yerden kıraate devam eder (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/133). Tilavet secdesi, namaz değilse de; taharet, kıbleye dönmek, niyet etmek, avret yerlerinin örtülü olması gibi namazda aranan şartlar tilavet secdesinde de aranır. Ancak tilavet secdesinde iftitâh tekbiri sünnettir. Tilavet secdesi yapacak kişi, ellerini kaldırmadan doğrudan doğruya “Allahu ekber” diyerek bir kere secdeye gidip üç defa “Sübhâne Rabbiye’l- a‘lâ” dedikten sonra yine “Allahu ekber” diyerek secdeden kalkar. Böylece tilavet secdesi tamamlanmış olur. Yani tilavet secdesinden sonra teşehhüt miktarı oturmak ve selâm yoktur. Tilavet secdesini gerektiren âyetleri işiten kişinin, hemen secde yapmaya fırsatı yok ise “Semi‘nâ ve eta‘nâ ğufrâneke Rabbenâ ve ileyke’l-masîr” demesi müstehaptır. O anda yapamadığı secdeyi daha sonra yapar (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 184)." "Radyo, televizyon ve internet gibi araçlardan Kur’ân-ı Kerîm dinlerken secde âyeti geçerse tilâvet secdesi yapmak gerekir mi?","Radyo, televizyon, internet ve diğer teknolojik araç ve platformlardan Kur’ân-ı Kerîm’i dinleme esnasında secde âyeti geçtiğinde tilâvet secdesi yapılması gerekir." Cenaze namazının hükmü nedir?,"Cenaze namazı, farz-ı kifâyedir. Müslümanların ölen din kardeşlerine karşı yerine getirmeleri gereken dinî vecibelerin başında cenaze namazının kılınması ve bunun için gerekli hazırlıkların yapılması gelmektedir. Kadın olsun erkek olsun yalnız bir kişinin bu namazı kılmasıyla farz yerine getirilmiş olur. Cenaze namazı, Allah’a senâ, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve ölü için duadan ibarettir. Tebük seferine geçerli bir mazereti olmadığı hâlde çıkmayan münafıklarla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Onlardan ölen hiçbirinin (cenaze) namazını kılma ve kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlü’nü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 9/84). Bu âyet, cenaze namazının farz oluşuna işaret etmektedir. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir Müslümanın ölümü üzerine, “Bir din kardeşiniz vefat etmiştir. Kalkın, onun cenaze namazını kılın.” (Müslim, Cenâiz, 66 [952]; bk. Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]) buyurmuştur." Cenaze namazını kılmanın belli bir vakti var mıdır? Cenazenin defni geciktirilebilir mi?,"Cenaze namazının kılınması için belirli bir vakit yoktur. Günün her saatinde cenaze namazı kılınabilir. Ancak zorunlu olmadıkça kerahet vakitlerinde kılınması uygun değildir (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]). Hazırlanmış olan bir cenazeyi bekletmeksizin namazını kılıp çabukça defnetmek daha uygundur (Tirmizî, Salât, 13 [171]; Cenâiz, 73 [1075]). Bununla beraber, daha çok cemaatin katılması, ölen kişinin akraba, eş, dost ve komşuları gibi hukuku bulunan insanlara ölüm haberini duyurup son görevlerini yapmak üzere cenaze merasiminde bulunabilmelerinin sağlanması amacıyla cenaze bir süre bekletilebilir." Cenaze namazı nasıl kılınır?,"Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirlerdir. Cenaze namazında iftitâh (başlangıç) tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem vefat eden kişi hem de Müslümanlar için dua etmekten ibarettir. Cenaze namazı kılmak için cenazeye karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. İmam ve cemaat tekbir alarak ellerini bağlarlar “ve celle senâük” cümlesiyle birlikte “Sübhâneke” duasını okurlar. Ardından, eller kaldırılmadan tekbir alınır ve “Salli-Bârik” duaları okunur. Tekrar eller kaldırılmaksızın tekbir alınır. Bilenler cenaze duasını (Tirmizî, Cenâiz, 38 [1024-1025]) bilmeyenler ise dua niyetiyle “Fâtiha” sûresini (Tirmizî, Cenâiz, 39 [1026]) veya başka bir duayı okurlar. Dördüncü tekbirden sonra sağa ve sola selâm verilir. Böylece namaz tamamlanmış olur. Cenaze namazında taharet, kıbleye yönelmek, setr-i avret (vücudun örtülmesi gereken yerlerini örtmek) ve niyet gibi şartlara riâyet edilir. Namazı kılınacak cenazenin Müslüman olması, yıkanıp kefenlenmiş olması, cemaatin önünde olması gerekir. Ayrıca Hanefî ve Mâlikîlere göre bedeninin tamamı veya yarıdan fazlası yahut başı ile birlikte en az yarısı bulunmalıdır. Şâfiîlere göre ise kişi ölüp de bir tek uzvu bulunsa bile cenaze namazı kılınır. Nitekim ashab, ölen ve sadece eli bulunan bir sahabînin namazını kılmıştır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/32). Canlı olarak doğup ölen çocuk yıkanır ve cenaze namazı kılınır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/159)." Cenaze namazında tekbirlerin fazla veya eksik alınması hâlinde ne yapılmalıdır?,"Cenaze namazı rükû ve secdesi olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam ve tekbirdir. Cenaze namazında iftitâh tekbiriyle birlikte dört tekbir bulunmaktadır. Selâm vermek ise vaciptir. Sünnetleri ise Allah’a hamd ve sena etmek, Resûlullah’a (s.a.s.) salât ve selâm getirmek, hem ölüye hem de Müslümanlara dua etmekten ibarettir. İmam dörtten fazla tekbir alırsa cemaat ona uymaz, imamla selâm vermiş olmak için onun selâm vermesini bekler. Fakat imam unutarak tekbirleri eksik alır ve selâm verirse, imamın namazı bozulmuş olacağından cemaat kendi başına dördüncü tekbiri alsa bile namaz sahih olmaz. Bu durumda namaz yeniden kılınmalıdır. Cenaze defnedildikten sonra namazın eksik tekbirle kılındığının anlaşılması hâlinde, defin üzerinden uzun bir zaman geçmemişse namaz kabir üzerine kılınır (Kâsânî, Bedâi‘, 1/313-315)." Birden fazla cenaze için tek bir namaz kılınabilir mi?,"Birden fazla cenaze hazır olduğunda, bunların namazlarını ayrı ayrı kılmak daha uygun ise de hepsi için tek bir namaz kılmak da yeterlidir (Serahsî, el-Mebsût, 2/65; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, 591)." Vefat eden kişiye birden fazla cenaze namazı kılınabilir mi?,"Cenaze namazı bir defa kılınmakla farz yerine getirilmiş olur. Bu nedenle, tekrar kılınması gerekmez. Ancak cenaze namazında bulunamayan kişiler, daha sonra münferit olarak veya ayrı bir cemaatle tekrar kılabilirler. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), cenaze namazında hazır bulunamadığı Ümmü Sa’d için daha sonra cenaze namazı kılmıştır (Tirmizî, Cenâiz, 47 [1037])." Gıyâbî cenaze namazı kılınabilir mi?,"Aslolan, namazının kılınabilmesi için cenazenin hazır bulunmasıdır. Bununla birlikte hazır olmayan cenaze için de namaz kılınabilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Habeş Kralı Necâşî’nin vefatını haber vermiş, sonra da onun cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin önüne geçmiş, ashab da arkasında saf tutmuştur (Buhârî, Cenâiz, 54 [1318]; Müslim, Cenâiz, 63 [951]). Olayda hazır bulunan Câbir b. Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.) , Necâşî’nin (gıyâbında) cenaze namazını kıldırdı. Ben de ikinci saftaydım.” (Buhârî, Cenâiz, 54 [1320]). Yine, Resûlullah’ın (s.a.s.) Uhud şehitleri (Buhârî, Cenâiz, 72 [1344]) ve kendisine haber verilmeden defnedilen cenazeler için de gıyâbî cenaze namazı kıldığı bilinmektedir (Buhârî, Cenâiz, 55 [1321])." Cenaze namazı ayakkabı ile kılınabilir mi?,"Bütün namazlarda olduğu gibi cenaze namazında da namaza mâni olan pisliklerin giderilmesi (necasetten taharet) şarttır. Buna göre, cenaze namazı kılacak kimsenin ayakkabısında namaza engel bir pislik yoksa namazını ayakkabısıyla kılmasında dînen bir sakınca yoktur. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), ayakkabıları ile cenaze namazına durmuş, Cebrâil’in ayakkabılarına pislik bulaşmış olduğunu haber vermesi üzerine onları çıkarmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 89 [650])." Cenaze namazına katılan kadınların saf düzeni nasıl olmalıdır?,"Cenaze namazına katılan kadınların bir zorunluluk olmadıkça erkeklerle aynı safta bulunmaları uygun görülmemiştir. Bu itibarla kadınların, hangi namaz olursa olsun, erkeklerle birlikte namaz kıldıkları takdirde, erkeklerin arkasında durmaları gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz saflarını önce erkekler, sonra erkek çocuklar, en arkada da kadınlar olmak üzere düzenlemiştir (Müslim, Mesâcid, 266 [658]). Sünnete uygun olan bu usûl olmakla birlikte kadınların erkeklerin arasında cenaze namazı kılmış olmaları bu namazın geçerliliğini etkilemez. Çünkü cenaze namazı rükûsu ve secdesi olan tam bir namaz olarak değerlendirilmemiştir. Bununla birlikte kadınların böyle bir davranışta bulunması mekruhtur." Cenaze namazı cami içerisinde kılınabilir mi?,"Cenaze namazı bir mazeret bulunmadıkça cami dışında kılınır. Ancak yağmur, çamur, soğuk gibi bir mazeret bulunması durumunda camide kılınmasında bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/165). Şâfiîlere göre, camiyi kirletme endişesi yoksa bu namazın camide kılınması, müstehaptır (Nevevî, el-Mecmû’, 5/213). Sa’d b. Ebî Vakkâs vefat ettiği zaman Hz. Âişe kendisinin de cenaze namazı kılabilmesi için cenazenin mescide getirilmesini istemiş ancak sahabîler onun bu isteğini hoş karşılamamıştı. Bunun üzerine Hz. Âişe, “İnsanlar ne çabuk unutuyorlar! Resûlullah (s.a.s.), Süheyl b. Beydâ’nın cenaze namazını mescidde kılmıştı.” (Müslim, Cenâiz, 99 [973]) demiştir." Namazların rekât sayıları ve kılınış şekilleri neye göre belirlenmiştir?,"İbadetler tevkîfîdir. Yani hem farz oluş gerekçelerinin hem de uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün değildir. İbadetlerle ilgili hususlar Kur’ân’da genel olarak emredilmiş, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasıyla belirgin hâle gelmiştir. Kur’ân’da, namazların belli vakitlerde farz kılındığı (en-Nisâ, 4/103) ve kıyam, kıraat, rükû ve secde gibi birtakım rükünlerinin olduğu bildirilmiş; söz konusu ibadetin ayrıntıları ve namaz içerisinde yapılması gereken diğer davranışlar ile ilgili hususlar Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile sabit olmuştur (Buhârî, Ezân, 95 [755-758]; Müslim, Salât, 45 [397]; Mesâcid, 176 [613]). Bütün bunların bir ifadesi olarak da Hz. Peygamber (s.a.s.), “Beni namazı nasıl kılarken gördüyseniz siz de öyle kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18 [631]) buyurmuştur. Buna göre namazla ilgili genel hüküm, rükün ve şartlar Kur’ân’la, bunlara ilişkin ayrıntılar ise Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) sünnetiyle belirlenmiştir." Sabah namazı imsak vaktinin girmesiyle kılınabilir mi?,"Sabah namazının vakti, tan yerinin ağarması demek olan ikinci fecrin doğmasından başlayarak güneşin doğmasına kadar devam eder. Buna göre imsak vakti, başka bir deyişle oruç yasaklarının başlama vakti, fecr-i sâdıkın oluşması, yani tan yerinin ağarmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık (Ramazan gecelerinde) eşlerinize yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Şafağın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (el-Bakara, 2/187) buyrulmaktadır. İmsak ile birlikte sabah namazının vakti girdiğine göre bu vakitte sabah namazı kılınabilir. Bununla birlikte, konuyla ilgili bazı rivâyetlere dayanan Hanefîler, biraz geciktirilerek (isfar vaktinde) kılınmasını daha uygun (müstehap) bulmuşlardır (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/225; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/286; Zeylaî, Tebyîn, 1/82). Nitekim Peygamber Efendimiz de bunu tavsiye etmiştir (Tirmizî, Salât, 3 [154]). Sabah namazının vakti, güneşin doğmasına kadar devam eder. Zira Cebrâil’in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) imamlık ettiğine ilişkin hadise göre Cebrâil sabah namazını birinci günde tan yeri ağardığında, ikinci günde de ortalık aydınlanıp güneş doğmasına yakın bir vakitte kıldırmış ve, “…Bu, senden önceki peygamberlerin (namaz) vaktidir ve (namazlar için) vakit bu iki vaktin arasıdır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 2 [393]; Tirmizî, Salât, 1 [149]) demiştir." “Asr-ı evvel” ve “asr-ı sani” ne demektir?,"“Asr-ı evvel”, ikindi namazının ilk vakti; “asr-ı sânî” ise ikindi namazının ikinci vakti demektir. İkindi namazının vakti, öğle namazının vaktinin sona ermesi ile başlar. Öğle namazının vaktinin ne zaman sona ereceği, fakihlerin kullandıkları delillerin farklılığı sebebiyle ihtilaflı olduğu için buna bağlı olarak ikindi namazının vaktinin başlayacağı zaman da ihtilaf konusu olmuştur. Buna göre İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile diğer üç mezhep imamına göre güneşin tepe noktasından batıya meyli sırasında oluşan gölge (fey-i zevâl) hariç herhangi bir şeyin gölgesi kendisi kadar olunca öğle namazının vakti bitmiş ve ikindi namazının vakti başlamış olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Şirbînî, Muğnî’l-Muhtac, 1/299-300; Desûkî, Hâşiye, 1/177; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/271-272). İşte bu vakte “asr-ı evvel” (ikindi namazının ilk vakti) adı verilir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle namazı vakti, “fey-i zevâl” hariç bir şeyin gölgesi kendisinin iki katı kadar olunca sona erer. Bu vakte ise “asr-ı sânî” (ikindi namazının ikinci vakti) adı verilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/79). Diyanet İşleri Başkanlığı, yayınlamakta olduğu Diyanet Takvimi’nde ikindi namazının vaktini, “asr-ı evvel” esasına göre düzenlemiştir ve namazlar asr-ı evvel ictihadına göre kılınmaktadır." İkindi namazının vakti ne zaman başlar ve ne zaman sona erer?,"İkindi namazı vaktinin başlangıcı, öğle namazı vaktinin sona ermesine bağlı olduğu için öğle namazının sona ermesi konusundaki görüş ayrılığı ikindi vaktinin başlamasına da yansımıştır. Dolayısıyla İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre öğle vakti, her şeyin gölgesi ‘fey-i zevâl’ hariç kendisinin bir mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı evvel (ikindi namazının ilk vakti) denir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise öğle vaktinin bitişi, her şeyin gölgesi “fey-i zevâl” hariç kendisinin iki mislî olduğu zaman biter ve ikindi namazının vakti başlar. Buna asr-ı sânî (ikindi namazının ikinci vakti) denir. Diyanet İşleri Başkanlığı takviminde asr-ı evvel uygulaması esas alınmaktadır. İkindi namazının son vakti güneşin batışından hemen öncedir. Ancak mazeret yoksa bu ana kadar geciktirmemek gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ikindi namazını güneş sararıncaya kadar geciktirip sonra da baştan savma bir şekilde aceleyle kılmayı, münafıkların namazı olarak nitelemiştir (bkz. Müslim, Mesâcid, 195 [622]; Ebû Dâvûd, Salât, 5 [413]). Fakat daha önce kılınamamışsa, güneş batmak üzere de olsa kılınır (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; Merğinânî, el-Hidâye, 1/40; Zeylaî, Tebyîn, 1/80; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Güneş batmadan önce ikindi namazından bir rek'ata yetişen, namazın tamamına yetişmiş sayılır.” (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]; Müslim, Mesâcid, 163-165 [608]). Şâfiî mezhebine göre ikindi namazının vakti, kendi içinde “fâziletli”, “ihtiyârî”, “kerâhetsiz cevâz”, “kerâhetli cevâz” ve “özür” olmak üzere beşe ayrılır. Özür vakti, sefer veya yağmur gerekçesinden dolayı ikindi namazı ile öğle namazının cem edilmek suretiyle öğle namazı vaktinde kılınmasıdır. Diğerleri ise her şeyin gölgesinin bir buçuk katına çıktığı zamana kadar fazilet, iki misline çıktığı zamana kadar ihtiyarî, ihtiyarî vakitten güneşin sararmasına kadar kerâhetsiz cevaz ve güneşin sararmasından batışına kadar olan zaman aralığını kapsayan kerahetli cevaz vakitleridir. Bir özür yok iken ikindi namazını kerahetli cevaz vaktine kadar ertelemek caiz değildir. Bununla birlikte güneşin batışından önce bir rek'at da olsa kılabilen kimse ikindi namazını kılmış olur (Nevevî, el-Mecmû’, 3/27)." Akşam namazı ne zamana kadar kılınır?,"Akşam namazının vakti; güneşin batması ile başlayıp, İmam Ebû Hanîfe’ye göre güneşin batışından sonra ufukta kalan aydınlık kayboluncaya kadar devam eder. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Akşam namazı vaktinin başlangıcı güneşin batışı, sonu da ufkun kayboluşudur.” (Tirmizî, Salât, 2 [151]) buyurmuştur. Bir rivâyette de Hz. Peygamber (s.a.s.), yatsı namazını şafağın kaybolmasından sonra kılmıştır (Dârekutnî, es-Sünen, 1/495-496 [1037]. Rivâyetlerdeki ‘şafak’ veya ‘ufuk’ kelimeleri İmam Ebû Hanîfe’ye göre, kırmızılıktan sonraki beyazlıktır. Ayrıca İmam Ebû Hanîfe bu konuda delil olarak, “…Akşam namazı vaktinin sonu ufkun karardığı vakittir.” (bkz. Müslim, Mesâcid, 174 [612]) hadisine dayanmıştır. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’le birlikte diğer mezheplere göre ise akşam namazının son vakti, güneşin batışından sonraki kızıllık gidinceye kadar devam eder. Zira hadisteki şafak güneşin batışından sonraki kızıllıktır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Şafak kızıllıktır. O kaybolunca namaz vacip olur.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/506 [1056]) buyurmuştur." Yatsı namazı ne zamana kadar kılınabilir?,"Yatsı namazının vakti, akşam namazının vakti çıktıktan sonra başlar, “imsak” vaktine (tan yerinin ağarmaya başlamasına) kadar devam eder (Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/159 [957-959]). Yatsı namazı bu süre içinde herhangi bir vakitte kılınabilir. Bununla birlikte bazı âlimler, bütün farz namazlarda olduğu gibi yatsı namazını da vaktinin ilk diliminde kılmanın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tavsiyesi gereğince daha faziletli olduğunu söylemişlerdir. Buna karşılık yine bazı rivâyetlere dayanarak yatsı namazını gecenin biraz ilerleyen diliminde kılmanın daha uygun olduğunu söyleyen âlimler de vardır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/278). Şâfiî mezhebine göre yatsı namazının vakti batı ufkundaki kızıllığın kaybolmasıyla başlar, tan yerinin ağarmasına kadar devam eder. Ancak bu mezhebe göre yatsı namazının vakti kendi içinde “faziletli”, “ihtiyârî”, “cevâz” ve “özür” olmak üzere dörde ayrılır. Faziletli vakit, vaktin başında kılınmasıdır. İhtiyarî vakit, gecenin ilk üçte bir vaktidir. Bundan sonra fecre kadarki vakit ise cevaz vaktidir. Bu vakitte yatsı namazını kılmak caiz ise de mekruhtur. Özür vakti ise yatsının cem-i takdim ile kılınacağı akşam namazı vaktidir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/31)." Kılınmakta olan namaz henüz tamamlanmadan önce vakit çıkarsa bu namaz bozulur mu?,"Sabah ve cuma namazı dışında namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağı konusunda âlimler görüş birliği içindedir. Sabah namazında ise güneş doğarken namaz kılmayı nehy eden hadislere dayanan İmam Ebû Hanîfe, güneşin doğmasının kılınmakta olan namazı bozacağını söylemiştir. Bunun yanında İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed son oturuşta teşehhüd miktarı oturulmuşsa namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/122-124; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386). Diğer mezhepler ise Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş doğar veya ikindi namazının bir rek'atı kılındıktan sonra güneş batarsa o namazın tamamlanacağını ve geçerli olacağını bildiren hadisine (Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 28 [579]) dayanarak namaz kılarken vaktin çıkmasının o namazı bozmayacağını belirtmişlerdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/102-103; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/273). Buna göre sabah namazında ihtilaf bulunmakla birlikte bir vaktin namazı kılınırken diğer vaktin girmesi ile kılınmakta olan namaz bozulmaz." Kerâhat vakitlerinde namaz kılmanın yasak olmasının sebebi ve hikmeti nedir?,"Güneşin doğmasından yükselmesine kadar olan zaman diliminde, güneş tam tepe noktasındayken ve güneşin batma zamanında namaz kılmak hadislerde yasaklanmıştır. Bu vakitlere kerâhet vakitleri denilir. Ukbe b. Âmir el-Cühenî’den şöyle nakledilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.) bize üç vakitte namaz kılmayı veya ölülerimizi defnetmeyi yasakladı: Güneşin doğmasından itibaren (bir veya iki mızrak boyu) yükselmesine kadar, güneşin gökyüzünde tam dik oluşundan (batıya) yönelmesine kadar ve güneşin sararmasından itibaren batmasına kadar.” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 293 [831]; bkz. Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1277]; Cenâiz, 55 [3192]). İslâm, Allah’tan başkasına ibadet etmeyi ya da bunu çağrıştıracak bütün tutum ve davranışları yasaklar. Belli vakitlerde namaz kılınmasının yasak veya mekruh olması da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Zira güneşin tam doğuş, tam tepe noktasında ve tam batış hâlinde olduğu zamanlar mecusilerin ibadet vakitleridir. Bu vakitlerde namaz kılmanın yasaklanması veya kısıtlanması, ateşperestlerin ibadet vakitleri ile çakışarak Müslümanların onlara benzememesi amacıyladır. Böylece Müslümanlarda kimlik ve ibadet bilincinin geliştirilmesi hedeflenmiştir. Ayrıca bu vakitlerin, namazın kemâl anlamda edasına engel bir özelliğinin olduğu da belirtilmiştir (bkz. Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 294 [832]; Ebû Dâvûd, Tatavvu‘, 10 [1276-1277])." Vakitlerin oluşmadığı yerlerde namazlar nasıl kılınır?,"Vakit, namazın şartlarından birisidir. İslâm bilginleri arasında “vakit, namazın şartıdır” gerekçesiyle vakitlerin teşekkül etmediği yerlerde o vaktin namazının farz olmadığını söyleyenler varsa da, namazın asıl sebebinin ilahî hitap olduğunu esas alarak, bu yörelerde namazların takdirle kılınacağını söyleyen âlimler çoğunluktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/362). Bir rivayette, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) âhır zamanda Deccal geldiğinde bir günün bir yıl, bir günün bir ay ve bir günün de bir hafta gibi olacağını ifade etmesi ve bu günlerde namazların takdir edilerek kılınması gerektiğini belirtmesi (Müslim, Fiten, 110 [2937]), bu görüşün delillerinden birisidir. Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ortaya koyduğu gibi vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda namazların, vakitleri takdir ederek kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. Anlaşılıyor ki, ilahî hitap, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ve amelî tevatür gereği bütün Müslümanlar, bir günde yani 24 saatte 5 vakit namazla mükelleftirler. Aksi hâlde kutuplarda ve kutuplara yakın bölgelerde olduğu gibi dünyanın bazı yerlerinde yaşayan Müslümanların bir kısmı (altı ay gece altı ay gündüz olduğu için) yılda sadece beş vakit namaz kılacaklardır. Şu hâlde, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, o namazın vakti takdir edilerek kılınır." Namazlar cem edilmek (birleştirilmek) suretiyle kılınabilir mi?,"Belirli şartları taşıyan her Müslüman’a günde beş vakit namaz farzdır. Her namaz kendi vakti içinde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Namaz, müminler üzerine belli vakitlerde edâ edilmek üzere farz kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/103) buyrulmaktadır. Bu itibarla normal şartlarda her namazın vaktinde kılınması gerekir. Ancak geçerli bir mazeretin olması durumunda namazlar birleştirilerek (cem’ edilerek) kılınabilir. “İki namazı birleştirmek” anlamına gelen “cem” öğle ile ikindi namazlarının öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsı namazlarının da akşam veya yatsı vaktinde birlikte kılınmalarını ifade eder. Hanefî mezhebine göre cem sadece hacılar için söz konusudur. Arefe (arife) günü Arafat’ta ikindi öne alınarak öğle vaktiyle birlikte (cem-i takdim sureti ile) kılınır. Aynı gün akşam namazı geciktirilerek, Müzdelife’de yatsı vaktinde birlikte (cem-i te’hir) kılınır. Bunun dışında namazları cem ederek kılmak caiz değildir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127). Diğer mezheplerde (aralarında bazı konularda ihtilaf olmakla birlikte) sefer, yağmur, fırtına gibi mazeretlerle öğle ile ikindiyi veya akşam ile yatsıyı cem-i takdim ya da cem-i tehir yoluyla kılmak caizdir. Bu görüşün delillerinden birisi İbn Abbâs’ın verdiği ""Resûlullah (s.a.s.) Tebûk seferinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek kıldı."" (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 51-53 [705-706]) haberidir. Hanefîler bu ve benzeri hadislerde söz konusu olan cemin, sûrî (bir namazı vaktin sonunda, takip edeni de vaktin başında peş peşe kılarak, şeklen bir birleştirme) olduğunu söylerler (Muvatta’, Salât, 203 [Şeybânî Rivâyeti, Bâb: 59]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/162 [978-980]; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/173-174). Önemli mazeretlerin bulunduğu durumlarda Hanefî birisi de diğer mezhepleri taklit ederek anılan namazları cem ederek kılabilir. Mesela seferde olmak, imtihan saatiyle çakışmak, doktorun ameliyatta iken namazı vaktinde kılamaması gibi zarûret ve ihtiyaç hâllerinde öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazları, cem-i takdim veya cem-i te’hir ile kılınabilir. Namazları birleştirerek kılacak kişi, bu namazları peş peşe ve sırasına göre kılar; iki farz arasındaki sünnetleri kılmaz, başka bir şeyle meşgul olmaz. Öğle ile ikindinin farzları, öğle veya ikindi vaktinde; akşam ile yatsının farzları, akşam veya yatsı vaktinde peş peşe, ara vermeden kılınır. Sabah namazı ne yatsı ne de öğle ile birleştirilemediği gibi ikindiyle akşam veya yatsı ile sabah da birleştirilemez." İftitah tekbirinde elleri kaldırmanın hükmü nedir?,"İftitah tekbirini alırken, elleri yukarıya kaldırmak sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu tekbiri alırken ellerini kaldırmıştır (Buhârî, Ezân, 84 [736]; Müslim, Salât, 21-22 [390]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/195-196 [1157-1170]). Hanefî mezhebine göre erkekler iki elini, avuçların iç kısımları kıble istikametine yönelik olarak ve başparmaklar kulak yumuşakları hizasına gelecek şekilde kaldırırlar. Kadınlar ise omuzlarının hizasına kadar kaldırırlar (Merğinânî, el-Hidâye, 1/48). Diğer mezheplerde erkekler de ellerini omuz hizasına kadar kaldırırlar." Namaz kılarken kıyamda ayaklar arası açıklık ne kadar olmalıdır?,"Namazda kıyamda iken iki ayağın arasındaki açıklık konusunda sahih ve sarih bir hadis bulunmadığından, miktarın ne olacağı konusunda İslâm âlimleri farklı görüşler belirtmişlerdir. Hanefî mezhebine göre kıyamda iki ayağın arası, dört parmak kadar açık bulundurulmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 98). Şâfiî mezhebine göre iki ayak arası bir karış kadar açık tutulmalıdır (Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 1/146). Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre ise ayaklar aşırı sayılacak kadar fazlaca açılmamalı, tümüyle de bitiştirilmemelidir (Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 2/881)." Namazlarda Sübhâneke okurken “ve celle senâüke” kısmı niçin okunmaz?,"Namazın başında okunan “Sübhâneke” zikri ile ilgili mütevatir veya meşhur hadislerde “ve celle senâüke” ifadesi yer almamaktadır (Ebû Dâvûd, Salât, 122 [775-776]; Tirmizî, Salât, 65 [242-243]). Bundan dolayı namaz kılan kişi cenaze namazı dışındaki namazlarda bu ifadeyi okumaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/49). Cenaze namazı ise ölüye dua olduğu için başka duaların da yapılması mümkün olduğu gibi “Sübhaneke” zikrine “Allah’ım, senin şanın yücedir” anlamındaki “ve celle senâuke” ifadesi de eklenebilir (Tahtâvî, Hâşiye, 584; Mehmet Zihnî, Nîmet-i İslâm, 427). Zira namaz dışında yapılan bazı zikir ve dualarla ilgili rivâyetlerde bu ifade yer almaktadır." Namazda Fâtiha suresi okunduğunda “âmîn” demenin hükmü nedir?,"“Âmîn”, Yüce Allah’ın kabul etmesini temenni etmek amacıyla duanın sonunda söylenen sözdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), duanın sonunda “âmîn” denilmesini tavsiye etmiştir (Buhârî, Ezân, 111 [780]; Müslim, Salât, 72-75 [410]). Hanefî mezhebine göre Fâtiha’nın sonunda “âmîn”in gizli söylenilmesi sünnettir. Bu konuda imam, cemaat ve yalnız başına kılanlar arasında fark yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/493). Şâfiî mezhebine göre ise “âmîn”, açık kıraatli namazlarda açıktan, gizli kıraatli namazlarda gizlice söylenir (Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1/139-140)." Namazda Fâtiha’dan sonra okunacak âyet veya sûreler için besmele çekilir mi?,"Namazda her rek'atın başında ve Sübhâneke’den sonra kırâata başlamadan önce besmele çekilir. Fâtiha’dan sonraki zamm-ı sûre için ise ayrıca besmele çekilmez (Zeylaî, Tebyîn, 1/112)." Farz namazların üçüncü ve dördüncü rek'atında Fâtiha’dan sonra niçin başka âyet veya sûre okunmaz?,"Kur’ân’da ibadetler ayrıntıları belirtilmeksizin emredilmiştir. Farz, vacip veya nâfile bütün ibadetlerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı ise Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. Namazın kaç rek'at kılınacağını, nerede ve nasıl kıraat, zikir, tesbih, tahmid veya dua yapılacağını, rükûnun ve secdenin nasıl ve kaçar defa olacağını Hz. Peygamber (s.a.s.) göstermiş ve “Benim kıldığım gibi siz de namazı kılınız.” (Buhârî, Ezân, 18 [631]) buyurmuştur. Yani ibadetler, nasıl emredilmişse o şekilde yapmak ile sorumluyuz. Farz namazların son iki rek'atında Fâtiha’dan sonra sûre okunmamasını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bununla birlikte farzların son iki rek'atında Fâtiha’dan sonra sûre okunursa bu, namaza bir zarar vermez. Hanefî mezhebindeki makbul görüşe göre sehiv secdesi de gerekmez (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/102; Halebî, es-Sağîr, 175)." İlk iki rek'atta okunan âyetlerin veya sûrelerin sonraki rek'atlarda tekrarlanmasının hükmü nedir?,"Dört rek'atlı sünnet namazlarda her iki rek'at müstakil kabul edildiğinden (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/16-17) birinci ve ikinci rek'atta okunan zamm-ı sûreleri üçüncü ve dördüncü rek'atta da okumak, namaza bir zarar vermez. Ancak bilenlerin başka âyet/sûre okuması daha doğru olur." Erkeklerin namazda başlarını örtmeleri gerekir mi?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) ve ashab-ı kiram, İslâm öncesinde olduğu gibi İslâm’dan sonra da günlük hayatlarında örf ve iklim şartları gereği başlarını örtmüşlerdir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) günlük kıyafeti ile namazlarını kılmış, ibadet için ilave veya bazı özel giysiler giymemiştir. Takke üzerine sarık sardığı gibi sarıksız takke ve takkesiz sarık kullandığı da olmuştur (bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 24 [4078]; Tirmizî, Libâs, 12, 42 [1736, 1784]; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-me‘âd, 1/130; Müttakî, Kenzü’l-‘ummâl, 7/121 [18284-18286]). Bazı âlimler Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamalarını göz önüne alarak namazda erkeklerin başını örtmesini sünnet kabul etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre baş açık namaz kılmak, sünneti terk etmek anlamına geleceğinden tenzîhen mekruh sayılmıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/640; Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 131). Diğer bazı âlimler ise bunu örf gereği kabul ettiklerinden başı açık namaz kılmakta bir sakınca olmadığını belirtmişlerdir (bkz. Şâtıbî, el-Muvâfakât, 2/489). Sonuç olarak namaz kılarken başın takke, sarık vb. bir şeyle örtülmesi evladır. Bununla birlikte baş açık bir hâlde namaz kılmak da caizdir." Erkeklerin kolu kıvrık veya kısa kollu gömlek ile namaz kılmaları caiz midir?,"Namaz kılan kimse, manen, Yüce Allah’ın (c.c.) huzuruna çıkmaktadır. Bu sebeple, kılık kıyafeti düzgün olmalıdır. Eskiden kolları sıvamak kibir alameti sayıldığı için kolu kıvrık namaz kılmak mekruh kabul edilmiştir (el-Fetâva’l-Hindiye, 1/106). Ancak günümüzde böyle bir algı söz konusu değildir. Öte yandan erkeklerin, kısa kollu gömlekle de namaz kılmalarında bir sakınca yoktur. Çünkü bu tutum da, kolları kıvırıp sıvamakta olduğu gibi yadırganacak bir durum olmaktan çıkmıştır." Kadınlar namazda ellerini erkekler gibi bağlayabilirler mi?,"Namazda, sağ el sol elin üstüne gelecek şekilde elleri bağlamak sünnettir (Buhârî, Ezân, 87 [740]; Müslim, Salât, 54 [401]). Ancak bu bağlamanın nerede olacağına dair farklı rivâyetler bulunmaktadır. Bu rivâyetler ile sahabe ve tâbiîn uygulamalarına bağlı olarak, erkekler bazı mezheplere göre göbek altında, bazı mezheplere göre göğüslerinin üzerinde, bazılarına göre ise göğüs ile göbek arasında ellerini bağlarlar. Kadınların ellerini bağlaması, namazda elleri bağlamanın sünnet olduğunu kabul eden âlimlerin ittifakına göre, göğsün üzerine bağlama şeklindedir. Bu bağlama şekli, kadınların vücut yapısı bakımından tesettürün ruhuna daha uygun bir davranıştır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/49)." Ön safta boşluk varken arkada saf tutulabilir mi?,"Cemaat ile kılınan namazlarda safların tertip ve düzenine riâyet edilmesi namazın adabındandır. İmamın bu konuda gerekli hassasiyeti göstermesi ve gerektiğinde, safların usûlüne uygun şekilde tanzim edilmesi için cemaati uyarması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaza başlamadan önce safların düzgün ve sık olmasına dikkat etmiş, saflar arasında boşluk bırakılmaması hususunda muhtelif vesilelerle ashabını uyarmıştır (Buhârî, Ezân, 71-72 [717-719]; Müslim, Salât, 127-128 [436]). Buna göre cemaat ile kılınan namazlarda, ön safta boşluk varken caminin gerisinde imama uyulması sünnete uygun değildir. Bununla birlikte saf haricinde imama uyan kimselerin namazları sahihtir." "Cemaatle namaz kılarken müezzinlik yapanların, müezzin mahfilinde tek başına namaz kılmaları uygun mudur?","Cemaatle kılınan namazlarda safların düzgün olması, sık durulması ve aralarda boşluk bırakılmaması gerekir. Safların tertibi ile ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurur: “Saflarınızı düzgün tutun, zira safların düzeltilmesi namazın mükemmelliğini sağlayan şartlardandır.” (Buhârî, Ezân, 74 [723]; Müslim, Salât, 124 [433]). Cami içerisinde imam ile cemaat arasındaki mesafenin fazla olması iktidaya/imama uymaya engel değilse de mazeret olmadıkça bir kişinin saftan ayrı tek başına imama uyması mekruhtur. Buna göre müezzinin saflardan ayrı durması uygun değildir (Kâsânî, Bedâî’, 1/216). Ancak mikrofon kullanma ihtiyacı vb. bir mazerete binaen müezzinlerin cami içindeki yerlerinden imama uymalarında bir sakınca yoktur." Tuvalet ihtiyacı varken namaz kılmak caiz midir?,"Namaz huşû ve Allah’ın huzurunda bulunma bilinci ile kılınmalıdır. Bu sebeple, namazda dikkati dağıtacak durumların olabildiğince giderilmesi önem arz eder. Onun için mesela vakit daralmamış ise aç bir kimsenin sofra hazırken namaza durması uygun görülmemiştir. Tuvalet ihtiyacı da, namazda huşûyu engelleyen ve dikkati dağıtan bir etki yapacağından bu hâlde iken namaz kılmak mekruhtur. Hz. Peygamber (s.a.s.), idrarı sıkışık durumda olan veya yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, Mesâcid, 67 [560])." Namazda sûreleri Mushaf’taki sıraya göre okumanın hükmü nedir?,"Sünnete uygun olan, namazda okunan âyet ve sûrelerin Mushaf’taki sıraya göre okunmasıdır. Bir sûreyi veya âyeti okuduktan sonra, ardından kendinden önceki bir sûreyi veya âyeti okumak tenzîhen mekruhtur. Fakat bu, namazı geçersiz kılacak veya sehiv secdesi yapmayı gerektirecek bir durum değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Burada söz konusu olan tertip, esasında namazın değil tilavetin bir gereğidir. Bu husus sûre ve âyetlerin sırasının insanlar tarafından değil de Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından tevkîfen belirlendiği kabulüne dayanmaktadır. Sûrelerin içlerindeki âyetlerin tertibinin tevkîfî olduğunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Bununla birlikte sûreler arasındaki tertibin tevkîfî olduğu konusunda ittifak bulunmamaktadır. Bu sebeple namazda, sûrelerin sıraya göre okunması hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hanefî mezhebinde, hem âyetler hem de sûreler arasında tertibe riâyet edip sırayı takip ederek okumak uygun görülmüştür. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir gece namazında sıraya riâyet etmeden, önce Nisâ sûresini sonra Âl-i İmrân sûresini okuması gibi olayların ise henüz sûreler arasında tertip gerçekleşmeden önceki bir zamanda meydana geldiği belirtilmektedir (Nevevî, Şerhu Müslim, 6/61-62). Namazda okuma esnasında ilerideki bir yere geçerken, aradaki tek bir sûre veya âyetin atlanması da tenzîhen mekruh kabul edilmiştir. Sonraki rek'atta ileriden okunacaksa, uygun olan, en az iki âyet veya iki sûre atlayarak okumaktır. Âlimlerden bazıları, sıraya riâyet etmemenin sadece farzlarda tenzîhen mekruh olduğunu, nâfile namazlarda mekruh olmayacağını söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Aksi görüşte olanlar ise şunu delil getirmektedirler: Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Bilâl’in (r.a.), namaz kılarken bir sûreden diğerine atladığını duyduğunda, ona, “Sûreleri olduğu gibi oku” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/264 [8818], 6/151 [30259]) buyurmuştur. Sonuç olarak, namazda sûre ve âyetlerin tertibine riâyet edilmemesi tenzîhen mekruhtur. Bu durum, namazı bozacak ve tekrar kılmayı gerektirecek boyutta bir eksiklik değildir." Üzerinde resim olan elbiseyle namaz kılınabilir mi?,"Üzerinde canlı varlıkların resimlerinin bulunduğu elbise ile namaz kılmak mekruhtur. Mümkünse bu elbiseler çıkarıldıktan sonra namaz kılınmalıdır. Böyle bir elbise ile namaz kılınması mekruh olsa da bu şekilde kılınan namaz geçerlidir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/65). Ancak bakanın kolayca fark edemeyeceği şekilde küçük resimler kerâhet kapsamında değildir." Kadınlar pantolon ile namaz kılabilirler mi?,"İslam dini tesettürü emretmekle birlikte, örtünmenin şekli konusunda ayrıntıya girmemiş, bunu örfe bırakmıştır. Kadınların namazda el, yüz ve ayakları dışında kalan bütün bedenleri avrettir (Mevsıli, el-İhtiyar, İstanbul, ts. I, 46). Dolayısıyla vücut hatlarını belli etmeyen ve teni göstermeyen kıyafetlerle namaz kılmaları gerekir. Buna göre dar ve şeffaf olmayan pantolonla bayanların namaz kılmalarında bir sakınca yoktur. Ancak vücut hatlarını ortaya çıkaran dar pantolonla namaz kılmak mekruhtur. Diğer taraftan altını gösterecek şeffaflıkta bir elbise ile namaz kılmak ise caiz değildir (İbn Nüceym, Bahru’r-raik, Daru’l-marife, I, 283)." Cenaze için salâ vermenin hükmü nedir?,"Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde salâ okunduğuna dair kaynaklarda herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Bununla birlikte ölüm haberinin çeşitli yollarla duyurulması sünnettir. Nitekim Resûlullah’ın (s.a.s.), Necâşî’nin vefatını ashabına haber verdiği (Buhârî, Cenâiz, 4 [1245]), kendisine bildirilmeden defnedilen bir cenaze için de “Bana neden haber vermediniz?” (Buhârî, Cenâiz, 5 [1247]) diye serzenişte bulunduğu rivâyet edilmiştir. Zorunlu olduğu inancı taşımaksızın cenazeyi duyurmak amacıyla salâ vermekte sakınca yoktur." Cenazeyi yıkamanın hükmü nedir? Yıkanmadan defnedilmiş cenazenin kabirden çıkarılıp yıkanması gerekir mi?,"Müslüman cenazesinin yıkanması ve kefenlenmesi farz-ı kifâyedir (Kâsânî, Bedâî’, 1/300, 306, 318; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/303,310). Bu görev bazı Müslümanlar tarafından yerine getirildiği takdirde diğerlerinden sorumluluk kalkar. Herhangi bir sebeple yıkanmadan defnedilen cenaze, defin işlemi bittikten sonra yıkanmak amacıyla mezardan çıkarılmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/207-208)." Cenaze nasıl kefenlenir? Cenaze kefenlenmeden elbisesiyle gömülebilir mi?,"Cenazenin yıkanmasından sonra, usûlüne uygun olarak hazırlanmış bezlerle sarılıp örtülmesine kefenleme (tekfin) denir. Cenazenin kefenlenmesi, Müslümanların üzerine farz-ı kifâyedir. Kefenleme, geride kalanların vefat eden mümine karşı cenaze namazı ile birlikte yerine getirecekleri son görevlerden biridir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Sizden birisi (ölen) din kardeşinin cenazesinin teçhiz ve tekfinini üstlendiği zaman bu işi güzelce yapsın.” (Müslim, Cenâiz, 49 [943]; İbn Mâce, Cenâiz, 12 [1472]) buyurmuştur. Kefenleme, erkekler için gömlek, izâr ve lifâfe olmak üzere üç parça; kadınlar için bunlara ilaveten, başörtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere beş parça bez ile yapılır. Yeterli kefen örtüsü bulunamaması hâlinde, erkekler için izâr ve lifâfe olmak üzere iki parça; kadınlar için de bunlarla birlikte başörtüsü olmak üzere üç parça bez ile yetinilir. Bunların da bulunamaması hâlinde ise vücudun bütününü örtecek bir bez yeterli olur (Müslim, Cenâiz, 44 [940]). Bu durumda kadın ve erkeğin kefenlenmesi arasında fark yoktur. Kefenin parçalarından biri olan gömlek, cenazeyi boyundan ayaklara kadar; ‘izâr’ baştan ayaklara kadar örten iki bezdir. ‘Lifâfe’ ise baştan ayağa kadar örten bez olup kefenin en üstüne gelen parçasıdır. Bu, ayak ve baş tarafından bağlanması için biraz daha uzundur. Kefenin beyaz renkli pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölülerinizi beyaz kefenle kefenleyiniz” (İbn Mâce, Cenâiz, 12 [1472]) buyurmuştur. İslâm’a göre, ölü kefenlenmeden üzerindeki elbiseyle gömülemez. Ancak Allah yolunda savaşırken şehit düşen kimse bundan müstesnadır. Hem dünya hem de ahiret bakımından şehit sayılanlar kefenlenmez, namazları kılındıktan sonra kanlı elbiseleriyle defnedilir, zira onların kefenleri, üzerlerindeki elbiseleridir." Cenazenin bulunduğu yerde Kur’an okunabilir mi?,"Hanefîler'e göre yıkanıncaya kadar cenazenin bulunduğu odada Kur’ân okunması mekruhtur. Başka bir yerde okunmasında sakınca yoktur. Cenaze yıkandıktan sonra yanında da okunabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/173; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/193-194). Şâfiîlere göre, definden önce Kur’ân okunması mekruhtur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 2/438)." Yıkanıp kefenlendikten sonra cenazenin yüzünü açıp bakmak caiz midir?,"Cenaze yıkanıp kefenlendikten sonra yüzünün açılarak yakınlarının ve dostlarının ona son kez bakmaları veya öpmeleri caizdir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Osman b. Maz’ûn (r.a.) (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 40 [3163]) ve oğlu İbrahim vefat ettiğinde (Buhârî, Cenâiz, 43 [1303]) böyle yaptığı bilinmektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) de onun yüzünden örtüyü kaldırdığı, sonra da üzerine kapanıp, iki kaşının arasını hürmetle öptüğü ve ağlamaya başladığı hadis kaynaklarında nakledilmektedir (Buhârî, Cenâiz, 3 [1241]). Kadın cenazenin yüzüne mahremi olan erkekler ve kadınların bakmaları caiz ise de mahremi olmayan erkeklerin herhangi bir zaruret bulunmadıkça bakmaları mekruh görülmüştür. Erkek cenazenin yüzüne kadınların bakmasında ise bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 1/304-305; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/531-532)." Kişi öldüğü yerden başka bir yere götürülüp defnedilebilir mi?,"Kişinin, öldüğü yerin kabristanına defnedilmesi müstehaptır. İstisnalar olmakla birlikte sahabe-i kiram genellikle vefat ettikleri yerlerde defnolunmuşlardır. Ancak cesedin bozulmasından endişe edilmiyorsa cenazenin başka bir şehre veya memlekete taşınmasında ve oraya defnedilmesinde dinî açıdan bir sakınca yoktur. Nitekim ashaptan Sa’d b. Ebî Vakkâs ve Saîd b. Zeyd’in (r.a.) Medine’nin dışında bulunan Akik denilen yerde vefat ettiği ve Medine’de defnedildiği rivâyet edilmiştir (Muvatta', Cenâiz, 31; Aliyyüî-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/457)." Bir mezara birden fazla cenaze defnedilir mi?,"Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Zaruret hâlinde bir kabre birden çok cenaze konulabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) Uhud şehitleri için böyle bir uygulama yapmıştır. Fakat bu durumda cenazelerin arası toprak vb. bir şeyle ayrılmalıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 2/193). Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak hâline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni caiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak hâline geldikten sonra, aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/443-444; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/320; Nevevî, Ravda, 1/658; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 602). Cesedin ne kadar sürede çürüyeceği konusu, toprağın cinsine ve bölgenin iklimine göre değişir. Önceki cesedin çürüdüğüne dair zann-ı gâlip hâsıl olunca aynı kabre ikinci bir cenaze defnedilebilir. Daha önce defnedilen cenazenin çürüdüğü kanaatiyle mezar açıldığında çürümeyen bazı kemikler bulunursa, bu kemikler bir tarafa çekilip araya topraktan bir set yapmak suretiyle ikinci cenaze defnedilebilir." Çok katlı mezar yapılması dinen uygun mudur?,"Yer darlığı ve ekonomik zaruretler nedeniyle, bölümleri birbirinden beton kapak veya toprak tabakayla ayrılmış katlı mezarlar yapılmasında ve bunlara cenaze defnedilmesinde dînen bir sakınca yoktur." Defnedilmiş cenaze kabirden çıkarılıp başka bir yere nakledilebilir mi?,"Kabrin olduğu yerden yol geçmesi, su altında kalması veya bulunduğu yerin başkasına ait olup sahibinin orada cenaze defnine izin vermemesi gibi zorunlu bir durum olmadıkça defnedilen cesedin başka bir mezarlığa nakledilmek üzere çıkarılması dînen caiz değildir (İbn Âbidîn, Reddüî-muhtâr, 3/146; Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 223; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 603). Ölenin vasiyetinin bulunması, mezarın yakınları tarafından ziyaret edilmesinin zor olması, yolunun olmaması gibi hususlar ise kabrin nakli için geçerli mazeret sayılmaz." Kıbleye yönelik olarak defnedilmediği sonradan anlaşılan bir cenaze için herhangi bir işlem yapılır mı?,"Cenazenin yüzü kıbleye gelecek şekilde sağ tarafına yatırılarak defnedilmesi sünnettir. Ancak bilmeyerek kıble dışında bir istikamete doğru defnedilen cenaze olduğu gibi bırakılır. Zira meşru bir mazeret bulunmaksızın kabrin açılması caiz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, III, 146)." İbadet ne demektir ve kaç kısma ayrılır?,"İbadet; “itaat etmek, boyun eğmek, kulluk etmek, tevazu göstermek, ilah edinmek” anlamına gelir. Dinî bir terim olarak ise; “Fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allah’a tazim ve yakınlık ifade eden şuurlu itaat” demektir. Allah’a ibadet; itaat etmenin ve saygı göstermenin zirvesidir. Kur’ân’da insanların, Allah’a ibadet için yaratıldıkları (Zariyât, 51/56), bütün peygamberlerin, insanları Allah’a ibadete davet ettikleri (el-Bakara, 2/83) bildirilmiştir. Kur’ân’da ibadet kavramı; tevhid (en-Nisâ, 4/36), itaat (el-Bakara, 2/172), dua (el-Mü’min, 40/60), boyun eğmek (el-Fâtiha, 1/5), iman ve salih amel (en-Nisâ, 4/172-173), Allah’ı tesbih ve secde (el-A’râf, 7/206), Allah’ı bilmek ve tanımak (ez-Zâriyât, 51/56) gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu manalardan hareketle ibadet, geniş anlamıyla İslâm’ın emir ve yasaklarını gözetmeyi ve Allah’ın sınırlarını korumayı ifade eder. Bir davranışın ibadet olabilmesi için; kişide iman, niyet ve ihlas olması gerekir. İbadetin Allah rızası için yapılması ve İslâm’a uygun olması lazım gelir. Uygulama itibarıyla geniş manada ibadetler dört kısma ayrılır: a) İman, ihlas, niyet, tefekkür, marifet, sabır, takva gibi kalbî ibadetler. b) Namaz, oruç, dil ile zikir ve dua, ana-babaya iyilik, insanlara iyi muamele ve sıla-i rahim gibi beden ile yapılan ibadetler. c) Zekât, sadaka, yakınlara ve fakirlere yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibadetler. d) Hacca gitmek, cihat etmek gibi hem mal hem de beden ile yapılan ibadetler." Namaz ibadeti Hz. Peygamber’den önce de var mıydı?,"Kur’ân’da Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberlerin de namaz ibadetiyle mükellef kılındıkları belirtilmektedir (el-Bakara, 2/83; Yûnus, 10/87; Hûd, 11/87; İbrâhim, 14/37, 40; Meryem, 19/30-31, 54-55; Tâhâ, 20/14; el-Enbiyâ, 21/72-73; Lokmân, 31/17). Âyet-i kerîmelerden, namaz ibadetinin sadece Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetine has olmayıp, önceki ümmetlerde de var olduğu anlaşılmaktadır. Yine aynı şekilde, önceki ümmetlerin namazlarında da kıyam, rükû ve secde gibi temel rükûnların var olduğu bildirilmekle birlikte, namazın kılınışına dair detaylı açıklamalar mevcut değildir." Müslümandan namaz ibadeti ne zaman ve hangi hâllerde düşer?,"Akıl sağlığı yerinde olan ve ergenlik çağına ermiş her Müslüman’a namaz farzdır. Bu şartları taşımayan kimse namazla mükellef değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadiste çocuklar ve akıl sağlığı yerinde olmayan kimselerden sorumluluğun kaldırıldığını belirtmiştir (Ebû Dâvûd, Hudûd, 16 [4398]; İbn Mâce, Talâk, 15 [2041]). Bazı durumlarda sağlık sorunu olanlardan da namaz düşer. Hanefîler'e göre, sadece başını hareket ettirerek dahi namaz kılmaya gücü yetmeyecek derecede rahatsız olan kimseye bir şey gerekmez. Eğer bu hastalıktan ölürse, kılamadığı namazları kaza etme imkânı bulamadığı için borçsuz olarak Allah’ın huzuruna çıkmış olur. İyileşmesi durumunda; kılamadığı namazları bir günlük (beş vakit) namazı geçmezse, kaza etmesi gerekir. Sayı bundan daha çok olursa sahih olan görüşe göre, o kimseye kaza gerekmez. Baygın kalan kişi için de baygınlık süresine göre aynı hükümler geçerlidir (Kâsânî, Bedâi’, 1/106, 107, 108). İmam Şâfiî, bayılmanın tam bir namaz vakti sürmesi hâlinde de kaza gerekmeyeceğini söylemiştir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc,1/314). Hayatını yatalak olarak geçiren kişi, eğer yataktan kalkıp abdest alamıyorsa veya abdest aldıracak birini bulamıyorsa yanında bulunduracağı tuğla, kiremit veya taş gibi bir madde üzerine teyemmüm eder. Yatağından doğrulmaya ve kıbleye yönelmeye tek başına imkân bulamayan kişi, kendisine yardım edecek kimse de olmadığı takdirde yerinden doğrulmadan, yüzünü çevirebildiği kadar kıbleye çevirerek yattığı yerde namazını îma ile kılar (Serahsî, el-Mebsût, 1/212-213; Kâsânî, Bedâi’, 1/106-107). Hastalığından dolayı kendi başına teyemmüm edemeyen ve bu konuda kendisine yardım edecek birini de bulamayan kişi kendisini abdestli gibi sayarak isterse namazını îma ile kılar; isterse de kazaya bırakır; iyileşmesi hâlinde kaza eder, iyileşmeme durumunda ise kendisinden yükümlülük düşer (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/168, 172; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, 39; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/252-253)." Namaz kılmamanın mazereti olabilir mi?,"Bilindiği gibi namaz, dinimizin ifasını emrettiği ibadetlerin en önemlisidir. Kelime-i şehâdetten sonra, İslâm binasının üzerine kurulduğu beş esastan birincisidir. Akıllı ve ergenlik çağına ulaşan her Müslümanın namaz kılması farzdır. Terk edilmesi ve geciktirmeyi caiz kılan meşru bir mazeret bulunmaksızın vaktinde eda edilmeyip kazaya bırakılması, günahtır. Namaz; uyuyakalmak, unutmak ve baş ile de olsa îma ile kılamayacak kadar hasta olmak gibi meşru bir mazeret bulunmadıkça kazaya bırakılamaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biriniz uyuyakalır veya unutur da bir namazı vaktinde kılamaz ise onu hatırladığı vakit kılsın.” (Müslim, Mesâcid, 316 [684]; bkz. Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 37 [597]) buyurmuştur. Meşguliyeti çok olmak, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuk gibi durumlar namazın ertelenmesi için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyabilir. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37). İşverenin veya iş yerinde sorumluluk alan kimsenin, namaz kılmak isteyen memurlarına ve işçilerine, cuma namazını ve beş vakit namazı kılabilme imkânını sağlaması gerekir. Ancak çalışanın da işini aksatmaması ve iş disiplininin korunması açısından işverenin veya amirlerin iznini alması uygun olur. İzin verilmemesine rağmen kılınan namaz geçerlidir. Namaz kılma imkânı bulunmayan bir yerde çalışan kimsenin bu imkânı bulabileceği bir iş araması uygun olur. Eğer çalışanlar aramalarına rağmen başka bir imkân bulamazlar ise; öğle ile ikindiyi, ya ikindiyi öne alarak öğle vaktinde ya da öğleyi geciktirerek ikindi vaktinde; akşam ile yatsıyı da yatsı vaktine geciktirerek veya yatsıyı akşam vaktine alarak (cem ederek/birleştirerek) kılabilirler. Fakat bunun bir zaruret hükmü olduğunu hatırdan çıkarmazlar." Mesai içerisinde kılınan vakit namazından dolayı kul hakkı çiğnenmiş olur mu?,"Din ve vicdan özgürlüğünün bir boyutu da ibadet hakkıdır. İnanç özgürlüğünün devamı olarak, bir dine inanan kimse, o dinin gereklerini yerine getirebilme hakkına da sahiptir. Bu hakkı suistimal etmeden kılınan namazda kul hakkı ihlal edilmiş olmaz." Bir kimse namaz kılmayan eşinden dolayı sorumlu mudur?,"İslâm’a göre her fert, kendi yaptıklarından sorumludur. Başkalarının yaptıklarından sorumlu değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, ""Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır gelen kimse onun taşınması için yardım çağrısında bulunsa -çağrılan yakını bile olsa- o yükten hiçbir şeyi başkası üzerine alamaz."" (Fâtır, 35/18) buyrulur. İslâm, her insanın bir iradesi ve seçme hürriyeti bulunduğunu ve bunun sonucu olarak yaptıklarından sorumlu olacağını bildirmiştir. “Herkes kazandığı karşılığında rehindir.” (et-Tûr, 52/21); “Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (ez-Zilzâl, 99/7-8); “O (Allah) yaptığından sorumlu değildir. Onlar ise sorumlu tutulacaklardır.” (el-Enbiyâ, 21/23) mealindeki âyetler buna delildir. Bir Müslüman, ibadetlerini yerine getirmezse bunun hesabını Allah’a verecektir. Diğer Müslümanlara düşen ise ona nasihat etmek ve telkinlerde bulunmaktır. İnsanın emr-i bi’l-ma’rûfa en yakınlarından, ailesinden başlaması esastır. Nitekim Hz. Peygamber’e (s.a.s.) de böyle emredilmiştir. Rabbimiz ona tebliği emrederken, “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şu’arâ, 26/214) buyurmuştur. Hadis-i şerifte de her Müslümanın yönetimindekilerden sorumlu olduğu belirtilmiştir (Buhârî, Cum'a, 11 [893]; Müslim, İmâre, 20 [1829]). Eşlerin birbirlerine ve çocuklarına karşı, maddî konularda olduğu gibi manevî alanlarda da sorumlulukları vardır. Bu sorumluluk, dinin gereklerini öğretmek ve telkin etmektir. Zira Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e (s.a.s.) hitaben şöyle buyurur: “Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir.” (Tâhâ, 20/132) Bir kimse, namaz kılmayan eşine, beş vakit namazını vakti içinde eda etmesi için namazın maddî ve manevî faydalarını güzellikle anlatmalı, onu geçmişteki ihmalkârlığından ötürü tövbeye davet ederek namaz kılmaya iknaya çalışmalıdır. Güzellikle yapılacak tavsiyelere rağmen, eşin namaz kılmamasının sorumluluğu tamamen kendisine yani kılmayana aittir." "Teşrik tekbirlerinin dinî hükmü nedir, bu tekbirleri kimler ne zaman getirir?","Hz. Peygamber’in (s.a.s.), kurban bayramının arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, ikindi namazı da dâhil olmak üzere farzlardan sonra teşrik tekbirleri getirdiğine dair rivâyetler vardır (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 3/438-440 [6273-6278] Dârekutnî, es-Sünen, 2/390-391 [1735-1737]). Bu itibarla Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar 23 vakit, her farz namazın ardından teşrik tekbiri getirmek, kadın erkek her Müslümana vaciptir. Teşrik günlerinde kazaya kalan namaz aynı günlerde kaza edilirken teşrik tekbirleri de getirilir. Teşrik günleri çıktıktan sonra kaza edilmeleri hâlinde ise tekbir getirilmez. Namaz kaza edilmedikçe tekbirler kaza edilmez (Serahsî, el-Mebsût, 2/43-44; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/80-82). Şâfiî mezhebine göre ise teşrik tekbirleri sünnettir (Mâverdî, el-Hâvî, 1/484)." Kadınlar bayram namazı ile sorumlu mudur?,"İslâm âlimlerinin ittifakına göre kadınlar, cuma ve bayram namazlarıyla yükümlü değildirler (Semerkândî, Tuhfe, 1/161,165; Halîl, Muhtasar, 45, 47; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/167, 229; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/546). Bununla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) kadınları bayram namazına katılmaya teşvik etmiştir (Buhârî, ʽÎdeyn, 15, 19, 21 [974, 979, 981]; el-Hac, 81 [1652]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 1-3, 10-12 [884-885, 890]). Bu itibarla kadınlar, şartların elverişli olması hâlinde cuma ve bayram namazlarına katılabilirler." Oruç tutmakla yükümlü olmanın şartları nedir?,"İslâm’a göre, bireyin sorumlu olmasının temel şartları Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına ulaşmış olmaktır. Dolayısıyla bu şartlar, oruç ibadeti ile sorumlu olmanın da şartlarıdır. Buna göre, bir kimsenin Ramazan ayında oruç tutmasının farz olması için öncelikle Müslüman ve âkil-bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/87). İbadetlerle yükümlü olma şartlarını taşıdığı hâlde bazı özel durumlardaki kimselere oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. İbadetlerle yükümlü olmamakla birlikte, ergenlik yaşına gelmeyen çocukların alıştırılmak ve ısındırılmak maksadıyla namaz kılmaları ve oruç tutmaları teşvik edilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), yedi yaşından on yaşına kadarki sürede çocuğun namaza alıştırılmasını önermiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 26 [494-495]; Tirmizî, Salât, 182 [407])." Oruca başlamak için hilalin görülmesi şart mıdır?,"Kamerî aylar, adından anlaşıldığı gibi başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenen aylardır. Ramazan orucu, Ramazan ayında tutulduğundan ve Ramazan ayı da ay takvimine göre her sene değiştiğinden, oruca başlayabilmek için öncelikle, Ramazan ayının başladığını tespit etmek gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hilali (Ramazan hilalini) görünce oruca başlayın ve hilali (Şevval hilalini) görünce bayram edin. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayın.” (Müslim, Sıyâm, 19-20 [1081]; bkz. Buhârî, Savm, 5, 11 [1900, 1909]) buyurmuştur. Bu hadis ilk bakışta hilali çıplak gözle görmedikçe oruca başlanmayacağı ve bayram edilmeyeceği fikrini uyandırmaktadır. Konu ile ilgili diğer rivâyetler değerlendirildiğinde, bu hadislerin amacının günün şartları içinde en uygun uygulamanın öğretilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.), “Biz ümmî bir toplumuz; hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay ya 29 ya 30 gündür.” (Buhârî, Savm, 13 [1913]; Müslim, Sıyâm, 15 [1080]) buyurarak, kamerî aybaşlarının belirlenmesinde hesap yöntemine de başvurulabileceğine işaret etmiştir. Çıplak gözle görülsün ya da görülemesin, ay mutat hareketlerine devam etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (er-Rahmân, 55/5), bunların, diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü kılındığı (el-En'âm, 6/96), yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller tayin edildiği (Yûnus, 10/5), gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (et-Tevbe, 9/36), ayın yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara, 2/189) ifade edilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), kamerî aybaşlarının belirlenmesi konusunda çıplak gözle görmeyi, başvurulacak yegâne yöntem olduğu için değil, belki o günkü şartlar içinde en sağlıklı sonuç veren yöntem olduğu için öngörmüştür. Hilali gözlemlemenin amacı Ramazan ayının girip girmediğini belirlemektir. Bu sebeple, hilali çıplak gözle görme dışında, bizi bu amaca ulaştıracak başka yöntemlerden yararlanmak da mümkündür. Bugün, insanoğlunun ulaştığı teknolojik gelişmişlik, ayın hareketleri konusunda en ince ayrıntıyı bile izleme imkânı sunmaktadır. Artık ince astronomik hesaplar yoluyla, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvimleri hazırlama imkânı bile doğmuştur. Dolayısıyla kamerî ayların başlangıçlarını hesap yöntemiyle belirlemek meşrudur." Ramazan’ı karşılamak için oruç tutulur mu?,"Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Receb ve Şaban aylarında diğer aylara oranla daha fazla nâfile oruç tuttuğu (Buhârî, Savm, 52 [1969-1970]; Müslim, Sıyâm, 175-179 [1156-1157]) veya tavsiye ettiği bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Savm, 54 [2428]; İbn Mâce, Sıyâm, 43 [1741]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu uygulamasını, Ramazan’ı karşılama olarak değerlendirmek doğru değildir. Ramazan’ı karşılamak amacıyla oruç tutmanın dinî bir dayanağı yoktur. Ramazan ayı girmediği hâlde, Ramazan’ın gelmiş olabileceği düşüncesiyle ihtiyaten Ramazan’dan bir veya iki gün önce oruç tutmak da mekruhtur. Dinî ıstılahta bugüne “şek günü” denilir. Ancak Ramazan’ı karşılama niyeti olmaksızın şek gününde oruç tutulmasında bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ramazan’ı bir veya iki gün önce oruçta karşılamayın. Eğer bir kimse âdeti olduğu için bu günleri oruçla geçiriyorsa tutsun.” (Müslim, Sıyâm, 21 [1082]; bkz. Buhârî, Savm, 14 [1914]) buyurmuştur." Oruca ne zaman ve nasıl niyet edilir?,"Niyet etmek orucun şartlarındandır. Niyetsiz oruç sahih değildir. Kalben niyet etmek yeterli ise de niyeti dil ile ifade etmek menduptur. Oruç için sahura kalkılması da niyet sayılır. Ramazan orucu, belli günlerde tutulmak üzere adanan oruçlar ile nâfile oruçlar için niyet etme vakti, güneşin batması ile ertesi gün tepe noktasına gelmesi öncesine (10 dk.) kadarki süredir ancak imsaktan sonra yapılacak niyetin geçerli olması için bu vakitten itibaren bir şey yenilip içilmemiş, oruca aykırı bir iş yapılmamış olması gerekir. Aksi takdirde gündüz niyet caiz olmaz (Kâsânî, Bedâî’, 2/85). Bu oruçlar için “yarınki orucu tutmaya” şeklinde mutlak niyet yeterlidir. Bununla birlikte geceden niyet edilmesi ve “yarınki Ramazan orucuna” şeklinde orucun belirlenmesi daha faziletlidir. Ramazan’ın her günü için ayrı niyet edilmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/126-127). Kaza, keffaret ve bir zamana bağlı olmaksızın adanan oruçlar için gün batımından itibaren en geç imsak vaktine kadar niyet edilmiş olmalıdır. Bu tür oruçlara niyet edilirken, “falanca kaza, keffaret veya adak orucuna” şeklinde belirtilmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise nâfile dışındaki tüm oruçlara geceden niyet edilmelidir. İmsak vaktine kadar niyet edilmemişse o günün orucu geçerli olmaz. Nâfile oruçlara ise güneş tepe noktasına gelmeden öncesine kadar niyet edilebilir (Şirâzî, el-Mühezzeb, 1/331-332)." İmsak nedir? Ne zaman başlar? Sabah ezanı okunmaya başladığında yeme içmeye kısa bir süre devam edilebilir mi?,"Sözlükte “kendini tutmak, engellemek, el çekmek, geri durmak” anlamlarına gelen imsak, dinî bir kavram olarak, fecr-i sâdıktan, iftar vaktine kadar yemeden, içmeden, cinsel ilişki ve diğer orucu bozan şeylerden uzak durmak, el çekmek demektir. İmsakin zıttı iftardır. Halk arasında ise “imsak” oruç tutmaya başlanan fecr-i sâdığın oluştuğu vakit anlamında kullanılır. Bu manada imsak, oruca başlama vakti demektir. Oruca ne zaman başlanıp ne zaman bitirileceği Kur’ân-ı Kerîm’de şu şekilde açıklanmıştır: “(Ramazan gecelerinde) şafağın aydınlığını gecenin karanlığından ayırt edinceye (tan yeri ağarıncaya/fecr-i sâdığa) kadar yiyin, için. Sonra da akşama kadar (yiyip içmeden, cinsel ilişkide bulunmadan) orucu tamamlayın.” (el-Bakara, 2/187). Takvimlerde gösterilen “imsak”, oruca başlama vaktini ifade eder. İmsak vakti aynı zamanda gecenin sona erdiği, yatsı namazı vaktinin çıkıp sabah namazı vaktinin girdiği andır. Ramazan ayında ezân da imsak vaktinin başlaması ile okunmaktadır. Bu sebeple ezânın başlaması ile yemeyi içmeyi terk etmek gerekir. Ezân başladığı sırada ağızda bulunan lokmanın yutulmasında bir sakınca yoktur." Sahur yemeğinin dindeki önemi nedir?,"Sahur yemeği, oruç tutacak kişilerin imsak vaktinden önce gece yedikleri yemektir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sahura kalkmış ve bunu ümmetine de tavsiye etmiştir (Buhârî, Savm, 19-20 [1921, 1923]; Müslim, Sıyâm, 45-47 [1095-1097]). Resûl-i Ekrem (s.a.s.), sahur yemeğinde “bereket” (Buhârî, Savm, 20 [1923]; Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) olduğunu ifade etmiş ve sahur yemeğinin, Müslümanların orucu ile Ehl-i kitabın orucu arasındaki en önemli farklardan biri olduğunu belirtmiştir (Müslim, Sıyâm, 46 [1096]). Onun sahurla ilgili söz ve uygulamalarından hareketle fakihler, sahura kalkmanın ve sahuru geciktirmenin sünnet olduğunu söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 2/105). Âlimler, sahurun oruca dayanma gücü verdiğini, maddî-manevî bereketlere vesile olacağını bildirmişlerdir. Çünkü kişi sahura kalkmakla seher vaktini uyanık geçirmiş ve bu vakitte hem dua hem de istiğfar etmek suretiyle cennet ehlinin özelliklerine sahip olmuştur (ez-Zâriyât, 51/18). Bu şekilde manevî lezzetlerle başlanan oruç daha canlı, daha şevkli tutulur. Bu tür maddî-manevî bereketleri olan sahur, ihmal edilmemelidir." Şevval orucunun hükmü nedir? Ramazan’da tutulamayan oruçlar Şevval orucu niyetiyle tutulabilir mi?,"Ramazan’dan sonra Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim Ramazan orucunu tutar ve ona Şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yılın bütününde oruç tutmuş gibi olur.” (Müslim, Sıyâm, 204 [1164]) buyurmuştur. Bu oruç peş peşe tutulabileceği gibi ara verilerek de tutulabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/435). Şevval ayında nâfile olarak tutulan oruç, Ramazan’da tutulmayan oruçların yerine geçmez; yani Ramazan’da tutulmayan oruçların ayrıca kaza edilmesi farzdır. Bir oruçta hem kaza hem de nâfile yerine niyet edilmesi geçerli olmadığından Şevval ayında tutulan oruçta da bunlardan yalnız birine niyet etmek gerekir. Şevval ayında oruç tutulurken, Ramazan’da tutulamayan oruçların kazasına niyet edilirse bu oruçlar kaza orucu olarak tutulmuş olur." Zilhicce’nin ilk on gününün fazileti nedir?,"Fecr sûresinin 2. âyetinde geçen “on gece” ile tercih edilen yoruma göre, hac ayı olan Zilhicce’nin ilk on gecesi kastedilmiştir (Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, 31/148). Zilhiccenin ilk on gününün faziletine işaretle, Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha sevimli bir amel yoktur.” buyurmuş, sahabîler: “Ey Allah’ın Resûlü! Allah uğrunda yapılacak cihattan da mı üstündür?” diye sormuşlar. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.); “Evet, Allah yolunda cihat etmekten de. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihada çıkan, şehit olup dönmeyen kimsenin cihadı başka. (O, bundan üstündür.)” (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2438]; bkz. Buhârî, ʽÎdeyn, 11 [969]) buyurmuştur. Zilhicce’nin bu on gününün fazileti hac ibadetinin bu ayda yapılmasından kaynaklanmaktadır (İbn Hacer, Feth, 2/459). Zira bu günlerde hac ibadetinin bir kısım menâsiki yapılmakta bir kısmı da (ziyaret tavafı, şeytan taşlama gibi) ardından gelen teşrik günlerinde gerçekleştirilmektedir. Zilhicce ayının dokuzuncu günü olan Kurban Bayramının arefesinde tutulan orucun da çok faziletli olduğu rivâyetlerde zikredilmiştir (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162])." Zilhicce ayında ve Arefe gününde oruç tutmanın fazileti nedir?,"Zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmak müstehap kabul edilmiştir. İsteyen tamamını tutabileceği gibi birkaç gününü de tutabilir. Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan Arefe gününün dinde önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına kefaret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Fakat hacda olanların, yapacakları ibadetleri aksatmamaları, sıkıntı ve hâlsizliğe düşmemeleri gerekçesiyle Arefe günü oruç tutmamaları daha uygundur (Ebû Dâvûd, Savm, 63 [2440]; İbn Mâce, Sıyâm, 40 [1732])." "Muharrem ayının fazileti ve bu ayda, özellikle de 10 Muharrem’de oruç tutmanın hükmü nedir?","“Muharrem” hürmet edilen anlamındadır. Bu ay Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından Allah’ın ayı diye nitelendirilmiştir (Müslim, Sıyâm, 202-203 [1163]). Bu niteleme Muharrem ayının faziletine, ilahî feyz ve bereketinin bolluğuna işarettir. Resûlullah (s.a.s.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Ramazan’dan sonra en faziletli oruç, Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz da gece namazıdır.” (Müslim, Sıyâm, 202-203 [1163]). Muharremin onuncu günü âşûrâ günüdür. Bugün oruç tutmak da bazı âlimlere göre sünnettir (Serahsî, el-Mebsût, 3/92). Zira Resûlullah (s.a.s.), âşûrâ gününde oruç tutmuş ve bunu Müslümanlara tavsiye etmiştir (Buhârî, Savm, 69 [2004]). Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye gelince, Yahudilerin âşûrâ gününde oruç tuttuklarını görmüş ve “Bugün niçin oruç tutuyorsunuz?” diye sormuştu. “Bu, hayırlı bir gündür. Allah, o günde İsrâiloğulları’nı düşmanlarından kurtardı. Hz. Mûsâ o gün (şükür olarak) oruç tuttu” dediklerinde Resûlullah da (s.a.s.) “Ben Mûsâ’ya sizden daha layığım (yakınım).” buyurup o gün oruç tuttu ve Müslümanlara da tutmalarını tavsiye etti (Buhârî, Savm, 69 [2004]; Müslim, Sıyâm, 127-128 [1130]). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu günde oruç tutulmasını teşvik eden başka hadisleri de vardır. Bir hadiste, “Âşûrâ günü orucunun önceki yılın günahlarına keffâret olacağını zannederim.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Yahudilere muhalefet için ertesi sene âşûrâ orucunu Muharremin dokuzuncu günü de tutacağını söylemesi (Müslim, Sıyâm, 133-134 [1134]); bu orucun Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu veya onuncu ve on birinci günlerinde tutulmasının daha doğru olacağına işaret etmektedir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/241 [2154]). Şu da bilinmelidir ki, Ramazan orucu farz kılınınca Hz. Peygamber (s.a.s.), isteyenlerin âşûrâ orucu tutup isteyenlerin tutmayabileceğini belirtmiştir (Buhârî, Savm, 69 [2001]; Müslim, Sıyâm, 113-126 [1125-1129])." Oruçluyken elle tatmin olan kimsenin orucu bozulur mu?,"Oruç, nefsin isteklerinden bilinçli olarak uzak durma yönüyle bir irade eğitimidir. Nefsin isteklerinin kontrol altına alınmasında, ruhun arındırılıp yüceltilmesinde etkili bir yoldur. Şehevî arzularına mağlup olanların bu irade eğitiminde başarısız oldukları ortaya çıkar. Oruçlu iken elle tatmin olmak orucu bozar, kazayı gerektirir. Bu fiili işleyen kimselerin bozmuş oldukları orucu kaza etmekle yetinmeyip ayrıca tövbe etmeleri de gerekir. Elle tatmin olmanın keffâreti gerektirmemesi, bu fiilin önemsiz bir günah olduğunu göstermez. Bilakis özürsüz olarak orucunu bozan kimseler büyük günah işlemiş olurlar (Zeylaî, Tebyîn, 1/323; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/293)." Oruca niyetlenen bir kadın gün içinde âdet görmeye başlarsa ne yapmalıdır?,"Kadınlar âdet ve lohusalık denilen özel hâllerinde namaz kılmazlar, oruç tutmazlar. Daha sonra tutamadıkları oruçlarını kaza ederler. Oruca niyetlenen bir kadın, gün içerisinde âdet görmeye başlarsa orucunu bozar, temizlenince bugünün orucunu da kaza eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/126). İftar vaktine kadar oruçlu gibi davranılması doğru değildir. Ancak Ramazan’ın hassasiyetine riâyet ederek başkalarının yanında yiyip içilmemesi uygun olur." Ağız kokusunu önlemek için ağız spreyi kullanmak veya sakız çiğnemek oruca zarar verir mi?,"Ağız ve burundan alınıp mideye ulaşan her şey orucu bozar. Bu itibarla, ağız kokusunu önlemek veya diş ağrısını gidermek maksadı ile ağza sıkılan sprey ve benzeri maddeler yutulur da mideye ulaşırsa orucu bozar, yutulmazsa bozmaz. Günümüzde üretilen sakızlarda, ağızda çözülen katkı maddeleri bulunduğundan, ne kadar dikkat edilirse edilsin bunların yutulmasından kaçınmak mümkün değildir. Bu sebeple bu tür sakız çiğnemek orucu bozar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/416-417). Öte yandan, hangi sakızın orucu bozmayan türden olduğu bilinemeyeceğinden oruçlu iken sakız çiğnemekten sakınılmalıdır." Endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak orucu bozar mı?,"Midedeki hastalığı tespit amacıyla mideyi görüntülemek veya mideden parça almak için yaptırılan endoskopide, ağız yoluyla mideye tıbbî bir cihaz sarkıtılmakta ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonlardaki hastalığı teşhis etmek amacıyla bağırsak içini görüntülemek veya parça almak için yapılan kolonoskopide, makattan bağırsaklara cihaz gönderilmekte ve işlem bittikten sonra çıkarılmaktadır. Kolonoskopide genellikle, endoskopide ise bazen, incelenecek alanın temizliğini sağlamak amacıyla cihaz içinden su verilmektedir. Endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak; yeme, içme anlamına gelmemekle birlikte, cihaz içinden su verildiğinde oruç bozulur. Ancak söz konusu işlemlerde cihazların kullanımı sırasında sindirim sistemine su, yağ ve benzeri bir madde girmemesi durumunda endoskopi ve kolonoskopi yaptırmak, orucu bozmaz." Anestezi orucu bozar mı?,"Anestezi, acı ileten sinir yolları üzerinde iletimin değişik seviyelerde engellenmesi demektir. Lokal, bölgesel ve genel anestezi olmak üzere, üç türlü anestezi vardır. Küçük ameliyatlarda ameliyat bölgesinin yakın çevresine iletimi engelleyen ilaçların verilmesi ile oluşan anesteziye, ""sınırlı uyuşturma"" denir. Vücudun daha geniş bölgeleri, örneğin belden aşağısı veya bir yarısı iletimin omurilik düzeyinde engellenmesi için omuriliğe veya omuriliğe varmadan geniş bir sinir grubunun oluşturduğu bağlantı yerleri üzerine ilaç verilerek oluşturulan anesteziye ""bölgesel anestezi"" denir. Hastanın uyutulup ağrının duyulması beyin düzeyinde engellenirse, bu tür anesteziye ""genel anestezi"" denir. Anestezi, nefes yolu veya iğne ile vücuda ilaç verilerek oluşturulmaktadır. Nefes yolu veya iğne ile yapılan anestezi, mideye ulaşmadığı gibi yeme-içme anlamı da taşımamaktadır. Ancak bölgesel ve genel anestezide, acil durumlarda ilaç ve sıvı vermek amacıyla damar yolu açılarak, bu açıklık işlem süresince serum vermek suretiyle sağlanmaktadır. Bu itibarla, sınırlı uyuşturma orucun sıhhatine engel değildir. Bölgesel ve genel anestezide serum verildiği için oruç bozulur." Kulağın yıkattırılması orucu bozar mı?,"Kulak ile boğaz arasında bir kanal bulunmaktadır. Ancak kulak zarı bu kanalı tıkadığından, su boğaza ulaşmaz. Bu nedenle kulağın yıkattırılması orucu bozmaz. Ancak kulak zarının delik olması durumunda, kulak yıkattırılırken suyun mideye ulaşması mümkündür. Bu itibarla, yıkama sırasında suyun mideye ulaşması hâlinde oruç bozulur (DİYK 22. 09. 2005 tarihli karar)." "Fitil kullanmak, lavman yaptırmak orucu bozar mı?","Ağrı kesici, ateş düşürücü olarak veya diğer bazı amaçlarla makattan; mantar ve bazı kadın hastalıklarının tedavisinde ferçten fitil kullanılmaktadır. Lavman, tıbbî operasyon öncesi veya kabızlıkta kalın bağırsakta bulunan dışkının, anüsten içeriye sıvı verilerek dışarı çıkarılmasıdır. Sindirim sistemi, ağızla başlayıp anüsle sona eren, sindirim borusu ile sindirim bezlerinden oluşur. Sindirim borusu ise ağızla başlar. Ağzın gerisinde yutak bulunur. Sonra yemek borusu, mide, ince bağırsak, kalın bağırsak, rektum ve anüs gelir. Sindirim ince bağırsaklarda tamamlanmaktadır. Kalın bağırsaklarda ise sadece su, glikoz ve bazı tuzlar emilmektedir. Kadının ferci ile sindirim sistemleri arasında ise bir bağlantı bulunmamaktadır. Bu itibarla kadınların fercinden kullanılan fitiller, orucu bozmaz. Makattan kullanılan fitiller ise her ne kadar sindirim sistemine dâhil olmakta ise de sindirim ince bağırsaklarda tamamlandığı, fitillerde gıda verme özelliği bulunmadığı ve makattan fitil almak, yemek ve içmek anlamına gelmediği için orucu bozmaz. Lavman yaptırmak konusunda ise iki durum söz konusudur; kalın bağırsaklarda su, glikoz ve bazı tuzlar emildiği için gıda içeren sıvının bağırsaklara verilmesi veya orucu bozacak kadar su emilecek şekilde verilen suyun bağırsakta kalması durumunda oruç bozulur. Ancak suyun bağırsaklara verilmesinden sonra bekletilmeyip bağırsakların hemen temizlenmesi durumunda, verilen su ile birlikte bağırsaklarda bulunan dışkının dışarıya çıkarıldığı ve bu esnada emilen su da çok az olduğu için oruç bozulmaz (DİYK 22.09.2005 tarihli karar)." Diyaliz uygulamalarında oruç bozulur mu?,"Böbrek yetmezliği hastalarına uygulanan diyaliz; periton diyalizi, hemodiyaliz olmak üzere iki çeşittir. Periton diyalizi, karın boşluğuna verilen özel bir solüsyon aracılığı ile hastanın kendi karın zarı kullanılarak kanın zararlı maddelerden arındırılması ve sıvı dengesinin sağlanması işlemidir. Hemodiyaliz ise kanın vücut dışında bir makine yardımı ile temizlenip vücuda geri verilmesi işlemidir. Kan bir iğne aracılığı ile hastanın kolundan alınır. Hemodiyaliz makinası, diyalizör denen bir filtreden kanı sürekli geçirerek zararlı maddeleri ve fazla suyu filtre eder. Filtre edilen temiz kan ikinci bir iğne ile hastanın damarına geri verilir. Bu işlem yapılırken bazen, gıda içerikli sıvı verilmesi gerekmektedir. Buna göre hastaya herhangi bir sıvı maddesi verilmeden gerçekleştirilen hemodiyalizde oruç bozulmaz. Diğer diyaliz çeşitlerinde ise vücuda gıda içerikli sıvı verildiği için oruç bozulur (DİYK 22.09.2005 tarihli karar)." Trombosit temini için kan vermek orucu bozar mı?,"Konunun uzmanlarından alman bilgiye göre; kandaki trombosit, normal kan verme yoluyla veya aferez cihazı vasıtasıyla elde edilmektedir. Normal kan verme yöntemiyle trombosit alımında sadece kan vermek söz konusudur. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) oruçluyken kan aldırdığı yönündeki rivâyetleri değerlendiren İslâm âlimleri kan verenin orucunun bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Buhârî, Savm, 32 [1938-1939]). Aferez cihazıyla trombosit alımında ise kan bağışçısının bir kolundan cihaz vasıtasıyla kan çekilir ve kandaki trombositler cihaz içinde ayrıştırılarak diğer koldan bağışçıya tekrar geri verilir; kanın pıhtılaşmasını önlemek için de cihaz setinin içi iki farklı serumla doldurulur. Vücuda kan ve serumun verildiği bu uygulama orucu bozar. Aferez cihazıyla trombosit vermek isteyen bağışçıların bunun yerine normal kan verme yöntemini kullanmaları veya iftar ile sahur arasında bu uygulamayı tatbik ettirmeleri gerekir." Aşı olmak veya iğne yaptırmak orucu bozar mı?,"Oruç; yemek, içmek, cinsel ilişki ve bunların kapsamına giren şeylerle bozulur. Bu sebeple, gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar, yemek ve içmek anlamına gelmediklerinden orucu bozmazlar. Aşı da böyle olup orucu bozmaz. Ancak gıda veya keyif verici enjeksiyonlar orucu bozar. Tedavisi devam eden hastalar, sağlıklarına kavuşup tedavileri sona erinceye kadar oruçlarını erteleyebilirler. Bununla birlikte, Ramazan ayında herkesle birlikte oruca devam etmeyi arzu ediyorlar ve oruç tutmalarına da başka bir engel bulunmuyorsa iğnelerini iftardan sonra yaptırmaları yerinde olur. Bu imkâna sahip olmayanlar, tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler. Ancak oruçlu iken gıda ve vitamin iğneleri yaptıranların, ağızdan aşı alanların damardan serum ve kan verilenlerin orucu bozulur. Daha sonra bu oruç kaza edilir." "İtikâf nedir, nasıl yapılır?","Dinî bir terim olarak itikâf akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına gelmiş bir Müslümanın beş vakit namaz kılman bir mescitte ibadet/Allah’a yakınlık elde etme niyetiyle bir süre durması demektir. İtikâfa giren kimse, camide yer, içer, uyur ve ihtiyacı olan şeyleri mümkün olduğu takdirde camide tedarik eder. Tuvalete gitmek, abdest almak ve gerekli olduğunda gusletmek gibi tabiî ihtiyaçları için ise camiden dışarı çıkabilir. Bulunduğu camide cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir camiye gidebilir. Cenaze namazı için ise dışarı çıkamaz. Kendisine veya malına bir zarar geleceği korkusuna kapılması ya da zorla çıkarılması hâlinde başka bir camiye gitmek üzere içerisinde bulunduğu cami veya mescitten çıkabilir. Bu zorunlu hâllerin dışında camiden çıkarsa itikâfı bozulur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129-131). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’da ve özellikle bu ayın son on gününde itikâfta bulunduğunu bildiren birçok hadis-i şerif vardır (Buhârî, İ‘tikâf, 1 [2025-2026]; Müslim, İ‘tikâf, 1-5 [1171-1172]). Nâfile olan itikâfın en azı bir gündür. İmam Ebû Yûsuf en az süreyi, bir günün yarıdan fazlası olarak belirlerken; İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129). Yukarıda izah edildiği şekli ile camide itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar ise evlerinin namaz kılmak üzere belirledikleri bir yerinde itikâfta bulunabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/129). Şâfiî mezhebine göre ise mescit dışında itikâf caiz değildir. Kadın, kocasından izin alarak mescitte itikâf yapar. Zira Hz. Peygamber’in (s.a.s.) eşlerinin mescide itikâfa girdikleri rivâyet edilmiştir (Müslim, İ‘tikâf, 5-6 [1172]). Bu mezhebe göre itikâf sırasında oruçlu bulunmak da şart değildir (Şîrâzî, el-Mühezzeb, 1/350; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/188-191)." Orucu bozup hem kaza hem de kefâret gerektiren durumlar nelerdir?,"Oruç, ibadet niyetiyle tan yerinin ağarmasından (fecr-i sâdık), güneş batıncaya kadar, yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmak demektir. Oruçlunun söz konusu yasak fiillerden uzak durması anlamındaki “imsak”ın ihlal edilmesiyle oruç bozulur. Başlanan Ramazan orucunun aşağıdaki fiiller sebebiyle bozulmasından dolayı hem kaza hem de kefâret gerekir: a) Cinsel ilişkide bulunmak. Oruçlu iken cinsel ilişkide bulunmak her iki taraf için de kaza ve kefâreti gerektirir. b) Meşru bir mazeret bulunmaksızın, gıda veya gıda hükmünde olan ya da yenilip içilmesi mutat bir şeyi bilerek yemek ve içmek Hanefîler'e göre kaza ve kefâreti gerektirir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/409-411). Şâfiîlere göre ise bu durum sadece kazayı gerektirir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/177-178)." Eşlerin oruçlu iken ilişkilerinin sınırı ne olmalıdır?,"Oruçlu olan kimse orucu bozacak şeylerden kaçındığı gibi orucun sevabını azaltacak şüpheli durumlardan da kaçınmalıdır. Ramazan’da oruçlu olduğunu bile bile cinsel ilişkide bulunmakla oruç bozulur, hem kaza ve hem de keffâret gerekir (Buhârî, Savm, 30 [1936]; Müslim, Sıyâm, 81-84 [1111]; Ebû Dâvûd, Savm, 37 [2393]; İbn Mâce, Sıyâm, 14 [1671]). Eşlerin birbirlerini öpmeleri veya sarılmalarıyla oruçları bozulmaz. Ancak bu durumda boşalma meydana gelirse oruç bozulur ve güne gün kaza gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/120)." "Ramazan’da oruçluyken yolculuğa çıkan kimse, yolculuk sebebi ile orucunu bozarsa ne gerekir?","Ramazan’da sefer mesafesi (en az doksan km) kadar bir yere gitmek için yola çıkacak olan kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir. Fakat niyet ettikten sonra gündüz yolculuğa çıksa bu yolculuk esnasında meşru başka bir mazereti bulunmazsa orucunu bozmamalıdır. Başlanan bir ibadetin mazeret yoksa tamamlanması gerekir. Buna rağmen sefer bir mazeret olduğu için kişi orucunu seferîliği başladıktan sonra bozarsa kendisine keffâret gerekmeyip sadece kaza gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/421-424). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Mekke’nin fethi için sefere çıktığında oruçlu iken, Kedîd denilen yere varınca orucunu bozması (Buhârî, Savm, 34 [1944]; Müslim, Sıyâm, 88 [1113]) savaş şartlarının gereği olarak değerlendirilebilir." Kişinin çok sayıda kaza orucu varsa nasıl tutmalıdır?,"Ramazan orucunu tutmakla yükümlü olduğu hâlde tutmamış veya bir mazeretten dolayı tutamamış kimseler; öncelikle tutmadıkları bu oruçların sayısını belirlerler ve bu oruçlarını, oruç tutmanın yasak olduğu bayram günlerinin dışındaki günlerde kaza ederler. Tutulacak her kaza orucuna, “Üzerimde borç olan ilk orucun kazasına...” diye niyet edilmesi uygun olur. Kazaya kalan oruçların hesaplanması konusunda iki durum söz konusu olabilir: a) Kişi mükellef olduğundan beri hiç oruç tutmamış olabilir. Bu durumda ergenlikten itibaren geçen her yıl itibarı ile bir kamerî ay hesabı ile -ki, bu yirmi dokuz veya otuz gündür; ihtiyaten otuz gün tercih edilmesi uygundur- oruçlarını tutar. b) Kişi mükellef olduktan sonra bazı oruçları kazaya bırakmış olabilir. Bu durumda mümkün mertebe tutulmayan oruçların sayısı hesaplanıp gününe gün kaza edilir. Orucunu mazeretsiz olarak terk eden kimselerin kaza yanında tövbe ve istiğfar etmesi de gerekir." Akşam ezânının yanlışlıkla bir-iki dakika erken okunmasından dolayı orucunu açan kimsenin ne yapması gerekir?,"Namaz, imsak ve iftar vakitlerinin tespitinde takvimlere göre hareket etmek asıldır. Diyanet İşleri Başkanlığınca hazırlanan takvimlerde namaz vakti gösterilen yerlerin yükseklik ve mesafe farkından dolayı akşam namazı vaktinin girişinde temkin uygulanmaktadır. Söz konusu takvimlerin gösterdiği güneşin batma vaktinden yanlışlıkla iki-üç dakika önce akşam namazına başlanması veya iftar edilmesi hâlinde namaz ve oruç geçerli olur. Ancak daha erken iftar edilirse oruç bozulmuş olur ve kaza edilmesi gerekir." Orucu kasten bozmanın hükmü nedir?,"Orucu kasten, yani mazereti olmadığı hâlde bilerek bozmak, Ramazan’ın hürmetine saygısızlıktır ve büyük günahtır. Hz. Peygamber (s.a.s), orucunu bu şekilde bozanların keffâret ile yükümlü olacaklarını belirtmiştir (Buhârî, Savm, 30 [1936]; Müslim, Sıyâm, 81-84 [1111]; bkz. Ebû Dâvûd, Savm, 37 [2393]; İbn Mâce, Sıyâm, 14 [1671]). Oruç keffâreti, iki kamerî ay veya 60 gün ara vermeksizin oruç tutmaktır. Buna da gücü yetmeyen kişi, 60 fakiri bir gün ya da bir fakiri 60 gün doyurur. Bu keffâretin yanında ayrıca, tövbe edilmesi ve bozulan orucun da kazası gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/122-123)." "Keffâret orucu tutan bir kimse yolculuğa çıktığında, keffâret orucuna ara verebilir mi?","Başlanan bir Ramazan orucunu meşru bir mazeret olmaksızın bilerek bozan bir kimsenin gücü yetmesi hâlinde peş peşe iki kamerî ay veya altmış gün keffâret orucu tutması gerekir. Hanefîler'e göre, kadınların âdet hâlleri hariç hiçbir sebeple keffâret orucuna ara verilmez. Sefer ve benzeri bir sebeple ara verilmesi hâlinde daha önce tutulmuş olan oruçlar nâfile yerine geçer. Bu durumda keffâret orucuna baştan başlanır. Çünkü keffâret orucunun ara verilmeksizin tutulması gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/278). Bununla birlikte tutulmakta olan keffâret orucuna hastalık ve yolculuk mazeretine binaen ara verilebileceğini, bu mazeretler sona erince ara vermeden kaldığı yerden devam edilebileceğini söyleyen mezheplerin görüşleriyle de amel edilebilir (bkz. Mevvâk, et-Tâc, 5/448)." Oruç keffâreti tutan bir kadın âdet dönemi esnasında tutamadığı günler için ne yapmalıdır?,"Keffâret orucu ara vermeden tutulmalıdır. Ancak kadınların keffâret orucu tutarken araya giren âdet günleri bunun dışındadır. Çünkü onlar bu günlerinde oruç tutamazlar, âdet hâlleri bitince ara vermeden, keffârete kaldıkları yerden devam ederler. İki ayı tamamlarlar. Şâyet âdetin dışındaki bir sebeple ara verirlerse, keffâret orucuna baştan başlamaları gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 4/115)." Ramazan aylarında birden fazla oruç bozulması durumunda bu oruçların her biri için ayrı ayrı keffâret gerekir mi?,"Farklı Ramazan aylarında da olsa bir kimsenin meşru mazereti olmaksızın kasten bozduğu bütün oruçlar için bir keffâret ödemesi (peş peşe iki kamerî ay veya altmış gün oruç tutması) yeterlidir. Ayrıca bozduğu her orucu kaza etmesi gerekir. Ancak keffâretin ödenmesinden sonra başlanıp kasten bozulan Ramazan orucu için yeni bir keffâret gerekir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/338-340)." "Ramazan ayını ve bayramı başka ülkelerde geçirenler, o ülkelerin hesaplarının/takvimlerinin Türkiye’den farklı olması hâlinde bayramlarını Türkiye’ye göre mi, bulundukları ülkeye göre mi yapmalıdırlar?","Fakihlerin çoğunluğunca tercih edilen görüşe göre; kamerî aylar, hilalin güneş battıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir yerinden görülmesiyle başlar (bkz. Buhârî, Savm, 5, 11 [1900, 1906]; Müslim, Sıyâm, 3-9 [1080]). Günümüzde ayın, hilal hâlinde nerede ve ne zaman görülebileceği, hatasız olarak, hesapla tespit edilebilmektedir. Yurdumuzda ve İslâm ülkelerinin çoğunda takvimler bu hesaplamalara göre düzenlenmekte; Ramazan ve bayramlar da buna göre belirlenmektedir. Az sayıda bazı İslâm ülkeleri ise kamerî aybaşlarının tespitinde, ayın hilal şeklinde gökyüzünde görülebilecek hâlde bulunması zamanını değil, kavuşum anını veya hilalin kendi ülkelerinde de görülmesini esas almaktadırlar. İslâm âleminde zaman zaman bizden bir gün önce veya bir gün sonra oruca başlayan ve bayram yapan ülkelerin bulunması bu sebepledir. Bu tür ictihad farklılığından doğan uygulamalar kimsenin ibadetine zarar vermez. Bu nedenle başka bir ülkede bulunan bir Müslüman, bayramını bulunduğu ülkeye göre yapar. Bayram coşkusunu, bulunduğu yerdeki Müslüman kardeşleriyle birlikte yaşar." Kutup bölgelerinde oruç nasıl tutulur?,"Namaz ve oruç gibi vakte bağlı ibadetlerin vakitlerinin tamamının veya bir kısmının teşekkül etmediği kutup bölgelerinde bu ibadetler, şer’î kıstaslar dikkate alınarak takdir yoluyla edâ edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/361-366). Hz. Peygamber (s.a.s.) kıyamet yaklaştığında günlerin uzayacağını, bir günün bir yıl, bir günün bir ay bir günün bir hafta kadar süreceğini söyledikten sonra o günlerde namazların takdir edilerek yani kıyaslamalar ve ölçümlerle vakitleri öngörüp/belirleyip buna göre kılınacağını bildirmiştir (Müslim, Fiten, 110 [2937])." Uçakla seyahat eden oruçlu kişi iftarını nereye göre yapar?,"Seyahate çıkan kişilerin, imsak ve iftarları o anda bulundukları yere göre yapmaları gerekir. Uçakla seyahat eden oruçlu kişiler de uçuş esnasında varsa uçak yetkilisinin vereceği bilgiye göre, böyle bir uygulama yoksa uçağın üzerinde bulunduğu yere göre imsak ve iftar yapmalıdırlar. Ancak çok hızlı uçaklarla kıtalararası yolculuk yapılması durumunda, imsak ile iftar arasında süre, anormal ölçüde kısa veya uzun olabilmektedir. Bu durumda, yolculuk yapacak kişi orucunu kazaya bırakabilir. Ancak oruca başlamış ise bir takdir yaparak (mesela oruç tutmaya başladığı yerin akşam vaktinde) iftar edebilir." Mesleği gereği sürekli olarak yolcu olan kişi namaz ve oruç ibadetlerini nasıl yerine getirebilir?,"Sürekli yolculuk hâli, ibadetlerde bir ruhsat sebebidir. Yolcuların bu ruhsatlardan yararlanmalarında dinen bir sakınca yoktur. Genel bir ilke olarak mazeret devam ettiği sürece ruhsatlar da devam eder. Buna göre sürekli yolculuk hâlinde olan kimseler, namazlarını ertelemeden ve dört rek'atlı farzları kısaltarak iki rek'at olarak kılarlar. İhtiyaç duyduklarında veya mecbur kaldıklarında, öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını birleştirerek (cem ederek) de kılabilirler. Ramazan oruçlarını ise mümkün olduğunca tutmaya çalışırlar. Fakat yolculuk esnasında oruç tutmakta zorlanırlarsa, uygun zamanda kaza etmek şartıyla yolculuk süresince oruçlarını tutmayarak erteleyebilirler. Ertelemek zorunda kaldıkları Ramazan oruçlarını imkân buldukları ilk fırsatta kaza etmeye çalışırlar. Kaza da edemeyecek duruma düşerler ise söz gelimi artık oruç tutmalarına imkân vermeyen ve iyileşme ümidi olmayan bir hastalığa yakalanmak gibi durumlarda tutamadıkları her bir günlük oruç için bir fidye verirler." Ramazan ayında lokanta işletmek caiz midir?,"Ramazan ayında hasta, yolcu vb. oruç tutmama ruhsatına sahip kimseler oruçlarını daha sonraki bir zamanda tutabilirler (el-Bakara, 2/185; İbn Mâce, Sıyâm, 11-13 [1664-1670]; bkz. Müslim, Sıyâm, 69 [335]). Mazereti sebebiyle oruç tutamayanların yeme-içme ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için Ramazan ayında lokanta vb. yerlerin açık olmasında dinen bir sakınca bulunmamaktadır. Ayrıca lokanta sahibi, oruç tutmayanların niçin oruç tutmadıklarını bilmek zorunda değildir. Fakat hem oruç tutanlara saygı için hem de yeni yetişmekte olan çocuk ve gençlerin, Ramazan gününde oruç tutulmayıp aleni yemek yenilmesinin olağan bir şey olduğu gibi bir izlenime kapılmamaları için mazeretli de olsa, yiyip içenlerin bunu açıktan yapmamaları uygun olur. Lokanta sahipleri de gerekli tedbirleri alarak böyle algılamalara fırsat vermemeye özen göstermelidirler." Ramazan gecelerinde eşlerin cinsel ilişkide bulunması caiz midir?,"Oruç, imsak (fecr-i sâdık) vaktinden güneşin batımına kadarki süre içinde yeme, içme ve cinsel ilişkiden, ibadet niyetiyle uzak durmaktır. Yani oruç gündüz tutulur. Ramazan geceleri için yeme, içme ve cinsel ilişki yasağı söz konusu değildir. Dolayısıyla iftar ile imsak arasında yemek, içmek ve eşlerin cinsel ilişkide bulunmasında bir sakınca yoktur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.” (Bakara, 2/187)." Ramazan’da oruçlu iken gündüzü uyuyarak geçirmenin oruca zararı var mıdır?,"Orucun sahih/geçerli olması için “oruç tutmaya niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak” şarttır. Gündüzleri az veya çok uyumak, orucun sıhhatine zarar vermez. Bununla birlikte orucun vereceği sıkıntılardan uzak kalmak ve onları hissetmemek kastıyla, gerekli olmadığı hâlde Ramazan günlerinde uzun süreli uyumanın, orucun hikmetiyle bağdaşmayacağı da unutulmamalıdır." Çalışanların iş verimini düşürmesi endişesiyle oruç tutmamaları caiz midir?,"Ramazan orucu, ergenlik çağına ulaşmış ve akıl sağlığı yerinde her Müslümana farzdır. Mazeretsiz olarak oruç tutmayanlar büyük günah işlemiş olurlar. Zira Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse, Allah’ın tanıdığı bir ruhsat olmadan, Ramazan’da bir gün orucunu tutmazsa, bütün yılın orucu bile o günün yerini tutmaz.” (Ebû Dâvûd, Savm, 38 [2396]; bkz. Buhârî, Savm, 29). Ailesinin rızkını temin etmek için ağır işlerde çalışmak zorunda olup da oruç tutmaları sağlığına zarar verenlerin o günlerde oruç tutmayıp daha sonra kaza edebilecekleri, kaza etme imkânlarının olmaması durumunda ise her gün için bir fidye vermeleri şeklinde görüşler vardır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/420). Ancak çok ağır olmayan günlük işlerde çalışmak orucu terk için özür sayılmaz. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur: “Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret ne bir alışveriş, Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz. Onlar, dehşetinden kalplerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar.” (en-Nûr, 24/37)." Kadir Gecesinin tayini hakkındaki rivayetler nasıl anlaşılmalıdır?,"Kadir Gecesi Kur’ân’da belirtildiğine göre, içerisinde bu gecenin bulunmadığı bin aydan daha hayırlıdır. Kur’ân, Ramazan ayında (el-Bakara, 2/185) ve bu gecede indirilmiştir (el-Kadr, 97/1). Kadir Gecesinin Ramazan ayında olduğu kesindir. Ancak hangi güne tekabül ettiği konusunda farklı rivâyetler vardır. Zirr b. Hubeyş anlatıyor: “Ubey b. Ka’b’a (r.a.); İbn Mes’ud’un (r.a.), ‘Senenin bütün gecelerini ihya eden kimse Kadir Gecesine tesadüf edebilir’ sözünü hatırlattığımda, bana şu cevabı verdi: ‘Kendisinden başka ilah olmayan Yüce Allah’a yemin olsun ki, Kadir Gecesi Ramazan ayındadır. Kadir Gecesi; Resûlullah’ın (s.a.s.) bize namaz kılmamızı emir buyurduğu gecedir. O da Ramazan’ın 27. gününün gecesidir. O gecenin alameti, o gecenin sabahında güneşin beyaz ve ışınlan gözü almayacak şekilde doğmasıdır.’” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179 [762]). Abdullah b. Ömer’den gelen bir rivâyette Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kadir gecesini aramak isteyen 27. gecede arasın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/27 [4808]) buyurmuş, böylece 27. geceyi ibadet ve zikirle uyanık olarak geçirmemizi tavsiye etmiştir. Kadir Gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivâyetler de vardır (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]). Dolayısıyla Ramazan’ın son gecelerini Kadir gecesiymiş gibi değerlendirmek tavsiye edilir." Unutarak yemek içmek orucu bozar mı?,"Unutarak yemek içmek orucu bozmaz. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Bir kimse oruçlu olduğunu unutarak yer, içerse orucunu tamamlasın, bozmasın. Çünkü onu, Allah yedirmiş, içirmiştir.” (Buhârî, Savm, 26 [1933]; Müslim, Sıyâm, 171 [1155]) buyurmuştur. Unutarak yiyip içen kimse, oruçlu olduğunu hatırlarsa hemen ağzındakileri çıkarıp ağzını yıkar ve orucuna devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/120-121)." Unutarak yiyen kişiye oruçlu olduğunun hatırlatılması gerekir mi?,"Oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen kişi, yaşlı, hasta, zayıf ve oruç tutmaya güç yetiremeyecek durumdaysa onu gören kişi oruçlu olduğunu hatırlatmamalı, aksi durumda hatırlatmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 244)." Cünüp iken tutulan oruç geçerli midir?,"Cünüplük oruç tutmaya engel değildir. Cünüp olmayı gerektiren hâl ister oruca başlamadan gerçekleşmiş olsun ister ihtilam olma şeklinde oruçlu iken gerçekleşmiş olsun fark etmez. Ancak cünüp olan kişi, bir an önce yıkanıp temizlenmelidir. Cünüp iken üzerinden bir namaz vakti geçmemelidir. Guslün bir namaz vaktinden daha fazla süreyle ertelenmesi günahtır. Çünkü geciktirilirse namaz terk edilmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/399)." Oruçlu iken ihtilam olmanın veya cünüp olarak sabahlamanın hükmü nedir?,"Oruçlu iken rüyada ihtilam olmak orucu bozmaz, gusletmeyi geciktirerek cünüp olarak sabahlamak da oruca bir zarar vermez (el-Fetâvaî-Hindiyye, 1/200; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/400). Ancak guslü sabah namazı vaktinin çıkmasına kadar ertelemek günahtır. Çünkü bu durumda namaz terk edilmiş olur. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Ramazan’da imsaktan sonra sabah namazı vakti içinde yıkandıkları bilinmektedir (Buhârî, Savm, 25 [1930-1931]; Müslim, Sıyâm, 76 [1109])." Ağda veya epilasyon yaptırmak oruca engel olur mu?,"Vücuttaki kılların hangi yolla olursa olsun alınması orucu bozmaz. Çünkü oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Kıl almak veya aldırmak bunların kapsamında olmadığından orucu bozmaz. Burada şu husus da belirtilmelidir ki, kadının erkeğe karşı avret mahalli eller, ayaklar ve yüzü hariç tüm bedenidir. Kadının kadına karşı avret mahalli, diz kapağı ile göbek arasıdır. Zaruret olmadan bu yerlerin dışındaki bölgelerin başka kadınlara veya erkeklere gösterilmesi caiz değildir. Bu itibarla ağda veya lazerle epilasyon yaptırmak isteyen kişinin, erkek olsun kadın olsun yabancı bir kişiye avret mahallini açması helal olmadığı gibi bu işlemi uygulayan kişinin de bu kısma bakması ve dokunması helal değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/368-370)." Makyaj yapmak ve saç boyamak orucu bozar mı?,"Oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Makyaj yapmak, saç boyamak ve saç bakımı bu kapsamda olmadığından orucu bozmaz." Nikotin bandı orucu bozar mı?,"Nikotin bandı orucu bozmaz. Kural olarak orucu bozan şeyler, vücuda normal yollarla giren maddeler ve cinsel ilişkidir. Vücuda sürülen yağ, merhem gibi maddeler, deri üzerindeki gözenekler ve deri altındaki kılcal damarlar yoluyla emilerek kana karışmaktadır. Bu işlem yeme, içme ve beslenme anlamına gelmemektedir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/123-124; Kâsânî, Bedâî’, 2/98; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/395-396)." Oruçlu iken böbrek taşı kırdırmak orucu bozar mı?,"Oruçlu olan bir kimsenin, vücuduna gıda verici bir madde enjekte edilmeden böbrek taşı kırdırmasıyla orucu bozulmaz. Bu operasyon esnasında böbreklere kan akması da orucu bozmaz." Şeker hastalarının uyguladıkları insülin iğnesi orucu bozar mı?,"İğnenin orucu bozup bozmayacağı, kullanılış amacına göre değerlendirilebilir. Ağrı dindirmek, tedavi etmek, vücudun direncini artırmak, gıda vermek gibi amaçlarla enjeksiyon yapılmaktadır. Gıda ve keyif verici olmayan enjeksiyonlar, yemek ve içmek anlamına gelmediklerinden orucu bozmazlar. Ancak gıda ve/veya keyif verici enjeksiyonlar orucu bozar (DİYK 22.09.2005 tarihli karar). Şeker hastalarının kullandıkları insülin iğnesi bu nitelikte olmadığı için orucu bozmaz. Diğer yandan ehil doktorların, oruç tutmasının sağlık açısından zararlı olacağı teşhisini koyduğu bir hasta, Ramazan’da oruç tutmayabilir. Böyle bir kişi, eğer iyileşme ihtimali varsa orucunu daha sonra kaza etmek üzere bırakır; böyle bir ihtimal yoksa Ramazan ayının her günü için birer fidye verir. İnsüline bağımlı olarak yaşayan hastaların da oruç tutmaları sağlıklarına zarar veriyorsa oruç tutmayabilirler. Tutamadıkları oruçlarının sayısınca her gün için bir fidye verirler." Damardan verilen radyoaktif madde orucu bozar mı?,Bazı hastalıkların teşhisi amacıyla hastalara damar yoluyla besleyici niteliği olmayan radyoaktif maddenin verilmesi orucu bozmaz. Çünkü bu şekilde verilen söz konusu madde besleyici ve vücudu kuvvetlendirici mahiyet taşımamaktadır. Tutmadığı oruçları kaza etmeden oruç tutamayacak hâle gelen kimse ne yapmalıdır?,"Fakihlerin çoğunluğu, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) âyetinden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden ölüm döşeğine düşmüş kimselerin oruç borçları için fidye ödenmesi vasiyetinde bulunmalarının müstehap olacağını söylemişlerdir. Eğer vasiyet etmişse mirasçıları malının üçte biri oranında bu vasiyeti yerine getirirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124; bkz. Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/37-38). Fidye, ölenin bıraktığı maldan teçhiz, tekfin masrafları ve borçları çıkarıldıktan sonra, kalan malın üçte birinden verilir. Şâyet fidye üçte birden çok tutarsa, fazla olan kısım ancak varislerinin rızası ile ödenebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/425). Şâfiî mezhebine göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse, vasiyete gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259)." "Fidye nedir, hangi durumlarda gerekir?","Fidye, bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel demektir. Dinî bir terim olarak fidye, oruç ibadetinin eda veya kaza imkânının kalmaması sebebiyle veya hac ibadetinin edası sırasında işlenen birtakım kusurların giderilmesi için ödenen maddî bedeli ifade eder. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumu fidye öder.” (el-Bakara,2/184) buyrulmaktadır. Buna göre ihtiyarlık ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebebiyle oruç tutamayan kimse, daha sonra bu oruçları kaza etme imkânı bulamazsa, her gününe karşılık bir fidye öder (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/37-39). Öte yandan Şâfiîlere göre, Ramazan ayının kaza borcu herhangi bir mazeret olmaksızın yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kaza borcuna ilaveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar (Nevevî, el-Mecmû’, 6/364; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/175). Şâfiî mezhebinde fidye ödeme yükümlüğünün ortaya çıktığı bir diğer mesele de gebe ve emzikli kadınlarla ilgilidir. Emzirme ve hamilelik sebebiyle çocuğunun sağlığı hakkında endişe duyan annelerin, oruç tutamadıkları günleri hem kaza etmeleri hem de fidye vermeleri gerekir. Fakat çocuk hakkında değil de kendileri hakkında endişe ederlerse o zaman sadece kaza gerekir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/267). Hac ve umre ile ilgili görevler yerine getirilirken meydana gelen bazı eksiklikler için uygulanması gereken maddî yaptırım da fidye kapsamına girer (el-Bakara, 2/196). Bir fidye, bir kişiyi bir gün doyuracak yiyecek miktarı veya bunun ücretidir. Bu da “sadaka-i fıtır” ile aynı miktarı ifade eder. Bu, fidyenin asgari ölçüsüdür. İmkânı olanların daha fazla vermesi daha iyidir (el-Bakara, 2/184; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124)." Oruç fidyesi nasıl ödenir?,"Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası kadardır. Bu fidyeler Ramazan’ın başlangıcında verilebileceği gibi Ramazan’ın içinde veya sonunda da verilebilir. Fidyelerin tamamı bir fakire topluca verilebileceği gibi ayrı ayrı fakirlere de verilebilir. Bu durumda olan kimseler, fidye vermeye güçleri yetmiyorsa Allah’tan bağışlanmalarını isterler. Oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, ileride tutabilecek duruma gelirlerse, fidyelerini vermiş bile olsalar tutamadıkları oruçları Hanefîler'e göre kaza ederler (Kâsânî, Bedâî’, 2/105; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Önceden verdikleri fidyelerin hükmü kalmaz, bunlar nâfile bağış/sadaka sayılır." Oruç fidyesi kimlere verilebilir?,"Oruç fidyesi, tıpkı fıtır sadakasında olduğu gibi onları verecek kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl (üst soy) ve fürûuna (alt soy) veremez. Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürû ise çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır. Yine bir kimse hanımına zekât, fitre ve fidyesini veremeyeceği gibi hanımı da kocasına bunları veremez. Bunların dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301)." "Oruç tutacak gücü olduğu hâlde tutmayan bir kimse, bu oruçlarının fidyesini vererek oruç borcundan kurtulmuş olur mu?","Oruç için fidye verilmesi, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlı kimseler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar için geçerlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin uygulaması, fidyeden bahseden âyetteki “oruç tutmakta zorluk çekenler.” (el-Bakara, 2/184) ifadesinin yalnızca yukarıda sayılan kimseleri kapsadığını göstermektedir. Buna göre, oruç tutmaya gücü yettiği hâlde tutmayan veya geçici bir sebeple tutamayan kimseler hakkında fidye hükmü yoktur (Buhârî, Tefsîr (Bakara), 26 [4507]; Müslim, Sıyâm, 149-150 [1145]). Mazeretsiz oruç tutmayanların, tutmadıkları oruçları kaza etmeleri ve tövbe istiğfar etmeleri gerekir. Ayrıca, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlılar ile iyileşme ümidi olmayan hastalar, fidye vermiş bile olsalar, ileride tutabilecek duruma gelirlerse tutamadıkları oruçları Hanefîler'e göre kaza etmeleri gerekir. Önceden verdikleri fidyeler oruç borcunu düşürmez (Kâsânî, Bedâî’, 2/105; Merğinânî, el-Hidâye, 1/124)." Fidye verme gücü olmayan kişiler ne yapmalıdırlar?,"Senenin hiçbir mevsiminde oruç tutamayacak kadar yaşlı olan (pîr-i fâni) kimselerin, maddî durumları uygunsa Ramazan’ın her bir günü için bir fakire fidye (yani bir fitre) vermeleri gerekir. İyileşme umudu olmayan hasta da bu hükme tâbidir (el-Bakara, 2/184). Fidye verecek gücü olmayanlar ise fidyeden sorumlu olmazlar (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/38). Ancak kasten tutmadıkları oruçların uhrevî sorumluluğunu taşırlar. Bu durumda olanların yapabileceği Cenâb-ı Hak’tan bağışlanma dilemektir." Iskât-ı savm ne demektir?,"Iskât-ı savm, ölünün üzerindeki oruç borçlarını düşürmek demektir. Iskât, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır. Ölünün üzerinden, sağlığında mazereti sebebiyle tutamadığı oruç borçlarının düşürülmesi için fidye verilmesi hususu, âyet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumuna yetecek kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) buyrulmaktadır. Bu âyetin hükmüne göre, oruca güç yetiremeyen veya sağlık mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz olan kimselerin, tutamadıkları her bir gün için fidye ödemeleri gerekir. Âyette, hayatta olup oruç tutmaya sağlığı imkân vermeyenlerin fidye vermeleri söz konusu edilmektedir. Hayatta iken imkân buldukları hâlde oruç tutmadan ölenler için oruç keffâreti ödenip ödenemeyeceği konusu âlimler arasında tartışmalıdır. Fakihlerin çoğunluğu, yukarıdaki âyet-i kerîmeden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Çünkü fidyenin gerekçesi, oruç tutmaktan aciz olmaktır. Ölen kimse de oruç tutmaktan mutlak surette acizdir. O hâlde bunların durumu, tutamadıkları oruca karşı fidye vermeleri nass ile sabit olan kişilerin durumuna kıyas edilebilir (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/151). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere bazı görüşlere göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete de gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259)." Üveysilik,"Üveysilik, “Bir kimsenin zâhiren görmediği kişi ya da kişilerden mânevî eğitim alması ve bu yolla meydana gelen tarikat anlamında bir tasavvuf terimi”dir. Tasavvuf kültüründe, Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp Müslüman olan, ancak Hz. Peygamber’le bizzat görüşemeyen Veysel Karanî’nin (Üveys el-Karanî) rüya veya diğer manevi yollarla Hz. Peygamber tarafından irşad edildiği kabul edilir. Tasavvuf kültüründe bu mahiyetiyle bilinen Üveysilik, günümüzde iddia edildiği gibi “internet vasıtasıyla her insana çıkarılmış açık bir davetiye” niteliğinde değildir. Bu itibarla, bazı çevrelerce dile getirilen “tasavvuf yoluna girmek amacıyla, yaşayan bir mürşide tabi olmadan vefat eden evliyanın ruhundan istifade ederek zikir çekmek için birtakım talimatlar alınması” meselesi tasavvuf geleneğinde de karşılığı olmayan, istismara açık bir husustur. Bu konuda dikkatli olunması ve mahiyeti belli olmayan bu tür girişimlere rağbet edilmemesi gerektiği açıktır. Müslümanlar arasında “Üveysilik Zikri” diye isimlendirilen özel bir zikir şekli yoktur. Ayrıca, dua ve zikirlerin kabulü için samimiyet önemli olup (Mü’min, 40/65; Tirmizi, Deavat, 66), belirli sayılarda okunması şart değildir. Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir. Sadece belli zikirleri okumak suretiyle mucizevi bir şekilde huzura kavuşup kurtuluşa erme iddiasının da dini açıdan bir değerinin olmadığı açıktır. Konuyla ilgisi sebebiyle şu hususu da hatırlamakta fayda vardır: Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Dolayısıyla, rüyalar delil değildir ve rüyalar ile amel edilmez. Rüya ile dini bir meselenin hükmü açığa çıkartılamaz ve rüya üzerine dini veya dünyevi bir hüküm bağlanamaz. Rüya yoluyla alındığı iddia edilen tasavvufi makam ve mansıplara da güvenilemez. Sonuç olarak, bir Müslümanın yüce dinimiz İslam’ı yaşaması ve dinî görevlerini yerine getirmesi için herhangi bir tarikata girmesi veya bir şeyhe bağlanması şart olmadığı gibi, vefat etmiş bir şeyhe bağlanmak gibi bir durum da söz konusu değildir. Veysel Karanî’nin günümüzde Üveysilik adı altında temiz dini duyguların istismarı ve İslam’la bağdaşmayacak şekilde suistimal edilmesi kesinlikle doğru değildir. Dini açıdan bir değeri olmayan bu tür faaliyetler açık bir aldatma ve istismardır. Dolayısıyla, bu ve benzeri grup veya kişilere karşı dikkatli olunması ve uzak durulması yerinde olacaktır." Elbiseye bulaşan bebek kusmuğu namaza engel olur mu?,"İnsanın midesinden gelen ve ağız dolusu olan kusmuk, necistir. Bebek kusmuğu da buna dâhildir. Bir bebeğin emdikten hemen sonra kusması ve içtiği sütün olduğu gibi geri gelmesi hâlinde bu kusmuk da Hanefî mezhebine göre pistir. Kusmuk, necaset-i ğalîza hükmünde olduğundan bir elbiseye bulaştığında, katı bir hâlde bulaştı ise bir dirhemi, yani yaklaşık 3 gramı geçtiğinde namaza mani olur. Sıvı bir hâlde bulaştığında ise el ayası kadar olan bir alan veya daha fazlasını kapladığında namaza mani olur. Bu miktarlardan az gelen kusmuk ise ruhsat kapsamında olup namaza engel olmaz. Ancak insanın bedeninde, elbisesinde veya namaz kılacağı yerde bulunan az veya çok her türlü pisliği temizlemesi namazın ruhuna yakışır bir davranış olduğundan, temizleme imkânı olduğu hâlde az da olsa bu pislikle namaz kılmak mekruhtur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/202-205; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306, 318-321)." Alkol içeren maddelerin temizlikte kullanılması caiz midir?,"İspirto, kolonya vb. sıvılarla, temizlik amacıyla üretilen alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (Buhârî, Edeb, 80 [6124]; Müslim, Eşribe, 73 [2003]), temizlikte kullanılmaları caizdir. Namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması da gerekmez (Kâsânî, Bedâî’, 5/115; Elmalılı, Hak Dini, 2/763-764)." Hades (hükmî kirlilik) ve hadesten taharet ne demektir?,"Dinî literatürde hades, abdestsizlik, cünüplük, hayız veya nifas haline verilen isimdir. Bu durum, kişinin bazı ibadetleri yapmasına engel teşkil eder (Buhârî, Vudû’, 2 [135]; Müslim, Tahâret, 2 [225]; Meydânî, el-Lübâb, 1/5). Hades, büyük hades ve küçük hades olmak üzere ikiye ayrılır. Cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilikler büyük hades, abdestsiz olma hali ise küçük hadestir (Meydânî, el-Lübâb, 1/5). Büyük hades gusül ile küçük hades ise abdest ile giderilir. Suyun bulunmaması veya bulunduğu hâlde kullanma imkânının olmaması hâlinde hem büyük hem de küçük hades, teyemmüm ile giderilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/44,45)." Abdest nedir ve nasıl alınır?,"Abdest, bazı ibadetleri yapabilmek için dirseklerle beraber el ve kolların, yüzün ve aşık kemikleri ile beraber ayakların yıkanması ve başın mesh edilmesinden ibaret hususi bir temizliktir. Abdestle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın, başınızı mesh edin ve aşık kemikleri ile beraber ayaklarınızı yıkayın… Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” (el-Mâide, 5/6) buyurulur. Hz. Peygamber (s.a.s.), abdestin nasıl alınacağını Müslümanlara fiilî olarak gösterdiği gibi (İbn Mâce, Tahâret, 47 [419]; Merğinânî, el-Hidâye, 1/16) abdestsiz olarak kılınacak hiçbir namazın Allah (c.c.) katında kabul olunmayacağını da ifade etmiştir (Buhârî, Vudû’, 2 [135]; Müslim, Tahâret, 2 [225]; İbn Mâce, Tahâret, 47 [419]). Farzları, sünnetleri ve adabına riâyet edilerek abdest şöyle alınır: Niyet edilir ve besmele çekilir. Önce eller bileklere kadar ve parmak araları da hilallenerek/ovuşturularak üç defa yıkanır. Abdest azalarında suyun temasına engel maddeler varsa imkân ölçüsünde temizlenir. Parmaktaki yüzük oynatılır. Sağ el ile üç defa ağza su verilerek ağız temizliği sağlanır. Aynı şekilde üç defa burna su verilerek burun temizlenir. Ardından yüz üç kere yıkanır. Sonra dirsekle birlikte sağ kol üç defa ve aynı şekilde sol kol üç defa yıkanır. Sağ el ıslatılarak avuç ve parmakların içiyle başın dörtte biri veya tamamı bir defa mesh edilir. Eller tekrar ıslatılarak başparmakla kulağın dışı, şehadet parmağı veya serçe parmakla içi mesh edildikten sonra her iki elin arkasıyla boyun mesh edilir. Önce sağ, sonra sol ayak, parmak uçlarından başlanarak topuk ve aşık kemikleri de dâhil olmak üzere yıkanır. Suyun parmak aralarına ulaşmasına özen gösterilir (Buhârî, Vudû’, 22-24 [157-159]; Müslim, Tahâret, 3-6 [226-227]; Kâsânî, Bedâî’, 1/23-25; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 19-21)." Abdest alırken niyet etmek farz mıdır?,"Abdest alırken niyet etmek, Hanefî mezhebine göre sünnet, diğer üç mezhebe göre farzdır. Hanefîler, abdest âyeti olarak bilinen âyette (el-Mâide, 5/6) emredilen fiiller arasında niyetin bulunmayışını delil olarak alırlar. Öte yandan abdest gibi namazın şartlarından olan ‘necasetten taharet’ ile ‘setr-i avret’te niyetin zorunlu olmayışı ve abdestin bazı ibadetlere bir vesile olup kendi başına müstakil bir ibadet sayılmayışı da Hanefîler'e göre abdestte niyetin farz olmadığını gösterir (Kâsânî, Bedâî’, 1/19-20; Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Aliyyü’l-kârî, Fethu Bâbi’l-‘İnâye, 1/55-56). Diğer mezhepler ise Cenâb-ı Hakk’ın “Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti.” (el-Beyyine, 98/5) âyeti ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Bütün ameller niyetlere bağlıdır…” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1 [1]; Müslim, İmâre, 155 [1907]) hadisinden hareketle her ibadette olduğu gibi abdestte de niyet etmenin farz olduğunu söylemişlerdir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/167; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/15; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/82)." Mezhepler arasında abdestin farzları konusunda farklılık var mıdır?,"Hanefîler'e göre abdestin farzları, Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Mâide, 5/6) ifade edildiği üzere; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı mesh etmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/7). Şâfiîlere göre bu şartlara ilaveten, abdeste niyet etmek ve tertip (abdest organları yıkanırken âyetteki sırayı gözetmek) de farzdır (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/167-180). Hanbelîler, tertibi ve bir görüşlerinde organların ara verilmeden art arda yıkanmasını (muvâlâtı) (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/100,101); Mâlikîler ise niyet ve abdest organlarının art arda yıkanması yanında, organların yıkanırken ovulmasını da abdestin farzlarından sayarlar (Haraşî, Şerhu Muhtasar, 1/120). Abdestin ittifak edilen farzlarının ayrıntılarıyla ilgili de mezhepler arasında bazı farklılıklar vardır. Hanbelîlere göre yüzü yıkamanın kapsamına ağza ve burna su vermek dâhildir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/87, 88). Aynı şekilde hem Mâlikîler hem de Hanbelîlerce tercih edilen görüşe göre başın tamamını mesh etmek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/92-94; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 1/124-125)." Abdestin sadece farzlarıyla yetinildiğinde abdest geçerli olur mu?,"Bir Müslümanın, yerine getirmekle yükümlü olduğu herhangi bir ibadetin sorumluluğundan kurtulması için o ibadetin farzlarını ve vaciplerini yerine getirmesi yeterlidir. Dolayısıyla abdestin farzlarını yapmak abdestin sahih olması için yeterlidir. Ancak sünnetler, farzlarda meydana gelebilecek eksiklikleri tamamladığı gibi elde edilecek sevabın artmasına vesile olur. Bu bakımdan abdest alırken sünnetleri kasten terk etmek mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/103-104)." Abdest alırken belli duaları okumak şart mıdır?,"Bazı kaynaklarda abdest alırken her organın yıkanması sırasında ayrı ayrı okunacak dualara yer verilir (Nevevî, el-Ezkâr, 75-76). Fakat sahih rivâyetlere göre Hz. Peygamber (s.a.s.), abdest alırken özel bir dua yapmamıştır. Dolayısıyla güzel anlamlar içeriyor olsa da abdest sırasında bu duaların okunması şart değildir. Bununla birlikte okumasında da bir sakınca yoktur. Sahih rivâyetlere göre Hz. Peygamber (s.a.s.) abdestin bitiminde, أَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ اللَّهُمَّ اجْعَلْنِى مِنَ التَّوَّابِينَ وَاجْعَلْنِى مِنَ الْمُتَطَهِّرِينَ “(Ben, Allah’tan başka ilah olmadığına, O'nun tek olup ortağı bulunmadığına şahitlik ederim. Yine şahitlik ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Allah’ım! Beni tövbe edenlerden ve temizlenenlerden eyle) duasını okuyan kimse için Cennetin sekiz kapısının açılacağını ve dilediği kapıdan içeri girmesine izin verileceğini müjdelemiştir.” (Tirmizî, Tahâret, 41 [55])." Misvak kullanmanın hükmü nedir? Dişlerin fırçalanması misvak kullanmak yerine geçer mi?,"Abdest alırken misvak ve benzeri bir şeyle ağız ve diş temizliğini yapmak sünnettir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/8). Zira bu temizlik fıtrattan sayılmaktadır (Müslim, Tahâret, 56 [261]). Allah Resûlü (s.a.s.) bir hadislerinde, “Ümmetime ağır gelmesinden (meşakkat) endişe etmeseydim, onlara her namaz vaktinde dişlerini misvakla temizlemelerini emrederdim.” (İbn Mâce, Tahâret, 7 [287]; bkz. Buhârî, Temennî, 9 [7240]; Müslim, Tahâret, 42 [252] 7) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) uygulamasında ağız ve diş temizliği asıl olup, o dönemde diş temizliğinde misvak kullanılmaktaydı. Bugün misvak yerine diş fırçası kullanılmaktadır. Ağız ve diş sağlığı için uygun olan herhangi bir ürünün veya yöntemin kullanılmasıyla bu sünnet yerine getirilmiş olur." İdrarını yapan bir kimse abdest almadan önce bir miktar beklemeli midir?,"İstibrâ; abdest bozduktan sonra idrarın tamamen kesildiğini anlamak için bir süre beklemeyi ve bu amaçla bazı davranışlarda bulunmayı ifade eder. İdrar yapıldıktan sonra idrar yollarında kalabilecek damla ve sızıntıların temizlenmesine özen gösterilmesi gerekir. Bu şekilde idrar yollarında tam kurulanma sağlanmışsa abdest alınabilir. Ancak bazen şahsa, şartlara ve yaşa bağlı olarak idrardan sonra idrar kanalında az veya çok sızıntı kalabilir. Bu sızıntıların kesildiğinden emin olunması için bir süre beklemek uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/344). İdrar yaptıktan sonra istibrâya dikkat etmeden abdest alan kişiden abdestten sonra akıntı gelirse abdesti bozulur ve yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/17-18). Ayrıca temizlik iyi yapılmadığı takdirde geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacak ve belli bir orana ulaşacak olursa (avuç ayası kadar bir alanı kaplarsa) namazın sıhhatine engel olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/31). İdrarın ardından tuvalette temizliğini yaptıktan sonra sızıntısı olmayan kişilerin, beklemeden hemen abdest almalarında bir sakınca yoktur. İstibrâ ve temizlik konusunda gerekli hassasiyeti gösteren kişinin, yersiz düşünce ve vesveseye itibar etmemesi gerekir." "Boya, oje, ruj ve jöle gibi maddeler abdest ve gusle engel olur mu?","Gusül veya abdest alırken, yıkanması gereken organların kuru yer kalmayacak şekilde yıkanması gerekir. Aksi hâlde gusül veya abdest geçerli olmaz. Dolayısıyla, gusledecek veya abdest alacak kimsenin bedeninde veya abdest organlarında suyun deriye ulaşmasına engel olacak bir madde bulunmamalıdır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/73). Ancak mesleğini icra ederken tırnaklarına boya yapışan boyacı veya tırnaklarının arasına çamur girip de çıkartamayan çiftçi ve benzeri meslek sahipleri bundan müstesnadır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/4, 5; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154). Bu kimseler için cilde yapışan ve tırnak aralarında kalan hamur, mum, zamk, boya vb. şeyler abdest ve gusle engel olmaz. Fakat isteğe bağlı olarak vücuda sürülen ya da yapıştırılan ve suyun bedenle temasına engel olan boya, oje, ruj gibi maddeler, bu ruhsatın dışındadır. Böyle maddeler suyun bedenle temasına engel olursa abdest ve gusle de engel olurlar. Bunların abdest veya gusülden önce giderilmesi gerekir. Saça sürülen jöle ise bir tabaka oluşturmadığından abdest ve gusle engel olmaz." Tedavi maksadı ile cilde sürülen ilaç vb. maddeler abdeste engel olur mu?,"Abdest alırken yıkanması gereken bir organın üzerine tedavi maksadıyla sürülen ancak tabaka oluşturan merhem vb. maddelerin yıkanması, yapılan tedaviye engel teşkil etmiyorsa, bu organın yıkanması gerekir. Eğer yıkamak zarar veriyorsa, ıslak elle üzerine mesh edilir. Mesh etmek de zararlı ise o da terk edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102-281). Bu maddeler suyun deriye ulaşmasına engel bir tabaka oluşturmuyorsa, abdestin geçerliliğine etki etmez." Gusül (boy abdesti) ne zaman gereklidir ve sünnete uygun gusül abdesti nasıl alınır?,"Gusül; cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilik hâllerinin giderilmesi için ağız ve burun dâhil bütün bedeni yıkamak suretiyle yapılan hususi temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.)sünnetinde de ihtilam olma veya cinsel ilişki sonucu cünüplük hâlinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek emredilmiştir (Buhârî, Gusül, 22, 28 [282, 291]; Müslim, Hayız, 87-88 [348-349]; Ebû Dâvûd, Tahâret, 118, 127 [314, 359]). Gusül abdesti ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak, burna su çekmek ve bütün vücudu hiç kuru yer bırakmayacak şekilde yıkamak suretiyle alınır. Burada sayılan işlemler Hanefîler'e göre guslün farzlarıdır. Birinin eksik bırakılması hâlinde gusül geçersiz olur. Guslün bu farzlarından başka bir de sünnetleri vardır. Sünnetleri de yerine getirilerek gusül şöyle alınır: Gusletmek isteyen kimse niyet ederek besmele çeker. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset/maddî kirlilik var ise onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına su vererek iyice çalkalar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdestini tamamlar. Sonra da vücudunun her tarafını iyice yıkar. Guslettiği yerde su birikiyorsa, son olarak ayaklarını yıkayıp guslünü tamamlar." Oruçlu bir kimsenin guslederken ağza ve burna su vermesinin ölçüsü nedir?,"Guslederken ağza ve burna su vermek farzdır. Ağza verilen suyu boğaza kadar ulaştırıp çalkalamak ve burna verilen suyu da iyice çekmek sünnettir. Bu hüküm oruçlu olmayan kimseler içindir. Oruçlu olanların, boğaza veya genze su kaçma ihtimali olduğu için böyle yapmaları uygun olmaz. Onlar gusülde ağza ve burna su verirken mübalağa etmeyip abdestte yaptıkları gibi yaparlar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/116, 156)." Besmele ve niyet unutulduğunda gusül veya abdest sahih olur mu?,"Abdeste ve gusle başlarken niyet etmek ve besmele çekmek sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/15-17). Bu bakımdan niyet etmeden ve besmele çekmeden alınan abdest ve gusül geçerlidir. Ancak abdest ve gusülden önce besmele ve niyetin unutulması sünnet sevabından mahrum olunmasına neden olur. Şâfiî mezhebine göre, abdest ve gusülde niyet farz iken, gusle başlarken besmele çekmek ise sünnettir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/166-167, 222; Erdebilî, el-Envâr, 1/69-71)." Abdest veya gusül alırken konuşmanın sakıncası var mıdır?,"Abdest alırken veya guslederken konuşmak abdeste veya gusle zarar vermez. Ancak bir ihtiyaç olmadıkça konuşmak uygun değildir. Abdest veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet, duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 1/47)." Guslederken suyun küpe deliklerine ulaşması şart mıdır?,"Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz, kapanmış küpe deliği gibi yerleri yıkamak farz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/152-153). Gusül esnasında, küpelerin ve dar olan yüzüğün oynatılması gerekir. Bu konuda vesveseye kapılarak aşırıya gitmeye gerek yoktur, küpe deliklerinin ovuşturulması guslün geçerli olması için yeterlidir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154-155)." İhtilam olmak guslü gerektirir mi?,"Bir kişi ihtilam olsa ancak uykudan uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görmese gusletmesi gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/164). Buna karşılık, rüya gördüğünü hatırlamamakla birlikte, uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görürse gusletmesi gerekir (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92-93 [236-237; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır: “Resûlullah’a, ‘Bir kimse uykudan uyandıktan sonra çamaşırında ıslaklık bulsa, ancak ihtilam olduğunu hatırlamasa (yıkanması gerekir mi?)’ diye soruldu. O da ‘Evet, yıkanmalıdır!’ diye cevap verdi. Sonra, ihtilam olduğunu hatırlayıp da ıslaklık farketmeyen kimsenin durumu soruldu: ‘Ona gusül gerekmez’ dedi. Ümmü Süleym (r.a.) sordu: ‘Bunu kadın görecek olursa, kadına gusül gerekir mi?’. Buna da: ‘Evet! Kadınlar, erkekler gibidir’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92 [236]; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Yine Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ümmü Süleym (r.a.), Resûlullah’a (s.a.s.), ‘Rüyasında, erkeğin gördüğünü gören kadına, guslün gerekip gerekmeyeceğini sordu. Resûlullah, ‘Evet! Islaklığı fark ederse.’ cevabını verdi” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 93 [237]; Nesâî, Tahâret, 131 [196]; bkz. Müslim, Hayız, 32-33 [313-314]). Dolayısıyla kadınların da erkekler gibi ihtilam olmalarından sonra çamaşırlarında ıslaklık görmeleri hâlinde gusletmeleri gerekir." Sezaryen yöntemi ile doğum yaptıktan sonra gusül gerekir mi?,"Sezaryen yöntemi ile çocuk dünyaya getirmek lohusalık açısından normal doğum hükmündedir. Sezaryenden sonra rahimden kan gelmezse kadın ilk fırsatta guslederek lohusalık (nifas) hâlinden temizlenir. Rahimden kan gelirse, kanın kesilmesinden sonra gusletmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, 3/210; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/60-108)." Akupunktur bantları abdest veya gusle engel midir?,"Akupunktur tedavilerinde kullanılan iğnelerin ve üzerlerindeki bantların tedavi süresince çıkartılıp takılmaları mümkün değilse ya da çok büyük zorluk gerektiriyorsa, kullanılması gerekli olduğu müddetçe gusül ve abdeste mani olmaz. Bu durumda sargı bezi üzerine mesh hükümleri geçerli olur." Gusülden sonra tekrar abdest almak gerekir mi?,"Gusül, abdesti de içerdiğinden abdesti bozacak bir durum meydana gelmedikçe daha sonra ayrıca abdest almaya gerek yoktur. Zira Hz. Âişe, Resûl Ekrem’in (s.a.s.) guslettikten sonra ayrıca namaz abdesti almadığını rivâyet etmiştir (Ebû Dâvûd, 96 [250]; Tirmizî, Tahâret, 79 [107]). Abdullah b. Ömer de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Hangi abdest gusülden daha umumidir ki!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 12/371 [13377]) buyurduğunu, dolayısıyla gusülden sonra ayrıca abdest almaya ihtiyaç olmadığını nakletmiştir." Gusül veya abdest esnasında vesveseye düşen kişi ne yapmalıdır?,"Vesvese, çeşitli sebeplerle insanın yaşadığı kararsızlık, şüphe ve kuruntu hâlidir. Bu, çoğu kere abdest ve guslün alınıp alınmadığı, tam olup olmadığı ya da bozulup bozulmadığı şüphesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gusül veya abdest alan kişinin vesvese sebebi ile gusül ve abdestini tekrarlaması gerekmez. Hatta kişi bu tür vesveselere itibar etmemeli (İbn Mâce, Tahâret, 48 [421]), içine doğan şüphe ve tereddüt hâllerinin asılsız olduğunu kendine telkin etmeli, ihtiyaç duyulması hâlinde psikolojik tedaviye yönelmeli; ayrıca manevî destek olarak Felak ve Nâs sûrelerini, anlamlarını da düşünerek okuyup bu hâlden kurtulmak için Allah’a dua etmelidir." "Teyemmüm nedir, nasıl yapılır, teyemmümü bozan şeyler nelerdir?","Teyemmüm, su bulunmadığında ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında abdestsizlik veya cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek amacıyla temiz toprak ya da toprak cinsinden bir şeye sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin),” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine (abdeste veya gusle) niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder. Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi teyemmüm etmeyi mübah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/22)." Hangi durumlarda abdest yerine teyemmüm yapılır?,"Teyemmüm, bazı durumlarda abdest ve gusül yerine geçen istisnâî bir uygulama olup, ancak belli bir mazeretin bulunması hâlinde yapılabilir. Abdest ve gusül için su bulunmaz veya bulunur da kullanma imkânı olmazsa her ikisi yerine geçmek üzere teyemmüm yapılır. Teyemmümün su bulunmadığında yapılabileceği âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmiştir (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6). Teyemmümle ilgili hadisler de su bulunamadığında teyemmümün yapılabileceği yönündeki Kur’ân hükmünü teyit etmektedir. Nitekim bir kenara çekilip duran, cemaatle namaza iştirak etmeyen birini gören Resûlullah (s.a.s.), “Ey falan! Neden cemaate iştirak etmiyorsun?” diye sorduğunda adam, “Ey Allah’ın Resulü, cünüp oldum; su da yok” deyince Peygamber (s.a.s.), “Toprağı kullan, o sana yeterlidir” buyurdular (Buhârî, Teyemmüm, 9 [348]; Müslim, Mesâcid, 312 [682]). Teyemmüm şu hâllerde yapılır: a) Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunamaması, b) Su bulunduğu hâlde, suya ulaşma imkânının olmaması, c) Su bulunduğu hâlde, havanın çok soğuk oluşu, banyo yapacak yerin bulunmayışı gibi engellerle suyu kullanma imkânının bulunmaması, d) Sağlık açısından suyun kullanılmasının sakıncalı olması, e) Yıkandığı veya abdest azalarını yıkadığı takdirde hastalanması, hastalığının artması veya iyileşme süresinin uzaması, f) Vücudun veya abdest organlarının yarısından fazlasının yara, yanık vb. sebeplerle yıkanamaması. Uzuvlarının yarısından azında yara olan bir kimse ise sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları mesh eder. Konu ile ilgili bir rivâyette ifade edildiğine göre, cünüp olan yaralı bir kişiye gusletmesi söylenmiş, o da yıkanmış ve bu sebeple ölmüştür. Haber Resûlullah’a (s.a.s.) ulaşınca, “Onu öldürmüşler! …Hâlbuki ona, teyemmüm yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 122 [336]) buyurmuştur." Su mevcut olduğu hâlde abdest alıncaya kadar namaz vaktinin çıkmasından endişe eden kişi teyemmümle namaz kılabilir mi?,"Abdest alma imkânı varken, cuma namazı ile vakit namazları gibi vaktinde kılınamadığı zaman kaza edilen namazların, vaktin çıkacağı endişesi ile teyemmüm ederek kılınması caiz değildir. Zira abdest alındığı takdirde bu namazlara yetişilemediğinde, cuma namazı yerine öğle namazı, vakit namazı yerine ise kazası kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/29). Ancak abdest alması hâlinde kılınmakta olan cenaze ve bayram namazlarını kaçırmaktan endişe eden kişi teyemmüm ederek bu namazlara iştirak edebilir. Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüşe göre, abdest alma imkânı varken, abdest veya gusül alındığı takdirde farz namazlardan birinin vakti geçecek ise bu namaz teyemmüm edilerek kılınabilir (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/153,154)." "Hapsedilmiş olan kimse, temiz su veya teyemmüm edecek temiz toprak bulamayınca namazını nasıl kılar?","Bir yerde hapsedilen ve abdest alacak su veya teyemmüm yapacak temiz toprak cinsinden bir şey bulamayan kişi, Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, çıktığında da namazlarını kaza eder. (Kâsânî, Bedâi’, 1/50; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/80) Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş de bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 2/323). Hanbelîlere göre ise bu haldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi gibi bir durum söz konusu olmaz (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184)." Özür hâli ne demektir ve özür sahibi kimse ne zaman abdest alır?,"Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında, sürekli devam eden abdest bozucu hâller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, kadınların istihaze durumları gibi abdesti bozan ve süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle bir özrü olan kimselere de özür sahibi denir (Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305). Bir kimsenin ibadet konusunda özür sahibi sayılabilmesi için özrünün, bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hâli, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305-306). Özür sahibi kimse Hanefî mezhebine göre her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özür sahibi sayılan kimsenin, burnunun kanamasıyla veya yellenmesiyle abdesti bozulur. İmam Şâfiî’ye göre özür sahibi kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Özür sahibi kimsenin sabah namazı vaktinde veya güneş doğduktan sonra aldığı abdest ne zamana kadar devam eder?,"Özür sahibinin abdesti Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namaz vaktinin çıkması ile bozulur. Buna göre sabah namazı için alınan abdest sabah namazının vaktinin çıkması (güneşin doğması) ile bozulmuş olur. Ancak sabah namazının vakti içinde özrünün geçici olarak kesildiği bir anda abdest alır ve henüz özrü tekrar ortaya çıkmadan ve abdestini bozacak başka bir şey de meydana gelmeden güneş doğarsa, bu durumda namaz vaktinin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz. Özür sahibi kişi güneş doğduktan sonra aldığı abdestle abdestini bozacak başka bir şey olmadığı sürece, Cuma namazı dâhil öğle vaktinin sonuna kadar dilediği namazları kılabilir. Çünkü vakit çıkmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Kâsânî, Bedâî’, 1/29). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Özür sahibinin elbise veya bedenine bulaşan özür kaynaklı necaset namaza engel midir?,"İslâm dininde yükümlülükler mükelleflerin güçlerine uygun olarak belirlenmiştir. “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (el-Bakara, 2/286) âyeti, bu temel ilkeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, özür sahiplerinin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için birtakım kolaylıklar getirmiştir. Bu çerçevede özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel olmaz. Ancak bunlar alınan birtakım tedbirlerle kişinin çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, necasetin temizlenmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307)." İdrar torbası kullanan hastalar özür sahibi hükmüne girer mi?,"İdrarını tutamama veya başka rahatsızlıklar sebebi ile idrar torbası kullanmak zorunda kalan kimseler özür sahibi sayılırlar (bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Kalın bağırsak ameliyatından dolayı abdestini tutamayan kimsenin durumu nedir?,"Özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel değildir. Zira özür hâli devam ettiği için bundan kaçınılması mümkün değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307). Kalın bağırsak ameliyatı olup da sürekli dışkı çıkaran ya da bir namaz vakti hiç kesilmeden dışkı çıkarıp, sonra da her namaz vakti bu özrü en az bir kez tekrarlanan kişi özür sahibi sayılır. Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Hemoroid/basur hastalığı sebebiyle meydana gelen kanamadan dolayı abdest bozulur mu?,"Hanefîler'e göre hemoroid kanaması ile abdest bozulur. Ancak çıktığı yerin dışına taşmayan kanamalar abdesti bozmaz. Kanamanın süreklilik taşıması hâlinde kişi, özür sahibi olur ve özür sahiplerine tanınan kolaylıktan istifade eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/9). Şâfiî mezhebine göre ön ve arkadan çıkan kan abdesti bozar. Ön ve arka hariç vücudun başka bir yerinden gelen kanamalar ise abdesti bozmaz (Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, 1/199). Dolayısıyla bu mezhebe göre dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmazken iç basurdan gelen kan abdesti bozar. Mâlikî mezhebine göre ise hiçbir kanama abdesti bozmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/40). Bu itibarla Mâlikîlere göre iç veya dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmaz. Bir kimsede bulunan basur hastalığının, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir." Kolostomi (kalın bağırsağın ameliyatla karın ön duvarına ağızlaştırılması) ameliyatı geçiren kişi abdest konusunda nasıl hareket etmelidir?,"Kolostomi hastalığında doğrudan karın duvarına yapıştırılan bir torbaya gelen dışkının kontrolsüz bir şekilde boşaltılması söz konusudur. Bu durumda olan hastalar, özür sahibi olarak kabul edilip ibadetlerinde özür sahiplerine tanınan kolaylıklardan yararlanırlar. Abdest dışındaki diğer dinî görevlerde ise özür sahibi olmayan insanlar gibi davranırlar. Hanefî mezhebine göre özür sahibi, her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özürlü sayılan kimsenin, burnu kanamakla veya yellenmekle abdesti bozulur. Şâfiîlere göre özürlü kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir. Bu noktada ilave edilmelidir ki özürlü kimsenin çamaşırına, özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi necis (pis) maddeler namaza engel değildir. Necasetin az veya çok olması hükmü değiştirmez. Özür devam ettiğinden dolayı bundan kaçınılması mümkün değildir. Ancak bu necis maddeler çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, yıkanması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307)." Özür sahibi bir kimse cemaate namaz kıldırabilir mi?,"Abdest bakımından özür sahibi olan kişi, kendisi gibi özür sahibi olanlara imam olarak namaz kıldırabilir. Fakat bu kişi özür sahibi olmayanlara imam olamaz. Çünkü imamın durumu cemaatin durumundan aşağı olmamalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/163 vd.). Şâfiîlere göre ise özür sahibi olan kimse, özür sahibi olmayanlara imamlık yapabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/483)." Mest üzerine mesh nasıl yapılır ve bunun şartları nelerdir?,"Mest, ayakları bilekleriyle beraber örten belli nitelikteki ayak giysilerine verilen isimdir. Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır: a) Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması, b) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürünecek kadar dayanıklı olması, c) Mestlerin, ayağa giyildikten sonra bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, d) Mestlerin her birinde, en küçük ayak parmağının üç katı kadar genişlikte delik bulunmaması, e) Suyu emerek hemen ayağa geçirmemesi gerekir. Mesh, bir nevi hükmî temizlik olup; abdestte bir uzvun, ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle; teyemmümde ise toprağa sürülmüş elle yüz ve kollar üzerine yapılır. Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetiyle sabittir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivâyet vardır (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]). Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra abdestinin bozulmasından itibaren, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest üzerine mesh süresi olarak tayin etmiştir (Müslim, Tahâret, 85 [276]). Mestleri mesh ederek abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından her iki mestini veya birisini çıkaran bir kişinin, abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Bu kişi abdesti yokken mestlerini çıkarmışsa, tekrar abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Meshin süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kâsânî, Bedâi’, 1/9)." Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekir mi?,"Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekmez. Fakat bu kişi, yeni bir abdest aldığında mestleri üzerine mesh yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24)." Çıplak ayak üzerine mesh edilebilir mi?,"Kur’ân-ı Kerîm’de abdestle ilgili olarak “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- topuklarla beraber ayaklarınızı yıkayın.” (el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı, bu âyet-i kerîmede emredilenlerin; yüzün, dirseklerle birlikte kolların ve topuklarla birlikte ayakların yıkanmasının farz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/21-22). Hz. Peygamber ve ashabının abdest alırken ayaklarını yıkadıklarına dair tevatür derecesine yakın bir şekilde nakledilen hadisler (Buhârî, Vudû’, 7, 24, 28, 38-39, 41-42 [140, 159, 164, 185-186, 191-192]; Müslim, Tahâret, 3-4, 18 [226, 235]; bkz. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, 59) ayakları yıkamanın farz olduğuna delildir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), abdest alırken ayaklarını mesh eder gibi yıkayıp da topuklarına su ulaşmayan kişileri gördüğünde, “Topukları ateşte yanacakların vay haline!” (Buhârî, Vudû’, 27, 29 [163, 165]; Müslim, Tahâret, 25-30 [240-242]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.), abdest alıp da ayağı üzerinde kuru yer kalan birisi yanına geldiğinde ona, “Dön de abdestini tam al” (Müslim, Tahâret, 31 [243]) buyurmaları, abdestte ayakların yıkanmasının farz olduğuna delildir. Yukarıda verilen deliller, abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmenin caiz olmadığını göstermektedir." Mest üzerine giyilen çoraplara mesh edilebilir mi?,"Mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup üzerine mesh edildiğinde, altına ıslaklığı geçirirse, bunlar üzerine mesh edilmesi caizdir. Islaklık alta geçmediği takdirde mesh gerçekleşmiş olmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32)." Çizme veya bot üzerine mesh caiz midir?,"Ayakları aşık kemikleri ile birlikte mest gibi örten bot, çizme, potin vb. giyecekler de mest hükmündedir. Bu itibarla bir kimse, abdestli olarak giymiş olduğu çizme veya botların üzerine mesh edebilir ve bunları çıkarmadan namaz kılabilir. Ancak botun veya çizmenin üzerinde ya da altında namaza engel bir pislik varsa bunu temizlemesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24)." Varis çorabı üzerine mesh yapılabilir mi?,"Varis tedavisi için ayağa giyilen özel çoraplar, kırık-çıkık üzerindeki sargı hükmündedir. Kırık-çıkık üzerindeki sargıya mesh edilebilir (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657]; Ayrıca bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/278). Bu itibarla, abdest alırken varis çoraplarının üzerine mesh edilmesinde bir sakınca yoktur. Fakat ayağın yıkanması gereken yerlerinin bir kısmını örtmeyen bir varis çorabı giyilmişse açık kalan kısımların yıkanması gerekir." Çorap üzerine mesh etmek caiz midir?,"İslâm âlimleri, abdest alırken ayağa giyilen deri ve benzeri sert ve dayanıklı maddelerden yapılan mestler üzerine mesh etmenin, Resûlullah’ın (s.a.s.) sünnetiyle sabit olduğu (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]) konusunda görüş birliği içerisindedirler. Ancak çoraplar üzerine mesh etme konusunda görüş farklılıkları vardır. Bu ihtilaf, öncelikle Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.), çorap ve ayakkabı üzerine mesh ettiğine dair gelen rivâyetlerin sıhhatindeki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerine mesh ettiği çorapların keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/25-27). Hanefî mezhebince tercih edilen görüşe göre, şu şartları taşıyan çoraplar üzerine mesh etmek caizdir: a) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km (en az bir fersah) veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı olması, b) Ayağa giyildiğinde bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, c) Ayakları aşık kemikleriyle beraber örtmesi, d) Suyu emerek hemen ayağa su geçirmemesi, e) İçini göstermeyecek kadar kalın olması gerekir. f) Mestlerin her birinde -ayak parmaklarının küçüğü ile- üç parmak kadar delik, yırtık ve sökük olmaması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 132, 133)." Abdestli iken mestlerin çıkarılıp giyilmesi abdesti bozar mı?,"Abdestte ayaklarını yıkadıktan sonra mestlerini giyen kimsenin, bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine mesh etmek suretiyle abdestini tamamladığı durumlarda ise daha sonra mestlerini çıkaracak olursa meshi bozulur. Bu durumda sadece ayaklarını yıkayıp mestlerini giymesiyle abdesti devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/31; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/90, 95)." "Bedeninde veya bir uzvunda sargı, alçı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?","Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir. Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber’e (s.a.s.) sordum, o da sargıların üzerine mesh etmemi emretti.” (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657] 4). Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması hâlinde sargı çözülmeden üzerine mesh edilebilir. Sargının üzerine bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Bunun da zarar vermesi hâlinde mesh de terk edilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14). Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi hâlinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak yaranın iyileşmesi hâlinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur. Sargı veya alçı eğer abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunu kaplamış ise abdest almak yerine teyemmüm edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102, 260, 280 vd.). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkiye girmişseniz), su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (el-Mâide, 5/6) âyeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir." Özür sahibi bir kimse için mest üzerine meshin müddeti ne kadardır?,"Özür sahipleri için mest üzerine meshin müddeti tıpkı sağlam kişilerde olduğu gibi mukim için 24 saat, yolcu için 72 saattir (Kâsânî, Bedâi’, 1/9; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/270, 271)." Kurumuş necasetin elbiseye değmesi ile elbise kirlenmiş olur mu?,"Namazın sahih olması için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerekir. Dolayısıyla elbiseye veya bedene yapışık olan kurumuş necasetin bulunması namaza mani olduğundan temizlenmesi gerekir. Ancak necasetin, elbisede iz bırakmayıp sadece değmiş olması namaza mani olmaz." Ötanazi caiz midir?,"Tıbbî verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın, hayatına bir başkası eliyle son verdirmesi demek olan ötanazi, talepte bulunan kişi açısından intihar, bunu uygulayan açısından cinâyettir. İslâm dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!... Kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (en-Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (el-En‘âm, 6/151) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), acı ve sıkıntılardan dolayı ölümün temenni edilmemesini istemiştir (Buhârî, Merdâ, 19 [5671]; Müslim, Zikir, 10 [2680]). Temennisi bile yasak olan bir işi gerçekleştirmek elbette büyük bir cürüm olur. Bu deliller de gösteriyor ki Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz değildir (Tahtâvî, Hâşiye, 602-603). Çünkü bu, hem Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir. Çekilen dertler ve acılar, müminin günahları için kefarettir. Üstelik bugün, yaşamından ümit kesilen hasta için hızla gelişen tıpta yeni bir tedavi imkânının ortaya çıkması, ihtimal dışı değildir." Çoğul gebeliklerde ceninlerden bir ya da birkaçının hayatının sonlandırılması caiz midir?,"Hayatın korunması, İslâm’ın korunmasını emrettiği beş temel değerden biridir. Yaşama hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu aşamadan itibaren, annenin hayatının korunması dışında bir gerekçeyle gebeliğe son vermek caiz değildir. Ancak çoğul gebeliklerde ceninlerden yaşama perspektifi bulunmayana müdahale edilmediği takdirde diğerlerinin de kesin olarak öleceği durumlarda hasta olan cenine müdahale ile sağlıklı olanların hayatı korunabilir. Ceninlerden hepsinin sağlıklı olup birini diğerine tercih imkânı olmayan durumlarda ise bir canın yaşatılması için bir başka canın öldürülmesi dinen kabul edilemez." Yaşam desteğinin sonlandırılmasının dinî hükmü nedir?,"Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkansız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir (Din İşleri Yüksek Kurulu, 14.12.2006 tarihli mütalaası; Kararatu ve Tavsiyatu Mecmei’l-Fıkhi’l-İslami, BAE, 2011, Karar no: 17 (5/3), s. 114-115)." "Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişilerin, tıbbî müdahale ile tedavi edilmelerinin dinî hükmü nedir?","Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişiler (hünsa/interseks), yetersiz genital gelişim veya atipik/belirsiz genital görünüm nedeniyle erkek mi kadın mı olduğu tespitinde problem bulunan kimselerdir. Günümüzde bu tür kişilerin cinsiyeti tıbben belirlenebilmekte ve tıbbî müdahaleler ile düzeltilebilmektedir. Bu tür biyolojik problem ve genetik hastalıkların, cinsiyet düzeltme operasyonu veya hormonal yöntemlerle tedavi edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Burada esas olan, tıbbî müdahalenin aslî/baskın olan genetik ve biyolojik cinsiyet lehine yapılmasıdır. Dolayısıyla tıbbî müdahalenin aslî/baskın olmayan cinsiyet lehine yapılması caiz değildir. Tıbbî müdahale ile aslî/baskın genetik ve biyolojik cinsiyeti lehine tedavi edilen kimselerin dini yükümlülüklerini ve sosyal-beşeri ilişkilerini, bu cinsiyetlerine uygun olarak yerine getirmeleri gerekir. Diğer yandan cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde çevresel vb. etkenlerle oluşan cinsel kimlik bozulmaları nedeniyle kişilerin cinsiyetlerini değiştirmeye yönelik tıbbî müdahalede bulunulması caiz değildir." Cinsiyet değiştirmek caiz midir?,"İslâm’a göre insan, bedeni ve ruhu olan mükerrem bir varlıktır. Allah (c.c.), insanı maddî ve manevî kabiliyetleriyle inkişaf edebilecek şekilde yaratmıştır. İslam, bildirdiği hükümlerle insanın varlık amacına uygun toplumsal bir düzen içerisinde yaşamasını ve ahirette ebedi mutluluğu kazanmasını amaçlar. Bu nedenle insan, dünyada kendisine yakışan iyi ve faydalı işler yaparak ebedi hayatına hazırlanmalıdır. Esasen insanın varoluş gayesini gerçekleştirmesi, Allah’ın kendisinde yarattığı özellikleri dikkate alarak maddi-manevi ilerleme kaydetmesine bağlıdır. İnsanın başıboş bırakılmayıp birtakım mesuliyetler yüklendiğinin bilincinde olması gerekir. Bu sorumluluk bilinci insanı diğer canlılardan ayıran ve mükerrem bir varlık olmasını sağlayan temel vasfıdır. İnsanın varoluş amacına uygun olarak İslam; dinin, canın, neslin, aklın ve malın korunmasına yönelik hükümler koymuş ve bunlara zarar verecek hususları bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Kişinin doğuştan getirdiği cinsiyetinin muhafazası ve karşı cinse benzememe konusundaki kurallar, bu amaçları gerçekleştirmeye matuftur. Bu itibarla aslî genetik ve biyolojik cinsiyete müdahale edilmemesi esastır. Kişinin biyolojik ve genetik yapısında cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde birtakım çevresel vb. etkenlerle kendisini karşı cinse ait hissedip ona benzeme veya karşı cinsten olma isteği, cinsel kimlik bozukluğu (transseksüellik vb.) olarak tanımlanmaktadır. Bu tür kişilerin cinsiyet değiştirmesi ve buna yönelik bir cerrahi müdahale yaptırması caiz değildir. Bu şekilde bedene yapılan müdahale, hem doktor hem de yaptıran kişi açısından büyük günahtır. Zira bu tür kişiler genetik/biyolojik olarak tek bir cinsiyete sahiptirler. Bu tür düşünceleri sebebiyle ameliyat olan kişilerin biyolojik ve genetik cinsiyetlerinin değişmediği tıbben bilinen bir durumdur. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetinde bir kusuru olmadığı halde kendini karşı cinstenmiş gibi hisseden kişiler, bu duygunun fıtrata uygun olmadığını bilmeli, bedenlerine cerrahî müdahalede bulunmak yerine biyolojik cinsiyetlerini kabullenme yolunda tedavi yöntemlerine ısrarla devam etmelidirler. İnsan, erkek ve dişi olmak üzere iki ayrı cinsiyette yaratılmıştır. İnsan neslinin devamı da bu nizama bağlanmıştır. (en-Nisâ, 4/1) İnsanın, yaratılıştan sahip olduğu bu cinsiyeti ve fıtratı değiştirmeye çalışmasının dinen yasaklanmış olmasının en önemli nedenlerinden biri bu nizamın muhafaza edilmesidir. Zira cinsiyet değiştirmek doğal olmadığı gibi insanın buna ihtiyacı da yoktur. Böyle bir istek çevresel veya psikolojik telkin ve algılarla oluşan sunî bir durumdur. İslam’a göre esas olan, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde doğal cinsiyetiyle yaşaması ve ebedî saadeti kazanmasıdır. Bu tür cinsiyet değiştirme faaliyetleri insana maddî-manevî zarar verdiği gibi toplumun ve insan neslinin devamını tehdit ve ifsat eder. Kur’an-ı Kerim’de, bu şekilde fıtratı değiştirme girişimlerinin şeytanın bir telkini olduğu açıkça bildirilmiştir: “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım... Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (en-Nisâ, 4/119) İslam’da karşı cinse benzemek ve bu özentinin/temayülün önünü açacak tutum ve fiillerde bulunmak yasaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara Allah lanet etsin.” buyurmuştur. (Buhârî, Libâs, 61-62 [5885-5887]; Ebû Dâvûd, Libâs, 31 [4099]) Biyolojik cinsiyetine müdahalede bulunulan kimsenin, tıbben biyolojik ve genetik cinsiyetinin değişmediği bilinen bir durum olduğundan dinî açıdan da aslî cinsiyetinin değişmediği kabul edilir. Dolayısıyla bu kişinin biyolojik ve genetik aslî cinsiyetini bastırıcı tıbbî müdahale süreçlerini de hemen sonlandırması gerekir. Böyle kişiler dinî yükümlülüklerini, sosyal ve beşerî ilişkilerini biyolojik ve genetik aslî cinsiyetleri doğrultusunda yerine getirmekle mükelleftir." Hayvanlara suni tohumlama ya da embriyo transferi yapılması ve bu işlem sebebiyle ücret alınması caiz midir?,"Hayvan cinslerinin ıslahı, verimliliğin artırılması, maliyetin düşürülmesi ve yeni ihtiyaçların karşılanması gibi amaçlarla ilgili mevzuata uygun olarak yapılan suni tohumlama veya embriyo transferi işleminde dinen bir sakınca yoktur. İslam alimleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanların tabii yollarla döllenmesinden ücret almayı yasaklamasını (Buhari, İcare, 21), gebeliğin oluşup oluşmamasındaki belirsizliğe bağlı olarak taraflar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklarla ilişkilendirmişlerdir. (İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 130; Zeylai, Tebyin, V, 124). Günümüzde ise suni tohumlama; özel bir emeği, bilgi birikimini ve tekniği gerektirdiğinden bilimsel bir mahiyet kazanmıştır.  Dolayısıyla suni tohumlama veya embriyo transferi işleminden ücret alınması caiz görülebilir." Tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum yerine sezaryen ile doğuma yönlendirmek caiz midir?,"Uzmanlara göre, anne ve bebek açısından sağlıklı olan normal doğum olup sezaryen sadece tıbbi zorunluluk halinde başvurulabilecek bir yöntemdir. Buna göre tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum risklerinden kaçınmak, maddi çıkar kaygısı veya meşru olmayan başka nedenlerle hastaları sezaryene yönlendirmek kul ve kamu hakkı ihlali olduğundan caiz değildir." Pasif ötanazi caiz midir?,"Pasif ötanazi, “tıbben iyileşmesi mümkün görünmeyen bir hastanın bir müddet daha yaşamasını sağlayan yaşam destekleyici tedavilerin sona erdirilerek hastanın ölüme terk edilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Pasif ötanazi hastanın rızasına bağlı olarak istemli olabileceği gibi, istemsiz de olabilir. İslam’a göre hayat, insana bahşedilen ve korunması gereken büyük bir emanettir. Bu yüzden “canın korunması”, vazgeçilmez hak ve değerlerin (zaruriyyat-ı hamse) başında gelmekte olup aynı zamanda dini bir sorumluluktur. Hastalıklara çare aranması ve tedavi cihetine gidilmesi bu sorumluluğun bir gereğidir. Bu itibarla tedavi olmadığı takdirde canını veya bir organını kaybetmesi konusunda zann-ı galip bulunan bir kimsenin tedaviyi reddetmesi ya da bu durumda olan kişiye gereken tedavinin uygulanmaması caiz değildir." Otopsi caiz midir?,"İslam’da ilke olarak ölü veya diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Kasani, Bedai‘, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahr, VI, 88). Ancak zaruret durumunda ve zaruretin miktarınca bu hüküm değişebilmektedir. (Mecelle, md. 21-22) İslam alimleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına, hastalıkların teşhis ve tedavisi amacıyla yakınlarının rızası alınmak suretiyle ölüler üzerinde araştırma yapılmasına cevaz vermişlerdir (Şafii, el-Ümm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; el-Fetava’l-Hindiyye, V, 360). Aynı şekilde ölüm sebebinin veya faillerinin ortaya çıkarılması amacıyla yetkili makamlarca otopsi yapılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak ceset üzerindeki çalışmalar esnasında ya da çalışmalar bittikten sonra insana olan saygının devamına özen gösterilmeli ve cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gibi dini görevler de yerine getirilmelidir." Kadavra bağışı caiz midir?,"Tıp biliminin gelişmesi ve tıp alanında hizmet verecek elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik insan cesedi (kadavra) üzerinde uygulamalı çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Bunların söz konusu amaca yönelik olarak kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. İslam’a göre insanın ölüsü veya ona ait bir organı da saygıya layıktır. Bu itibarla, söz konusu kadavraların eğitim amacı dışında kullanılmaları dinen caiz değildir. Ayrıca cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gerekir. Bu hususlara riayet edilmesi şartıyla kadavra bağışında bulunulmasında ve varislerin bu konudaki vasiyeti yerine getirmelerinde dinen bir sakınca yoktur." DNR gibi ileriye dönük talimatların veya tıbbi vasiyetin dinen geçerliliği var mıdır?,"İleriye dönük talimatlar, sağlıklı kişinin veya hastanın karar verme yeterliğini kaybettikten sonra kendisine nelerin yapılmasını istediği ya da istemediği ile ilgili sözlü, yazılı, hatta bazen şahitler huzurunda talebini bildirmesidir. İslam, kişiye canı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı vermez. Bedeni üzerindeki tasarruflarını ise “fayda” ve “zarar vermeme” ilkeleriyle sınırlandırır. Yani kişi bedeni üzerinde Yaratıcı’nın izin verdiği ölçüde tasarruflarda bulunulabilir. Hal böyle olunca kişinin isteği ile dahi olsa onu ölüme götürecek veya bedenine zarar verecek bir karar alması caiz değildir. Diğer yandan ileriye dönük talimatlarda kişi, gelecekte tıbbi gelişmelerin ve kendi durumunun ne olacağını bilmemektedir. İhtimaller üzerinden tecrübe edilmeyen bir husus hakkında söz söylemenin sağlıklı olmayacağı aşikardır. Ayrıca bu tür ileriye dönük talimatlar vasiyet ve vekalet açısından fıkhen uygun değildir. Sonuç olarak, sağlıklı veya hasta bir bireyin DNR gibi ileriye dönük talimatları dinen geçerli değildir." Hayvanların tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılması caiz midir?,"Ekosistemde önemli bir yeri olan hayvanlara İslam dininde özel bir değer verilmiş,  onlara şefkat ve merhametle muamele edilmesi tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde günahkar bir kadının susuzluktan ölmek üzere bulunan bir köpeğe su verdiği için Allah tarafından bağışlandığını bildirmiş (Buhari, Şürb, 9, Edeb, 27; Müslim, Selam,153), başka bir hadiste ise kedisini açlıktan ölmeye mahkum eden merhametsiz bir kimsenin, bu davranışı nedeniyle cehenneme atılmayı hak ettiğini haber vermiştir (Buhari, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezail, 65). Yüce Allah yeryüzünün diğer nimetleri gibi bir kısım hayvanları da insanın hizmet ve yararına sunmuş, “Allah bir kısmına binesiniz, bir kısmını da yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Onlarda sizin için daha birçok faydalar vardır.” (Mü’min, 40/79; ayrıca bkz. Casiye, 45/13; Lokman, 31/20) ayetiyle bu hususa dikkat çekilmiştir. Hayvanların iyi bakılıp beslenmesi (Ebu Davud, İsti’zan, 39), birbiriyle dövüştürülmemesi (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30), nişan için hedef yapılmaması (Müslim, Zebaih, 58, 59), zevk için öldürülmemesi (Nesai, Dahaya, 42) yönündeki nebevi emir ve yasaklar, hayvanların hayat hakkını ve vücut bütünlüklerinin korunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde bazı hayvanlar bilimsel test ve deneylerde kullanılmaktadır. İnsan, hayvan veya bitkilerdeki hastalıkların teşhisi, tedavisi veya önlenmesi, fizyolojik bozuklukların incelenmesi, hayvanların refahı, tarımsal amaçlarla yetiştirilen hayvanların üretim şartlarının iyileştirilmesi, türlerin korunmasını amaçlayan araştırmaların yürütülmesi, yükseköğretimde mesleki becerilerin kazandırılması veya geliştirilmesi gibi maksatlarla hayvanlar kobay olarak kullanılabilmektedir. Bunların yanı sıra temizlik malzemeleri ve kozmetikler gibi tüketim ürünlerinin toksik özelliklerini belirlemek üzere deney amaçlı hayvan kullanımı da söz konusu olmaktadır. İslam’da genel kural; şer’an geçerli bir maslahat olmadıkça, hayvanların yaşam haklarının korunması ve bedenlerine acı çektirilmemesidir (Hattab, Mevahibü’l-Celil, III, 189; İbn Nüceym, el-Bahr, VIII, 232). Buna göre; hayvanlar üzerinde yapılan bu tür çalışmalar ancak aşağıdaki şartlar ile caiz olur: a. Söz konusu deneyler için canlı hayvan yerine bilimsel açıdan geçerli başka alternatif bir yöntemin ya da deneme stratejisinin olmaması, b. Deneylerin, insanlar ve diğer canlıların maslahatı için gerekli olması, c. Deneylerden elde edilecek yararın, hayvanın maruz kalacağı zarardan daha büyük olması, d. Deneylerde hayvanlara eziyet çektirilmemesi, anestezi gibi acı duyulmasına engel olacak önlemlerin alınması, e. Deneylerin, zorunluluğun dışına taşmaması ve istatistik için yeterli olacak en az sayıda hayvanla yapılması. Ancak bilimsel açıdan herhangi bir zorunluluk olmayan, kozmetik ve benzeri amaçlı yapılan hayvan deneyleri ise dinen caiz değildir." Sigara içmenin dini hükmü nedir?,"Son yıllarda yapılan birçok araştırma sigaranın insan sağlığı üzerinde pek çok zararlı etkisinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazıları ölümcül olmak üzere çok sayıda hastalığın sebebi olması itibariyle sigaranın mübah görülmesi düşünülemez. Bazı alimler; sigaranın ""tahrimen/harama yakın mekruh” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde bir çok alim ve fetva meclisi, kişinin kendisini tehlikeye atmama ve öldürmeme, başkalarına zarar vermeme, zararı giderme, sağlığı koruma yönündeki temel ilkeleri esas alarak sigaranın haram olduğu görüşündedir. Dolayısıyla bir müslümanın, pek çok zararı bünyesinde barındıran sigarayı içmesi caiz değildir." Tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olmak caiz midir?,"İster kadın, ister erkekteki bir kusur sebebiyle, tabii ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde, Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.05.1992 tarihli kararına göre: a) Döllendirilecek yumurta ve spermin her ikisinin de nikâhlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi birisinin yabancıya ait olmaması; b) Döllenmiş olan yumurtanın, başka bir kadının rahminde değil de yumurtanın sahibi olan eşin rahminde gelişmesi; c) Bu işlemin, gerek anne-babanın gerek doğacak çocuğun maddî, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olmak şartıyla tüp bebek yöntemine başvurmakta bir sakınca yoktur. Başka bir kadının yumurtasının alınması veya kocası dışında yabancı bir erkeğin sperminin kullanılması ile bir kadının gebeliğinin sağlanması ise caiz değildir." Doğal gebelikte yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak caiz midir?,"Uzmanlardan alınan bilgiye göre, yetişkinlik çağından menopoz sürecine kadar bir kadının yumurtalıklarından her ay genellikle bir yumurta hücresi büyür, gelişir ve döllenmeye elverişli hale gelince fallop tüplerine salınarak rahme doğru hareket eder. Bu işleme yumurtlama (ovülasyon) adı verilir. Tabii süreç bu şekilde olmakla beraber yumurtanın olgunlaşmaması durumunda tedavi amaçlı olarak veya çoğul gebelik elde etme maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi uygulanabilmektedir. Yumurtalıklarda yumurta hücrelerinin kendiliğinden yeterli büyüklüğe ve olgunluğa erişemediği durumlarda doğal düzeyde yumurta üretmek ve olgunlaştırmak için çeşitli tedavi yollarına müracaat edilebilir. Dolayısıyla bu doğrultuda yumurta çatlatma iğnesi yapılması caizdir. Ancak yumurta hücresinin kendiliğinden oluştuğu, olgunlaştığı ve doğal yollarla gebe kalma imkânı olan kişilerde çoğul gebeliğin oluşabilmesi için daha fazla yumurta hücresi elde etmek maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak tedavi olarak değerlendirilemeyeceğinden ve fıtrata müdahale olacağından caiz değildir." Araştırma amaçlı embriyo üretmek dinen caiz midir?,"İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup ilk anından itibaren yaşam hakkının korunması gerektiğinden araştırma amaçlı embriyo üretilmesi, embriyonun deney aracı olarak kullanılması kesinlikle caiz görülemez. Bu, İslam’ın insan hayatının ve onun saygınlığının korunması ilkesine de aykırıdır." Tüp bebek yönteminde yumurta alımı veya embriyo transferi sebebiyle gusül gerekir mi?,Tüp bebek uygulamasında yumurta alımı ya da embriyo transferinden sonra hastaya ve bu işlemi uygulayanlara gusül almak gerekmez. Yumurta hücresinin dondurulması caiz midir?,"Günümüzde yumurta hücresinin dondurulup uzun yıllar saklanabilmesi tıbbi teknolojinin ilerlemesiyle artık mümkün hale gelmiştir. Öyle ki, kadının yumurtalıklarından toplanan yumurta hücreleri ileriki yıllarda çocuk sahibi olabilmesi için dondurulup saklanabilmektedir. Özellikle kanser tedavisi, erken menopoz, yumurtalık rezervi azalması ve yumurtalıkların alınmasını gerektirecek ameliyatlardan önce bu yola başvurulduğu görülmektedir. Bu itibarla, yukarıda ifade edilen tıbbi zorunluluk hallerinde, yumurta hücresinin dondurulmasında ve dondurulan bu hücrenin, ileride yumurta sahibinin döllendirilme anındaki nikahlı eşinin spermiyle aşılanmasında dinen bir sakınca yoktur. Ayrıca nesil emniyeti açısından dondurulmuş yumurtaların başkalarının eline geçmemesi için her türlü yasal ve tıbbi tedbirlerin de alınması gerekir." Tüp bebek yönteminde fazla embriyo üretilip dondurulması caiz midir?,"Kadın veya erkekteki bir hastalık sebebiyle, cinsel ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde sperm, yumurta ve rahim aynı karı kocaya (evliliği fiilen devam eden çifte) ait olmak şartıyla tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak tüp bebek uygulamasında tıbben gerekli olan asgari miktarda yumurtanın döllenmesiyle yetinilmelidir. Bu nedenle gereğinden fazla embriyo oluşturmaktan ve bunları dondurmaktan kaçınılmalıdır." Embriyonik kök hücrenin bilimsel araştırmalarda kullanılması caiz midir?,"İslam dini, insan ve toplum yararına olan her türlü çalışmayı teşvik eder. Ancak bu çalışmaların dini, ahlaki ve manevi değerler açısından sorun oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini onaylamaz. Zira ahlaki ilkeler ve dini değerlerden soyutlanarak yapılan çalışmalar, insanlığa fayda yerine zarar getirir. Bu itibarla, insanlığın hayrına olan genetik araştırmalar, dinimizce tasvip edilmekle birlikte, bu araştırmaların insan neslini ve tabiatın dengesini bozacak şekilde yapılması kabul edilemez. İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup, ilk anından itibaren embriyonun yaşam hakkının korunması gerektiğinden onun deney aracı olarak kullanılması caiz görülemez. Ancak vücudun kemik iliği, yağ dokusu vb. bölgelerinden elde edilen kök hücrelerin ise tedavi amacıyla kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur." Doğum kontrolünün dinî hükmü nedir?,"Sağlığa zararlı olmamak şartıyla deri altına hormon düzenleyici yerleştirmek (implant), kondom kullanmak, azil (geri çekilmek) gibi yöntemlerle hamileliğin önlenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Bununla birlikte annenin hayatı söz konusu olmadıkça hamilelik gerçekleştikten sonra, hangi aşamada olursa olsun, kürtaj ve benzeri yöntemlerle çocuğun alınması caiz değildir. Çünkü hamileliğin başlaması ile doğacak çocuğun hayat hakkı gerçekleşmiş olur. Maddî ya da sosyal endişelerle ceninin hayatiyetini bir şekilde sona erdirmek hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ, “Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.” (el-En‘âm, 6/151) buyurmuştur." "Gebeliği engellemek için vazektomi, kordon bağlatma vb. yöntemlerin uygulanması caiz midir?","Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebelik arasındaki sürenin ayarlanması gibi konularda, karı-kocanın ortak isteğine göre, meşru çarelere başvurulması caizdir. Devamlı kısırlığa yol açan vazektomi, kordon bağlatma gibi yöntemlere başvurulması yani kadın veya erkeğin geri dönüşü olmayacak şekilde kısırlaştırılması ise fıtrata müdahale olarak değerlendirildiğinden sağlık açısından kesin bir zorunluluk olmadığı müddetçe caiz değildir." Kürtaj yaptırmak caiz midir?,"İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biridir. Zira en şerefli varlık olan insanoğlu saygındır ve dokunulmazdır. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup, artık bu safhadan itibaren anne baba da dâhil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Buna göre, annenin hayatının korunması gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın gebeliğe son vermek caiz değildir." Spiral kullanmak caiz midir?,"Gebeliği önleme yöntemlerinden biri de spiral adı verilen rahim içi araçlarıdır (RİA). Bu işlevinin yanı sıra uzmanların verdiği bilgiye göre spiral, rahim içi zarının incelmesini sağlayarak döllenmiş yumurtanın rahime tutunmasına da engel olabilmektedir. Öte yandan bu uygulama sırasında bir kadının mahrem yerlerine göz ve el teması söz konusu olmaktadır. Bu sebeple tıbbi bir gereklilik olmadıkça spiral uygulamasından uzak durulması uygun olur." Anne karnındayken ölüp kendiliğinden düşen veya tıbbi müdahalelerle alınan cenine ne yapılması gerekir?,Organları belirmemiş seviyedeki cenin yıkanmadan; organlarının oluşumu tamamlanmış ya da bazı organları belirmiş seviyedeki cenin ise yıkanarak bir beze sarılarak defnedilir. Anomalili gebelikleri sonlandırmanın hükmü nedir?,"İnsan hayatının korunması dinin vazgeçilmez değerlerindendir. Yaşama hakkı, sperm ve yumurta hücrelerinin birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Yüce Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne ve baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakkı ihlal etmesine izin verilmemiştir. Kur’an ve sünnette yer alan genel kaideler ve hükümler, dinen meşru bir gerekçe olmadıkça anne karnındaki ceninin hayatının sonlandırılmasına müsaade etmez. Bu itibarla, annenin hayati tehlikesi gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın anomalili de olsa gebeliği sonlandırmak dinen caiz değildir." Ruh üflenmeden önce kürtaj uygulaması caiz midir?,"Kur’an-ı Kerim’de insana ruh üflenmesinden bahsedilmekle birlikte (Hicr, 15/29; Enbiya, 21/91; Secde, 32/9) bu hadisenin yaratılışın hangi aşamasında gerçekleştiğine ilişkin açık bir bilgi verilmemektedir. İlgili ayetler genellikle Yüce Allah’ın yoktan var etme kudretine dikkat çekmektedir. Ayrıca “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) buyrulmak suretiyle ruhun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceği de ifade edilmiştir. Hadislerde de ruh üflenmesiyle ilgili bilgiler bulunmaktadır (Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1). Ancak söz konusu rivayetlerin tamamı bir arada değerlendirildiğinde cenine ruhun ne zaman üflendiğini kesin olarak söylemek güçtür. Ayrıca hadis literatüründe genellikle kader bağlamında ele alınan söz konusu rivayetlerden, ruh üflenmemiş ceninin hayatının bir değeri olmadığı ve sonlandırılabileceği sonucu çıkmaz. Kur’an ve Sünnet’te yer alan genel kaideler ve hükümler meşru sayılan bir gerekçe olmadan gebeliğe son verilmesine müsaade etmemektedir. Cenin insan olma potansiyeline sahip olduğundan ve ruh üflenme zamanı da kesin olarak bilinemediğinden ceninin dokunulmazlığı esas alınmalıdır. Nitekim dinin korunmasını emrettiği beş temel değerden birisi olan hayat hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu andan itibaren, annenin hayatının korunması dışında herhangi bir sebeple gebeliğe son vermek caiz değildir." Organ nakli ve bağışı caiz midir?,"Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müctehid ve fakihler de kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır. Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla, normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Buhârî, Libâs, 83-87 [5935-5947]; Müslim, Libâs, 115-116 [2122]; Kâsânî, Bedâʾi, 5/125; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ‘, 1/57; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/105-106, 113; 6/87-88). Ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir (Mecelle, md. 22). Nitekim İslâm âlimleri, karnında canlı hâlde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine başka kemiklerin naklini caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/130; Mâverdî, el-Hâvî, 2/255; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/138; 5/302; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/360). Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli, tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O hâlde, bazı şartlara uyulmak kaydıyla, hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir. “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 5/32) âyeti de buna ışık tutmaktadır. Bu bağlamda, aşağıdaki hususlara dikkat edilmek kaydıyla organ nakli caiz olur. Nitekim İslâm İşbirliği Teşkilatına bağlı, uluslararası bir fetva kuruluşu olan Mecmau‘l-Fıkhi’l-İslâmî de bu istikamette karar almıştır. Buna göre: a) Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi, b) Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması, c) Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa, bu organın, alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması, d) Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından, organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla yakınlarının rızasının sağlanması, e) Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, f) Tedavisi yapılacak hastanın bu nakle razı olması, g) Devlet kontrolü altında yapılması gerekir." Domuz kalp kapağının insan kalbine takılması caiz midir?,"Hayati öneme sahip bir tedavinin helal olan nesnelerle yapılabilme imkânı bulunmadığı hâllerde (zaruret gereği), tedavide haram olan nesnelerden de yararlanılabilir. Bu itibarla, kalp kapakçığının değişmesi zorunlu olan bir hastanın tedavisinde, helal yollarla bir alternatif bulunmaması ya da bulunan diğer çözümlerin verimli ve sağlıklı olmaması hâlinde domuzdan elde edilen kalp kapakçığının kullanılması da caiz olur." Ağız veya burun ameliyatı olan bir kimse nasıl abdest alır?,"Abdestte mazmaza ve istinşâkın (ağza ve burna su vermenin) hükmü âlimler arasında tartışmalıdır. Bunun sebebi, ağız ve burnun, yıkanması farz olan yüzden olup olmadığı konusundaki ihtilaftır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin içerisinde bulunduğu cumhura göre, ağza ve burna su vermek abdestin sünnetlerindendir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Nevevî, el-Mecmû‘, 1/465; Hattâb, Mevâhib, 1/245). Hanbelîlerde ise hem abdest hem de gusülde ağza ve burna su vermek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/88). Bu konuda cumhurun delilleri daha kuvvetli ve isabetlidir. Buna göre abdestte ağzın ve burnun yıkanması sünnet olduğundan, abdest esnasında bir hastalıktan veya ameliyattan dolayı veya sebepsiz olarak ağza ve burna su vermeyi terk eden kimsenin bu davranışı abdestin geçerliliğine engel olmaz." Kullanılması veya yenilmesi haram bir maddenin ya da bunlardan imal edilen ilaçların tedavide kullanılması caiz midir?,"Bir hastalığın tedavisi için helal olan başka maddelerden elde edilmiş bir ilaç henüz üretilmemiş ya da üretilen bu ilaca ulaşma imkânı yok ise haram olan bir maddenin veya bundan üretilen bir ilacın, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman bir doktor tarafından tavsiye edilmesi hâlinde, kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. Çünkü “Zaruretler yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Zaruret ortadan kalkar ve başka helal maddelerden yapılan ilaçlar bulunursa, o zaman helal olanları kullanmak gerekir. Çünkü “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.” (Mecelle, md. 22)." Tedavi olan bir hastanın avret mahallini açmasında bir sakınca var mıdır?,"Tedavi ihtiyacı gibi zaruri durumlarda, -gerektiğinde- hastanın bedeninin mahrem yerlerine, tedavi işlemini yapan kimselerin bakması ve dokunması caizdir. Mahrem yerlerini açmak durumunda olan hastaların, imkânlar ölçüsünde öncelikle hemcinsi olan sağlık personelini tercih etmeleri gerekir. Buna imkân bulunmaması hâlinde ise bu konuda cinsiyet farkı dikkate alınmaz (Kâsânî, Bedâ’î, 5/124; Zeylaî, Tebyîn, 6/17). Çünkü “Zaruretler, yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Bununla birlikte, tedavi eden doktorun da harama bakma izninin zarurete mebni olduğunu unutmaması gerekir. Bunun için de teşhis ve tedavi amacıyla bakılması gereken sınır aşılmamalıdır. Zira “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” (Mecelle, md. 22)." Henüz sütten kesilmemiş bebeği olan bir kadın yeniden hamile olursa bebeği emzirmeye devam edebilir mi?,"Bebek emziren bir kadının hamile kalması durumunda emzirmeye devam edip etmemesine dair dinî bir emir veya yasak bulunmamaktadır. Dolayısıyla konunun hükmünde, annenin sağlığı ve bebeğin anne sütüne olan ihtiyacı belirleyicidir. Buna göre tıbben bir sakınca olmadıkça hamile bir kadının çocuğunu emzirmeye devam etmesinde dinen bir mahzur yoktur." Erkek doktora jinekolojik muayene olmak caiz midir?,"Asıl olan, kadın hastaları kadın doktorların, erkek hastaları da erkek doktorların muayene etmesidir. Ancak bu ilkenin gözetilmesinin mümkün olmaması ve aynı cinsiyetten alanında uzman doktor bulunmaması durumunda karşı cinsiyetten bir doktora muayene olunabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/124; Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 6/17)." Toplum sağlığını tehdit eden salgın hastalıklara karşı aşı yaptırmamak kul ve kamu hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir mi?,"Dinimiz, insan hayatının korunmasını esas almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir (Buhârî Tıb, 1; Müslim, Selâm 26/69; İbn Mâce, Tıp, 1). Sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalanınca tedavi olunması da bu kapsamdadır. Dolayısıyla hastalık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması dinimizin bir emridir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bu bağlamda “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın.” buyurarak (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-96) karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın taşımayanla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhârî, Tıb, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin biatını ona dokunmadan alarak bu konudaki hassasiyetini fiilen de göstermiştir (Müslim, Selâm, 126). Bu itibarla bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur." Erkek çocukları sünnet ettirmenin hükmü nedir?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120 vd.; Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; Hattâb, Mevâhibü’l-Celil, 4/394)." Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslâm’ın şiarı olmakla birlikte, İslâm’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; Karâfî, ez-Zahîre, 13/280; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/751)." Yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca var mıdır?,"Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). Veli, çocuğunu doğumdan itibaren buluğ çağına erişene kadar herhangi bir zaman diliminde sünnet ettirmelidir. Dolayısıyla çocuğa özel tıbbi bir engel bulunmadığı sürece yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca bulunmamaktadır (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120; Aynî, Binâye, 9/157-158; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/152)." Katılım bankalarından alınan kar payının dini hükmü nedir?,"İslam’ın getirmiş olduğu genel finans, iktisat ve ticaret esaslarına aykırı olmamak kaydıyla kâr-zarar ortaklığı adı altında yürütülen kurumsal ya da bireysel ticari işlemlerde ve bu işlemler sonucunda elde edilen kârın katılımcılar arasında paylaşılmasında dinen bir sakınca yoktur. Belirlenen esaslara uygun çalışmaları durumunda katılım bankalarının kâr hesaplarına para yatırmak ve iştirakçilerine vermiş oldukları kâr payını almak caizdir. Kâr payı oranlarının, banka faizlerine yakın veya eşit olması söz konusu işlemi faize dönüştürmez. Ancak İslam’ın genel muamelat esaslarına uymayan faiz gibi işlemler ise hangi ad altında ve kim tarafından yapılırsa yapılsın caiz değildir. Buna göre katılım bankalarının kâr dağıtmak üzere topladıkları paraları fıkhen meşru alanlarda nemalandırmaları gerekir. Misal olarak katılım bankaları ticareti ve ortaklığı esas alan aşağıdaki şu işlemleri yapıyorlarsa bu bankaların dağıttıkları kâr helal olur: 1. Müşareke: Katılım bankaları ile iştirakçilerinin ortaklaşa sermaye koymasını, birlikte iş yapmasını ve meydana gelecek kâr veya zararı paylaşmasını esas alan ortaklık yapmalarıdır. Örneğin tarafların ortak sermaye ile fabrika kurup işletmeleri, inşaat yapmaları gibi. 2. Mudârebe: Katılım bankaları ile sermaye sahiplerinin emek sermaye ortaklığı yapmaları halinde fiilen ortaklığa dayalı ticaret yapmış olurlar. Mudârabe; bir tarafın sermaye vermek, diğer tarafın da bu sermayeyi işletmek ve kârı aralarında anlaştıkları belli bir oranda paylaşmak üzere, zarar ise işletmecinin kasıt, kusur ve sözleşme şartlarına aykırı davranışı yoksa sermayeden karşılanmak üzere kurdukları işletme türüdür. 3. Murabaha: Bir malın maliyetinin müşteriye bildirilmesini takiben maliyetin üzerine kâr eklenerek satılmasıdır. Buna göre bir malı peşin olarak satın alma imkânı bulamayan bir kimsenin, herhangi bir katılım bankasına giderek, söz konusu malı satın alıp kendisine taksitle satmasını talep etmesinde; katılım bankasının da müşterinin istediği malı peşin satın alarak üzerine kâr payı da ekleyip vadeli olarak müşteriye satmasında dinen bir sakınca yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; malın satışının ilk önce katılım bankasına gerçekleştirilmesi, sonra da katılım bankasının bu malı müşteriye satmasıdır. Bu alışverişte bahse konu malı satan firmanın muhatabı katılım bankası, katılım bankasının muhatabı da müşteri olmalıdır. Yani alınan malın faturası katılım bankasına kesilmeli, daha sonra yapılacak bir akitle de müşteriye satılmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde en azından; malı ilk önce katılım bankası adına satın alması için “katılım bankasının müşteriye yazılı bir vekâletname vermesi” ve katılım bankası ile müşteri arasında bundan sonra yapılacak sözleşmeye, “söz konusu malın, katılım bankası tarafından müşteriye satıldığına dair” bir cümle eklenmesi gerekir. 4. Leasing: Makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri malların, bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında kiralayana satışını esas alan orta vadeli bir finansman olup fıkhen meşru kabul edilmiştir. Sonuç olarak, katılım bankaları kâr-zarar ortaklığı hesaplarında topladıkları paraları yukarıda maddeler halinde yer verilen işlemler ve benzeri yöntemlerle işletiyorlarsa, o takdirde onların dağıttıkları kârları almak caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Öte yandan katılım bankalarının icra ettiği işlemleri araştırmak ise bu bankalarla iş yapan kişinin kendi sorumluluğundadır." Ticarette kâr haddi var mıdır?,"İslâm’da, prensip olarak, alışverişler için kesin bir kâr haddi konulmamış olup kâr oranları piyasa şartlarına bırakılmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.), fiyatların artması dolayısıyla kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde bunu yapmamış ve fiyatların doğal piyasa şartları içerisinde arz ve talebe göre oluştuğuna dikkat çekmiştir (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 51; Tirmizî, Büyû‘, 73). Fakihler de bundan hareketle kâr haddinin eşyadan eşyaya farklılık gösterebileceğini, bu sebeple de kesin bir takdir yapılamayacağını söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/129). Bununla birlikte onlar, piyasada suistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı bir şekilde sunî fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale (narh) yetkisini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/378). Aşırı fiyatın tespitinde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınır." İslam’ın haram kıldığı şeylerin gayrimüslimlere satışı caiz midir?,"Dinimizce yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram kılınan içki, domuz eti, akıtılmış kan, leş ve putların (el-Mâide, 5/3, 90; el-En‘âm, 6/145) satışı da yasaktır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/326 [14535]). Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel bir ilke olarak şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bir topluma bir şeyin yenilmesini haram kılmışsa, ondan elde edilecek kazancı da haram kılmıştır.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘ (İcâre), 66 [3488]). Buradan hareketle fukaha; Müslüman bir kimsenin haram kılınan şeyleri Müslüman veya gayrimüslim bir kişiye satmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Zira alışveriş iki taraflı hukuki bir işlemdir. Buna göre taraflardan birisi için caiz olmayan hususun karşı taraf açısından caiz olmasıyla hüküm değişmez. Müslüman açısından ise bir alışverişin caiz olması, alışverişe konu olan şeyden yararlanmanın helal olmasına bağlıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 6/349). Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına, ellerinde bulunan haram olan şeylerden faydalanmak için bunları gayrimüslimlere satma gibi bir yol göstermemiş, onların itlaf edilmesini talep etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Yüce Allah ve O’nun Resulü; şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı.” Kendisine, “Ya Rasulullah, ölmüş hayvanların iç yağları(nın satılması) konusunda ne dersiniz? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, (kandillerde yakılmasıyla) insanlar aydınlanıyor”, dediler. Resûlullah (s.a.s.), “Hayır, haramdır” buyurdular (Buhârî, Büyûʽ, 112 [2236]; Müslim, Müsâkât, 71 [1581]). Başka bir rivâyette de şöyle bir olay geçmiştir: “Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir tulum şarap hediye etmiş, Hz. Peygamber, “Allah’ın bunu haram kıldığını biliyor musun?” diye sorunca adam “hayır” cevabını vermiştir. Adam da yanındaki birine bir şeyler fısıldamış, Hz. Peygamber, “Ona ne fısıldadın?” diye sorunca adam, “Şarabı satmasını emrettim” demiştir. Bunu duyan Allah Resûlü (s.a.s.) “Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine adam, şarap tamamen akıp bitinceye kadar tulumun ağzını açmıştır.” (Müslim, Müsâkât, 68 [1579]). Sonuç olarak dinimizce haramlığı kesin hükümlerle sabit olan şeylerin gayrimüslimlere de olsa satışı caiz değildir. Böyle bir şey caiz olsaydı Allah Resûlü (s.a.s.) Müslümanlara haram olan şeylerin kendilerince iktisadî değeri olan gayrimüslimlere satılmasına ve böylece değerlendirilmesine izin verirdi." Yapılan akitlerin kayda geçirilmesi zorunlu mudur?,"Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir. Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riâyet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslâm, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili olarak; “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (el-Bakara, 2/282) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki âyette ise “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (el-Bakara, 2/283) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Bakara sûresinin 282. âyetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir (Kurtubî, el-Câmi‘, 3/383). Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticarî işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir. Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hâle getirilmesi, dinî bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur." Bir malın taksitli olarak birden fazla fiyatla satışa sunulması caiz midir?,"Bir malın taksit sayısına göre, farklı fiyatlarla satışa sunulması caizdir. Mesela bir mal, peşin fiyatı bin liradan, altı ay vadeli fiyatı bin beş yüz liradan, bir yıl vadeli fiyatı da iki bin liradan olmak üzere değişik fiyat seçenekleriyle satışa sunulsa müşteri de bu seçeneklerden birini tercih edip kabul etse yapılan bu alışveriş caiz olur. Zira bu uygulamada satıcı, pazarlık sırasında peşin ya da farklı vadelere göre değişik ödeme seçenekleri ile malın fiyatını belirlemekte, alıcı da bunlardan birisini tercih edip kabul etmektedir. Böylece akit esnasında malın fiyatı taraflarca kesin olarak belirlenmiş olmaktadır. Ancak alıcı seçeneklerden birisini seçip kabul etmeden, “tamam aldım” der ve bu şekilde birbirlerinden ayrılırlarsa akitte fiyat belirlenmediği için bu satış fasit olur (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/526)." Yapılan bir alım satım akdi hiçbir sebep olmaksızın tarafların karşılıklı rızası ile feshedilebilir mi?,"Dinimize göre Müslümanın verdiği sözü tutması, ahdine ve akdine sadakat göstermesi en önemli görevlerinden birisidir. Yapılan alım satım işi sözleşme ile birlikte kesinlik kazanır ve aşağıdaki durumlar dışında tek taraflı olarak feshedilemez: a) Taraflar, karşılıklı rızalarıyla kurdukları akdi sebepli veya sebepsiz olarak feshedebilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 3/55). Hz. Peygamber (s.a.s.), alışverişini bozmak isteyen bir Müslümanın bu talebini kabul eden kişinin, Yüce Allah tarafından hatasının affedileceğini ve kıyamet günü sıkıntısının giderileceğini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 54 [3460]; İbn Mâce, Ticârât, 26 [2199]) ifade etmiştir. Akdi karşılıklı rızayla sona erdirmenin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için malın akit esnasındaki şekliyle duruyor olması gerekir. b) Alıcı veya satıcıdan birisinin ya da her ikisinin muhayyerlik (belirlenen süre içinde akdi devam ettirme veya feshetme) hakkı bulunursa, bu hakka sahip olan taraf süresi içerisinde akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). c) Malda, piyasada değerini düşmesini gerektirecek bir kusur bulunması hâlinde, müşteri bu kusur nedeniyle akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36 vd.). d) Bir malı görmeden satın alan kişi malı gördüğünde, görme muhayyerliği hakkını kullanarak akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). e) Malın tağrîr (aldatma) kasdıyla fahiş fiyatla satılması hâlinde müşteri akdi feshedebilir (Mecelle, md. 357). Aşırı fiyatın ölçüsü İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Kimileri, bilirkişinin tespit ettiği tahmini meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumunu gabn-i fâhiş (aşırı aldanma) sayarken (Kâsânî, Bedâʾi, 6/30; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/171) kimileri insanların çokça alıp sattıkları mallarda (urûzda) %5, hayvanda %10, taşınmaz mallarda %20’lik ve daha üstü farkı gabn-i fâhiş olarak kabul etmişlerdir. Mecelle bu görüşe göre düzenlenmiştir (Mecelle, md. 165). Günümüzde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınmalıdır." "Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı var mıdır?","Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı, daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı vardır. Bu hakka görme muhayyerliği denilir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman muhayyerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 5/439 [10425]; Darekutnî, es-Sünen, 3/382 [2803]) buyurmuştur. Ancak görme muhayyerliğinin sabit olması için akde konu olan malın, fesih işlemine elverişli durumda olması gerekir. Malın, buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ve hiç kullanılmamış otomobilde olduğu gibi mislî (standart/sabit nitelikte) olması durumunda tek bir örneğinin görülmesi yeterlidir. Hayvan veya ikinci el otomobillerde olduğu gibi kıyemî (standart olmayan, değişken) mallarda ise her bir mal ya da ürün için ayrı ayrı görme muhayyerliği vardır. Görme muhayyerliği sadece alıcı için söz konusudur. Satıcı görmediği bir malını satarsa onun için görme muhayyerliği olmaz. (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). Çünkü malı satmadan önce onu görebilirdi. Dolayısıyla bu hakkını kaybetmiş sayılır." Taraflar belli bir süre içerisinde alım satım akdini bozmayı şart koşabilirler mi?,"Taraflardan biri veya her ikisi belli süre içinde akdi bozabilme yetkisine sahip olmayı şart koşabilir. Buna “hıyâru’ş-şart” yani şart muhayyerliği denilir. Ancak bu durum alım satım akdi gibi karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım/bağlayıcı akitlerde söz konusu olabilir. Alım satımdan vazgeçmek için şart koşulabilecek süreyi, İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir hadisinde muhayyerlik süresi üç gün olarak zikredildiği için (Buhârî, Büyûʽ, 64 [2148]; Müslim, Büyûʽ, 24-25 [1524]) en çok üç gün olarak kabul etmektedir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise tarafların bu süreyi serbestçe belirleyebileceklerini, bu sürenin belirli olmak kaydıyla sınırlı olmadığını ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). Mecelle’de insanlar arasındaki muameleler için ikinci görüş daha uygun bulunarak şöylece düzenlenmiştir: “Satıcı veya müşteri yahut her ikisi birden belirli süre içerisinde satışı feshetmek yahut yürürlük kazandırmak konusunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir.” (Mecelle, md. 300)." "Satıcı malın niteliklerini gizler veya yanlış beyanda bulunursa, alışveriş akdi gerçekleştikten sonra bunun farkına varan müşteri ne yapabilir?","Alım-satım akdinde akde konu olan malın bütün niteliklerinin ve satış bedelinin alıcı ve satıcı tarafından bilinmesi ve açıklanması gerekir. Satıcının yanlış beyanı üzerine kurulan alım-satım akdinde, malda satın alış amacını ihlal eden ya da fiyatını düşüren bir eksiklik veya kusur bulunur yahut da mal normalden daha pahalı olursa müşteri dilerse satın aldığı malı konuşulan fiyat üzerinden kabul eder, dilerse malı geri vererek akdi bozar. Müşterinin malı iade etmeyip ondaki kusura karşılık fiyattan indirim talebinde bulunma hakkı yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36-37). Ancak böyle bir durumda akdi feshederek malı geri verip yeni bir akit yaparak söz konusu malı daha düşük bir fiyattan satın alması da mümkündür." "Satın alınan bir malda müşterinin yanında (mülkünde) bir kusur meydana gelir ayrıca önceden bir kusurunun da olduğu anlaşılırsa, müşteri bu malı geri verebilir mi?","Satın alınan bir malda önceden mevcut olan bir kusura ilaveten müşterinin yanında (mülkünde) ikinci bir kusur oluşursa, müşteri bu satış akdini bozarak kusurlu malı satıcıya iade edemez. Ancak müşteri önceki kusurdan dolayı meydana gelen zararı satıcıya tazmin ettirir. Fakat satıcı malı, sonradan meydana gelen ayıplı hâliyle kabul ederse müşteri malı geri verir ve ödediği parayı alır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/38)." "Müşteri, aralarından birini satın almak amacıyla götürdüğü birkaç maldan birini seçme hakkına sahip midir?","Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir. Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/32)." Kira akdi tek taraflı olarak feshedilebilir mi?,"Kira akdi her iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, yapıldıktan sonra taraflardan biri, geçerli bir mazereti veya diğerinin rızası olmadan tek taraflı olarak akdi feshedemez. Akdi feshedebilmek için kiracının iflas etmesi, başka bir şehre tayin edilmesi, işi bırakması iş değişikliği yapması veya kiralanan şeyin kiralama maksadına hizmet edemez hale gelmesi gibi geçerli bir mazeretinin bulunması (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/247-248) ya da her iki tarafın da rıza ve onayı gereklidir. Şu kadar var ki, mazeret belirgin olmaz ya da tartışmaya götürebilecek bir nitelik arz ederse o takdirde akit, ancak mahkeme kararı ile feshedilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/62). Bu durumda, mahkeme kararından sonra söz konusu akdi fesheden taraf, mâli bakımdan yükümlü olmaz." Bir kimse kiraladığı taşınır veya taşınmaz bir malı sahibinin izni olmadan üçüncü bir şahsa kiralayabilir veya kullandırabilir mi?,"Taraflar, kira sözleşmesinde yer alan şartlara uymak zorundadırlar. Buna göre kiraya veren kişi; malını kiraya verirken hangi amaçla kullanılacağını belirlemiş ve üçüncü şahıslara kiraya vermemesini şart koşmuşsa kiracının bu şarta uyması gerekir. Ancak kira sözleşmesinde ev, dükkân, depo, nakil aracı gibi taşınır veya taşınmaz malın hangi amaçla kullanılacağı açık bir şekilde belirtilmemişse, kira akdi geçerli olur ve o beldenin örfü esas alınır. Şâyet örf, kiracının bunu başka birisine kiraya vermesine ve dilediği gibi kullanmasına imkân tanıyorsa; kiracı, kiraladığı malı bir başkasına kiraya verebileceği gibi herhangi bir ek ücret ödemeden dilediği gibi kullanmasına da izin verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/51-52). Günümüzde malın sadece kiracı tarafından kullanılması şeklinde bir örf oluşmuştur. Kiralanan malın başkasına devri için mal sahibinden izin alınması gerekir." Kira akdinde süre veya ücret belirlenmemişse taraflar neye göre hareket ederler?,"Kira sözleşmelerinde süre ve ücretin anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde net olarak belirlenmesi gerekir. Tarafların kira süresi ve ücretini belirlememesi hâlinde konuyla ilgili yasal mevzuat ve/veya örf dikkate alınır. Söz konusu süre ve ücretin herhangi bir şekilde tespit edilemediği durumlarda ise kira konusu maldan faydalanılan süre kadar emsal kira ücreti terettüp eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/57; Mecelle, md. 462)." Kiralanan bir mal karşılığında depozito vermek caiz midir?,"Hanefîler'e göre; herhangi bir kusuru olmadığı ve mal sahibinin ileri sürdüğü şartlara aykırı davranmadığı müddetçe, kiracının kiraladığı malda meydana gelecek zararı tazmin etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple mal sahibinin kiracıdan rehin manasına gelebilecek bir şeyi depozit adı altında rehin olarak alması caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/53-54; Mecelle, md. 710). Mâlikîlere göre ise kira sözleşmesinde rehin almak caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 2/273). Günümüzde menkul veya gayrimenkul malların kiralanmasının büyük bir sektör hâline gelmesi, konunun suistimale açık olması ve güven duygusunun zedelenmesi gibi sebeplerden dolayı Mâlikî mezhebinin görüşü istikametinde mal sahibinin depozit alması caiz görülmüştür." "Bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayıp da, süresi dolmadan evden çıkan kişi, oturmadığı günlerin kirasını geri alabilir mi?","Kira akdi, her iki taraf için de bağlayıcıdır. Kira süresi dolmadan taraflardan birisinin akdi tek taraflı olarak feshetmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayan, ancak süresi dolmadan çıkan kişi, evi teslim aldıktan sonra bir süre oturmayıp boş bırakması durumunda kiranın tamamını ödemek zorunda olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 3/231) erken çıkması durumunda da geriye kalan günlerin ödenmiş kirasını geri alamaz. Şâyet kira bedeli peşin ödenmemişse, kiracı anlaşılan süre içeresinde oturmadığı günlerin kirasını da ödemek zorundadır. Ancak mal sahibi burayı bir müddet sonra başkasına kiraya verirse sadece boş kaldığı sürenin ücretini önceki kiracıdan alabilir. Geri kalan kısmın kira bedeli önceki kiracı tarafından peşin ödendiyse kendisine iade edilir." "Kiralanan bir tarladan, kuraklık, dolu, sel vb. nedenlerle ürün alınamadığı durumlarda, tarla sahibine yine de kira ödenmesi gerekir mi?","Kiralanan bir araziden kuraklık, dolu, sel baskını, çekirge istilası gibi bir afet sebebiyle ürün alınamazsa Şâfiî mezhebine göre kira feshedilemeyeceği gibi ücretten indirim de yapılmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/484). Hanefî mezhebinde ise suyun kesilmesi nedeniyle sulanan araziden veya değirmenden faydalanılamaması örneklerinde olduğu gibi kiralanan maldan ürün alınmasına engel tabiî bir afet olması durumunda kiracı ücret ödemez. Çünkü yararlanma imkânı olmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/247). Arazi ekildikten sonra ekini çekirge yerse veya başka bir afet arız olursa; afet anına kadarki sürenin kirası ödenir. Afet anından sonra ise eğer araziyi tekrar ekerek başka bir ürün alma imkânı bulunursa kalan sürenin kirası da ödenir. Tekrar ekilip ürün alma imkânı bulunmazsa kalan sürenin kirası ödenmez (İbn Âbidîn, el-Ukûdü’d-dürriyye, 2/120)." Dinen haram olan işlemler için bir gayrimenkulün kiraya verilmesi caiz midir?,"Bir Müslüman, haram olan iş, mal veya hizmet üretimini kendisi yapamayacağı gibi bunları yapacak kişiye de gayrimenkulünü kiraya veremez. (bk. Şeybanî, el-Asl, 3/465; Serahsi, el-Mebsut, 16/38-39; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik,8/230; İbn Kudame, el-Muğnî, 5/407). Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 5/2). “Kim iyi bir işe aracılık yaparsa, onun da o işten nasibi/sevabı vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yaparsa onun da o günahtan bir nasibi/sorumluluğu vardır.” (en-Nisâ, 4/85). Ayrıca hadislerde de haram olan bir şeyin kullanımı, üretimi ve bu konuda başkasına yardımcı/destek olunması kesin olarak yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) faizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana ve şahitlik edene lanet etmiş, ‘Onlar (bu günahta) eşittirler.’ buyurmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Resûlullah (s.a.s.) aynı şekilde içki konusunda da sekiz kişiye Allah tarafından lanet edildiğini belirtmiş; bunlardan birinin de taşıyıcısı olduğunu ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; bk. İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380-3381]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/316 [2899]; 2/25 [4787]). Sonuç olarak, bir Müslümanın ücret mukabilinde haram iş yapması veya yaptırması caiz olmadığı gibi içinde haram iş yapacağı kesin olarak bilinen kişi ya da kurumlara gayrimenkulünü kiraya vermesi de zaruret olmadıkça caiz değildir." Altının karz/borç verilmesi caiz midir?,"Altın, mislî mallardandır. Dolayısıyla altının, cumhuriyet altını gibi tane ile alınıp satılanlarının sayı ile; 22 ayar bilezik gibi tartı ile alınıp satılanlarının ise tartı ile borç (karz) verilmesi caizdir. Fakat geri ödenirken ne eksik ne fazla, alınanın tam olarak mislî verilmelidir. Bunun yanında tarafların kabul etmesi hâlinde, alınan altın borcu, para olarak da ödenebilir (bkz. Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215)." Paranın değerinde artma veya azalma olması halinde karz (ödünç) veya alışveriş sonucu oluşan borçlar nasıl ödenir?,"Fakihlerin çoğunluğu, altına veya gümüşe endeksli olmayan kağıt, madeni vb. itibari para borçlarının misliyle ödenmesi gerektiğini belirtmiş ve bu paraların değerindeki artma veya azalmayı dikkate almamıştır (Serahsî, el-Mebsût, 14/30; Sahnûn, el-Müdevvene, 3/52, 4/152-153; Suyûtî, el-Hâvî, 1/116, 117; İbn Kudâme, el-Mugnî, 4/244). Ancak Hanefî fakihlerinden İmam Ebû Yûsuf’a, Mâlikî âlimlerinden Rahûnî’ye ve Hanbelî mezhebinde aktarılan bir görüşe göre ise itibari paraların değerinde artma veya azalma meydana gelmesi durumunda, borcun sabit olduğu tarihteki kıymet esas alınarak ödeme yapılır (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534; Rahûnî, Hâşiye, 5/121; Merdâvî, el-İnsâf, 5/127). Ebû Yûsuf’un bu içtihadı, Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş haline gelmiştir (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534). Borca konu olan itibari paralarda bir değer kaybı meydana gelmesi durumunda borcun sabit olduğu tarihteki değerin esas alınması hakkaniyete daha uygundur. Söz konusu değerin belirlenmesinde öncelikle tarafların karşılıklı rıza ile anlaşmaları tavsiye edilir. Bunun yanında yetkili kurumlarca açıklanan enflasyon oranları da dikkate alınabilir." Yardımlaşma sandığından borç olarak alınan para geri ödenirken bir fazlalık ödenmesi caiz midir?,"Kişilerin, ihtiyaçlarını karşılamak için faizsiz olarak kısa vadeli borç (karz) alıp bunu düzenli vadelerde ödemek üzere “yardımlaşma sandığı” kurmaları caizdir. Bu sandığa üye olanların, ihtiyaç hâlinde biriken primlerinin birkaç katına kadar borç (karz) almaları ve bunu belirlenen vade içerisinde geri ödemelerinde sakınca yoktur. Ancak ödemede bulunurken, alınan borç (karz) karşılığında önceden ileri sürülen her türlü fazlalık veya getiri sağlayan menfaat, faiz olacağı için caiz olmaz (Kâsânî, Bedâʾi, 7/395)." Vadeli satış veya borçlanma (istikraz) akdinde borçlanılan para birimi yerine başka bir para biriminin ödenmesi caiz midir?,"Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin -mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın- ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215). Buna göre mesela, vadeli bir satış veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması hâlinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir." Bir borcun EFT ve havale gibi yollarla gönderilmesi karşılığında ücret ödenmesi caiz midir?,"Bir borç EFT veya havâle gibi para transfer yollarıyla ödenir ve bu işlemden dolayı masraf oluşursa verilen hizmetin karşılığı olarak makul bir ücretin alınması caizdir. Zira havâle işlemi esnasında verilen hizmet, vekâlet akdi kapsamında değerlendirilebileceği gibi hizmet alım akdi olarak da değerlendirilebilir. Her iki akitte de ücret almak caiz görülmüştür (bkz. İbn Cüzey, el-Kavânîn, 216; Bilmen, Kamus, 6/328)." Kadınların kendi aralarında yaptıkları “gün” adı verilen toplantılarda topladıkları paraları dönüşümlü olarak almaları caiz midir?,"Borç verme İslâm’da teşvik edilen bir husustur. İnsanların muhtaç olan kişilere borç vermeleri sadaka sevabı olan bir davranıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 5/161, 166). Borç vermede önemli olan, borç karşılığında herhangi bir fazlalığın şart koşulmaması, borç verenin ya da alanın zarara uğratılmamasıdır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/394-396). Kadınlar arasında tertip edilen toplantılarda her bir katılımcının toplanan meblağı dönüşümlü olarak her ay içlerinden birine vermeleri şeklindeki uygulamada bir sakınca yoktur. Çünkü bu, sonuçta bir borç verme işlemidir." Standart nitelikli olmayan (kıyemî) mallar borç olarak alınıp verilebilir mi?,"Mislî mal, “aynı türden olup biri diğerine göre farklılık arz etmeyen malları”, kıyemî mal ise “biri diğerine göre farklılık arz eden değişik özellikteki malları” ifade eder. Mislî (standart, nitelikli) mallar, tüketildikten sonra misliyle iade edilmesi mümkün olduğundan, borç (karz) olarak alınıp verilebilir. Kıyemi malların borç verilmesi ise kıymetlerinin takdiri kişilere göre farklılık arz edeceğinden ve nizaa sebep olacağından Hanefî, Mâlikî ve Şâfiîler tarafından ilke olarak caiz görülmemiştir. Ancak yine Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler, kıyemi olmakla birlikte özellikleri birbirine yakın olan hayvan vb. kıyemî malların, özelliklerinin belirtilmesi şartıyla selem ve karz gibi borç akitlerine konu olmasını kabul etmektedirler. (Serahsî, el-Mebsût, 12/163; Kâsânî, Bedâi', 7/395; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/238; Mevvâk, et-Tâc ve’l-İklîl, 6/528; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc; 3/17-18, 33; Desûkî, Hâşiye, 3/222). Buna göre örfen ihtiyaç oluşması, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde cins, renk, yaş ve cinsiyet gibi özelliklerinin belirlenmesi kaydıyla, mislî mal gibi değerlendirilebilen mallar borç olarak verilebilir. Ancak yukarıdaki şekilde özellikleri belirlenemeyen kıyemî malları borç olarak vermek caiz olmaz." Borç ilişkilerinde takas (mahsuplaşma) caiz midir?,"Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (bkz. Kâsânî, Bedâi', 6/19; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/840; 4/250; 5/266). Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur." Borç İlişkilerinde Takas (Mahsuplaşma) Caiz Midir?,"Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (Bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi, VI, 1 9; İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, III, 840; IV, 250; V, 266) . Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur." Ödünç alınan malın iade masrafları kime aittir?,"Ödünç alınan malın iade masrafları ödünç alan kişiye aittir. Ödünç alınan malın ne şekilde geri verileceği hususunda, yaygın olan örfün hükümleri geçerlidir. Bu kurallara uyulmazsa malda meydana gelecek zararın tazmini gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/220-221; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/58). Zira örfün belirlediği hüküm, baştan şart koşulmuş gibi geçerlidir (Mecelle, md. 43-45)." Yanında emanet mal bulunan kişi o maldan yararlanabilir mi?,"Emanet olarak bırakılan maldan emanetçinin yanında iken doğacak menfaat mal sahibine aittir. Mesela, emanet bırakılan hayvandan elde edilen süt, yün vb. şeyler mal sahibine ait olur. Emanet alan bunlardan yararlanamaz (Mecelle, md. 798). Bu nedenle emanet alan kişi, kendi kusuru ile emanet mala zarar verdiğinde bunu tazminle yükümlü olduğu gibi bu maldan elde edilen menfaate zarar verdiğinde de zararı tazmin etmekle yükümlü olur." Kendisine bir şey emanet edilen kişi emanet malı koruması karşılığında ücret talep edebilir mi?,"Kendisine bir şey emanet edilen kişi, emanet malı koruması karşılığında ücret alamaz. Şâyet malı koruma işini ücretle yaparsa, bu akit emanet akdi olmaktan çıkar, hizmet akdine dönüşür. Bu durumda da emanet malın sahibine iade masraflarını, emanet edilen kişinin karşılaması gerekir. Mala gelebilecek zararlardan o sorumludur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/215)." "Emanet bırakılan bir şey, sahibinin izni olmadan başka birisine emanet edilebilir mi?","Emanetin, bizzat kendisine emanet edilen kişi veya onun aile fertlerinden biri tarafından korunması gerekir. Dolayısıyla sahibinin izni olmadan korunması için başkalarına emanet olarak bırakılması caiz değildir. Şâyet emanet edilen kişi, emaneti bir başkasına bırakır ve bu emanette de zarar meydana gelirse zararın tazmin edilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/213). Bu durumda emanet veren, zararını dilerse emanet verdiği ilk şahsa dilerse de emaneti kabul eden ikinci şahsa tazmin ettirir. İlk şahsa tazmin ettirirse bu şahıs ikinciden tazmin talebinde bulunamaz. İkinci şahsa tazmin ettirirse bu ikinci kişi birinciden tazmin talebinde bulunabilir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/27). Ancak zarar, ikinci şahsın kasıt ve kusuru sebebiyle meydana gelmiş ve mal sahibi bu zararı ilk şahsa tazmin ettirmiş ise bu kişi ikinci şahıstan tazmin talebinde bulunabilir. (Mecelle, md. 790)." Alışveriş karşılığında firmalar tarafından verilen hediye puanı kullanmak caiz midir?,"Firmalar, kendilerinden alışveriş yapan müşterilerine hediye puan vermektedirler. Helal ürünlerde yapılan harcamalar sonucu biriken hediye puanları kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak her ne kadar helal ürün alışverişi neticesinde hediye puan kazanılsa da, kazancının çoğu haram olan kurumların verdiği hediye puanları kullanmak caiz değildir. (Bkz. Mevsıli, İhtiyar, IV, 176)" "Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi, bu malı daha yüksek bir fiyata satabilir mi?","Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı müvekkilinin hayrına olacak şekilde daha yüksek bir fiyata satıp bedeli de bütünü ile müvekkiline teslim ederse yaptığı bu işlem caiz olur (Kâsânî, Bedâʾi, 6/27). Fakat müvekkilin belirttiği fiyatın üstündeki miktarı kendisi alamaz. Ancak müvekkil “Şu kadara sat; üzerinde satarsan fazlası senindir.” derse bu fazlalığı alması caiz olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/108)." Kişinin bir borca kefil olması karşılığında ücret alması caiz midir?,"Kefâlet, bağış (teberru) niteliğindedir. Dolayısıyla kefilin, kefâlet akdine karşılık ücret almayı şart koşması caiz değildir. Zira ücret almak teberru kavramına aykırıdır. Gerektiğinde asıl borçlunun borcunu ödeyeceği için kefil aynı zamanda borç veren konumundadır. Kefâlete karşılık ücret alması hâlinde faizli işlemde bulunmuş olur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77). Ancak günümüzdeki bazı ilim adamları ücretsiz kefil bulunmaması hâlinde, ihtiyaç sebebiyle maslahata binaen borçlunun teminat mektubunda olduğu gibi ücret karşılığı kefâlet akdi yapmasının caiz olacağı kanaatindedirler (bkz. Apaydın, “Kefâlet”, DİA, 25/177)." Kişinin borcunu ikinci bir şahsa devretmesi caiz midir?,"Kişinin ödemekle yükümlü olduğu bir borcu, ikinci bir şahsa devretmesi caizdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden birinize bir borç havâle edilirse bunu kabul etsin.” (Buhârî, Havâlât, 1 [2287]; Müslim, Müsâkât, 33 [1564]) buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bazı hadislerinde de insanların sıkıntılarını gidermeyi teşvik etmiştir (Buhârî, Mezâlim, 3 [2442]; Müslim, Bir, 58 [2580]). Borcun ikinci bir şahsa devredilmesi hâlinde borçlu, alacaklıya karşı sorumluluktan kurtulur. Alacaklı, alacağını havâle edilen kişiden ister. Ancak borç kendisine havâle edilen kişi iflas eder ve bu durum mahkeme kararıyla tespit edilirse yahut kişi borcun kendisine havâle edildiğini inkâr eder, alacaklı da bunu ispat edemezse veya söz konusu kişi iflas ettikten sonra ölürse bu gibi durumlarda havâle edilen kişi, borcu ödeme yükümlülüğünden kurtulur ve borç kendisinden değil asıl borçludan talep edilir (Kâsânî, Bedâʾi, 6/18; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/4). Bununla birlikte bir borcun başkasına havâle edilmesi karşılığında ücret almak caiz değildir. Zira yardımlaşma amacı taşıyan akitler karşılığında, ücret almak caiz görülmemiştir (Serahsî, el-Mebsût, 15/116; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77)." "Ortaklardan birinin şirket malından (hibe ve sadaka gibi) teberruda bulunması, ödünç veya zekât vermesi caiz midir?","Ortaklar ticari faaliyetlerde birbirlerinin vekilidirler. Bu vekâlet, ticari faaliyet dışındaki alanları kapsamadığı için her birinin diğeri adına bağış (teberru) yetkisi yoktur. Dolayısıyla diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından bağış yapmaları, sadaka, ödünç (karz) ve diğer ortakların zekâtını vermeleri caiz değildir. Zira ortaklıktan maksat, ticari faaliyette bulunarak şirkete gelir sağlamaktır. Söz konusu tasarruflar ise ticari ortaklıkta aranan bu amacı gerçekleştirmez (Merğinânî, el-Hidâye, 3/14; Kâsânî, Bedâʾi, 6/71-72)." Bireysel emeklilik sistemi caiz midir?,"Bireysel emeklilik sistemi; aylık ödemelerle belli bir zamana kadar bir kurum veya kuruluşa yatırılan paranın, daha sonra meydana gelen artışla birlikte, toplu veya aylık maaş olarak geri alınması şeklinde oluşturulmuş bir uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminde dinî açıdan dikkat edilmesi gereken husus birikimlerin nerede ve nasıl değerlendirildiğidir. Zira bu sistemden elde edilecek kazancın helal olması gerekir. Kazancın helal olması, bunun kaynağının ve yönteminin dinen meşru olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu fonda toplanan birikimler değerlendirilirken İslâm’ın haram saydığı alan ve işlemlerden uzak durulması gerekir. Çalışanların, birikimlerinin kendi inanç ve değerlerine göre işletilmesini beklemeleri doğal haklarıdır. Bu bağlamda dini duyarlılığa sahip çalışanlar, birikimlerinin meşru alanda değerlendirilmesini talep etmelidirler. İsteğe bağlı olsun veya olmasın bireysel emeklilik sistemine dâhil olanlara devletin yapmış olduğu katkı alınabilir. Şu hâlde bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, birikimlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz aksi hâlde caiz değildir." "Çek, senet vb. kıymetli evrakın bedelinde indirim yapma karşılığında, gününden önce üçüncü şahıslara kırdırarak tahsili caiz midir?","Alacaklının, elindeki çek veya senedi, karşılığını erken tahsil etmek amacıyla vadesinden önce üçüncü şahıslara daha düşük bir bedelle satıp elden çıkarması (çek ve senet kırdırmak) caiz değildir. Zira bu işlemde, aynı cins kaydî paranın daha düşük nakdi parayla mübadelesi söz konusudur. Bu muamele “ribe’l-fadl” (fazlalık faizi) olarak değerlendirilmektedir (Merğinânî, el-Hidâye, 3I/61)." Kapora caiz midir? Alışverişten vazgeçilmesi halinde kaporanın geri verilmesi gerekir mi?,"Kapora; satım veya kiralama akdinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması hâlinde toplam fiyattan düşülmesi; cayması durumunda ise mal sahibinde kalması şartıyla yapılan ön ödemedir. Müşterinin sözleşmeden cayması hâlinde kaporanın kendisine iade edilmesi şartıyla yapılan akdin cevazında bir ihtilaf yoktur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 171). Alıcının akitten cayması durumunda verdiği kaporanın yanması, yani satıcının mülkiyetine geçmesi şartıyla yapılan akdi fakihlerin çoğu caiz görmemişlerdir. Hanefîler böyle bir akdi fasit, Şâfiîler ve Mâlikîler ise batıl saymışlardır. Çünkü onlara göre bu tür bir akit fasit bir şart ve belirsizlik içermekte ayrıca haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu sebeple akdin sona ermesi hâlinde satıcı kaporayı müşteriye iade etmelidir (Senhûrî, Mesâdıru’l-hak, 2/93-94). Öte yandan bu görüşü savunan İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kaporalı satışı yasakladığına dair bir rivâyetini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 69 [3502]; İbn Mâce, Ticârât, 22 [2193]) zikrederler (Suğdî, en-Nütef, 1/472-473; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 3/63; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/31; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Buna karşılık Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Eslem, Mücahid ve Hasen-i Basrî gibi sahâbe ve tabiîn âlimleriyle Hanbelîlerin çoğunluğu kaporalı alışverişi caiz görmüşlerdir. Bu görüş sahipleri kaporalı alışverişi yasaklayan rivâyetin zayıf olduğunu ve akitlerde mubahlığın asıl olup imkân ölçüsünde şartlara riâyetin gerektiğini, Hz. Ömer zamanında Mekke valisi Nafi’ b. Abdulhâris'in, halife adına kaporalı bir işlem yapmış olduğunu (Buhârî, Husûmât, 8 [Bab Başlığı]) delil getirmişlerdir. Bazı Hanbelîler, kaporalı akitlerin kesinleşeceği belli sürenin belirlenmesini şart koşmuşlardır; bu süre içinde müşterinin cayması hâlinde kapora satıcının mülkiyetine girer, demişlerdir (Mustafa Suyutî, Metâlib, 3/77-78). İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Fıkıh Akademisi (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî) de bedellerden birinin veya ikisinin birden peşin olarak tesliminin gerektiği selem ve sarf gibi işlemler dışındaki kaporalı işlemler konusunda aynı görüşü benimsemiştir (Mecelletü Mecma‘i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 8/1 [1993], 540; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Müslümanların nasslara muhalif olmayan örf ve uygulamaları genel olarak caiz görülmüştür. Günümüzde kaporalı alışverişler özellikle bazı sektörlerde ticarî hayatın gereği ve esnafın örfü hâline gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) helali haram, haramı da helal kılmadığı müddetçe Müslümanların şartlarına bağlı kalmalarını öğütlemiştir (Tirmizî, Ahkâm, 17 [1352]; İbn Mâce, Ahkâm, 23 [2353]). Hanefî mezhebi de naslara muhalif olmamak kaydıyla toplumun örf ve uygulamalarında geçerliliği olan şartlara bağlanarak yapılan satım akitlerini geçerli saymıştır (Mecelle, md. 188). Akdin belirlenen sürede kesinleşmemesi hâlinde kaporanın satıcıda kalabileceği yönündeki görüşün bu ilkelere aykırı olmadığı görünmekte, aksine kaporanın müşteriye iadesini şart koşmak kapora uygulamasını anlamsız hâle getirmektedir. Bu sebeple akdin kesinleştirileceği sürenin baştan tespit edilmesi, tarafların her ikisinin de kapora uygulamasına rıza göstermesi ve işlemin selem ve sarf gibi bedellerden en az birinin peşin olması gereken bir akit olmaması şartlarıyla yapılacak kaporalı alışveriş akdi caiz olur." "İnternetten program, yazılım, kitap, müzik vb. indirmek ve bunları kullanmak helal midir?","Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük değer verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyurulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesi gerektiğini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Teknolojinin geliştiği, insan emeğinin çok değişik şekil ve ortamlarda tezahür ettiği günümüzde aynı ölçüde hak ve emek ihlalleri söz konusu olmaktadır. Bu hak ihlalleri dijital dünyada da yaşanmaktadır. Bu tür haksız davranışlar sadece bireylerin hakkını gasp etmiş olmamakta, aynı zamanda, o alanlarda emek harcayan insanların yeni ürünler üretme konusundaki şevkini kırmakta, bu da geniş anlamda kamu hakkı ihlaline dönüşmektedir. Bu sebeple birer emek mahsulü olarak internet ortamına geçirilmiş olan her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan elde edip kullanmak caiz değildir." "Başkasına ait bir markayı izinsiz kullanmak, bunun ticaretini yapmak, para kazanmak dinen caiz olur mu?","Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük önem verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde, “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Bu itibarla emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından İslâm ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir." Leasing (Finansal kiralama) sistemi ile alışveriş caiz midir?,"Leasing (finansal kiralama); makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri menkul veya gayrimenkul malların; bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında satışını esas alan orta vadeli bir finansman yöntemidir. Esasında burada yapılan işlem; malın taksitle satılıp, mülkiyetinin taksitin bitimine kadar ertelenmesi ve daha sonra devredilmesinden ibarettir. Nitekim bazı muasır âlimlere göre de bu uygulama, satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akittir. Buna göre günümüz ticaret örfünde önemli bir yeri olan ve taraflar arasında aldatma ve anlaşmazlığa neden olmayan leasing işlemi fıkhen yapılabilir." Sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caiz midir?,"Sosyal medya platformları, bilgi ve belge paylaşımı yapma, toplantı, sohbet ve yazışma üzerinden iletişim kurma imkânı sağlamanın yanı sıra günümüzde bir kazanç unsuru haline de gelmiş bulunmaktadır. Bir kazancın helal olabilmesi, kazanç unsuru olan mal veya hizmetlerin dinen meşru olmasına bağlıdır. Buna göre: a) Bu platformlardaki yazı, belge, fotoğraf, müzik, video, reklam vb. yayınlar, dinen meşru olmayan unsurlar içermemelidir. Bu kapsamda İslâm inanç esaslarını ve değerlerini inkâr eden veya alaya alan, Allah’a ortak koşma, batıl dinleri övme ve onaylama, bu dinlere ait sembolleri şirin gösterme gibi tevhit inancına aykırı olan, İslâm'ın haram kıldığı faiz, içki, domuz ürünleri, kumar, yalan, zina, müstehcenlik ve cinsel sapkınlık gibi unsurlara teşvik eden her türlü içeriğin yüklenmesi, paylaşılması, tıklanması, beğenilmesi, takip edilmesi ve reklamının yapılması meşru olmadığından bu tür yöntemler üzerinden kazanç elde etmek caiz değildir. b) Bu platformlara yüklenen içerikler dinen meşru olsa bile bunların izlenmesi veya tıklanması esnasında çıkan reklamların da dinen meşru olması için gerekli tedbirler alınmalıdır. c) Abone ve izlenme sayılarını yüksek göstermek için sahte hesaplar açmak veya satın almak, insanların aldatılmasına sebep olacağından, bu tür usuller kullanılarak kazanç elde edilmesi caiz değildir. d) Sosyal medya platformlarında çekilişe katılmak amacıyla bağışta bulunulması ve bu yolla toplanan paradan bağışçıların bir kısmına hediye verilmesi, kumar niteliğinde olup caiz değildir. e) Sosyal medya platformlarında içerik üretenlerin; suç unsuru barındıran, kul ve kamu haklarını ihlal eden, özel halleri ve mahrem bilgileri ortaya koyan yayınlar üzerinden kazanç elde etmesi caiz değildir. Yukarıda zikredilen hususlara dikkat edilerek sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caizdir." Elektronik ürün senedi (ELÜS) alıp-satmak caiz midir?,"Elektronik Ürün Senedi (ELÜS); lisanslı depolara teslim edilen saklanabilir tarım ürünleri karşılığında düzenlenen ve ürünün cins, sınıf ve kalitesi gibi detaylarını gösteren mülkiyet belgeleridir. İlgili kurum nezdinde elektronik olarak kaydı tutulan ELÜS, ticaret borsalarında alım-satıma konu olabilmektedir. Buna göre ELÜS; dinen meşru, fiziken mevcut ve aynı vasıfta teslim edilebilir bir ürünü temsil etmesi hâlinde bu senetlerin alım satımını yapmak caizdir. Ancak bu senetlerin organize teverruk işlemlerine konu edilmesi caiz değildir. Ayrıca iki ürünü temsil eden senetlerin birbiriyle mübadele edilmesi durumunda; aynı cins mallarda peşinlik ve eşitlik, farklı cins mallarda peşinlik şartına riâyet edilmelidir. İşlemin vadeli olması hâlinde ise bedellerden en az birinin peşin olması gerekir. ELÜS’ün, faizli işlemler dışında rehin vb. şekillerde teminat gösterilmesinde ve temsil ettiği ürünün sigortalanmasında da fıkhen bir sakınca bulunmamaktadır." Banka Promosyonu caiz midir?,"Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir. Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur." Kıdem tazminatını almak caiz midir?,"İslâm hukukuna göre işçi ve işveren arasında sözleşme serbestisi ilkesi vardır. Dolayısıyla Taraflar, hakkaniyet ve adalet başta olmak üzere dinî değerlere ve yasal mevzuata aykırı olmamak kaydıyla serbestçe bir iş sözleşmesi yapabilirler. İşçi ve işveren arasında kendi özgür iradeleriyle yapılan sözleşmeye devlet, bazı yararları hesaba katarak ilave maddeler veya çerçeve hükümler koyabilir. Sözleşmede açık bir hüküm bulunmayan hususlarda ilgili hukukî mevzuat ve genel örf esas alınır. Buna göre günümüzdeki iş sözleşmelerinde, işçinin bir kusuru olmadan işten çıkarılması durumunda ya da emeklilik hâlinde işveren tarafından yasal bir zorunluluk olarak “kıdem tazminatı” adıyla bir ödemenin yapılacağı açıkça yazılmakta veya herkesçe bilinmektedir. Şu hâlde ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışları nedeniyle değil de haksız yere işten çıkarılan işçinin, hakkaniyet sınırları içinde kıdem tazminatı alması hem sözleşmenin, hem kanunun hem de hâkim örfün onayına medâr olduğu için caizdir. Emekli olan işçinin bu adla alacağı tazminat ise yukarıdaki üç gerekçeye ek olarak aynı zamanda uzun süre çalıştığı için kendisine ödenen bir yıpranma payı olarak da değerlendirilebilir." Banka kredisi almaya aracılık eden kişinin komisyon alması helal olur mu?,"Kişi veya firmanın bankadan alacağı faizli krediye aracılık edilmesi karşılığında komisyon adı altında ücret alınması helal olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), faiz alan ve verenin yanı sıra yazmak, şahit olmak ve vekil olmak suretiyle faiz işlemine yardımcı olan herkesi sorumlu tutmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Eğer kredi faizsizse ve aracı olan kişi, bu işlemleri takip edip sonuçlandırmak için ücretle tutulmuşsa verdiği emeğin ve yaptığı hizmetin karşılığı olarak vekâlet/rehberlik ücreti alabilir." Faizli kredi almak isteyen kişiye kefil olmak veya aracılık yapmak caiz midir?,"İslam, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yoldan temin etmelerini emreder ve her türlü faizi kesin olarak haram kılar (al-i İmran, 3/130; Nisa, 4/161). Şahıslar veya kurumlarla yapılacak faizli kredi işlemleri de bu kapsamdadır. Bu itibarla haram olan bir işlemi yapmak caiz olmadığı gibi ona aracılık yapmak ve destek olmak da caiz değildir (Mevsili, el-İhtiyar, II, 406). Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.); faizi yiyene, yedirene, yazana ve buna şahitlik edenlere lanet etmiş ve hepsinin (günahta) eşit olduğunu bildirmiştir (Müslim, Müsakat, 106). Dolayısıyla faizli kredi alacak bir kişinin borcuna kefil olmak veya aracılık yapmak caiz değildir." Mahkemenin hükme bağladığı kan bedelini almak câiz midir?,"Tedbirsizlik ve dikkatsizlik gibi bir hata sonucu herhangi bir kişinin ölümüne sebep olan kişi, ölenin yakınlarının talep etmesi hâlinde, diyet (kan parası/tazminat) ödemekle yükümlü olur (Ebû Dâvûd, Diyât, 16-24 [4541-4588]; Tirmizî, Diyât, 1-4 [1386-1392]); Ayrıca bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 10/298-299). Dolayısıyla böyle bir olaydan dolayı mahkemenin takdir ettiği tazminatın tam diyet miktarını (yaklaşık 4250 gr altın karşılığı aşmayacak kadar kısmını), ölenin yakınlarının alması câiz ve alınan para helâldir." Mahkemenin hükmettiği tazminatı almak caiz midir?,"İslâm’ın kesin kurallarıyla çelişmeyen ve yürürlükteki hukukî mevzuata bağlı olarak yapılan iş akdinde, taraflardan birinin haksız uygulaması üzerine açılan davada mahkemenin, kendisine sunulan gerçek delil ve doğru beyanlara dayanarak hükmettiği tazminatı almak dinen caizdir." Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir?,"Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir? Trafik kazaları neticesinde ölüm, sakatlanma, yaralanma veya maddi zarar meydana gelebilmektedir. İslam’da, bunlara sebep olan suçlular için düzenlenmiş müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret vb.) bulunmaktadır. Buna göre kazada mağdur olan kişi, suçlu olan taraftan trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında tazminat talebinde bulunabilir. Söz konusu tazminat, suçlunun sigortasından karşılanabileceği gibi mahkeme yoluyla da talep edilebilir. Dolayısıyla sigortanın ödeyeceği veya mahkemenin hükmettiği miktar diyet yerine geçer." Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?,"Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hataen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir. Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun akılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kasani, Bedai‘, VII, 355; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 53; İbn Rüşd, Bidaye, II, 410; İbn Kudame, Muğni, VIII, 97) Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer. Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisa, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir." Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır?,"Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır? İslam’da, din, can, akıl, nesil ve mal güvenliği korunması gereken beş temel esas (zarurat-ı hamse) olarak değerlendirilmiş, bir kimsenin malına gelen zararların giderilmesi, ana ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla trafik kazasında suçlu olan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında mağdur ettiği kişinin aracına verdiği maddi zararı ve araçta meydana gelen piyasa değerindeki azalmayı tazmin ile yükümlü olur. Sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat yerine geçer." Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan kârlar tazmine konu olur mu?,"Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan karlar tazmine konu olur mu? Telef edilen veya kısmen zarar gören bir mal misli (standart) ise misli ile, kıyemi ise kıymeti ile tazmin edilmesi temel ilkedir. Bununla birlikte fakihlerin bir kısmı, mala zarar gelme neticesinde mahrum kalınan karları mal olarak kabul etmediklerinden bunların tazmin edilemeyeceği kanaatindedirler. (Zeylai, Tebyin, V, 234; Ayni, Binaye, IX, 206) Bazı fakihler ise, mahrum kalınan ve elde edilmesi muhtemel karların da tazminde dikkate alınması gerektiğini ve buna hakimin karar verebileceğini söylemişlerdir. (Maverdi, el-Havi, VII, 152; Buhuti, Keşşafu’l-Kına‘, IV, 112; Zuhayli, Nazariyyetü’d-daman, s. 89-94) Buna göre mesela; trafik kazası neticesinde zarar gören bir ticari aracın tamirat süresince çalışamamasından ötürü meydana gelen kayıplar (mahrum kalınan karlar) mahkeme yoluyla talep edilebilir." Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi?,"Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi? İslam hukukunda bir şeyin itlaf edilmesi sonucu meydana gelen zararın faile isnat edilebilmesi ve bir tazmin sorumluluğu doğabilmesi için fiil ile zarar arasında illiyet bağının bulunması, yani zararın fiilin tabii sonucu olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bununla birlikte zararla fiil arasında esasen bir illiyet bağı mevcut olmakla beraber farklı bir faktörün devreye girmesi, failin tazmin sorumluluğunu düşürebilir. Söz konusu illiyet bağını kesen sebeplerin en başta geleni ise mücbir sebep denilen haldir. Fakihler fırtına, yangın, sel gibi mücbir sebeplerin bir zararı meydana getirdiği durumlardaki zarardan o fiilin failini bundan sorumlu tutmamışlardır. Mesela fırtına, yangın, sel, hastalık veya ani ölüm gibi nedenlerle hayvanın düşüp bir şeyi telef etmesi durumunda, binici tazmin ile sorumlu tutulmamıştır. (Şirbini, Muğni’l-muhtac, V, 542) Burada fiille zarar arasındaki illiyet bağını mücbir sebep ortadan kaldırmıştır. İlliyet bağını kesen bir diğer sebep ise zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurudur. Dolayısıyla zararın meydana gelmesine zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sebep olmuşsa failin yine tazmin borcu doğmaz. Bu husus, trafik ile ilgili mevzuatta şu şekilde zikredilmiştir. “İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.” (Karayolları Trafik Kanunu/KTK, md. 86) Buna göre; kurallara uygun bir şekilde trafikte seyreden bir sürücünün şiddetli yağmur, fırtına, sel, vb. nedenlerle iradesi/dahli dışında aracıyla bir şeyi telef etmesi veya zarar görenin yahut üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sonucu zarar meydana gelmesi durumunda tazmin ile sorumlu tutulmaz." Alkol ve diğer haram ürünlerin satıldığı bir iş yerinde çalışmak caiz midir?,"Dinimizde yasak olan şeyleri yapmak günah/haram olduğu gibi böyle şeylerin yapılmasına rıza göstermek ve yardımcı olmak da günah/haramdır. Hz. Peygamber, haram bir maddeyi kullanan ile birlikte onu imal eden, taşıyan, aracılığını ve sunumunu yapan kişilerin de aynı günaha girdiğini bildirmiştir (bkz. Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380]). Bu itibarla, bir kimsenin helâlinden kazanma konusunda alternatif imkânları bulunduğu sürece dinen yasaklanan şeylerin yapıldığı iş yerlerinde çalışması câiz olmaz. Ancak bütün çabalarına rağmen geçimini sağlayacak başka iş bulamadığı durumlarda zaruret sebebiyle bu tür iş yerlerinde çalışabilir. Zaruret durumunun ortadan kalkması yani yapılması helâl olan uygun bir iş veya iş yeri bulması hâlinde ise mevcut iş yerini terk etmesi gerekir." Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?,"Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi? Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen yaralama” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla yaralama) bağlamında değerlendirilir. Fıkıhta bu tür suçlar; “organların kesilmesi”, “organlardan sağlanan faydanın yok edilmesi”, “baş ve yüzde meydana gelen yaralar” ve “baş ve yüz dışında meydana gelen yaralar” olmak üzere dört kısımda değerlendirilmiştir. Bu yaralanmalara öngörülen diyet/tazminat miktarlarının bir kısmı hadislerde (bkz., Nesai, Kasame 45; Darimi, Sünen, I, 562) zikredilmiş olup diğerleri hakimin takdirine bırakılmıştır. (İbn Cüzey, el-Kavaninu’l-Fıkhiyye, s. 351; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 95; İbn abidin, Reddü’l-Muhtar, V, 415) İnsan vücudunda tekli (burun ve dil gibi), çiftli (iki el, iki ayak, iki göz gibi), dörtlü (göz kapakları ve kirpikler) ve onlu (el ve ayak parmakları) organlar bulunmaktadır. Tekli organların telef edilmesi veya fonksiyonunu tamamen kaybetmesi durumunda tam diyet, çiftli organlarda yarım, dörtlü organlarda dörtte bir, onlu organlarda ise onda bir diyet gerekir. Her bir diş için de diyetin yüzde beşi takdir edilmiştir. Miktarı naslarda belirlenmediği durumlarda hakimin takdir edeceği miktar (hükumetü’l-adl) gerekir. (İbn Kudame, Muğni, VIII, 35; Kasani, Bedai‘, VII, 311-324; Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, VI, 134; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 66; Desuki, Haşiye, IV, 278) Fıkıhta tam diyet, genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer." Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde bankanın yaptığı hizmet karşılığında iş yeri sahiplerinden komisyon alması faiz olur mu?,"Bir iş veya bir hizmet ya da mal karşılığında alınan bedel helaldir. Bankalar verdikleri kredi kartlarıyla bir hizmet sunmaktadırlar. Dolayısıyla kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, bankanın verdiği hizmet karşılığında anlaşma gereği iş yeri sahiplerinden komisyon adı altında almış olduğu ücret, faiz olarak değerlendirilemez." Ön ödemeli banka kartlarının kullanılması caiz midir?,"Ön ödemeli kartlar, bankacılık/finans sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar tarafından sunulan bir hizmettir. Bu hizmet gereğince müşteri, ön ödemeli kartına önceden yüklediği belli oranlardaki meblağı dilediği zaman harcamalarında kullanabilmekte, karta herhangi bir ön yükleme yapmadığı takdirde ise kart kullanılamamaktadır. Faizli işlem barındırmayan veya faizli işlemlere aracı kılınmayan ön ödemeli kartların kullanılmasında ise herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Ön ödemeli kartların belli bir mevzuat çerçevesinde çıkarılıp işleme konduğu ve her kuruluşun kendi koyduğu şartlar muvacehesinde bu hizmeti sunduğu anlaşılmaktadır. Mesela (x) kuruluşu para yüklemede herhangi bir bedel istemezken (y) kuruluşu bedel isteyebilmekte veya (x) kuruluşu ilgili kartı 5 TL’ye verirken (y) kuruluşu bu kartı 10 TL’ye verebilmektedir. Kartın ilk olarak müşteriye satımında, kullanımında ve yükleme yapıldığında kartı çıkaran kuruluş tarafından alınan bedeller, hizmet bedeli kapsamında değerlendirilmiş ücretlerdir." Kredi kartı ile altın satışı caiz midir?,"Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması hâlinde yapılan işlem faize (nesîe ribasına) dönüşür. Buna göre altının, vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Müslim, Müsâkât, 81 [1587]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 74-82 [2170-2187]). Altının kredi kartıyla satışı konusunda farklı görüşler ileri sürülebilir. Kart sahibi olan kurumun (bankanın), kredi kartı ile yapılan satışın bedelini, anında satıcının hesabına yatırması hâlinde, yapılan alışverişin sahih olacağı, dolayısıyla burada nesîe (veresiye) ribasının söz konusu olmayacağı söylenebilir. Altın bedelinin anında satıcının hesabına geçirilmeyip daha sonra ödenmesi durumunda yukarda belirtilen, sarf akdi şartına riâyet edilmediği ve altının para ile veresiye satışı söz konusu olduğu için caiz olmaz. Her halükarda altının peşin ödeme ile alım satımının yapılmasının daha doğru olduğu Müslüman olarak şüpheli şeylerden kaçınılması ve peşin para ile altın veya dövizin alınmasının daha isabetli ve ihtiyatlı olacağı kesindir." Kredi kartı ile yapılan taksitli alışverişlerde peşin fiyata göre bir miktar fazla ücret ödenmesi caiz midir?,"Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur. Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8). Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir." Hac ve umre ibadetlerini yerine getirirken mal ve hizmet satın alımlarını kredi kartı ile peşin yahut taksitli olarak yapmanın dini hükmü nedir?,"Hac ve umre organizasyonunda, konaklama, rehberlik, sağlık, iaşe vb. hizmetler, Diyanet İşleri Başkanlığı ve belirli şartlara sahip acenteler tarafından sunulmakta ve bunlar karşılığında bir bedel talep edilmektedir. Mal ve hizmet satın alımlarında bedel, nakden veya kredi kartı yoluyla peşin veya vadeli olarak ödenebilir. Ödemenin kredi kartıyla taksitli yapılması hâlinde müşterinin taksitlerini zamanında ödeyerek faizli işleme düşmemesi gerekir. Bunun yanında, mal veya hizmet satan tarafın, yapılan taksitlendirmeye uygun olarak alacağını zamanında ve tam olarak almak yerine, erken alma karşılığında bankadan eksik tahsil etmesi caiz değildir." Önceden mezarlık olan bir alana cami veya başka bina yapılabilir mi?,"Mezarlık olarak vakfedilen bir yerin, bu hizmette kullanılması mümkün olduğu sürece başka bir hizmete tahsisi uygun değildir. Uzun müddet cenaze defnedilmese bile, bu yerin kabristan olarak muhafaza edilmesi münasip olur. Zorunlu bir durum olmadıkça böyle bir kabristanı satmak, üzerine bina yapmak ya da benzer tasarruflarda bulunmak için ölü kemiklerini başka bir mezarlığa nakletmek doğru bir davranış değildir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 4/448-450). Ancak başka bir alternatifin olmadığı ya da kamu menfaatinin gerektirdiği durumlarda, mezarlık başka bir yere nakledilerek yeri, cami vb. amaçlar için kullanılabilir." Kişinin mallarını tümüyle vakfetmesi caiz midir?,"Kişi, sağlığında malları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mallarını yoksullara veya hayır kurumlarına bağışlayabilir. Vakfın sahih olması için vakfeden kişinin akıllı ve ergenlik çağına erişmiş olması ve vakfın ebedî olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Fedek ve Hayber arazilerindeki hisselerini Müslümanların yararına vakfetmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 1 [2739]; Ferâiz, 3 [6725]; Müslim, Cihâd, 52-54 [1759]). İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre; Hz. Ömer’in payına Hayber’den bir arazi isabet etmiş, Hz. Ömer de  (r.a.) Hz. Peygamber’e (s.a.s.), “Ya Resûlallah, Hayber’den elime öyle bir toprak parçası geçti ki şimdiye kadar bundan daha değerli bir mala sahip olmamıştım. Bana neyi tavsiye buyurursunuz?” demişti. Hz. Peygamber de  (s.a.s.); “İstersen aslını (kendine) bırakır, menfaatini tasadduk edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara intikal etmemek üzere; fakirler, akraba, köleler, misafirler ve yolcular için tasadduk etti. Onu idare edenin mülküne bir şey geçirmeksizin, normal ölçüler içinde yemesi ve yedirmesinin serbest olduğunu belirtti (Buhârî, Şurût, 19 [2737]; Vesâyâ, 22, 28-29 [2764, 2772-2773]; Müslim, Vasıyyet, 15 [1632]). Hz. Osman da Medine’deki Rûme kuyusunu satın alıp bütün Müslümanların yararına tahsis etmiştir (Tirmizî, Menâkıb, 19 [3699, 3703]; Nesâî, Cihâd, 44 [3182]). Ancak kişi malını vakfederken, mirasçıların mağdur olmamasına dikkat etmesi uygun olur." "Bir kimse hayatta iken mülkünü bir hayır kurumuna bağışlasa, ölümünden sonra çocukları bu bağışı iptal ettirebilirler mi?","Karşılık şart koşulmaksızın bir malın hayatta iken başkasına temlik edilmesine “hibe” denir. Hibe iki taraflı bir akit olup, tarafların irade beyanı ile kurulur; hibe edilen malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. Hibenin geçerli olması için bağışlama anında akit konusu malın mevcut olması, malum ve belirli bulunması, bağışlayana ait olması ve tarafların rızalarının bulunması şarttır (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 4/112; Merğinânî, el-Hidâye, 3/222). Usûlüne uygun olarak yapılan ve teslimi tamamlanan hibe akdinden dönmek kural olarak câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu kınamıştır (Buhârî, Hibe, 14 [2589]; Müslim, Hibât, 5-8 [1622]). Ancak Hanefîler hibeyi kabul eden kişinin rızası veya hâkim kararı ile hibeden dönülebileceğini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/227). Buna göre bir kimse hayatta iken yapmış olduğu hibeden geri dönme hakkına sahiptir. Ama onun ölümünden sonra çocuklarının bu hibeyi iptal etme hakları yoktur." Camideki eski halıları veya diğer kullanılmayan eşyayı satarak caminin ihtiyaçları için kullanmak caiz midir?,"Amacına hizmet etme imkânı kalmayan bir vakfın aynı amaca hizmet etmek üzere değiştirilmesi veya satılması câizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/376). Camilere ait olup da kullanılmayan halı, kilim vb. eşyanın çürümeye terk edilmesi uygun olmaz. Dolayısıyla antika değeri olmayanlarının, usûlüne uygun bir şekilde ihtiyacı olan başka bir cami veya mescide verilmesi; ihtiyacı olan başka bir cami veya mescidin bulunmaması hâlinde ise ilgili mevzuat çerçevesinde satılıp parasının demirbaş olacak şekilde caminin diğer ihtiyaçlarına harcanmasında dinen bir sakınca yoktur." Bir vakfa ait olup resmî tescili bulunmayan gayrimenkuller hakkında dinen ne yapılması gerekir?,"Bir malın vakıf olduğuna dair vakfiyenin bulunması veya resmî kayıt şart değildir. Güvenilir kişilerden müteşekkil şahitlerin şehâdeti ile de bir yerin vakıf olduğu dinen sabit olur. Ancak vakıf malının başkasının eline geçip zayi olmaması için ilgili mercilerce kayıt altına alınması ihmal edilmemelidir. Vakıf olduğu sabit olan bir yerin vakıf amacı dışında kullanılması, hibe edilmesi veya usûlüne uygun bir istibdâl işlemi (vakıf taşınmazın, aynı değerde veya daha değerli bir başka taşınmazla takası) dışında başkalarına satılması câiz değildir. Vakıf malını bedelsiz olarak zimmete geçirme konusunda vebal açısından şahıs veya kamu kuruluşu arasında dinen herhangi bir fark yoktur. Buna göre vakıf malını vakıf olmaktan çıkaran kişiler veya kurum ve kuruluş yetkilileri, bu konuda taksir ve ihmali olanlar veya buna göz yumanlar dinî yönden sorumludurlar. Kaldı ki, istibdâl şartlarına uymayan tasarruflar sonucunda herhangi bir vakıf malının vakıf olma özelliğini yitirmesi söz konusu değildir. Bu bağlamda camilere veya halkın hizmetine tahsisli olarak vakfedilen fakat zamanında resmî tescili yapılmadığından dolayı, sonradan çıkarılan yasalarla kamu/belediye mülkiyetine geçirilen taşınmazların vakıf niteliği sona ermez. Bu sebeple söz konusu taşınmazlar, vakfedildikleri cihete tekrar tahsis edilmelidir. Bunun için gerekli işlemleri yapmak hem kamunun hem de ilgili taşınmazın vakıf olduğunu bilen kimselerin görevidir. Girişimlere rağmen vakıf niteliği tekrar kazanılamaz ve o gayrimenkul, çeşitli yollarla özel ya da tüzel kişilerin mülkiyetine geçerse bu durumda o taşınmazı vakıf olmaktan çıkaran kişiler dinen sorumlu olurlar. Bu durumda vakıf malına, satın alma veya miras yoluyla sahip olan kişiler, imkânları nispetinde o malı aslî kimliğine kavuşturmaya çalışmalıdırlar." Zekât nedir?,"Zekât, dinen zenginlik ölçüsü kabul edilen miktarda (nisap) mala sahip olan kimselerin Allah rızası için muayyen kişilere vermesi gereken belli miktarı ifade eder. Zekâtın farz olması için; malların nisaba ulaşması yanında nâmî (hakikaten ya da hükmen üreyici/artıcı) olması, sahip olunduğu andan itibaren üzerinden bir yıl geçmesi, bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlardan fazla olması gerekir. Nisap, zekâtla yükümlü olmak için esas alınan zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçü, altında 20 miskal (80.18 gr.), devede 5, sığırda 30, koyun ve keçide 40 adettir. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntılı şekilde açıklanmış (et-Tevbe, 9/60), nisabı da hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, Zekât, 32, 38, 55 [1447, 1454, 1483]; Müslim, Zekât, 1-5, 7 [979, 981]). Buna göre temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişinin, yukarıda belirtilen diğer şartlar da yerine gelmişse bu mallarının zekâtını vermesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/4 vd.)." Zekâtın farz kılınmasındaki hikmetler nelerdir?,"Hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmış olan zekât, Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok âyette namaz ile birlikte zikredilmiş (el-Bakara, 2/43, 110; el-Hac, 22/78; en-Nûr, 24/56); Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunun İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Zekât, 1 [1395-1398]; Müslim, Îmân, 31 [19]). Zekât malî bir ibadet olup ferdi ve toplumsal manada birçok hikmet ve faydayı kendisinde barındırmaktadır. Öncelikle zekât, alan açısından çok önemlidir. Zira zekât vasıtasıyla muhtaç kişilerin temel ihtiyaçları karşılanır. Bu yönüyle zekât ibadeti toplumsal barışa ve dayanışmaya da büyük katkı sağlamaktadır. Zekât zengin ile fakir arasında gönül köprülerinin kurulmasına vesile olur. Sevgili Peygamberimizin, “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (Taberânî, Mu’cemu’l-evsât, 8/380 [8937]) hadis-i şerifi de bu noktaya işaret etmektedir. Zekât vesilesiyle insanlar birbiriyle kaynaşır aralarında sevgi ve saygıya dayalı bir huzur ortamı oluşur. Zekât vermek kişiyi kalben, ruhen ve manen arındırır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların mallarından zekât al ki onları temizleyesin ve arındırasın…” (et-Tevbe, 9/103); “…Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder ve onları destekler, bir de Allah için karz-ı hasende bulunursanız andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım…” (el-Mâide, 5/12). Bir başka âyet-i kerîmede ise “…Rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A’râf, 7/156) buyrulmaktadır. Zekât veren kimse Allah’ın kendisine bahşettiği malından infakta bulunmak suretiyle kulluk şuuruna ve bilincine kavuşur. Başa kakmadan ve gönül incitmeden ifa edeceği bu ibadet sayesinde kişi içindeki mal sevgisini ve dünya hırsını dizginler. Böylelikle zekât, kişideki cimrilik hastalığını ortadan kaldırır. İnsanoğlu mala karşı gerçekten hırslıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10 [6436]; Müslim, Zekât, 116 [1048], 119 [1050]) buyurmuştur. Ancak kişi zekât vermek suretiyle malın, mülkün ve servetin gerçek sahibinin Allah olduğu inancını pratiğe dökmüş olur. Böylelikle ideal kulluk bilincine ulaşıp, hırstan, gururdan, bencillik ve kibirden uzaklaşmış olur. Zekât veren kimse diğer insanlara karşı şefkatli ve merhametli olur. Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 7/472 [11034]) şeklinde cevap vermiştir. Zekât, veren açısından bir borç, alan açısından da bir haktır. Kur'ân-ı Kerîm müminlerin mallarında hem isteyebilen hem de istemekten utanan yoksul için belli bir hak olduğunu ifade etmektedir (bkz. ez-Zâriyât, 51/19; el-Meâric, 70/24-25). Çünkü insan servet elde ederken içerisinde yaşadığı toplumun imkânlarını kullanır. Zekât sayesinde, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde toplanmasına engel olunur. Bu sayede sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılmasına katkıda bulunulur. Ayrıca bu sayede, ekonomik sıkıntı yaşayan kişiler ihtiyaçlarını, bir sömürü aracı olan faizli borca girmeden karşılama imkânı bulurlar." Zekât kimlere farzdır? Geçerli olmasının şartları nelerdir?,"Zekât ibadeti ile ilgili şartlar, zekâtın bir kimseye farz olmasının ve verilen zekâtın geçerli olmasının şartları şeklinde iki ayrı başlık altında ele alınır. Bir kimseye zekâtın farz olması için o kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve hür olması (Kâsânî, Bedâî’, 2/4-5), bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı nitelikte “nisap miktarı” mala sahip olması gerekir. Artıcı nitelikte olmakla kastedilen, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Zekâtın farz olması için ayrıca nisap miktarı mal ya da servete sahip olduktan sonra üzerinden bir kamerî yılın geçmesi ve yıl sonunda da nisap miktarını koruması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/13 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/73-74). Yıl içerisindeki artış ve düşüşlere itibar edilmez. Zekât bu süre dolmadan önce de verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/15). Zekâtın geçerli olmasının şartlarına gelince, öncelikle “niyet” şarttır. Zekât bir ibadet olduğu için niyetsiz yerine getirilemez (Kâsânî, Bedâî’, 2/40; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/88). Ayrıca fakire verilmesi ve teslimi demek olan “temlik” de şarttır (Kâsânî, Bedâî’, 2/39). Yemek hazırlayıp yedirmek gibi ibâha denilen yollarla fakire zekât verilmiş olmaz." Havaic-i asliyye (temel ihtiyaçlar) nelerdir?,"İslâm kişiyi güç yetirebileceği yükümlülüklerle sorumlu kılmıştır. Bu nedenle zekât ve diğer bazı mali yükümlülüklerle mükellef olmak için temel ihtiyaçlardan (havâic-i asliyye) fazla bir mala sahip olma şartı aranmıştır. Havâic-i asliyye; kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık temel ihtiyaçlarıdır. Hangi malların temel ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir. Bununla birlikte İslâm bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre belirlenmesi gerekir. Buna göre temel ihtiyaçlar; barınma, yiyecek, giyecek, sağlık ve güvenlik giderleri, ulaşım, eğitim, ev eşyası, meslek ve üretim için kullanılan arsa, bina, makine ve aletler ile elektrik, su, yakıt, aidat vb. cari giderlerdir." Zekât hesaplanırken hangi borçlar düşülür?,"Zekât vermekle yükümlü olan kişi, elindeki zekâta tâbi olan malından kul haklarına müteallik borçlarını düşer. Hanefî mezhebinin genel görüşüne göre, ödeme günü gelmiş veya gelmemiş olan borçlar bu konuda aynı hükme tâbidir. Ancak Hanefîlerden bir kısım âlimlerin görüşüne göre, sadece vadesi gelmiş olarak birikmiş ve alacaklısı tarafından talep edilen borçlar düşülür; henüz ödeme günü gelmemiş olan borçlar düşülmez. Zira bu tür veresiye borçlar genellikle alacaklıları tarafından istenmez; ödeme günü gelmiş olan borçlar istenir (Kâsânî, Bedâî’, 2/6). Şâfiî mezhebinin meşhur olan görüşüne göre ise hiçbir borç, zekâta tâbi olan malların hiçbirisinden düşülmez, dolayısıyla borçluluk hâli zekât vermeye engel değildir (Nevevî, el-Mecmû’, 5/344). Günümüzde ödeme planı uzun bir takvime bağlanmış olan ve ileriki yıllarda düzenli olarak ödenecek olan kamu, TOKİ, kooperatif, kredi türü borçlar, bütünüyle zekât malından düşülmemelidir. Zira bu ödeme takvimleri 10-20 yıllık çok uzun vadeleri kapsamakta ve insanlar bu borçları hemen o yılda ödeme durumuyla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Bu bakımdan kişinin elinde bulunan zekâta tabi mallardan, sadece o zekât yılına ait olan birikmiş borçlar, vadesi o yıl içinde dolmuş veya dolacak olan ve dolayısıyla o zekât yılı içinde hemen ödenmesi gereken borçlar düşülmelidir. Zira zekât, yıllık bir ibadettir." İhtiyaç için kullanılan araç-gereç ve malzemelere zekât düşer mi?,"Sanat ve mesleğin icrası için gerekli olan araç-gereç, makine ve malzemeler, aslî ihtiyaçlar kapsamında yer alır. Dolayısıyla bunların zekâtının verilmesi gerekmez. Ancak kişinin kendi mesleğinin icrası için değil de ticaret için üretilen veya alınıp satılan araç-gereç, malzeme ve makinelerin zekâtının verilmesi gerekir (Zeylaî, Tebyîn, 1/253; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/172)." Babası ile birlikte oturan kimse zekât ile mükellef midir?,"İslâm’da mülkiyetin şahsiliği esastır. Buna göre bir kimse babasıyla birlikte oturuyor olsa bile zekâta tâbi nisap miktarı mala sahip ise zekât ile mükelleftir. Ancak babası ile mallarını ayırmamışlar da ortak kazanıp ortak harcıyorlarsa, bu takdirde ellerindeki birikim üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan kişi zekâtla yükümlü olur." Büluğ çağına ermemiş zengin çocukların malından zekât vermek gerekir mi?,"Bir kimsenin zekâtla mükellef olması için âkil ve bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, II, 9 vd.). Bu bakımdan Hanefîlere göre zengin de olsa büluğ çağına girmemiş çocukların mallarından zekât vermek gerekmez. Ancak, çocuklara ait tarım arazilerinden elde edilen tarım ürünlerinin öşrü yani zekâtının verilmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, III, 50; İbn Nüceym, el-Bahr, II, 255). Şâfiî mezhebine göre zekât vermek için akıl ve büluğ şart değildir. Çocuk ve aklî yeterliliği olmayan (mecnun) kimsenin de zekât vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 602)." Bir öğrencinin burs olarak aldığı para nisap miktarına ulaşırsa zekât vermesi gerekir mi?,"Bir yıllık borcu ve temel ihtiyaçları dışında 24 ayardan 80,18 gr. veya daha fazla altına veya bu değerde para veya ticaret malına sahip olan bir kimse, buna mâlik olduğu günden itibaren üzerinden bir yıl geçtiğinde, zekât vermekle yükümlü olur. Zekâta tâbi olan paranın alınan yardımlardan ve burs paralarından oluşması durumu değiştirmez." Kira gelirleri zekâta tâbi midir?,"Bir yıllık borcu ve aslî ihtiyaçları dışında 80.18 gr. altını veya bu miktar değerinde malı yahut parası olan kimseler, dinen zengin sayılır. Kira gelirlerinin zekâta tâbi diğer mal ve gelirlerle birlikte, temel ihtiyaçlar ve borçlar çıktıktan sonra nisap miktarına (80.18 gr. altın veya değeri) ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi hâlinde kırkta bir (%2,5) oranında zekâtının verilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/165, 190-191)." Zekât kimlere verilir?,"Zekâtın verileceği kimseler Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir. Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır (et-Tevbe, 9/60). Fakir ve miskin, temel ihtiyaçları dışında herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olmayan kimsedir. Ancak temel ihtiyaçları dışında, ister artıcı (nâmî) vasıfta olsun ister olmasın, herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olan kimse fakir veya miskin kapsamında olmadığından ona zekât verilmez (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/266). Borçlu, kul hakkı olarak borcu olan ve borcunu ödeyeceği maldan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimsedir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/268). Yolda kalmış kimse, sürekli yaşadığı yerde malı bulunsa bile, çıktığı yolculukta parasız kalıp parasına ulaşma imkânı bulamayan, başka bir deyişle, parasızlıktan yolda kalmış ve memleketine dönemeyen kimsedir. Bu kimseye, malının bulunduğu yere dönmesine ve dönünceye kadarki ihtiyaçlarını gidermesine yetecek kadar zekât verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/43- 46). Günümüzde yolcu olan kişi istediği zaman memleketindeki parayı banka kartı veya başka bir yöntemle alma imkânına sahipse ona zekât verilmez. “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi ise kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır." Zekât kimlere verilmez?,"Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara zekât ve fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Müslüman olmayanlara, e) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, f) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228)." Sütanne ve sütbabaya zekât verilir mi?,"Usûl ve furûa yani anne, baba, dede ve ninelerle, çocuk ve torunlara zekât verilmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/381). Çünkü kişi bakmakla yükümlü olduğu bu kimselere zekât verecek olsa verdiği zekât dolaylı yoldan kendisine dönmüş olacaktır. Oysa zekât veren, verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat sağlamamalı ve ondan yararlanmamalıdır. Ayrıca bu durumda, zekât olarak verilen malın ihtiyaç sahibinin mülkiyetine geçirilmiş olması şartı da ihlal edilmiş olur. Sütanne ve sütbaba ise kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için onlara zekât verilebilir." Fakir kardeşe zekât verilebilir mi?,"Fakir olan kardeşe zekât verilebilir. Kardeş çocuğu, amca, dayı, hala ve bunların çocukları da böyledir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354). Hatta zekât verirken yoksul akrabalara öncelik verilmesi daha sevaptır. Çünkü bunda hem zekât borcunu ödeme hem de sıla-i rahim vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Fakire verilen sadaka için bir ecir vardır. Sadakasını hısımına veren için iki ecir vardır: Hısımlık ecri ve sadaka ecri.” (Nesâî, Zekât, 82 [2582]; İbn Mâce, Zekât, 28 [1844]; bkz. Buhârî, Zekât, 44 [bâb başlığı]) buyurarak bunu teşvik etmiştir." "Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara zekât verilebilir mi?","Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs normal durumlarda bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Damat ve geline zekât verilebilir mi?,"Fakir olan damada ve geline zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir mi?,"Fakir olan kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354)." Evlat edinilen (bakımı üstlenilen) çocuğa zekât verilebilir mi?,"Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuracak şekilde bir evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (el-Ahzâb, 33/4-5). Buna göre “evlat edinme”, evlat edinenle evlatlık arasında usûl-fürû ilişkisi meydana getirmez. Bu sebeple kişi, bakımını gönüllü olarak üstlendiği ve kendi soyundan olmayan bir çocuğa, fakir olması kaydıyla, zekât verebilir." Geçimini maaş veya ücretle sağlayanlara zekât verilebilir mi?,"İslâm’da zekât ve fitrenin kimlere verilip verilemeyeceği, kişilerin meslek gruplarına bakılmaksızın belirlenmiştir. Bu itibarla, belirli bir geliri bulunduğu hâlde, bu geliriyle asgari temel ihtiyaçlarını karşılayamayan veya temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra elinde 80,18 gram altın veya bu değerde bir mal bulunmayan kişilere zekât verilebilir. Bu kişilerin ücretli, memur, esnaf veya işsiz olması fark etmez. Ancak bu kadar malı olmasa bile kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olanlara zekât verilemeyeceği görüşünde olan âlimler bulunduğundan (Râfiî, el-Azîz, 7/377), zekât verirken daha yoksul olanlara öncelik verilmesi uygun olur." "Zekât âyetinde geçen “fî sebîlillah”ın kapsamına okullar, Kur’an kursları, camiler ve benzeri hayır kurumları girer mi?","Zekâtın sarf yerleri, Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Tevbe, 9/60) belirlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de toplanan zekâttan kendisine hisse verilmesini isteyen bir zata hitaben, “Yüce Allah, zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne razı olmadı, onunla ilgili hükmü kendisi verdi ve onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 23 [1630]) buyurmuştur. Bu itibarla, belirli şartları taşıyan Müslümanların yükümlü oldukları zekât ve fıtır sadakasının, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak tarafından belirlenen yerler dışında herhangi bir yere verilmesi veya cami, köprü, yol, okul, yurt, suyolu vb. hayır işlerine sarf edilmesi fakihlerin çoğunluğunca caiz görülmemiştir. Zira zekât ve fıtır sadakasının sahih olmasının şartlarından biri de temliktir. Temlik, eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Bu sebeple özellikle Müslüman fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı olan ve ancak temlik etmekle yükümlünün zimmetinden düşen zekât ve fıtır sadakasının, tüzel kişilere, hayır kuruluşlarına verilmesi caiz görülmemiştir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188). İlgili âyetteki “Allah yolunda” anlamına gelen “fi sebîlillah” ifadesi, kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır." Fıtır sadakası nedir ve ne zaman verilir?,"Halk arasında fitre diye bilinen fıtır sadakası (sadaka-i fıtır); insan olarak yaratılmanın ve Ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü olarak; dinen zengin olup Ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın, belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/103-105). Vacip oluşu, sünnetle sabittir (Buhârî, Zekât, 70-78 [1503-1512]; Müslim, Zekât, 12-21 [984-985]). Kişi, kendisinin ve küçük çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), köle-hür, büyük-küçük, kadın-erkek her Müslümana fitrenin gerektiğini ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât, 20 [1619]). Fıtır sadakasının vacip olma zamanı Ramazan Bayramının birinci günü olmakla birlikte, bayramdan önce de verilebilir. Hatta bu daha faziletlidir. Nitekim bayram namazından önce verilmesi müstehap kabul edilmiştir. Bununla birlikte, bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Ancak bayramdan sonraya bırakılması mekruhtur. Şâfiî mezhebinde ise; fitreyi, meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya bırakmak haramdır. Fitreyi Ramazan’ın ilk günlerinde vermek de caizdir (Nevevî,el-Mecmû’, 6/128). Fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması suretiyle onun bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır. Günümüzde fıtır sadakası miktarının belirlenmesinde, kişinin bir günlük (iki öğün) normal gıda ihtiyacını karşılayacak miktarın ölçü alınması daha uygundur. Kişi dinen zengin sayılanlara, usûlüne (anne, baba, dedeler ve nineler), fürûuna (çocuk ve torunlar) ve eşine fıtır sadakası veremez. Fitreler bir fakire verilebileceği gibi birkaç fakire de dağıtılabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224). Ancak bir kişiye verilen miktarın bir fitreden az olmaması evlâdır." Kimler fıtır sadakası vermekle yükümlüdür?,"Ramazan Bayramına kavuşan, temel ihtiyaçlarının ve bir yıllık borçlarının dışında nisap miktarı (80,18 gr. altın veya bu değerde) mala sahip olan Müslümanlar kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için fıtır sadakası vermekle yükümlüdürler (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Ancak fıtır sadakası ile yükümlü olmak için bulunması gereken nisap miktarı malın, “artıcı” özellikte olması ve üzerinden “bir kamerî yıl” geçmiş olması gerekmez. Kişi, kendisinin ve ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür (Kâsânî, Bedâî’, 2/70). Buna karşılık kişinin ana-babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fitre ödeme zorunluluğu yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Fakat vekâletleri olmadığı hâlde bu kişiler için ödeme yapsa geçerli olur. Şâfiî mezhebine göre ise fıtır sadakası vermek “farz”dır ve bununla yükümlü olmak için nisap miktarı mala sahip olmak şart değildir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Buna göre temel ihtiyaçlarının yanı sıra bayram günü ve gecesine yetecek kadar azığa sahip zengin-fakir her Müslüman fitre ile yükümlüdür (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Ayrıca varlıklı kimsenin Müslüman olan eşi, çocukları, ana-babası ve diğer yakınları için de sadaka-i fıtır vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/595; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/279-280)." "Fıtır sadakası kimlere verilebilir, kimlere verilemez?","Fıtır sadakası, kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl ve fürûuna veremez. (Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürûu ise; çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır.) Ayrıca eşler de birbirlerine zekât, fitre ve fidye veremez. Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, e) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228). f) Şâfiîlere ve İmam Ebû Yûsuf’a göre fitre, Müslüman olmayana da verilemez (Mâverdî, el-Hâvî, 3/387; 10/519; Merğinânî, el-Hidâye, 2/223). Zikredilenlerin dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301)." "Fıtır sadakasının buğday, arpa, hurma veya üzüm olarak verilmesi zorunlu mudur?","Fıtır sadakası, soruda sayılan maddelerden verilebileceği gibi bunların değeri para olarak da verilebilir. Ancak fakirin yararına olanı tercih etmek daha uygundur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366)." Fıtır sadakası cami inşaatı için verilebilir mi?,"Fıtır sadakasının geçerlilik şartlarından biri de temliktir. Temlik eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Cami, okul, köprü, yol vb. yerlere temlik söz konusu olmayacağından fıtır sadakası verilemez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/368-369)." Vaktinde verilmeyen fıtır sadakası borcu nasıl ödenir?,"Bütün ibadetlerde olduğu gibi sadaka-i fıtır yükümlülüğü de geciktirilmeyip zamanında yerine getirilmelidir. Bununla birlikte zamanında ödenmemişse, bu fitrelerin mümkün olan ilk fırsatta ödenmesi gerekir. Fitre yükümlülüğü, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve bir rivâyette İmam Mâlik’e göre Ramazan’ın son günü güneşin batmasıyla, İmam Ebû Hanîfe’ye ve diğer bazı müctehid imamlara göre ise bayram günü tan yerinin ağarmasıyla gerçekleşir. Böyle olmakla birlikte fitre Ramazan ayı içinde de verilebilir. Hatta fakirlerin bayram ihtiyaçlarını karşılamaları için bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Ancak bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Zamanında ödenmeyip sonraya kalan fitreler ise mümkün olan ilk fırsatta ödenmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/367). Şâfiî mezhebinde fitreyi, Ramazan’ın ilk günlerinde vermek caiz; meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya ertelemek ise haramdır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/128). Fakihlerin çoğunluğuna göre fitrenin ödenmesinin bayramdan sonraya bırakılması mekruh olmakla birlikte yapılan ödeme kaza değil edadır. Bazı fakihler ise fitreyi bayram sonrasına bırakmayı haram sayar ve yapılan ödemeyi kaza olarak nitelendirir (Cezîrî, el-Mezâhibüî-erbe‘a, 1/570)." "Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?","Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/365-366). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı hâlde sadaka-i fıtrin ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir." "Fitre, yemin kefareti ve oruç fidyesinin askıda ekmek uygulaması yoluyla verilmesi caiz midir?","Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi gibi dinî yükümlülüklerin fakirlere ulaştırılması için günümüzde çeşitli yöntemler gündeme gelmektedir. Bu bağlamda gündeme gelen yöntemlerden biri de askıda ekmek uygulamasıdır. Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesinin, fakirin bir günlük gıda ihtiyacını karşılayacak miktarda ve vasıfta olması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366). Yemin kefâreti ve oruç fidyesinin miktarı da bir fitre miktarıdır. Askıda ekmek uygulamasında ise bir kişiye asgarî fitre miktarı çoğunlukla verilememektedir. Ayrıca bu usulle zekât, fitre ve fidyenin, verilmesi gereken yerlere ulaşıp ulaşmadığının tespit edilmesi de oldukça zordur. Görüldüğü gibi bu uygulamada bir fitre miktarının verilmesi ve verilen ekmeğin fitre verilebilecek yere ulaştığı garanti edilemediğinden fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi, askıda ekmek uygulaması yöntemiyle ödenmiş sayılmaz. Bu tür uygulamaların genel hayır ve hasenât kabilinden sayılıp diğer gönüllü bağışlar yoluyla yaşatılması tavsiye edilir." Bebek için fitre vermek gerekir mi?,"Fıtır sadakasının dinen gerekmesinin (vücub) sebebi, ilgili hadislere dayanılarak “sağ olma” (sağ olarak Ramazan bayramına kavuşmuş olma) şeklinde belirlenmiştir. Bu itibarla Ramazan bayramından önce doğan bebekler için fitre vermek gerekir."