petition
stringlengths
171
32.8k
petition_length
int64
26
4.41k
Esas No:1967/3 Karar No:1967/14 1 MAHKEMENİN GEREKÇESİ ÖZETİ : 6831 sayılı Orman Kanunun 91 inci maddesinin birinci fıkrası, kerestelik olmayan ağaçları keserek odun yapanlar hakkında hapis cezası ile birlikte odunun beher kentali için 3 lira para cezası verileceğini emretmektedir. Ancak adı geçen maddenin birinci fıkrasının dördüncü cümlesi. Bu suretle verilecek para cezasının 10 liradan aşağı olamıyacağı hükmünü taşımaktadır. Anayasa'nın 12 nci maddesi, yalnızca dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrımının söz konusu edilemiyeceği alanlarda eşitlik sağlayan bir hüküm olmakla kalmamakta, yasaların her ne suretle olursa olsun eşit bulunmayan durum ve sonuçlar ortaya çıkarmasının da önüne durmaktadır. Hal böyle iken sözü edilen hüküm; l (1) kilo odun yapanlar (333) kiloya kadar değişik miktarda odun yapmış olanları bir hizada tutarak aynı miktarda para cezası ile sorumlu tutmaktadır. Bu durum eşitsizlik ve haksızlıktır. 2 Bu hüküm yalnız kerestelik olmayan ağaçların kesilmesi halinde uygulanmaktadır. Hapis cezasının yukarı haddinin daha yüksek olması bakımından daha ağır olan kerestelik ağaç kesilmesi eylemini kapsamına almamıştır. Bunun sonucu olarak da; Kerestelik olmayan ağaçların kesilmesi halinde para cezası 10 liradan aşağı olmadığı halde kerestelik ağaçların kesilmesinde kesilen ağaçların hacmi üzerinde, belirli bir birime göre hesap edilerek bulunacak para cezası bazan 10 liradan aşağı olabilmektedir. Eşit olmayan bu durumu kerestelik ağaç kesme suçu için konulmuş olan para cezasının üst düzeyine yaklaşarak uygulama yapılması suretiyle ortadan kaldırmak mümkün olsa bile Kanunun kabul ettiği cezanın alt düzeyinin suçlulardan tüm olarak esirgenmesi de ayrı bir eşitsizlik ve haksızlık teşkil edecektir. Bu nedenlerle iptali istenen hüküm Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırıdır. İtiraz konusu hükmü kapsayan 6831 sayılı Kanunun 91 inci maddesi : (14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen fiillerden kerestelik ağaçları kesenler 3 aya kadar hapis ve kereste veya tomruğun beher metreküpü için 25 liradan 100 liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar. Ancak 20 santimetre kutrundan aşağı olanlar için bu para cezası bir misli artırılarak hükmolunur. 14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen fiillerden kerestelik olmayan diğer ağaçları keserek odun veya kömür yapanlar bir aya kadar hapis ve odunun be her kentali için 3 lira, kömürün beher kentali için 15 lira ağır para cezasiyle cezalandırılırlar. Bu suretle verilecek para cezası 10 liradan aşağı olamaz. 14 üncü maddenin (A) bendinde yazılı, yetişmiş ve yetiştirilmiş fidanları kesmek, sökmek, ekim sahalarını bozmak, ağaçları kesmek, boğmak, ağaçlardan yalamuk, pedavra, hartama çıkarma fiilleri için verilecek cezalar beş misli artırılarak hükmolunur. 14 üncü maddenin (A) ve (B) bentleriyle yasak edilen ve yukarıdaki fıkralarda yazılı bulunmayan fiilleri işleyenler 3 aya kadar hapis ve 25 liradan 300 lira kadar ağır para cezasıyla cezalandırılırlar.Esas No:1967/3 Karar No:1967/14 2 14 üncü maddenin (C) bendinde yazılı fiilleri işleyenler 10 liradan 100 liraya kadar hafif para cezası ile cezalandırılırlar. Bu kanunun 14 üncü maddesinin(A) ve (B) bendine muhalif hare ket edenler orman sahipleri ise yapılan zararın miktarına göre 3 aya kadar hapis veya 30 liradan 200 liraya kadar ağır para cezasiyle cezalandırılırlar. Ancak kendi arazisi dahilinde tohum ekmek veya Fidan dikmek suretiyle yetiştirilecek ormanların sahipleri yukarıdaki fıkra hükmüne tabi değildir. 14 üncü maddedeki suçları, hayvan beslemek için işliyenler hakkında yukarıdaki cezalar l misli artırılır.) Anayasa'nın 12 nci maddesi : (Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir. Hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.)
538
Esas Sayısı : 2008/26 Karar Sayısı : 2008/147 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'İptali istenen taşınmazların tapulu olduğu, bu tapuların devletin yetkili organlarınca yetkileri dâhilinde düzenlenerek tapuya davalı özel şahıslar adına kaydedildiği noktasında bir ihtilaf bulunmamaktadır. Davalılar adına devletin yetkili organlarınca oluşturulan bu kayda rağmen yine yürütme organlarınca bu tapuların bu kez kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığından bahisle iptalinin istenmesi Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Aynı şekilde bu şekilde yapılacak bir iptal Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ek protokol 1. maddesinde düzenlenen mülkiyet haklarının da ihlali sonucunu doğuracaktır. Böyle bir halde davalı tarafların Avrupa İnsan Haklarına Mahkemesine başvurusu halinde belirtilen maddenin ihlali nedeni ile ülkemizin tazminatla sorumlu tutulacağı Ek Protokol 1. maddenin açıklığı karşısında izahtan varestedir. Ülkenin bu şekilde bu tip davalarla mahkûm edilmesi Avrupa ülkeleri nezdinde ülkemizin itibarını kaybetmesine neden olmaktadır. MK'nun 1023 maddesine göre tapuda malik olarak gözüken kişinin gerçekte tapu maliki olmaması halinde dahi 3. kişinin tapuda kayıtlı olan malikin bu durumunu bilmeden iyi niyetli olarak bu tapuyu iktisap etmesi halinde dahi iyi niyeti korunarak tapudaki malikliği geçerli olmaktadır. Bu halde gerçek tapu malikinin MK' nun 1007.maddesi gereğince devlete başvurarak zararlarını isteme hakkı olduğu halde bizzat tapunun iptalini isteyememektedir. Bu düzenlemede Anayasanın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Mahkememize açılan dava dosyasında davalı taraflara dava konusu yerin kendilerine ait olduğuna ilişkin tapu kaydı devletin yetkili organlarınca verilmiştir. Bir kısım tapuların bu kayda istinaden ilk malikleri tarafından davalı taraflara da devredildiği anlaşılmaktadır. Yukarıda örneklenen halde iyi niyetli 3. kişinin iktisabı korunurken mahkememize açılan dava dosyasında böyle bir iyi niyet korunmamaktadır. Oysa ki davalı taraflar devletin kendilerine vermiş olduğu tapuya güvenerek işlem yapmakta mülkiyet hakkının kendilerine verdiği hakları kullanarak bu taşınmazlar üzerinde bina yapmakta, yerleşmekte ve bu kullanımları bir çok dava dosyasında görüleceği üzere uzun yıllar boyu sürmektedir. Vatandaşların yıllar boyu süren bu kullanımlarına rağmen açılan bu tip davalarla tapuları iptal edilmekte, bu durum ise toplum içerisinde bir karışıklığa sebebiyet vermektedir. Kanunlar toplumda düzenin sağlanması için yürürlüğe konulmaktadır. Oysa ki verilen tapulara rağmen bu tapuların yine yürütme organlarınca yıllar süren iyi niyetli kullanmaya rağmen iptalinin istenmesi ülke vatandaşları arasında büyük sıkıntılara sebebiyet vermekte, vatandaşın devlete olan güveninin azalmasına sebebiyet vermektedir. Anayasanın 43. maddesi gereği pek tabi ki kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunmaktadır ve tüm toplumun yararlanmasına açık halde bırakılması gerekmektedir. Ancak bir şekilde devletin yetkili organlarınca gerek ihmal, gerekse yeterli araştırma yapılmaması nedeni ile bu tip yerlerin tapu verilerek özel şahıslar adına tapulanması ve bu işlemin kesinleşmesi halinde yürütme organları ancak tazminatını vererek başka bir deyişle kamulaştırarak bu tapuların iptalini isteyebilir. Aksi hal devlet ciddiyeti ile bağdaşmadığı gibi toplum içerisinde kişilerin devlete olan güvenini de sarsmaktadır. SONUÇ:Esas Sayısı : 2008/26 Karar Sayısı : 2008/147 2 Yukarıda açıklanan tüm bu nedenlerle açıkça anlaşılacağı üzere 3621 Sayılı Kıyı Kanunun 5/2. maddesinin uygulanmasının Anayasanın 35 ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ek protokol 1. maddesine aykırı olduğu belirlendiğinden Kıyı Kanunun 5/2. maddesinin Yüksek Mahkemenizce resen yapılacak araştırma sırasında belirlenebilecek diğer nedenlerle iptaline karar verilmesi talep olunur.'
494
Esas Sayısı:1978/55 Karar Sayısı:1978/46 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 22/6/1978 günlü, 1967/196 181 sayılı Müteferrik Karar ında itirazın dayanağını oluşturan nedenler şöyle açıklanmaktadır. Balıkesir Kapalı Ceza ve Tevkifevinde müebbet ağır hapis cezasına hükümlü bulunan () C. Savcılığına verdiği 19/6/1978 günlü dilekçesi ile 647 sayılı Kanun ile aftan yararlanmasının 36 yıl üzerinden yapılması gerektiği halde 1803 sayılı Af Yasasının bu hakkım kısıtladığını ve Anayasanın 12. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırı bir durum yaratıldığını iddia etmiştir. Balıkesir C. Savcılığı 19/6/1978 gün ve 2068/38 sayılı yazıları ile konuyu C. M. U. K. nun 402. maddesinde belirtilen infazda tereddüt hükmüne binaen değerlendirmiş ve C. M. U. K. nun 405. maddesi uyarınca hükümlü ile Balıkesir C. Savcılığı arasında infaz yönünden tereddüt ve uyuşmazlık doğduğu anlaşılmıştır. İCABI DÜŞÜNÜLDÜ : 1 Anayasa Mahkemesi'nin 1974/3635 sayılı kararına göre bakılmakta olan bir davanın varlığının kabul şartları arasında hükümlü ile C. Savcısı arasında cezanın yerine getirilmesi sırasında C. M. U. K. nun 402., 405. maddesi önünde T. C. Anayasasının 151/1 ve 44 sayılı Kanunun 27/2. maddesinde belirtilen ve C. Savcısının hükümlü ile birlikte ileri sürdüğü aykırılık iddiası Mahkememizce de ciddi olduğu kanısına varılmıştır. 2 Gerçekten 15/5/1974 gün ve 1803 sayılı Af Kanununun 7/A maddesi muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezalardan müebbet ağır hapis cezası ile öteki muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezalar arasında ikilik, eşitsizlik, ayrıcalık yaratmış bulunmaktadır. Örnek olarak olayda dilekçi bulunan ve Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 14/9/1967 gün ve Esas 1967/196 181 sayılı kararı ile müebbet ağır hapis cezası ile mahkûm olup Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 7/11/1967 gün ve Esas 1967/2609 2639 nolu kararı ile onanan hükmü Balıkesir Ağır Ceza Mahkemesinin 5/6/1974 gün 1967/196 181 sayılı müteferrik kararı ile sonuç itibariyle (16) sene ağır hapis cezasına mahkûmiyeti teslim edilen Kepsut İlçesi Mahmudiye Köyünden () kızı (), den doğma () doğumlu () hakkında 1803 sayılı Yasanın 7/A bendinde uygulanan indirimler 4 yıllık zararına etken olmuştur. Bu maddeye göre müebbet ağır hapis cezaları 24 yıl ağır hapse çevrilenlerin şartlı salıverilmelerinde, dışarda geçirecekleri 1/3 süre çevrilen bu cezaları üzerinden yapılır, demektedir. Bu hale göre hükümlü ()'in 1803 sayılı Af Kanununun l/D maddesi uyarınca müebbet ağır hapis cezası 24 yıl ağır hapse çevrilmiştir. 647 sayılı Kanunun 19. maddesi uyarınca 1/3 süre çevrilen bu cezası üzerinden yani, 24 seneden sekiz sene indirilmek suretiyle sonuç itibariyle 16 yıl muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkûm ve bu cezasını çekmeğe zorlanmış bulunmaktadır. Oysa öteki hürriyeti bağlayıcı cezalardan Af Kanunu ile gerekli indirimden yararlananların şartla salıverilmelerinde dışarıda geçirecekleri 1/3 oranındaki süre af ile yapılacak indirimden önceki esas ceza miktarı üzerinden yapılır, demektedir. Örneğin içtima sonucu ya da bağımsız olarak 36 yıl ağır hapis cezasına doğrudan doğruya hükümlü olsaydı dilekçe () önce 1803 sayılı Yasanın l/C maddesi uyarınca cezasından (12) yılEsas Sayısı:1978/55 Karar Sayısı:1978/46 2 düşülecek ve gene 1803 sayılı Yasanın 7/A bendi uyarınca 647 sayılı Yasa önünde şartla salıverilmeden yararlanma süresi olan 1/3 oranındaki ceza af ile yapılacak indirimden önceki esas ceza miktarı yani (36) sene üzerinden indirilmek gerekecek, sonuç itibariyle 12 yıl ağır hapis cezasını çekmeğe konu olacaktı. Oysa 1803/7 A maddesi müebbet ağır hapis cezası ile muvakkat hürriyeti bağlayıcı öteki cezalar arasında açık bir eşitsizlik, ikilik, ayrıcalık yaratmakla dilekçe ve hükümlü ()'ın 4 yıl daha fazla hürriyetinden yoksun bırakılması sonucu doğmuş bulunmaktadır. Gerek T.C.K. nun 13/Son ve gerekse 647 sayılı Kanunun 19/1. maddesi müebbet ağır hapis cezalarının infazı sırasında yapılacak değerlendirmelerin 36 yıl üzerinden işlem görmesini ilke olarak benimsemiş iken 1803 sayılı Yasa 7/A maddesi ile cezalar arasında kanuni ilke ve güvence durumuna da ters düşmüştür. SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle 1803 sayılı Cumhuriyetin 50. Yılı Nedeniyle Bazı Suç ve Cezaların Affı Hakkında Kanunun 7/A bendi T. C. Anayasasının 151/1 ve 44 sayılı Yasanın 27/2. maddeleri önünde T. C. Anayasasının eşitlik ilkesini dile getiren 12, temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların özüne kanunun dokunamaması ilkesini belirten T. C. Anayasasının 10 ve 11. maddelerine, cezaların yasal güvencesini belirten 33. maddesine ve hepsini kapsamak üzere Demokratik Hukuk Devleti ilkesine, T. C. Anayasasının ikinci maddesine aykırı bulunan 1803 sayılı Yasanın 7/A maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına oybirliğiyle karar verildi. 22/6/1978.
663
Esas Sayısı : 2002/60 Karar Sayısı: 2002/97 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : 4611 sayılı 2001 Mali Yılı Bütçe Kanununun 7. maddesinde; kamu iktisadi teşebbüsleri, bağlı ortaklıkları, müessese ve işletmeleri ile özelleştirme kapsamına ve programına alınmış kuruluşlar, kamu bankaları, belediyeler ve özel kanunla kurulmuş kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, kefalet ve yardımlaşma sandıkları istisna tutulmak suretiyle; genel bütçeli daireler, katma bütçeli idareler, özel bütçeli kuruluşlar, döner sermayeler, fonlar, bütçenin yatırım ve transfer tertibinden yardım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum ve kuruluşlarının, kendi bütçeleri veya tasarrufları altında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri olan T.C. Ziraat Bankası nezdinde kendi adlarına açtıracakları vadesiz Türk Lirası hesabında toplayacakları ve tahakkuk etmiş tüm ödemelerini bu hesaplardan yapacakları hüküm altına alınmış; bu maddenin uygulanmasıyla ilgili olarak esas ve usulleri belirlemeye, kaynaklar ve kurumlar itibariyle istisnalar getirmeye Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Maliye Bakanının müşterek teklifi üzerine Başbakan yetkili kılınmıştır. 68. maddesinin g/5 fıkrasında da, muhtelif kanunların bu Kanunun 7. maddesine aykırı hükümlerinin 2001 Mali Yılında uygulanmayacağı kurala bağlanmıştır. Devlet ve Maliye Bakanlığının dava konusu 1998/1 sayılı Kamu Haznedarlığı Genel Tebliği ile 2001 Mali Yılı Bütçe Kanununun 7. ve 68 inci maddesinin (g) fıkrasının 5 inci bendinin uygulanmasıyla ilgili usul ve esaslar belirlenmiş ve aynı konuda daha önce çıkarılan bütün tebliğ, genelge ve genel yazılar yürürlükten kaldırılmıştır. Kurulumuzca; uyuşmazlığın kaynaklandığı 2001 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. ve 68/g 5 maddesinin, davacının bu yöndeki iddiaları da dikkate alınarak, Anayasa'ya uygunluğunun incelenmesi gerekli görülmüştür. Anayasanın 87. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri arasında; konun koymak, değiştirmek ve kaldırmak ile bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek ayrı ayrı sayılmış; 88. maddede; yasa tasarısı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülme usul ve esaslarının iç tüzükle düzenleneceği belirtilmişken; bütçenin görüşülme usul ve esasları Anayasa'nın 162. maddesinde hüküm altına alınmış; ayrıca 89. maddede Cumhurbaşkanına Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul edilen diğer yasaların aksine bütçe yasalarını bir daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderme yetkisi tanınmamıştır. Genel hatlarıyla aktarıldığı üzere Anayasamızda bütçe yasaları ve diğer yasalar birbirinden tamamen ayrı yasama yöntemleri olarak düzenlenmiş olup; bu düzenleme karşısında; yasa konusu olacak hükümlerin bütçe yasasında yer almasına veya bir yasa hükmünün bütçe yasasıyla değiştirilmesi veya kaldırılmasına veya bütçe yasasında bulunması gerekli bir hükme öteki yasalarda yer verilmesine olanak bulunmamaktadır. Diğer taraftan, Anayasa'nın 161. maddesinin son fıkrasında Bütçe Kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz kuralı yer almıştır. Bütçe ile ilgili hükümler deyiminin; mali nitelikteki hükümler değil, bütçenin uygulamasıyla ilgili, uygulamayı kolaylaştırıcı veya yasa konusu olabilecek yeni bir kuralıEsas Sayısı : 2002/60 Karar Sayısı: 2002/97 2 kapsamamak koşuluyla açıklayıcı hükümler olarak anlaşılması zorunludur. Bir yasal kuralın, bütçeden harcamayı gerektirir veya gelir getirici nitelikte bulunması onun bütçeyle ilgili sayılmasına neden olmayacaktır. Nitekim Anayasa'nın 161. maddesindeki anılan kuralla da; bütçe yasalarını kendi yapısına yabancı hükümlerden ayıklamak, gerçek anlamda bütçe kavramı dışında kalan konulara bütçe yasalarında yer verilmemesini sağlamak amaçlanmıştır. Dava konusu tebliğin dayanağı 2001 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesinde, kapsamda sayılan kamu kurum ve kuruluşlarının gelirlerine tasarrufları sınırlandırılmış, kendi bütçeleri veya tasarrufları altında bulunan bütün kaynaklarını T.C. Merkez Bankası veya muhabiri T.C. Ziraat Bankası nezdinde vadesiz T.L. hesabına yatırmalar yükümlülüğü getirilmiş, kurum ve kuruluş yetkilileri ve saymanları da bu hükümlerin yerine getirilmesinden bizzat sorumlu tutulmuşlardır. Diğer taraftan, 68/g 5 maddeyle, diğer yasaların 2001 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesine aykırı hükümlerinin 2001 mali yılında uygulanmayacağı da kurala bağlanmıştır. Kamu kurum ve kuruluşlarının elde edecekleri gelirler, bu gelirlerin tasarrufu ve çalışanların sorumlulukları Yasa konusudur. 2001 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. ve 68/g 5 maddelerinde ise, hem Yasa konusu hususlar düzenlenerek yürürlükteki kimi yasaların hükümlerine aykırı ve değişiklik yapar nitelikte düzenlemeye gidilmiş, hem de bu düzenlemeye aykırı yasal hükümlerin 2001 Mali Yılı içinde uygulanmayacağı hükme bağlanmıştır. Açıklanan nedenlerle, 4611 sayılı 2001 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun 7. maddesinin ve 68/g 5. maddesinin Anayasanın 87., 88., 161. ve 162. maddelerine aykırı oldukları kanısına varıldığından, anılan hükümlerin iptalleri istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar bekletilmesine 13.3.2002 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
664
Esas Sayısı : 1988/59 Karar Sayısı : 1988/53 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir : . Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. Maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanıdığı ve bu niteliği ile Anayasa'nın 2. Maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. Maddesindeki eşitlik, 55. Maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. Maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre ( Madde 152/3. E) ele alınıp yürütülmesine, davacı vekili ile davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı.
144
Esas Sayısı : 1997/78 Karar Sayısı : 1998/9 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununa 4108 sayılı Kanunun 24. maddesi ile eklenen mükerrer 111 inci madde hükmünün, Anayasa'nın 2 48 ve 73 üncü madde hükümlerine aykırı olduğu iddiasında bulunan davacı vekili, dilekçesinde; anılan yasa ile konulan maktu verginin geçici olduğunun vurgulandığı, ancak mahsup edilemeyen vergilerin red ve iade edilemeyeceğinin hükme bağlandığı, bu durumun verginin geçici olduğu kuralına aykırı olduğu gibi, kazanılmayan bir gelirle (kazancın) vergilendirilmesi nedeniyle mali gücü aşan bir ölçüde vergi ödeme yükü getirdiğinden Anayasa'nın 73/1 inci madde hükmüne aykırı olduğu, anılan verginin gelire bağlanmayıp maktu olmasının, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımını engellediği, bu yönüyle de anılan maddenin Anayasa'nın 73/2 nci madde hükmüne de aykırı olduğu anılan verginin teşvikle kurulan işletmeleri teşvik yerine, baltalanmış olacağından Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk Devleti olma ilkesine aykırı olduğu, sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı davranıldığı 48 inci madde hükmü uyarınca devletin özel teşebbüslerin güvenlik içinde çalışmasını engelleyeceğinden 48 inci madde hükmüne de aykırı olduğu, 193 sayılı Yasanın mükerrer 111 inci maddesinin bu Anayasa kuralına aykırı olduğu iddialarında bulunmuştur. Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 193 sayılı Yasanın mükerrer 111 inci maddesinin üçüncü fıkrasının son cümlesinde bir önceki yıl içinde tahakkuk eden bu vergiler, yıllık beyanname üzerinden bu faaliyete ilişkin olarak hesaplanan, gelir vergisinden mahsup edilir, mahsup edilemeyen vergiler ise red ve iade edilmez. hükmüne yer verilmiştir. 193 sayılı Kanuna 4108 sayılı Kanunun 24 üncü maddesiyle eklenen 111 inci madde hükmüyle öngörülen asgari vergi, esas itibarıyla yıllık beyanname üzerinden faaliyete ilişkin olarak hesaplanan vergiden mahsup edilen peşin bir vergi niteliğindedir. Mahsup edilemeyen vergilerle red ve iade edilememesi, asgari verginin peşin vergi vasfını ortadan kaldırmakta ve bünyelerinde talih oyunu makineleri bulunduran işletmeleri yıllık kazancın üzerinde vergilendirmektedir. Bu durum talih oyunu salonu bulunan işletmeleri mali gücünün üzerinde vergilendirmeye, yol açtığı gibi, vergi yükünün benzer işletmeler arasında adaletli ve dengeli dağılımını da önlemekte ve sonuç olarak maliye politikasının sosyal amacının gerçekleşmesini önlemektedir. Bu itibarla Mahkememizce de anılan hükmün Anayasa'nın 73 üncü maddesinin 1 ve 2 nci fıkraları hükmüne aykırı olabileceği sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle davacının Anayasa'ya aykırılık iddiaları ciddî görüldüğünden, 193 sayılı Yasaya 4108 sayılı Yasanın 24 üncü maddesiyle eklenen mükerrer 111 inci maddesinin 3 üncü fıkrasının son cümlesindeki mahsup edilemeyen vergiler ise red ve iade edilmez hükmünün, iptali isteğiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına 11.12.1997 gününde oybirliğiyle karar verildi.
389
Esas Sayısı : 1996/16 Karar Sayısı : 1997/30 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın Başlangıç'ının Altıncı Paragrafı, 2., 5., 10., 11., 12., 36., 48. ve 167. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
35
Esas Sayısı : 2015/103 Karar Sayısı : 2015/113 1 “ Davada, 22.04.1994 tarihli sözleşmenin muvazalı olduğu iddiasıyla İş Bankası nezdinde tutulan 75.000.000 USD’nin tahsili istenmektedir. TYT Bank A.Ş’nin bankacılık yapma ve mevduat kabul etme izni 11.04.1994 tarihli Bankalar Kurulu kararıyla kaldırılmış ve yönetim ve denetimi geçici olarak aynı tarihte İş Bankası A.Ş’ye verilmiştir. Davaya konu edilen sözleşme 22.04.1994 tarihlidir. Bu durumda TYT Bank A.Ş’nin faaliyet izninin kaldırılmasından sonraki bir dönemde 22.04.1994 tarihinde yapılan bu sözleşmenin muvazalı olup olmadığı veya sözleşmede taraf olan İş Bankası A.Ş’nin iyi niyetli olup olmadığının tespiti bakımından 01.11.2005 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin uygulanması gerektiği anlaşılmaktadır. 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 10. bendinde “Bu Kanun’un 71 inci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi hükmü uyarınca faaliyet izni kaldırılan veya fona devredilen bankalar ile tasfiyeye tabi tutulan veya tasfiye işlemi başlatılan bankaların, bu maddenin birinci fıkrasında belirtilen gerçek ve tüzel kişiler ile gerçek kişilerin kan ve kayın hısımlarının edindikleri ve/veya bu suretle üçüncü kişilere edindirdikleri para, her türlü mal, hak ve alacakların banka kaynağı kullanılmak suretiyle edinildiği ve/veya edindirildiği kabul edilir. Bu gerçek kişiler ile tüzel kişiler tarafından edinilen para, her türlü mal, hak ve alacaklar hakkında bu madde hükümlerini uygulamaya fon yetkilidir. Bu suretle edinildiği ve/veya edindirildiği kabul edilen para, her türlü mal, hak ve alacaklar üzerinde ilk kredinin ve/veya sınırlı aynı hak tesisi gibi işlemler ile üçüncü kişiler lehine tesis edilen ayni ve şahsi her türlü hak fona karşı hüküm ifade etmez. Bu hukuki işlemlere taraf olan, külli ve cüz’i halefleri dahil tüm şahısların, yukarıda belirtilen işlemlerin gerçekleşmesinden sonra edindikleri ve/veya edindirdikleri para, her türlü mal, hak ve alacaklar hakkında da bu madde hükümleri uygulanır” denilmiştir. 134/11. maddesinde de “Yukarıda belirtilen işlemlere taraf olan üçüncü kişiler bankanın faaliyet izninin kaldırılması veya yönetim ve denetiminin fona devrinden sonraki işlemler nedeniyle, bu maddenin birinci fıkrasında sayılan kişiler ise bankanın faaliyet izninin kaldırılması veya yönetim ve denetiminin fona devrinden önceki ve/veya sonraki işlemler nedeniyle iyi niyet iddiasında bulunamazlar. Bankanın faaliyet izninin kaldırılması veya yönetim ve denetiminin fona devrinden önce satış, kira, devir ve temlik gibi işlemler ile aynî ve şahsi hak tesisine ilişkin işlemlere taraf olan üçüncü kişiler iyi niyetli olduklarını kanıtlamak zorundadırlar” şeklinde düzenleme bulunmaktadır. 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 11. bendinde bankanın faaliyet izninin kaldırılarak yönetim ve denetiminin fona devrinden sonraki işlemlerde 3. kişilerin iyi niyet iddiasında bulunamayacakları belirtilmiştir. 22.04.1994 tarihli sözleşmenin tarafı olan Türkiye İş Bankası A.Ş’nin 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 1. bendinde sayılan kişilerden olmayıp, faaliyet izni kaldırılan TYT Bank A.Ş’nin hakim hissedarı (5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 1. bendinde belirtilenEsas Sayısı : 2015/103 Karar Sayısı : 2015/113 2 kişiler arasında hakim ortak tüzel kişilerde bulunmaktadır) Lapis Holding A.Ş ile 22.04.1994 tarihli sözleşmeyi akdeden kimse konumundadır. Hukukumuzda kabul edilmiş olan iyi niyet kavramı esasında hukuki ilişkilerde güvenin sağlanması ve korunması amacını taşımaktadır. Türk Medeni Kanunun 3. maddesinde “kanunun iyi niyete hukuki bir sonuç bağladığı durumlarla asıl olan iyi niyetin varlığıdır, ancak durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamaz” şeklinde düzenleme bulunmaktadır. İyi niyet bir hakkın kazanılmasında veya hukuki sonucun doğmasına engel olan durumların öngörülememesi olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, gerçek durumun bilinememesi halidir. Türk Hukukunda iyi niyet karinesi bulunmaktadır. Buna göre, kanunun iyi niyet aradığı durumlarda kişinin iyi niyetli olduğunu ispat etmesi gerekmeyip aksine karşı tarafça onun kötü niyetli olduğu kanıtlanmalıdır. Ancak iyi niyet iddiasında bulunan kimsenin somut olayın özelliklerine göre kendisinden beklenen dikkat ve özeni göstermiş olması gerekir. Durumun özelliklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamayacaktır. Buradaki özenin tespitinde, objektif ölçü esas alınmalıdır. Objektif ölçüden kastedilen ise ortalama bir insanın aynı durum ve koşullarda gerçekleştireceği davranışlar olarak karşımıza çıkmaktadır. 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 11. bendinde iyi niyet karinesine yer verilmediği gibi üçüncü kişinin iyi niyet iddiasında bulunamayacağı ifade edilmiş ve iyi niyete ilişkin ispat kuralının yer değiştirdiği görülmüştür. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun genel gerekçesinde de ifade edildiği üzere, alacağın fon alacağı başka bir deyişle kamu alacağı olması nedeniyle kamu yararı gözetilerek mevcut düzenlemelerden farklı yol izlenmesi ve bu bağlamda farklılığa yer verilmesinin haklı olduğu kabul edilebilirse de, Anayasa’nın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti ve Anayasa’nın 36. maddesinde dayanağını bulan savunma ve adil yargılanma hakkına aykırı olmaması gerektiği kabul edilmelidir. Nitekim; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir. Anayasa’nın 36. maddesinde de “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkında sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” şeklinde düzenleme yapılmıştır. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 134/11. bendinde, bankanın fona devrinden sonra yapılan işlemler nedeniyle üçüncü kişilerin iyi niyet iddiasında bulunamayacağı ifadesinin Anayasa’nın 2. ve 36. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.Esas Sayısı : 2015/103 Karar Sayısı : 2015/113 3 4389 sayılı Yasa’ya 5020 sayılı Yasayla eklenen 15/7 b bendi, 5411 sayılı Yasa’nın 134/11. bendiyle aynı içerikte bulunmaktayken Anayasa Mahkemesinin 2009/53 E. 2011/ 9 K. sayılı 20.01.2011 tarihli kararıyla, 4389 sayılı Yasa’nın 15/7 b bendinin 5 paragrafında yer alan sonra bir önceki cümledeki “iyi niyet iddiasında bulunmazlar” ibaresinin üçüncü kişiler yönünden Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline oybirliği ile karar verildiği anlaşılmıştır. Anayasa Mahkemesinin anılan kararında iptal edilen düzenlemenin, Anayasanın 2. ve 36. maddesine aykırı olduğuna işaret edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 2009/53 E. 2011/ 9 K. sayılı 20.01.2011 tarihli kararıyla iptal edilen bu düzenlemenin aynısı, dava konusu ihtilafa uygulanacak olan 5411 sayılı Yasa’nın 134/11. bendinde aynen mevcut bulunduğundan 5411 sayılı Yasa’nın 134/11 maddesindeki üçüncü kişiler yönünden “iyi niyet iddiasında bulunamazlar” ibaresinin de Anayasaya aykırı olduğu yönündeki itirazın ciddi ve yerinde olduğu sonucuna varılmış ve Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiği kabul edilmiştir. KARAR: 5411 sayılı Yasa’nın 134. maddesinin 11. bendinde yer alan “Yukarıda belirtilen işlemlere taraf olan üçüncü kişiler bankanın faaliyet izninin kaldırılması veya yönetim ve denetim fona devrinden sonraki işlemler nedeniyle, iyi niyet iddiasında bulunamazlar” ibaresinin üçüncü kişiler yönünden Anayasa’nın 2. ve 36. maddesine aykırı bulunması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Dosyanın onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Dair dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda oybirliği ile karar verildi.”
1,005
Esas Sayısı : 2000/24 Karar Sayısı : 2004/82 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle ; Yeniden değerleme oranı ile tesbit edilecek para cezalarının yüksek olması nedeniyle ekonomik gücü olmayanların para cezasını ödeyememe durumunda kalacağı ve hapis yaptırımı ile karşılaşacağı. ödeme gücü bulunanların ise bu yaptırımdan kurtulabileceği, ayrıca kanunda yazılı olandan daha fazla para cezası uygulanması sonucu ile karşılaşılabileceği, yine para cezasının hapse, hapis cezasının para cezasına çevrilip mahsup hükümleri de uygulanarak infazı gereken cezanın çektirilmesi için yapılan davete icap eden ile etmeyenlerin aynı konumda olmalarına rağmen farklı hürriyeti bağlayıcı ceza çekmelerine neden olacağı, bunun da kanun önünde eşitlik ilkesi ile bağdaşmadığı, İdarenin bir organı olan Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine dayalı olarak saptanan ve Maliye Bakanlığı'nın tebliği olarak Resmi Gazete'de ilan edilen yeniden değerleme oranı esas alınarak, ceza yasalarında öngörülen para cezalarının tesbit edilmesinin, cezanın, yasama organı tarafından ve kanunla belirleneceği ilkesi ile çeliştiği, böylece yasama yetkisinin yürütme organına devredilmiş sayılacağı, ayrıca bu yöntemle mahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlığı ilkesinin ihlal edildiği, suçta ve cezada kanunilik ilkesinin de çiğnendiği, dolayısıyla itiraz konusu kuralların, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 6., 7., 8., 10., 11., 12., 13., 38., 87., 91. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
196
Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 1 “Hakimliğimizin 2017/607 sorgu kararı ile; “Hukukumuzda hayvana yönelik suçlarla ilgili olarak TCK 151/2 düzenlemesinin; “Haklı bir neden olmaksızın, sahipli hayvanı öldüren, işe yaramayacak hale getiren veya değerinin azalmasına neden olan kişi hakkında yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.” şeklinde TCK 151/1'e atfen yapıldığı, Sahipsiz hayvanlara yönelik olarak mevzuatımızın yetersiz olduğu, bunun da sebebinini TCK'nın münhasıran sahipli hayvanlar yönünden düzenleme getirmesi, sahipsiz hayvanlara yönelik açık bir kanuni cezai müeyyidenin TCK yahut sair kanunlarda bulunmadığı, İş bu noksanı izale anlamında da TCK 151/2'de yer alan sahipli kelimesinin tasfiyesi ile sahipsiz hayvanlar yönünden de hukuki himayenin ve cezai müeyyidenin sağlanmış olacağı anlaşıldığından sahipli kelimesinin anayasaya aykırılığı hususunda Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunulmasına,” karar verilmiştir. Soruşturmaya konu hadisede bir askerin kediye eziyet etmesi ve sonrasında hakkında adli soruşturma başlatılması ve müteakiben hakimliğimize sorguya sevki ile hakimliğimizce bu yönde bir karar alınmıştır. Şöyle ki kamuoyuna da malolan hadise sonrası suç soruşturması mala zarar verme (TCK 151) ve bu anlamda hayvanlar yönünden mala zarar verme (TCK 151/2) suçu yönünden başlatılmıştır. Bu doğrultuda soruşturmaya konu suç tipi yönünde bir takdir ve tercih yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur. Erzincan C.Başsavcılığınca seçilen suç tipi mer’i mevzuatımızda açıkça hayvanlara karşı bir fiili cezai müeyyideye bağlayan TCK 151/2 olması cihetiyle bu nev’i bir tercihte bulunulduğu anlaşılmaktadır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” başlıklı 152 maddesi somut norm denetimini, kanunların Anayasaya aykırılığının mahkemelrce ileri sürülmesi usulü olan itiraz yolunu düzenlemiştir. İtiraz yoluna başvuracak olan mahkeme “Bir davaya bakmakta olan mahkeme” olarak ifade edilmiştir. İtiraza konu vakıa bakımından Hakimliğimiz esas hakkında yargılama yapan, hüküm veren bir mahkeme mahiyetinde olmayıp soruşturma safhasında tedbir mahiyetinde bir karar veren mahkemedir. Ancak görülmekte olan davanın görülmekte olan, devam eden yargılama olarak geniş manada yorumlanması ile yargılama ile ilgili usule veyahut esasa dair herhangi bir mevzuatın anayasaya aykırılığı ileri sürülebilecektir. Esasen usul kanunlarının yargılamada mahkemelerince itiraz yoluna konu edilebilmesi, keza kanunyolu mahkemelerinin itiraz usulüne müracaati dava mefhumunun yargılama olarak yorumlanması ve anlaşılması ile mümkün olmaktadır ki hukukumuzda anayasa yargısında da halihazırda ve öncesinde tatbikat bu yönde olup bu hususta bir tereddüt bulunmamaktadır. Hakimliğimizce itiraz konusu edilen mevzuat maddi hukuka ilişkindir, ancak maddi hukuka dair mevzuatın gerek devam eden soruşturmanın seyrini etkilemesi gerekse de normatif anlamda hayvanlara karşı işlenen fiilleri cezai müeyyideye tâbi kılması açısından görülmekte olan/devam eden yargılamaya ilişkin bir karar olarak esasa ve neticeye müessir olması itibari ile itiraz yolu ile anayasa mahkemesine taşınması ihtiyacı hasıl olmuştur. Elbette esasa girilmesiEsas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 2 halinde verilmesi muhtemel bir iptal kararı TCK’nun zaman bakımından uygulanma hükümleri bağlamında somut olay yönünden cezalandırılabilirme şartını ihtiva etmemekle beraber umumi bir uygulama teşkil etmesi bakımından hukuki yarar taşımaktadır. Gerek genel ceza kanunumuz olan 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, gerek hayvanlara ilişkin birtakım düzenlemeler ihtiva eden 4915 sayılı Kara Avcılığı Kanunu, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu gibi sair özel kanunlarda sahipsiz hayvanlara yönelik adli anlamda cezai müeyyide bulunammaktadır. 4915 ve 5199 sayılı Kanunlarda idari yaptırımlar düzenlenmiştir. Ancak konusu ve uygulama alanları bakımından sınırlı olmalarının yanısıra sahipli olmayan hayvanlara yönelik cezai müeyyide ihtiva etmemektedirler. Bu doğrultuda birden fazla mevzuatın bulunması ve genel ceza kanunmuzda açık bir hükmün bulunmamsı hsuusları müştereken nazara alındığında “sahipli” kelimesinin madde metninden çıkartılması halinde gerek ceza kanunu gerekse de diğer kanunlarda ilgili düzenlemeler yapılabilecektir. İtiraz ile ilgili usuli yönden bir diğer husus ise sorguda sevk maddesinin TCK 151/1 fıkrası olarak girilmiş olsa dahi cezai yönden uygulamanın TCK 152/2 hükmü delaleti ile 151/1 hükmü bakımından uygulanması münasebeti ile uygulanacak kanun hükmü bağlamında açıkça zikredilmese dahi esas itibari ile değerlendirilmesi gereken hükmün hayvan tabirini ihtiva etmesi dolayısıyla TCK 151/2 hükmü olduğu sonucuna varılmıştır. 2 ) ESASA İLİŞKİN AÇIKLAMALAR: Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Erzincan Sulh Ceza Hakimliğine sevk edilen şüpheli … 03.12.2017 tarihinde Erzincan orduevinde çekilen ve sosyal medyaya yansıyan görüntülerinde yavru bir kediye akıl almaz işkenceler yaptığı, kimseye zararı olmayan bir hayvanı acımasızca ve işkenceye tabi tutarak öldürdüğü anlaşılmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda sadece ‘sahipli’ hayvanlara karşı yapılan haksız fiiller 151/2. madde kapsamında cezalandırıldığı için kedi, köpek gibi ‘sahipsiz’ olan, ayrıca mahiyeti gereği kamu malı statüsünde kabul edilebilecek olan sokak hayvanlarına karşı yapılan haksız fiillerin bu kanun korumasından yararlanıp yararlanmayacağı tereddüte yol açmakta olup, ayrıca Kanun’da geçen ‘sahipli’ ibaresinin Anayasamızın 2. maddesine, bu doğrultuda Hukuk Devleti ilkesine, Eşitlik İlkesine, Hayvan Hakları Evrensel beyannamesine aykırı olduğu ve kanundaki madde metninden çıkarılması gerektiği düşünülmektedir. 1 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 151. maddesi şu şekildedir: Mala zarar verme Madde 151 (1) Başkasının taşınır veya taşınmaz malını kısmen veya tamamen yıkan, tahrip eden, yok eden, bozan, kullanılamaz hale getiren veya kirleten kişi, mağdurun şikayeti üzerine, dört aydan üç yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. (2) Haklı bir neden olmaksızın, sahipli hayvanı öldüren, işe yaramayacak hale getiren veya değerinin azalmasına neden olan kişi hakkında yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır. 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nda sahipsiz hayvan şu şekilde tanımlanmıştır:Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 3 Sahipsiz hayvan; “Barınacak yeri olmayan veya sahibinin ya da koruyucusunun ev ve arazisi dışında bulunan ve herhangi bir sahip veya koruyucunun kontrolü ya da doğrudan denetimi altında bulunmayan evcil hayvan” 5199 sayılı Yasanın 4 (c) maddesinde; “Bütün hayvanlar eşit doğar ve bu Kanun hükümleri çerçevesinde yaşama hakkına sahiptir” 4 (j) maddesinde; “Yerel Yönetimlerin, gönüllük kuruluşlarca işbirliği içinde, sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların korunması için hayvan bakımevleri ve hastaneler kurarak onların bakımlarını ve tedavilerini sağlamaları ve eğitim çalışmaları yapmaları esastır.” 5199 sayılı Yasanın 6. maddesinin 4. fıkrasında “Sahipsiz ya da güçten düşmüş hayvanların, 3285 sayılı Hayvan Sağlığı Zabıtası Kanunu’nda öngörülen durumlar dışında öldürülmeleri yasaktır” 5199 sayılı Yasanın 16. maddesinin (a) maddesinde İl Hayvanları Koruma Kurulu’nun görevleri arasında “Hayvanların korunması ve kullanılmasında onların yasal temsilcisi olduğu” şeklinde düzenlemeler ihtiva etmektedir. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından 15 Ekim 1978 de Paris UNESCO evinde Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi İlan edilmiştir. Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi; 1. maddesinde; “Bütün hayvanlar biyolojik denge kavramı içerisinde var olmak bakımından eşit haklara sahiptir” 2. maddesinde; “Bütün hayvanlar saygı gösterilme hakkına sahiptir” düzenlemeleri ile hayvanı insanlar gibi hak sahibi varlıklar olarak kabul etmiştir. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası metinler, her türlü hukuksal kuralın üzerinde yer alır. Hukukta genel olarak anayasa, normlar piramidinin en üstünde gösterilir. Ancak anayasa dahi insanlık ailesinin kabul ettiği temel hak ve özgürlüklere aykırı düzenlemeler içeremez. Bu yaklaşımı ile Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi incelendiğinde, Hayvanların aynı insanlar gibi hak sahibi olabileceği anlaşılmaktadır. Bu düzenleme hayvanın kendine özgü bir hak ehliyetine ve daimi muhafaza ve korumaya sahip olduğunu kabul etmektedir. Bildirgenin 5. maddesinin 1 ve 2. fıkralarında; 1 Bir insanın desteğine ihtiyaç duyan her hayvan uygun besleme ve bakımı görme hakkına sahiptir. 2 Hiçbir koşul altında terk edilemez veya adil olmayan bir şekilde öldürülemezlerEsas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 4 düzenlemesi bulunmaktadır. Bu düzenleme insana, topluma ve bu anlamda kamuya desteğe ihtiyaç duyan hayvanı, besleme ve bakımını yapma yükümlülüğünü yüklemektedir. B 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90/son maddesi “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7.5.2004 5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır. Düzenlemesi içermektedir.” Tüm bu yasal hükümler değerlendirildiğinde aslında sahipli ya da sahipsiz hayvan ayrımı yapılmadan yasalar önünde tüm hayvanlara eşit muamele yapılması gerektiği ve kanunlar nezdinde aynı hukuki korumaya tabi tutulmaları gerektiği ortadadır. 3 Türk Ceza Kanunumuz’un 151/2. maddesinde geçen “sahipli” kelimesi açıkça T.C. Anayasası’nın 2. maddesindeki “hukuk devleti” ilkesine ve Anayasamızın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, “toplumun huzuruna” özellikle vurgu yapılarak, hukuk devletinin bu amaçla hareket etmesi öngörülmüştür. Toplumun huzurlu olması, hukuk devletinin varlık amacıdır. Çevre, toplumun ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamdır. Sokak hayvanları da bu çevrenin ve toplumun doğal bir parçasıdır. Anayasımızın 56. maddesinde herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık bir devlettir. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ve temel hak güvencelerinde korunan ortak değerdir denilerek, hukuk devleti tanımı yapılmıştır. 5199 sayılı Yasa hükümlerine bakıldığında aslında hiçbir hayvanın sahipsiz olmadığı “sahipsiz hayvan” tanımından aslında kontrolsüz hayvanların kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda “sahipli” hayvanın tanımı yapılmamıştır. Kanun’un 151. maddesinde korunan menfaat, mülkiyet hakkıdır. Bu maddede ile, hem kamunun mallarına hem de özel kişilerin mallarına verilen zararlar hukuki himayeden yararlandırılmaktadır. Doğal nitelikleri gereği herkesin doğrudan doğruya ortak yararlanmasına açık olan, tarıma elverişli olmayan kayalar, tepeler, dağlar, deniz, göl, nehir ve akarsu gibi genel sular. Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 5 kıyılar, ormanlar, doğal zenginlikler ve kaynaklar ile tarih, kültür ve tabiat varlıkları gibi mallar “sahipsiz kamu malları” olarak tanımlanmıştır. (Sadık Kırbaş, Devlet Malları, Adım Yayıncılık, Ankara 1988, s.18 29/ TBB Dergisi 2017) Türk Ceza Kanunun’un 152. maddesinin (a) fıkrasında açıkça “kamunun yararlanmasına ayrılmış “diğer eşya” denerek mala zarar verme suçunda kanun koyucunun sahipli ya da sahipsiz kamu malı ayrımı yapmadığı, sahipli veya sahipsiz kamu malına verilen zararları, mala zarar vermenin nitelikli hali olarak gördüğü ve bu kapsamda hukuki himayeden yararlandırdığı anlaşılmaktadır. Bu kabulden hareketle sözkonusu mefhum u muhalifinden yola çıkılacak olur ise sahipsiz kamu mallarına verilen zararların cezalandırılamayacağı sonucu ortaya çıkar ki bu kanunun amacı gözetildiğinde kabul edilebilir bir durum değildir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunumuzda, sahipli hayvanlara verilen zararlar 765 sayılı TCK’dan farklı olarak genel mala zarar verme kapsamında değerlendirilmiştir. Yukarıdaki “sahipsiz kamu malı” tanımına göre sokak hayvanları da sahipsiz kamu malıdır. Sokak hayvanları, belediyeler tarafından kısırlaştırılmakta, kamuya ait mikroçipi üzerlerinde taşımakta, belediyeler tarafından sağlık muayeneleri, bakımları yapılmakta, sokaklara bu hayvanlar için su, mama ve kulübe konulmakta, kamu kaynağından bu hayvanlara ciddi oranda harcama yapılmaktadır. Kanun’da geçen “sahipli” kelimesi, sokak hayvanlarının kamu malı olarak düşünülmesini engelleyerek ya da mahkemeler nezdinde hatalı bir algı yaratarak hayvanlara yapılan haksız fillerin farklı müeyyidelere tabi tutulmasına sebebiyet vermekte, bu da hem kamu vicdanını hem de hukuk güvenliğini zedelemektedir. Belediye tarafından sokağa konulan bir oturma bankına, yada belediye tarafından yere döşenen bir kaldırım taşına, yada karayolları tarafından konulan bir aydınlatma direğine bir haksız fiil sonucu verilen zarar, Türk Ceza Kanunu kapsamında şikayete bağlı olmadan soruşturup kovuşturulabiliyorken kanundaki ‘sahipli’ kelimesinin varlığı nedeniyle, kamu kaynağından para aktarılarak bakımı ve rehabilitasyonu yapılan sokak hayvanlara verilen zararlar ceza soruşturması ve kovuşturması dışında kalmaktadır. Bu da anayasamızda yer alan hukuk devleti ilkesine, hukuk güvenliği ilkesine, eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Sokak hayvanlarının kamu malı statüsünde değerlendirilmesi noktasında oluşan tereddütlerin ortadan kalkması, kamu malı olan sokak hayvanlarına yönelik haksız fillerin şikayete tabi olmaksızın soruşturup kovuşturulabilmesi için “sahipli” kelimesinin Türk Ceza Kanunu’nun 151/2. maddesi metninden çıkartılması netie ve kanaati hasıl olmuştur. Ayrıca, kamu malı olan sokak hayvanlarına, yabani hayvanlara karşı yapılan hak ihlallerinin sadece idari para cezası ile cezalandırılması, kamu vicdanında yaralar açmakta ve anayasal bir kavram olarak ta anayasada yer alan ‘’Toplumun huzurunu” bozmaktadır. Kanundaki sahipli/ sahipsiz hayvan ayrımının yarattığı güçsüze yönelen şiddet bir sarmal halinde yayılmakta, çocuğa ve kadına şiddet olarak çoğalmaktadır. Hukuk devletinin amaçlarından olan toplumun huzurunun sağlanması ve kamu vicdanının rahatlaması için Türk Ceza Kanunu’nın 151/2. maddesinde geçen “sahipli” kelimesinin yasadan çıkartılması gerekmektedir.Esas Sayısı : 2018/6 Karar Sayısı : 2021/60 6 3 ) NETİCE VE KANAAT: Yukarıdaki açıklamalar ve değerlendirmeler bağlamında hukukumuzdaki maddi mevzuat, konuyla ilgili uluslar arası sözleşmeler ve mer’i hukukumuzda sahipsiz hayvanlar yönünden kanuni ve hukuki himayenin ve de müeyyidelendirmenin temini maksadı ile TCK 151/2 hükmünde yer alan sahipli kelimesinin Anayasa’nın 2. maddesine, hukuk devleti ilkesine ve hayvanların da insanlar gibi hukuki korumadan yararlandırılabilmesi ve bir hak sujesi oldukları kanaati ile ilgili fasıllarda açıklandığı şekli ile Anayasa’nın 10. maddesine, eşitlik ilkesine, hayvan haklarına ilişkin uluslararası sözleşme hükümleri nazara alındığında Anayasa’nın 90. maddesine aykırılığı kanaati hasıl olmakla ilgili hüküm yönünden itirazen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1 ) 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 151/2 maddesi hükmünde yer alan “sahipli” ibaresinin Anayasaya aykırılığı hususunda görüşülmek ve karar verilmek üzere Anayasa'nın 152/1 hükmü gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 ) Anayasanın 152 maddesi gereğince itiraz müracaatından 5 ay süre ile durma ve yeniden ele alma ile ilgili olarak bir dava dosyası üzerinden itiraz başvurusu yapılmamış olduğundan DURMA VE YENİDEN ELE ALINMA HUSUSLARINDA KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, Mahiyeti itibari ile müessese doğrudan Anayasada öngörüldüğünden ve kanunyolu öngörülmediğinden kesin olarak karar verildi.”
2,113
Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 “… 19/06/2021 tarih 31516 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7327 sayılı “İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 21. maddesi ile; “2942 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir. “Geçici Madde 16 Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 4/11/1983 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiilî el konulması veya hukuki el atılması sebebiyle mülkiyet hakkından doğan taleplere dair bedel ve tazminata ilişkin davalarda verilen kararlar taşınmaz mal ile ilgili ayni haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takipleri kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulur.” düzenlemesi getirilmiş ise de; 04.02.2021 tarih 2019/89 Esas 2021/10 Karar sayılı Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinde; “Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 4/11/1983 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili el konulması veya hukuki el atılması sebebiyle mülkiyet hakkından doğan taleplere dair bedel ve tazminata ilişkin davalarda verilen kararlar taşınmaz mal ile ilgili aynı haklara ilişkin kararların icrasına ilişkin hükümlere göre yerine getirilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına dayanılarak başlatılan icra takipleri kesinleşmiş mahkeme kararı ibraz edilinceye kadar durdurulur.” ancak Anayasa Mahkemesinin 04.02.2021 tarih ve 2019/89 Esas 2021/10 Karar sayılı kararı ile bu hüküm “95. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilmektedir. Anayasa Mahkemesince, mahkeme kararlarını taraflardan birinin aleyhine sonuç doğuracak şekilde uygulanamaz hâle getiren düzenlemelerin bulunması veya mahkeme kararlarının icrasının herhangi bir şekilde engellenmesi, adil yargılanma hakkı kapsamındaki güvenceleri anlamsız kılabilecek nitelikte görülebilmektedir. Bu çerçevede, mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması, hukuk devleti ilkesinin ve adil yargılanma hakkının gereklerindendir (AYM, E.2018/108, K.2019/5, 13/2/2019, § 27). 96. 2942 sayılı Kanun’un geçici 14. maddesinin dava ve itiraz konusu kuralları, kamulaştırmasız el atmalardan dolayı kişiler tarafından açılmış bedele ve tazminata ilişkin davalarda verilen mahkeme kararlarının kesinleşmedikçe icraya konulamamasını ve başlatılan ve hâlen devam etmekte olan icra süreçlerine müdahale ederek bu süreçlerin kesinleşmiş mahkeme kararları ibraz edilinceye kadar durmasını öngörmektedir. Bu itibarla kurallar, kesinleşmemiş mahkeme kararlarına ilişkin icra takibinin başlamasına engel olma ve başlamış olan icra takiplerinin durmasına neden olmak suretiyle Anayasa’da öngörülen usule aykırı biçimde mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin telafi edilebilmesi amacıyla malik lehine hükmedilen bedel veya tazminata kavuşmanın gecikmesine neden olmaktadır. Açıklanan nedenlerle kurallar mülkiyet ve adil yargılanma hakkını sınırlamaktadır.Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 2 97. Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği belirtilmiştir. Anayasa’nın 36. maddesinde ise adil yargılanma hakkı için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanarak bu hakların sınırlandırılması da mümkündür. Ancak bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. 98. İcra takipleri yönünden kesinleşmiş mahkeme kararının varlığını arayan dava konusu kurallar, idarelerin yerine getirmekle görevli oldukları kamu hizmetleri için gerekli olan kaynakların korunmasını ve kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksaklıklara engel olunmasını amaçlamaktadır. Bu şekilde toplumsal yaşamın sürekli, düzenli ve sistemli şekilde sürdürülebilmesine katkı sunması beklenen kuralların kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik olarak mülkiyet ve adil yargılanma haklarına sınırlama getirdiği anlaşılmaktadır. 99. Ancak mülkiyet ve adil yargılanma haklarına getirilen sınırlamanın kamu yararı amacına dönük olması yeterli olmayıp ayrıca ölçülü olması da gerekir. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. 100. Dava ve itiraz konusu kuralların yukarda belirtilen idarelerin yerine getirmekle görevli oldukları kamu hizmetleri için gerekli olan kaynakların korunması ve kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek aksaklıklara engel olunması amaçlarına ulaşma bakımından elverişli ve gerekli olmadığı söylenemez. 101. Bununla birlikte dava ve itiraz konusu kuralların Anayasa’da kamulaştırma için öngörülmüş hükümlere uyulmaksızın fiili bir el atma niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan bedel ve tazminat alacaklarına ilişkin olduğu da gözetildiğinde fiili bir müdahale nedeniyle mülkiyet hakkı ihlâl edilmiş malikin bu zararının telafi edilmesi amacıyla hükmedilmiş bedel veya tazminat alacağına ilişkin mahkeme kararının icra takibine konu olabilmesi için kesinleşmiş olması şartını araması, malik lehine hükmedilen bedel veya tazminata kavuşmanın gecikmesine neden olmak suretiyle malike aşırı bir külfet yüklemekte ve kamu yararı ile kişisel yarar arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi malik aleyhine bozmaktadır. Bu yönüyle kuralların ulaşılmak istenen amaç ile orantılı olmadığı anlaşılmaktadır. 102. Mülkiyet ve adil yargılanma haklarının ölçüsüz biçimde sınırlandırılmasına neden olan maddenin ikinci cümlesinde yer alan dava ve itiraz konusu kural, alacağın tahsili sürecinin başlamasından sonra geçmişe etkili yasama tasarruflarıyla kararın uygulanma imkânını önemli oranda zorlaştırması yönüyle de devlete olan güven duygusunu zedelemekte ve hukuki güvenlik ilkesini ihlal etmektedir.” gerekçesi göz önüne alınarak anılan yasa hükmünün içerik itibariyle mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurduğu göz önüne alınarak 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca;Esas Sayısı : 2021/127 Karar Sayısı : 2022/85 3 (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa;(1) a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir.” düzenlemesi doğrultusunda mahkememizce Anayasaya aykırılık görülmesi nedeniyle 19/06/2021 Tarih 31516 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren 7327 sayılı “İcra ve İflas Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 21. maddesinin iptali hususunda; Gereği Bilgilerinize arz olunur.”
999
Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 1 I İPTAL DAVASI İLE İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A İptal davası dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'II. GEREKÇE 16.06.2010 Tarihli ve 5997 Sayılı Kanunun 14 üncü Maddesi ile Değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasının İkinci Tümcesinde Yer Alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' Sözcüklerinin Anayasaya Aykırılığı 5434 sayılı T. C. Emekli Sandığı Kanunun 89 uncu maddesinin 5997 sayılı Yasayla değişik birinci fıkrasının birinci tümcesinde, 'Hizmet sürelerinin tamamı bu Kanun ve/veya 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici 4 üncü maddesi kapsamında geçenlerden emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan asker ve sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak' verileceği belirtilmiştir. Fıkranın ikinci tümcesinde ise 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi' ödenir denilmiştir. Söz konusu ikinci tümcenin, 2829 sayılı Yasanın 12 nci maddesinin birinci tümcesinde yer alan, 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlara ve '' sözcüklerinin Anayasa Mahkemesi tarafından (05.02.2009 günlü, E.2005/40, K.2009/17 sayılı kararla) iptal edilmesi üzerine getirildiği ifade edilmektedir. Anayasa Mahkemesinin kararı 05.06.2010 günlü Resmi Gazetede yayımlanmış ve 1 yıl sonra yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Kural, 19.06.2010 günlü Resmi Gazetede yayımlanmış, boşluk doğmaması için de 5997 sayılı Yasanın 19 uncu maddesiyle 01.06.2010 günüde yürürlüğe girmesi kabul edilmiştir. 5434 sayılı Yasanın 89 uncu maddesinin değişik birinci fıkrasının ikinci tümcesi, 2829 sayılı Yasanın 12 nci maddesinin birinci tümcesinde yer alan ve Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlara ve '' sözcüklerinin yer aldığı kuralla, aşağıdaki karşılaştırmalı tabloda görüldüğü gibi aynı niteliktedir. Mülga 2829 sayılı Yasa'nın Anayasa Mahkemesince iptal edilen 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılan ve '' ibaresini de içeren 12 nci maddesinin birinci fıkrası şöyledir: 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılan ve kendilerine bu Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara, T.C. Emekli Sandığına tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenekEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 2 ödemek suretiyle geçen sürelerinin toplamı üzerinden, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir.' 5434 sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin, 5997 sayılı Yasayla değiştirilen birinci fıkrasının ikinci tümcesi şöyledir: 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir.' İki tümce arasındaki farklılıklar, yer aldıkları yasaların tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. a) İptal edilen düzenleme, 2829 sayılı Yasada yer almakta iken bu kez 5434 sayılı Yasaya yerleştirilmiştir. Bu nedenle de iptal edilen düzenleme 'son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılanlar' şeklinde tanımlama yaparken, 5434 sayılı Yasada yer alan yeni düzenleme doğal olarak, 'son defa bu kanun' şeklinde tanımlama yapmıştır. b) Yeni düzenlemede 5434 sayılı Yasayla birlikte, yine doğal olarak, 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışanlar sözcükleri kullanılmıştır. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, bu Yasaya gönderme gerekli hale gelmiştir ve 5510 sayılı Yasanın 5434 sayılı Yasaya ilişkin geçiş hükümlerini içeren geçici 4 üncü maddesine gönderme yapılmıştır. Geçici 4 üncü madde hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılanlar ile 5434 sayılı hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde iken emekliye ayrılanlar aynı statüdedir. Bu teknik farklar dışında, her iki kuralın da anlam ve kapsamı aynıdır. 2829 sayılı Yasa'nın 12 nci maddesinin birinci fıkrasına göre emekli ikramiyesi ödenebilmesi için, son defa T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılma ve kendilerine 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlanma koşullarını taşımak gerekmektedir. Bu koşulları taşıyanlara, T.C. Emekli Sandığına tabi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerin toplamı üzerinden 5434 sayılı Yasa hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenecektir. Bu koşullarla birlikte 5434 sayılı Yasa'nın 89 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki 'her tam fiili hizmet yılı için, hesaplanacak tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir' hükmü gereğince emekli ikramiyesi alabilmek için, T.C. Emekli Sandığına tabi görevlerde en az bir yıl çalışmış olmak da gerekmektedir. 5997 sayılı Yasayla değiştirilen yeni kuralda da aynı şekilde son defa 5434 sayılı Yasa veya 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi görevlerden emekliye ayrılma söz konusudur. 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesinin birinci fıkrasına göre, birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden ilgililere, son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumca, hizmet sürelerinin eşit olması halinde ise eşit hizmet sürelerinden sonuncusunun tabi olduğu kurumca, kendi mevzuatına göre aylık bağlanacaktır.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 3 Sonuç olarak yeni düzenlemede de, bir yıldan fazla 5434 sayılı Yasa kapsamında görev yaptıktan sonra kamu dışında bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olarak çalışmalarını tamamlayıp 2829 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi uyarınca yaşlılık aylığı bağlananlara, son defa 5434 sayılı Yasaya veya 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi bir görevden emekliye ayrılma koşulunu taşımadıklarından Emekli Sandığına tabi olarak yaptıkları çalışma süreleri için emekli ikramiyesi yine ödenmeyecektir. Anayasanın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasanın 10 uncu maddesindeki 'kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 2829 sayılı Yasa'da benimsenen sistemle, farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı halde, itiraz konusu ibareyle son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tabi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasaya ve 5510 sayılı Yasanın geçici 4 üncü maddesine tabi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesini öngören kuralın, daha önce iptal edilen kuralda olduğu gibi, Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine ve adil sonuçlar doğurmadığından 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılığı devam etmektedir. Ancak, Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince, yasama organı yapacağı düzenlemelerle daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak biçimde yasa çıkarmamak, Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Başta yasama organı olmak üzere yargı ve yürütme, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Gerekçeleriyle birlikte kararlar, yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Bu nedenle, yasama organı düzenlemelerde bulunurken, iptal edilen yasaya ilişkin kararların sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla, sözcükleri ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa çıkarılması, Anayasanın 153 üncü maddesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinde, yasama organını da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde hukukun ve Anayasanın mutlak egemenliği vardır. Yasakoyucu her zaman hukukun ve Anayasanın üstün kuralları ile bağlıdır. Anayasal denetimde bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. Bu nedenle de Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesine yer verilmiştir. Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralın yeniden yasalaştırılmasına Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasındaki bağlayıcılık ilkesi engeldir. Yasama organının iptal edilen kuralın aynını veya benzerini yasalaştırması durumunda AnayasaEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 4 Mahkemesi kararlarının etkinliği ortadan kaldırılarak yasaların yargısal denetimi anlamını yitirir. Bir yasa kuralının, Anayasanın 153 üncü maddesine aykırılığından söz edilebilmesi için, iptal edilen önceki kural ile 'aynı' ya da 'benzer nitelikte' olması gerekir. Bunların saptanabilmesi ise öncelikle, aralarında 'özdeşlik', başka bir deyişle, amaç, anlam ve kapsam yönlerinden 'benzerlik' olup olmadığının incelenmesine bağlıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasanın üstünlüğü ilkesi karşısında, iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile geçerlilik sağlanamaz. Anayasa Mahkemesi'nin önceki kararının etkisini ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme olduğu duraksamaya yer vermeyecek kadar açık olan dava konusu sözcükler, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen daha önceki kuralla aynı içerikte olduğundan Anayasanın 153 üncü maddesine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 16.06.2010 tarihli ve 5997 sayılı Kanunun 14 üncü maddesi ile değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' sözcükleri Anayasanın 153 üncü maddesine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 16.06.2010 tarihli ve 5997 sayılı Kanunun 14 üncü maddesi ile değiştirilen 5434 Sayılı Kanunun 89 uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan 'Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve '' sözcükleri Anayasanın 153 üncü maddesine aykırı olduğundan iptaline karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' B İtiraz başvurusu kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Dava dosyasının incelenmesinden; 5434 sayılı Kanun'a tâbi hizmetleri bulunmakta iken 14/11/2000 tarihinde görevine son verilen, SSK'ya tâbi olarak görev yaptıktan sonra 2829 sayılı Kanun'un 8'inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden 01/06/2008 tarihinden itibaren SSK'ca yaşlılık aylığı bağlanan davacı tarafından, 5434 sayılı Kanun kapsamında Emekli Sandığı'na tâbi olarak geçen hizmet sürelerine tekabül eden emekli ikramiyesinin ödenmesi talebiyle idareye yaptığı başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. 24/05/1983 gün ve 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tâbi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun'un 12'nci maddesinin birinci fıkrasında 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılan ve kendilerine bu Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara, T. C. Emekli Sandığına tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerinin toplamı üzerinden, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir' hükmü bulunmakta iken, anılan hükmün 'Son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılan ve ' şeklindeki ibaresi, 05/06/2009 gün ve 27249 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan Anayasa Mahkemesi'nin 05/02/2009 gün ve E:2005/40, K:2009/17 sayılı kararı ile iptal edilmiş ve iptal hükmünün kararın Resmî Gazete'deEsas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 5 yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra (05/06/2010 tarihinde) yürürlüğe girmesine karar verilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin bahsi geçen iptal kararının gerekçesinde; '2829 sayılı Yasa'nın 12. maddesinin birinci fıkrasına göre emekli ikramiyesi ödenebilmesi için, son defa T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılma ve kendilerine 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlanma koşullarını taşımak gerekmektedir. Bu koşulları taşıyanlara, T.C. Emekli Şandığına tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen sürelerin toplamı üzerinden 5434 sayılı Yasa hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenecektir. Bu koşullarla birlikte 5434 sayılı Yasa'nın 89. maddesinin birinci fıkrasındaki 'her tam fiili hizmet yılı için, hesaplanacak tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir.' hükmü gereğince emekli ikramiyesi alabilmek için, T.C. Emekli Sandığına tâbi görevlerde en az bir yıl çalışmış olmak da gerekmektedir. 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesinin birinci fıkrasına göre, birleştirilmiş hizmet süreleri toplamı üzerinden ilgililere, son yedi yıllık fiili hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan kurumca, hizmet sürelerinin eşit olması hâlinde ise eşit hizmet sürelerinden sonuncusunun tâbi olduğu kurumca, kendi mevzuatına göre aylık bağlanacaktır. 1475 sayılı İş Kanunu'nun 14. maddesinin dördüncü fıkrasında 'T.C. Emekli Sandığı Kanunu ve Sosyal Sigortalar Kanununa veya yalnız Sosyal Sigortalar Kanununa tâbi olarak sadece aynı ya da değişik kamu kuruluşlarında geçen hizmet sürelerinin birleştirilmesi suretiyle Sosyal Sigortalar Kanununa göre yaşlılık veya malûllük aylığına ya da toptan ödemeye hak kazanan işçiye, bu kamu kuruluşlarında geçirdiği hizmet sürelerinin toplamı üzerinden son kamu kuruluşu işverenince kıdem tazminatı ödenir.' hükmüne yer verilmiştir. Yukarıdaki düzenlemelere göre, farklı sosyal güvenlik kurumlarındaki hizmet, sürelerinin birleştirilmesiyle 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi gereğince son yedi yıllık hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olması nedeniyle Sosyal Sigortalar Kurumunca aylık bağlanması hâlinde, aynı veya farklı kamu kuruluşlarında, gerek Emekli Sandığına, gerekse Sosyal Sigortalar Kurumuna tâbi olarak geçmiş olsun, anılan kamu kuruluşlarında geçen toplam hizmet süreleri üzerinden son kamu kuruluşu işveren tarafından ilgiliye kıdem tazminatı ödendiği; son yedi yıllık hizmet süresi içinde fiili hizmet süresi fazla olan Emekli Sandığınca aylık bağlanması hâlinde ise son defa Emekli Sandığına tâbi bir görevden emekliye ayrılmayan ilgiliye, emekli ikramiyesi ödenmediği, yalnızca kamuda işçi olarak geçen süreye karşılık kıdem tazminatı ödendiği anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, bir yıldan fazla 5434 sayılı Yasa kapsamında görev yaptıktan sonra kamu dışında bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olarak çalışmalarını tamamlayıp 2829 sayılı Yasa'nın 8. maddesi uyarınca yaşlılık aylığı bağlananlara da, son defa Emekli Sandığına tâbi bir görevden emekliye ayrılma koşulunu taşımadıklarından Emekli Sandığına tâbi olarak yaptıkları çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 6 Anayasa'nın 10. maddesindeki 'kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 2829 sayılı Yasa'da benimsenen sistemle, farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı hâlde, itiraz konusu ibareyle son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasaya tâbi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesi, Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, adil sonuçlar doğurmadığından 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Bu nedenle itiraz konusu ibare Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' ifadelerine yer verilmiştir. Bu gerekçeye göre; farklı sosyal güvenlik kuruluşlarındaki hizmet süreleri birleştirilerek emekli olanlara yaşlılık aylığı bağlandığı hâlde, son defa bağlı olunan sosyal güvenlik kurumuna göre ayırım yapılarak Emekli Sandığına tâbi görevlerden emekliye ayrılmayanlara, 5434 sayılı Yasa'ya tâbi çalışma süreleri için emekli ikramiyesi ödenmemesi, Anayasa'nın 10'uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, adil sonuçlar doğurmadığından 2'nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesinin ilgili ibaresinin Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilmesi nedeniyle doğan hukukî boşluğun doldurulması amacıyla çıkarılan ve 01/06/2010 tarihinden itibaren yürürlüğe konulan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrası değiştirilerek 'Hizmet sürelerinin tamamı bu Kanun ve/veya 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun geçici 4 üncü maddesi kapsamında geçenlerden emekli, adi malûllük veya vazife malûllüğü aylığı bağlanan veyahut toptan ödeme yapılan asker ve sivil tüm iştirakçilere, her tam fiili hizmet yılı için aylık bağlamaya esas tutarların bir aylığı emekli ikramiyesi olarak verilir. Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve kendilerine mülga 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tâbi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanunun 8 inci maddesi uyarınca birleştirilen hizmet süreleri üzerinden aylık bağlananlara ise, bu Kanuna tâbi daire, kuruluş ve ortaklıklarda prim veya kesenek ödemek suretiyle geçen hizmet sürelerinin toplamı üzerinden bu madde hükümlerine göre emekli ikramiyesi ödenir. Mülga 2829 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi ile üçüncü fıkrasının son cümlesinin bu maddeye aykırı hükümleri uygulanmaz' hükmü getirilmiştir. Görüldüğü üzere; 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesinin ilgili ibaresinin iptali nedeniyle 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrasında yapılan yeni düzenlemede de, birleştirilen hizmet sürelerinden Emekli Sandığı'na tâbi hizmet süreleri için emekli ikramiyesinin ödenebilmesi için 'son defa 5434 sayılı Kanun veya (5434 sayılı Kanun'a ilişkin geçiş hükümlerini içeren) 5510 sayılı Kanun'un geçici 4'üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılma' koşulu aranmıştır. Dolayısıyla; eşitlik ve hukuk devleti ilkelerini zedelediği için Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 2829 sayılı Kanun'un 12'nci maddesi ile 5434 sayılı Kanun'un 89'uncu maddesinin birinci fıkrasında yapılan yeni düzenlemenin doğurduğu hukukî sonuçlar aynıdır.Esas Sayısı : 2010/81 Karar Sayısı : 2011/78 7 Bu durum; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının gerekçesinde belirtilen eşitlik ve hukuk devleti ilkeleri açısından Anayasa'ya aykırılığı devam ettirdiği gibi, iptal hükmünün hukuksal sonuçlarını ortadan kaldıran yeni bir yasal düzenleme yapılmasının, aynı zamanda Anayasa'nın 138'inci maddesinin son fıkrasında yer verilen 'Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.' hükmüne de aykırı düşmektedir. Bu durumda; (19/06/2010 gün ve 27616 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile değişik) 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun hâlen yürürlükte bulunan 89'uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin ' Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve ' şeklindeki ibaresinin, Anayasa'nın 2'nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi ile 10'uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine ve 138'inci maddesinin son fıkrası hükmüne aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan Kanun hükmünün iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması gerekmiştir. Açıklanan nedenlerle; Anayasa'nın 152'nci maddesi uyarınca bakılmakta olan davada uygulanacak olan (19/06/2010 gün ve 27616 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 5997 sayılı Kanun'un 14'üncü maddesi ile değişik) 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun hâlen yürürlükte bulunan 89'uncu maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin ' Son defa bu Kanun veya 5510 sayılı Kanunun geçici 4 üncü maddesi hükümlerinin uygulanmasını gerektiren görevlerde çalışmakta iken emekliye ayrılan ve ' şeklindeki ibaresinin Anayasa'nın 2, 10 ve 138'inci maddelerine aykırı olduğu kanaatiyle, anılan ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, Anayasa Mahkemesi'nin konu hakkında vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, beş ay içinde bir karar verilmezse davanın yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, kararın birer örneğinin taraflara tebliğine, işbu kararla birlikte dava dosyası ve içeriği evrakın çıkarılacak birer onaylı örneğinin Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, 21/09/2010 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'
3,015
Esas Sayısı : 2004/11 Karar Sayısı : 2004/93 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “ Anayasanın 4709 sayılı Kanun ile değişik 36. maddesi “Herkes meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre sanık konumunda bulunan kişilerin mahkeme önünde savunma yapma ve adil yargılanma hakkı bulunmaktadır. Savunma hakkı, Anayasa'nın Kişinin Hakları ve Ödevleri'ni belirleyen bölümünde yer alan temel haklardandır. Savunma hakkı yargılama işlevinin de ayrılmaz bir parçasıdır. Sanık, ceza yargılamasında suçlu olduğu sanılan, yoğun kuşku altında bulunan kimsedir. Bu kuşkunun giderilmesi ve sanığın suçlu da olsa yasada gösterilen cezadan daha fazla cezalandırılmaması gerekir. Savunma hakkı adil yargılamanın vazgeçilemez bir koşuludur. Anayasanın 4709 sayılı Kanunla değişik 13. maddesi “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna demokratik toplum düzeninin ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmünü içermektedir. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununa 4949 sayılı Kanunun 100. maddesiyle eklenen 352/a maddesi “Bu konuda yazılı olup cezasının üst sınırı altı aya kadar hafif hapis veya bunlardan biri veya ikisi olan suçların failleri hakkında duruşma yapılmaksızın ceza kararnamesiyle karar verilebilir. Şikayet dilekçesini veya dava beyanını alan Tetkik Mercii, işin ceza kararnamesiyle sonuçlandırılabileceği kanısına varırsa 349 uncu madde hükmünü uygulamaz. Bu takdirde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 386 ncı maddesinin ikinci fıkrası, 387, 388, 389 uncu maddeleri ve 390 ıncı maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile 391 inci maddesi hükümleri uygulanır. Tetkik mercii şikayet konusu ile ilgili dosyayı sanığın nüfus kayıt örneğini ve sabıka kaydını getirtir. Hakim, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunun 388 inci maddesinin birinci fıkrasında belirtilen hususlara ek olarak borcun ödenmesi halinde 354 üncü maddeye göre bütün sonuçlarıyla birlikte cezanın düşeceği hususunu ceza kararnamesine yazar. Hafif hapis cezası içeren ceza kararnamesine itiraz halinde bu kanun hükümlerine göre yargılama yapılır. Ceza kararnamesiyle sadece para cezasına hükmolunduğu hallerde itiraz, tetkik merciinin yargı çevresinde bulunduğu Ağır Ceza Mahkemesi başkanı tarafından incelenir. İtiraz dilekçesinin verilmesi, aleyhine itiraz olunan ceza kararnamesinin yerine getirtilmesini durdurur. Hakim evrak üzerinde yapacağı inceleme sonunda itirazı yerinde görürse itiraz konusu hakkında karar verir. İtiraz üzerine verilen karar kesindir hükmünü, CMUK'nun 386/2. fıkrası “Bu ceza kararnamesi ile ancak hafif veya ağır para cezasına veya nihayet üç aya kadar hafif hapis veya bir meslek ve sanatın icrasının tatiline veya müsadereye yahut bunlardan birEsas Sayısı : 2004/11 Karar Sayısı : 2004/93 2 kaçına veya hepsine”, CMUK'nun 388. maddesi ise “Ceza kararnamesi, tertip edilmiş olan cezadan başka işlenmiş olan suçu, tatbik edilen kanun maddelerini, sübut delillerini ve kararnamenin tebliği tarihinden itibaren sekiz gün içinde Sulh Mahkemesine bir dilekçe takdimi veya bu hususta bir tutanak yapılmak üzere mahkeme katibine yapılacak bir beyan ile itiraz olunabileceği ve aksi halde ceza kararnamesinin icra edileceğini ihtiva eder. Bu tutanak hakime tasdik ettirilir. Mahkum, müddet bitmeden evvel itirazından vazgeçebilir” kuralını içermektedir. Kanun maddelerinden de anlaşılacağı üzere hakim, ceza kararnamesiyle sanığı cezalandırırken duruşma açmamakta, sanığı iddiadan haberdar etmemekte ve bir nevi yargılama yapmadan cezalandırmaktadır. CMUK'nun 387. maddesi gereğince hakim duruşma açabilir ise de bu hakimin takdirine bırakılmış ve duruşma açmadan da karar verilebileceği kabul edilmiştir. Aslında ceza kararnamesiyle bir sanığın cezalandırılması Anayasanın 13. maddesinde belirtilen bir sınırlandırma değil, bir hakkın ortadan kaldırılmasıdır. Yukarıda belirtilen sebeplerden dolayı; A) Mal beyanında bulunmama suçundan açılmış olan bu davada uygulanacak olan 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununa 4949 sayılı Kanunun 100. maddesiyle eklenen 352/a ve Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 386/2 fıkrasının ve 388. maddesinin Anayasanın 13. ve 36. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından iptallerine karar verilmesi için Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına karar verildi”
610
Esas Sayısı:1978/11 Karar Sayısı:1978/14 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : 2279 Sayılı Ödünç para verme işleri kanununun 17. maddesinin 1. fıkrası (tefecilik edenlerle, Bakanlar kurulu tarafından tesbit edilen herhangi bir fiil ve harekette bulunanlar veya alınacak faiz nisbeti hususunda hükümetçe ittihaz olunacak terfi re kararlara her ne surette olursa olsun aykırı hareket edenler 6 Aydan seneye kadar hapis cezası ile birlikte temin ettikleri menfaatlerin 5 misli ağır para cezası ile) cezalandırılacağını ve aynı kanunun 17. maddesinin 4. fıkrası (Mezkur suçları hükmü şahsiyeti haiz bir teşebbüs tarafından işlenmesi halinde para cezaları bu teşekkül, diğer cezalar ise idare mecilis veya irade komitesi reis ve azalarından ve imzaları ile o müesseseyi ilzama selahiyetli müdür veya memurlardan cezai müstelsil fiili işlemiş veya buna iştirak etmiş veya buna emir vermiş olanlara) uygulanacağını bildirmiş olup 2279 sayılı kanunun 17. maddesinin 4. bendinde para cezalarını teşekküle diğer cezaların teşekkülün sorumlularına uygulanacağına dair isteğinin Anayasamız'ın 33. Maddesinin 5. fıkrasındaki (Ceza sorumluluğu şahsidir.) prensibine aykırı olduğu sanık müdafileri tarafından iddia edilmiş ve bu iddia mahkememizcede ciddi bulunmuştur.
168
Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 1 “ 07/02/2017 tarihli ve 29972 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 686 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 06/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 7086 sayılı “Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun” ile olağanüstü hal kapsamında ihtiyaç duyulan bazı tedbirlere yönelik düzenlemeler yapılarak; terör örgütleri veya milli güvenliğe karşı yapı, oluşum ve gruplarla üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan ve Kanun Hükmünde Kararnameye ekli listede belirtilen kamu görevlilerinin ihraç edilmesi ve bunlar hakkında uygulanacak tedbirlerin düzenlenmesi, terör örgütleriyle bağlantısı nedeniyle ihraç edilen ancak yapılan inceleme sonucunda bu örgütlerle bağlantılı olmadığı tespit edilen ve ekli listede belirtilen kişilerin kamu görevine iade edilmesi, benzer şekilde öğrencilikle ilişikleri kesilenlerin ilgili listelerden çıkarılması ve haklarındaki tedbirlerin kaldırılması, emekli Emniyet Genel Müdürlüğü personelinden FETÖ/PDY terör örgütüne aidiyet, iltisak ve irtibatı olanların rütbelerinin ve polis kimliklerinin alınması ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle kamu görevinden ihraç edilenlere uygulanan yaptırımlara tabi tutulması, adli soruşturma kapsamında kayyum atanan şirketlerde, ortaklık pay ve haklarına ilişkin olarak soruşturmanın başladığı tarihten bu Kanun Hükmünde Kararnamenin yayımlandığı tarihe kadar şirket ortakları tarafından yapılmış olan devir ve temlik işlemlerinin muvazaalı kabul edilerek geçersiz sayılması ve ticaret sicilinden resen terkin edilmesi amaçlanmıştır. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHK’si olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle “yokluk” iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkılarak olağanüstü halin süresini ve kapsamını aşacak şekilde tedbirler alınarak anayasal yetkilerini tamamen aşarak bireylerin temel hak özgürlüklerine ömür boyu müdahale edecek şekilde kalıcı işlemler yapmıştır. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna, olağanüstü hal süresini aşan, kalıcı nitelikte ve temel hak ve özgürlüklere müdahale yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, yargı organlarına ve idareye tanınan yetkilerin açıkça gaspı anlamınaEsas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 2 gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHK’lardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğul’un deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMM’ce Onaylanması” Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasa’nın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasa’nın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHK’lar ile yapılacak düzenlemelerle olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38).Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 3 Öncelikle Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre “119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir”. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasası’nda düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHK’larla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, “Anayasa Mahkemesi ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durduran düzenlemeler doğrudan OHAL KHK’ları ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHK’sı ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHK’sı ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHK’ları ile temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasa’nın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHK’ları ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasa’nın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular”da çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Anayasa Mahkemesine göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHK’lere Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkçaEsas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 4 göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).” Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması, bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, “… olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamaz.” (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasa’nın 6. maddesindeki “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki “… Kuvvetler ayırımının, … belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHK’leri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHK’si adı altında, bireylerin hukuki statüsünü kalıcı olarak değiştiren birel işlem niteliğinde düzenleme yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça yargısal yetkinin ve bireysel işlem yapma yetkisinin gaspı anlamına gelir. KHK çıkarma yetkisi her ne kadar yürütme organına tanınmış ise de özünde bir yasama yetkisidir ve yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesinin (Anayasa m. 7)Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 5 anayasadan kaynaklanan bir istisnasını oluşturmaktadır. Ne var ki bu, KHK çıkarma yetkisinin genel, düzenleyici, kural işlemler için kullanılması gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Yürütme organı KHK çıkarırken geçici olarak yasama yetkisi kullanmaktadır ve bir KHK’nin nitelik olarak kanunlara benzemesi kaçınılmazdır. Yasama organının bireysel işlemler niteliğinde kanun çıkaramayacağı doktrinde kabul edilmektedir (Ergun Özbudun, s. 202). Bir kuralın somut olguya uygulanması niteliğindeki bireysel işlemlerin, kural işlem şeklinde yapılması yetki gaspı anlamına gelir. Daha sonra TBMM tarafından onaylanarak yasalaşan (6749 sayılı Kanun) 667 sayılı KHK’nin 4. maddesinde bu işlemlerin hangi kurumlar tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Yasa ile kurumlara tanınan yetki, yasanın uygulanması şeklindeki bireysel işlemlerin geçici yasama yetkisi kullanan Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca OHAL KHK’sı şeklinde kullanılmıştır. Yukarıda açıklandığı gibi bu yola sırf söz konusu işlemleri yargı denetimi dışına çıkarmak amacıyla başvurulmuştur. Bu kötü niyetli ve yetkisiz işlem Anayasa’nın 121 maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, “yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” hükmünü içeren Anayasa’nın 8. maddesine de aykırıdır. Bir bireyin terör örgütüne üye olup olmadığına karar verme yetkisi yargısal bir yetki olduğu gibi bir yapının ya da oluşumun terör örgütü olduğuna karar vermek de yargısal bir yetkidir. Yokluğunun tespiti talep edilen dava konusu düzenleme “Fonksiyon Gaspı” suretiyle yargı organının yerine geçerek ek listedeki tüzel ve özel kişilerin terör örgütü üyesi vd. olduğuna hükmetmektedir. Aynı şekilde Anayasa Md. 118’de düzenlenen Milli Güvenlik Kurulunun icrai yetkilere sahip olmadığını, sadece tavsiye niteliğinde kararlar alma yetkisiyle donatıldığını hatırlatmak gerekir. Ne var ki, 8 Mart 2018 tarihinde yayınlanan Kanunlara ekli ihraç listeleri terör örgütü üyeliği, vd suçlarından hüküm kurma yetkisini MGK’ya vermektedir. Yani MGK tarafından terör örgütü olduğuna karar verilen yapı ve oluşumlarla ilişkili kişilerin kamu görevinden çıkarılmasını ve diğer yaptırımlara tabi tutulmasını, aynı durumdaki kurumların ise kapatılmasını öngörmektedir. Kısaca MGK yargı organının yerine geçerek işlem yapmış ve hangi oluşumların terör örgütü olduğuna karar vermiştir. (Oysa, MGK’nun OHAL ilanı için yaptığı tavsiye kararı, OHAL’in anayasal çerçevesine vurgu yapıyor ve kamuoyu ile CB tarafından paylaşılıyordu:“MGK üyeleri olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme sonunda terör örgütünün bertaraf edilebilmesi için anayasamızın 120. Maddesi uyarında OHAL ilan edilmesini hükümete tavsiye etme kararı aldık. Bakanlar Kurulumuz da Türkiye’de 3 ay OHAL ilan edilmesi kararını aldı. Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir” (CB, 20 Temmuz 2016). Diğer taraftan dava konusu düzenleme ağır ve bariz yetki tecavüzü içermektedir. Anayasanın 130. maddesine göre “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” Buna rağmen dava konusu düzenleme ile çok sayıda öğretim elemanı görevden uzaklaştırılmıştır. Anayasanın üniversitelerin yetkili organlarına tanıdığı yetki Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafında kullanılmıştır ve bu ağır ve bariz yetki tecavüzü fonksiyon gaspı sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda Anayasanın açık hükümleri yok sayılarak bireysel temel hak ve özgürlüklere müdahale edilerek fiili yol oluşturulmuştur. Anayasanın 15., 121. ve 130. maddelerinin açık bir şekilde yasakladığı müdahalelerin yapılması hukukun ve anayasanınEsas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 6 askıya alınması, dolayısıyla hukuk devletinin tamamen reddi anlamına gelmektedir. Bu Anayasanın kuvvetler ayrılığını düzenleyen Başlangıcına, hukuk devletini güvence altına alan 2. maddesine devlet yetkilerinin anayasadan kaynaklamasını öngören 6. maddesine, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini düzenleyen 7., 8., ve 9. maddelerine, anayasanın üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesinin de hiçe sayılması anlamına gelmektedir. Aşağıda açıklanacağı gibi bu aslında anayasanın fiilen askıya alınması ve anayasasızlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının, geçici yasama yetkisi kullanan yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla fonksiyon gaspı suretiyle yapılan işlemler yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 8., 9., 11., 15., 121. ve 130. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir OHAL KHK’lerinin hazırlanması ve çıkarılması sürecindeki şekil eksikliklerinin özellikle de işlem yapma iradesinin oluşup oluşmadığını Anayasa Mahkemesi’nin değerlendirmesi gerekir. Bilindiği üzere, OHAL KHK’leri için gerekli olan şekil ve usul koşulları Anayasa’nın 121. Maddesinde belirtilmektedir. Buna göre: 1. Kararnameler, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılmalıdır. 2. Kararnameler, Resmî Gazete’de yayımlanır. 3. Kararnameler aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. 4. Kararnamelerin TBMM tarafından onaylanmasına ilişkin süre ve usul, İçtüzükte belirlenir. 5. İçtüzüğün 128’inci maddesine göre ise, TBMM olağanüstü hâl KHK’lerini otuz gün içinde görüşüp sonuçlandırır.Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 7 KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHK’lerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHK’nın kapsamının genişliği ve ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHK’lere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırım’dan gelmiştir: “Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. …Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık.” Yine aynı doğrultuda Yıldırım’ın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. “Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal. Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.. İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHK’lerin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazete’de farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 8 683, 684 ve 685 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHK’lerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHK’lerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocak’tan sonraki kararnamelere ilişkin “Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız” dedi Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor” Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırım’ın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHK’nın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kâğıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHK’larını çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasa’nın 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasa’ya göre “Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.”(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHK’lerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun hukuki ve siyasi açıdan KHK’lerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulu’nun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHK’lara eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHK’ların altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHK’ler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir.Esas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 9 Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasa’nın 121. maddesine göre OHAL KHK’larının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İç Tüzüğü’nün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.” Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHK’ların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHK’lar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMM’ce onaylanmayan OHAL KHK’larının “idari işlem” olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHK’larının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHK’ların OHAL KHK’sı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMM’ce onaylanmamış olan OHAL KHK’larının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk NedenleriEsas Sayısı : 2018/52 Karar Sayısı : 2018/71 10 Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHK’ları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söyleneme
4,084
Esas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 1 “18. 10.1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu düzenlenmiştir. Hukuk devletinin bir gereği olan hukuki güvenlik ilkesi, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164) Hukuk devleti ilkesi ve ceza hukukunun temel ilkeleri arasında yer alan ne bis in idem ilkesinin yer aldığı Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi’ne ek 7 no.lu Protokol 08.04.2016 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 28.3.2016 tarihli ve 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanmış ve 01.08.2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz yönünden de 01.08.2016 tarihi itibarıyla Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek 7 no.lu Protokolün içerdiği hak ve güvenceler Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi’ne ek hak ve güvenceler olarak işlem görmeye başlamıştır. Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesine ek 7 Numaralı Protokolün 4. maddesinde düzenlenmiş olan ne bis in idem ilkesinin uygulanmasına yönelik olarak Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi’nce verilmiş olan kararlar incelendiğinde, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesinin, mükerrerlik kavramıyla ilgili içtihadının “yargılamalar arasında esas ve zaman bakımından yakın bir bağlantı olması” ölçütünün yorumuna göre şekillendiği anlaşılmaktadır. Nitekim, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi A ve B/Norveç kararında “içerik ve süre yönünden yakın bağlantılı olma” ölçütünün unsurlarını belirlemiştir. A ve B/Norveç kararında AIHM farklı yaptırımların bütünlüklü amaçlara yönelik olmasını, birden çok yargılama (cezai/idari) sürecinin Öngörülebilir olmasını ve yargılama süreçlerinin karşılıklı etkileşime açıklığı ile delillerin toplanması ve değerlendirilmesi açısından mümkün olduğunca tekrara yer vermemesini, ilk bitirilen yargılamanın sonucunun, ikinci yargılamada dikkate alınmasını içerik ve süre yönünden yakın bağlantılı olma ölçütünün unsurları olarak vurgulamıştır. 213 sayılı Kanunun itiraza konu edilen 340. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 213 sayılı Kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359. maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemedikleri, 359.maddenin son fıkrası gereğince, kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında 359. maddede yazılı cezaların uygulanmasının 344. maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmemesi ile aynı Kanunun 366.maddesinin dördüncü fıkrası gereğince 359. maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesinin, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmeyeceğinin düzenlenmiş olması nedeniyle vergi hukuku mevzuatımızda aynı eylem hem suç hem de kabahat olarak nitelendirildiği için vergi mükelleflerine vergi ceza yaptırımı yanında hürriyeti bağlayıcı ceza da uygulanabilmektedir. Gene, 213 sayılı Kanunun 344. maddesinde vergi kaçakçılığı suçlarından birinin işlenmesi yoluyla vergi ziyama sebep olunması halinde ziyaa uğratılan verginin üç katı kadarEsas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 2 ceza kesilmesi öngörülmekte bu halde vergi ziyaı cezasına ilişkin yargılamaya idari yargıda (vergi mahkemesinde) vergi kaçakçılığı suçuna ilişkin yargılamaya ise adli yargıda (ceza mahkemesinde) birbirinden farklı iki yargılama süreci olarak devam edilmektedir. 213 sayılı Kanunun 367. maddenin son fıkrasında ceza mahkemesi kararlarının vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararların da ceza hakimini bağlamayacağı düzenlenmiş olduğundan, yargı uygulamasında vergi mahkemesi ile ceza mahkemesi arasında da bir etkileşim söz konusu olmamaktadır. Nitekim yerleşik Danıştay içtihatı uyarınca ceza mahkemesi karan hükme esas alınamadığından ceza yargılamasından berat etmiş bir sanığa mükellef sıfatıyla kayba uğratılan verginin üç katı (tekerrür uygulandığı hallerde dört buçuk katı) oranında kesilen vergi ziyaı cezası mevzuata uygun bulunabilmektedir. Somut norm denetimine konu kanun düzenlemeleri gereğince aynı eylem hem suç hem de kabahat olarak nitelendirildiği için vergi ceza yaptırımı yanında hürriyeti bağlayıcı cezanın da kesiliyor olması, gene aynı fiilden kaynaklanan yargılamalar sonucunda verilecek kararların birbiri ile çelişen sonuçlar içermesi halinde dahi birbirini bağlamayacak olması karşısında, ilgili düzenlemelerin hukuki güvenlik ilkesine dolayısıyla; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2.maddesinde düzenlenmiş olan hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturduğu sonucuna varılmıştır. SONUÇ VE TALEP Üstte yer verilen gerekçeler veri alındığında itiraz konusu 4/1/1961 günlü, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 340.maddesinin birinci fıkrasında yer alan “Bu kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359 uncu maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemez.” düzenlemesi, 359.maddesinin son fıkrasında yer alan, “Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344 üncü maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez.” düzenlemesi ile aynı Kanunun 367.maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan “359 uncu maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesi, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez.” gene beşinci fıkrasında yer alan “Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkimini bağlamaz” düzenlemelerinin Anayasa’nın 2. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 340. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “Bu kanunda yazılı vergi ziyaı cezası ve usulsüzlük cezaları ile 359 uncu maddede ve diğer kanunlarda yazılı cezalar; içtima ve tekerrür hükümleri bakımından birleştirilemez.” düzenlemesi, 359. maddesinin son fıkrasında yer alan, “Kaçakçılık suçlarını işleyenler hakkında bu maddede yazılı cezaların uygulanması 344 üncü maddede yazılı vergi ziyaı cezasının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez “ düzenlemesi ile aynı Kanunun 367. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan “359 uncu maddede yazılı suçlardan dolayı cezaya hükmedilmesi, vergi ziyaı cezası veya usulsüzlük cezalarının ayrıca uygulanmasına engel teşkil etmez.” gene beşinci fıkrasında yer alan “Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkiminiEsas Sayısı : 2019/4 Karar Sayısı : 2021/78 3 bağlamaz” düzenlemelerinin Anayasa’nın 2. maddesine ay kın olduğu gerekçesiyle iptalinin istenilmesine, dava dosyasının tüm belgelerinin onaylı sureti ile karar aslının Anayasa Mahkemesine sunulmasına, iş bu karar ile dosya suretinin Anayasa Mahkemesi’ne ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine 14/12/2018 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 4 “ 1 ) 14 Mart 1985 tarihinde imzalanan “11 Nolu Ek Protokol ile değişik İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye ek 7 nolu Protokolün onaylanmasını uygun bulunması hakkındaki 6684 sayılı kanun, 25 Mart 2016 tarih 29664 sayılı Resmi Gazetede yayınlanmıştır. 7 numaralı ek protokolün Onaylanmasını kararlaştıran 2016/8717 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resmi Türkçe çevirisi 08/04/2016 ve 29678 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Onay belgeleri 02/05/2016 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine tevdi edilmiş ve bu işlemler sonucunda Protokol Türkiye Cumhuriyeti bakımından 01/08/2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir ve bu tarihten itibaren bağlayıcılık kazanmıştır. Anayasa’mızın 2. maddesi hükmünde belirtilen Hukuk Devletinin özellikleri Anayasa Mahkemesinin bir dizi kararında vurgulanmış olup; Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan, devlettir. Ülkemizin taraf olduğu ve usulüne uygun bir şekilde onaylanarak iç hukukumuz yönünden bağlayıcı hale gelen Ek 7 Nolu protokolün aynı suçtan iki kez yargılanmama ve cezalandırılmama hakkını düzenleyen 4. maddesinin 3. fıkra hükmünde Sözleşmenin 15. maddesine dayanmak suretiyle herhangi bir istisna getirilemez denilmek suretiyle; 4. madde ile koruma altına alınan, aynı suçtan iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkının İSTİSNASIZ BİR İNSAN HAKKI olduğunu kabul etmiştir. İşbu nedenlede; Anayasamızda açıkça belirtildiği şekli ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan bir Hukuk Devleti olmasının gereğinin yerine getirilmesi ve iç hukukumuzda yer alan, iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkını ihlal edici düzenlemelerin iptali gerekmektedir. Anayasamızın 90. maddesinin son fıkra hükmünde Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır denmektedir. 90. maddenin son fıkra hükmü çerçevesinde değerlendirildiğinde, ülkemizin taraf olduğu EK 7 nolu protokolün onaylanması usulüne uygun bir şekilde yürürlüğe girdiğinden, protokolün 4. maddesi, yürürlüğe girmiş bir Anayasa hükmü niteliği kazanmıştır. Buna bağlı olarak, protokol hükmüne aykırı kanun hükmü konması, bu şekilde protokol hükmünün özel kanun hükmü ile bertaraf edilmesinin önü kapanmıştır. Protokole taraf olmazdan önce iç hukukumuzda yürürlükte olan kanun hükümlerinin varlığını devam ettirmesi ise; anayasa hükmü niteliği kazanmış uluslararası sözleşme hükümlerinin bu yolla bertaraf edilmesi sonucunu doğuracaktır. Anayasamızın 11. maddesinde Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ile kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz” denmektedir.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 5 Usulüne uygun şekilde yürürlüğe konulmuş olan EK 7 nolu protokolün 4. maddesi hükmü, Anayasa maddesi hükmü niteliği kazandığından iç hukukumuzda yer alan ve maddenin güvence altına aldığı hakları ihlal eden kanun hükümlerinin iptalleri gerekmektedir. 2 ) A.İ.H.S. Ek 7 nolu protokolünün 4. maddesi hükmü şöyledir. “Hiç kimse bir devletin ceza yargılaması usulüne ve yasaya uygun olarak kesin bir hükümle mahkum edildiği ya da beraat ettiği bir suçtan dolayı aynı devletin yargısal yetkisi altındaki yargılama usulleri çerçevesinde yeniden yargılanamaz veya mahkum edilemez.” İtiraza konu 213 sayılı Yasanın 359/b ve 340. madde hükümlerinin Ek 7 nolu protokol ile güvence altına alınmış iki kez cezalandırılmama ve yargılanmama hakkını ihlal edip etmediğine yönelik olarak, vergi kaçakçılığı suçu işlendiğinde vergi idaresince uygulanan ek yükümlülüklerin (idari para cezalarının), verginin geç tahakkuk ettirilmesinden doğan zararının tazminine mi yönelik yoksa vergi yükümlülerini fiili işlemekten caydıracak nitelikte cezalandırılmaya mı yönelik olduğunun araştırılması gerekir. 213 sayılı Vergi Usul Kanunumuzda yer alan 341. maddesinde; Vergi ziya ı, mükellefin veya sorumlunun vergilendirme ile ilgili ödevlerini zamanında yerine getirmemesi veya eksik yerine getirmesi yüzünden, verginin zamanında tahakkuk ettirilmemesi veya eksik tahakkuk ettirilmesi olarak tanımlanmıştır. 344. maddesinin ikinci fıkrasında ise Vergi ziya ına 359 uncu maddede yazılı fiillerle sebebiyet verilmesi halinde bu cezanın üç kat uygulanacağı hüküm altına alınmıştır. İlgili madde hükümleri Vergi Usul Kanunun Ceza Hükümleri Başlıklı Dördüncü Kitabının İkinci Kısmında yer almaktadır. Özel ödeme zamanları başlıklı 112. maddenin 3. fıkrasında dava konusu yapılmaksızın kesinleşen vergilere, kendi vergi kanunlarında belirtilen ve tarhiyatın ilgili bulunduğu döneme ilişkin normal vade tarihinden itibaren, son yapılan tarhiyatın tahakkuk tarihine kadar; dava konusu yapılan vergilerin ödeme yapılmamış kısmına, kendi vergi kanunlarında belirtilen ve tarhiyatın ilgili bulunduğu döneme ilişkin normal vade tarihinden itibaren, yargı organı kararının tebliğ tarihine kadar geçen süreler için 6183 sayılı Kanuna göre tespit edilen gecikme zammı oranında gecikme faizi uygulanır. Gecikme faizi de aynı süre içinde ödenir. Gecikme faizinin hesaplanmasında ay kesirleri nazara alınmaz hükmü bulunmaktadır. Fıkra hükmünde açıkça görüleceği üzere vergi idaresinin verginin geç tahakkuk ettirilmesinden yada geç ödenmesinden kaynaklanan zararlarını gidermek, tazmin etmek üzere bir kanun maddesi vergi mevzuatımızda mevcuttur. Vergi Usul Kanunda vergi idaresinin verginin geç tahakkuk ettirilmesinden doğan zararını gidermek (Tazmin etmek) üzere 112. madde hükümlerinin varlığı, uygulanacak vergi ziya ı cezasının Vergi Usul Kanun Ceza Hükümleri Kitabında tanımlı olduğu, uygulanan cezanın 3 kat olduğu dikkate alındığında, 359. madde kapsamındaki vergi kaçakçılığı suçlarına uygulanan vergi ziya ı cezalarının idarenin uğradığı zararın tazminine yönelik olmayıp, mükellefleri caydırıcı olmak adına CEZALANDIRMA amacına yönelik olduğu ortaya çıkmaktadır. Şahsın cezalandırılmasına/yargılanmasına neden olan suçların aynı olup olmadığı da değerlendirilmelidir. Mahkemenin yargılamasını yaptığı davada şikâyetçi, Kamu adına Bursa Vergi Dairesi Başkanlığına izafeten Bursa Küçük ve Orta Ölçekli Mükellefler Grup Başkanlığıdır, sanık ise şikayetçi Bursa Vergi Dairesi Başkanlığının; 2011 2012 2013 yıllarında ticari defterlerinde işli olan mal alımlarına ilişkin faturaların sahte belge olduğunun kabul edilmesi nedeniyle Vergi ziya ı cezası uyguladığı firmanın sahibidir.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 6 Ceza davasının ve idari yaptırımın (vergi ziya ı cezasının) tarafları aynıdır, zaman ve yer bakımından ayrılmaz bağlantı vardır ve olay bütünlük taşımaktadır. Buda göstermektedir ki sanığa aynı suçtan hem idari yaptırım (vergi ziya ı cezası) uygulanmış, hemde hürriyeti bağlayıcı ceza ile yargılanmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek 7 Nolu Protokolünün 4. maddesi aynı zamanda iki defa yargılanmama hakkını da güvence altına almaktadır. Bu hakkın ihlal edilip edilmediğinin tespiti sırasında, iç hukukumuzdaki düzenlemeler incelenerek paralel bir yargılama olup olmadığının ortaya konması gerekir. Ülkemizde yürürlükte olan mevzuatlara göre; vergi kanunlarındaki idari yaptırımlar ile hürriyeti bağlayıcı ceza yaptırımlarının farklı yetkililer tarafından uygulandığı tartışmasızdır. İdari Yargılama Usulü Kanununda yer alan düzenlemelere bağlı olarak vergi cezalarına yönelik başvurularda yargılamanın yapıldığı mahkemeler, İdari Yargı Kolunda örgütlendirilmiş Vergi Mahkemeleridir. Ceza yargılaması ise Adli Yargı kolunda örgütlendirilmiş Ceza Mahkemelerinde yapılmaktadır. Vergi Usul Kanun 367. maddesinde yer alan düzenlemede Ceza mahkemesi kararları, bu Kanunun dördüncü kitabının ikinci kısmında yazılı vergi cezalarını uygulayacak makam ve mercilerin işlem ve kararlarına etkili olmadığı gibi, bu makam ve mercilerce verilecek kararlar da ceza hâkimini bağlamaz denmektedir. İdari Yargı Kolunda yer alan mahkemeler ile Adli Yargı Kolundaki kolunda ki mahkemelerin birbiri ile ilişkisinin olmadığı ve yargılamaların birbiri ile alakası olmayan yargı makamları tarafından yapıldığı hususu tartışmasızdır. Her iki mahkeme yargılama sırasında kendilerine özgü yöntemleri kullanmakta ve 213 sayılı V.U.K.’nun 367. maddesinde yer alan düzenleme dikkate alındığında, kararlarında birbirlerinden etkilenmediği, kesinleşmelerinin birbirinden bağımsız olduğu açıktır. İç hukukumuzda; cezai ve idari yaptırımlarının farklı yetkililer tarafından uygulandığı, yargılamalarının birbiri ile alakalı olmayan yargı makamları tarafından yapıldığı, yargı makamlarının izledikleri yolların kendilerine özgü oldukları, birbirlerinin kararlarından etkilenmediği, kesinleşmelerinin birbirinden bağımsız olduğu dikkate alındığında, Vergi ziya ı cezalarına yönelik olarak Vergi Mahkemelerinde yapılan yargılamalar ile Asliye Ceza Mahkemelerinde yapılan yargılamalar paraleldir ve bu durum Ek 7 nolu Protokolün 4. maddesi ile güvence altına alınmış iki kez yargılanmama hakkını ihlal etmektedir. İptali talep olunan 213 sayılı Yasanın 340. maddesinin 2. fıkrası “Bu Kanunla vergi cezasıyla cezalandırılan fiiller, aynı zamanda 359 uncu maddeye göre suç teşkil ettiği takdirde vergi cezası kesilmesi söz konusu madde hükmüne göre takibat yapılmasına engel olmaz şeklindedir. 213 sayılı Vergi Usul Kanununda yer alan idari yaptırımlar (özel usulsüzlük vergi ziya ı cezası) ile amaçlanan, vergi mükelleflerinin vergi kanunlarına uyması durumunda katlanacağı maddî külfet ile kanunlara uymadığı takdirde uğrayacağı yaptırımı karşılaştırarak, kanunlara uymayı tercih etmesini sağlamak ve bu yolla kamu düzenini tesis etmektir. Sanığın yargılamasının yapıldığı 359. maddenin (b) fıkrasında yer alan hürriyeti bağlayıcı ceza ile de amaçlanan, caydırıcılık ve suçluluğun azaltılması yolu ile kamu düzenin tesis edilmesidir. 213 sayılı Yasada yer alan idari yaptırımlar ile hürriyeti bağlayıcı cezaların amacı ve koruduğu hukuki değer aynıdır. Fiilin unsurları arasında fark yoktur.Esas Sayısı : 2019/84 Karar Sayısı : 2021/77 7 Vergi suçu işleyenler, Vergi Usul Kanunun 344. maddesine bağlı olarak vergi ziya ı cezası ile cezalandırılırken ayrıca 359. maddesinin (b) fıkrasına dayalı olarak hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Bu durumda ortaya, vergi aslının ve faizinin mükellefçe ödenmesi yükümlüğünün dışında, işlenen kaçakçılık suçuna karşı failin hapis cezası ile cezalandırılması, buna ek olarak aynı eylemden dolayı vergi ziya ı cezası ile parasal olarak cezalandırılması sonucu doğmaktadır. Neticede kişi, aynı hukuka aykırı fiilinden; aynı amaç, hukuki yarar ve unsurdan dolayı iki defa cezalandırılmaktadır. Vergi Usul Kanunun 340. maddesinin ikinci fıkrasında mevcut olan düzenleme mevcut hali ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Ek 7 Numaralı Protokolünün 4. maddesi ile güvence altına alınmış İki Defa Cezalandırılmama ve Yargılanmama İnsan Hakkını ihlal etmektedir. Sonuç olarak; kamu idaresinin vergi mükelleflerinin vergiyi geç tahakkuk ettirmesinden doğan zararını gidermek, tazmin etmek üzere yasal düzenleme vergi usul kanununda mevcut olduğundan, 359. madde kapsamında vergi suçu işlendiğinde uygulanan vergi ziya ı cezasının 3 kat uygulanması ve hükmün vergi mükelleflerini caydırmaya yönelik olarak V.U.K.’nun CEZA hükümleri kitabında yer alıyor olması dikkate alındığında, ilgili suça karşılık vergi mükelleflerine parasal ceza yanında , hürriyeti bağlayıcı ceza uygulanması, yargılamaların paralel olması, A.İ.H.S. Ek 7 Nolu Protokol ile güvence altına alınmış iki kez cezalandırılmama ve iki kez yargılanmama hakkının ihlal etmektedir. Mevcut halleri ile 213 sayılı Yasanın 359/b maddesi ile 340. maddenin 2. fıkrası Anayasanın 2., 11. ve 90. maddenin son fıkrası hükümlerine aykırı olup iptali gerekir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda arz olunan nedenlerle; 213 sayılı Yasanın 359/b maddesi ile aynı yasanın 340. maddesinin 2. fıkrasının Anayasanın 2., 11. maddeleri ile 90. maddesinin son fıkra hükmüne aykırı olduğundan iptallerine karar verilmesi talep olunur.”
2,511
Esas Sayısı : 2020/22 Karar Sayısı : 2020/34 “… 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231/5. maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararının kesinleşmesinden sonra verilmesinde yeniden kasıtlı suç işlenmesi halinde aynı Kanunun 231/11 inci maddesi davaya bakan hakime hükmü açıklamayı zorunlu kılmıştır. Bu zorunluluk karşısında, önceki kararı veren hakimin isabetsiz kararları dosya ele alındığında davaya son olarak bakan hakim tarafından açıklanmak durumunda kalmakta, bu kararlar istinaf incelemesinde yasaya aykırı görülerek, karar veren hakimin kararı bozulmakta veya kaldırılmakta, daha sonra da bu duruma göre not fişi takdirine tabi tutulmaktadır. Buna göre, örneğin, sanığın beraatine karar verilmesi gerekirken cezalandırılmasına karar verilip daha sonra hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen hallerde, denetim süresi içinde yeniden kasıtlı suç işleyen sanık hakkında dosyası ele alındığında beraat kararı verilememekte, CMK’nın 231/11 maddesi gereğince cezalandırma yoluna gidilmesi mecburiyetinde kalınmaktadır. Bu durum ise Anayasanın 138/1. maddesinde belirtilen, “Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler” hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Halen uygulamada, CMK’nın 231/11. maddesi gereğince açıklanan kararın istinaf incelemesinde, beraate karar verilmesi gereken hallerde, Bölge Adliye Mahkemesi Ceza Dairesi mahkumiyet kararını iptal edip, beraat kararı vermektedir. Yargılama konusu olay dikkate alındığında, aynı tür eylemlerle ilgili olarak fiilin suç oluşturmadığı, kanunda suç olarak tanımlanmadığı gerekçesiyle mahkumiyet kararlarının bozulmasına karar verilip, beraat kararı verilmektedir. Bununla ilgili olarak Yargıtay 8 inci Ceza Dairesinin 2014/16475 esas, 2014/14092 karar, Yargıtay 13 üncü Ceza Dairesinin 2016/10896 esas, 2018/1124 karar sayılı ilamları suretler bilgi edinilmesi bakımından dosyaya eklenmiştir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 223/1. maddesi gereğince, “Duruşmanın sona erdiği açıklandıktan sonra hüküm verilir. Beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi ve düşmesi kararı, hükümdür”. Bu maddenin açıklığı karşısında, yargılama sonunda ceza mahkemesince beraat, mahkumiyet, vs verilebilmekte ise de: Kanunun 231/11. maddesi, Kanunun 223/1. maddesinde sayılan kararlardan her hangi birinin uygulanmasına engel teşkil edip, sadece mahkumiyet kararı verilmesini, bu kararın da açıklanması geri bırakılan karar olduğunu emretmektedir. CMK’nun 231/11. maddesi söz konusu olan durumlarda, örneğin haksız tahrik indirimi uygulanması gerekip de önceki kararda uygulama yapılmamış ise, hüküm açıklanırken TCK’nun 29 uncu maddesi hükmünün uygulanamaması, etkin pişmanlık indirimi gerekiyorsa bu indirimlerin uygulanamaması sonucu doğacak, bu şekilde verilen kararlar hatalı olacağından, kanun yolu incelenmesinde ancak düzeltilme imkanı bulunacak, denetim mahkemesince önce karar bozulacak, sonra kanuna uygun yeni bir hüküm kuracaktır.Esas Sayısı : 2020/22 Karar Sayısı : 2020/34 2 Anayasanın 138/1. maddesi hükmü dikkate alındığında CMK’nun 231/11. maddesinin uygulanması gereken hallerde, hakimin önceki karardan bağımsız, kendi vicdani kanaatine ve hukuka uygun yeni bir karar verebilecek şekilde düzenlenmesi gerekirdi. CMK’nun 231/11. maddesi hükmün açıklanması gereken hallerde, hakimin vicdani kanaatine göre karar verilmesini engellemekte, örneğin beraat gereken hallerde cezalandırma yoluna gidilmesini zorunlu kılmakta, önceki kararın yanlışlığı bilinmesine rağmen ikinci kez hatalı karar verilmesine yol açmaktadır. Bu nedenlerle Anayasa Mahkemesine başvurulması gerekmiştir. HÜKÜM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 1 a) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 138/1. maddesine aykırı olduğu anlaşıldığından, Anayasa’nın 152’nci ve AMKYUHK’nun 40/1. maddesi gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, b) Kararın ve dosyaya konu ilgili belgelerin onaylı birer suretinin yazılacak gerekçe ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, c) Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğince dosyamızın kaleme havale edildiğinin bildirildiği tarihten itibaren, Anayasa Mahkemesi’nin incelemesinin beş ay sonra sonuçlanmaması halinde, Anayasa’nın 152’nci maddesi gereğince yürürlükteki yasa hükümlerine göre karar verilmesine, karar verildi.”
523
Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 17.04.2008 tarih ve 5754 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1 1 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (29) numaralı bendinin, 2 17 nci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin ikinci fıkrasının, 3 68 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı Geçici 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin Anayasaya Aykırılığı 5754 sayılı Kanunun; 1 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (29) numaralı bendinde, güncelleme katsayısının nasıl hesaplanacağı kurala bağlanmıştır. 5754 sayılı Kanunun; 17 nci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin ikinci fıkrasında, emeklilik aylığının bağlanmasındaki unsurlardan biri olan ortalama kazancın güncelleme katsayısı ile güncelleneceği belirtilmiştir. 5754 sayılı Kanunun; 68 inci maddesi ile değiştirilen Geçici 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde, henüz emekli olmayan tüm SSK'lı ve Bağ ' Kur'luların emekli aylıklarının hesaplanacağı ve hesaplanan aylığın, kişilerin emekli olacağı yıla kadar güncelleme katsayısı kadar arttırılacağı hükme bağlanmıştır. Yukarıda madde numaraları ve fıkraları belirtilen düzenlemeleri özetlemek gerekirse: Güncelleme katsayısı hesaplanırken, Sigortalının geçmiş yıllardaki aylık kazançları, kazancının olduğu yılı takip eden her yılın TÜFE indeksindeki artış oranı ile gayrisafi yurt içi hâsılanın sabit fiyatlarla gelişme hızının yüzde otuzu kadar artırılacak, Yaşlılık aylığı, ortalama aylık kazanç ile aylık bağlama oranının çarpımı sonucu bulunan tutara göre ödenecek ve ortalama aylık kazanç hesaplanırken, sigortalının her yıla ait prime esas kazancı her yıl gerçekleşen güncelleme katsayısı ile güncellenecek, Henüz emekli olmayan tüm SSK'lı ve Bağ ' Kur'luların Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra hesaplanacak emekli aylığı, kişilerin emekli olacağı yıla kadar güncelleme katsayısı kadar arttırılacaktır.Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 2 Görüldüğü gibi 5510 sayılı Kanuna göre yaşlılık aylığı hesaplanırken, güncelleme katsayısı kullanılarak sigortalının geçmiş yıllardaki aylık kazançları, kazancının olduğu yılı takip eden her yılın TÜFE indeksindeki artış oranı ile gayrisafi yurt içi hâsılanın sabit fiyatlarla gelişme hızının yüzde otuzu kadar artırılacaktır. Yani yaşlılık aylığı bağlanırken ortalama aylık kazanca TÜFE artışının tamamı ve büyüme hızının yüzde otuzu yansıtılacaktır. 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nda emekli aylıklarının hesaplanmasında 1978 yılından 1999 yılına kadar memur maaş katsayısı esas alınıyordu. 1999 yılında yapılan değişiklik ile emekli aylıkları hesaplanırken sigortalının her takvim yılına ait prime esas kazancının her yılın Aralık ayına göre TÜFE indeksindeki artış oranı ile gayrisafi yurt içi hâsıla sabit fiyatlarla gelişme hızı kadar ayrı ayrı artırılarak bulunması esası getirilmişti. Getirilen bu sistemle sigortalının geçmiş yıllardaki aylık kazançları, kazancının olduğu yılı takip eden her yılın TÜFE indeksindeki artış oranı ile gayrisafi yurt içi hâsıla sabit fiyatlarla gelişme hızı kadar ayrı ayrı artırılarak emekli olacağı güne kadar güncellenmekte idi. Yani hem enflasyon oranının tamamı hem büyüme oranının tamamı sigortalının kazancına yansıtılıyordu. 5510 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (29) numaralı bendinde, güncelleme katsayısının TÜFE artışının yarısı ile hesaplanacak ortalama prime esas günlük kazancın yarısından oluşması ve gayrisafi yurt içi hâsıladaki artıştan pay verilmemesi öngörülmüştü. 5510 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (29) numaralı bendinde yer alan güncelleme katsayısının nasıl hesaplanacağına dair kural Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesi, söz konusu düzenlemeyi, formülde sadece enflasyon karşısındaki değer kayıplarını önleyen TÜFE değişim oranının esas alınmasını, büyüyen ekonomiden bireye düşecek refah payının gözetilmemesini ve formüldeki katsayının eksi çıkması olasılığına karşın asgari bir sınırın da öngörülmemesini Anayasaya aykırı bulmuştu. Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra kabul edilen 5754 sayılı Yasada güncelleme katsayısı: 'Her yılın Aralık ayına göre Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan en son temel yıllı tüketici fiyatları genel indeksindeki değişim oranının % 100'ü ile sabit fiyatlarla gayri safi yurtiçi hâsıla gelişme hızının % 30'unun toplamına (1) tam sayısının ilâve edilmesi sonucunda bulunan değer' olarak tanımlanmıştır. 5510 sayılı Kanunun geçiş hükümlerine göre yaşlılık aylığının ödenmesinde ortalama aylık kazanç hesaplanırken, sigortalının her yıla ait prime esas kazancı her yıl gerçekleşen güncelleme katsayısı ile güncellenecek ve henüz emekli olmayan tüm SSK'lı ve Bağ ' Kur'luların Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra hesaplanacak emekli aylığı, kişilerin emekli olacağı yıla kadar güncelleme katsayısı kadar arttırılacaktır. Yani, yaşlılık aylığı almayı hak edenlerden emeklilik için başvuruda bulunmayıp çalışmaya devam edenlere 5510 sayılı Kanunun geçiş hükümleri uygulanacağından bağlanacak aylıklarda büyük bir azalma ortaya çıkacaktır. Görüldüğü gibi emekli aylığının hesaplanmasında güncelleme katsayısı kritik bir öneme haizdir. Yaşlılık aylığının hesaplanmasında ortalama aylık kazancın hesabına büyümedeki (refahtaki) artışın sadece yüzde otuzunun yansıtılması sosyal hukuk devleti ve sosyal güvenlik ilkeleri ile bağdaşmamaktadır. Güncelleme katsayısının hesaplanmasında gayri safi yurt içi hâsıla artışının tamamı yerine yüzde otuzunun dikkate alınması sosyal devleti ve adil gelir dağılımını gerçekleştirmeyiEsas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 3 amaçlayan bir anlayışı yansıtmamaktadır. Bu uygulama, gelir dağılımının emeğin aleyhine bozulması anlamına gelmektedir. Sosyal güvenliğin de içinde bulunduğu sosyal hakların devletçe tanınmış olması yeterli değildir. Bu hakların gerçekleşmesi için devletin olumlu edimde bulunması, sosyal güvenlik alanında oluşturulacak kural ve kurumların da, Anayasanın sözüne ve özüne, bu bağlamda sosyal hukuk devleti ilkesine uygun olması zorunludur. Sosyal hukuk devletinin somut göstergelerinden bir olan sosyal güvenlik hakkının yer aldığı Anayasanın 60 ıncı maddesinde, 'Herkesin sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilat kurar' denilmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti, sosyal adaleti ve sosyal güvenliği sağlamakla ve herkes için insan onuruna yaraşır asgari bir yaşam düzeyini gerçekleştirmekle yükümlü devlettir. Sosyal hukuk devleti, çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna yakışır bir hayat sürdürmelerin sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve sosyal dengeleri gözeten devlettir. Anayasa Mahkemesinin sosyal güvenlikle ilgili bir kararında: 'Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve iradeleri dışında oluşan sosyal risklerin kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin üzerindeki gelir azaltıcı ve harcama artırıcı etkilerini en aza indirmek, ayrıca sağlıklı ve asgari hayat standardını güvence altına alabilmektir. Bu güvencenin gerçekleştirilebilmesi için sosyal güvenlik kurumları oluşturularak, kişilerin yaşlılık, hastalık, malullük, kaza ve ölüm gibi sosyal risklere karşı asgari yaşam düzeylerinin korunması amaçlanmaktadır' denilmektedir. (E.2006/111, K.2006/112) Bir başka kararında Anayasa Mahkemesi sosyal hukuk devletini şöyle tanımlamaktadır: 'Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir Hukuk devletinin amaçladığı kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir Anayasanın, Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer verdiği sosyal hukuk devletinin dayanaklarından birini oluşturan sosyal güvenlik kavramının içerdiği temel esas ve ilkeleri uyarınca toplumda yoksul ve muhtaç insanlara Devletçe yardım edilerek onlara insan onuruna yaraşır asgari yaşam düzeyi sağlanması, böylece, sosyal adaletin ve sosyal devlet ilkelerinin gerçekleşmesine elverişli ortamın yaratılması' gerekir. (E.1988/19, K.1988/33) Öte yandan, hukuksal tasarrufu doğuran irade sahiplerinin aynı yöntemle bu tasarrufu geri almalarına veya değiştirmelerine olanak bulunmaktadır. Ancak, önceden oluşmuş hukuksal durumların sonradan yapılacak işlemlerle değiştirilmesi, hukuktan beklenen güvenlikle bağdaşmaz. Hukuk Devleti'nin unsurlarından biri olan hukuk güvenliği, diğer bir ifadeyle 'güvenin korunması ilkesi' ilgilinin hukuki durumunun süreceğine olan güveni dolayısıyla hayal kırıklığına uğratılmaması anlamına gelir. Güvenin korunması, her zaman mevcut bir hukuki durumun dokunulmazlığı anlamında olmasa da, her düzenleme değişikliğinde yasa koyucunun göz önünde bulundurması gereken bir husustur. Halkın Devlete olan güveninin korunması da ancak hukuk güvenliğinin sağlanmasıyla mümkündür. Bu yönüyle, Hukuk Devleti'nin önemli bir unsuru olarak hukuk güvenliği, yalnızca hukuk düzeninin değil, aynı zamanda belirli sınırlar içinde, bütün Devlet davranışlarının, az çok, önceden öngörülebilir olması anlamını taşır. Hukuki güvenlik sadece bireylerin devlet faaliyetlerine duyduğu güven değil, aynı zamanda yürürlükteki mevzuatın süreceğine duyulan güveni de içerir. Haklı beklenti, idarenin ister birEsas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 4 taahhüt, isterse uzun süren bir uygulamasına güvenerek olsun, bireylerin bir çıkarları ya da lehlerine olan bir sonuca ulaşabileceklerini ya da edinebileceklerini ümit etmelerini ifade eder. Yeni düzenlemenin hukuki istikrarı bozmaması, hakların kullanılmasını zorlaştırmayacak ya da doğmuş olan haklarının hiçe sayılması anlamına gelecek şekilde tasarlanmaması gerekmektedir. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 17.04.2008 tarih ve 5754 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun: 1 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasının (29) numaralı bendi; 17 nci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 29 uncu maddesinin ikinci fıkrası; 68 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı Geçici 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi Anayasanın 2 nci ve 60 ıncı maddelerine aykırı olup, iptalleri gerekir. 2) 17.04.2008 tarih ve 5754 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 1 2 nci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Sigortalı sayılanlar' başlıklı 4 üncü Maddesinin (c) bendinin (1) ve (2) nolu alt bentlerinin, 2 38 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 'Genel sağlık sigortalısı sayılanlar' başlıklı 60 ıncı maddesinin (a) bendinin (1) nolu alt bendinde yer alan 've (c)' ibaresinin, 3 64 üncü maddesiyle değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 'Yürürlükten kaldırılan hükümler' başlıklı 106 ncı maddesinin (8) numaralı bendinin, 4 68 inci Maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı GEÇİCİ 1 inci Maddesinin birinci fıkrasının, Anayasaya aykırılığı Anayasa Mahkemesi 5510 sayılı Yasa ile ilgili olarak verdiği E.2006/111, K.2006/ 112 sayılı 15.12.2006 tarihli Kararında, aynı hukuksal konumda bulunmayan memur ve diğer kamu görevlileri ile bunların dışında kalan sigortalıların birbirinden farklı olan özellikleri gözetilmeksizin aynı sisteme bağlı tutulmasını Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 128 inci maddelerine aykırı bularak Yasanın pek çok düzenlemesini memurlar açısından iptal etmişti.Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 5 Anayasa Mahkemesi Kararına göre, memurların sadece sosyal güvenlik hakları değil sağlıkla ilgili hakları da diğer sigortalılardan farklı olarak ayrıca düzenlenmelidir. Anayasa Mahkemesi 5510 sayılı Kanunun: 3 üncü maddesinin (29) numaralı bendini, 27 nci maddesinin birinci fıkrasını, 28 inci maddesinin ikinci fıkrasını, 29 uncu maddesinin birinci, üçüncü ve beşinci fıkrasını, 31 inci maddesinin birinci fıkrasını, 40 ıncı maddesinde yer alan cetvelin 8., 12., 13. ve 14. sıralarındaki düzenlemeleri, 46 ncı maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarını, 55 inci maddesinin ikinci fıkrasını, 63 üncü maddesinin; birinci fıkrasının (d) bendinin ' 18 yaşını doldurmamış veya 45 yaşından gün almış kişilerin diş protezlerinin 72 nci maddeye göre belirlenen tutarının % 50'si' bölümünü, 68 inci maddesinin ikinci fıkrasını, 80 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarını, 81 inci maddesinin birinci fıkrasının; (c) bendini, Geçici 1 inci maddesinin beşinci fıkrasını, Geçici 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c), ve (d) bentlerindeki düzenlemeleri, Geçici 4 üncü maddesinin ikinci ve dokuzuncu fıkralarındaki düzenlemeleri, Yasa'nın 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamına girenler yönünden iptal etmişti. Anayasa Mahkemesi ayrıca, Memur ve diğer kamu görevlilerini diğer sigortalılarla beraber 'sigortalı sayılanlar' arasına alan '5510 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendini', Memur ve diğer kamu görevlilerini diğer sigortalılarla aynı hükümlere tabi tutarak 'genel sağlık sigortalısı sayılanlar' arasına alan 5510 sayılı Kanunu 60 ıncı maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin (1) numaralı alt bendinin ''ve (c)'' bölümünü. Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 6 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanununu uygulamadan kaldıran 105 inci ve 106 ncı maddelerini, uygulama olanağı kalmadı gerekçesiyle iptal etmişti. 5754 sayılı Yasa ile getirilen yeni düzenlemeler, Anayasa Mahkemesi Kararının gerekçesinde ileri sürülen hususlarla uyumlu düzenlemeler değildir. Şöyle ki: 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle değişik 4 üncü Maddesinin (c) bendinin (1) ve (2) nolu alt bentlerinde yer alan düzenlemelerle memur ve diğer kamu görevlileri diğer sigortalılarla beraber 'Sigortalı sayılanlar' arasına alınmış, 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı Kanunun 38 inci maddesiyle değişik 60 ıncı maddesinin (a) bendinin (1) nolu alt bendinde yer alan düzenlemeyle memur ve diğer kamu görevlileri diğer sigortalılarla aynı hükümlere tabi tutularak 'Genel sağlık sigortalısı sayılanlar' arasına alınmış, 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı Kanunun 64 üncü maddesiyle değişik 'Yürürlükten kaldırılan hükümler' başlıklı 106 ncı maddesinin (8) numaralı bendinde yer alan düzenleme ile memur ve diğer kamu görevlilerinin 5434 sayılı Kanun ile olan bağları kaldırılmış, 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı Kanunun 68 inci Maddesi ile değiştirilen 'Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı GEÇİCİ 1 inci Maddesinin birinci fıkrasında yer alan düzenlemeyle, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanununa tabi olan memur ve diğer kamu görevlileri 4 üncü maddesinin (c) bendi kapsamında kabul edilerek diğer sigortalılarla beraber 'Sigortalı sayılanlar' arasına alınmış, 5510 sayılı Kanunun 5754 sayılı Kanunun 68 inci Maddesi ile değiştirilen '5434 sayılı Kanuna ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı GEÇİCİ 4 üncü Maddesinde yer alan düzenlemeyle, Emekli Sandığı iştirakçisi iken bu Kanunun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamına alınanlara 5434 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılması, aylık bağlanması; artırılması; azaltılması; kesilmesi; yeniden bağlanması; toptan ödeme; ihya; yardımlar ve ikramiyeleri hakkında yürürlükten kaldırılan hükümler de dâhil 5434 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılması öngörülmüştür. Böylece, getirilen bu düzenlemeler ile Anayasada tanımı yapılan memur ve diğer kamu görevlilerinden 5754 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce göreve başlayanların, sosyal güvenlik ile ilgili düzenlemeler açısından 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine, sağlıkla ilgili düzenlemeler açısından ise 5510 sayılı Yasa hükümlerine tabi olması, buna karşılık memur ve diğer kamu görevlilerinden 5754 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra göreve başlayanların ise; hem sosyal güvenlik hem sağlıkla ilgili düzenlemeler açısından 5510 sayılı Yasa hükümlerine tabi olması hükme bağlanmıştır. 5510 sayılı yasanın 4 üncü, 60 ıncı, 106 ncı ve Geçici 1 inci maddesindeki memur ve diğer kamu görevlileri ile ilgili düzenlemelerle, 5754 sayılı Kanunun 2 nci, 38 inci, 64 üncü ve Geçici 1 inci maddesiyle yeniden getirilen düzenlemeler birbirinin aynıdır. Tek farklılık 5754 sayılı Kanunun Geçici 4 üncü maddesindeki düzenlemedir. Bu maddedeki düzenleme ile eskiden 5434 sayılı Kanun kapsamında olanlardan bu Kanun kapsamına alınanlara 5434 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmaya devam etmesi kabul edilmiştir.Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 7 Kısacası, Anayasa Mahkemesince 'uygulama olanağı kalmadığı' gerekçesiyle iptal edilen düzenlemelere 5754 sayılı Kanunda tekrar aynı şekilde yer verilmiştir. 5754 sayılı Kanunda sadece 'uygulama olanağı kalmadığı' gerekçesiyle iptal edilen düzenlemelere değil, 5510 sayılı Yasa'nın 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamına girenler yönünden iptal edilen düzenlemelere de aynen yer verilmiştir. 5754 sayılı Yasa memurlar yönünden iptal edilen düzenlemelere aynen yer verirken, 5510 sayılı Yasadan farklı olarak ya; 'sigortalılar' ibaresi yerine '4 üncü maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamındakiler' ibaresini veya 'bu Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra işe başlayanlar' ibaresini kullanmıştır. Bazı maddelerdeki düzenlemelerde ise hiç değişiklik yapmadan '4 üncü maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamındakiler' ibaresini yinelemiştir. 5754 sayılı Yasa, 5510 sayılı Yasadan farklı olarak sadece: 'Bazı sigorta kollarının uygulanacağı sigortalılar' başlıklı 5 inci, 'Malul sayılma' başlıklı 25 inci, 'Evlenme ve cenaze ödeneği' başlıklı 37 inci, 'Prime esas kazançlar' başlıklı 80 inci, 'Prim oranları ve Devlet katkısı' başlıklı 81 inci maddelerde 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamındakiler için farklı düzenlemeler getirmiştir. Buna karşılık, memur ve diğer kamu görevlileri ile ilgili olan ve hiç değiştirilmeden sadece 'sigortalılar' ibaresi yerine '4 üncü maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamındakiler' ibaresinin veya 'bu Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra işe başlayanlar' veyahut doğrudan '4 üncü maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamındakiler' ibaresinin kullanıldığı düzenlemeler şunlardır: 'Tanımlar' başlıklı 3 üncü maddesi, 'Sigortalı sayılmayanlar' başlıklı 6 ncı maddesi, 'Sigortalılığın başlangıcı' başlıklı 7 nci maddesi, 'Sigorta bildirimi ve tescil' başlıklı 8 inci maddesi, 'Malullük aylığının hesaplanması, başlangıcı, kesilmesi ve yeniden bağlanması' başlıklı 27 nci maddesi, 'Yaşlılık sigortasında sağlanan haklar ve yararlanma şartları' başlıklı 28 inci maddesi, 'Yaşlılık aylığının hesaplanması' başlıklı 29 uncu maddesi. Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 8 'Yaşlılık aylığının başlangıcı, kesilmesi veya sosyal güvenlik destek primi ödenmesi' başlıklı 30 uncu maddesi, 'Yaşlılık toptan ödemesi ve ihya' başlıklı 31 inci maddesi, 'Ölüme bağlı toptan ödeme ve ihya' başlıklı 36 ncı maddesi, 'Fiili hizmet süresi' başlıklı 40 ıncı maddesi, 'Bazı kamu görevlilerinin prime esas kazançları ve prime esas kazançların üst sınırı' başlıklı 46 ncı maddesi, 'Vazife malullüğü, harp malullüğü ile harp malullerine verilecek malullük zammı ve vazife malullerine verilecek sürekli iş göremezlik geliri karşılığı' başlıklı 47 nci maddesi, 'Kamu görevlilerinin emekliye sevk onayı' başlıklı 48 inci maddesi, 'Sigortalılık hallerinin birleşmesi' başlıklı 58 inci maddesi, 'Prim belgeleri ve iş yeri kayıtları' başlıklı 86 ncı maddesi, 'Prim ödeme yükümlüsü' başlıklı 87 nci maddesi, 'Primlerin ödenmesi' başlıklı 88 inci maddesi. 5754 sayılı Yasada memurlar ve diğer kamu görevlileri için 5510 sayılı Yasadan farklı olarak düzenlenen hükümler, memurların sosyal güvenlik bakımından diğer sigortalılardan Anayasa gereği farklı olmasını gerektirdiği için düzenlenmiş maddeler değildir. Çünkü 5754 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemeler ayrıntılı olarak incelendiğinde kolayca görülecektir ki, 5754 sayılı Yasa, 5510 sayılı Yasadaki pek çok eksikliği giderme işlevi de görmüştür. 5754 sayılı Yasa, Anayasa Mahkemesinin kararından sonra 5510 sayılı Kanununda yapılması zorunlu olan değişikliklerden ibaret olan bir yasal düzenleme değildir. 5754 sayılı Yasa, Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgisi olmayan çok sayıda değişikliği içeren bir yasadır. Yani 5 inci, 25 inci, 37 nci, 80 inci ve 81 inci maddelerde yapılan memur ve diğer kamu görevlileri ile ilgili değişiklikler Anayasa Mahkemesi kararının gereğini yerine getirme amacına yönelik değildir. Tıpkı diğer başka değişiklikler gibi; ya bir eksikliği gidermek için ya da farklı bir tercih sonucu getirilen düzenlemelerdir. Memur ve diğer kamu görevlileri için 5754 sayılı Yasada oluşturulan çatı, özlük haklarına dayalı bir sistemde görev yapanların, prim esasına dayalı bir sistemde görev yapan diğer sigortalılarla aynı emeklilik ve sağlık sistemine tabi olması sonucunu doğurduğu için Anayasa Mahkemesi Kararı ile uyumlu değildir. Anayasa Mahkemesi, 5510 sayılı Yasadaki emeklilik ve sağlıkla ilgili düzenlemelerin bir kısmını memurlar ve diğer kamu görevlileri açısından iptal ederken; kazanılmış haklar bakımından iptal etmemiştir. İptal kararı, memur statüsündekilerin diğer sigortalılarla aynı sisteme bağlı olmaması gerekçesine dayanmaktadır.Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 9 Bu bakımdan, bu yasanın yürürlüğe girmesinden önce göreve başlayan memur ve diğer kamu görevlilerinin sosyal güvenlik hakları bakımından 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu hükümlerine tabi tutulması, bu yasanın yürürlüğe girmesinden sonra göreve başlayan memur ve diğer kamu görevlilerinin ise sosyal güvenlik hakları bakımından 5510 sayılı kanun hükümlerine tabi tutulması eğer Anayasa Mahkemesi kararı, kazanılmış hakların korunması amacına yönelik olsaydı, doğru bir yaklaşım olarak kabul edilebilirdi. Anayasa Mahkemesinin 5510 sayılı Yasa ile ilgili iptal gerekçesinde Anayasanın başta 128 inci maddesi olmak üzere memurlar ve diğer kamu görevlilerine ilişkin 51 inci, 52 nci, 68 inci, 70 inci ve 76 ncı maddelerindeki düzenlemeler örnek gösterilerek memur ve diğer kamu görevlilerinin farklılıkları vurgulanmıştır. Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararında, sosyal güvenlik hakkından yararlanacak olanların hukuksal konumları gözetilerek aynı statüde bulunmayanların bu statülerinin gerekli kıldığı kurallara bağlı tutulmalarının Anayasanın 10 uncu maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesinin doğal bir sonucu olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin kararında: Bir hizmet sözleşmesine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılan işçilerle bağımsız çalışanların zorunlu ve isteğe bağlı olarak sosyal güvenliklerinin prim esasına dayalı sigorta sistemi ile sağlandığı, bu bağlamda işçi ve kendi adına çalışan sigortalıların emeklilik ve diğer haklarının 'prime dayalı sigorta' esasına dayandığı, buna karşılık memur ve diğer kamu görevlilerinin emeklilik ve diğer haklarının ise, 'özlük haklarına' esasına dayandığı belirtilmiştir. Söz konusu kararda, memurların özlük haklarından olan sosyal güvenlik kapsamındaki haklarının kamu hukuku kurallarına tabi olduğu, işçi ve işveren arasındaki hak ve yükümlülüklerin ise tarafların özgür iradesi ile belirlenen iş hukuku alanına giren sözleşmelere dayandığı hatırlatılarak, Anayasanın 128 inci maddesinden kaynaklanan ve yasalarla belirlenen özlük hakları, memurların emeklilik bakımından diğer sigortalılardan farklı olmasını gerektirir denilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararında: 'Devletin en temel işlevlerinden olan kamu hizmetinin görülmesindeki yeri tartışmasız olan kamu görevlileri için statülerine, yaptıkları görevin gereklerine uygun, emeklileri için de önceki statüleri ile uyumlu ayrı yasal düzenleme yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Ancak düzenlemenin aynı hukuksal konumda bulunmayanların bu özelliklerini ve farklılıklarını yansıtmak koşuluyla aynı veya başka bir yasa içinde yapılması hususu kuşkusuz yasa koyucunun takdiri içindedir' denilmektedir. Anayasa Mahkemesi Kararına göre, memurların sadece sosyal güvenlik hakları değil sağlıkla ilgili hakları da kanunla ayrıca düzenlenmelidir. Anayasa Mahkemesi Kararında aynen şöyle denilmektedir: '5510 sayılı Yasa ile sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde görülebilmesini sağlamak amacıyla genel sağlık sigortası kurulması öngörülmüştür. Yasa'nın genel gerekçesinde beş farklı emeklilik rejiminin aktüeryal olarak hak ve yükümlülüklerinin eşit olacağı tek bir emeklilik rejimine dönüştürülmesinin planlandığı, buna koşut olarak sağlık hizmetlerinin düzenlenmesinde de aynı anlayışın esas alındığı anlaşılmaktadır. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yürüttükleri kamu hizmetine bağlı olarak hukuksal konumları, diğer çalışanlardan birçok bakımdan farklılıklar göstermektedir. Çalışmakta olanları ve emeklileri kapsayan genel sağlık sigortasından yararlanma hakkı da Anayasanın 128 inci maddesinde memurlar ve diğer kamu görevlileri için yasayla düzenlenmesi öngörülen haklar arasında bulunduğundan, üstlendikleri kamu hizmetinin aksamadan yürütülmesi ve hizmet alanlar yönünden de olumsuzluklar yaşanmaması için buEsas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 10 hususların da memurların diğer hakları gibi onlara ilişkin düzenleme içinde ayrıca yer alması Anayasal bir gerekliliktir.' Çağdaş devlet anlayışı sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla Anayasanın özüne ve ruhuna uygun biçimde kurularak işletilmesini, bu yolla bireylerin refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar. Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan devlettir. Kısacası, 5747 sayılı Yasanın yürürlüğe girmesinden sonra göreve başlayanların bu Yasaya göre sosyal güvenlik ve sağlık hakları bakımından diğer sigortalılar gibi sigortalı sayılması, bu Yasanın yürürlüğe girmesinden önce göreve başlayanların ise sağlık hakları bakımından diğer sigortalılarla aynı hükümlere tabi olması Anayasaya aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 5754 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; 2 nci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Sigortalı sayılanlar' başlıklı 4 üncü Maddesinin (c) bendinin (1) ve (2) nolu alt bentleri; 38 inci maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 'Genel sağlık sigortalısı sayılanlar' başlıklı 60 ıncı maddesinin (a) bendinin (1) nolu alt bendinde yer alan 've (c)' ibaresi; 64 üncü maddesiyle değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 'Yürürlükten kaldırılan hükümler' başlıklı 106 ncı maddesinin (8) numaralı bendi; 68 inci Maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 'Malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasına ilişkin geçiş hükümleri' başlıklı GEÇİCİ 1 inci Maddesinin birinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 128 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekir. 3) 5754 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasına eklenen (g) bendinin Anayasaya aykırılığı 5754 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasına eklenen (g) bendinde yapılan düzenleme ile: 'Ülkemiz ile sosyal güvenlik sözleşmesi olmayan ülkelerde iş üstlenen işverenlerce yurt dışındaki işyerlerinde çalıştırılmak üzere götürülen Türk işçilerinin 4 üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendi kapsamında sigortalı sayılması, bunlar hakkında kısa vadeli sigorta kolları ile genel sağlık sigortası hükümlerinin uygulanması, bu sigortalıların uzun vadeli sigorta kollarına tabi olmak istemeleri halinde, isteğe bağlı sigorta hükümleri uygulanması ve isteğe bağlı sigorta hükümlerinden yararlananlardan ayrıca genel sağlık sigortası primi alınmaması hükme bağlanmıştır.' Getirilen bu düzenleme ile yurt dışındaki işyerlerinde çalıştırılmak üzere götürülen Türk işçileri prim ödemelerini kendileri karşılamak koşuluyla uzun vadeli sigorta dallarından yararlanabilecekler ve isteğe bağlı sigorta hükümlerinden yararlananlardan ayrıca genel sağlık sigortası primi alınmayacaktır. Kanun Tasarısının Gerekçesinde, Türkiyeli iş adamlarının rekabet gücünün korunması amacıyla bu düzenlemenin gerçekleştirildiği belirtilmektedir.Esas Sayısı : 2008/56 Karar Sayısı : 2011/58 11 5510 sayılı Kanun yürürlüğe girdiğinde, 5 inci maddenin (g) bendi gereğince bu işçiler için işverenleri Genel Sağlık Sigortası primi olarak yüzde 12. 5 oranında, işkazası meslek hastalığı için yüzde 1 ile 6. 5 arasında değişen oranda prim ödeyerek toplam yüzde 13. 5 ile yüzde 19 arasında prim ödeyeceklerdir. Yani işverenlerin ödeyecekleri prim oranı düşürülmektedir. Öte yandan yurtdışına çalışmaya götürülen bu işçilerden isteğe bağlı sigortalılık süresi içinde genel sağlık sigortası primi alınmayacaktır. Yani hem prim oranı düşürülmekte hem genel sağlık sigortası primi alınmayarak gerçekte işveren yükümlülüğünde olması gereken bir konunun maliyeti kamuya yüklenmektedir. Ayrıca, Rusya gibi ülkelerde inşaatlarda zor şartlarda işçi olarak çalışanların isteğe bağlı sigorta ödemeleri eski adıyla Bağ ' Kur yeni adıyla 4/b sigortalılığına sayılacaktır. Yani inşaatta çalışan işçiler, işveren gibi değerlendirilip (7200 gün yerine) 9000 gün ile emekli edilecektir. Kurumun prim kaybına yol açan ve Sosyal Güvenlik kurumunu önemli bir yük altına sokan bu düzenleme aynı zamanda yurt dışına gönderilen işçileri isteğe bağlı sigortalılık nedeniyle 4/b sigortalılığı kapsamında esnaf saydığı için bunların prim ödeme gün sayısı da artırılmış olmaktadır. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren,, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan devlettir. İşverenlerin yurt dışında çalıştırdıkları işçilerin sosyal güvenlik kaynaklı yüklerini diğer sigortalılara yüklemekte kamu yararı yoktur. Adil olmayan bir yasal düzenlemenin amacı kamu yararı olamaz. Hukuk devletinin tanımına giren birçok unsurlardan birisi de, kamu yararı düşüncesi olmaksızın herhangi bir yasanın kabul edilmeyeceğidir. Tüm yasaların genel amacının kamu yararı olduğu bilinen bir gerçektir. Kabul edilmesinde kamu yararı bulunmayan bir düzenleme, Anayasanın 2 nci maddesi hükmüne aykırı nitelikte olur. Anayasanın 10 uncu maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi ise, birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemek amacına hizmet eder. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur. Açıklanan nedenlerle 5754 sayılı Kanunun 3 üncü maddesi ile değiştirilen 5510 sayılı
4,232
Esas Sayısı : 2010/10 Karar Sayısı : 2011/110 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: '1 Anayasanın 2. maddesinde yeralan hukuk devleti ilkesinin gereği olarak özellikle kanunda ceza yaptırımına bağlanan eylemlerin kapsamının açık ve net olarak düzenlenmesi ve tereddüt oluşturmaması gerekmektedir, iptali istenen madde ile getirilen sözleşmeli avukat bulundurma zorunluluğu kapsamı açık ve net değildir. 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 35. maddesinde yalnız avukatların yapacağı işler olarak hukuki danışmanlık hizmeti, dava ve iş takip hizmeti belirlenmiş olup anılan yasa maddesinin zorunlu sözleşmenin hangi hizmeti veya hizmetleri kapsayacağı açık ve net olarak belirlenmemiştir.Yasal düzenlemede, düzenleniş şekli ve düzenleme öncesi cümle dikkate alındığında anonim şirketin açtığı ve hakkında açılan davada avukat sözleşmesi zorunluluğu öngörüldüğü izlenimi vermekte ise de, uygulamada danışmanlık hizmeti sözleşmesi yapılması istenmekte ve bu şekilde uygulama yapılmaktadır. İptali istenen yasa maddesinde sözleşme konusu hizmetin niteliği belirtilmemiş olması farklı yorum ve uygulamaya yolaçmakta hukuki kargaşa ve karmaşaya sebebiyet vermektedir. Özel hukuka ilişkin ve sözleşme özgürlüğü kapsamında bulunan tarafların özgür iradeleri ile yapmaları veya yapmamaları gereken bir hukuki ilişkinin kanunla zorunlu tutularak yaptırıma bağlanması ve bu düzenlemenin de kapalı ifadeler ile uygulamada karmaşa oluşturacak şekilde yapılması öncelikle Anayasanın 2. maddesi düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 2 İptali istenen kanun hükmü ile, sermayesi belli bir miktarı geçen anonim şirketler için sözleşmeli avukatlık zorunluluğu getirilmesi, diğer şirketler için benzer düzenleme getirilmemiş olması Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. 3 Anayasanın 48. maddesinde sözleşme özgürlüğü düzenlenmiş olup sözleşme özgürlüğü, özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin Anayasaya yansıması olup özel hukuk alanında kişilerin yasal sınırlar içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa vurarak istedikleri sonuca ulaşabilmelerini ifade etmektedir. Bu anlamda bir grup anonim şirket için belli meslek grubu mensupları ile sözleşme zorunluluğu getirilmesi ve uyulmaması halinde idari para cezası yaptırımı öngörülmesi sözleşme özgürlüğüne müdahale niteliğindedir. Sermayesi belli bir miktarı aşan anonim şirketler zorunluluk olması bile avukat ile sözleşme yapmakta kendilerini davalarda avukat vasıtası ile temsil ettirmektedir. Bu kanun hükmüne dayanılarak Avukatlık Kanunu Yönetmeliğinde yapılan değişiklik ile, sözleşmenin ne şekilde yapılacağı, hangi şartları ihtiva edeceği, anlaşmazlık durumunda ne şekilde çözümleneceğine dair sözleşmeye konacak hükümler belirlenerek yazılı sözleşme ile serbest meslek makbuzunun baroya verilmesi gibi hususlara yer verilmiştir. HUMK, CMUK gibi temel usul yasalarında dahi temsil için avukatın herhangi bir makama sözleşmenin verilmesi öngörülmemiş ve vekaletnamenin verilmesi yeterli görülmüş iken bu yasa hükmü ile Avukat ile müvekkili arasında ticari sır niteliğinde bulunan sözleşmenin sır olmaktan çıkarılarak hiç gerekmediği halde sözleşmenin bir yerlere verilmesinin öngörülmesi hem sözleşme özgürlüğüne hem de Anayasanın 20. maddesinde düzenlenen özel hayatın gizliliği ilkesine aykırıdır. 4 İptali istenen yasa maddesinde düzenlenen eylemin yaptırımının 4857 sayılı oluşturulmuş Asgari Ücret Tespit Komisyonu belirlediği asgari ücrete endekslenmiş olması Anayasanın 38/3. maddesinde konulan ceza ve ceza yaptırımı yerine geçen güvenlik tedbirlerinin yasayla düzenlenmesi ilkesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2010/10 Karar Sayısı : 2011/110 2 SONUÇ VE TALEP:Yukarıda Anayasa'ya aykırılık nedenlerini ayrıntılı olarak belirttiğimiz 1136 sayılı Kanunun 35/3. maddesinin mahkememizde görülen davanın Anonim Şirketler ile ilgili olması nedeniyle anonim şirketler ile sınırlı olarak İPTALİNE karar verilmesini saygı ile arz ederim. 22.01.2010'
493
Esas Sayısı : 2002/54 Karar Sayısı : 2008/43 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Anayasamızın 12., 13., 14. ve 15. maddelerinde Temel Hak ve Özgürlükler düzenlenmiş, yine Anayasamızın 90. maddesine göre Milletlerarası Sözleşmelerin Anayasamız içindeki yeri belirlenmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler, Avrupa Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı, 87, 98 ve 151 sayılı İLO Sözleşmeleri ile Temel Hak ve Özgürlükler Uluslararası boyutta belirlenmiş ve Uluslararası Metinlerle Sendikal haklar güvence altına alınmıştır. Bu uluslararası sözleşmelerin TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesi karşısında kamu çalışanlarının sendikal faaliyette bulunma hakları, Anayasamızın 12., 13., 14., 15. ve 90. maddesi içinde konumu belirlenerek Temel Hak ve Özgürlükler çatısı altına alınmıştır. Sanıklar Emek Platformunun almış olduğu kararlar doğrultusunda bir günlük işi bırakma eylemini gerçekleştirdiklerini kabul etmişler, eylemin bu özelliği nedeni ile, sanıklar hakkında TCK'nın 236. maddesinin bir ve ikinci fıkralarının uygulanma ihtimali vardır. TCK'nın 236. maddesinin Anayasa'nın temel hak ve özgürlüklerinin düzenlendiği 12., 13., 14. ve 15. maddeleri ile Anayasamızın 90. maddesi içinde milletlerarası sözleşmenin Anayasamızda belirlenen konumu ve iç hukukumuz açısından çerçevesi birlikte değerlendirildiğinde TCK'nın 236. maddesinin özellikle 2. fıkrasının Anayasa'nın 90. maddesinin işlevini yok ettiği, dolayısı ile Anayasa'nın 12., 13., 14. ve 15. maddelerinde sınırları ve kapsamı belirlenen temel hak ve özgürlükleri kullanılamaz ve yine özellikle Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrasının uygulanamaz hale getirdiği kanaatine varılmıştır.
218
Esas Sayısı : 1996/1 Karar Sayısı : 1996/18 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : Mahkememizde görülmekte olan dava Kira tesbit davasıdır. Kira tesbit davası genelde Tesbit davası olup ülkemizde bu dava türü yasaca genel olarak düzenlenmemiştir. Bu tür davalar konusunda muhtelif yasalarımızda özel hükümler vardır. Yargı sistemimizde bugün içtihatlarla tesbit davalarına yer verilmektedir. Davamıza konu olan Kira tesbit davası niteliği itibariyle bir tesbit davasıdır. Mevcut yasalarımızda bu dava türü özel olarak düzenlenmemiştir. Anayasa Mahkemesinin 6570 sayılı yasanın 2. ve 3. maddelerinin iptaline ilişkin kararı 26.9.1963 tarihinde yürürlüğe girince bu konuda yasal bir boşluk ortaya çıkmıştır. Ancak bu yasal boşluk Yargıtay'ca içtihat yolu ile doldurulmuştur. Yargıtay'ın 18.11.1964 tarih ve 2/4 sayılı içtihadı birleştirme kararında; Anayasa Mahkemesinin 6570 sayılı yasanın 2. ve 3. maddelerini iptal kararının yürürlüğe girmesinden sonra kira döneminin sona ermesinden itibaren akdin kira parası dışındaki hükümlerinin yenilenmiş sayılacağı, kira parasının ise Bilirkişilerce tesbit edilecek olağan rayiç ve bu tesbit edilmezse ekonomi esasları ve hak nesafet uyarınca belirlenecek kira parasının Hâkim tarafından tesbit olunacağı hükmü getirilmiştir. Nitekim Yargıtay 3H.Dsi 5 Nisan 1994 tarihinde yürürlüğe konulan ekonomik istikrar önlemleri karşısında Objektif iyi niyet kuralları, tarafların sözleşmeden bekledikleri yarar dengesinin korunması amacıyla toptan eşya fiyat endeksindeki artışın bir yıllık kira döneminde % 65'i geçtiği hallerde bunun kira parasına yansıyan bölümünün % 65 oranı ile sınırlandırılmasının HAKKANİYETE UYGUN ve ADİL BİR İLKE olduğu görüşü ile kira parasının tesbitinde bu yöntemin uygulanması yolunda kararlar ihdas etmiştir. 6570 sayılı yasa 3917 sayılı yasa ile eklenen geçici 5. maddenin 1. fıkrası SS.K. ile Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumunun sahibi veya ortağı bulunduğu gayrimenkuller için 1.1.1993 tarihinden önce BK. ile 6570 sayılı kanuna göre yapılmış kira sözleşmelerinin bitimi tarihinden 3 ay sonra sona ereceği, 2. fıkrası ile kurumlarca bu süre içerisinde rayiç veya emsale uygun yeni kira bedelinin tesbit olunup kiracıya tebliğ edileceği ve buna göre kira sözleşmesi yapmaya davet edileceği, belirlenen kira bedeline karşı süresi içerisinde Sulh Hukuk Mahkeme sine itiraz hakkı bulunduğu hükümleri getirilmiştir. Bu yeni yasal düzenleme karşısında kiracılar tesbit ve tenkis davaları açmışlar ve mahkemelerce yukarıda açıklanan Yargıtay içtihadı birleştirme kararı doğrultusunda kira bedelini tesbit etmişlerdir.Esas Sayısı : 1996/1 Karar Sayısı : 1996/18 2 İptali istenen geçici 5. maddesinin 6. fıkrası ise Bu şekilde tesbit edilen yeni kira bedelleri yılda bir defa Dİ.E. Tüketici fiyat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç veya emsal değere yükseltilir hükmünü getirmektedir. 6570 sayılı yasa ve BK.nun ilgili maddelerine göre kira akdi yapmış olan kiralayan durumunda olan özel kişiler ile SS.K. ve Bağ Kur dışındaki Tüzel kişiler kira parasının saptanmasında Bağımsız Mahkemelerin hak ve nesafet kurallarına göre belirleyeceği kira parası ile yetinmek durumunda kalırken S.S.K. ve Bağ Kur, D.İ.E'ce belirlenen yıllık tüketici fiyat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere kira parası saptama olanağına kavuşmuş bulunacaklardır. Bu durum TC. Anayasasının 10. maddesinde yazılı Herkes'in kanun önünde eşitliği ilkesine aykırılık yaratmaktadır. Aynı şekilde kiracılar açısından da Bağ Kur ve S.S.K. nun mülkünün kiracıları ile özel ve diğer tüzel kişilerin sahip oldukları taşınmaz kiracıları arasında sahip oldukları Kanun önünde eşitlik ilkesi zedelenmektedir. Geçici 5. maddenin 2. fıkrasında tesbit olunan bedele kiracıların SHMde itiraz hakları getirilmiş iken 6. fıkrada bu yolun açık olmaması TC. Anayasasının 125. maddesindeki İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Geçici 5. maddenin 6. fıkrası kira parasının saptanmasında Dİ.E. tüketici fiyat endeksini sınırlayıcı bir ölçü olarak yasaya getirmesi TC. Anayasasının 138. maddesinde yazılı Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve HUKUKA uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler ilkesine aykırıdır. 6570 sayılı Yasanın 3917 sayılı yasa ile ek geçici 5. maddesinin 6. fıkrası bu haliyle kişiler arasında kanun önünde eşitsizlik yaratması ve sosyal adalet ilkelerini zedelemesi sebebiyle TC. Anayasasının 2. maddesinde yazılı Türkiye Cumhuriyetinin Sosyal bir hukuk devleti olduğu ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
621
Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Kemal ANADOL ve Kemal KILIÇDAROĞLU ile birlikte 120 Milletvekili tarafından verilen 28.07.2005 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: GEREKÇE 1) 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesinin Değiştirdiği 10.07.2004 Tarihli ve 5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu'nun 6 ncı Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 10.07.2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci maddesinde; büyükşehir belediyesi sınırları içine katılan belediyelerin, büyükşehir ilçe ve ilk kademe belediyelere dönüşmesi, diğer belediye ve köylerin tüzel kişiliğinin kalkması ile ilgili düzenlemeler vardır. Söz konusu düzenlemeler, seçimlerden sonra belediye meclisine yeni katılımları mümkün hale getirerek, seçimlerde oluşmuş temsilcilerin sayısını ve oranı değiştirmek suretiyle Anayasa'nın 127 nci madde hükümlerine aykırılıklar içermektedir. Ayrıca, getirilen düzenleme, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının gerekli gördüğü referandumu öngörmediği için hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 1988 yılında Türkiye tarafından imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı 1991 yılında, bazı çekinceler ile 3723 sayılı yasa ile onaylanmıştır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Türkiye tarafından da benimsenen Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması başlığını taşıyan 5 inci maddesi aynen şöyledir: Yerel yönetimlerin sınırlarında mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz. Yerel yönetimlerin görevli kılındıkları yöre halkının yerel ortak gereksinimlerini etkinlikle yerine getirebilmeleri, özerk bir yapılanma içinde tüzel kişiliğe sahip olmalarını gerektirir. Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler açısından özerkliği, Anayasa ve yasaların belirlediği kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünün yurttaşların yararına olarak, yerel yönetimlerin sorumluluğu altında yerine getirilmesi yetkisidir (E. 1988/18) biçiminde tanımlamıştır. Yerel yönetimlerin özerkliği, daha çok, organlarının yöre halkı tarafından seçilmesi ve bu organlarının karar verme yetkilerinin bulunması biçiminde gözükür. Yerel yönetimlerin organları seçimle oluşmalı, halkın tercihlerini yansıtmalıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrası, yerel yönetimlerin karar organlarının seçmenler tarafından seçilerek oluşturulmasını öngörmektedir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 2 Anayasa Mahkemesi, büyükşehir belediye başkanları ile ilçe belediye başkanlarının aynı seçim çevresinde seçilmesini öngören bir yasal düzenlemeyi yerinden yönetim ilkesine aykırı bularak iptal etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararında şöyle denilmektedir: Bu durum, yerel yönetim anlayışı ve yerinden yönetim ilkesiyle bağdaşmaz. Yerel yönetim anlayışında her şey, o yer, o yöre ile sınırlıdır. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun olarak yasayla düzenlenir. Yerinden yönetimin en belirgin özelliği, yöneticilerin o yerdeki seçmenlerin oylarıyla seçilmesidir. Yerel yönetimlerin özerk kamu tüzelkişisi olarak örgütlenmeleri de bu yönetimlerin karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakkına sahip bulunmalarına dayanmaktadır. Karar alma özgürlüğünün gerçekleşmesi de, karar organlarının serbestçe oluşumuna bağlıdır. Bu da, seçimle gerçekleşir. Seçmenin ilçe belediye meclis üyesi veya ilk kademe belediye meclis üyesi olarak oy verip seçtiği kişileri, kanunla büyükşehir belediye meclisi üyesi haline dönüştürmek Anayasanın 127 nci maddesine aykırıdır Büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevresi ile büyükşehir belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevreleri farklıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesi, yerel yönetimlerin karar organlarının seçimle belirlenmesini şart koşmasına rağmen, getirilen düzenleme ile, seçmenlerin oy vermediği yeni bir belediye meclisi oluşturulmaktadır. Getirilen düzenlemelerle, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3 üncü maddesinin ikinci bendinde yerel halkın yerel yönetim organlarında görev alacakları belirleme hakkının doğrudan yapılacak bir seçimle kullanılacağı hükme bağlanmaktadır. Burada kullanılan doğrudan sözcüğü, yerel halkın bizzat ve tek dereceli bir seçimle iradesini ortaya koymasını ifade etmektedir. Bu bakımdan belli bir yerel yönetim organlarında görev almış kişilerin kanun koyucunun iradesi ile bir başka yerel yönetim organlarına da seçilmiş sayılması bir yerel irade aktarması ve dolaylı bir görevlendirmeden ibarettir. O yörede yaşayanlar, kendi belediye meclis üyelerini, büyükşehir belediye meclisinde görev yapmak üzere seçmemişlerdir. Büyükşehir belediye meclisi seçimine katılmış olsalardı belki farklı kişileri belediye meclis üyesi olarak seçeceklerdi ve belki ilçe ve ilk kademe belediyeleri sınırları içinde yaşayanlar da Büyükşehir belediye başkanı seçimine katılsa idi, farklı bir belediye başkanı görev yapacaktı. Bu nedenle getirilen düzenlemeler, yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun şekilde kanunla düzenlenir ilkeleriyle uyumlu değildir. Böyle bir düzenleme, Anayasanın 67 nci maddesinde yer alan temsilde adalet ilkesi ile de, temsil ve verilen oy arasındaki bağlantıyı kopartması nedeni ile de bağdaşmaz. Oluşması seçime bağlanmış yerel yönetim organlarının seçmenin oyuyla oluşmasına imkan vermeyen böyle bir düzenlemenin, demokratik devlet ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olacağı açıktır. Çünkü demokraside esas olan, seçmenin oyunu belli bir yerdeki göreve gelecek kimse için kullanması ve o görev için seçtiği kimseler tarafındanEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 3 yönetilmesidir. Halbuki getirilen düzenleme, seçmenin karşısına tamamen farklı yöneticiler getirmektedir. Bu nedenle hukuk güvenliğini sarsıcı nitelikte olan söz konusu düzenleme, hukuk devleti ilkesine dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. . 10.07.2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasını değiştiren, 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci Maddesinde, büyükşehir belediye sınırları içinde kalan köylerin tüzel kişiliğinin sona ererek mahalleye dönüşeceği; bu şekilde oluşan mahallelerin hangi belediyeye katılacağının Bakanlar Kurulunca belirleneceği hükme bağlanmıştır. Köylerin tüzel kişiliklerinin kaldırılması Anayasa'daki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Köy tüzel kişiliğinin oluşması işlemi hak yaratıcı bir işlemdir. Çünkü bu işlemle hak ve fiil ehliyetine sahip bir tüzel kişi kurulmakta ve bu tüzel kişi bir takım hak ve borçlar altına girmektedir. Bu tüzel kişinin daha sonra ortadan kaldırılması hukuki güvenlik ilkesini ihlal eder. Bu tüzel kişinin mal varlığı, yaptığı işlemler, alacak ve borçları vardır. Köy tüzel kişiliğinin ortadan kaldırılması durumunda, başta bu tüzel kişi malvarlığı, bu tüzel kişinin yaptığı işlemler, alacaklıları ve borçluları bundan etkilenir. Dolayısıyla hukuki güvenlik ilkesi gereğince, bir belediye veya köy tüzel kişiliği de bir kere kurulduktan sonra kendi istekleri ve alacaklılarının kabulü olmadan bir daha kaldırılmamalıdır. Hukuk devletinin temel öğelerinden biri de güvenilirliliktir. Hukuk devleti, tüm eylem ve işlemlerinde yönetilenlere en güçlü en kapsamlı şekilde hukuksal güvence sağlayan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Tüm bu nedenlerle, Anayasa'nın 2, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olan söz konusu düzenleme, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısı ile Anayasa'nın 11 inci maddesiyle de bağdaşmaz ve iptal edilmesi gerekir. 2) 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin Anayasa'ya Aykırılığı 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında; büyükşehir belediyesi kapsamına alınan ilçelerin mülkî sınırları içinde kalan, ancak aynı fıkrada belirtilen sınırlar dışında olan belediye ve köylerin büyükşehir belediye sınırları içine alınabilmesine ve merkezleri büyükşehir belediyesi sınırları dışında kalan ilçelerin, büyükşehir belediye sınırları içine giren belediye ve köylerinin büyükşehir belediye sınırları dışına çıkarılabilmesine ilişkin düzenlemeler yer almaktadır. Söz konusu düzenlemeler, seçimlerden sonra belediye meclisine yeni katılımları mümkün hale getirerek, seçimlerde oluşmuş temsilcilerin sayısını ve oranı değiştirmek suretiyle Anayasa'nın 127 nci madde hükümlerine aykırılıklar içermektedir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 4 Ayrıca, getirilen düzenleme, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının gerekli gördüğü referandumu öngörmediği için hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. 1988 yılında Türkiye tarafından imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı 1991 yılında, bazı çekinceler ile 3723 sayılı yasa ile onaylanmıştır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının Türkiye tarafından da benimsenen Yerel Yönetim Sınırlarının Korunması başlığını taşıyan 5 inci maddesi aynen şöyledir: Yerel yönetimlerin sınırlarında mevzuatın elverdiği durumlarda ve mümkünse referandum yoluyla ilgili yerel topluluklara önceden danışılmadan değişiklik yapılamaz. Yerel yönetimlerin görevli kılındıkları yöre halkının yerel ortak gereksinimlerini etkinlikle yerine getirebilmeleri, özerk bir yapılanma içinde tüzel kişiliğe sahip olmalarını gerektirir. Anayasa Mahkemesi, yerel yönetimler açısından özerkliği, Anayasa ve yasaların belirlediği kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünün yurttaşların yararına olarak, yerel yönetimlerin sorumluluğu altında yerine getirilmesi yetkisidir (E. 1988/18) biçiminde tanımlamıştır. Yerel yönetimlerin özerkliği, daha çok, organlarının yöre halkı tarafından seçilmesi ve bu organlarının karar verme yetkilerinin bulunması biçiminde gözükür. Yerel yönetimlerin organları seçimle oluşmalı, halkın tercihlerini yansıtmalıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrası, yerel yönetimlerin karar organlarının seçmenler tarafından seçilerek oluşturulmasını öngörmektedir. Seçmenin ilçe belediye meclis üyesi veya ilk kademe belediye meclis üyesi olarak oy verip seçtiği kişileri, kanunla büyükşehir belediye meclisi üyesi haline dönüştürmek Anayasanın 127 nci maddesine aykırıdır Büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevresi ile büyükşehir belediye meclisi üyelerinin seçildiği seçim çevreleri farklıdır. Anayasa'nın 127 nci maddesi, yerel yönetimlerin karar organlarının seçimle belirlenmesini şart koşmasına rağmen, getirilen düzenleme ile, seçmenlerin oy vermediği yeni bir belediye meclisi oluşturulmaktadır. Getirilen düzenlemelerle, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartının 3 üncü maddesinin ikinci bendinde yerel halkın yerel yönetim organlarında görev alacakları belirleme hakkının doğrudan yapılacak bir seçimle kullanılacağı hükme bağlanmaktadır. Burada kullanılan doğrudan sözcüğü, yerel halkın bizzat ve tek dereceli bir seçimle iradesini ortaya koymasını ifade etmektedir. Bu bakımdan belli bir yerel yönetim organlarında görev almış kişilerin kanun koyucunun iradesi ile bir başka yerel yönetim organlarına da seçilmiş sayılması bir yerel irade aktarması ve dolaylı bir görevlendirmeden ibarettir.Esas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 5 O yörede yaşayanlar, kendi belediye meclis üyelerini, büyükşehir belediye meclisinde görev yapmak üzere seçmemişlerdir. Büyükşehir belediye meclisi seçimine katılmış olsalardı belki farklı kişileri belediye meclis üyesi olarak seçeceklerdi ve belki ilçe ve ilk kademe belediyeleri sınırları içinde yaşayanlar da Büyükşehir belediye başkanı seçimine katılsa idi, farklı bir belediye başkanı görev yapacaktı. Bu nedenle getirilen düzenlemeler, yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun şekilde kanunla düzenlenir ilkeleriyle uyumlu değildir. Böyle bir düzenleme, Anayasanın 67 nci maddesinde yer alan temsilde adalet ilkesi ile de, temsil ve verilen oy arasındaki bağlantıyı kopartması nedeni ile de bağdaşmaz. Oluşması seçime bağlanmış yerel yönetim organlarının seçmenin oyuyla oluşmasına imkan vermeyen böyle bir düzenlemenin, demokratik devlet ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olacağı açıktır. Çünkü demokraside esas olan, seçmenin oyunu belli bir yerdeki göreve gelecek kimse için kullanması ve o görev için seçtiği kimseler tarafından yönetilmesidir. Halbuki getirilen düzenleme, seçmenin karşısına tamamen farklı yöneticiler getirmektedir. Bu nedenle hukuk güvenliğini sarsıcı nitelikte olan söz konusu düzenleme, hukuk devleti ilkesine dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinde büyükşehir sınırları içinde kalan orman köylerinin tüzel kişiliğinin, devam edeceği bildirilmekte, ancak; ormanla ilgili diğer hükümler saklı kalmak üzere bu köyleri, imar bakamından büyükşehir belediyesinin mücavir alanı sayılacağı ifade edilmektedir. Bu hüküm, orman köylerinde imar konusundaki idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılacağı anlamına gelmektedir. Orman köylerinde imarla ilgili konularda büyükşehir belediyesinin yetkili kılınması Anayasa'nın 169 ve 170 inci maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın 169 uncu maddesinde Bütün ormanları gözetimi Devlete aittir, Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir Devlet, ormanların korunması için gerekli tedbirleri alır .orman sınırlarında daraltma yapılamaz hükümleri vardır. Buradaki Devlet ibaresinin Devlet tüzel kişiliğini temsil eden merkezi yönetim olduğu çok açıktır. Anayasa, ormanların bir bütün olarak gözetim, yönetim ve işletilmesi görevini merkezi yönetime bırakmışken, orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması Anayasa'ya aykırıdır. Ayrıca, orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemler için büyükşehir belediyesine yetki verilmesi, orman sınırlarında daraltma yapılamaz, şeklindeki kurala da aykırıdır. Gerçi ormanla ilgili hükümler saklı tutulmuştur ama, bu hükümlere ve Anayasa'nın 169 uncu maddesine aykırı olmayacak bir imar düzenlemesinin büyükşehir belediyesince yapılabilmesi, fiilen ne ölçüde mümkün olabilecektir' Ayrıca orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemler için büyükşehir belediyesine yetki verilmesi, orman sınırlarında daraltma yapılamaz şeklindeki kurala da aykırıdır. Orman sınırları ile oynamadan nasıl imarla ilgili düzenleme yapılacaktır' Orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması Anayasa'nın 170 inci maddesine de aykırıdır. Çünkü, Anayasa'nın 170 inci maddesinde Ormanlar içinde veya bitişiğindeki köyler halkının kalkındırılması, ormanların veEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 6 bütünlüğünün korunması bakımlarından Devlet, tedbir almakla görevlendirilmiştir. Buradaki devlet, ibaresinin de, Devlet tüzel kişiliğini temsil eden merkezi yönetim olduğu çok açıktır. Diğer yandan, 5390 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle kural olarak büyükşehir belediyesi sınırları içine katılan köylerin tüzel kişiliği sona erdirilirken, Geçici Maddenin üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümleleri ile orman köylerinin tüzel kişiliğinin sürdürülmesi, köyler arasında konumları bakamından Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı bir eşitsizlik yaratmaktadır. Ayrıca, hem orman köylerinin tüzelkişiliklerin sürdürmeleri hem imar konusunda, vesayet makamları olmayan büyükşehir belediyesine yani bir başka tüzel kişiliğe bağımlı kılınmaları da yerinden yönetim ve yerel yönetim esaslarına dolayısı ile Anayasa'nın 123 ve 127 nci maddelerine aykırıdır. Çünkü bir yerinden yönetim birimi kendi yönetimi ile ilgili kararları kendisi verebilmeli, bununla ilgili işlemleri de yine kendisi yapabilmelidir. Vesayet makamı bile olmayan bir başka yönetim biriminin, söz konusu yerinden yönetim birimine ve onun yerine alacağı kararları uygulatması düşünülemez. Çünkü bu, özerkliğe müdahale niteliği taşır. Halbuki anayasa, yerel yönetimlerin özerk yapıda olduğunu ifade etmektedir. Anayasanın 123 ve 127 nci maddelerine açıkça aykırı olan bu düzenlemenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaştığı söylenemez. Çünkü hukuk devletinin, işlem ve eylemlerinin hukuka uygun olması, hukukun üstünlüğü ilkesini içtenlikle benimsemesi, yasa koyucunun çalışmalarında kendisini her zaman anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla bağlı tutması, yasa koyucu da dahil devletin tüm organları üstünde hukukun mutlak bir egemenliğe sahip olması, adil bir hukuk düzeni kurarak geliştirmeyi zorunlu sayması gerekir. Hukuk devleti olmak, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlayan bir düzen kurmaktır. Böyle bir düzenin kurulması, yasama ve yargı yetkileriyle yürütme alanına giren tüm işlemlerin hukuk kuralları içinde kalması ile gerçekleşebilir. Bu bağlamda hukuk devleti, her dilediğini yapamayan, kendini hukukla bağlı sayan ve tüm yetkilerinin sınırının hukuksal kurallarla belirlendiği Devlettir. Ayrıca, Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle uyum halinde olması da düşünülemez. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 2, 11, 67, 127, 169 ve 170 inci maddelerine aykırı olan 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkrası ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlesinin iptali gerekir. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Yerel yönetim anlayışında her şey, o yer, o yöre ile sınırlıdır. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleriyle yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun olarak yasayla düzenlenir. Yerinden yönetimin en belirgin özelliği, yöneticilerin o yerdeki seçmenlerin oylarıyla seçilmesidir. Yerel yönetimlerin özerk kamu tüzelkişisi olarak örgütlenmeleri de bu yönetimlerin karar alma ve aldıkları kararları uygulama hakkına sahip bulunmalarınaEsas Sayısı : 2005/94 Karar Sayısı : 2007/7 7 dayanmaktadır. Karar alma özgürlüğünün gerçekleşmesi de, karar organlarının serbestçe oluşumuna bağlıdır. Bu da, seçimle gerçekleşir Getirilen düzenleme ile, büyükşehir belediyesine katılacak ilçe ve ilk kademe belediye meclisi, başkanı ve belediye encümeni için oy kullanan vatandaşlar, kendilerinin seçmediği belediye meclisi üyeleri, büyükşehir belediye başkanı ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetilmeye başlayacaklardır. Aynı durum, büyükşehir belediyesi sınırları içinde yaşayan vatandaşlar için de geçerlidir. Onlar da kendilerinin seçmediği belediye başkanı belediye meclis üyeleri ve belediye encümeni üyeleri tarafından yönetileceklerdir. Getirilen düzenleme ile, büyükşehir belediyesi sınırları içindeki köylerin tüzel kişilikleri kaldırılmaktadır. Tüzel kişinin daha sonra ortadan kaldırılması hukuki güvenlik ilkesini ihlal eder. Orman köylerindeki imar ile ilgili idari işlemlerin büyükşehir belediyesi tarafından yapılması da Anayasaya aykırıdır. Bu hükümlerin uygulanması, sonradan giderilmesi güç veya olanaksız hukuki durum ve zararlara yol açacaktır. Bu tür sonradan giderilmesi güç veya olanaksız hukuki durum ve zararların önlenmesi için iptal davası sonuçlanıncaya kadar, 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1 inci Maddesinin değiştirdiği 10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı kanunun 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrası ile 02.07.2005 tarih ve 5390 sayılı Kanunun Geçici Maddesinin birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi gerekir. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 02.07.2005 Tarih ve 5390 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un: 1) 1 inci maddesinin değiştirdiği 10.07.2004 tarih ve 5216 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin Anayasa'nın 2, 11, 67 ve 127 nci maddelerine aykırı olan üçüncü fıkrasının, 2) Geçici Maddesinin Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123, 127, 169 ve 170 inci maddelerine aykırı olan birinci ve ikinci fıkraları ile üçüncü fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin iptallerine ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
2,708
Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 1 1) 03.06.2021 tarihli ve 7326 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendinin birinci cümlesinde yer alan “%40 oranı dikkate alınmaksızın” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı 7326 sayılı Kanun’un bazı alacakların yeniden yapılandırılmasına ilişkin ortak hükümlerini düzenleyen 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendine göre 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun’un “Kesinti Yapılması” başlıklı 7. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan ve alacakları için kesinti yapılan idarelere, belediyeler ve bunlara bağlı kamu tüzel kişiliğini haiz kuruluşlar tarafından 7326 sayılı Kanun kapsamında ödenmesi gereken tutarlar, belediyelerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan paylarından, 5779 sayılı Kanun’un 7. maddesinin dördüncü fıkrasındaki %40 oranı dikkate alınmaksızın aylık dönemler halinde kesinti suretiyle tahsil edilecektir; fakat, bu kapsamda yapılacak kesinti tutarı, her hal ve takdirde bu idareler adına genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan payların aylık tutarının % 50’sini aşamayacaktır. Ancak 7326 sayılı Kanun kapsamındaki anılan borçların tahsilat usulünde, belediyelerin (genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan) paylarından (aylık dönemler halinde) kesinti yapılırken esas alınan % 40’lık üst haddi bertaraf eden ve iptali istenen ibare, Anayasa’ya aykırıdır. Öncelikle belirtmek ki 5779 sayılı Kanun’un 7. maddesinin ikinci fıkrasına göre il özel idareleri ve belediyeler ile bu idarelere bağlı kuruluşların ve bunlara ait tüzel kişilerin, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre takip edilen Devlete olan borçları, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun kapsamında tanımlanan Hazine alacağı niteliğindeki borçları, İller Bankası’na olan borçları ile sosyal güvenlik kuruluşlarına olan borçları ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun geçici 3., 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun geçici 5. maddeleri kapsamında uzlaşma sağlanmış borçları ile bu maddeler kapsamındaki kuruluşlara olan ve 31.12.2006 tarihi itibarıyla tahakkuk etmiş ve uzlaşma sağlanmamış olan borçlarına karşılık, bu idareler adına her ay genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak tutardan, alacaklı idarelerin talebi üzerine, ilgisine göre Maliye Bakanlığı veya İller Bankası tarafından kesinti yapılarak alacaklı idarelere ödenir. Öte yandan anılan maddenin dördüncü fıkrasına göre bu maddenin ikinci fıkrası kapsamındaki borçlardan 01.03.2010 tarihinden önce doğmuş olanlar ile bu tarihten önce Hazinece verilen garantilerden veya ikrazen kullandırılan kredilerden kaynaklanan 4749 sayılı Kanun kapsamındaki Hazine alacakları için yapılacak kesintilerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden, il özel idareleri ve belediyeler adına aylık olarak ayrılacak tutara oranı, % 40’ı aşamaz. O halde sayılı idarelere, belediyeler ve bunlara bağlı kamu tüzel kişiliğini haiz kuruluşlar tarafından 7326 sayılı Kanun kapsamında ödenmesi gereken tutarların, belediyelerin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan paylarından aylık dönemler halinde kesinti suretiyle tahsil edilmesi usulünde; %40’lık oranın dikkate alınmaması, üst had olmaktan çıkarılması; Anayasa’ya aykırıdır. Açıklamalara geçilmeden önce belediyelerin hukuki statüsünü belirtmekte ve belediyelerin merkezi teşkilat içinde yer alan ve 5779 sayılı Kanun’un 7. maddesinin ikinci fıkrasında sayılan ve alacakları için kesinti yapılan idareler ile ilişkisini ortaya koymakta fayda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Anayasa’nın 123. maddesi uyarınca idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Belediyeler, Anayasa’nınEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 2 127. maddesi uyarınca mahalli idareler (yerel yönetimler) kapsamında kalan tüzel kişilerdir. Merkezi idare, belediye üzerinde idari vesayet yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki, kayıtsız değildir. İdari vesayet yetkisinin kullanılabilmesi için; mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacı güdülmelidir. Aynı zamanda idari vesayet yetkisi, kanunda gösterilen usul ve esaslar çerçevesinde kullanılabilir. Ayrıca belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. Anayasa Mahkemesi’ne göre de Anayasa’nın 127. maddesinin birinci fıkrasında mahalli idarelerin il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları yine kanunda gösterilen seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileri oldukları ifade edilmiştir. Anayasa’da merkezi yönetim yerel yönetim ayrımının yapılması, yerel yönetimlerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin bulunması, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gibi yetki ve ayrıcalıkların tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin göstergeleridir (Anayasa Mahkemesi’nin 16.07.2020 tarihli ve 2018/104 E.; 2020/39 K. sayılı Kararı, §174). İptali talep edilen ibare, belediyelere aktarılan paylardan %40 oranı dikkate alınmaksızın kesinti yapılmasını öngördüğü için, mahalli idare olan belediyenin mali özerkliği ile ilgilidir. Diğer bir deyişle 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun, belediyelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak payları düzenlemektedir. Bu paylar, belediyelerin bütçesinin bir kısmını oluşturmaktadır. Bütçede yer alan söz konusu meblağın nasıl değerlendirileceğine karar verme yetkisi, yerel yönetimlerin mali özerkliği ilkesi gereğince; belediyelerin uhdesindedir, merkezi idarenin söz konusu payların nasıl değerlendirileceğine ilişkin karar verme yetkisi yoktur. Nitekim Anayasa Mahkemesi’ne göre Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin bütünlüğü, idari görevleri yerine getiren kurumlar arasında birliğin sağlanması ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içinde çalışmasını öngörmektedir. İdarede bütünlüğü sağlamak için başlıca iki hukuksal araç hiyerarşi ve idari vesayet kullanılmaktadır. Hiyerarşi, hem merkezi yönetim içinde yer alan örgütler ve bunlara bağlı birimler arasındaki, hem de yerinden yönetim kuruluşlarının kendi içerisindeki bütünleşmeyi sağlamaktadır. İdari vesayet ise, merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasındaki bütünleşmeyi sağlayan araçtır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7). İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik denetimde olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen sınırlar içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve kanunilik, idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda vesayet yetkisi, mutlak bir kullanım zorunluluğunu da içermez. Anayasa’da belirtilen amaç ve çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve sınırını belirleme yetkisi kanun koyucuya aittir (Anayasa Mahkemesi’nin 14.11.2019 tarihli ve 2018/90 E.; 2019/85 K. sayılı Kararı, § 20). Diğer yandan idari özerklik ile idari vesayet arasında ters orantılı bir ilişki bulunmaktadır. İdari vesayet yetkisinin kapsamının genişlemesi idari özerkliği daraltmaktayken, idari vesayet yetkisinin kapsamının daralması ise idari özerkliği genişletmektedir. Bu sebeple idari vesayet yetkisi idari özerkliğin sınırını oluşturmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7).Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 3 İptali talep edilen ibare; merkezi idarenin mahalli idare olan belediye üzerindeki idari vesayet yetkisini ölçüsüz şekilde aşmak ve belediyenin idari ve mali özerklik alanını daraltmak suretiyle; yerinden yönetim ilkesine aykırıdır. Başka deyişle iptali talep edilen ibareyle idari vesayet yetkisinin kayıtsız ve geniş kullanımı (kesinti yapılırken %40’lık oranın esas alınmaması); idarenin bütünlüğü ilkesi içinde teşkilatlanan ikili idari yapı arasındaki dengeyi merkezi yönetim lehine bozmakta, idari vesayeti istisnai değil kural yetki haline getirmektedir. Zira belediyelerin 5779 sayılı Kanun gereğince aktarılan payları, merkezi idare tarafından kaynağında kesilmektedir. Başka bir deyişle iptali talep edilen ibare nedeniyle belediyelerin görevleri ile orantılı olan gelirlerine, merkezi idare tarafından ölçüsüz (Her ne kadar iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümlenin devamında %50 oranında bir kayıt öngörülmüşse de; iki oran arasındaki fark, yüksek meblağlara tekabül etmektedir.) şekilde el koyulmaktadır. Halbuki belediyelere mahalli idare vasfını kazandıran unsurlardan biri mali özerkliktir. Nitekim belediyelerin borç ödeyebilme kapasiteleri gözetilerek ve görev ve yetkilerini ifa edebilmesini teminen oluşturulan kaynağın korunması için getirilen %40’lık kesinti sınırının gözetilmemesine ilişkin ihtilaflı düzenlemenin, uygulamada taraflı şekilde uygulanma ve yalnızca merkezi yönetimin muhalif olarak sınıflayabileceği belediyelere karşı kullanılma ihtimalinin bulunduğu da açıktır. Ayrıca imzalayıp onaylamış olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın 3. maddesi gereğince özerk yerel yönetim kavramı, yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve olanağı anlamını taşır. 9. maddesi uyarınca ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar sağlanacaktır. Ancak iptali talep edilen ibare; söz konusu 3. ve 9. maddelerle güvence altına alınan belediyelerin idari ve mali özerkliklerini ölçüsüz şekilde sınırlandırdığından Şart hükümlerine de aykırıdır. Öte yandan, belediyelerin borç ödeyebilme kapasiteleri gözetilerek ve görev ve yetkilerini ifa edebilmesini teminen oluşturulan kaynağın korunması için getirilen %40’lık kesinti sınırının dikkate alınmaması, Anayasa’nın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti ilkesinin ölçülülük unsurunu ihlal eder. Doğuşunda “makul olma” kavram ve anlayışının belirleyici olduğu hukuk devletinde ölçülülük, hem devlet organlarının sahip olduğu yetkiler, hem her alanda konulan hukuk kuralları bakımından geçerli olmalıdır. Diğer bir deyişle kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “gereklilik”, “elverişlilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ögeden oluşmaktadır. “Gereklilik”, müdahalenin ve başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını; “elverişlilik”, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını; “orantılılık” ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. Kanun koyucu da merkezi idare tarafından belediye paylarından kesinti yapılması durumunda, belediye gelirlerine müdahaleyi ölçülü kılmak adına bir üst had belirlemiştir. Anılan ibarenin düzenlendiği cümlede yer alan borçlar bakımından bu haddin gözetilmemesi, belediye gelirlerine orantısız şekilde müdahale sonucunu doğuracaktır. Nitekim 7326 sayılı Kanun’un ratio legis’i, sayılı alacakların yeniden yapılandırılması ve bunların taksitler halinde ödenebilmesi olanağının sağlanması ise; anılan borçlar, bu kota dahilinde de uzun vadede ödenebilecektir. Bu bakımdan söz konusu müdahale, gerekli de değildir. Öte yandan, iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümlenin devamında, bu kapsamda yapılacak kesinti tutarının her hal ve takdirde bu idareler adına genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılan payların aylık tutarının % 50’sini aşamayacağı hüküm altınaEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 4 alınmaktadır. %50’lik oran, belediye gelirlerine yapılan müdahalenin anılan borçlar bakımından üst haddi olarak hüküm altına alınsa da; uygulamada iki yüzde arasındaki fark, yüksek meblağlara tekabül etmektedir. Bu durum, yerinden yönetim ilkesine aykırı şekilde mahalli idarelerden merkezi yönetime kaynak transferine neden olacaktır. Halbuki Anayasa’nın 127. maddesi gereğince belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. İptali talep edilen ibare nedeniyle yapılacak ölçüsüz kesinti, belediyeler tarafından yürütülen hizmetlerin kaynak yetersizliği sebebiyle aksamasına, vatandaşlarımızın mağduriyetine neden olacaktır. Belediye gelirlerine yapılan bu müdahale, idarenin bütünlüğü ilkesi ile ilişkili değildir. Bu düzenleme, hukuk devletinin varlık nedeni ile de çelişmektedir. Gerçekten, “yöneticileri ve yönetilenleri, hukukça yönetilebilirlik bakımından eşitleme” hedefine dayanan hukuk devleti, merkezi ve yerel yönetim arasında, bir tür makamlar hiyerarşisi anlayışını yansıtan ölçüsüz bir kesinti düzeneğini meşru ve haklı kılamaz. Tüm bu nedenlerle 7326 sayılı Kanun’un 9. maddesinin 3. fıkrasının (e) numaralı bendinin (2) numaralı alt bendinin birinci cümlesinde yer alan “%40 oranı dikkate alınmaksızın” ibaresi, Anayasa’nın 2., 123. ve 127. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir. 2) 03.06.2021 tarihli ve 7326 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 16. maddesiyle 1416 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 4’ün son fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı 7326 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 1416 sayılı Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanun’a Geçici Madde 4 eklenmiştir. Anılan geçici madde; genel olarak; 1416 sayılı Kanun’un (7326 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle cümle eklenen) 19. maddesinin faiz borcunun hesaplanmasına ilişkin hükmünün halen öğrenimlerine devam eden öğrenciler hakkında da uygulanacağı; sayılı kimselerin kendilerine döviz olarak yapılmış olan her türlü masrafa ilişkin borç tutarlarının yeniden hesaplanma usulleri; sayılı kimseler için fer’i alacak hesaplanmayacak durumlar; mahsup; yargılama giderlerinin tahsili; taksitlendirme; istisnalar ve bunlara bağlı düzenlemeler hakkındadır. Diğer bir deyişle söz konusu Geçici Madde 4, 1416 sayılı Kanun kapsamındaki sayılı kimselerin borçlarının yapılandırılmasını hüküm altına almaktadır. Ancak iptali talep edilen fıkra gereğince; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile öğrencilikle veya mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrolarıyla ilişiği kesilenler hakkında borç yapılandırılmasına yönelik Geçici Madde 4 hükümleri uygulanmayacaktır. Anılan fıkra hükmü, Anayasa’ya aykırıdır. Öncelikle belirtmek gerekir ki borç yapılandırılmasına yönelik hükmün uygulanmayacağı (Devlet bursu alan) “öğrencilikle ilişiği kesilenler” ve “mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrolarıyla ilişiği kesilenler” olmak üzere iki kişi kategorisi bulunmaktadır. 1416 sayılı Kanun gereğince çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen (kadrosu olan) ikinci kategori, (kadrosuyla ilişiği kesilmeden önce) kamu görevlisi statüsündedir. Bu kişi kategorilerinin ilişiği, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesiyle kesilmiştir, statüleri sona erdirilmiştir. Muğlak kavramlarla ifade edilen ve idarenin (Milli Güvenlik Kurulu’nun)Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 5 Anayasal açıdan sahip olmadığı bir yetki varmış gibi ve üstelik keyfî takdir yetkisine bırakılan söz konusu gerekçe, Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa hükmü açık: “Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Cumhurbaşkanınca değerlendirilir.” (AY., Md. 118/3). MGK, danışma organı olma niteliği nedeniyle icrai nitelik taşıyan karar almayıp, Cumhurbaşkanı’na ne tür kararlar alınması gerektiğini bildirmekle yetinen bir mercidir. Nitekim hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını; hukuki belirlilik ilkesi de, kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlemler içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017 30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye işlem yaparken ve eylem tesisi ederken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri, kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır. Ancak kanun koyucu, iptali istenen fıkra hükmünü bütünüyle muğlak kavramlarla ifade etmiş, keyfi uygulamaların önünü açmıştır. Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliğin, mensubiyetin veya iltisakın yahut bunlarla irtibatın nasıl ve kim tarafından tespit edileceği, bu kişi kategorilerinin tespit sırasında usule yönelik güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı, verilen karara karşı yargı yollarına başvurulup başvurulamayacağı, idarenin bu tespiti yaparken kanuna dayanması ve aykırı olmaması için esas alacağı kanuni çerçeve belirsizdir. Bir başka deyişle; söz konusu karar yetkisi, ne esas ne de usul yönlerinden objektif olarak tanımlanmıştır ve son tahlilde, tamamen uygulayıcının keyfî kararına tabi şekilde öngörülmüştür. (nb: bu denli ağır yaptırım, yargı kararı olmaksızın uygulanamaz…) Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi (iptali talep edilen fıkra hükmünde yer alan ibarelere benzer ibareler içeren iptal davası konusu üzerine verdiği bir kararında), her ne kadar “Kuralda terör örgütleriyle irtibatlı veya iltisaklı bulunan kişilerin noterliğe kabul edilemeyecekleri belirtilmekte olup kuralda geçen iltisaklı kavramı kavuşan, bitişen, birleşen; irtibatlı kavramı ise bağlantılı anlamına gelmektedir. Anılan kavramlar genel kavram niteliğinde olmakla birlikte bunların belirsiz ve öngörülemez nitelikte olduğu söylenemez. Bu kavramların hukuki niteliği ve objektif anlamı yargı içtihatlarıyla belirlenebilecek durumdadır.” şeklinde gerekçe kaleme alsa da; bunun devamında “Diğer yandan anılan kavramların, içindeEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 6 bulunulan döneme göre farklı yorumlanabilmesi de mümkündür. Bu bağlamda olağanüstü hâlin ilanına neden olan tehdit ve tehlikeler gözetilerek olağanüstü hâl döneminde terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı bulunulup bulunulmadığının tespiti bakımından terör örgütleriyle üyeler arasındaki bağın varlığı konusunda yapılacak değerlendirme ile olağan dönemde yapılacak değerlendirmenin farklı olabileceğinin kabul edilmesi gerekir.” şeklinde bir temellendirme yapmak suretiyle (Anayasa Mahkemesi’nin 14.11.2019 tarihli ve 2018/89 E.; 2019/84 sayılı Kararı, § 30, 31); olağan dönemde söz konusu kişi kategorileri bakımından keyfi uygulamalar olabileceğine delalet etmiştir. O halde olağanüstü hale özgü koşulların ve kanuni lafzın; (iptali talep edilen fıkra hükmünde olduğu gibi), hukuk devleti ve kanunilik ilkelerine aykırı şekilde, olağan döneme sirayet etmesi (söz gelimi üyelik, mensubiyet, iltisak, irtibata yönelik ilişkilerin yargı makamları yerine idarece tespiti) Anayasa’nın 2. ve 123. maddelerine aykırıdır. Anayasa madde 36 ve 38 bakımından; ilişik kesme yaptırımı, bir yargı kararına bağlanmamıştır. Diğer bir deyişle Anayasa’nın 36. maddesinin temin ettiği; kanunla kurulmuş bağımsız tarafsız bir mahkemede, makul bir sürede, adil ve aleni biçimde yargılanma hakkı, mahkemeye erişim hakkı, silahların eşitliği yargılamada çelişme yargılamada vicahilik ilkelerinin gerekleri karşılanması bir yana, yargı süreci herhangi bir biçimde işletilmeden; sayılı kişilerin ilişikleri kesilmiştir. Adil yargılanma hakkının tüm unsurlarının tecessüm edeceği bir mahkumiyet hükmü aranmadan, idarenin keyfî, takdir yetkisine bırakılarak; sayılı kişi kategorilerinin terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile ilişiklerinin kesilmesi; Anayasa’nın 38. maddesinde düzenlenen masumiyet karinesini de ihlal etmiştir. Gerçekten de; Anayasa’nın 38. maddesinde güvence altına alınan masumiyet (suçsuzluk) karinesi, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına alır. Bunun sonucu olarak kişinin masumiyeti asıl olduğundan suçluluğu ispat külfeti iddia makamına ait olup kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez. Ayrıca hiç kimse suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz. Bu çerçevede masumiyet karinesi, kural olarak hakkında bir suç isnadı bulunan ve henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir ilkedir (Kürşat Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, §§ 26, 27). Adil yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin iki yönü bulunmaktadır. Güvencenin ilk yönü; kişi hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu) sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar. Güvencenin bu yönünün kapsamı, sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm idari ve adli makamların da işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu yönünde ima ya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı olarak yürütülen diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk, disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin, B. No: 2015/6075, 11/6/2018, § 39; Turgut Duman, B. No: 2014/15365, 29/5/2019, § 103). Güvencenin ikinci yönü ise ceza yargılaması sonucunda mahkûmiyet dışında bir hüküm kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda ceza gerektiren suçla ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe duyulmamasını, kamu makamlarının toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan kaçınmasını gerektirir (Galip Şahin, § 40; Turgut Duman, § 104). Bu itibarla, ihtilaflı kural; suçluluğu yargı kararıyla hükmen sabit olmayan kişilere ceza hukuku fiilleri ağırlığında fiillerin isnadı ve bu temelde ilişik kesme işlemininEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 7 uygulanılması suretiyle, suçlu muamelesi yapmak anlamına gelmektedir ve Anayasa’nın 38. maddesini ihlal etmektedir. Anayasa’nın 70. ve 128. maddeleri bakımından; bu iki madde birlikte değerlendirildiğinde; bir yargı kararı olmaksızın, idarenin keyfî takdir yetkisine bırakılarak; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrosuyla ilişiği kesilenler bakımından; ilişik kesme gibi özlük işlemlerinin (maddi anlamda kanunilik ilkesinin kıstaslarını karşılayan) kanunla düzenlenmesi ilkesi ve Devlet bursuyla yurtdışı eğitimlerini başarıyla tamamlayıp kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilmelerini ve bu istihdamın devamlılığının sağlanmasını teminen liyakat ilkesi ihlal edilmiştir. Kişilerin kesinleşmiş yargı kararı olmadan ve hukuk devleti ve kanunilik ilkeleriyle çelişen keyfî bir “yetki” muvacehesinde kamu görevi dışında bırakılmaları, Anayasa’nın 70. maddesinin “Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez” şeklindeki 2. fıkrasının açık ihlalidir. Anayasa Madde 42 yönünden; bir yargı kararı olmaksızın idarenin aşırı ve ölçüsüz takdir yetkisine bırakılarak; terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile öğrencilikle ilişiği kesilenler bakımından; Anayasa’nın 42. maddesi de ihlal edilmiştir. Söz konusu maddenin ilk fıkrasına göre, “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz”. Nitekim Devlet, aynı maddenin 7. fıkrası uyarınca, maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapma yükümlülüğüne istinaden yurt dışına giden bu kişi kategorilerine 1416 sayılı Kanun kapsamında burs vermiş ve fakat bir yargı kararı olmaksızın öğrencilerin ilişiği kesilmiş ve dolayısıyla bursları sona erdirilmiştir. Mülkiyet hakkı ve Anayasa Madde 35 bakımından; söz konusu kişi kategorilerinin 1416 sayılı Kanun’a konu burslarından doğan borçlarının yapılandırılmasına yönelik Geçici Madde 4’ün uygulama alanından çıkarılması; bu kişilerin mameleklerinde diğer borçlulara nazaran orantısız bir azalma yaratacağından; anılan fıkra hükmü, mülkiyet hakkına halel getirmiştir. Diğer bir deyişle burada, mülkiyetin kullanılmasının kontrolü veya düzenlenmesine yönelik orantısız bir müdahale söz konusudur. Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Dolayısıyla mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması ve ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62) (Anayasa Mahkemesi’nin 01.07.2020 tarihli ve 2016/4293 Bireysel Başvuru No’lu Güven Bostan Başvurusu, § 40). Ancak kanun koyucu, mülkiyet hakkına müdahale edeceği kişi kategorilerini, hukuk devleti ilkesine aykırı şekilde belirsiz kavramlar aracılığıyla ve bir yargı kararı olmaksızın belirlemek suretiyle; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırlarının gereklerini karşılamayarak; mülkiyet hakkını ihlal etmiştir.Esas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 8 Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin belirttiği üzere; Anayasa’nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir. Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu değerlendirme ise, uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044, 17/12/2015, § 71) (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, § 62) (Anayasa Mahkemesi’nin 01.07.2020 tarihli ve 2016/4293 Bireysel Başvuru No’lu Güven Bostan Başvurusu, § 48). Ancak söz konusu kişi kategorilerine; (bir yargılama yapılmadığından) kendilerini savunma ve itirazlarını dile getirme imkanı tanınmamış ve ilişik kesme sürecinin sonucuna, iptali talep edilen fıkra hükmüyle borçlarının yapılandırılmasını öngören hükmün uygulanmayacağı bağlanarak, (hakkı koruyucu usuli güvenceler bertaraf edilmek suretiyle hakkın özüne dokunularak) mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. Öte yandan, öğrenciler ile mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde kadrosu bulunan kimseler bakımından; borçların yapılandırılması temelinde, “terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu” şeklindeki gerekçeyle bir ayrım yapılmıştır. Diğer bir deyişle ilişiği kesilmeyenler ve bu gerekçeyle ilişiği kesilenler, borçların yapılandırılması bakımından farklı hükümlere tabi olacaktır. Açıklandığı üzere; söz konusu gerekçe, Anayasa’ya aykırı olduğundan, anılan kimseler arasında ayrım yapmayı haklı kılmamaktadır. Diğer bir deyişle eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişiler arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir “haklı neden”in var olup olmadığına göre yapılır. Ancak iptali talep edilen fıkranın idareye verdiği keyfi uygulamalara sebep olabilecek ve Anayasa’nın yukarıda anılan amir hükümlerini ihlal eden sınırsız takdir yetkisi, bu ayrıma yönelik haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. İhtilaflı düzenleme, bu açıdan da, haklı bir neden olmadan (kesinleşmiş yargı kararı yokluğunda) benzer durumdaki kişiler arasında doğurduğu muamele farklılığı sebebiyle, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır. Anayasa Madde 118 bakımından; yukarıda belirtildiği üzere, iptali talep edilen fıkrada, “Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara” ibaresi, yer almaktadır. Bu ibare, Anayasa’nın 118. maddesine aykırıdır. Nitekim Milli Güvenlik Kurulu, Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Cumhurbaşkanına bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Cumhurbaşkanınca değerlendirilir. Başka bir deyişle söz konusu Anayasal Kurul, icrai değil istişari statüyü haizdir. O halde, istişari nitelikteki görüşe istinaden; icrai nitelikteki ilişik kesme kararının alınması, Anayasa’nın 118. maddesini ihlal eder. Böyle bir yaptırım, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.” şeklindeki yasaklayıcı hükme aykırı olduğundan Anayasa madde 6’yı da ihlal sonucunu doğurur. Bütün bunlara ek olarak; Anayasa’nın 90. maddesine göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen fıkra, adil yargılanma hakkı ve mülkiyet haklarına ilişkinEsas Sayısı : 2021/80 Karar Sayısı : 2021/99 9 Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmayı da (AİHS’ni
4,055
Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : İptal isteminin dava dilekçesinde açıklanan gerekçeleri özetle şöyledir : Yasama organı üyeleri ile dışardan atanan bakanların TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerine ilişkin 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasayla TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen EK MADDE 1 ve EK MADDE 4'ün, Anayasa Mahkemesi'nin 2.12.1986 günlü, E: 1986/22, K: 1986/28 sayılı kararıyla iptal edilmesi üzerine uygulama alanı kalmayan Ek 2., Ek 3., Ek 5. maddeler ile aynı Yasanın Geçici 11. ve Geçici 12. maddeleri de iptal edilmiştir. Aynı konuda TBMM'nce kabul edilen 18.6.1987 günlü, 3390 sayılı Yasanın bir daha görüşülmek üzere Cumhurbaşkanınca Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderilmesi üzerine bu Yasanın aynen kabulüyle bu kez dava konusu 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasa Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. İptal edilen 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasanın 18. maddesiyle 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen Ek Madde 3 ile iptali istenen 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın 1. maddesiyle 5434 sayılı Yasaya Eklenen Ek Madde 63, birbirinin yinelenmesi niteliğinde maddelerdir. Bu maddeler, çeşitli sosyal güvenlik kurumlarından emekli olduktan sonra yasama organı üyeliği yapanlarla, dışarıdan bakanlığa atananlara, istekleri halinde emekliliklerinin iptal edilerek, TC. Emekli Sandığıyla ilgilendirilmeleri; çeşitli sosyal güvenlik kurumlarına prim ve kesenek ödemek suretiyle geçirdikleri sürelerle, borçlandıkları hizmet sûrelerinin toplamının emekli aylığı bağlanması için aranan süreden eksik olması halinde, eksik olan sürelerin ayrıca borçlandırılması yönünde özel imkân tanımaktadır. Böyle bir hüküm, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararında açıklandığı gibi öteki iştirakçilerin hiçbirisine tanınmayan bir ayrıcalık getirmektedir. İptal edilen 3284 sayılı Yasanın Ek 1. maddesi ve 3430 sayılı Yasanın dava konusu 1. maddesiyle TC. Emekli Sandığı Kanunu'na eklenen Ek Madde 60; yasama organı üyeliği yapanlarla, dışarıdan bakanlığa atananların TC. Emekli Sandığına yazılı başvuru tarihini izleyen aybaşından başlayarak yaşlarına bakılmaksızın TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerini; bunların öğrenim durumları ve hizmet süreleri ne olursa olsun, emekli keseneklerine ve kurum karşılıklarına birinci derecenin son kademesinin ve iştirakçilere uygulanmakta olan en yüksek ek göstergenin esas tutulmasını öngörmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 2.12.1986 günlü, Esas: 1986/22, Karar: 1986/28 sayılı kararında belirtildiği gibi Emekli keseneğine esas tutulan müktesep hak aylık derecelerini belirleyen iki unsurdan biri iştirakçinin öğrenim durumu, ikincisi de hizmet süresidir. İştirakçinin öğrenim durumu itibariyle girebileceği derece, personel kanunlarında belirtilen hizmet sürelerinin geçmesiyle üst derecelere yükseltilmektedir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 36. maddesinde, ilgililerin öğrenim durumlarına göre ulaşabilecekleri en yüksek dereceler gösterilmektedir. Buna göre, birinci dereceye yükselebilmek için yüksek öğrenim görmüş olmak gerekmektedir. Aynı Yasanın 43. maddesinde ise ek göstergeler düzenlenmiştir. Öte yandan, 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanunu'nun 41. maddesinde de emekli, âdi malûllük ve vazife malûllüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 43. maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınması hükme bağlanmıştır.Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 2 Anayasa Mahkemesi'nin aynı kararında, Yasama organı üyelerinin yapmakta oldukları görevin önemi, bunların ödenek ve yolluklarının (Anayasal çerçeve içerisinde) farklı bir düzenlemeye tabi tutulmasını haklı göstermekte ise de; iştirakçi oldukları b'r sosyal güvenlik kuruluşundan, diğer iştirakçilerle eşit şartlarda faydalandırılmaları gerekirken, öteki iştirakçilerin hiç birisi için söz konusu olmayan bazı imtiyazlarla donatılmaları, savunulması mümkün olmayan bir eşitsizlik ve adaletsizliğe yol açmaktadır. Nitekim, valilik, büyükelçilik, elçilik gibi önemli bazı Devlet hizmetlerini de içine alan istisnaî memurluklara atananlara kademe ilerlemesi ve derece yükselmesine ilişkin hükümlerle bağlı olmaksızın doğrudan doğruya atanmış oldukları kadro aylığının ödenmesine cevaz veren Devlet Memurları Kanunu (Madde 59), bunlar emekliliğe esas tutulacak aylık derecesi bakımından, öteki memurlardan ayırmamış, emekli keseneklerinin öğrenim durumları ve hizmet sürelerine göre hak kazanmış bulundukları aylık derecesi üzerinden kesilmesini öngörmüştür. Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir denilmekte, 10. maddesinde de, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa ayrıcalık tanınamayacağı belirtilmiş bulunmaktadır. Dava konusu Ek 60. Madde, yasama organı üyeliği yapanlarla dışardan bakanlığa atananlara, iştirakçi oldukları TC. Emekli Sandığınca öteki iştirakçilerin hiç birisine tanınmayan ve adalet duygusuyla bağdaşmayan bazı haklar ve ayrıcalıklar getirdiğinden Anayasa'nın sözü geçen 2. ve 10. maddelerine aykırı düşmektedir. Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 7.5.1986 günlü, 3284 sayılı Yasa uyarınca Emekli Sandığı Yasası'na eklenen Ek 4. madde ile iptali istenen 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın Ek 64. maddesi aynı niteliktedir. Dava konusu Ek 64. maddeye göre, yasama organı üyeleri ile dışarıdan atanan bakanlardan görev süresi sona erenler, Bağ Kur veya Sosyal Sigortalar Kurumuyla ilgilendirilmeleri gereken bir işte çalışmakta olsalar bile başvurduklarında, TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilecekler, emekliliğe hak kazandıkları zaman, son yedi yıllık hizmet sürelerinden tamamına yakın kısmı Bağ Kur veya Sosyal Sigortalar Kurumu'yla ilgili olarak geçmiş bulunsa bile, kendilerine TC. Emekli Sandığı'nca aylık bağlanacaktır. Sözü geçen kimselerin, diğer sosyal güvenlik kurumları ile ilgili bir işte çalışmakta olsalar dahi, istekleri üzerine, TC. Emekli Sandığı ile ilgilendirilmelerinde, emekli keseneği ve kurum karşılığına, öğrenim durumları ve hizmet süreleri dikkate alınmaksızın birinci derecenin son kademesi ve iştirakçilere uygulanan en yüksek ek göstergenin esas tutulması ve nihayet emekliliği hak ettikleri zaman hizmetlerinin son yedi yıllık kısmı nerede geçmiş olursa olsun, kendilerine TC. Emekli Sandığı'nca aylık bağlanması haklı bir sebebe dayanmayan eşitsizlik ve adaletsizlik getirmektedir. Bu bakımdan, adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı hükümler ihtiva eden Ek 64. maddenin de Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunması nedeniyle iptali gerekir.Esas Sayısı: 1988/11 Karar Sayısı: 1988/11 3 Belirtilen nedenler, ilgili Anayasa hükümleri, Yüce Mahkemenin örnek kararları karşısında, gerek 21.4.1988 günlü, 3430 sayılı Yasanın ayrı ayrı incelenen Ek 60., Ek 63. ve Ek 64. maddeleri, gerek bu maddelerin iptal edilmeleri durumunda uygulama alanı kalmayacak olan aynı Yasanın diğer ek ve geçici maddeleri, başka bir deyimle tüm Yasa Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan esas yönünden iptaline karar verilmesi ve tümüyle Anayasa'ya aykırı olan bir yasanın uygulanmasına olanak tanınması için konunun bir an önce karara bağlanması gerekmektedir.
950
Esas Sayısı: 1992/31 Karar Sayısı: 1992/37 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkemenin başvuru kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir. Sanıklar savunmalarında ceza verilecekse 647 sayılı Yasa'nın lehlerine olan tedbirlere çevrilmesini ve tecilini istemişlerdir. Yasa ile eklenen 352/a maddesi amir hükmünce 647 sayılı Yasa'nın 4. ve 6. maddelerinin 2004 saydı Kanununa göre verilecek cezalara uygulanma imkanı 3222 sayılı Yasa ile yoksun kılınmıştır. Bu durum ise; 765 sayılı TCK'nunca cezalandırılan şahıslara uygulanan TCK'nun cezaların tecili faslını teşkil eden hükümler ile cezaların infazı hakkındaki 647 sayılı Yasa'yı değiştiren 3506 sayılı 7.12.1988 günlü Yasa'nın 6. maddesi ile 647 sayılı Yasa'nın 4. maddesi değiştirilerek kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların paraya çevrilme nispeti düzenlenmiştir. 7.12.1988 günlü, 3506 sayılı Yasa'nın, 647 saydı Yasa'nın 3. maddesini değiştiren 5. maddesi ile Bir yıl ve daha az süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar kısa sürelidir diye tarif edilmiştir. Öte yandan 647 sayılı Yasa'nın 6. maddesini değiştiren 3506 sayılı Yasa'nın 8. maddesi, Adliye mahkemelerince para cezasından başka bir ceza ile mahkum olmayan kimse, işlediği bir suçtan dolayı ağır veya hafif para veya bir yıla kadar (bir yıl dahil ağır hapis veya iki yıla kadar (iki yıl dahil) hapis veya hafif hapis cezalarından biri ile mahkum olur ve geçmişteki hal ve suç işleme hususundaki eylemine göre cezanın ertelenmesi deride suç işlemekten çekinmesine sebep olacağı hakkındaki mahkemece kanaat edilirse bu cezanın ertelenmesine hükmolunabilir. denilmektedir. Bu hükümler karşısında 9.6.1932 günlü, 2004 sayılı yasalardaki suçlardan dolayı mahkum olanların, bu kanunun 352/a maddesince 647 saydı cezaların infazı hakkındaki 4. ve 6. maddelerindeki unsurları taşımış olsalar ve Mahkemece ileride bir suç işlemeyeceklerine kanaat getirilse bile yararlanma imkanı olmadığı gibi durumlarının bu Yasa yönünden tartışılmaları mümkün değildir. Oysaki; 765 sayılı TCK'nu ve diğer özel kanunlara göre mahkum olanlar yönünden bu yolda bir sınırlandırma getirilmediğinden 647 sayılı Kanunun 4. ve 6. maddelerinden yararlanma şartlan varsa Mahkemece yararlandırılmaları yönünde karar verilebilecektir. Eski hukuk sistemlerinde rastlanan, borçlunun borcunu ödeyinceye kadar hapis edilmesi yani borç için hapis müessesesi, diğer modern hukuk sistemlerindeki gibi hukukumuzda da mevcut değildir. Ne var ki borçlunun mallarının yerini tesbit bakımından da olsa çifte standart uygulaması kanaatini doğurabilecek İİK'nuna 3222 saydı kanunla eklenen 352/a maddesi Cezalar tecil edilemez, hürriyeti bağlayıcı cezalar 647 sayılı cezaların infazı hakkındaki kanunun 4. maddesinde yazılı para cezasına ve tedbirlere çevrilemez sözcüklerinin Anayasa'nın 10. maddesi ve başlangıç bölümünün 8. paragrafındaki herkes kanun önünde eşittir ilke ve prensibine ve Anayasa'nın ruhuna aykırı olduğu kanaatine varılmıştır. Yukarıdaki nedenlere binaen Anayasa'nın 152. maddesince yüksek mahkemeden belirtilen maddenin iptalinin talep edilmesi yönünde karar verilmiştir.
407
Esas Sayısı : 2013/52 Karar Sayısı : 2013/160 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “… Hükümlü … vekili 22/04/2013 havale tarihli dilekçesi ile, Ankara 15. Asliye Ceza Mahkemesi'nin 2005/689 Esas, 25/01/2006 tarih ve 17 sayılı, 14/05/2007 tarihinde kesinleşip, 25/12/2008 tarihinde infaz edilen hükümden kaynaklanan yasaklanmış haklarının geri verilmesi talebinde bulunmuştur. AÇIKLAMA Talep, 5352 sayılı Adli Sicil Yasası'na, (5560 sayılı Yasa ile) 13/A maddesi olarak eklenen, “yasaklanmış hakların geri verilmesi” kapsamında incelenip değerlendirilmesi gereken bir taleptir. Dosya içeriği itibarıyla 13/A maddesinin 4 ncü fıkrası gözetilerek, iyi hal konusunun yüzyüzelik kuralı da uygulanarak tesbiti için ancak duruşma açılarak sonuca varılabileceği düşünülerek, başvuruya yönelik yargılamanın duruşmalı yapılması yoluna gidilmiştir. 765 sayılı Türk Ceza Yasasında ve 1412 sayılı Ceza Yargılaması Yöntem Yasasında, yasaklanmış hakların geri verilmesi kurumu düzenlenmiş iken, bu yasaların yerlerine 2005 yılında yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Yasası ve 5275 sayılı Ceza Yargılaması Yasası'nda bu kuruma yer verilmemiştir. 01/06/2005 tarihinde yürürlüğe giren 5352 sayılı Adli Sicil Yasasında da anılan kuruma yer verilmemiş iken, 06/12/2006 tarihinde 5560 sayılı Yasa'nın 38 nci maddesi ile 5352 sayılı Yasaya 13/A maddesi eklenmiş, bu maddede yasaklanmış hakların geri verilmesi kurumu yeniden düzenlenmiş ve anılan kurum böylece mevzuatta tekrar yer almıştır. Süreli hak yoksunluklarında, belirtilen sürelerin dolması ile hakların tekrar elde edilmesi olanaklıdır. Bu nedenle süreli hak yoksunluklarında, yasaklanmış hakların geri verilmesi kuralları uygulanamaz. Yasaklanmış hakların geri verilmesi kurumu, süresiz hak yoksunluklarında gündeme gelen bir kurumdur. Anayasa'nın 76 ncı maddesindeki düzenleme, bu konuda en iyi örnektir. Önceki düzenleme de bu doğrultuda olup, 5352 sayılı Yasa'daki düzenleme de aynı paraleldedir. (Çetin Arslan; AÜHFD, Cilt 56, sayı 4, Yasaklanmış Hakların Geri Verilmesi). Yukarıda vurgulandığı üzere süresiz hak yoksunluklarında, örneğin olayımızdaki gibi Anayasa'nın 76 ncı maddesi kapsamında kalan, süresiz hak yoksunluğunu gerektiren bir suç konusunda, 2005 yılındaki düzenlemelerle, yasaklanmış hakların geri verilmesi kurumu da kaldırılmıştır. Böylece süresiz hak yoksunluğundan kurtulabilmek olanaksız kılınmıştır. Bu anlayıştan kısa bir süre sonra 2006 yılında dönülerek, tekrar 1926 yılındaki düzenlemelere paralel biçimde, çağdaş ceza hukuku anlayışından hareketle, ölçülülük kuralı da gözetilerek, yasaklanmış hakların geri verilmesi kurumu kabul edilmiştir. Ancak yapılan bu yeni düzenlemelerde, 1926 yılındaki düzenlemelerden ve çağdaş normlardan farklılık gösteren çok önemli noktalar da bulunmaktadır.Esas Sayısı : 2013/52 Karar Sayısı : 2013/160 2 5252 sayılı Yasa'nın 13/A maddesinde yapılan düzenleme uyarınca, cezanın infaz edilmesinden sonraki 3 yıllık veya infazın hukuki bir nedenle sona ermesi durumunda ise kararın kesinleşmesinden sonraki 5 yıllık süre içerisinde, kişinin belirtilen bu deneme süreleri içinde bir suç işlememiş olması halinde, diğer koşullar da oluşmuş ise, yasaklanmış hakların geri verilmesi olanak dahilindedir. Cezanın infaz edilmesinden sonraki 3 yıllık deneme süresinin dolduğu anda veya infazın hukuki bir nedenle sona ermesi durumunda ise hükmün kesinleşmesinden sonraki 5 yıllık deneme süresinin dolduğu anda, kişi için yasaklanmış hakların geri verilmesi talebinde bulunabilme hakkı doğmaktadır. Bu an itibariyle koşullar oluşmuş ise, talep sahibi 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesinden yararlanabilmektedir. Talep sahibi, belirtilen deneme sürelerinin maddede ifade edildiği biçimde geçirilmesiyle, bu hakkını kullanabilme koşullarını elde edeceği için, bu deneme sürelerinin bittiği andan itibaren, başvuru yapma hakkına da sahip olacaktır. Doğal olarak, deneme süresinden sonra işlenen suçlar ise, daha önceden ortaya çıkmış ve kazanılmış olan bir hakkı ortadan kaldırmayacağı için, yeni işlenen bu suçlarla ilgili süreç ise, yeni duruma göre ayrıca ve farklı işleyecektir. 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesi, yedi fıkradan oluşmakta olup, maddenin 1 nci ve 2 nci fıkralarında yasaklanmış hakların geri verilmesi koşulları düzenlenmiştir. Bu maddenin 13/A l b maddesinde, daha önce 765 sayılı TCY ve 1412 sayılı CYYY'nda yer almayan, “Kişinin, bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve” ifadesine de yer verilmiş, yasaklanmış hakların geri verilebilmesi için, bu ön koşulun da mutlaka sağlanması gerektiği belirtilmiştir. Burada kastedilen süre, 13/A maddesindeki deneme süresidir. Böylece artık deneme süresinin de suç işlenmeden geçirilmesi, bu haktan yararlanabilmek için gerçekleşmesi gereken koşullar arasına alınmıştır. Kişinin deneme süresi içinde suç işleyip işlemediği konusunun, deneme süresi bitiminde ve talep süresince kesin olarak açıklığa kavuşturulabilmesi veya ortaya çıkarılabilmesi, olanaklı değildir. Bu nedenle maddenin bu haliyle düzenlenmesi, kişiler için yararlanmaları söz konusu olan bir haklarının ellerinden alınmalarına neden olmuştur. Çünkü deneme süresi dolduğunda yasaklanmış hakların geri verilmesi talebi üzerine, mahkemece araştırma yapılıp, kişinin deneme süresi içerisinde bir suç işleyip işlemediği de araştırılacak, işlediği ileri sürülen bir suç var ise, bunun akibetinin beklenmesi yoluna gidilecek, akibeti beklenen soruşturma veya yargılamanın sonucunda 5271 sayılı CMY 231 nci maddesi anlamında suçu işlemiş olduğunun kesinleşmesi halinde, talep koşullarının gerçekleşmediği gözetilecektir. Deneme süresi içinde işlendiği kaydı bulunan ve üzerine atılan suçu işlememiş olduğunun kesinleşmesi halinde ise, başka bir araştırma yapılması yoluna gidilecek midir' Ya da bu süre içerisinde herhangi bir kaydın söz konusu olmaması ve bulunamaması, kesin olarak suç işlenmemiş olmadığı anlamına gelmekte midir' İşin özü de burada yatmaktadır. Olayımızda deneme süresi içerisinde işlenen ve deneme süresi içinde sona eren veya sonuçlanan, dosyaya yansıyan herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Bu durum, yukarıda belirtilen nedenlerle deneme süresi içinde kesin olarak suç işlenmediği anlamına gelebilir mi' ANAYASAYA AYKIRILIK SORUNU Yasaklanmış haklarının geri verilmesi talebinde bulunan herhangi bir kişi için, deneme süresi içinde bir suç işlemesi durumunda, hemen bu suçun, 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesinde öngörülen deneme süresinde veya hemen sonrasında mutlaka ivedilikle saptanarak bir karara bağlanabileceği söylenemez. Her talep sahibi tarafından deneme süresi içinde birEsas Sayısı : 2013/52 Karar Sayısı : 2013/160 3 suç işlenmiş olabilecek, ancak deneme süresi içerisinde veya talep tarihi itibariyle, bu suçun kaydı elde edilemeyebilecek, dolayısıyla akibeti beklenecek açılmış bir soruşturma veya dava bulunmayabilecektir. Bunun için dava zamanaşımı kurallarının da öngörüldüğü, hatta bazı suçlarda dava zamanaşımı kurallarının da bulunmadığı düşünüldüğünde, bu nitelikte herhangi bir olay, talep tarihine kadar pekala faili meçhul de kalmış olabilecektir. Bu olasılık her olay ve her talep için kesin olarak söz konusudur. Yasaklanmış hakların geri verilmesine yönelik talep ve karardan sonra bile, bahse konu deneme süresinde işlenmiş olup, zamanaşımına tabi suçlarda zamanaşımı dolmadan veya zamanaşımına tabi olmayan suçlarda her zaman suç işlendiği yolunda bir yargı kararı ortaya çıkabilecektir. Bu olasılıklar düşünüldüğünde, 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesi kapsamında, mahkemelerce kişiler lehine karar verilebilmesi durumu, bu düzenleme ile bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Çünkü talep anında talep sahibinin kesin olarak deneme süresi içinde suç işlemediğinin kanıtlanması olanaklı değildir. Deneme süresi içerisinde her talep sahibi tarafından işlenmiş olmasına rağmen, dava zamanaşımına tabi olan böyle herhangi bir suç, ortaya çıkmamış, faili meçhul kalmış olabilecek, dava zamanaşımı dolmadan her talep sahibi kişi hakkında (yasaklanmış hakların geri verilmesi işleminden sonra bile) açılacak bir soruşturma sonrasında, mahkumiyet kararı ile sonuçlanabilecektir. Zamanaşımına tabi olmayan suçlar da düşünüldüğünde, her talep sahibi hakkında deneme süresinde işlediği ancak faili meçhul kalan bir eylemin, yaşamı boyunca her zaman yargı kararına konu olabilmesi de olanaklıdır. 5237 sayılı Yasa'nın 66 ncı ve 67 nci maddeleri dikkate alındığında, talep sahipleri için, deneme sürelerine özgü olarak suç işlenmeden geçirilmesinin bu düzenlemeler karşısında kesin olarak saptanabilmesi olanaklı değildir. Bu nedenle, deneme süresi içinde kesin olarak suç işlenmediğinin söylenebilmesi veya bu süre içinde kesin olarak suç işlenmediğinin saptanabilmesi olanaklı değildir. Aksini söylemek, hukuktan öte, akla ve mantığa bile aykırıdır. Bu nedenle yapılan düzenleme karşısında 5352 sayılı Yasadaki haktan yararlanılamayacak, mahkemeler olumlu karar veremeyecek, konulan kural amacı aşan sonuçlara neden olacaktır. Sonuçta temel hakların kullanılması durdurulmuş olacaktır. Bu olağanüstü durumlara özgü sonuç, bu şekilde ortaya çıkmış olmaktadır. Bu boyutlar, çok açıkça hukuk devleti ilke ve kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Bu açıklamalar karşısında, 5352 sayılı Yasa'nın 13/A l b maddesinde öngörülen ve daha önce 765 sayılı Yasa ile 1412 sayılı Yasalarda yer almayan ve bu davada Anayasa'nın 152 nci maddesi uyarınca uygulanacak kural niteliğinde olan “Kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve” kuralı, kişinin yasaklanmış haklarının geri alınmasını talep etme hakkını elinden almaktadır. İşlenmiş bir suçun, anında veya deneme süresinde veya talep hakkı bulunduğu sürece hemen ortaya çıkması, çıkabilmesi veya kayıtlara mutlaka girmesi yukarıda belirtildiği şekilde düşünülemez. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi zamanaşımı kurallarının kabul edilmesi nedeniyle, deneme süresi içinde işlenmiş olmasına rağmen faili saptanamamış bir konunun deneme süresinden çok çok sonra bile zamanaşımı dolana kadar bir yargı kararı ile işlenmiş sayılabileceği, ya da bazı suçlarda da zaman aşımının bulunmadığı dikkate alındığında deneme süresi içinde işlenmiş olmasına rağmen faili bilinemeyen bir konunun talep sahibi kişi için ölene kadarki zaman içinde her zaman fail olduğunun yargı kararı ile saptanması durumunda bu suçu işlediğine hükmedilecek olması karşısında, 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesi buEsas Sayısı : 2013/52 Karar Sayısı : 2013/160 4 haliyle, temel haklara aykırı bir içerik ve nitelik taşımakta, kişilerin haklarını kullanmasını adeta durdurmaktadır. Cumhuriyet hukuk devrimleri ile konulan kurallar ve yasaların, günün koşullarına uydurulması gerekçesi ile, hızlıca ve temel yasa hazırlama yöntemlerine uygun olmayan biçimde değiştirilmesi sonucunda bunların yerlerine çıkartılan ve yürürlüğe konulan yasalar, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırabilmekte, bu haklarından yararlanmasını engelleyebilmektedir. Bu nedenle sürekli söz konusu yasalarda değişikliklere gidildiği görülmektedir. Olayımızda ise bunun da ötesinde bir durum söz konusudur. Çünkü olayımızdaki örnekte yasa hükmü, kişi için güvence yaratan metin olmaktan çıkmış, hak ve özgürlüklerini kullanılmaz hale getiren bir araç niteliğine dönmüştür. Yasalar hukuk devletini geliştiren araçlar olmaktan çıkmamalı, hukukun üstünlüğü gözetilmeli, üstünlüğün iradesini yansıtan metinler haline dönüşmemeli, hukuk devletini zayıflatan araçlar haline gelmemelidir. Bir hukuk devletinde, konulan kuralların her şeyden önce bilinebilir, erişebilir, anlaşılabilir ve uygulanabilir olması gerekmektedir. Olayda söz konusu olan kural, hakkın kullanılmasını engelleyen ve durduran, uygulanınca hakkın kullanılmasını ortadan kaldıran, konuluş amacına göre uygulanabilir olmayan, hakkı kişinin elinden alan, hak ve özgürlükten yararlanmayı olanaksız kılan bir kural niteliği taşımaktadır. Bu nedenle davada uygulanacak olan ve uyuşmazlığın çözümünde dayanılması gereken 5352 sayılı Yasa'nın 13/A l b maddesindeki “Kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve” ifadesi, hakkın kullanılmasını engellediği, orantısız ve mutlak bir yasaklılık hali yarattığı, çağdaş bir hukuk normu niteliklerinden uzak olması yönleriyle, hukuk devletine aykırı olması boyutu ile Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırıdır. Belirtilen kural kişinin temel hak ve özgürlükleri konusunda hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayan boyutu gözetildiğinde, yine ayrıca devletin kişinin maddi ve manevi varlığının gelişmesi için engel olan koşulları hazırlama görevi düşünüldüğünde, söz konusu boyut ve görev yönünden Anayasa'nın 5 nci maddesine de aykırılık ortaya çıkmış olup, bu aykırılığın giderilmesi gerekmektedir. Cezalar ve cezalardan kaynaklanan hak yoksunluklarının sonsuz olması çağdaş ceza hukuku anlayışı ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle 2005/689 Esas sayılı kararın Anayasa'nın 76 ncı maddesi kapsamında kalan suçlardan olduğu ve süresiz hak yoksunluğu yarattığı gözetildiğinde, bu süresiz hak yoksunluğunun kaldırılabilmesi için kişinin yasaklanmış haklarının geri verilmesi gerekmektedir ki, bu haklardan yararlanılabilmesi için de, yukarıda belirtildiği üzere hukuk devletine aykırı biçimde konulan 5352 sayılı Yasa'nın 13/A l b maddesindeki ifade, bu yönü ile kişinin dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez temel hak ve özgürlüğünden yararlanmasını engellediğinden, Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırılık durumunu ortaya çıkarmıştır. Kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin kullanılmasının durdurulması ancak sıkıyönetim, savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde Anayasa'nın 15 nci maddesinde belirtilen bu durumlarda sözkonusudur ki, yukarıda belirtilen şekilde hukuk devleti kurallarına aykırı bir biçimde düzenlenen ve daha önce mevzuatta yer almayan içerikteki söz konusu kural, sonuçları itibariyle Anayasa'nın 15 nci maddesinde düzenlenen bir durumu ortaya çıkarmıştır. Sivil demokratik bir hukuk devletinde böyle bir durum düşünülemez. Bu nedenle Anayasa'nın 15 nci maddesinin uygulanma koşullarının oluşmadığı bir durumda, adeta bu maddeyi süresiz birEsas Sayısı : 2013/52 Karar Sayısı : 2013/160 5 şekilde uygulanır kılarak 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesinde düzenlenen hakkın kullanılmasının durdurulması, açıkça Anayasa'nın 15 nci maddesinde öngörülmeyen bir durumun yaratılması nedeniyle, ortaya çıkan ve bu Anayasa maddesiyle örtüşen sonuç, çağdaş bir demokraside söz konusu olamayacağı için, Anayasa'nın bu maddesine de aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa'nın 36 nci maddesinde herkesin hukuksal yollarla hak arama özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmiş olup, 5352 sayılı Yasa'nın 13/A maddesinde belirtilen haktan yararlanma konusunda öngörülen bu düzenleme karşısında, hiç bir talep sahibinin, deneme süresi içinde suç işlemediğini kesin olarak ispatlama şansı ve olanağı sözkonusu olmadığından, bu koşullarda mahkemelere yapılan başvurulardan herhanbir olumlu sonuç elde edilebilmesi olanaklı değildir. Bu durum hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırmaktadır. Bu sonuçta Anayasa'nın 36 ncı maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle talep ve davanın incelenmesinde ve uyuşmazlığın çözümünde uygulanması gereken 5352 sayılı Yasa'nın 13/A l b maddesinde yer alan “kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve” ifadesini Anayasa'ya aykırı olması nedeniyle iptali ve uygulanmasının giderilmesi olanaksız sonuçlar yaratması karşısında yürürlüğünün de durdurulması için Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yapmak gerekmiştir. Bu başvurunun ya dosya üzerinden veya duruşma açılıp hükümlünün dinlenilmesi yoluyla iki yöntemden biriyle sonuçlandırılabileceği 5352 sayılı Yasa'nın 13/A 4 ncü maddesinde düzenlenmiş olup, kişi için talebine konu hakları ve verilecek kararın sonuçları gözetildiğinde, incelemenin evrak üzerinde de yapılabileceği yolundaki düzenleme, maddi ve hukuki gerçekliği ortaya çıkarmaya elverişli olmadığından, hukuk devleti ve hak arama özgürlüğüne yönelik Anayasa'nın 2 nci ve 36 nci maddedeki kurallarla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle 5352 sayılı Yasa'nın 13/A 4 maddesindeki “dosya üzerinde inceleme yaparak ya da” ifadesi de Anayasaya aykırılık oluşturmaktadır. SONUÇ : Yukarıda Açıklanan Nedenlerle ; 1 Davada uyuşmazlığın çözümü için uygulanması gereken 5352 sayılı Yasa'nın 13/A l b maddesinde yer alan “Kişinin bu süre zarfında yeni bir suç işlememiş olması ve” ifadesinin Anayasa'nın 2, 5, 12, 15, 36 ncı maddelerine aykırı olması nedeniyle iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 2 Başvuru konusu kuralın açıkça Anayasa'ya aykırı olması ve uygulanması nedeniyle de giderilmesi olanaksız durumlar ortaya çıkabileceği gözetilerek yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesinin istenilmesine, 3 5352 sayılı Yasa'nın 13/A 4 maddesindeki “dosya üzerinde inceleme yaparak ya da” ifadesinin Anayasa'nın 2 nci ve 36 nci maddelerine aykırı olması nedeniyle iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 4 Anayasa Mahkemesi kararına kadar, Anayasa'nın 152/1 maddesi uyarınca yargılamanın geri bırakılmasına, 5 Bu nedenle inceleme duruşmanın 02/07/2013 günü saat 10:00'a bırakılmasına karar verildi.”
2,178
Esas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz başvurusunun gerekçesi aynen şudur: Sanığın suç tarihinde Tufanbeyli lisesi 6 edebiyat sınıfı öğrencisi olarak sınıf pencere camlarının buğulandığı ve teneffüste bulundukları sırada buğu üzerine eliyle PKK, HECO, PKK, CİVAN, CİĞERVİN, FREİRE, PKK HECO CİVAN APO şeklinde yazılar yazmakla üzerine atılı suçu işlediği iddiasıyla TCK'nun 312/1. maddesi uyarınca cezalandırılması için mahkememize kamu davası açılmıştır. Sanık savunmasında; üzerine atılı suçlamayı kabul etmeyerek olay tarihinde sınıfta bulunan herkesin buharlanan camlara birşeyler yazdığını, kendisinin bir kürt ses sanatçısı olan civan heconun ismini yazdığını, ancak arkadaşlarının bu şahsı tanımamış olacaklarki PKK propagandası yapıyor diye şikayet ettiklerini, halbuki kendisinin PKK ve APO ile ilgili hiç bir şey yazmadığını, asıl olayın kaynağının öğretmen Adnan EVSEN'in, gazetede çıkan bir haber üzerine sınıfta İstanbul Fethedilmemiş işgal edilmiştir, bunu yapanlar PKK yada kürtlerdir, bunları aranıza almayın bunlarla düşmanlık güdün demesi üzerine kendisinin kürt kökenli olması sebebiyle öğretmenin bu sözlerine karşı çıktığını bu sebeple öğretmen Adnan EVSEN ile kendisi arasında tartışma çıktığını tartışma sonucu öğretmenin kendisini okul idaresine şikayet ettiğini ve bir kısım öğrencileri aleyhinde ifade vermeye çağırdığını ve kışkırttığını belirtmiş, öğretmen ile aralarında daha öncedende bir tartışma geçtiğini kendisinin öğretmene karşı kürtleri niye kötülüyorsunuz, kötüleyecekseniz PKK örgütünü kötüleyin, kürtlerle PKK arasında hiç bir ilginin bulunmadığını söylediği için idareye ve disipline verildiğini zannettiğini beyan etmiştir. Üzerine atılı suçlamayı bu şekilde kabul etmeyerek suçsuz olduğunu ve beraatına karar verilmesini talep etmiş, jandarmada alınan beyanlarının ise bazı bölümlerinin rızası hilafında alındığını kendisinin PKK ya karşı kesinlikle sempati duymadığını belirtmiştir. Dosyada dinlenen cümle tanıklar, sanığın bizzat sınıfın buharlanan camlarına PKK, APO, CİVAN HECO gibi yazıları yazarken görmediklerini ancak; bu yazıların camda yazılı olduğunu, sanığın o tarafta oturduğu için yazmış olabileceğini düşündüklerini ve bu sebeple sanığa bu yazıların silinmesi için öğretmenler tarafından söylendiğini ve sanığında bu yazıları sildiğini, sanık ile öğretmen Adnan EVSEN'in aralarında daha önce bir tartışma olduğunu ve hatta öğretmenin sanık öğrenciyi dövdüğünü bu sebeple aralarındaki sürtüşmenin devam ettiğini bir kısım tanıkların ise buharlanan pencere camına sanık tarafından PKK yazısı yazıldığını gördüklerini belirtmişlerdir. İddia makamı 23.2.1993 tarihli oturumda sanığın üzerine atılı suçun kanun cürüm saydığı fiili övmek olmayıp yasa dışı örgüt hakkında propaganda yapmak suçu olduğu bu suçun yargılanmasını 3713 sayılı Yasa'nın 9. maddesi uyarınca Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevine girdiğini iddia ederek mahkememizin görevsizliğine dosyanın yetkili ve görevli Malatya Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderilmesine karar verilmesini talep etmiş, bilahare 23.3.1993 tarihli oturumda ise bu talebinden vazgeçerek sanığın üzerine atılı suçun TCK'nun 537/3'deki kamu düzeni aleyhine kabahatten dolayı cezalandırılmasına karar verilmesini talep etmiştir. Mahkememizcede suçun vasıf ve mahiyetinin TCK'nun 537/3'deki kabahate girebileceği bu maddenin uygulanması halinde ise zorunlu olarak uygulanması gereken TCK'nun 537/6. maddesinin bu kabahatten dolayı verilecek cezanın ertelenemeyeceği 647Esas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 2 sayılı kanunun 4. maddesindeki tedbirlere çevrilemeyeceği şeklindeki hükmünün Anayasa'mızın Demokratik Hukuk Devleti ilkesiyle eşitlik ilkesine, gençlerin korunmasını amaçlayan 58. maddesinin Hakimlerinin hukuka uygun olarak vicdani kanaatlarına göre hüküm vermeleri ilkesine ve küçüklerin yargılanması hakkındaki Uluslararası Hukukla paralel Ulusal Hukuk Kurallarında ve Anayasa'mızın 141. maddesi uyarınca küçüklerin yargılanması hakkındaki özel hükümlerin konulacağına ilişkin hükmüne aykırı olduğu inancına varıldığında bu yasanın TCK'nun 537/6. fıkrası Anayasa'ya aykırı olduğundan ve bu inanca varıldığından Anayasa Mahkemesinin bu konuda hüküm verilmek üzere dosyanın kül halinde tastikli örnekleriyle gönderilmesine karar verilmiştir. 647 sayılı yasanın 4. maddesindeki çevirme hükümlerinin amacı ve içeriği; Modern ceza hukuku mahkumiyette söz konusu edilen cezanın yerine getirilmesinde sanığın durumuna göre bireyselleştirilmesi uygulaması cezayı suçlunun kişiliğine, geçmişine ve geleceğine ait yönelimlerine ve suçun işlenmesindeki özelliklerine göre mahkemece bir daha suç işlemeyeceklerinin (inancına) varıldığında hükümlülerin suç işlemekten kaçınmış ve iyileştirilmiş (ıslah edilmiş) iyi bir vatandaş olarak tekrar toplum hayatına karışmalarının sağlanması amaçlanmıştır. 647 sayılı yasadaki 6. maddesi erteleme kurumunun amacı niteliği ve içeriği; Erteleme kurumu cezanın bireyselleştirilmesinde ve kısa süreli cezaların yerine getirilmesinde oluşan sakıncaların giderilmesinde cezalandırılma politikasında yardımcı olan en önemli kurumdur. Özellikle kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezanın iyileştirilmeye elverişsizliği genel önleme ve suçlunun durumlarına göre sınıflandırılmasının ülkemizdeki cezaevi koşullarında imkansızlığı, ilk defa suç işleyen genç bir insanın suçluluğu meslek edinenlerden etkilenmesinide sağlayan bir yapıda olduğunda çeşitli sakıncalar vardır. Her ne kadar TCK'nunda 2370 sayılı yasa ile değişik 536 ve 537. maddeleri dışında tecil erteleme genel hüküm olarak kabul edilmiş isede; Özel kanunlarımızdada vazgeçme ile düşebilecek suçlarda örneğin TCK'nun 354. maddesi tecil edilmezlik ve çevirmezlik ilkesi kabul edilmiştir. Sözü edilen TCK'nun 536 ve 537. maddeleri 1980 öncesi gençlik özellikle öğrenci gençlik tarafından şekillendirilen siyasi hareketlerin en önemli eylem biçimi olan duvarlara, kamu kurumlarının binalarına, cadde ve sokaklara eğitim öğretim kurumlarının binalarına, sıralarına, camlarına, tahtalarına veya herhangi bir yerine yazı yazılmasının, pankart asılmasının veya asılı bulunanlarının yerlerinden kaldırılmasının engellemek amacı ile erteleme ve çevirme dışı bırakmıştır. Dolayısıyla olağan üstü bir dönemin olağan üstü koşullarında bir çok hak ve özgürlüğün askıya alındığı bir sürecin başlangıcında konulmuş hükümlerdir. Cezanın ertelenmesi ve çevrilmesi sanık bakımından bir hak olarak düşünülemez isede bir lütufta değildir. Cezanın ve yerine getirmenin tarihi gelişiminde sanığın geçmişi, olası geleceği ve yönelimi gibi objektif kriterlerin değerlendirilmesi sonucunda ve yargılama sürecinde oluşan inanca göre erteleme gerekip gerekmediğini yargıcın taktirine bağlı olduğuda gözönüne alınarak aynı zamanda sanıklar bakımından bir teminat sayılması gerekir. Duruşma yaparak yargı veren yargıç açısından ise taktir yetkisinin kullanılmasıdır. Türk Ceza Kanununda 536 ve 537. maddeleri dışında erteleme ve çevirme dışında kalan başkaca bir hüküm yoktur ve genel hüküm olarak kabul edilmiştir. Özellikle Türkiye'miz koşullarında infaz rejiminin sürekli değiştiği zaten büyük terör suçlarını işleyenlerin dahi belli koşullar altında serbest bırakıldıkları bir ortamda bu hükümlerin geçerliliğini devam ettirdiğini evrensel hukuk açısından geçerliliğini devam ettirdiğini ve adil olduğunu söylemek mümkün değildir. Özellikle bu hükümlerde yaş sınırlarıda dikkate alınmadığından 11 ve 18 yaş gurubu arasındaki kimselerede uygulandığında bile erteleme dışı olduğu ve çevirme dışı olduğu gözEsas Sayısı : 1993/20 Karar Sayısı : 1993/17 3 önüne alınırsa bunda toplumun ve Adaletin ne gibi bir yararı olduğuda çok tartışmalı olmaktadır. Anayasa'mız gençliği koruyucu tedbirlerin alınması gerektiğini 58. maddesinde belirtmiştir. Gençliğin korunması ancak ve ancak suç işlemenin önlenmesi ve suç işlemenin uygun ortamının kaldırılması ile mümkündür. Eğer Devlet bu koşulları oluşturamıyorsa cezaları ağırlaştırmanın ertelemenin ve çevirme dışı bırakmanın bir çıkar yol olduğunu düşünüyorsa bunun demokratik olmadığı açıktır. Ceza sorumluluğunun kişiselliği ilkesi herhalde hükümlülerin gelecekleri düşünülerek tayin edilebilir; öğretim sürecinde olan bir insanın bir kabahatten dolayı alacağı cezanın onun daha sonraki hayatını ve onunla birlikte ailesinin hayatınıda etkileyeceğinin düşünülmesi bir varsayımdan ileri bir olgudur. Ceza verme hakkı Adaletle sınırlıdır. Bundan dolayı yasa koyucularında insanlığın gelişimi sürecinde oluşan kurum ve evrensel Hukukun kurum ve kurallarına uygun cezanın yerine getirilmesinin insancıl koşullarını yaratarak suçluların niteliklerine göre sınıflandırılması ve suçlunun kişiliğinin gözönüne alınması suçlu bakımından bir haktır Demokratik Hukuk Devleti kendi adına yargılama faaliyetini yürüten yargıçların taktirlerini Devletin geleceğini, toplumun huzurunu ve sanığın özel durumunu göz önüne alarak en iyi şekilde kullanabileceğini inanan bir devlettir. Eğer sanığın işlemiş olduğu suç ve diğer özellikleri verilecek cezanın erteleme ve çevirme dışı bırakılmasını gerektiriyor ise yargılamayı yapan yargıçlar zaten bunu dikkate alarak taktirlerini kullanarak bunu yerine getirirler. Bir kabahat suçu için konulmuş bulunan bir cezanın taktirinde hataya düşülmesi sanığın kişiliğine uygun olmayan erteleme ve çevirme hükümleri zaten Yargıtay tarafından temyiz üzerine incelenerek toplum yararı göz önüne alınarak isabetli bir şekilde çözümlenebilir. Bunu yasa ile sağlamak yargılamayı yapan yargıçların isabetli ertelemeye ve çevirmelerde bulunmayacağını varsaymaktan kaynaklanır. Kaldıki 1980 yılında başlayan bir süreçte yargıçların suçluları korudukları Devletin geleceğini, toplumun huzurunu düşünmedikleri yönetimi elinde bulunduranlar tarafından devamlı söylenmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle; sanık Erdal ULUDAĞ hakkında uygulanması mütala olunan 2370 sayılı yasa ile değişik Türk Ceza Kanununun 537/3. maddesi gereğince cezalandırılması halinde TCK'nun 537/6. fıkrası gereğince verilecek sonuç cezanın ertelenmeyeceği 647 sayılı yasanın 4. maddesi uyarınca paraya çevrilemeyeceği yolundaki hükmün Anayasamız'ın başlangıç 2, 10, 58, 138 ve 141. maddelerine aykırı olduğu inancı mahkememizde oluştuğundan Anayasamız'ın 152. maddesi ile 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin kuruluşu ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 18. maddesinin 2. bendi gereğince TCK'nun 537/6. maddesi hakkında karar verilmek üzere dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin gerekçeli karar ile birlikte Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 23.3.1993 tarihinde karar verildi.
1,295
Esas Sayısı:1973/41 Karar Sayısı:1974/13 1 I DAVACININ GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa'nın 14., 15 maddeleri kişi dokunulmazlığı ve Özel hayatın korunması konularım düzenlemiştir. Kişi dokunulmazlığı ve hürriyeti kanunun açıkça gösterdiği hallerde usulünce verilmiş hâkim kararı olmadıkça kayıtlanamaz (madde 14/2). Anayasa'nın 2. maddesi de Türkiye Cumhuriyetini bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. 11. madde kanunun temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamıyacağı ilkesini getirmiştir. a) Oysa 2559 sayılı Kanunun 9. maddesine 1775 sayılı Kanunun 2. maddesi ile eklenen fıkraya göre millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca bulunan hallerde en büyük mülkiye amirinin buyruğu ile polis şüphe edilen kişilerin üstünü, özel kâğıtlarını ve eşyasını arayacak ve öteki bentlerde sayılan alet veya eşyalara el koyacaktır. Millî güvenlik ve kamu düzeni, takdiri izafî olan kavramlardır. İptali istenen kural istisna olarak kalması gerekenleri kaide yapmakta, yargı yetkisini ihlâl etmekte, hukuk devletini polis devletine dönüştürmektedir. b) 1775 sayılı Kanunun 3. maddesiyle 2559 sayılı Kanunun 13. maddesine eklenen fıkra Anayasa'nın sözüne ve ruhuna aykırı olarak kişi güvenliğini ne olduğu bilinmeyen ellere bırakmaktadır. c) 1775 sayılı Kanunun 2559 sayılı Kanunun 20. maddesini değiştiren 4. maddesi konut dokunulmazlığını ortadan kaldıracak niteliktedir. Maddenin B bendi ile Üniversite özerkliği de tarihe karışacaktır. Bu kural uyarınca zabıta genel yönetimin haksız buyruğu veya kendi yaratacağı bahanelerle her zaman Üniversiteye girmek isteyebilecektir. ç) Yukarıda açıklanan nedenlerle 1775 sayılı Kanunun 2.. 3., 4. maddeleri Anayasa'nın 2., 11., .14., 15., 16., 28., 120. maddelerine aykırı bulunmaktadır. İptalleri gerekir.
232
Esas Sayısı : 2002/70 Karar Sayısı : 2004/56 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 138. maddesinde Yakalanan kişi veya sanık müdafi seçebilecek durumda olmadığını beyan ederse talebi halinde baro tarafından kendine bir müdafi tayin edilir. Yakalanan kişi veya sanık 18 yaşını bitirmemiş yahut sağır veya dilsiz veya kendisini savunamayacak derecede malul olur ve bir müdafi'de bulunmazsa talebi aranmaksızın kendine müdafi tayin edilir. hükmünü getirmiştir. Buna karşılık Anayasa'nın başlangıç bölümünün 6. paragrafında Her Türk vatandaşı bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; hükmü; 7. paragrafında da Topluca Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesinlikle saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve Yurtta sulh, cihanda sulh arzu ve inancı içinde huzurlu bir hayat talebine hakları bulunduğu; hükmünün; 10. maddede Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. hükmünü getirmiş bulunmaktadır. Ceza yargılama sisteminde vazgeçilmez üç unsur göze çarpmaktadır. Yargılama makamı, iddia ve savunma Yargılama makamı, Anayasanın başlangıç bölümüyle 10. maddesinin açık hükmü sebebiyle, yargılamanın iki unsuru olan iddia ve savunma arasında tam bir tarafsızlıkla hareket etmek zorundadır. Kanunların da, taraflara getirdiği nimet ve külfetlerde, aynı eşitlik ilkesini gözetmesi, yargılama makamının tarafsızlık ve eşitlik uygulamasını engellememesi gerekmektedir. Ancak CMUK 138. maddesi, savunma makamına fazladan bir nimet sunmakta, aynı nimetten iddia unsurunun veya mağdur tarafın yararlanmasını engellemektedir. Ceza yargılamasında hak iddia eden tarafın iddia makamının davaya katılmadığı, şahsi davalık durumlarda veya başka hak taleplerinde hukuki yardım alması, bu madde sebebiyle engellenmektedir. Böylece devletin, sanık durumunda bulunan kişiye sunduğu hukuki yardım nimeti, devlet tarafından himaye edilmesi, uğradığı zararın giderilmesi beklenen mağdur taraftan esirgenmekte, sanık veya savunma tarafına bir imtiyaz getirilmektedir. Bu da, Anayasanın başlangıç bölümünün 6 ve 7. paragraflarıyla 10. maddenin 1, 2 ve 3. fıkralarında hüküm altına alınan eşitlik ve imtiyaz tanınmama hükümlerine aykırıdır. Eğer yargılama makamının, mağdur tarafın hakkını himaye edeceği düşüncesiyle bu ayrım yapılmışsa, aynı himayenin, sanık tarafa da gösterilmesinin yine kanun ve vicdan gereği olduğunun; yargılama makamının, sanığın aleyhine olduğu kadar, lehine olan delilleri deEsas Sayısı : 2002/70 Karar Sayısı : 2004/56 2 toplamakla yükümlü olduğunun, sonuçta şüphe halinde sanık lehine karar vermesi gerektirecek kadar sanığın hakkının gözetildiğinin unutulmaması gerekmektedir.
440
Esas sayısı : 1987/6 Karar sayısı : 1987/14 1 I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde öne sürülen iptal gerekçeleri özetle şöyledir : 1 Daha önce 3270 sayılı Yasanın 22. maddesiyle değiştirilen 298 sayılı Yasanın 52. maddesinin ikinci fıkrasının (d) bendinin Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nde Cumhurbaşkanı ve Sosyaldemokrat Halkçı Parti TBMM Grubu adına açılan davalar incelenirken TBMM, Cumhurbaşkanı'nın geri gönderilmesinden sonra şimdi iptali istenilen yasayla anılan maddeyi yeniden değiştirmiştir. 2 Oniki ay gibi kısa bir zamanda üç kez FİKİR değiştiren iktidar tutarsız bir tavır sergilemiştir. Dava edilen kurala göre siyasi partiler propaganda konuşmalarında yaptıkları ve yapacakları işleri görüntülü olarak da verebileceklerdir. 3 Bu değişiklik, siyasi partiler arasında parasal açıdan ayrım gözetmekte, akçalı olanakları fazla olanlara televizyondan daha fazla propaganda yapma olanağı tanımaktadır. Partiler bu konudaki ek masrafları karşılamak için yasal bağış sınırlarını zorlayacak, ister istemez özel girişime yönelecektir. Bu durum geleneksel dayanışma kanalları tıkalı sosyal demokrat partiler aleyhine eşitsizlik yaratırken, özel sektörü etkileyici çeşitli araçlara sahip iktidar partisi lehine gelişme gösterecektir. Bu yol, akçalı destek sağlayanların iktidar partisi üzerinde etkinliğini artıracak böylece belli kişi, aile, zümre ya da sınıfı ayrıcalıklı kılacaktır. Anılan hüküm Anayasa'nın 2. maddesindeki demokratik devlet ilkesi ile, 5. maddesindeki demokrasiyi koruma amaç ve görevine, 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. 4 Paralı propaganda yolu açılırsa yeni düzenlemelerle iktidar partisi kendisi için süreyi artırabilir. Bu durum, parasız propagandayı istisna, paralı propagandayı ise kural durumuna getirerek Anayasa'nın öngördüğü hürriyetçi demokrasi düşüncesiyle çatışır. Eşitsizliğin bir miktar bozulabileceğini kabul etmek tümden bozulabileceğini kabul etmek olur. 5 Propaganda konuşmalarının paraya bağlanması siyasal parti kavramına ve işlevine de ters düşer. Ulusal iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir devlet ve toplum düzeni için çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak amacını güden, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğesi olan siyasi partilerin işlevi özel değil kamusal dır. Partilerin temel çalışmalarından olan propagandaları özel şirketlerin ticari reklâmlarıyla bir tutulamaz. Düzenleme Anayasa'nın 68. maddesine aykırıdır. 6 Paralı propaganda ile siyasi partiler arasında TRT'den yararlanma konusunda ayırım yapılması, kimi partilerin yararına, kimi partilerin zararına yol açacağından bu durum Anayasa'nın 31. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Daha fazla para verene TRT'den daha fazla yararlanma olanağı sağlanması Anayasa'nın öngörmediği yeni sınırlamaların getirilmesidir. 7 Paralı propaganda Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu'nun yansız kamu tüzelkişiliğini olumsuz yönde etkileyecektir. TRT, kuruluş amacına ve Anayasa'nın öngördüğü yansızlık ilkesine aykırı davranmaya zorlanmaktadır. Bu nedenle düzenleme, Anayasa'nın 133. maddesine aykırıdır.Esas sayısı : 1987/6 Karar sayısı : 1987/14 2 8 Görüntülü propaganda, resmi kişi ve kuruluşları bu amaçla kullanma olanağına sahip iktidara avantaj sağlayacaktır. Türk Bayrağı, parti bayrağı ve konuşan kişi dışındaki görüntülere yer verilmesi seçmenleri konuşmalar dışında başka etkiler altında bırakarak kamuoyunun serbestçe oluşumunu engeller. Bu da Anayasa'nın 10. ve 31. maddelerine aykırılığı göstermektedir. 9 Ara seçimler sırasında tören yasaklarının uygulama süresini ve alanını yeniden düzenleyen yasanın 4. maddesi yasakların süresini önemli ölçüde kısaltmakta, alanı yalnız ara seçimi yapılan çevre ile sınırlamaktadır. Kamu kurum ve kuruluşlarının çalışmalarını partisel propaganda aracı olarak kullanabilme avantajı bulunan iktidarlar, düzenlenen törenleri, demeç ve söylevleri ekrana yansıtarak seçmenleri eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı biçimde etkileyebileceklerdir, iktidarların bu tür etkinliklerinin haklı kısıtlanması yeni düzenlemeyle zaman ve yer yönünden hafifletilmiştir. Böylece iktidar, ara seçimlerini kendi lehine etkileme yollarını genişletecek, ara seçim çevreleri dışında yoğun temel atma, açılış ve benzeri törenler düzenletip ekrana getirterek seçim evresindeki seçmenleri etkileyecektir. Birden çok çevrede seçim yapılması durumunda ara seçimlerin yerel olarak nitelendirilip değerlendirilmesi olanaksızdır. Genel seçimlerle ara seçimler arasında ayırım gözeten düzenleme Anayasa'nın 10., 31. ve 79. maddelerine aykırıdır.
556
Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 1 I HÂKİMİN REDDİ, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ İLE İTİRAZ BAŞVURULARININ GEREKÇELERİ A Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 inci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır.Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 2 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir. Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır.Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 3 Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeye muhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, kara vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir:Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 4 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 inci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde güncel siyasi tartışmalar sürdürülürken, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Dolayısıyla, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanlar da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partilerdir. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde AnamuhalefetPartisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, AnamuhalefetPartisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarak açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir.Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 5 Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 8 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir: 1 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 ncive 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısındaEsas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 6 üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 inci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 inci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 uncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ıncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.' ''Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 7 III. GEREKÇELER 1) 659 Sayılı 'Genel Bütçe Kapsamındaki Kamu İdareleri ve Özel Bütçeli İdarelerde Hukuk Hizmetlerinin Yürütülmesine İlişkin Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Eki Listenin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 35 inci maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, ' çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'ninbelirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir.Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 8 Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme, 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'lar, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 8 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir.Esas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 9 Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerekEsas Sayısı : 2011/145 Karar Sayısı : 2013/70 10 Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir. Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'ninbelirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle Anayasanın 64 üncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10. 2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oydan dolayı iptal istemi OY ÇOKLUĞU ile
4,154
Esas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesinde açıklanan iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir : I Konunun Açıklanması: 2254 sayılı T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun Anayasa'nın 12. maddesi hükmüne aykırı bulunduğundan Yüksek Mahkemeye başvurulması zorunluğu hasıl olmuştur. II İptal Gerekçesi: l Sözü edilen kanunda, T.B.M.M. nin Eski Üyelerine, diğer kamu görevlileri ve sair serbest meslek mensupları ile bunların emeklilerine tanınmış olan imkânlara nazaran bazı ayrıcalıklar öngörülmektedir. Bu ayrıcalıkların başlıcaları: a) DDY'da parasız, Denizcilik Bankasına ait vapurlarda iç hatlarda keza parasız, dış hatlarda % 25 35, THY'da % 50 indirimli seyahat, b) Telefonlarda tercih ve % 60 indirimli tarife uygulanması, c) Dış ülkelere gezilerde diplomatik pasaport verilmesi, d) Şahsı ve bakmakla yükümlü olduğu aile fertleri için yurtiçi ve yurtdışında tedavi ve buna ilişkin çeşitli sıhhi malzeme yardımı, olarak sayılabilecektir. 2 Yukarıda belirtilen ayrıcalıklar, parlamenter sıfatları sona eren kişilerin, T.B.M.M. üyelikleri sırasında bu görevlerini yerine getirebilmeleri için kendilerine tanınmış bazı kolaylık ve imkânlardan ömür boyu yararlanmalarını tevlit edeceği gibi, Hazine ve İktisadi Devlet Teşekkülleri ve Müesseselerine de yeni külfetler tahmil edecektir. Bu durum, Devletçe sübvansiyone edilen söz konusu teşekküllerin, kuruluş gayelerini ve yönetim kurallarını tanzim eden mevzuatına da aykırı bulunmaktadır. Nitekim, 5842 sayılı Denizcilik Bankası T.A.O. Kanununun 27. maddesinin ikinci fıkrası, 440 sayılı İktisadi Devlet Teşekkülleriyle Müesseseleri ve İştirakleri Hakkında Kanunun 2. ve 24. maddeleri, bu müesseselerin kârlılık ve verimlilik anlayışı içinde çalışmaları ve bu suretle üretecekleri mal ve hizmet fiyatlarını serbestçe tesbit etmeleri ilkesini getirmiştir. Keza, 5682 sayılı Pasaport Kanunu, ana kural olarak belli nitelikteki görevleri üstlenmiş bulunanlar ile ülke dışında bazı önemli kamu görevlerini ifa edenlere sadece bu görevleri sırasında diplomatik pasaport verilmelerini öngörmüştür. Nitekim, söz konusu kişilerin, görevlerinden ayrıldıktan sonra, diplomatik pasaport kullanmaları mümkün değildir. Pasaport Kanununun 13. üncü maddesi, Uluslararası teamül ve hukuk kurallarını göz önünde tutarak yalnız eski Devlet Başkanları, T.B.M.M. Eski Başkanları, eski Başbakanlar veEsas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 2 Dışişleri eski Bakanlarına görevleri bitmiş olsa dahi diplomatik pasaport taşıma imkânı tanımaktadır. Bunun dışında mevzuatta hiçbir istisna mevcut değildir. 3 Devlet Demir Yolları, Devlet Deniz Yolları, PTT, Basın mensupları gibi bazı kuruluş ve meslek personeline bu görevlerinin sona ermesini müteakip, emekliliklerinde de görevleri sırasındaki bazı kolaylık ve imkânların devamı sağlanmaktadır. Ancak, bu ayrıcalıkların tanınması için müşterek vasıf bu ünitelerde muayyen bir süre çalışmış olmaktır. Misal olarak emekli basın mensuplarında, basın şeref kartı 20 yıl basına hizmet etmiş olan kişilere verilebilmektedir. İptali taleb edilen 2254 sayılı Kanun muvacehesinde ise, bir dönem dahi parlamento üyeliği yapmış bulunan kişiler sözü edilen ayrıcalıklara sahip olabilmektedir. Kanun, bu ayrıcalıklardan yararlanabilmek için hiç değilse, yukarıda zikredilen müesseselerdeki uygulamaya paralel hükümler ihtiva etmeli idi. Yukarıda da değinildiği üzere, pasaport mevzuatımız, eski T.B.M.M. üyelerine diplomatik pasaport tahsisine müsait bulunmamaktadır. Uzun yıllar Büyükelçilik yapmış bir kişiye dahi emekliliğinde diplomatik pasaport verilmemektedir. 2254 sayılı Kanun, pasaport konusunda uluslararası teamül ve uygulamaya olduğu kadar, yerleşmiş mevzuatımıza da uymamaktadır. Ayrıca, eski T.B.M.M. üyeleri başka bir işle meşgul olsa dahi 2254 sayılı Kanun muvacehesinde diplomatik pasaport talep edebileceklerdir. Oysa, hususi pasaportlarda memurluktan çekilmiş olanların bu haktan yararlanabilmeleri için, başka bir vazife almamış veya iş tutmamış olmaları şartı mevcuttur. (5682 sayılı Pasaport Kanunu madde 14/2). İptali talebedilen 2254 sayılı Kanunun yukarıda belirtilen ilkelerle bağdaştırılması mümkün görülmemektedir. 4 Yukarıda örnekler vererek açıklandığı gibi 2254 sayılı Kanun T.B.M.M. eski üyelerine, diğer kamu görevlileriyle sair serbest meslek mensuplarına ve bunların emeklilerine tanınmış olan bir takım imkânlar ve kolaylıklar getirmektedir. Bu nedenle, T.B.M.M. üyelerine bu sıfatlarının devamı süresince görevlerini yerine getirebilmeleri için tanınmış bulunan bazı kolaylık ve imkânların, 2254 sayılı Kanunla T.B.M.M. eski üyelerine de teşmil edilmesi halinin, Anayasa'mızın 12. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülmüş olan eşitlik ilkesine uymadığı hususunda kamu vicdanında uyanan tereddütlerin adalet hükmüne bırakılmasında yarar görüyorum. III Dayanılan Anayasa Kuralları: Anayasa madde 8, 12/2, 149 ve Anayasa Mahkemesinin 29/11/1966 tarihli, E. 1966/11, K. 1966/44 sayılı kararı, IV Sonuç ve İstek: Yukarıda açıklanan nedenlerle : 25/12/1979 tarihinde kabul edilerek 6/1/1980 tarihli ve 16861 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmış bulunan 2254 sayılıT.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanunnu, Anayasa'nınEsas sayısı:1980/28 Karar sayısı:1980/45 3 12. madde ikinci fıkrasına uymaması sebebiyle, iptaline karar verilmesini saygılarımla rica ederim. Fahri S. KORUTÜRK CUMHURBAŞKANI II METİNLER: l İptali istenen 25/12/1979 günlü, 2254 sayılı T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanunun, 6/1/1980 günlü, 16861 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan metni şöyledir: T.B.M.M. Eski Üyeleri Hakkında Kanun Kanun No : 2254 Kabul Tarihi: 25/12/1979 MADDE l 13/12/1960 tarih ve 157 sayılı Kanunla Kurulan Temsilciler Meclisi Üyeleri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi eski üyeleri, sağlık ve tedavi konusu ile ulaştırma, haberleşme ve pasaport konularında, kanunların, kararnamelerin ve yönetmeliklerin Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine tanıdığı haklardan yararlanırlar. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 68 inci maddesi gereğince seçilme yeterliğini kaybetmiş olanlar bu haktan yararlanamazlar MADDE 2 Bu Kanun hükümleri yayımı tarihinde yürürlüğe girer. MADDE 3 Bu Kanun hükümlerini Bakanlar Kurulu yürütür. 2 Dayanılan Anayasa kuralları : MADDE 8 Kanunlar Anayasa'ya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. MADDE 12 Herkes, dil ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. MADDE 149 Cumhurbaşkanı; Yasama Meclislerindeki siyasi parti grupları ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde grubu bulunan siyasi partiler ile son milletvekili genel seçimlerinde muteber oy sayısının en az yüzde onunu alan siyasi partiler; Yasama Meclislerinden birinin üye tam sayısının en az altıda biri tutarındaki üyeleri; kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Yüksek Hâkimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Üniversiteler, Kanunların veya Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin veya bunların belirli madde ve hükümlerinin Anayasaya aykırılığı iddiasiyle, Anayasa Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilirler.
906
Esas Sayısı : 1992/1 Karar Sayısı : 1992/21 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şudur : Şebinkarahisar Kapalı Cezaevinde hükümlü bulunan Metin Kılıç reşit olmayan mağdureyi zorla kaçırıp ırzına geçmek ve alıkoymak suçlarından dolayı TCKnun 416/1, 429. maddeleri gereğince cezalandırıldığını, TCKnun 416/1. maddesi gereğince verilen cezası hakkında müddetnamenin 3713 sayılı Kanun uyarınca 1/3 oranı üzerinden düzenlendiğini ve bunun Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek itirazda bulunmuştur. Bu itiraz üzerine Şebinkarahisar C. Savcılığının mütalaası alınmıştır. C. Savcılığı Yüksek Anayasa Mahkemesinin cezalarının 1/3 çekmeleri halinde hükümlülerin salıverileceklerinin öngörüldüğü 3713 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinde yer alan TCKnun 146 (son fıkra hariç), 403, 414 ve 418. maddeleri yönünden iptaline, 19.7.1991 gün ve 1991/15 esas 1991/22 karar, 8.10.1991 gün ve 1991/34 esas, 1991/34 karar, 8.10.1991 gün 1991/36 esas, 1991/35 karar sayı ile karar verdiğini, Mağdure Saide'yi zorla kaçırıp alıkoymaktan zorla müteselsilen ırzına geçip kızlığını bozmaktan hükümlünün TCKnun 416/1. maddesi gereğince mahkum olduğunu ve bu maddeye ilişkin hakkındaki süre belgesinin 3713 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendi uyarınca 1/3 oranı üzerinden düzenlenmiş bulunduğunu, aynı koşullar içerisinde bulunan tüm hükümlülerin aynı ıartlara tabi olmasının gerekmesi karşısında hükümlüye uygulanan 3713 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin Anayasamızın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunduğundan bu maddenin hükümlü hakkında uygulanan TCKnun 416/ilk maddesi yönünden iptali için Anayasa Mahkemesi'ne itiraz edilmesini mütalaa etmiştir. Hükümlüye ait dava dosyası getirtilip infaz dosyası ile birlikte incelenmiştir. Şebinkarahisar Ağır Ceza Mahkemesinin 2.5.1991 tarih, 1989/66 esas, 1991/34 karar sayılı kararında hükümlünün 22.9.1989 tarihinde işlediği reşit olmayan mağdureyi zorla kaçırmak suçundan, reşit olmayan mağdurenin müteselsilen zorla ırzına geçmek ve kızlık bozmak suçlarından dolayı TCKnun 59. maddesi de uygulanmak suretiyle neticeten toplam 11 yıl, 14 ay, 20 gün ağır hapis cezası ile cezalandırıldığı, bu kararın Yargıtay 5. Ceza Dairesinin 9.10.1991 tarih ve 1991/3496 esas, 1991/4140 karar sayılı ilamı ile onanarak kesinleştiği, müddetnamesinin 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre 1/3 oranı üzerinden hesap edildiği anlaşılmıştır. 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesine göre 8.4.1991 tarihine kadar TCKnun 416/ilk maddesine giren suçu işleyenler bu madde gereğince cezasının 1/3 çektikleri takdirde iyi halli olup olmadıklarına bakılmadan ve talepleri olmaksızın şartla salıverilecektir. 3713 sayılı Kanunun geçici 1. maddesine göre ise geçici 4. maddede belirtilen suçlar dışındaki 8.4.1992 tarihine kadar işlenen suçlar nedeniyle şahsi hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş olanlar hükümlülük sürelerinin 1/5 ini çektikleri takdirde şartla salıverileceklerdir. 3713 sayılı Yasanın geçici 1. ve 4. maddelerindeki bu farklılık suçun niteliği ile ilgili olmayan ve suçlunun eyleminden dolayı pişmanlık duymasına, topluma uyum sağlamasına, topluma kazandırılmasına yönelik şartlı salıverilme kurumunun gayesine ters düştüğü gibiEsas Sayısı : 1992/1 Karar Sayısı : 1992/21 2 Anayasamızın 2. ve 10. maddelerinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesi ile Eşitlik İlkelerine de aykırıdır. Anayasamızın 10. maddesinde herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu gözetilmiştir. İnfaz yönünden eşit ve aynı durumda bulunan mahkumlar arasında, suçunun türü nedeniyle şartla salıverilme bakımından ayrı uygulama getiren 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesi Anayasanın 10. maddesine aykırıdır. 3713 sayılı Kanunun geçici 1. ve 4. maddelerinde hükümlülerin işledikleri farklı suçlar nedeniyle çekilecek cezayı da farklılaştırması ceza infaz hukukunun temel ilkelerine ve Anayasanın 2. maddesinde belirtilen Hukuk Devleti ilkesine de aykırıdır. Kanunlar yapılırken Anayasaya uygun olması mecburidir, Anayasa saygı, Hukuk Devleti kavramının temel gerçekleşme şartıdır. Bu nedenlerle; Hükümlünün dilekçesinde ve CSavcılığının yazılı görüşünde ileri sürülen iddiaların ciddi olduğu kanaatine varılarak 3713 sayılı Kanunun geçici 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin Anayasamızın 2. ve 10. maddelerine aykırı bulunduğundan 3713 sayılı Kanunun 4. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendindeki TCKnun 416/ilk maddesi yönünden iptali için Anayasanın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, C. Başsavcısının mütalaasına uygun olarak oybirliği ile karar verildi.
610
Esas Sayısı : 2008/42 Karar Sayısı : 2008/167 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1982 Anayasasının 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmüne; 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır hükmüne; 68. maddesinde Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır Siyasi partilere, Devlet, yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapar. Partilere yapılacak yardımın, alacakları üye aidatının ve bağışların tabi olduğu esaslar kanunla düzenlenir hükmüne yer verilmek suretiyle, siyasi partilere yeterli düzeyde ve hakça dağıtılacağı vurgulanan mali yardımın dağıtımına ilişkin sınırlama yapılırken farklı sesleri temsil edecek partilerin örgütlenme özgürlüğünün zedelenmesinin önüne geçilmesinin demokratik devlet ilkesinin önemli bir parçası olduğu hususu ortaya konulmuştur. Öte yandan dava konusu işleme gerekçe teşkil eden 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanununun Ek 1. maddesinin 1. fıkrasında Yüksek Seçim Kurulunca son milletvekili genel seçimlerine katılma hakkı tanınan ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanununun 33 üncü maddesindeki genel barajı aşmış bulunan siyasi partilere her yıl Hazineden ödenmek üzere o yılki genel bütçe gelirleri (B) Cetveli toplanmış beşbinde ikisi oranında ödenek mali yıl için konur hükmüne; 2. fıkrasında Bu ödenek, yukarıdaki fıkra gereğince Devlet yardımı yapılacak siyasi partiler arasında, bu partilerin genel seçim sonrasında Yüksek Seçim Kurulunca ilan edilen toplam geçerli oy sayıları ile orantılı olarak bölüştürülmek suretiyle her yıl ödenir. Bu ödemelerin o yılki genel bütçe kanununun yürürlüğe girmesini takiben on gün içinde tamamlanması zorunludur hükmüne; aynı maddenin 5. fıkrasında ise Milletvekili genel seçimlerinde toplam geçerli oyların %7'sinden fazlasını alan siyasi partilere de Devlet yardımı yapılır. Bu yardım en az Devlet yardımı alan siyasi partinin ikinci fıkra gereğince almış olduğu yardım ve genel seçimlerde aldığı toplam geçerli oy esas alınarak kazandıkları oyla orantılı olarak yapılır. Ancak bu yardım üçyüzelli milyon liradan az olamaz. Bunun için her yıl Maliye ve Gümrük Bakanlığı bütçesine yeterli ödenek konulur hükmüne yer verilmiştir. 2820 sayılı Yasanın Ek 1. maddesinde siyasi partilere Devlet yardımı, son milletvekili seçiminde 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu'nun 33 üncü maddesindeki genel barajı aşmak veya toplam geçerli oyların en az % 7'sinden fazla oy almış olmak şartlarına bağlandığı; dolayısıyla ancak bu şartları taşıyan partilerin seçimde aldıkları oylarla orantılı şekilde her yıl Devlet yardımı alacaklarının kurala bağlandığı, diğer partilerin Devlet yardımından mahrum bırakıldıkları; daha önce Anayasada siyasi partilere Devlet yardımı yapılacağına ilişkin herhangi bir açık hüküm yokken, 1995 yılında 4121 sayılı Yasa ile yapılan Anayasa değişikliğiyle, siyasi partilere Devlet yardımı yapılacağını açıkça hükme bağlayan Anayasanın 68. maddesinin son fıkrasında yer alan bu düzenlemeyle, siyasi partilere Devletin yardımının miktarının yeterli düzeyde olacağı ve yardımın hakça yapılacağı kurala bağlandığı; yardımın tabi olduğu esasları belirleyecek yasal düzenlemenin, yapılacak yardımın miktarına ve yardımın partiler arasında nasıl dağıtılacağına ilişkin olduğu ve Anayasanın bu açık hükmüne göre Devletin konulacakEsas Sayısı : 2008/42 Karar Sayısı : 2008/167 2 objektif kriterlere göre, az veya çok bütün siyasi partilere yardım yapması gerekirken Anayasa gereğince yapılacak yeterli düzeyde ve hakça mali yardımın usul ve esaslarını düzenleyecek yasal düzenleme ile siyasi partilere devlet yardımı yapılmasının şartlarının daraltılarak geçerli oyların %7'sinden fazlasını alamayan siyasi partilerin bu haktan mahrum bırakılmasının, Anayasanın 2. maddesinde yer alan Türkiye Cumhuriyetinin demokratik bir devlet olduğu, 5. maddesinde ki Devletin demokrasiyi korumakla görevli bulunduğu, 68. maddesinde yer alan Siyasi partilerin, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurları olduğu ve Devletin partilere yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapacağı kuralı karşısında, 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun Ek 1. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu düşünüldüğünden iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiği sonucuna varılmıştır. Öte yandan, 2820 sayılı Yasanın Ek 1 inci maddesine 3470 sayılı Yasayla giren en az %7 oy alanlara da yardım yapılacağına ilişkin hüküm Anayasa Mahkemesinin 6.7.1989 tarih ve E: 1988/39 K: 1989/29 sayılı kararıyla Anayasaya uygun bulunmuş ise de; 3470 sayılı Yasa, o tarih itibariyle Ek 1 inci maddede yardım için öngörülen barajı aşmış olmak şartının Devlet yardımı yapılmasını kolaylaştıran ve daha genişleten bir düzenleme olduğu ve o tarih itibariyle siyasi partilere Devlet yardımı yapılmasını öngören açık bir düzenlemenin bulunmadığı, 1995 yılında 4121 sayılı yasa ile yapılan Anayasa değişikliğiyle, Anayasanın 68. maddesinin son fıkrasına, siyasi partilere Devletin yeterli düzeyde ve hakça mali yardım yapacağı hükmü getirildiğinden, Ek 1 inci maddedeki düzenleme yukarıda açıklanan sebeplerle Anayasaya aykırı hale gelmiş durumdadır. Açıklanan nedenlerle 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu'nun Ek 1. maddesinin Anayasanın 2., 5., 10. ve 68. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden, anılan Yasa hükmünün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine 14.12.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
789
Esas sayısı : 1986/17 Karar sayısı : 1987/11 1 I İptal İsteminin Gerekçesi : Dava dilekçesinde öne sürülen iptal gerekçeleri özetle şöyledir: 1 İptali istenen Yasanın 8. maddesi, siyasi partilerin seçimlere katılabilmek için illerin en az üçte ikisinde örgütlenmiş olmaları ve bir ilde örgütlenmiş sayılabilmeleri için de merkez ilçesiyle birlikte o ilin ilçelerinin en az üçte ikisinde kuruluşlarını tamamlamaları zorunluluğunu getirmekle seçimlere katılma koşullarım ağırlaştırmıştır. Siyasi Partiler Yasasının 3. maddesiyle öngörülen tüm yurtta örgütlenmeyi özendiren, köy birimlerinde örgütlenmeyi yasaklayıcı hükümleri kaldıran düzenlemelere gidilmesi olanağı varken anayasal sınırlar aşılmamalıdır. Yasaklayıcı kimi ölçü ve nitelikler koyarken bunların siyasal hakların kullanılmasını güçleştirmemesi, demokratik düzenin gereklerine aykırı olmaması gözetilmelidir. Oysa yeni düzenlemeyle bu ölçüler açılmış, Anayasa'ya uyulmamıştır. Getirilen hüküm orta büyüklükteki partilerin bile seçimlere girmesini engelleyici kısıtlama niteliğindedir. Ulusal ve seçim çevresi barajlarıyla birlikte düşünüldüğünde siyasal yaşamı büyük ölçüde daraltacağı, büyük partileri kolladığı, Anayasa'nın öngördüğü demokratik hukuk devleti ve çoğulcu demokrasi ilkesinden yana olmadığı açıktır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5., 13.,67. ve 68. maddelerine, 2 Yasanın 9. maddesi, önseçim zorunluluğunu kaldırarak siyasi partilere aday belirleme yöntemini diledikleri biçimde saptayabilme olanağı vermekle birlikte, kontenjan adaylığı ile merkez yoklaması ile aday belirlemeyi seçim kurullarının yönetim ve denetimi dışında tutmuştur. Demokrasinin vazgeçilmez öğesi kabul edilen partilerin adayları konusunda söz sahibi olmaları doğalsa da bu konuda seçmen iradesini tümüyle dışlayan formüllerin demokraside geçerliği yoktur. Ulusal iradenin oluşmasında seçimler kadar aday saptanmasının da önemi vardır. Adayların, seçmenlere oranla çok küçük partili kitleler tarafından saptanması ve seçmenlerin de bu belirlemeyi onaylamak durumunda kalması demokrasinin temeli olan çoğunluğun üstünlüğü ilkesine aykırıdır. rinin parti genel merkezince belirlenmesi olanağı doğmaktadır. Madde Anayasa'nın 67. ve 69. maddelerine, 3 Yasanın 10. maddesi, sadece 6 ve daha fazla milletvekili çıkaracak illerin 5, 6 ve 7. milletvekili çıkaracak seçim çevrelerinde siyasi partilerin, birer kontenjan adayı göstereceğini öngörmektedir. Genellikle partilerin teknisyen kadrolarının oluşturulmasında başvurulan bu yöntem, genel merkez egemenliğini güçlendiren, özen gösterilmezse demokrasiyi zedeleyerek merkez sultasına yol açacak gelişmelere neden olabilir. Zorunlu tutulan bu yöntem, tüm adayların saptanmasını partili üyelere bırakma isteğine olanak vermemektedir. Ayrıca, küçük ve orta büyüklükteki partiler açısından yöntemin getirilişini geçersiz kılan sonuçlar doğuracak, seçilme şansları olmadığı için küçük partileri, mutlaka Meclise sokmak istedikleri kimseleri kontenjan adayı göstermekten alıkoyacaktır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 2., 5., 10. ve 69. maddelerine, 4 Yasanın 15. maddesi, yetkili organların verdiği partiden yada gruptan geçici yada kesin çıkarına cezalarına karşı parti içi itiraz yollarını kullandıktan sonra ancak son karara karşı mahkemeye itiraz edebilmeyi öngörmüştür. Çıkarılan üyelerin uzun süre hakkını arayamaması, özellikle seçim öncesi durumlarda aday olmama gibi sonuçlar doğuracağından sakıncalıdır. Hak arama özgürlüğü geciktirmeyle kısıtlanınca giderilmesi olanaksız sorunlar getirir. Madde, Anayasa'nın 2., 5., 13., 36. ve 69. maddelerine. Esas sayısı : 1986/17 Karar sayısı : 1987/11 2 5 Yasanın 22. maddesi, seçimlere katılan siyasi partilere televizyonda paralı ve görüntülü propaganda yapma olanağını getirmiştir. TBMM'nde grubu bulunanlarla temsil edilenlere öbür partilerden daha fazla yararlanma sağlamakla seçime katılan partiler arasında farklılık yaratmak eşitlik ilkesini zedelemiştir. Parası olan partilere ayrıcalık tanınmakta, iktidar partisi yararına işleyecek düzenlemeyle seçim yarışmasında eşitlik bozulmakta, parasız yayınlarda Türk Bayrağı ile parti bayrağından başka görüntüye izin verilmemesine karşın paralı yayınların görüntülenmesine izin verilmesi iktidar partisi ile öbür partiler arasında ayrı bir eşitsizlik nedeni ortaya çıkarmaktadır. Maddenin düzenlediği 298 sayılı Yasanın 52. maddesinin ikinci fıkrası ile yedinci fıkrasında yer alan 2nci fıkranın (d) bendi dışında sözcükleri Anayasa'nın 10. ve 133. maddelerine, 6 Yasanın 24. maddesi, seçmen kütüğüne yazılmayan ve yurtdışında 6 aydan fazla kalan seçmenlere milletvekili genel seçimlerinin yapılacağı günün 70 gün öncesinden başlamak üzere seçim günü akşam saat 17.00'ye kadar yurda giriş yada çıkış yaptıkları gümrük kapısında kurulacak seçim sandıklarında oylarını kullanabilmelerini öngörmekle bu süre içinde yurda giriş yapmayanları bu haktan yoksun bırakmakta, böylece yurtdışında bulunan seçmenler arasında seçim hakkından yararlanma bakımından eşitsizlik doğurmakta, oy vermenin seçim gününden 70 gün önce başlatılması seçmenin iradesini serbestçe belirtmesi ilkesine ters düşmekte, seçim günü sandığa atılması gereken oylar propaganda günlerinde kullanılabilmekte, sandığın 24 saat açık tutularak 70 gün içinde 210 kez açılıp kapatılması seçim güvenliğinden söz etme olanağı vermemektedir. Ayrıca, yalnızca siyasi partilere oy verilebilir olup bağımsızlara oy verilmemesi, seçmenlere tercih oyu kullandırılmaması serbest ve eşit seçim yapılmaması demektir. Getirilen düzenlemeyle oyların hangi seçim çevresi için kullanıldığı belli olmadığından hayali bir dağılım yapılmakta, böylece o seçim çevresi barajı ve o seçim çevresinde yarışan partilerin oyları yapay olarak etkilenmekte, seçmen iradesi saptırılmaktadır. Madde, Anayasa'nın 10. ve 67. maddelerine, 7 Yasanın 33. maddesi, kontenjan adayı gösterilen seçim çevrelerinde bölme işleminin bir eksiği ile yapılacağını öngörmektedir. Bu yöntem, seçim barajının hesaplanmasında kontenjan dikkate alınmamasıyla kontenjan sisteminin uygulandığı seçim çevresinde barajı diğer seçim çevrelerine oranla yükselterek partiler arasında seçim koşulları bakımından ayrıcalık yaratmakta, kontenjan uygulanan seçim çevresinde kontenjan adayı için çoğunluk, öbürleri için nispi temsil sistemi olmak üzere iki ayrı uygulamaya yol açtığı gibi, kimi seçim çevresinde iki sistem birlikte, kimi seçim çevresinde ise yalnız nispi temsil sistemi uygulamasını getirmektedir. Yasa Koyucu, Anayasa'nın kendisine bıraktığı seçimlerde uygulanacak sistemi takdir hakkını ulusal iradenin Meclis'e sağlıklı biçimde yansımasını engelleyecek düzeyde kullanamaz. Seçmen'e kendisiyle aynı doğrultuda kullanılan oyların belli sayıya ulaşmaması durumunda bu oyların tümünün dikkate alınmayacağı önceden bildirilmekle seçmen daha başlangıçta ruhsal baskı ve duraksamaya düşürülmektedir. Maddenin Kontenjan adayı gösterilen seçim çevrelerinde bölme işlemi, bir eksiğiyle yapılır hükümleri Anayasa'nın 2., 5., 10. ve 67. maddelerine, 8 Yasanın, 35. maddesi, seçmen kütüğünde kaydı ve sandık listesinde oy kullanma yeterliği bulunmasına karşın, milletvekilliği genel ve ara seçimlerine geçerli özürleri olmaksızın katılmayanların ilçe seçim kurulu başkanınca onbin lira para cezasıyla kesin olarak cezalandırılacağını öngörmekle, seçmenin iradesine bağlı olan seçimlere katılma hakkının kullanılmasını ceza tehdidine bağlayarak seçmenin iradesini kısıtlamıştır. Madde, Anayasa'nın 67. maddesine, Aykırıdır.
903
Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 6 ncı Maddesi ile 3202 Sayılı Kanuna Eklenen 'Ek Madde 1' in Anayasaya Aykırılığı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün kaldırılması öngören ve iptali istenen 5286 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 3202 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 1 hükmü, kamu yararına dayanmayan bir düzenlemedir. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü; 1984 yılında, kamu kurum ve kuruluşlarına yönelik yeniden düzenleme çalışmaları kapsamında, 'kamu yönetiminde etkinliğin arttırılması ve kırsal alana hizmetlerin bir bütün olarak götürülmesi' gerekçesiyle, Topraksu, Yol Su Elektrik (YSE) ve Toprak İskan Genel Müdürlükleri'nin 09.05.1985 tarihli 3202 sayılı Kanun ile birleştirilmesi sonucu kurulmuştur. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü: * Köy ve bunlara bağlı yerleşim birimlerinin yollarını yapmak, * Bu yerleşim birimlerini yeterli ve sağlıklı içme suyuna kavuşturmak, * Toprak ve su kaynaklarını geliştirmek ve yararlı hale getirmek, bu amaçla çiftçilere kredi vermek, teknik yardım projeleri hazırlamak, * Köy içi sosyal tesisleri yapmak, evini yapan vatandaşa konut kredisi vermek, * Yurtdışından ülkemize göç eden soydaşlarımıza iskan sağlamak, * Sulama ve hayvan içme suyu temini amacıyla gölet, bent, kanal gibi tesisler yapmak ve toprak muhafaza tedbirleri vermek, * Arazi toplulaştırma, tarla içi geliştirme hizmetleri ve çeşitli drenaj tesisleri yapmak, * Toprak ve su kaynaklarının geliştirmesi ile ilgili araştırma çalışmaları yapmak, şeklinde özetlenebilecek ve ülkemiz açısından çok önemli olan hizmetleri yerine getirmektedir. YSE Genel Müdürlüğü'nün kurulduğu 1965 yılında ülkemizdeki 36.500 köyden sadece 17.000 köyün yolu mevcut ve toplam yol ağı 32.000 km iken günümüzde yolu olmayan köy kalmamıştır ve toplam yol ağı da 294.000 km ye çıkmıştır. (Türkiye'de şehirlerarası hizmetEsas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 2 veren TCK yol ağının 60.000 km olduğu göz önüne alınırsa yapılan işin önemi daha iyi anlaşılacaktır.) Kış aylarında yürütülen 'kar mücadele çalışmaları' ile köy yolları sürekli ulaşıma açık tutulmaktadır. Bu, özellikle 8 Yıllık Kesintisiz Temel Eğitim kapsamında yürütülen 'Taşımalı Eğitim' in etkinliği bakımından büyük önem taşımaktadır. 1965 yılında toplam 65.277 ünitenin 18.183 adedinde yeterli ve sağlıklı içme suyunun olmasına karşın, 2001 yılında 76.417 yerleşim ünitesinin 66.295 adedine içme suyu götürülmüş ve bu ünitelerin % 52'si de şebekeli sistem içme suyuna kavuşturulmuştur. Beş Yıllık Kalkınma Planları'nda belirtildiği gibi ülkemizde sulamaya açılabilir 8. 5 milyon hektar alanın 2. 9 milyon hektarı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü görev sahası içerisinde yer almakta olup, bunun 1 milyon 247 bin hektarlık kısmı (% 43) sulamaya açılmıştır. Ayrıca, 963.234 hektar alanda tarla içi geliştirme hizmetleri, 328.182 hektar alanda drenaj ve toprak ıslahı, 365.055 hektar alanda toprak muhafaza çalışmaları, 290.935 hektar alanda arazi toplulaştırma çalışmaları gerçekleştirilmiştir. 2.498 adet hayvan içme suyu göleti yapılmıştır. Ülke arazi varlığı ile ilgili çalışmalar yapılarak arazi sınıfları, toprak özellikleri ve kullanma durumunu gösteren 1/25.000 ölçekli toprak haritaları ve İl Arazi Varlığı kitapları yayımlanmıştır. Bu konuda dünyadaki gelişmelere paralel olarak standart belirleme, geliştirme ve güncelleme çalışmaları sürdürülmektedir. Genel Müdürlük bünyesinde bulunan Araştırma Enstitüleri'nde yapılan çalışmalar sonucunda 'toprak ve su kaynakları yönetimi' konusunda 1493 araştırma projesi yürütülmüştür. 9.832 adet iskan konutu yapılmış, 8.964 adet sosyal ve ekonomik tesis hizmete açılmış, konut kredisi verilmek suretiyle10.490 iskan konutu yaptırılmıştır. 1923 yılından günümüze kadar dış ülkelerden gelen 441.324 aile ülkenin çeşitli yerlerine iskan edilmiştir. Tüm bu hizmetleri gerçekleştiren Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün en çok eleştirildiği konulardan bir devlet bütçesinden aldığı paydır. Halbuki, bu hizmetleri vermeye çalışan Köy Hizmetleri'nin bütçe içerisindeki payı, son on yılda önemli ölçüde azaltılmıştır. 1990 yılında bu pay % 3. 06 iken, 2001 yılında % 1. 62 ye düşürülmüştür. Bu azalmaya karşın Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün kırsal kesimde yaşayan ülke nüfusunun % 35'lik bölümüne birçok hizmeti götürmeye çalıştığı düşünüldüğünde, bu bütçenin son derece yetersiz olduğu görülecektir. Bu yetersiz imkanlarla son derece önemli hizmetleri verimli bir biçimde gerçekleştiren Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün kaldırılması kamunun yararına bir işlem olarak nitelendirilemez. 5286 sayılı Kanunun diğer hükümlerine bakıldığında kaldırılan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatının bölge müdürlüklerince yürütülen hizmetlerin bölge müdürlüğü kapsamına giren illerin il özel idarelerine; iskan konularına ilişkin hizmetlerin Bayındırlık ve İskan Bakanlığı'na bırakıldığı; 2510 sayılı Kanunun ek 34 üncü maddesi ile 3835 sayılı Kanunda yer alan görev ve yetkilerin ise ilgili kurumlar tarafından yürütülmesine devam edileceği anlaşılmaktadır. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün yerine getirdiği hizmetlerinEsas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 3 büyük kısmının 'yerel' nitelikte olmadığı; özellikle toprak, su ve yol konusundaki görev ve hizmetlerinin ancak ulusal bazda ve ölçekte yönetilebilecek ve yürütülebilecek bir özellik taşıması; yapılan bu düzenlemenin kamu yararına sonuç vermeyeceğini kanıtlamaktadır. Yasama erkinin kamu yararı amacına yönelik olmayan bir biçimde kullanılması ise Anayasaya aykırıdır. Anayasa Mahkemesinin 20.11.1990 gün ve E.1990/13, K.1990/30 sayılı Kararında aynen şöyle denilmiştir: 'Yasaların kamu yararına dayanması gereği, kuşkusuz hukuk devletinin önde gelen koşullarından birisini oluşturmaktadır. Bu konuda Anayasa Mahkemesinin yerleşmiş anlayışını yansıtan kararlarında belirtildiği gibi; Anayasanın 2 nci maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yararı düşüncesi olmaksızın başka deyimle yalnızca özel çıkarlar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamayacağıdır. Buna göre kamu yararı amacına yönelik bulunmayan bir yasa kuralı Anayasanın 2 nci maddesine aykırı nitelikte olur ve dava açıldığında iptali gerekir. Çıkarıldığı zaman kamu yararına dayanan kuralın, koşulların değişmesi sonucunda kamu yararını karşılayamaz duruma geldiğinde dahi iptali gerekir. Buna göre yasaların, amaç öğesindeki sakatlık başlı başına bir Anayasaya aykırılık nedeni oluşturabilecektir.' İptali istenen hüküm de kamu yararı amacına yönelik olmadığı için Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer yandan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin hukuk devleti ilkesinin yanı sıra, Anayasanın 11 inci maddesinde ifade edilmiş olan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesiyle bağdaşması da beklenemez. Bu nedenlerle, 5286 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 3202 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 1, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 6 ncı Maddesi ile 3202 Sayılı Kanuna Eklenen 'Ek Madde 2' nin Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı İptali istenen Ek Madde 2'nin birinci fıkrası hükmü ile; Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünce yapılan hizmetler yerel yönetimlere İstanbul ve Kocaeli illeri dışında il özel idarelerine, İstanbul ve Kocaeli illerinde ise il sınırları dahilinde yapılmak üzere büyükşehir belediyelerine devredilmektedir. Toprak ve su politikalarının ulusal ölçekli işler olduğu, yerel yönetimlerin mahalli müşterek nitelikteki hizmetler arasında değerlendirilemeyeceği açıktır. Nitekim Anayasanın 44 üncü ve 45 inci maddelerinde bu işler devlete görev olarak verilmiştir. Anayasanın 44 üncü maddesinin gerekçesinde. Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 4 'Toprak mülkiyeti ile endüstri toplumu aşamasına geçme gayretlere içinde bulunan ülkemizde Devletin toprak mülkiyetine ilişkin ödevleri Anayasada açıkça gösterilmelidir. Maddede bu yapılmıştır. Devlet, birinci planda toprak unsurunun muhafazasını, verimlenmesini sağlayacak, hemen arkasından toprak ' insan ilişkisini düzenleyecektir' denilmiştir. Anayasanın 45 inci maddesiyle de, tarım arazilerinin yine endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesi görevi devlete verilmiştir. İptali istenen söz konusu hükmün, Anayasanın 44 üncü ve 45 inci maddeleriyle devlete yüklenen görevleri yerel yönetimlere devrederek toprak ve su kaynaklarımızı devletin koruması dışında bırakıp, tarımsal ve kırsal alt yapının geliştirilmesi gereği ile bağdaşmayan bir düzenleme getirdiği ve dolayısı ile kamu yararı amacına yönelik olmadığı açıktır. Bu nedenle, hukuk devleti ilkesine ters düşmektedir. Çünkü, hukuk devleti ilkesi,<<yasaların kamu yararına dayanması>>gereğini de içermektedir. Söz konusu hüküm merkezi idareye yüklenen görevleri yerel yönetimlere devrettiği için Anayasanın 44 üncü ve 45 inci maddelerine de aykırıdır. Diğer taraftan, Anayasanın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasında 'Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir' denilmek suretiyle merkezi yönetimin yetkileri ayrıntıya varan bir titizlikle düzenlenirken merkezi yönetimin görev ve hizmetleri şunlardır şeklinde hiç bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Anayasanın 126 ncı maddesinde merkezi yönetimin örgütlenmesine ilişkin ölçütler 'coğrafya durumu, ekonomik koşullar ve kamu hizmetlerinin gerekleri' olarak sayılmıştır. Maddede, merkezi yönetimin görevlerini belirginleştiren ya da sınırlayan bir düzenleme yapılmamıştır. Buna karşın, Anayasanın 127 nci maddesinde, yerel yönetimlerin örgütlenmesi hem 'coğrafya' hem de 'konu' yönünden sınırlandırılmıştır. Maddeye göre, yerel yönetimler, ancak yöresel olarak örgütlenebilmekte ve yalnızca yerel ortak gereksinimlerin karşılanması yönünden görevlendirilebilmektedir. İptali istenen hüküm ise, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün merkezi idare bağlamında ve ülke ölçeğinde yerine getirdiği, ortak yerel gereksinimleri karşılamak olarak adlandıramayacağımız görev ve hizmetleri yerel yönetimlere devrederek Anayasanın 126 ve 127 nci maddelerine aykırı bir düzenleme yapmıştır. Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225).Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 5 Bu nedenle. 5286 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 3202 sayılı Kanuna Eklenen 'Ek Madde 2' nin birinci fıkrasıAnayasanın 2 nci, 11 inci, 44 üncü, 45 inci, 126 ncı ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 3) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 6 ncı Maddesi ile 3202 Sayılı Kanuna Eklenen 'Ek Madde 2' nin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü taşra teşkilatı; köy hizmetlerinin özelliğinin bir gereği olarak bölge seviyesinde kurulacak bölge müdürlükleri ile müdürlüklerden teşekkül eder (3202 s. Kanun m.26). Bölge müdürlükleri; Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğüne verilen görevlerden, bölgelerindeki iş ve işlemleri yürütürler (3202 s. Kanun m. 32/2). Ek Madde 2' nin ikinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü ile, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü taşra teşkilâtının bölge müdürlüklerince yürütülen hizmetlerin, bölge müdürlüğü kapsamına giren illerin il özel idarelerince yürütülmesi öngörülmüştür. Toprak ve su politikaları ulusal ölçekli işler olup, yerel yönetimlerin mahalli müşterek nitelikteki hizmetler arasında değerlendirilemeyeceğinden bu işlerin görülmesi, Anayasanın 44 üncü ve 45 inci maddelerinde devlete, bir başka deyişle merkezi idareye görev olarak verilmiştir. İptali istenen hüküm, merkezi idareye yüklenen bu tür görevleri yerel yönetimlere devrettiği için Anayasanın 44 üncü ve 45 inci maddelerine açıkça aykırıdır. Öte yandan, merkezi idareye yüklenen görevleri yerel yönetimlere devrederek toprak ve su kaynaklarımızı devletin koruması dışında bırakıp, tarımsal ve kırsal alt yapının geliştirilmesi gereği ile bağdaşmayan bir düzenleme getirdiği için, söz konusu hüküm kamu yararı amacına da yönelik değildir. Bu nedenle bu hüküm hukuk devleti ilkesine de ters düşmektedir. Çünkü, hukuk devleti ilkesi,<<yasaların kamu yararına dayanması>>gereğini de içermektedir. Anayasanın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasında 'Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir' denilmek suretiyle merkezi yönetimin yetkileri ayrıntıya varan bir titizlikle düzenlenirken merkezi yönetimin görev ve hizmetleri şunlardır şeklinde hiç bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Anayasanın 126 ncı maddesinde merkezi yönetimin örgütlenmesine ilişkin ölçütler 'coğrafya durumu, ekonomik koşullar ve kamu hizmetlerinin gerekleri' olarak sayılmıştır. Maddede, merkezi yönetimin görevlerini belirginleştiren ya da sınırlayan bir düzenleme yapılmamıştır. Buna karşın, Anayasanın 127 nci maddesinde, yerel yönetimlerin örgütlenmesi hem 'coğrafya' hem de 'konu' yönünden sınırlandırılmıştır. Maddeye göre, yerel yönetimler, ancak yöresel olarak örgütlenebilmekte ve yalnızca yerel ortak gereksinimlerin karşılanması yönünden görevlendirilebilmektedir. İptali istenen hüküm ise Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün merkezi idare bağlamında ve ülke ölçeğinde yerine getirdiği, ortak yerel gereksinimleri karşılamak olarak adlandıramayacağımız görev ve hizmetleri yerel yönetimlere devrederek Anayasanın 126 ve 127 nci maddelerine aykırı bir düzenleme yapmıştır.Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 6 Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225). Bu nedenle. 5286 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 3202 sayılı Kanuna Eklenen 'Ek Madde 2' nin ikinci fıkrasının birinci cümlesiAnayasanın 2 nci, 11 inci, 44 üncü, 45 inci, 126 ncı ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 4) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici 1 inci Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 5286 sayılı Kanunun geçici 1 inci maddesinin iptali istenen ikinci fıkrası hükmü ile; yürütme organına ' Bakanlar Kuruluna Anayasaya aykırı olarak genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz şekilde düzenlemeyetkisi verilmiştir. Bakanlar Kurulunaverilen yetki, esasları yasa ile belirlenmediği için asli bir düzenleme yetkisi niteliğini taşımaktadır. Halbuki Anayasaya göre, Anayasanın gösterdiği ayrık haller dışında, yürütmenin asli düzenleme yetkisi yoktur; yürütme Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacak ve yerine getirilecek bir yetki ve görevdir. Anayasanın 8 inci maddesinde ifade edilmiş olan bu ilke, yürütmenin ancak kanun ile asli olarak düzenlenmiş bir alanda düzenleme yetkisi kullanabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Anayasanın 7 nci maddesine göre ise, asli düzenleme yetkisi, TBMM'nindir ve devredilemez. 5286 sayılı Kanunun geçici 1 inci maddesinin iptali istenen ikinci fıkrası, yukarıda belirtildiği üzere, yürütmenin kanuniliği ilkesine aykırı olarak, yürütmeye asli düzenleme yapmak imkanı tanıdığı için Anayasanın 8 inci maddesine; yasamaya ait olan asli düzenleme yetkisini yürütmeye devrettiği için Anayasanın 7 nci maddesine; böyle bir yetki Anayasaya dayanmadığı için Anayasanın 6 ncı maddesine aykırıdır. Anayasaya aykırı bir hükmün hukuk devleti, Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve dolayısıyla Anayasanın 2 ve 11 inci maddeleriyle bağdaşmayacağı da açıktır. Açıklanan nedenlerle, 13.01.2005 tarih ve 5286 sayılı Kanunun geçici 1 inci maddesinin ikinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir. 5) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici 4 üncü Maddesinin Birinci Fıkrasının İkinci Cümlesindeki 'ihtiyaç duyulan işlerde' İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 5286 sayılı Kanunun Geçici 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde; birinci cümlede belirtilen kamu görevlilerinin, devredilen Kurumca yeni bir kadroya atanıncaya kadar eski kadrolarına ait aylık, ek gösterge, her türlü zam ve tazminatları ile diğer malî haklarını (üretimi teşvik primi hariç) aynen almaya devam edecekleri ve devredildikleri kurumda ihtiyaç duyulan işlerde görevlendirilebilecekleri hükme bağlanmıştır. Yapılan yasal düzenleme ile, bir kurumdaki görevleri sona erdirilen kamu görevlilerinin devredilen kurumda yeni kadrolarına atanıncaya kadar 'ihtiyaç duyulan işlerde' değilEsas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 7 'durumlarına uygun' işlerde görevlendirilmeleri hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Çünkü, Kamu görevlilerinin bulundukları kadrolar ve sahip oldukları unvanlar, onların görev ve yetkilerini de belirleyen önemli bir ögedir. Bu öge, aynı zamanda onlar için kazanılmış hak oluşturur. Kadro ve unvanlarına, diğer bir anlatımla durumlarına uygun olmadığı halde, sırf ihtiyaç duyulduğu için çalıştırılmaları kazanılmış hakların korunması ilkesiyle bağdaştırılamaz. Yasa ile yapılan düzenlemelerde, Anayasanın kanun önünde eşitlik ilkesine, hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve ilgililerin kazanılmış haklarına dokunulmaması gerekir. Kazanılmış hakların korunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Hukuk devletinde bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması önemli ve temel bir ilkedir. Kazanılmış haklar, hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurdur. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar, Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan 'Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 13.01.2005 tarih ve 5286 Kanunun Geçici 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesindeki 'ihtiyaç duyulan işlerde' İbaresi Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 6) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici 4 üncü Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin Anayasaya Aykırılığı 5286 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici Madde 4'ünde, Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, 1. Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı ve Bölge Müdürü unvanlı kadrolarda bulunanların Tarım ve Köy işleri Bakanlığı'nın Bakanlık Müşaviri ve Hukuk Müşaviri kadrolarına atanmış sayılacakları düzenlenmiştir. Sayılan kadroların dışında kalanların; İl Müdürü, İl Müdür Yardımcısı ve Şube Müdürü kadrosunda olanlar ile devredilen diğer kadro unvanlarından ilgili kurum tarafından ihtiyaç duyulmayan kadro unvanlarında çalışan personelin derece ve kademelerine uygun olmak kaydıyla Kurumca ihtiyaç duyulan kadrolara atanacakları hükme bağlanmıştır. Görüldüğü üzere, kaldırılan Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nde görev yapan devlet memurlarının kadrolarının devri konusunda birbirinden farklı iki ayrı uygulama öngörülmektedir. Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, 1. Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı ve Bölge Müdürü unvanlı kadrolarda bulunanların Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın Bakanlık Müşaviri ve Hukuk Müşaviri kadrolarına atanmış sayılacakları hükme bağlanmak suretiyle, sayılan kadrolarda görev yapanların kazanılmış haklarını korumaya yönelik bir düzenleme getirilirken, diğer kadrolarda görev yapanların kazanılmış hakları dikkate alınmadan bu memurlar için, 'derece ve kademelerine uygun olmak kaydıyla Kurumca ihtiyaç duyulan kadrolara atanır' ibaresi kullanılmıştır.Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 8 Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, 1. Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı ve Bölge Müdürü unvanlı kadrolarda bulunanların Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın Bakanlık Müşaviri ve Hukuk Müşaviri kadrolarına atanmış sayılacakları hükme bağlanarak, bunların yeni atandıkları kadrolarda eski ek göstergelerinden ve Makam Tazminatı Cetvelinde gösterilen makam tazminatlarından yararlanmaları olanağı sağlanmıştır. Çünkü, 657 sayılı Kanunun 43 üncü maddesinin (B) bendinin üçüncü fıkrası hükmüne göre, ''. Müşavir ve 1. dereceden uzman kadrolara atananlara, bu kadrolarda bulundukları sürece daha önce almış oldukları en yüksek ek gösterge üzerinden ödeme yapılır.' Kanunda görev unvanı sayılan kadrolarda görev yapıp, müşavir kadrosuna atananlar, eski ek göstergelerinden yararlandıkları gibi, 43 üncü maddesinin (B) bendinin üçüncü fıkrasında sayılan görevlere (yani müşavir kadrosuna) atandıkları için makam tazminatından da yararlanacaklardır. 241 sayılı KHK'nin 39 uncu maddesiyle 657 sayılı Kanuna Ek Madde 26 olarak eklenen IV sayılı Makam Tazminatı Cetvelinde yer alan hükümlere göre, Cetvelin 4/b sırasıyla 10/a ve 10/b sırasında, cetvelin 1, 2, 3, 4a, 5, 6, 7, 8 ve 9 numaralı sıralarında belirtilen görevlerde fiilen altı ay çalıştıktan sonra 43 üncü maddesinin (B) bendinin üçüncü fıkrasında sayılan görevlere atananlara cetvelde gösterilen miktarda makam tazminatı ödeneceği yazılıdır. Özetle ifade etmek gerekirse, Köyhizmetleri Genel Müdürlüğü'nde Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, 1. Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı ve Bölge Müdürü unvanlı kadrolarda görev yapanlar Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın Bakanlık Müşaviri kadrosuna atanacakları için eski ek göstergelerini ve Makam Tazminatı Cetvelinde gösterilen makam tazminatını alacaklar, buna karşılık, örneğin il müdürleri eski ek göstergelerini ve makam tazminatını alamayacaklardır. Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, Teftiş Kurulu Başkanı, 1. Hukuk Müşaviri, Daire Başkanı ve Bölge Müdürü unvanlı kadrolarda bulunanlarla, İl Müdürü, İl Müdür Yardımcısı, Şube Müdürü kadrosunda olanlar ve devredilen diğer kadro unvanlarında görev yapanlar arasında farklı uygulama yapılması, Anayasanın eşitlik ilkesi ile bağdaşmaz. Anayasanın 10 uncu maddesinde öngörülen kanun önündeki eşitlik ilkesi, yasama ve yürütmenin yetkilerini kullanırken uymak zorunda oldukları Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin en önde gelenlerindendir. Yasama ve yürütme, idare edilenler yönünden, hak yaratırken ve külfet getirirken, bu ilkeye uygun davranmakla yükümlüdürler. Anayasanın 10 uncu maddesi 'Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar' şeklindeki amir hükmü ile bu hususu net olarak ifade etmektedir. Anayasanın kanun önünde eşitlik ilkesine göre, kanunların uygulanmasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilmeyecek ve bu nedenlerle eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Birbirlerinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Anayasanın kanun önünde eşitlik ilkesine, hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve ilgililerin kazanılmış haklarına dokunulmaması gerekir. Kazanılmış hakların korunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Hukuk devletinde bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması önemli ve temel bir ilkedir.Esas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 9 Diğer yandan 'Derece ve kademelerine uygun olmak kaydıyla Kurumca ihtiyaç duyulan kadrolara atanır' hükmü, görev unvanları sayılanlar dışındaki personelin durumuna uygun olmayan bir kadroya atanmasını mümkün kılmaktadır. Bu hüküm dolayısıyla örneğin, daha önce köy hizmetleri il müdürü unvanı ile 1. dereceli kadroda görev yapan bir devlet memurunun, statüsünü ve görev unvanını dikkate almadan, 1. dereceden düz bir memur kadrosuna atamak mümkün hale gelmiştir. Kanunla getirilen tek koşul, 'derece ve kademelerine uygun olmak kaydıyla' koşuludur. Oysa, ataması yapılacak memurun statüsü ve görev unvanı, derece ve kademesi kadar önemlidir. Getirilen hükümle, Kurum, görev unvanları sayılanlar dışındaki personelin statü ve görev unvanına ihtiyaç duymadığını belirterek, söz konusu personelin kazanılmış haklarını dikkate almadan atama yapabilecektir. Kazanılmış haklar, hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurdur. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan 'Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasanın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğu bilinci olan devlettir. 5286 sayılı Kanunun Geçici Madde 4'ün ikinci fıkrasının birinci cümlesi ile, hukukî statüleri kanunla oluşturulan ve bu statü kurallarına güvenerek geleceklerini tasarlayan kamu görevlilerinin kazanılmış hakları ve hukuk devletinin sağlamak istediği huzurlu ve istikrarlı bir ortamın sonucu olarak ortaya çıkan 'Devlete güven' ilkesi hiçbir haklı gerekçe olmadan, zedelenmiştir. Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği gibi, hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri de 'güvenilir' olmasıdır. Bu düzenlemeyle görev unvanları sayılanlar dışındaki personelin atanacağı kadronun saptanmasında Kuruma, yasama organınca kullanılması gereken bir asli düzenleme yetkisi verilmiştir. Çünkü yasada asli düzenleme sayılacak herhangi bir husus gösterilmemiştir. Halbuki Anayasanın 8 inci maddesinden, yürütmenin Anayasada gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi olmadığı; 7 nci maddesinden bu yetkinin yasamaya ait olduğu ve devredilemeyeceği; 6 ncı maddesinden ise 7 nci maddeye aykırı olarak asli düzenleme yetkisinin devredilmesi halinde, devredilen yetkinin, kökenini Anayasadan almadığı için kullanılamayacağı anlaşılmaktadır. İptali istenen cümle yürütmeye tüm bu hükümlere aykırı olarak asli düzenleme yetkisi devretmiştir. Diğer yandan Anayasanın 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunlaEsas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 10 düzenlenir, hükmü yer almaktadır. İptali istenen cümle ise, bir kısım memur ve kamu görevlilerinin özlük haklarına ilişkin ve kanunla düzenlenmesi gereken bir hususta yürütmeye asli düzenleme yetkisi vererek Anayasanın 128 inci maddesine aykırı düşmüştür. Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan devlettir. Yasama organı, kanunla düzenleme yaparken, Anayasanın 11 inci maddesi gereğince, Anayasanın diğer hükümlerine de uygun hareket etmek zorundadır. İptali istenen hükümle yürütmeye devredilen asli düzenleme yetkisi, tüm bu kurallara aykırıdır. Sonuç olarak, yukarıda belirtilen nedenlerle, 5286 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici Madde 4'ün ikinci fıkrasının birinci cümlesi; Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 6 ncı maddesindeki, egemenlik hakkının, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı ve kaynağını Anayasadan almayan bir yetkinin kullanılamayacağı kuralına; 7 nci maddesindeki, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği kuralına; 8 inci maddesindeki, idarenin kanuniliği ilkesine; 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine; 11 inci maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine ve 128 inci maddesindeki kurallara aykırı olup, iptali gerekir. 7) 13.01.2005 Tarih ve 5286 Sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün Kaldırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici 5 inci Maddesinin İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı İptali istenen bu fıkra hükmü ile; Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün yatırım projeleri ve ödeneklerinin bu Kanun çerçevesinde Yüksek Planlama Kurulu kararı ile ilgili kurum ve kuruluşlara devredilmesi öngörülmüştür. Yüksek Planlama Kurulubu düzenleme ile; bütçe kabul edilip yasalaştıktan sonra TBMM'nin yaptığı tahsisleri (Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğünün ödeneklerini), bütçe yasası dışında tamamen ayrı ve değişik biçimde yasalaştırma yöntemine tabi olan 5286 sayılı Kanunun verdiği yetkiye istinaden, dilediği gibi değiştirme yetkisini elde etmektedir. Demokratik yönetim biçimini benimseyen ülkelerde egemenlik millete ait olduğu ve bu yetki seçilmiş milletvekillerinin oluşturduğu yasama organınca millet adına kullanıldığı için, devlet gelir ve giderlerini onaylamak da millete ait olan bir yetki ve görevdir. Yasama organının (TBMM'nin) Anayasanın 87 nci maddesinde kendisine verilen bu yetki ve görevi millet adına kullanmasının sınırlandırılması ve herhangi bir surette engellenmesi düşünülemeyeceğinden Anayasada bu konuda gerekli kurallar da getirilmiştir. Anayasa Mahkemesinin müteaddit kararlarında, örneğin 21.09.1999 tarih ve E.1999/29, K.1999/36 sayılı kararında aynen şöyle denilmiştir: 'Anayasanın 87 nci maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri yasa koymak, değiştirmek ve kaldırmak yanında bütçe yasa tasarısını görüşmek ve kabul etmek olarak belirtilmiştir. Bütçe yasalarıyla diğer yasalar arasında yapılan bu ayrım karşısında, herhangi bir yasa ile düzenlenmesi gereken bir konunun bütçe yasası ile düzenlenmesine veyaEsas Sayısı : 2005/19 Karar Sayısı : 2009/85 11 herhangi bir yasada yer alan hükmün bütçe yasaları ile değiştirilmesine ve kaldırılmasına olanak yoktur. Anayasanın 88 inci ve 89 uncu maddelerinde yasa tasarı ve tekliflerinin Büyük Millet Meclisi'nce görüşülmesi usul ve esasları ile yayımlanması düzenlenirken, bütçe yasa tasarılarının görüşülme usul ve esasları 162 nci maddede ayrıca belirtilmiştir. Bu maddeye göre, bütçe yasa tasarılarının görüşülmesinde ayrı bir yöntem kabul edilmiş, genel kurulda üyelerin gider artırıcı veya gelir azaltıcı tekliflerde bulunmaları önlenmiştir. Anayasanın 89 uncu maddesinde de, Cumhurbaşkanı'na bütçe yasalarını bir daha görüşülmek üzere TBMM'ne geri gönderme yetkisi tanınmamıştır. Öte yandan, Anayasanın 163 üncü maddesinde, bütçelerde değişiklik yapılabilmesi esasları ayrıca düzenlenmiş, Bakanlar Kurulu'na Kanun Hükmünde Kararname ile bütçede değişiklik yapma yetkisi verilmemiştir. Anayasada birbirinden tamamen ayrı ve değişik biçimde düzenlenen bu iki yasalaştırma yönteminin doğal sonucu olarak birinin konusuna giren
4,175
Esas Sayısı : 2016/26 Karar Sayısı : 2016/23 1 “… 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesi Anayasanın 5 10 13 49 70 ve 90. maddeleri ile İLO Sözleşmesine aykırılık teşkil ettiği iddiası ile iptal istemidir. 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesine göre; Sürekli işçi kadrosuna veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan personel Geçici Madde 1 (1) Bu Kanunun 1 inci maddesinde belirtilen şartları taşımadıkları için sürekli işçi kadrolarına veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan ve bu Kanunun 3 üncü maddesi kapsamına girmeyen geçici işçiler, ilgili idare, kurum ve kuruluşlarca bir malî yılda 6 aydan az olmak üzere ve bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında çalıştırılmaya devam olunabilir. (2) Sözleşmeli personel statüsüne geçmeyi kabul etmeyenler, 2006 yılındaki çalışma sürelerini aşmamak kaydıyla bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında istihdam edilmeye devam olunurlar. (3) Ancak; bu maddenin birinci ve ikinci fıkraları kapsamına girenlerin bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kurumundan yaşlılık veya emeklilik aylığı bağlanmasına hak kazanacakları tarihte iş sözleşmeleri tüm yasal hakları ödenmek suretiyle sona erdirilir. (4) Bu madde kapsamındaki geçici işçiler için vize edilen geçici iş pozisyonlarının herhangi bir nedenle boşalması hâlinde bu pozisyonlar iptal edilmiş sayılır. Kamuda İş Kanunu hükümlerine göre sürekli işçi kadrosuna atanmamış, Bütçe Kanunu hükümleri uyarınca kurumlara tahsis edilen geçici işçi pozisyonlarında istihdam edilen işçilere geçici işçi denilmektedir. 5620 sayılı Kanunun iptali istenen geçici 1. maddesindeki “Bu Kanunun 1 inci maddesinde belirtilen şartları taşımadıkları için sürekli işçi kadrolarına veya sözleşmeli personel statüsüne geçişi yapılamayan ve bu Kanunun 3 üncü maddesi kapsamına girmeyen geçici işçiler, ilgili idare, kurum ve kuruluşlarca bir malî yılda 6 aydan az olmak üzere ve bu Kanunun 3 üncü maddesinde belirtilen usûle göre vizesi yapılacak geçici iş pozisyonlarında çalıştırılmaya devam olunabilir.” düzenlemesi Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Belediyelerde hizmetlerin yürütülmesi için yüklenicilere verilen işlerde dahi alt işveren işçilerinin tüm yıl çalışması karşısında geçici işçiler hakkındaki düzenleme, hukuksal eşitlik kapsamında Anayasa’ya aykırıdır. Ayrıca bu düzenleme, Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında da yer alan işçiyi koruma ilkesi çerçevesinde, Anayasa’nın çalışma hakkı ve ödevi başlıklı 49. maddesinin ikinci fıkrasına da aykırıdır. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 5620 Sayılı Yasanın Geçici 1. maddesinin Anayasa’nın 10. ve 49. maddelerine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesi arz olunur.”
374
Esas Sayısı : 1994/51 Karar Sayısı : 1994/46 1 II İTİRAZIN GEREÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin, kararının gerekçe bölümü aynen şöyledir: Sanık hakkında tatbik edilecek madde İİKnun 340 maddesidir. Tatbik edilemeyecek maddeler ise İİKnun 352/a yolu ile 647 sayılı kanunun 4. ve 6. maddeleridir. Mahkememiz tanım maddeleri olan 647 sayılı kanunun 3. ve 5. maddelerine ve CMUKnun 104. maddesine göre 647 sayılı kanunun 4. ve 6. maddelerinin uygulanmasını emreden İİKnun 352/a maddesinin Anayasaya aykırı olduğunu görmüştür. Öz olarak İİKnun 352/a maddesi ödeme şartını ihlal eden sanığın alternatifsiz olarak hapse girmesini emretmektedir. Bu haliyle toplumda pek deşifre olmamışsa da şiddet yanlısı bir madde görünümündedir. Kabul edilen odur ki; icra takibinin akim bırakmak kamu düzenini çoğu suçtan daha fazla oranda bozmaktadır. Takibi şikayete bağlı olup, mahkumiyeti paraya çevrilebilen, ertelenebilen TCK 508. maddesindeki suç aynı zamanda yüz kızartıcı suçlardandır. Kamu adına takip edilen TCK. 309/1 maddesindeki mahkemece verilen ilama rağmen, aynı taşınmazı tekrar zaptetme suçunu aynı şekilde paraya çevrilip, ertelenebilen suçlardan olduğu madde metninden anlaşılmaktadır. Üçüncü olarak takibi şikayete bağlı olup, paraya çevrilemeyen, ertelenemeyen suç ödeme şartını ihlal etmektir. Benzer şekilde taahhüdü ihlal olarak adlandırılan İİKnun 340. maddesindeki suç ve dava konusu taahhüdü ihlal suçlarının çok ağır biçimde yaptırıma bağlanmış olduğu örneklerle mukayeseden anlaşılmaktadır. Kanun tekniği açısından bakıldığında görülen özellik kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezanın tarifine giren İİKnun 340 maddesinin müeyyidesinin kısa süreli olmayan hürriyeti bağlayıcı ceza imiş gibi nitelendirilmesidir. Para cezasının tarifi yapılmıştır. Tarife uyar şekilde tedbire başvurmanın infazın tekniğine uygun olmadığının kıstası anlaşılamaz. Ertelenme şartlarının varlığına rağmen, kesinlikle ertelenmeme direktifi peşin hükümle yaklaşımı ortaya koymaktadır. Verilen cezanın infazının da nasıl yapılacağını gösteren cezaların infazı hakkındaki kanun İİKnuna özel kanundur. Özel kanunun genel kanunun bir maddesi ile yok saymak infazın İİKnuna göre yapılmasını öngörmek olur, cezai hükümler inzibati nitelikte değilse infaz kanununa uygun olarak yapılan cezaların infazı sağlanmalıdır. Ceza infaz kanununun 4/son maddesindeki madde hükümlerinin kimlere uygulanamayacağını göstermektedir. O halde 4. madde İİKnun 340. maddesinin belirttiği müeyyidenin yerine getiriliş şeklini göstermektedir. Uygulanmayacaksa dahi İİKnunda değil 647 sayılı kanunda genel hüküm olmalıydı. Dolandırma kastı olmaksızın taksitlerden birini ödememenin muhakkak hapisle neticelenmesi makul kabul edilebilecek izahtan her şartta uzaktır. Sermayenin korunması düşünülse dahi bu masum görülen bir maddenin arkasına saklanarak yapılmamalıdır. Bu yargıya suç sanıkların sosyal tabakalaşmanın inkar edilemeyeceği ülkemizde tavana değil, tabana doğru artmakta olduğundan varılmaktadır. Birkaç ansiklopedi, tencere, tava seti alanlar genellikle sanık, satanlar müşteki durumundadır. Haklarında milyarlarca liralık kredi borcunu ödemediğinden dolayı takibat yapılan (genelde yapılmamaktadır) kişilerin ödeme şartını ihlal ettiğinden hapsedildikleri duyulmamıştır. Vaka olarak meydana gelse her türlü basımı konularından olmaları beklenirdi.Esas Sayısı : 1994/51 Karar Sayısı : 1994/46 2 Kaldı ki fukaralık seviyesi arttıkça suç sanığı olma ihtimalinin arttığını kabul, tersine yargıyı hemen doğurmaktadır. Hukuk devleti varsıllara hizmet eden devlet anlamını hiçbir zaman taşımamaktadır. Türk milletinin yasama organından öncelikle Türk Milletinin günlük hayatını geleceğe dönük olarak düzenleyen yasaların çıkmasını beklemek ulusun talebi ve hakkı olmalıdır. Dava ile ilgili kanunun 352/a maddesi İİKnuna giren borcunu ödeyememenin asıl müeyyidesidir. Oysa, TCKnuna giren borcunu ödeyememe değil dolandırma dahil daha hafif müeyyidelendirilmiştir. Hiç değilse dolandıranın hapise girmesi tek yol değildir. Dolandırdığı değerin bir kısmı ile paraya çevrilen cezasını ödeyebilir. Netice olarak İİKnun 340. maddesinde belirtilen ödeme şartını ihlal etme suçundan verilecek cezanın infazının 352/a 'ya göre 647 sayılı cezaların infazı hakkında kanuna uygun olarak yapılmasını Anayasa'nın cezaların şahşiliği ilkesine tamamen ters düşer hal olması sebebiyle Türk Anayasası'na aykırıdır. Aykırı olan İİKnun 352/a Bu kanun uyarınca hükmolunan cezalar tescil edilemez, hürriyeti bağlayıcı cezalar 647 sayılı cezaların infazı hakkında kanunun 4. maddesinde yazılı para cezasına ve tedbirlere çevrilemez maddesinin Anayasa'ya aykırılığına iptal için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmasına, dair sanığın yokluğunda müşteki vekilinin yüzüne karşı verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı.
596
Esas Sayısı : 2008/95 Karar Sayısı : 2010/18 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu vekili Av. Necdet OKCAN tarafından 2007 Yılı Bütçesinin onaylanmasına ilişkin Mesleki Yeterlilik Kurumu Genel Kurulu kararının ve bu karara dayanılarak 127.950 YTL aidat istenilmesine ilişkin Mesleki Yeterlilik Kurumu'nun 08.03.2007 tarih ve MYK 0.50.01.42 sayılı işleminin iptali istemiyle Mesleki Yeterlilik Kurumu'na karşı açılan davada; 07.10.2006 tarihinde yürürlüğe giren 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu'nun 26. maddesinin a) bendinde yer alan Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında belirtilen Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için 'eşit olarak belirlenen aidatlar' ibaresinin Anayasaya aykırı olduğu iddiasının Mahkememizce ciddi olduğu kanısına varılarak işin gereği görüşüldü: 2709 sayılı 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde, 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü, 11. maddesinde ise, 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.' hükmü yer almıştır. 21.09.2006 tarih ve 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanununun Gelirler başlıklı 26. maddesinin a) bendinde, 'Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında yer alan Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için 'eşit olarak belirlenen aidatlar' kurumun gelirleri arasında olduğu hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde tanımı yapılan Hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan, işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukukun temel ilkeleri arasında yer alan eşitlik ilkesine, Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilmiştir. Buna göre, 'yasa önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunanların yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulanmaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Bu durumda, eşitliği bozduğu ileri sürülen kural, haklı bir nedene dayanmaktaysa ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmuş ise bu kuralın eşitlik ilkesini zedelediğinden söz edilemez.Esas Sayısı : 2008/95 Karar Sayısı : 2010/18 2 Ancak, 'kamu yararı' ve 'haklı neden'in a) anlaşılabilir b) amaçla ilgili c) makul ve adil olması gerekir. Getirilen düzenleme herhangi bir biçimde birbirini tamamlayan, birbirini doğrulayan ve birbirini güçlendiren bu üç ölçütten birine uymuyorsa, eşitlik ilkesine aykırı bir yön vardır denilebilir. Çünkü eşitliği bozduğu öne sürülen kural haklı bir nedene dayanmamakta ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmamış olmaktadır. Başlangıçta var olan uyum içindeki bu koşullar, zamanla aralarındaki bağın çözülmesi halinde de Anayasa kuralına aykırı hale gelebilirler. Uyuşmazlık konusu olayda, ulusal ve uluslararası meslek standartlarını temel alarak, teknik ve mesleki alanlarda ulusal yeterliliklerin esaslarını belirlemek; denetim, ölçme ve değerlendirme, belgelendirme ve sertifikalandırmaya ilişkin faaliyetleri yürütmek için gerekli ulusal yeterlilik sistemini kurmak ve işletmek amacıyla 21.09.2006 tarih ve 5544 sayılı Mesleki Yeterlilik Kurumu Kanunu ile Mesleki Yeterlilik Kurumunun oluşturulduğu, Kurumun; Genel Kurul, Yönetim Kurulu ve hizmet birimlerinden oluştuğu, Genel Kurulun, Kurumun en üst karar organı olduğu, üyelerin aidat miktarlarını belirleme görevinin bulunduğu, Kanunun Gelirler, Giderler, Bütçe ve Denetim başlıklı beşinci bölümünün Gelirler başlıklı 26. maddesinin a) bendinde, Kurumun Genel Kurula sunulan bütçesine göre Genel Kurul tarafından 6 ncı maddenin birinci fıkrasında yer alan Genel Kurul üyesi kurum ve kuruluşlar için'eşit olarak belirlenen aidatlar'kurumun gelirleri arasında olduğu hükmü getirildiği görülmüş olup, yasakoyucunun aidatları belirlemesindeki iradesinin Kurumun bütçesinin üyelere eşit olarak paylaştırılması yönünde olduğu görüldüğü, ancak Kurumun Genel Kurulunu oluşturan üyeleri arasında birbirleriyle ekonomik ve mali durumları itibariyle mali güçlerinin de aynı seviyede olmadığından üyelerin aynı miktarda aidat ödeme yükümlülüğü altında tutmanın makul ve adil olmadığı kanaatine ulaşıldığından, Kanunun 26. maddesinin a) bendinin Anayasa'nın 2 ve 10. maddelerinde yer verilen Hukuk Devleti ilkesi ile Kanun Önünde Eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 21.09.2006 tarih ve5544 sayılı Kanunun 26. maddesinin a) bendinde yer alan 'eşit olarak belirlenen aidatlar'ibaresinin, Anayasanın 2 ve 10 maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan ibarenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na başvurulmasına ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın bekletilmesine, 16.05.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.'
749
Esas sayısı: 1986/19 Karar sayısı: 1987/3 1 II. İTİRAZ GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin Anayasa'ya aykırılık gerekçesinde özetle: Trafik kazası sonucu Bağ Kur sigortalısı bir şahsın ölümüne sebebiyet vermekten sorumlu tutulan davalı aleyhine açılan dava sonunda, ölen şahsın hak sahiplerine Bağ Kur tarafından ödenen gelir karşılığının, davalıdan rücuan alınmasına karar verildiği, kararın Yargıtay'ca onanmak suretiyle kesinleştiği sonradan katsayı artışları nedeniyle sigortalının hak sahiplerine bağlanan gelirdeki artışlar için açılan beş ayrı dava sonunda, bunların da, yasal faizleriyle birlikte ve kusuru oranında davalıdan tahsil edildiği, bu konuda altıncı kez açılan davanın devamı sırasında davalının, Bağ Kur'un sosyal içerikli kuruluş olduğunu, aynı trafik kazası nedeniyle hakkında pekçok dava açıldığını, huzurunun ve aile düzeninim bozulduğunu, insanca yaşamanın kendisinin de hakkı olduğunu, bu nedenle yapılan artışların kendisinden istenmesinin Anayasa'ya aykırı bulunduğunu ileri sürdüğü, rücu davasının 1479 sayılı Kanunun 63. maddesine dayandırıldığı ve yerleşmiş Yargıtay içtihatlarının da bu doğrultuda olduğu; belirtilmekte ve devamla aynen: Anayasanın 11 nci maddesi ile kanunların Anayasaya aykırı olamayacağı kabul edilmiştir. Anayasanın 17 nci maddesinde herkes yaşama, maddi ve manevi varlığım koruma ve geliştirme hakkına sahiptir 49. Madde de Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet çalışanların hayat seviyesin! geliştirmek için çalışanları korumak ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır. hükmü kabul edilmiştir. Gerekçesi ne olursa olsun 1479 sayılı Kanunun 63/son maddesi, Bağ Kur'un sosyal içerikli kuruluş olması da nazara alındığında yukarıda belirtilen Anayasa'nın 17 ve 49 maddelerine aykırı düşmektedir. Zira görüldüğü gibi bu Yasa maddesi ile Bağ Kur, hak sahiplerinin ilerdeki yaşam süreleri nazara alınarak yaptığı aylık ödemeleri kazaya sebebiyet verenden peşin alarak talep ettiği ve alamadıklarından mahkeme kararı ile kanuni faizi ile birlikte tahsil edildiği gibi ayrıca açıklanan zamanaşımı süresi içerisinde katsayı artışları ile yeniden seneler sonra talepte bulunulması ve bu talebin bahsi geçen Yasanın 63/son maddesinden kaynaklanması Mahkeme kararlarının kesinliği ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Bu itibarla; davalı Yaşar Tekin'in dava konusu uyuşmazlığın yasal dayanağım teşkil eden 1479 sayılı Kanunun 63/son maddesinin Anayasa'ya aykırılığı iddiası ciddi bulunduğu ve Mahkememizce de belirtilen yasa maddesinin Anayasa 'nın 17 ve 49 uncu maddelerine aykırı görüldüğünden Anayasa'nın 152 nci maddesi uyarınca iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, karar verildi. denilmektedir.
352
Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı vekili tarafından mahkememize açılan davada, davacı vekili müvekkilinin doğumunun, doğumu takiben kuruma bildirilmediğini, 1960 yılında doğmasına karşın nüfusa 1964 tarihinde yazıldığını, 1972 1973 yılında ilkokuldan mezun olduğunu, okula başlama tarihinin 1968 olduğunu, nüfus kaydındaki doğum tarihi nazara alındığında 4 yaşında okula başlamış olması gerektiğini, bunun ise mümkün olmadığını, davacının askerlik dönemi içinde 14.11.1980 tarihinde İstanbul 20. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı ile doğum tarihinin 10.10.1962 olarak düzeltildiğini, müvekkilinin ilk işe giriş tarihinin 01.02.1977 olduğunu, bu tarihteki doğum tarihinin 10.10.1964 olduğunu, davalı kuruma yapılan yaşlılık aylığı başvurularında düzeltilmiş yaş kaydını nazara almadığını belirterek yaşlılık aylığı talebinde düzeltilmiş yaşının nazara alınması gerektiğinin tespitine karar verilmesini istemiştir. Aynı günlü dilekçesiyle de 506 sayılı Yasanın 120/2 maddesinin Anayasaya aykırı bulunması nedeni ile iptalini istemiştir. Davalı SSK vekili davanın yersiz olduğunu, 5198 sayılı Yasa ile 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin 2. fıkrasından sonra eklenen 3. fıkrasında yaş tahsislerinin dikkate alınamayacağı hükmünün eklendiğini bu nedenle davanın reddi gerektiğini savunmuştur. Davacı vekilinin bu talebi mahkememizce ciddi bulunduğundan Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir. İptali talep edilen hüküm 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 5198 sayılı Yasa ile 2. fıkradan sonra eklenen 3. fıkrasıdır. Bu fıkrada İş kazaları ile meslek hastalıkları, malullük yaşlılık ve ölüm sigortasından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında, iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği, veya sigortalının yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya 506 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri nazara alınmaz hükmü getirilmiştir. Bu hükümdeki ilk defa çalışmaya başladıktan sonraki yaş tashihleri nazara alınmaz hükmü fıkrayı Anayasaya aykırı duruma getirmiş bulunmaktadır. Dava 506 sayılı Yasanın 60. maddesine dayanan yaşlılık aylığı talebinde, SSK tarafından 506 sayılı Yasanın 120. maddesi gereğince ilk işe girişten sonra yapılan yaş tashihinin nazara alınmadığı kurumun yerleşik uygulaması olduğundan davacının bu tespit davasını açma hakkı bulunduğu açıktır. Davacının ilk işe girişten sonra doğum tarihini 14.11.1980 tarihinde düzeltmiş bulunması nedeni ile 7902 prim ödeme gün sayısı ile de yasada belirtilen prim ödeme gün sayısını tamamladığı anlaşıldığından, davacının yaşlılık aylığı talebi halinde kurum tarafından davacıya yaşının ilk işe girişten sonra düzelttirmiş bulunması nedeni 506 sayılı Yasanın 120. maddelerinin uygulanma olanağı söz konusu olduğundan bu davayı açma olanağı mevcut bulunmaktadır. Bu nedenle iptali talep edilen 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin davamızda uygulanması istenen hüküm olup bu nedenle mahkememizin Anayasa'nın 152. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurma hakkı bulunmaktadır. Uygulanması gereken Anayasa hükümleri:Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 2 Anayasa Madde 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa Madde 10 : Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Anayasa Madde 60 : Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Anayasa Madde 61/3: Yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir. Anayasa Madde 138 : Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. İlgili kanun maddeleri : 1587 Sayılı Nüfus Kanunu Madde 11: Kesinleşmiş mahkeme hükmü olmadıkça nüfus kütüklerinin hiçbir kaydı düzeltilemez ve kayıtların anlamı ve taşıdığı bilgileri değiştirecek ilave ve şerhler yapılamaz; Ancak olayların aile kütüklerine işlenmesi sırasında nüfus memurlarının yaptıkları hatalar, dayanağı belgelere uygun olarak düzeltilir ve baş memurla nüfus memuru tarafından onama şerhi verilerek imzalanır. İncelenen dava dosyasında, davacının 01.02.1977 tarihinde başlayan sigortalı çalışmasının 2001 yılı 2. dönemi sonunda sona erdiği ve davacının 7902 gün sigorta primi ödediği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 3 Davacının nüfus kayıtlarında 10.10.1964 olan doğum tarihinin İstanbul 20. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.11.1980 tarih 1980/1992 Esas, 1980/2526 Karar sayılı ilamıyla 10.10.1962 olarak düzeltilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır. Davalı kurum davacının doğum tarihinin ilk işe giriş tarihinden sonra yapılmış bulunması nedeni ile bu düzeltmeyi 506 sayılı Yasanın 120. maddesi doğrultusunda kabul etmemektedir. 506 sayılı Yasanın 120. maddesinin 2. fıkrasında, Malullük, Yaşlılık ve ölüm sigortalarına ilişkin yaş ile ilgili hükümlerine uygulanmasında, sigortalıların ve hak sahibi çocuklarının, sigortalının yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya bu kanuna tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihte nüfus kütüğünde kayıtlı bulunan doğum tarihleri, sigortalının sigortaya tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonra doğan çocuklarının da nüfus kütüğüne ilk olarak yazılan doğum tarihleri esas tutulur. Hükmüne yer verilmiştir. Bu fıkradan sonra 5198 sayılı Yasa ile yukarda belirtilen 3. fıkra eklenmiş bulunmaktadır. Yasaya bu hükmün eklenmesinin ise, kurumun söz konusu 506 sayılı Yasanın 120. maddesini uygulamasındaki ilk işe giriş tarihinden sonra yapılan düzeltmeleri kabul etmemesi nedeni ile yargıya intikal eden uyuşmazlıklarda yargıdaki çelişkili görüşlerin önünü almak için yaptığı, ancak bunu yaparken de açık olarak Anayasaya aykırı bir hükmü yasaya ilave ettiği görülmektedir. Yasaya bu hüküm eklenmeden önceki yargılamada mahkemelerin bu maddeye göre verdiği kararların inceleme mercii olan Yargıtay 10 ve 21 H.D.leri ve YHGK.nun görüş aykırılıkları etken olmuştur. Zira, Yargıtay l0.H.D.si Mahkeme kararına dayalı olarak yapılan düzeltmeleri kabul etmekte ve gerekçe olarak ta. İlk kaydın esas alınacağı hükmüyle güdülen amacın bir kimsenin birden çok değişik tarihlerde nüfusa kayıt edilmiş olması, nüfus kütüğü ile nüfus cüzdanı arasında uyuşmazlık olması gibi hallerde ilk kaydın esas alınacağıdır. Yoksa kesinleşmiş mahkeme hükmü ile değiştirilen doğum tarihinin gözönünde tutulmayacağı değildir. Başka bir anlatımla kesinleşmiş mahkeme hükmü düzeltilmiş yaş kaydının asıl kabul edilmesi gerekir. Nitekim anılan madde paralelinde oluşturulan Sosyal Sigorta İşlemleri yönetmelik 83. maddesi bu yön. sonraki kayıt idare ve kaza mercilerinden verilmiş bir kararla yapılmış veya düzeltilmiş ise kararlar kesinleşmiş olmaları şartıyla nüfus kayıtlarına geçirilmemiş olsa bile bu kayıt esas alınır şeklinde açıkça ifade olunmuştur Kaldı ki, yaş tashihine ilişkin dava ilk işe giriş tarihinde henüz 18 yaşını doldurmamış olan sigortalının reşit olduktan sonra ve bu anlamda dava açma ehliyetini elde ettikten kısa bir süre sonra dava açarak gerçek yaşını kayıtlara yansıtmasının sağladığı, askerlik ve diğer resmi işlemlerinde düzeltilmiş esas alındığı, vücut gelişimi ile yaş arasında herhangi bir uyumsuzluğun, ortaya çıkmadığı dosya içeriğinden anlaşılmakta olup, temel insan haklarından olan ve sigortalının emeği karşılığı ödediği primlere dayalı haklarına kavuşmasında yok sayılması devletin bir bütün olarak vatandaşların tüm işlemlerinde Anayasal düzenin öngördüğü yaklaşımı gösterme yükümlülüğüne de aykırı bir uygulama yol açmaktadır. Demek suretiyle mahkememiz tarafından verilen davacının yaş düzeltmeye dayalı talebinin reddine dair 13.05.2003 tarih 2003/99 Esas, 2003/165 Karar sayılı hükmünü 09.03.2004 tarih 2003/6027 Esas, 2004/1686 kararı ile bozmuştur. Söz konusu kararı Üye M. Zafer Erdoğan muhalif kalmıştır. YHGK. ise 09.10.2002 tarih 2002/21 761 Esas, 2002/777 Karar sayılı ilamında özetle, Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 138/4 maddesinin yasama ve yürütme organları ile idare ve mahkeme kararlarına uymak zorundadır hükmü gereğince mahkeme kararlarına uyulmasının Anayasal zorunluluk ise de, davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Yasanın 120/2 maddesinin sonradan yapılacak yaş düzeltmelerinde kimi kötü uygulamaları önlemek amacıyla özel bir düzenleme getirmiş ve belli sigorta kollarında hangi doğum tarihinin esas alacağını açıkça belirtmiştir. Nitekim bu husus 1479 sayılı Bağ Kur Yasasının 66. maddesinde hükme bağlanmış, Emekli Sandığı Yasasında anılan maddeye paralel bir hükümEsas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 4 yer almaktadır. Elbette ki kesinleşmiş bir yargı kararının bu özel düzenleme dışındaki uygulamalarda geçerliliğini koruyacağı tartışmasızdır demek suretiyle mahkemenin direnme kararını bozmuş ve yaş düzeltmelerinin yaşlılık aylığı bağlanmasında nazara alınmasının mümkün bulunmadığı belirtmiştir. 21.H.D.de YHGK.nun bu görüşü doğrultusunda ilk işe giriş tarihinden yapılan yaş düzeltmelerini yaşlılık aylığı taleplerinde uygulanması gerektiğine dair mahkeme kararlarını bozmuştur. 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 2. fıkradan sonra eklenen 3. fıkrada bulunan ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri dikkate alınmaz hükmü Anayasa'nın 138/4 maddesine açıkça aykırı bulunmaktadır. Zira maddede açık olarak Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez denilmektedir. Davacının yaşının düzeltilmesi işlemi Osmancık Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilmiş ve kesinleşmiş bir mahkeme kararı olup, davacı değişiklikten sonra bu doğum tarihini tüm işlemlerinde kullanmaktadır. Yasanın bu maddesi ile davacıya 506 sayılı Yasanın yaşlılık aylığı uygulamasında, açık olarak mahkemenin vermiş olduğu düzeltme kararının değil düzeltmeden önceki ve mahkeme kararı ile iptal edilen doğum tarihinin uygulanması istenmektedir ki bu husus açık olarak Anayasa'nın 138/4 maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle iptali gerekmektedir. Bu hüküm Anayasa'nın 11/2 maddesine de aykırı bulunmaktadır. Zira bu madde de açık olarak kanunların Anayasaya aykırı olmayacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarda açıklanan hüküm ise açık olarak Anayasa'nın 138/4 maddesine aykırı olmakla, kanunların Anayasa'ya aykırı olamaz hükmüne de aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle de iptali gerekmektedir. Yukarda açıklanan gerek 21.H.D.sinin gerekse YHGK.nun kararlarına gerekçe olarak gösterdikleri kesinleşmiş bir yargı kararının bu yasadaki özel düzenleme dışındaki uygulamalarda geçerliliğini koruyacağı yönündeki görüşünün kabulü Anayasanın 10. maddesindeki Kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bulunmaktadır. Anayasanın 10/3 maddesinde Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Hükmüne yer vermiş bulunmaktadır. 506 sayılı Yasanın bu özel düzenlenmesinin kabul edilmesi halinde Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu haliyle de söz konusu hüküm Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır. Diğer bazı kanunlarda paralel hükümlerin bulunması Anayasaya aykırı bu hükmün bu şekilde kullanılmasını gerektirmez. Söz konusu uygulamalar yönünden talep olmadığından bu husus Anayasa mahkemesine götürülmediği için bu şekilde uygulanmış bulunması, bu Anayasaya aykırı uygulamanın devam ettirilmesini gerektirmez. Anayasa'nın 60. maddesinde Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatını kurar. hükmünü getirmiştir. Anayasa'nın 61/3. maddesinde ise yaşlılar, Devletçe korunur. Yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir hükmünü getirmiştir. Görüldüğü gibi herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu belirtilmiş, ve devletin bununla ilgili tedbirleri alacağı ve teşkilatlarını kuracağını belirtmiştir. Bunu yapmakla görevli kılınan Devletin yargı kararı ile kesinleşmiş yaş düzeltmesini kabul etmemesi Anayasanın bu maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Yine Anayasa'nın 61/3 maddesindeki hüküm nazara alındığında yasaya eklenen bu hüküm Anayasa'nın bu maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Zira Yasada Devletin yaşlılarıEsas Sayısı : 2005/4 Karar Sayısı : 2005/7 5 koruyacağı hüküm altına alınmış, yaşlılara Devlet yardımı ve sağlanacak diğer haklar ve kolaylıklar kanunla düzenlenir. hükmünü getirmiştir. Böyle bir düzenleme Anayasa'da mevcut iken Devletin kurumu olan SSK.nın yaşlılık aylığı almak için talepte bulunan ve bu talebini kesinleşmiş bir yargı kararına dayandıran sigortalının talebinin yasaya eklenen bu hüküm ile ortadan kaldırılması bu hükmün Anayasa'nın 61/3 maddesine de açık olarak aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanmasına çalışan nedenler nazara alındığında, sigortalının kesin yargı kararına dayanan yaş düzeltmesinin yaşlılık aylığı taleplerinde nazara alınmayarak, mahkeme kararı ile iptal edilmiş ve var olmayan nüfus kayıtlarından iptal edilen ilk işe giriş tarihindeki doğum tarihinin nazara alınacağı yönündeki bu düzenlemenin Anayasa'nın 10 11 60 61 138. maddelerine aykırı olduğu düşüncesine varıldığından hükmün iptalini talep etmek gerekmiştir. Sonuç ve Talep :Yukarda açıklanmasına çalışan nedenlerle: 506 sayılı Yasanın 120. maddesine 2. fıkrasından sonra 5198 sayılı Yasa ile eklenen iş kazaları ile meslek hastalıkları, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasından gelir ve aylık tahsisleri ile sermaye değerinin hesabında iş kazasının olduğu veya meslek hastalığının hekim raporuyla ilk defa tespit edildiği veya sigortalıların yürürlükten kaldırılmış 5417 ve 6900 sayılı kanunlara veya 506 sayılı Kanun ile diğer sosyal güvenlik kurumlarına tabi olarak ilk defa çalışmaya başladığı tarihten sonraki yaş tashihleri dikkate alınmaz. hükmünün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10, 11, 60, 61, 138. maddelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden iptaline karar verilmesi hususu, Anayasa'nın 152. maddesine göre talep olunur. 07.12.2004.
1,946
Esas Sayısı : 2014/128 Karar Sayısı : 2015/10 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Nüfusta ad soyadı değiştirilmesi veya düzeltilmesi davası Nüfusta Kayıt Tashihi davası olup, her iki ihtimalde de şahısların nüfus kayıtlarında netice olarak bir değişiklik yapılmaktadır. Bu davalar 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 01.10.2010 yılında yürürlüğe girmesinden önce tamamen Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen davalar iken, 6100 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra, bu davaların Sulh ve Asliye Hukuk Mahkemesinin hangisinin görevi içinde kaldığı hususunda mahkemeler arasında görev uyuşmazlıkları doğmuştur. Aslında yeni yasa etraflıca incelendiğinde görüleceği üzere ve Nüfus Hizmetleri Kanununun 36. maddesinde de herhangi bir değişiklik bulunmadığından, bu davalarda Asliye Hukuk Mahkemesinin görevi halen devam etmektedir. Nitekim yasanın yürürlük tarihinden itibaren yanlış yorumlama nedeniyle ve Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevsizlik kararları ile mahkememize gelen çok sayıda Nüfusta Kayıt Tashihi davasında, mahkememizin iş bu 2013/438 E., 2013/609 K.sayılı dosyasındaki görevsizlik kararı gerekçesine istinaden çok sayıda benzer karşı görevsizlik kararı verilmiştir. Ancak olumsuz görev uyuşmazlıklarının çözümlenmesi için dosyaların gönderildiği ilgili Yargıtay 17.H.D.'de, mahkememizin görevsizlik kararlarında irdelenen hususlarda inceleme yapıldığını gösterecek şekilde olumlu veya olumsuz hiç bir görüş belirtilmeden ve HMK.382. maddesinde sayılan bütün çekişmesiz yargı davalarının tamamının neden Sulh Hukuk Mahkemesinin görevi içine girmediği, görevsizlik kararlarımızda teferruatlı olarak ve davalardan örnekler de verilerek izah edildiği halde, bu davaların tümü Sulh Hukuk Mahkemesinin içine giriyormuş gibi kabul edilerek, Sulh Hukuk Mahkemelerinin görevli yargı yeri olduğu belirtilerek mahkememizin görevsizlik kararları kaldırılmıştır yani merci tayini kararları Anayasanın 141/3. maddesine uygun olarak ve gerektiği şekilde gerekçeli olarak yazılmamıştır. Bu kararlar HMK.'nun 23/2 maddesi gereğince kesin olup, görevli olduğuna karar verilen sonraki mahkemeyi bağlayacağından, aslında Asliye Hukuk Mahkemesinde görülmesi gereken ve muhtemelen ülke çapında belki de binlerce sayıda olan bu tür davalarda, Sulh Hukuk Mahkemeleri görevsiz olduğu halde yasaya aykırı olarak yargılama yapıp karar vermek zorunda kalmıştır. Bu durum da hakimlerin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerine ilişkin Anayasanın 138/1 2. maddesine aykırıdır. Bazı Nüfusta Kayıt Tashihi davalarının Asliye Hukuk Mahkemesinde açılıp görevsizlik kararı verilmesi üzerine, bu görevsizlik kararının incelemesinin yapılması ile görevli Yargıtay 18. H.D.'de Asliye Hukuk Mahkemesinin görevli olduğuna dair kararlar verilmiştir. Yani bu davaların temyiz incelemeleri için görevli olan Yargıtay 18. H.D.'nin kararları ile Sulh ve Asliye Hukuk Mahkemeleri arasındaki olumsuz görev uyuşmazlığını çözmekle görevli Yargıtay 17. H.D. arasında birbirine tamamen zıt kararlar oluşmuştur. Buna rağmen Yargıtay 17. H.D. bu davaların temyiz incelemesini yapan asıl dairenin görev konusundaki kararlarını nazara almadan yine yanlış şekilde Sulh Hukuk Mahkemesini görevli kılan kararlar vermeye devam etmiştir. Bu durumda ayni tür davaların doğal hâkim ilkesine aykırı olarak bir kısmının Sulh Hukuk Mahkemesinde, bir kısmının Asliye Hukuk Mahkemesinde yargılaması yapılmak zorunda kalınmıştır. Oysa Anayasanın 36. maddesine göre herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Anayasanın 37. maddesine göre de hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahipEsas Sayısı : 2014/128 Karar Sayısı : 2015/10 2 olağanüstü merciler kurulamaz. Buna rağmen Yargıtay 17. H.D.'nin söz konusu yanlış ve ısrarlı kararları nedeniyle vatandaşlar kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkeme önüne çıkarılmışlardır. Normal görevsizlik kararlarının Yargıtay 18. H.D.'de incelenmesi sonunda verilen kararlar kesin olmadığından, bu kararlar için mahkemelerce direnme kararı verilmesi ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda tekrar incelenmesi mümkün olduğu halde, Yargıtay 17. H.D.tarafından olumsuz görev uyuşmazlığında görevli mahkemenin belirlenmesi için verilen kararlar, mahkememizce iptali talep edilen HMK.23/2. maddesi gereğince kesin olup, yerel mahkeme tarafından direnme kararı verilmesi mümkün olmadığından, bu kararların Yargıtay Genel Kurulunda bir kez daha incelenmesi söz konusu olamamaktadır. Nitekim normal görevsizlik kararının temyizi üzerine verilen bir karar için Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 25.12.2013 tarihli, 2013/13 464 E. 2013/1698 K.sayılı içtihadında; isim tashihi davalarının çekişmesiz yargı işlerinden olmadığı ve Hukuk Muhakemeleri Kanununa göre özel nitelikteki kanun olan Nüfus Hizmetleri Kanunu'nun uygulanarak, isim tashihi davalarında Asliye Hukuk Mahkemelerinin görevli olduğu (yani mahkememizin görevsizlik kararlarının ayni gerekçesi ile) açıkça belirlenmiştir. Eğer Yargıtay 17. H.D.'nin merci tayinine ilişkin kararları için de Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gidilmesi mümkün olsaydı, muhtemelen daha ilk yanlış kararda mahkememizce görevsizlik kararında direnilmesi ve bozma kararının kaldırılması için Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna dosyanın gönderilmesi mümkün olacaktı ve daire de yanlış kararından daha o zamanlarda dönmüş olacaktı. Nüfusta Kayıt Tashihi davaları ülke genelinde onbinlerce dosyadan oluşan bir dava türüdür. Kaldı ki HMK.23/2. maddesi hükmü talebimiz gibi iptal edilirse, sadece Nüfusta Kayıt Tashihi davaları için değil, mahkemeler arasındaki onbinlerce değişik dava türleri için de oluşan olumsuz görev uyuşmazlıklarında, ilgili Yargıtay dairesi tarafından verilen merci kararları için bu yasak kalkacak ve tıpkı normal görevsizlik kararlarında olduğu gibi, mahkemelerin görevsizlik kararlarında direnmeleri veya kararın bir kez de Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda incelenmesi hakkı doğacaktır. En basit haliyle durumu şöyle özetlemek mümkündür; bu madde iptal edilmediği sürece, yanlış merci tayini kararları ile örneğin Anayasa Mahkemesinde görülmesi gereken bir davanın Yargıtay'da veya Danıştay'da görülmesi gibi bir durum söz konusu olmaya devam edecektir. NETİCE VE TALEP; Yukarıda mahkememizin hukuki görüş ve iptal gerekçesinde belirtilen nedenlerle; 01.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 23/2. maddesinde yer alan Bölge Adliye Mahkemesince veya Yargıtayca verilen yargı yeri belirlenmesi ile kanun yolu incelemesi sonunda kesinleşen göreve veya yetkiye ilişkin kararlar, davaya ondan sonra bakacak mahkemeyi bağlar. hükmünde, DAVAYA ONDAN SONRA BAKACAK MAHKEMEYİ BAĞLAR ibaresinin iptal edilerek, bu ifade yerine DAVAYA ONDAN SONRA BAKACAK MAHKEMEYİ BAĞLAMAZ, BU KARARLAR İÇİN DE YASAL YOLLAR AÇIKTIR ibaresinin eklenmesine karar verilmesi talep olunur.
895
Esas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'I. İDDİA, MÜTALAA VE YARGILAMA AŞAMALARI: Hv.K.K.lığı Askeri Savcılığının 02.11.2011 tarih ve 2011/261 115 Esas Karar sayılı iddianamesi ile sanık Hv.P.Er '.'nin 04.06.2011 18.06.2011 tarihleri arasında İzin Tecavüzü suçunu işlediği iddiası ile sanık hakkında Askeri Mahkememizde dava açılmıştır. Yapılan yargılama sırasında Askeri Savcı sanık hakkında verilecek cezanın paraya çevrilememesinin, ertelenememesinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilememesinin Anayasa'ya aykırı olduğu iddiasıyla, 1632 sayılı As.C.K'nın 47 nci maddesinin Ek 8 inci maddesinin ve Ek 10 uncu maddesinin T.C. Anayasası'na aykırı olması sebebiyle bu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep etmiştir. II. SORGU VE SAVUNMA: Sanık , 'Ben 27.05.2011 tarihinde yol dâhil 8 (sekiz) gün süreyle izne gönderildim, 04.06.2011 tarihinde birliğime katılış yapmam gerektiğini biliyordum, ancak katılamadım, çünkü ben izne nişanlımı görmeye gitmiştim, daha önce nişanlımın ilişkisi olduğu birisi vardı, ben izine gittiğimde ikisini beraber gördüm, sonra nişanlımdan ayrıldım, ayrıldıktan sonra psikolojim yerinde değildi, eve gidecek halde bile değildim, bir gün Taksim de gezerken eniştem beni buldu, seni askerlik yaptığın birliğe göndereceğiz dedi, biletimi almıştı, eniştemle beraber Harem'e gittik, otogardayken daha otobüse binemeden polisler GBT sorgusu yaptı, benim aramam olduğu görüldü ve beni alıp önce karakola sonra Alemdağdaki inzibata teslim ettiler, oradan da birliğime gönderdiler' şeklinde savunma yapmıştır. III. İNCELEME VE DEĞERLENDİRME: Sanık Hv.P.Er '. hakkında İzin Tecavüzü suçunu işlediği iddiasıyla askeri Mahkememizde kamu davası açılmıştır. Askeri Savcı, sanığın ceza aldığı takdirde As.C.K'nın 47 nci maddesi gereğince cezasının ertelenemeyeceğini, Ek 8 inci maddesi gereğince cezasının paraya çevrilemeyeceğini ve Ek 10 uncu maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceğini ve bu durumun Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2 nci maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devleti olup, 10 uncu maddesine göre ise herkes kanun önünde eşittir. Hukuk devleti ilkesi ve eşitlik kavramı Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında ayrıntılı olarak incelenmiş ve ifade edilmiştir. 01.06.2005 tarihinde 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunlarla beraber Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ceza ve infaz siyaseti değişmiş, 05.06.2005 tarihinden sonra hapis cezaları seçenek yaptırımlara çevrilebilmeye veya ertelenebilmeye başlanmıştır.Esas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 2 Türk Ceza Kanununun 50 nci maddesine göre 1 yıl ve daha az süreli hapis cezaları paraya çevrilebilmekte ve 51 inci maddesine göre de; 2 yıl veya daha az süreli hapis cezaları ertelenebilmektedir. Ayrıca Ceza Muhakemesi Kanunun 231 inci maddesine göre de 2 yıla kadar olan hapis cezalarında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmektedir. Türk Ceza Kanununda ve Ceza Muhakemesi Kanununda bu şekilde değişiklikler yapılmasına rağmen As.C.K'nunda gerekli değişiklikler yapılmamıştır. 5329 sayılı Kanunla Askeri Ceza Kanununa eklenen Ek 8 inci maddenin 2 nci fıkrası gereği sırf askeri suçlar ile kanunun 3 üncü babının 4 üncü faslında yazılan suçlar hakkında kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar ile ön ödeme hükümlerinin uygulanamayacağına hükmedilmiş, ayrıca 5739 sayılı kanunla Askeri Ceza Kanununa eklenen Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrası gereği bu kanunda yazılı suçlarla ilgili olarak Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinin 5 ile 14 üncü fıkralarının uygulanamayacağı hükme bağlanmıştır. Görülmekte olan davadaki İzin Tecavüzü suçu da sırf askeri suç olarak tanımlanmıştır, ancak bu tanımın yasal dayanağı bulunmamaktadır. Askeri Yargıtay içtihatlarıyla kanunda yazılı bazı suçlar sırf askeri suç olarak değerlendirilmekte, bazı suçlar ise sırf askeri suç olarak değerlendirilmemektedir. Bu hususta mevzuatta ve içtihatlarda belirli tanım ve birlik mevcut değildir. Bunun yanı sıra kanundaki suç ve cezaların uygulanmasında belirsizlik ve adil olmayan ve hakkaniyete aykırı olan durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu sebeplerle mahkeme tarafından verilecek cezanın ertelenememesinin, paraya çevrilememesinin ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilememesinin öncelikle uluslar arası hukuk kaidelerine ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na aykırı olduğu değerlendirmektedir. Günümüzde Silahlı Kuvvetlerin profesyonel hale getirilmesi tartışılmaya başlanmış ve nispeten uygulanmaya konulmuştur. Bunun yanı sıra zorunlu askerliğin kaldırılması, vicdani ret sisteminin getirilmesi ve bedelli askerlik uygulanmasının yapılması gibi hususlar tartışılmaktadır. Hatta son olarak 6252 sayılı kanun 30.11.2011 tarihinde kabul edilmiş ve bu kanunun geçici 46 ncı maddesi ile bedelli askerlik kabul edilmiş ve uygulanmaktadır. Tüm bu gelişmeler karşısında askerliğe kendi isteği ve rızasıyla gelip de daha sonra genellikle Firar ve İzin Tecavüzü suçlarından mahkûm olanlara verilecek cezaların ceza genel hükümlerinden farklı olarak hapis cezası uygulanmasının ve bu cezasının seçenek yaptırımlara çevrilememesinin hakkaniyetle bağdaşmadığı değerlendirilmektedir. Dava konusu olayda sanığın cezalandırılması talep edilen Askeri Ceza Kanunun 66 ncı maddesi uyarınca ceza alması durumunda cezasının ertelenemeyeceği, paraya çevrilemeyeceği ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği anlaşılmaktadır. Askeri Ceza Kanununa 5739 sayılı Kanunla eklenen Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrası, 'Bu kanunda yazılı suçlarla ilgili olarak 04.12.2004 tarihle ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 231 inci maddesinin 5 ila 14 üncü fıkraları uygulanmaz.' hükmünü içermektedir. 5739 sayılı Kanunun gerekçesinde ise 'Askeri Ceza ve Disiplin yargılanmasında askerlik hizmetinin özelliklerinden kaynaklanan bir takım istisnaların kabulü zorunludur Maddenin 2 nci fıkrası ile Askeri Ceza Kanununda yazılı suçlar bakımından Askeri Yargı siteminde uygulanan Askeri Disiplin ve bu yargının kendine mahsus özellikleri dikkate alınarak Askeri Ceza Kanununda yazılı suçlarla ilgili olarak 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 231 inci maddesinin 5 ila 14 üncü fıkralarında düzenlenen denetimli serbestlik ve hükmünEsas Sayısı : 2012/9 Karar Sayısı : 2012/103 3 açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin müessesenin Askeri Yargıda yer almaması amacıyla değişiklik yapılmıştır.' denilmektedir. Hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulaması Türk Ceza Hukukuna 01.06.2005 tarihinden itibaren girmiş ve günümüzde Ceza Genel Hukukunda halen uygulanmaktadır. Ceza yargılamasına cezalar faile ve fiile bağlı olarak belirlenmektedir. Hâkim gerçekleştirildiğine vicdanen kanaat getirdiği suç sebebiyle cezaya hükmederken failin ve fiilin özelliklerini dikkate alarak cezayı şahsileştirmek durumundadır. Cezanın öncelikli amacı önlemek diğer amacı ise ödetmektir. Başka bir amaç ise infaz sırasında ve infazdan sonra suç işleyen kişiyi topluma kazandırmaktır. Askeri Mahkemelerde ise bazı cezalar paraya çevrilebilmekte ve ertelenebilmekte, bazıları ise paraya çevrilememekte ve ertelenememektedir. Ayrıca hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına da karar verilememektedir. Yukarıda yazılı olan kanun maddesinin gerekçesinde 'askerlik hizmetinin özellikleri', 'askeri disiplin' ve 'bu yargının kendine mahsus özellikleri' şeklinde soyut kavramlar bulunmaktadır. Ancak askeri hizmetin özellikleri, askeri disiplinin ne olduğu ve bu yargının kendine mahsus özellikleri objektif ve somut olarak belirtilmemiştir. Zira maddeden ve gerekçeden askeri disiplinin sadece hapis cezası ile sağlanabileceği gibi bir anlam çıkmaktadır. Ancak buna iştirak etmek mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerde disiplin, öncelikle mutlak itaat ve sevgi kavramları ile sağlanmaktadır. Ayrıca Askeri Mahkemelerde yapılan yargılamalarda adil yargılanma ilkesi hassasiyetle uygulanmakta ve bu konu Askeri Yargıtay tarafından da aynı şekilde denetlenmektedir. Yani yargılama usulü açısından sivil ve asker şahıslar arasında hemen hemen hiçbir fark bulunmamaktadır. Adil yargılanma açısından sivil şahıslara tanınan hakların tamamı askeri şahıslara da tanınmıştır. Ancak mevcut kanun hükümleri uyarınca askeri yargıda yargılama sonucunda verilen cezanın ertelenmesi, paraya çevrilmesi ve hükmün açıklanmasının geri bırakılması konularında tam tersi bir uygulama mevcuttur. Bu durum Anayasa'nın eşitlik ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası gereği askerlik hem haktır hem de görevdir. Muvazzaf askeri personel ile askerlik hizmetini yapmaya gelen yükümlüler arasında askerlik hizmeti boyunca bir kere suç işleyen olabileceği gibi suç işlemeyi alışkanlık haline getiren kişiler de bulunabilmektedir. Bu durum ise Askeri Mahkeme Hâkiminin cezayı şahsileştirirken takdir yetkisini kısıtlamaktadır. Hâkim sanığın şahsi haline bakmaksızın hapis cezası vermek zorunda kalmaktadır. Günümüze kadar toplumdaki gelişmelere ve ihtiyaçlara göre Askeri Ceza Kanununda değişiklikler yapılmıştır. Örneğin 'yeni baştan askerlik cezası, katıksız hapis ve cezalının rütbesinin kıt'ası huzurunda sökülmesi cezaları' kaldırılmıştır. Son olarak bakaya suçuyla ilgili düzenlemeler yapılmıştır. 23.04.1999 tarihine kadar işlenen suçlarla ilgili olarak çıkartılan 4616 sayılı Kanunda Askeri Ceza Kanunu ile ilgili bazı istisnalar bulunmasına rağmen daha sonra bu istisnalar kaldırılmıştır. Aynı şekilde CMK'nun 231 inci maddesi 5 ile 14 üncü fıkralarının Askeri Ceza Kanununda yazan suçlarda uygulanmasını engelleyen As.C.K'nın Ek 10 uncu maddesinin 2 nci fıkrasının kaldırılması hukukla uygun olacağı değerlendirilmektedir.'
1,255
Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 1 “ 23/01/2017 tarihli ve 29957 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 684 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 01/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 7074sayılı “Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun” ile 15 Temmuz darbe girişimi dâhil 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında terör eylemleri veya terörle mücadele görevleri sırasında yaralananlardan bu yaralanmalara bağlı olarak malul olmadıkları için aylık bağlanmayanlara aylık bağlanması, Merkez Bankasının Kamu İhale Kanunu'ndan istisna kapsamının genişletilmesi, kamu ihalelerine girmekten terör bağlantısı nedeniyle yasaklanacaklara ilişkin bildirimlerin Emniyet Genel Müdürlüğünce yapılması, MİT Müsteşarlığının sadece yurt dışı bağlantılı kişi ve kuruluşlarla ilgili bildirim yapması, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan yapılan yardımların terörle mücadele kapsamında zarar görenlere ödenen tazminattan mahsubu uygulamasına son verilmesi, terörle bağlantılı ihraççıların hukuka aykırı, sermayeyi ve malvarlığını azaltıcı işlemleri hakkında açılan davalarda Sermaye Piyasası Kurulunun yüksek meblağlı harç ve teminat ödemekten korunması, ön ödemeli konut satış sözleşmelerinde tüketicinin gerekçe göstermeden sözleşmeden dönmesi durumunda ödenecek tazminat miktarının sözleşme tarihinden itibaren belli cayma sürelerinde kademeli olarak artırılması, terör ve örgütlü suçlarda olağanüstü hâl süresince otuz gün olarak düzenlenen gözaltı süresinin yedi güne indirilmesi, kanıtların toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle bu sürenin yedi gün uzatılabilmesi, yakalanan şüphelinin yetkili adli merci önüne çıkarılmasındaki azami sürenin yedi gün olarak düzenlenmesi, bu sürenin zorunlu durumlarda yedi gün uzatılabilmesi ve gözaltındaki şüphelinin müdafii ile görüşme hakkının Cumhuriyet savcısının kararıyla beş gün süreyle kısıtlanabilmesine ilişkin hükmün yürürlükten kaldırılması öngörülmektedir. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHK’si olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle “yokluk” iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkarak olağanüstü hal ile ilgisi olmayan ve olağanüstü hal süresini aşacak şekilde kanunlarda değişiklik yaparak sürekli uygulanacakEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 2 kurallar öngörmüştür. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna olağanüstü hal süresini aşan kalıcı düzenlemeler yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait yasama yetkinin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHK’lardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğul’un deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMM’ce Onaylanması” Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasa’nın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasa’nın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHK’lar ile yapılacak düzenlemeler olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genelEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 3 düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre “119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir”. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasası’nda düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHK’larla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, “Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durdurun düzenlemeler doğrudan OHAL KHK’leri ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHK’si ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHK’si ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHK’leri ile ancak temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHK’leri ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasa’nın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular”da çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır.Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Yüce Mahkemeye göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHK’lere Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri;Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 4 olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).” Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, “… olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamaz.” (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasa’nın 6. maddesindeki “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki “… Kuvvetler ayırımının, … belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHK’leri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında açıkça ifade edildiği üzere Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHK’sı adı altında, kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça TBMM’ye ait yasama yetkisininEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 5 gaspı anlamına gelir. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla hem olağanüstü halin gerekleriyle uyumlu olmayan hem de kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapan iptali istenen düzenleme fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılmış olup yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gasbı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHK’lerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHK’nin kapsamının genişliği ye ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHK’lere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırım’dan gelmiştir: “Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. …Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık.”Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 6 Yine aynı doğrultuda Yıldırım’ın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. “Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal. Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.. İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHK’lerin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazete’de farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi:23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi:9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHK’lerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHK’lerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocak’tan sonraki kararnamelere ilişkin “Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız” dedi Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor” Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırım’ın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHK’nın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kağıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyleEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 7 iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHK’lerini çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasa’nı 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasa’ya göre “Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.”(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHK’lerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun hukuki ve siyasi açıdan KHK’lerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulu’nun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHK’lere eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHK’lerin altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHK’ler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasa’nın 121. maddesine göre OHAL KHK’larının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçTüzüğü’nün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.”Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 8 Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHK’ların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHK’lar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMM’ce onaylanmayan OHAL KHK’lerinin “idari işlem” olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHK’larının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHK’ların OHAL KHK’sı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMM’ce onaylanmamış olan OHAL KHK’larının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk Nedenleri Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHK’ları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söylenemez. Cem Eroğul’un isabetle belirttiği gibi Anayasa’nın 121. maddesinde yer alan düzenlemenin doğal ve mantıki sonucu OHAL KHK’larının biçimsel olarak yürütme işlemi olduğu gibi, maddi olarak da yürütme işlemi olarak kabul edilmesidir. Anayasa’nın 91. maddesinde düzenlenen olağan KHK’lar biçimsel olarak yürütme işlemi iken maddi anlamda yasama işlemidir ve genel ve sürekli olarak uygulanmak üzere çıkarılırlar ve kanunlarda değişiklik yapabilirler. Oysa OHAL KHK’ları doğaları gereği geçici olmak durumundadır ve sürekli etki doğuracak şekilde çıkarılamazlar. Bunun sonucu olarak olağan KHK’lar ile OHAL KHK’larının TBMM’ce onaylanması da tamamen farklı hukuki niteliğe sahiptir ve farklı sonuçlar doğurur. Olağan KHK’ların TBMM tarafından onaylanması bir kanun yapma işlemidir ve önüne gelen kanun tasarıları gibi bunları kanunların görüşülmesi usulüne uygun olarak görüşür ve kabul eder, böylece ortaya yeni bir kanun çıkar. Oysa geçici tedbirler niteliğindeki OHAL KHK’leri maddi açıdan bir yürütme işlemidir ve bunların onama kararının bir meclis kararı ile alınması gerekir (Bkz. Cem Eroğul, age. s.42). Zira Anayasa’nın 121. maddesinde öngörülen TBMM onayı, bir yasalaştırma işlemi değil, siyasal denetim işlemidir. Diğer bütün siyasal denetim işlemlerinde olduğu gibi bunun da bir kanunla değil, meclis kararı ile alınması gerekir. Ancak bu şekilde Anayasanın 148. maddesindeki OHAL KHK’lerinin denetimi yasağı anlamlı hale gelir. Zira Anayasa Mahkemesinin yetkisi yasaları ve yasa gücündeki işlemleri denetlemektir. Anayasa koyucu maddi anlamda yürütme işlemi olan OHAL KHK’lerini siyasi denetime tabi tutmuştur.Esas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 9 TBMM onayının kanun şeklinde yapılması OHAL KHK’lerinin geçici niteliği ile bağdaşmaz ve Anayasa’nın 121. maddesine aykırı olur. Çünkü kanun ile onaylanması OHAL KHK’lerini OHAL süresini aşan sürekli ve genel düzenlemelere dönüştürür ki, bu yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve fonksiyon gaspı teşkil eder. Özellikle geçici tedbir niteliğinde olmayan ve sürekli uygulanma olasılığı bulunan ve yukarıda açıklandığı gibi esasen Anayasa’nın 121. maddesinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanımadığı kalıcı düzenlemelerin, TBMM tarafından kanun şeklinde onaylanması yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve Anayasa’nın 7. maddesine açık bir aykırılık oluşturur. İptali istenen düzenleme kanun adı altında onaylanmak ve yayımlanmakla hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Olağanüstü hal kalksa dahi bu kurallar uygulanmaya devam edecektir. Bu da açıkça fonksiyon gaspı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir. Geçici tedbir niteliğindeki düzenlemelerin kanun şeklinde onaylanması ise onların geçici niteliği ile bağdaşmaz ve aşağıda açıklandığı üzere Anayasal normlar hiyerarşisini ve hukuk düzeninin tutarlı normlardan oluşması ilkesini altüst eder. Bu ise hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri olan hukuk düzeninin öngörülebilir ve tutarlı olması gereği ile bağdaşmaz. Nitekim 2016 yılına kadar hukuk düzenimizde kanunlaştırma şeklinde onaylanmış herhangi bir OHAL KHK’si bulunmamaktadır. Onaylamanın kanun şeklinde yapılması ile OHAL KHK’sinin akibetinin ne olduğu da belli değildir. OHAL KHK’sinin hala yürürlükte olduğuna işaret eden bazı uygulamalar görülmektedir. Mesela, 8 Mart yasalarında daha önce yasalaştırılmış olmasına rağmen atıfların yasaya değil KHK’ye yapılmaya devam edildiği ve değişikliklerin yasalar üzerinde değil, KHK’ler üzerinde yapıldığı görülmektedir. Bu da hukuk düzeninin alt üst olduğunun en somut kanıtıdır. Diğer taraftan yukarıda açıklandığı gibi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından geçerli olarak çıkarılmamış olan, dolayısıyla yok hükmünde olan düzenlemelerin TBMM tarafından onaylanmış olması onları kendiliğinden geçerli hale getirmez. Yani geçerli bir onaylama kararından söz edebilmek için öncelikle onaylanabilir nitelikte geçerli bir işlemin bulunması gerekir. Oysa yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi ortada onaylanabilecek nitelikte ve onaylamaya elverişli bir işlem bulunmamaktadır. Bu nedenle geçerli olarak var olmayan bir işlemin onaylanması mümkün değildir. Olmayan işlem onay ile varlık kazanmaz, yok olmaya devam eder. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar vermesi gerekir. C. Eylemli İçtüzük Değişikliği Dolayısıyla TBMM’nin Onama Kararı Geçersizdir Olağanüstü kararnamelere ilişkin Anayasa ve İçtüzük özel bir yasalaşma süreci öngörmüştür. Bu yasalaşma sürecinde ilk göze çarpan husus yasalaşma sürecindeki süre şartıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı veEsas Sayısı : 2018/40 Karar Sayısı : 2018/67 10 tekliflerinin görüşülmesi iç
4,088
Esas Sayısı : 1996/60 Karar Sayısı : 1996/33 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin iptal istemiyle ilgili gerekçesi aynen şöyledir : Mahkememizin 996/368 esas sayılı davanın 9.7.1996 günlü celsesinde davalı M. Nail Gürün Sosyal Sigortalar Kurumunun kira tesbitinin dayanağı olan 4792 sayılı Yasanın 19. maddesinin Kurumun sahip olduğu gayrimenkullerin kira bedelleri her yıl Devlet İstatistik Enstitüsü Tüketici Fiat Endekslerindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç, emsal değerlerle belirlenir fıkrasının Anayasanın Adalet ilkesine aykırı olduğunu bu nedenle ilgili düzenlemenin Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığını iddia etmiştir. Davacı Kurum vekilinin iddiaya karşı savunması sorulmuş, kurum vekili iddiaların mahkemece nazara alınmamasını talep ederek itirazın gerçekçi olmadığını savunmuştur. Mahkememiz yaptığı incelemede itirazı ciddî bulmuştur. İdare Kamusal Hizmet ve eylemlerde bulunan bir kuruluş olduğu için Kamu yararını korumak amacıyla taraf olduğu sözleşmelerinde bir takım ayrıcalıklara sahip kılınmıştır. Yönetimin taraf olduğu bütün sözleşmelerde ayrıcalıklı olması gerekmez. Kamu hizmetinin doğrudan yürütülmesine, işletilmesine ilişkin sözleşmeler dışında kamu kurumları herhangi bir kişi gibi hareket etmek durumundadır. Taşınmazlarının satışı veya kiraya verilmesi gibi Sosyal Sigortalar Genel Müdürlüğünün sahibi bulunduğu taşınmazları kiraya vermesi ve bu amaçla yaptığı sözleşmeler; 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 3. maddesi ile belirttiği gibi 6570 sayılı Taşınmaz Kiraları hakkındaki yasaya göre yapılmış özel hukuk alanı içindeki bir sözleşmedir. Anayasa Mahkemesinin bir çok kararlarında vurguladığı gibi Anayasanın 10. maddesindeki yasa önündeki eşitlik ilkesi hukuksal durumları benzer olanlar için sözkonusudur. Bu ilke ile yasa önünde eşitlik yani hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme tabi tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayrım yapılmasını da ayrıcalık tanınmasını da önlemektedir. Bu ilke ile aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara aynı kuralları uygulayarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. 6570 sayılı Taşınmaz kiraları hakkındaki yasaya tâbi taşınmazların kira tesbitleri Anayasa Mahkemesinin ilgili yasanın 26.3.1963 tarih ve 3/67 sayılı kararı ile 2. ve 3. maddelerini iptal ettiğinden Yargıtay Yüksek Mahkemesinin içtihatları ile ekonomik esaslara, hak ve nesafete göre tesbit edilmektedir. Bugünkü uygulamada toptan eşya fiat endeksindeki artışın % 65 i geçtiği hallerde bunun kira parasına yansıyan bölümü % 65 oranı ile sınırlandırılmıştır. 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası'nın 19. maddesinin 10. bendinde kira bedelleri Devlet İstatistik Enstitüsü tüketici fiat endeksindeki artış oranından az olmamak üzere rayiç ve emsale göre belirlenir denmektedir. 6570 sayılı Yasanın uygulanmasında eşya fiat endeksinin % 65 oranı alınırken 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Yasasında Tüketici Fiat Endeksinin tamamı esas alınmaktadır.Esas Sayısı : 1996/60 Karar Sayısı : 1996/33 2 Aynı yasaya göre sözleşme kurulmuş iken bir özel hukuk sözleşmesinde yasama gücü kullanılarak özel hukuk alanında tarafların eşitliği prensibine müdahale edilerek eşitlik ilkesi bozulmuştur. Bu durum yukarıdaki gerekçeler nedeniyle Anayasanın 10. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle davalının Anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunarak 4792 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 19. maddesinin 10. bendinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasamızın 152/2. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesi kararının beklenmesine karar verildi.
463
Esas Sayısı : 2016/163 Karar Sayısı : 2016/146 1 “Davacı vekili Av. … mahkememize verdiği 30.06.2016 havale tarihli dilekçesinde özetle, TBMM tarafından kabul edilen Elektrik Piyasası Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 17.06.2016 tarihinde resmi gazetede yayımlandığını, adı geçen kanun değişikliklerinde davayı ilgilendiren 26. maddesinde Geçici 20/l:l) Kurul kararlarına uygun şekilde tahakkuk ettirilmiş dağıtım, sayaç okuma, perakende satış hizmeti, iletim ve kayıp kaçak bedelleri ile ilgili olarak açılmış olan her türlü ilamsız icra takibi, dava ve başvurular hakkında 17. madde hükümleri uygulanır. hükmünün getirildiğini, ancak bu yapılan değişikliğin açıkça anayasaya aykırılık teşkil ettiğini, mevzuatta yürürlüğe giren bir yasanın geriye yürüyüp yürümeyeceği hususunda bir hüküm bulunmadığını ancak kanunlara karşı güveni sağlamak ve hatta kanun koyucunun keyfi hareketlerine engel olmak için tersini öngören bir hükmü kendi bünyesinde taşımayan bir kanunun kural olarak geriye yürümeyeceği esasının kabul edildiğini, kanunların yürürlüğe girdiği tarihten, sonraki zamanda meydana gelen olaylara ve ilişkilere uygulanabileceğini, o tarihten önceki zamana rastlayan olaylar ve ilişkilere uygulanamayacağını, getirilen, düzememeye bakıldığında ise kamu yararının değil bir takım özel şirketlerin yararına düzenlemeye gidildiği, bununla da yetinilmeyerek kanun geriye yürütüldüğünü, hukukun genel ve evrensel ilkeleri ve Türk Anayasası karşısında yapılan bu düzenlemenin hukuk dışı olduğunu, tüm bu izah edilen nedenler ile hükmün açıkça anayasaya aykırı olduğunu, somut norm denetimi açısından başlangıç 2, 5, 10, 35, 36 ve mahkememizce resen takdir edilecek diğer maddelere uygunluğunun denetimi açısından maddenin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep ettiği görülmüştür. Dosyamız kül halinde ele alınarak incelemesinden, dosyamız davacı vekilinin talebi yerinde gönderilmekle gerekli incelemeyi yapmak üzere Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesini karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; Davacı vekili Av. … talebinin KABULÜ ile, Gerekli incelemeyi yapmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucunda karar verildi.”
283
Esas Sayısı : 1992/2 Karar Sayısı : 1992/22 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkemenin iptal isteminin gerekçesi aynen şöyledir : Toplu kaçakçılık suçundan Edirne 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2.3.1988 gün, 1988/37 Esas, 1988/148 Karar sayılı kesinleşmiş ilamıyla 1918 sayılı kanunun 3219 sayılı kanunla değişik 27 3 4, 33/son, 41 ve TCKnun 59. maddeleri gereğince neticeten 10 yıl ağır hapis ve 141.029.980. TL. ağır para cezasına hükümlendiği, ağır para cezası yönünden diğer sanıklarla müteselsilen sorumlu olacak şekilde hükümlü bulunan Giresun Merkez Hisargeriş köyü hane 43 de nüfusa kayıtlı, 1953 Doğumlu sanık cezalarının çektirilmesi sırasında Giresun cezaevinden dilekçe ile başvurup 3713 sayılı kanunla şartla tahliye yönünden getirilen değişikliklerin peyderpey Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarıyla iptal edildiğini ve tüm suçlar nedeniyle şartla tahliye yönünden cezanın 1/5 ini çekmesi gerektiği yönünde kararlar verildiğini, kendisininde 1918 sayılı kanuna muhalefetten çekmekte olduğu cezasının 1/5 nisbetinde çekmesi gerektiği yönünde karar verilerek şartla tahliyesinin sağlanmasını talep etmiş, iddia makamıda 18.12.1991 tarihli bu konudaki mütalaasında 3713 sayılı kanunun geçici 4. maddesinin (c) bendinin Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmüştür. 12.4.1991 günlü ve 3713 Terörle Mücadele Kanununun incelenmesinde; geçici 1. maddesi, 8.4.1991 tarihine kadar işlenmiş olan suçlar nedeniyle şartla tahliye hükümleri getirmiş ve aynı maddenin (c) bendi gereğince de; Ölüm ve müebbet ağır hapis cezaları dışında kalan, diğer hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum edilmiş olanların hükümlülük sürelerinin 1/5 ini çekmeleri halinde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın şartla salıverilmelerini hüküm altına almıştır. Aynı kanunun geçici 4. maddesi ise; bazı suçlardan hükümlü bulunanlar hakkında ve bu arada konumuz itibariyle geçici 4. maddenin (c) bendinde Türk Ceza Kanununun 2. Kitabının Devlet İdaresi aleyhine işlenen cürümler başlıklı üçüncü babında yer alan hükümlere aykırı hareket edenler ile bankalar kanununa aykırı hareket ile bankalardan haksız ve usulsüz para alanlar, 1918 sayılı kaçakçılığın men ve takibi hakkındaki kanun hükümlerine muhalefet ederek menfaat temin edenler, usulsüz, yolsuz ve faiz farkı ve benzeri adlarla kamu kaynaklarından menfaat temin edenler yukarda belirtildiği şekilde haksız, usulsüz ve yolsuz olarak sağladıkları menfaat karşılıkları ve bunların fer'ilerini zaman aşımına bakılmaksızın ödemedikleri takdirde (d) bendi gereğince cezalarının 1/3 ini çektiklerinde iyi halli olup olmadıklarına bakılmaksızın ve talepleri olmaksızın şartla salıverilmelerini hüküm altına alınmıştır. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun geçici 4. maddesinde hükümlülerin infaz sırasında şartla tahliyelerini düzenleyen ve infaz sırasında uygulamaları gereken yasa maddesidir. Geçici 4. madde, hükümlülerin cezasına ilişkin infaz sürelerini şartla tahliye yönünden geçici 1. maddede öngörülen süre ve şartlardan ağırlaştırıcı bir şekilde düzenlettiği gibi, daha önceden yürürlükte bulunan 647 sayılı kanunun şartla tahliye hükümlerini düzenleyen 19. maddesinde farklı olarak geçmişe şamil ve durumlarını ağırlaştırıcı şekilde bu hükümlülerin elde ettikleri haksız menfaati ödememeleri halinde geçici maddedeki 1/5 oranından faydalanamayıp 1/3 oranından faydalanmalarına dair hüküm getirmesi, bu hükümlülerin deEsas Sayısı : 1992/2 Karar Sayısı : 1992/22 2 geçici 1 maddede öngörülen hükümlülerle aynı konum ve statüde bulunmaları ve eşit işlem görmeleri gerektiği halde şartla tahliye yönünde haklı ve geçmişe şamil olarak ağırlaştırıcı hükümlerin uygulanması hukukun temel ilkelerine, eşitlik ilkesine, hükümlünün topluma kazandırılmasına yönelik infaz sisteminin prensiplerine, şartla salıverilme kurumunun amacına aykırı düştüğü gibi, Anayasamızın; 2. ve 10. maddesine de aykırı düşmektedir. Önümüzdeki şartla tahliye talebi ile bağlı kalmak üzere Anayasamızın 2 ve 10. maddelerinde öngörülen eşitlik ve Hukuk Devleti ilkelerine aykırı düşen 3713 sayılı yasanın geçici 4. maddesinin (c) bendinin Anayasaya aykırı görülmesi nedeniyle (c) bendinde öngörülen 1918 sayılı kanuna aykırılıktan hüküm giyenlerin elde etmiş oldukları haksız, usulsüz ve yolsuz olarak sağladıkları menfaat karşılıklarını ve bunların fer'ilerini zaman aşımına bakılmaksızın ödemeyenler hakkında aynı yasanın geçici 1. bendi gereğince öngörülen cezalarının 1/5 yerine 1/3 ünü çekmeleri gerektiğine dair hükümlerinin iptali için Yüksek Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına ve evrakların onaylı örneklerinin Yüksek Mahkemeye sunulmasına, İsteme uygun olarak Anayasa'nın 152. maddesi gereğince oybirliğiyle karar verildi.
603
Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 1 I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: “… II. GEREKÇELER 1) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2 nci maddesi ile Değiştirilen 4749 Sayılı Kanunun 7/A maddesinin Birinci Fıkrasındaki “ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın” Bölümünün Anayasaya Aykırılığı 6456 sayılı Kanunun 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasında; 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin ilgili kurumların görüşleri alınarak alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın özel hukuk tüzel kişiliğini haiz varlık kiralama şirketleri kurmaya veya özel hukuk tüzel kişiliğini haiz varlık kiralama şirketleri kurmak üzere kamu sermayeli kurumları görevlendirmeye Bakan yetkili kılınmıştır. İptali istenilen düzenleme ile; varlık kiralama şirketlerinin kurulmasının Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmadığı hükme bağlanmış ve bu şirketleri gerek kurma ve gerekse kamu sermayeli kurumlara kurdurma konusunda Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakan yetkili kılınmıştır. Yine iptali istenilen bu düzenleme ile; varlık kiralama şirketleri; 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir işlemlerini ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etme konusunda yetkili kılınmıştır. Anayasanın 7 nci maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Buna göre, yasakoyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız ve belirsiz bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. Yasakoyucu gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Bu bağlamda, sık sık değişik önlemler alınmasına veya bunların kaldırılmasına gerek görülen ekonomik, teknik veya benzeriEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 2 alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez. Anayasanın 8 inci maddesinde ise yürütme yetkisi ve görevi düzenlenmiştir. Yasakoyucu belli konularda gerekli kuralları koyacak, çerçeveyi çizecek eğer uygun ve zorunlu görürse, onların uygulanması yolunda sınırları belirlenmiş alanlar bırakacak, idare ancak o alanlar içinde takdir yetkisine dayanmak suretiyle yasalara aykırı olmamak üzere bir takım kurallar koyarak Yasa'nın uygulanmasını sağlayacaktır. Esasen Anayasanın 8 inci maddesinin, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasaya ve yasalara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir hükmünün anlamı budur. Bu kurallara göre yasakoyucunun genel kuralları koyup, düzenlenecek olan alanın esaslı konularının kanunda yeterince belli edilmiş, amaç ve hedefin açıklanmış, sınırlarının ve çerçevesinin yeterince belirlenmiş olması, yürütmenin yapacağı düzenlemenin ölçüsünü vermesi, Anayasanın öngördüğü yürütmenin yargısal denetiminin etkinliğini engellemeyecek nesnel kurallara bağlaması gerekmektedir. Bu nedenle varlık denetim şirketlerinin kuruluşuna ilişkin yasakoyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye(bakana) yetki verilmesi sınırsız ve belirsiz bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakılması Anayasanın 7 nci ve 8 inci maddelerine açıkça aykırıdır. Yine yapılan bu düzenleme ile, 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkındaki Kanun kapsamındaki halka açık olmayan kurum ve kuruluşlara ait taşınır ve taşınmazlar ile kullanma, yararlanma işletme ve sair haklar gibi maddi olmayan varlıklara ilişkin alım, satım, geri alım, kiraya verme, geri kiralama, bedelli veya bedelsiz devir işlemlerini ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etme konusunda varlık kiralama şirketlerinin yetkili kılınması. söz konusu işlemlerin nasıl yapılacağı, bu işlemlerin hangi usul ve esaslara tabi olacağı konusunda temel ilke konulmadan, çerçevesi çizilmeden bu şirketlere sınırları belirsiz bir yetki devri niteliği taşıdığı ve dolayısıyla Anayasanın 7 nci ve 8 inci maddeleri ile bağdaşmadığı açıktır. Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli E.2011/64 ve K.2012/168 sayılı kararında, “Devletin vergilendirme yetkisinin sınırı, aynı zamanda kişilerin hak ve özgürlüklerinin de sınırını oluşturduğundan, bu yetkinin keyfiliğe kaçacak biçimde kullanılmaması, Anayasanın 2. maddesinde düzenlenmiş olan hukuk devleti ilkesinin gereğidir.” denilmiştir. İptali istenilen düzenleme ile gerek varlık kiralama şirketlerinin kurulması konusunda Bakan'a verilen, gerekse yapacakları işlemler konusunda bu şirketlere verilen yetkinin keyfiliğe yol açabileceği kuşkusuzdur. Bu nedenle de iptali istenilen düzenleme, Anayasanın 2 nci maddesine de aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasındaki “ ve benzeri işlemleri mevzuatta yer alan şekil kurallarına tabi olmaksızın tesis etmeye ve bu işlemleri aynı usule tabi olarak yapmak üzere 13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun kuruluş, tescil, denetleme, sermaye, tasfiye ve işleyişe ilişkin hükümlerine bağlı olmaksızın” bölümü Anayasanın 2 nci, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 3 2) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 16 ncı Maddesi ile 492 Sayılı Harçlar Kanununun 113 üncü Maddesine Eklenen Ek Fıkra ile 17 nci Maddesi ile 492 Sayılı Harçlar Kanununa Bağlı (8) Sayılı Tarifeye Eklenen Bölümün Anayasaya Aykırılığı İptali İstenen Düzenlemelerin Anlam ve Kapsamı 6456 sayılı Kanunun 16 ncı ve 17 nci maddeleriyle 492 sayılı Harçlar Kanununa “Elektrik Üretimi Lisans Harçları” başlıklı yeni bir harç türü eklenmektedir. Düzenlemeye göre; Elektrik Piyasası Kanunu kapsamında, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli ödemeksizin hidroelektrik kaynaklara dayalı olarak üretim yapan özel hukuk tüzel kişileri, bu faaliyetleri nedeniyle, her yıl, bir önceki yıl içinde elde ettikleri gayrisafi iş hâsılatının binde on beşi tutarında harç ödeyeceklerdir. Bu tüzel kişilerin kendi ihtiyaçları için kullandıkları elektriğin bedeli gayrisafi satış hâsılatına dâhil edilmeyecektir. Aynı Kanunun 60 ıncı maddesi uyarınca bu kural 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe girecektir. Harçların yükümlüleri harca konu olan işlemin yapılmasını isteyen kimselerdir (Öncel, Kumrulu, Çağan, Vergi Hukuku, Ankara 1997, s. 457). Ancak, düzenlemede harç adı altında talep edilen bedel, niteliği itibarıyla harç değil bir tür vergi benzeri mali yükümlülüktür. Bu nedenle kuraldaki yükümlü, klasik harç yükümlüsü tanımına uymamaktadır. Kurala göre, öngörülen harcın yükümlüsü, faaliyetini 4628 sayılı Kanuna göre yürüten, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli gibi önceden kaynak kullanımı için bedel ödememiş veya bedel ödemeyi taahhüt etmemiş tüzel kişilerdir. Kuraldaki tanımlamaya giren üç grup harç mükellefi bulunmaktadır. İlk grup, 23.07.2004 tarihinde yürürlüğe giren “Elektrik Enerjisi Üretmek Amacıyla Aynı Bölge ve Aynı Kaynak İçin Yapılmış Birden Fazla Lisans Başvurusu Olması Halinde Seçim Yapılmasına İlişkin Tebliğ” öncesinde lisans almış veya Tebliğin yürürlüğü döneminde tekli başvuru olduğu için lisans bedeli ödememiş tüzel kişiler. İkinci grup, “Elektrik Piyasasında Üretim Faaliyetinde Bulunmak Üzere Su Kullanım Hakkı Anlaşması İmzalanmasına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkındaki Yönetmelik” kuralları uyarınca tekli başvuruda bulunmuş ve katkı payı taahhüt etmemiş tüzel kişiler. Üçüncü grup ise yukarıda belirtilen düzenlemeler dışında otoprodüktör olarak faaliyet gösteren ve otoprodüktör lisansları, üretim lisansına dönüşmüş hidroelektrik kaynağa dayalı elektrik üretimi yapan tüzel kişilerdir. 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa göre, 3096 sayılı Kanuna dayanarak yapılan mevcut sözleşmeler kapsamında faaliyet gösteren tüzel kişiler ile kaynak bedeli ödeyip ödemediği dikkate alınmaksızın hidroelektrik kaynak dışında diğer kaynaklardan üretim yapan şirketlerin söz konusu harcı ödeme yükümlülükleri bulunmamaktadır. Yapılan düzenleme harç olarak adlandırılıp, Harçlar Kanunu'na yapılan bir ilave olmakla birlikte, hukuki niteliği itibarıyla harç olarak nitelenemez. Harç, Devletin yerine getirdiği bazı hizmetler karşılığında hizmetten yararlanan kimselerden alınan bedel olarak tanımlanabilir. Öğretide harç, bazı kamu hizmetlerinden yararlanan kimselerin belirli bir ölçüde bu hizmetlerin maliyetine katlanmaları amacıyla ya da kişilerin bazı işlemleri yapması sırasında konulan ve zor unsuruna dayanan mali yükümlülükler olarak tanımlanmaktadır (Öncel, Kumrulu, Çağan, Vergi Hukuku, Ankara 1997, s. 457).Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 4 Anayasa Mahkemesi ise, 01.11.2012 tarihli ve E.2011/64, K.2012/168 sayılı kararında, “Harç, kamu kurum ve kuruluşlarının sunduğu hizmetlerden yararlananlardan, bu yararlanmaları karşılığı alınan bedeldir. Bir hizmetin harç konusu olabilmesi için, kişilerin bir kamu kurumundan yararlanmaları, kişilere kamu eliyle özel bir yarar sağlanması ve kamu idaresinin kişilerin özel bir işiyle uğraşması gerekir.” diyerek; harcın açık bir tanımını yaptıktan sonra, bir hizmetin harç konusu olabilmesi için, kişilerin bir kamu kurumundan yararlanması, kişilere kamu eliyle özel bir yarar sağlanması ve kamu idaresinin kişilerin özel bir işiyle uğraşması koşullarının bir arada olması gerektiğini belirtmiştir. Öte yandan, Harçlar Kanunundaki düzenlemeler de yukarıdaki tanımlarla uyum içindedir. Harçlar Kanununda harca tabi işlemler dokuz başlık altında ve dokuz tarifede düzenlenmiştir. Bunlar; yargı harçları, noter harçları, vergi yargısı harçları, tapu ve kadastro harçları, konsolosluk harçları, pasaport, ikamet tezkeresi, vize ve Dışişleri Bakanlığı tasdik harçları, gemi ve liman harçları, imtiyazname, ruhsatname ve diploma harçları ile trafik harçlarıdır. Bu harç gruplarında belirtilen iş ya da işlem türlerine göre dokuz tarife belirlenmiştir. Tarife kalemlerine bakıldığında harçlar yukarıda belirttiğimiz tanıma uygun olarak dava görülmesi, işlem yapılması, belge verilmesi gibi devlet veya yetkilendirdiği kişiler tarafından yapılan ve somut karşılığı olan işlemler için alınmaktadır. Bu bağlamda, 6456 sayılı Kanunun 16 ncı ve 17 nci maddelerinde öngörülen şekilde, ticari bir faaliyetten elde edilebilecek bir hâsılat üzerinden harç adı altında bir bedel alınmasını yönelik harç türü söz konusu değildir. Bu durumun tek istisnası, yapısal olarak benzerlik göstermesine rağmen niteliği itibarıyla tamamen farklı olan “denetim yetkilendirme belgesi” harcıdır. Diğer yandan, Harçlar Kanununda nispi ve maktu olmak üzere iki matrah ölçütü vardır. Nispi harçlar konuları belirli bir değere ilişkin olan iş veya işlemler için alınmaktadır. Örneğin, konusu belirli bir değerle ölçülebilen davalarda tarifede yazılı oran üzerinden karar ve ilam harcı bu kapsamdadır. Maktu harçlar ise konusu belirli bir değer ile ölçülemeyen iş veya işlemlerde uygulanmaktadır. Örneğin, pasaport harcı, defter tasdiki gibi işlemlerde alınan harçlar gibi. Yapılan düzenlemede binde on beş gibi bir nispete yer verilmiş olmasına rağmen, buna esas olabilecek değer her yıl değişeceğinden karar ve ilam harcında veya tapu harçlarının birçoğunda olduğu gibi nispete uygulanacak mutlak bir değerden söz edilememektedir. Nispete uygulanacak değer, üretim şirketinin kendi ihtiyacı için kullandığı elektrik bedeli dışında, bir önceki yılın gayri safi iş hâsılatıdır. Hâsılat, kara yönelik bir faaliyetin maliyeti düşürülmeden etkisi, gayri safi hâsılat ise bir gelir kaleminin varsa iade, indirim veya iskontosu düşünülmeden önceki tutarı olarak ifade edilmektedir. Benzerlik arz eden bir düzenleme, 31.05.2012 tarihli ve 6322 sayılı Kanunun 20 nci maddesi hükmü ile Harçlar Kanununa ekli 8 sayılı tarifeye eklenmiştir. Bu düzenleme de aslında harç değil, vergi benzeri bir mali yükümlülüktür. Bu düzenlemede bir serbest meslek kazancı olan bağımsız denetim hizmeti üzerinden, denetimin türüne göre muafiyet sınırı farklı olmak üzere, denetim yapan kimsenin bağımsız denetim faaliyetlerinden elde ettiği bir yıllık gayrisafi iş hâsılatının binde beşi tutarında belge harcı alınmaktadır. Söz konusu harç, gayrisafi iş hâsılatı üzerinden belli bir nispette alınması yönüyle hidroelektrik lisans harcıyla benzerlik taşımasına rağmen özünde farklı bir düzenlemedir. Öncelikle, iş hâsılatının hesaplama parametresi serbest meslek erbapları tarafından yapılan hizmet üretimidir. Dolayısıyla, yatırım ve harcamaları mukayese götürmeyecek oranda daha düşüktür. İkinci olarak, bu harç tarifesinde belirli muafiyet oranları getirilmiştir. Bu muafiyet sayesinde nispi bir vergi adaleti sağlanmaktadır. Az kazanandan az, çok kazanandan çok harç alınmaktadır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 5 Elektrik üretimi lisans harcında ise, bir muafiyet oranı olmadığından, işletme gideri göreli daha yüksek küçük santrallerin ödeyeceği harçların, karlarına oranı daha yüksek olacaktır. Üçüncü olarak, bağımsız denetim harçlarında, harca tabi hizmetin fiyatlandırılması için belirli bir ölçü olmadığından, harcın hizmetin fiyatına yansıtılması kolay olacaktır. Elektrik üretimi lisansı harcında ise, en azından şimdilik harcın fiyata yansıtılması olanağı bulunmamaktadır. Bu açıklamalar ışığında, elektrik üretim lisansı için tespit edilen matrah parametresi vergi ve vergi benzeri gelirlerin düzenleme dayanaklarından zorla alınması dışında hiç birisine uymamaktadır. Hukukumuzda bir başka örneği de bulunmamaktadır. 6456 sayılı Kanunun 16 ncı maddesiyle Harçlar Kanununun 113 üncü maddesine eklenen kurala göre, elektrik üretimi lisans harçları her yıl kurumlar vergisi beyannamesi verme süresi içerisinde verilen bildirim üzerine, elektrik üretim faaliyetlerinden elde edilen gayrisafi iş hâsılatı esas alınarak tahakkuk ettirilmektedir. Tahakkuk ettirilen harçlar Mayıs ayı içerisinde ödenecek ve yapılan tahakkuklar ayrıca mükellefe tebliğ edilmeyecektir. 6456 sayılı Kanunun 60 ıncı maddesinde ise, bu kuralların 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe gireceği belirtilmiştir. Bu durumda, 2013 yılı gayrisafi iş hâsılatı üzerinden 2014 yılında harç ödenip ödenmeyeceği hususu tartışmalı bir konudur. Tartışma şundan kaynaklanmaktadır. Aslında harç adı altında alınacak olan Kanunun yürürlük tarihinden önce yani 2013 yılında yürütülen bir faaliyetten doğan gayrisafi iş hâsılatı üzerinden alınan vergi benzeri bir kamu geliridir. Gelirden doğan bir mali yükümlükle benzerlik teşkil etmektedir. Bu nedenle, Kanunun yürürlüğünden önceki bir dönemde elde edilen gayrisafi gelirden ödeme yapılması hukuken tartışmalı bir konudur. Aslında geriye doğru bir vergilendirme söz konusu olmasına rağmen, vergilendirme yasa koyucu tarafından harç olarak nitelendirilip, peşin alınacağı kurala bağlanmaktadır. Düzenlemelerin Anayasaya Aykırılığı Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Vatandaşlara hukuk güvenliği sağlanması, hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından biridir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde gerçekleştirilebilir. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Zira, ekonomik yaşam belirlilik ve kararlılık ister. Hukuki güvenlik ilkesi vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin belirliliğini ve geriye yürümezliğini de içerir. Hidroelektrik santralı yatırımları büyük mali kaynak gerektiren yatırımlardır ve geri dönüşleri on yılları bulabilmektedir. İptali istenen kurallardaki harcın mükellefleri, bugünkü yatırım ortamından çok farklı sayılabilecek bir dönemde, yürürlükteki yasalara göre harç adı altında bir vergi ödemeyecekleri gerçeğinden hareketle yüksek finansman maliyetlerine katlanarak söz konusu yatırımları yapmışlar ve finansman projeksiyonlarını da bu parametreler üzerine kurmuşlardır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 6 Hidroelektrik santraller yapıldıktan sonra yatırımcıların, Elektrik Piyasası Kanunu kapsamında, özelleştirme bedeli, lisans ihale bedeli ve su kullanım bedeli ödemeksizin hidrolik kaynaklara dayalı elektrik üretim faaliyetinde bulunmaları halinde söz konusu faaliyetlerden elde ettikleri bir önceki yıl gayrisafi iş hasılatı üzerinden binde 15 oranında vergi niteliğinde olan ancak adına harç denilen mali yükümlülüğe tabi tutulmaları, sosyal bir hukuk devletinde olması gereken istikrar, hukuki belirlilik ve hukuk güvenliği nitelikleriyle bağdaşmayacağı için Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturur. Öte yandan, Anayasanın 73 üncü maddesinde, herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü bulunduğu, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımının, maliye politikasının sosyal amacı olduğu, vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği veya kaldırılacağı öngörülerek Anayasanın 2 nci maddesinde nitelikleri belirtilen hukuk devleti ilkesi vergilendirme ilkeleri yönünden somuta büründürülmüştür. Anayasaya göre vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin yasallığı ilkesi yanında verginin genel ve eşit olması, idare ve kişiler yönünden duraksamaya yol açmayacak belirlilik içermesi, geçmişe yürümemesi, öngörülebilir olması ve hukuk güvenliği ilkesine de uygunluğunun sağlanması gerekmektedir. Vergide genellik ilkesi, herhangi bir ayırım yapılmaksızın mali gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi ödemesini ifade ederken; mali güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, aynı zamanda vergide eşitlik sağlanmasının uygulama aracı olup, mali gücü fazla olanın malî gücü az olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise mali gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi alınması esasına dayanır. Oysa, bir önceki yılın gayrisafi iş hasılatı üzerinden binde onbeş oranında harç adında vergi alınmasını öngören iptali istenen düzenlemeler, mükelleflerin kar elde edip etmediklerine ve fiziki ve dolayısıyla iş hasılatı büyüklüklerine bakmamakta; yatırım hacmine göre işletme gideri göreli daha yüksek küçük santrallerin ödeyeceği harç ile işletme gideri daha düşük olacak büyük santraller için aynı oranda harç ödenmesini öngörmektedir. Anayasa Mahkemesi 13.07.1996 günlü, E.1994/85 ve K.1995/32 sayılı Net Aktif Vergisinin gayrisafi hâsılat üzerinden belirlenmesine ilişkin iptal kararında “Gayrisafi hâsılat yükümlülerin mali gücünü tam olarak yansıtmaz. Ekonominin değişik ya da benzer kesimlerinde faaliyet gösterip de aynı gayrisafi hâsılata sahip olan yükümlülerin mali güçleri de aynı olmayabilir.” açıklamasına yer vermiştir. Karardaki gerekçede belirtildiği üzere, iptali istenen düzenlemedeki harcın matrahının gayrisafi hâsılat üzerinden hesaplanması, kar elde edilip edilmemesine bakılmaması ve yatırım hacmine göre işletme gideri göreli olarak yüksek küçük santraller ile işletme gideri göreli düşük büyük santraller için aynı oranın öngörülmesi, Anayasanın 73 üncü maddesine aykırıdır. Diğer yandan, iptali istenen elektrik üretim harcı düzenlemesi sadece hidroelektrik kaynaklara dayalı olarak üretim yapan şirketlere yöneliktir. Diğer kaynak türlerine dayalı olarak üretim yapan şirketler harcın mükellefi değildir. Bu yönü itibariyle düzenleme Anayasanın yasa önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10 uncu maddesine de aykırıdır.Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 7 Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 6456 sayılı Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 16 ncı maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununun 113 üncü maddesine eklenen ek fıkra ile 17 nci maddesi ile 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (8) sayılı Tarifeye eklenen bölüm, Anayasanın 2 nci, 10 uncu ve 73 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptalleri gerekir. 3) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 52 nci Maddesinin Anayasaya Aykırılığı 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kanunun iptali istenen 52 nci maddesi ile, 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmış; Yasanın 60 ıncı maddesi ile de, yürürlükten kaldırılmanın geçerli olduğu tarih 27/2/2008 olarak belirlenmiştir. 5737 sayılı Vakıflar Kanununun “Vakıf kültür varlıklarının tespiti, tescili ve yaşatılması” başlıklı 28 inci maddesi şöyledir: “MADDE 28 Vakıflara ait yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tespiti, envanterinin çıkarılması, tescili, Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait olanların korunması, mülkiyeti el değiştirmiş vakıf kültür varlıkları ile koruma alanlarının kamulaştırılması, değerlendirilmesi, onarımı, restorasyonu ve gerektiğinde yeniden inşası Genel Müdürlükçe yürütülür. Sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Genel Müdürlüğe veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin; Kurumlar Vergisi matrahının yüzde onu, yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Genel Müdürlüğe aktarılır. Yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlığı niteliğindeki taşınmazların, benzer amaçlı mazbut vakıfların gelirleriyle korunmasına ve yaşatılmasına Meclis yetkilidir.” İptali istenilen 52 nci madde ile, sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Vakıflar Genel Müdürlüğüne veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin; kurumlar vergisi matrahının yüzde onunun, yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne aktarılmasına ilişkin olarak 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, sermayesinin yüzde ellisinden fazlası Vakıflar Genel Müdürlüğüne veya mazbut vakıflara ait işletme ve iştiraklerin tanımına uygun işletme ve iştirak sayısı birdir ve o da Vakıfbank'tır. Yani Vakıfbank 2008'den beri her yıl kurumlar vergisi matrahının; bir başka deyişle mali karının yüzde 10'unu vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne aktarmak durumundadır. Vakıf kültür varlıklarının onarımında kullanılmak üzere Vakıflar Genel Müdürlüğüne para aktarılmasına ilişkin olarak bu yükümlülük Vakıfbank'a 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesi ile getirilmiştir. Bu maddenin gerekçesi ise şu şekildedir;Esas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 8 “Madde ile ülkemizin kültür mirası niteliğinde olan vakıflara ait taşınır ve taşınmaz eski eserlerin tespiti, envanterinin çıkarılması, tescili, Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait olanların; korunması, koruma alanlarının kamulaştırılması, değerlendirilmesi, onarımları ile restorasyonlarının Genel Müdürlükçe yapılması ve ayrıca yeterli geliri bulunmayan mazbut vakıflara ait abide eserlerin geleceğe intikalinin sağlanması, yaşatılması için benzer amaçlı vakıf gelirlerinden harcama yapılabilmesi hususlarında düzenleme yapılmıştır.” Vakıf kültür varlıklarının onarılıp yaşatılmasında, abide eserlerin geleceğe intikalinin sağlanmasında kamu yararı bulunduğu kuşkusuzdur. Bir hükmün değiştirilmesi veya kaldırılması için en geniş anlamıyla bu değiştirme veya kaldırmanın kamu yararına dayanması, başka deyimle kaldırma veya değiştirme için gösterilen gerekçelerin doğru olması veya başka gerekçelerin, yasa koyucunun kaldırma veya değiştirme işleminin haklı göstermesi, Anayasanın temel ilkelerindendir. Nitekim, kamu yararı bulunmayan konularda yasa koyucunun bir yasa yapması veyahut bir yasayı değiştirmesi, yasama yetkisinin tanınmasıyla güdülen amaca aykırı düşer; çünkü, yasama yetkisi, devlete yararlı olacak alanlarda ve yararlı olacak biçimde kullanılmak üzere Meclislere tanınmış bir yetkidir. Anayasa Mahkemesinin 28.01.2004 tarih ve E.2003/86, K.2004/6 sayılı kararında “Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumları benimseyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. yasaların kamu yararına dayanması> gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır.” denilmiştir. İptali istenen kural, kamu yararı görüldüğü için getirilen bir hükmü kaldırdığından Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olduğu çok açıktır. Diğer taraftan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile de bağdaşmaz. Açıklanan nedenlerle, 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 52 nci maddesi Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 4) 03.04.2013 Tarihli ve 6456 Sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 60 ıncı Maddesinin (d) Bendinin Anayasaya Aykırılığı 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı Kanunun 52 nci maddesi ile, 5737 sayılı Vakıflar Kanununun 28 inci maddesinin ikinci fıkrası yürürlükten kaldırılmış; Yasanın iptali istenen 60 ıncı maddesinin (d) bendi ile de, yürürlükten kaldırılmanın geçerli olduğu tarih 27.02.2008 olarak belirlenmiştir. İlke olarak, herhangi bir kanun veya düzenleyici kural, hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğeEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 9 girmelerinden önceki olayları etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Hakkın özünü ortadan kaldıran bir hükmün aleyhteki kanun hükmü olduğu açıktır. Hukuk devletinin temel özelliği, bütün vatandaşlar, hatta vatandaş olmasa bile ülkesindeki tüm insanlara hukuki güvence sağlamasıdır. Hukuki güvencenin ilk ve en basit şartı ise aleyhteki kanunların geriye yürümemesidir. Anayasa Mahkemesi'nin de bu yönde verilmiş birçok kararı vardır. Nitekim Yüksek Mahkeme ‘geriye yürümezlik' ilkesini incelerken 07.02.2008 tarihli ve E.2005/128, K.2008/54 sayılı kararında aynen şöyle demiştir: “Daha önce tesis edilmiş bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. “Yasaların geriye yürümezliği ilkesi” uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir.” İptali istenen kural; kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar için getirilmemiş, bilakis kamu yararı görüldüğü için getirilen bir kuralın kaldırılması öngörülmüştür. Bu nedenle sözkonusu kural, hukuk güvenliği ilkesi ile bağdaşmadığından Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır. Yürürlük tarihi olarak 2008'in belirlenmesinin nedenini (böyle bir düzenleme yapılmasındaki amacı) ise, Vakıfbank'ın yıllardır kurumlar vergisi matrahının yüzde onunu, Vakıflar Genel Müdürlüğüne yasanın amir hükmüne karşın aktarmamış olmasında aramak yanlış olmayacaktır. Çünkü, gerekli aktarmalar zamanında yapılmış olsaydı, aktarma yükümlülüğünün kaldırılmasının geriye çekilmesi, hiçbir anlam kazanmayacaktı. Yasakoyucunun kişisel, siyasî ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda bir <<yetki saptırması>> ve giderek de amaç öğesi bakımından yasanın sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz konusu olur. Diğer taraftan Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasanın 11 inci maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile de bağdaşmaz. Açıklanan nedenlerle, 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 60 ıncı maddesinin (d) Bendi Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 03.04.2013 tarihli ve 6456 sayılı “Kamu Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde KararnamelerdeEsas Sayısı : 2013/72 Karar Sayısı : 2013/126 10 Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2 nci maddesi ile değiştirilen 4749 sayılı Kanunun 7/A maddesinin birinci fıkrasındaki iptali istenen “Bölüm”, temel esasları belirlenmeden, sınırları çizilmeden “yasama yetkisinin devredilmezliği” ilkesine aykırı olarak yürütmeye düzenleme yetkisi verdiğinden uygulanmaları halinde hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Elektrik üretimi lisans harcı, 01.01.2014 tarihinde yürürlüğe yürürlüğe girecek ve hidroelektrik santrali yatırımcıları 2013 yılı gayrisafi iş hasılatının binde onbeşi oranında 2014 Mayıs'ında harç ödemek durumunda kalacaklardır. Anayasa Mahkemesi tarafından düzenleme iptal edilse dahi Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden, söz konusu yatırımcıların telafisi olmayan zarar ve ziyanları ortaya çıkacaktır. Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Ana
4,148
Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemini de içeren dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: I. GENEL AÇIKLAMALAR Yüksek malûmları olduğu üzere: 1) Anayasa Mahkemesi'nin görev ve yetkilerini belirleyen Anayasa'nın 148. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğü'nün Anayasa'ya şekil ve esas yönünden uygunluğunu denetler. 2) TBMM kararları, Anayasa'da sayılan (dokunulmazlığın kaldırılması, milletvekili üyeliğinin düşmesi kararları gibi) istisnalar dışında kural olarak Anayasa Mahkemesi'nin denetim kapsamı dışında kalmakta ise de, Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında belirtildiği gibi TBMM'nin İçtüzük hükmü niteliğindeki ya da içtüzük hüküm ve etkisindeki kararların Anayasal denetime tabi tutulması gerekmektedir. 3) TBMM kararının niteliği, değeri ve etkisi üzerinde durmadan Anayasal denetimin dışında kaldığının kabul edilmesi, İçtüzük hükmü etkisi doğuran TBMM kararlarının Anayasal yargı denetiminden kaçırılması neticesini doğurur. 4) Önemle vurgulamak gerekir ki bir yasama metnine verilen isim o metnin Anayasal yargı denetimine tabi olup olmayacağı konusunda tek ve yeterli ölçü değildir. Bu yasama metninin kapsamının ve özünün gözönünde bulundurulması gerekir. İncelenen Meclis kararı, ihdasî nitelikte yeni bir düzenleme içeriyor ya da mevcut İçtüzük hükümlerini değişikliğe uğratıyorsa bu Anayasal denetim kapsamına giriyor demektir. İsmi, Meclis kararı da olsa bir İçtüzük değerinde, niteliğinde ve etkisinde olduğundan denetim konusu yapılması gerekir. 5) Çünkü, Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında vurgulandığı gibi; İçtüzüğün bir kuralını değiştirme ya da İçtüzüğe yeni bir kural koyma niteliğinde olan TBMM uygulamaları ve kararları, İçtüzük kuralı sayılır. (Any.Mah.Kararı, T.14.5.1996, E.1996/21, K.1996/15; AMKD, S.32, C.2, s.721). 6) Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında belirtildiği gibi; yasama organınca Anayasa'da öngörülenlerden başka isimler altında ve başka yöntemler uygulanarak oluşturulan yasama işlemlerinin Anayasa Mahkemesi'nin denetimine bağlı olup olmadığının saptanmasında bu işlemlerin nitelik ve içeriklerinin gözetileceği açıktır. Bu nitelikteki bir işlemin denetiminin Anayasa Mahkemesi'nin görev alanına girip girmediği belirlenirken, meydana getirilen metnin oluşturulmasında uygulanan yöntem kadar içeriğinin niteliği üzerinde durulması, değer ve etkisinin ortaya konulması ve bu metnin denetime bağlı tutulan işlemlerle eşdeğerde ve etkinlikte ise denetiminin yapılması zorunludur. Anayasa Mahkemesi, öteden beri konuyu bu yönden değerlendirmiştir. Nitekim 27.2.1968 günlü, Esas 1967/6, Karar 1968/9 sayılı kararla adı içtüzük değiştirilmesi olmadığı ve içtüzüklerin değiştirilmesindeki yöntemler uygulanmadığı halde, değer ve etki bakımındanEsas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 2 birer İçtüzük düzenlemesi niteliğinde olan Millet Meclisi kararlarının denetim alanına gireceği kabul edilmiştir. (T.14.5.1996, E.1996/21, K.1996/15; AMKD, S.32, C.2, s.721.) 7) Bu açıklamalardan sonra belirtelim ki Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı kararı, 12 Ekim 2001 tarih ve 24551 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. 8) Hemen belirtelim ki bu karar İçtüzük değişikliği niteliğindedir. Çünkü Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında vurgulandığı gibi; İçtüzüğün bir kuralını değiştirme ya da İçtüzüğe yeni bir kural koyma niteliğinde olan TBMM uygulamaları ve kararları, İçtüzük kuralı sayılır. (T.14.5.1996, E. 1996/21, K.1996/15, AMKD, S.32, C.2, s.21) 9) Şunu da belirtelim ki; 722 sayılı Karar'ın mahiyeti, 1990 yılında Anayasa Mahkemesi'nin huzuruna getirilen 12.8.1990 tarih ve 107 sayılı Karar ile 05.9.1990 tarih ve 108 sayılı Karar'ın mahiyetinden tamamen farklıdır. Zira 107 ve 108 sayılı Kararlar somut bir olay karşısında Körfez Krizi sebebiyle içe dönük bir şekilde savunma amaçlı olarak alınmıştır. Nitekim, 107 sayılı Karar Ülkemize bir tecavüz vukuu halinde derhal mukabele edilmesi maksadına münhasır olarak 108 sayılı Karar ise Ülkemizin muhtemel tehlikelere karşı güvenliğinin idame ettirilmesini sağlamak üzere alınmıştır. 722 sayılı Karar ise bütünüyle dışa dönüktür. 10) Bu ve benzeri birçok sebepten dolayı, 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Karar'ın iptali gerekmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, daha önce, yine Anayasa'nın 92. maddesine dayanılarak alınan bir Meclis kararını, Ülkemizde Konuşlandırılan Çokuluslu Gücün Görev Süresinin Uzatılmasına İlişkin 28.3.1996 tarih ve 409 Sayılı Kararı iptal etmiştir. Yeni bir İçtüzük kuralı niteliğinde olan 28.3.1996 günlü, 409 sayılı Ülkemizde Konuşlandırılan Çokuluslu Gücün Görev Süresinin Uzatılmasına İlişkin TBMM kararının Anayasa'ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, karar verildi. (Any.Mah.Kararı T.14.5.1996, E. 1996/21, K.1996/15, AMKD, S.32, C.2. s.724) II. İPTAL SEBEPLERİ Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Kararın son fıkrası Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün 129. ve 130. maddelerini eylemli ve Anayasa'ya aykırı olarak değiştirmiştir.Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 3 Bilindiği gibi Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün, Silahlı Kuvvet gönderilmesi veya kabulü başlığını taşıyan 130. maddesi aynen şöyledir: Madde 130. Anayasanın 92 nci maddesinin birinci fıkrası gereğince, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulundurulmasına, belli bir süre için, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisince izin verilir. Bu kararı Cumhurbaşkanı uygular. 722 sayılı Karar'ın dava konusu olan son fıkrası ise aynen şöyledir : Bu nedenle ve bu bağlamda, Hükümet, Anayasanın 92 nci ve 117 nci maddeleri uyarınca, gereği, kapsamı, sınırı, zamanı ve süresi Hükümetçe belirlenmek üzere, terörizme karşı başlatılan sürekli özgürlük harekatı ve devamının icrası kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetler unsurlarının Türkiye'de bulunması ve Hükümetçe verilecek izin ve belirlenecek esaslar çerçevesinde bu kuvvetlerin kullanılması için, Hükümete izin verilmesi, Genel Kurulun 10/10/2001 tarihli 5'inci Birleşiminde kararlaştırılmıştır. Hemen ilk bakışta fark edileceği gibi 722 sayılı Karar, TBMM İçtüzüğü'nün 130. maddesini, birçok bakımdan eylemli ve Anayasaya aykırı olarak değiştirmiştir. Şöyle ki: A) 722 sayılı Karar, İçtüzüğün 130. maddesini, Anayasa'ya aykırı olarak yetki bakımından değiştirmiştir : 722 sayılı Karar, Anayasa'ya aykırı eylemli İçtüzük değişikliği ile hem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkisini hem de Cumhurbaşkanı'nın yetkisini ihlâl etmiştir. İçtüzüğün eylemli olarak değiştirilen 130. maddesine göre; Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce izin verilir. Bu kararı Cumhurbaşkanı uygular. Bu izin verme yetkisi, sadece ve sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait olan münhasır bir yetkidir. 722 sayılı Karara göre ise Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi veya yabancı kuvvetlerin Türkiye'de konuşlandırılması yetkisi, belirsiz bir süre için, bütünüyle Bakanlar Kurulu'na devredilmiştir. Bu devir, tam anlamıyla bir yetki devridir. Yukarıda bahsolunduğu gibi Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verme yetkisi, Anayasa'nın 92/1. maddesine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne ait olan münhasır bir yetkidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu yetkiyi devir yetkisi yoktur. Söz konusu yetkinin devredilmesi, Anayasa'nın hem 92/1. maddesine hem de 6. maddesinin son cümlesine yani Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. diyen hükmüne açıkça aykırı olur.Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 4 Öte yandan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin verilmesi halinde, bu kararı uygulama yetkisi İçtüzüğe göre, Cumhurbaşkanına aittir. 722 sayılı Karar ise, gereği, kapsamı, sınırı, zamanı ve süresi Hükümetçe belirlenmek üzere. Hükümetçe verilecek izin ve belirlenecek esaslar çerçevesinde demek suretiyle, Cumhurbaşkanının yetkisini Hükümete vermektedir. Bu da eylemli bir İçtüzük değişikliğidir. Bu değişiklik, Cumhurbaşkanının yetkileri bakımından Anayasa'nın hem 92/2. maddesine hem de 104. maddesinin Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek diyen b/7 hükmüne açıkça aykırıdır. B) 722 sayılı Karar, İçtüzüğün 130. maddesindeki belli bir süre için kavramını eylemli olarak değiştirmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün 130. maddesine göre; Anayasa'nın 92 nci maddesinin birinci fıkrası gereğince, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına 'belli bir süre için', Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce izin verilir. 722 sayılı Karara göre ise Anayasa'nın 92 nci maddesinin birinci fıkrası gereğince, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesi veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunması için artık Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin izin vermesine gerek yoktur. Çünkü; Türkiye Büyük Millet Meclisi bu yetkisini Hükümete süresiz olarak devretmiştir. Bundan böyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin resmen ve fiilen savaşa dahil olduğu bir dönemde, Türk Hükümeti, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bilgisi dışında Türk Silahlı Kuvvetlerini yabancı ülkelere gönderebilecek, yabancı silahlı kuvvetleri ise Türkiye'de konuşlandırabilecektir. Türk Silahlı Kuvvetlerinden, Kaç asker, Ne zaman, Ne kadarlık bir süre için, Hangi ülkelere, gönderilecektir' Bunların cevaplarını tahmin etmek bile mümkün değildir. Aynen bunlar gibi;Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 5 Hangi yabancı ülke silahlı kuvvetleri, Ne miktarda, Türkiye'nin neresinde, Ne zaman, Ne kadarlık bir süre için, konuşlanacaktır' Bu soruların da cevaplarını tahmin etmek mümkün değildir. Hiç kuşku yoktur ki 722 sayılı Karar'ın son fıkrasına dayanan (bu tür) uygulamaların tamamı Anayasa'nın 92/1. maddesinin hem lafzına (sözüne) hem de ruhuna (özüne) aykırı düşecektir. Çünkü 722 sayılı Kararın son fıkrası, Anayasa'nın 92/1. maddesinin hem lafzına hem de ruhuna aykırıdır. a. 722 sayılı Karar, Anayasa'nın 92/1. maddesinin lafzına aykırıdır. 722 sayılı Karar'ın, lafız bakımından Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'ne aykırı olan hükümleri aynı zamanda Anayasa'nın 92/1. maddesine de aykırıdır. Çünkü İçtüzük'ün 130. maddesi Anayasa'nın 92/1. maddesiyle uyumludur. Bu uyum sebebiyledir ki İçtüzüğün 130. maddesine aykırı olan bir düzenleme, doğal olarak Anayasa'nın 92/1. maddesine de aykırı düşecektir. b) 722 sayılı Karar, Anayasa'nın 92/1. maddesinin ruhuna aykırıdır. Anayasa'nın 92/1. maddesi 1961 Anayasası'nın 66. maddesinden aynen alınmıştır. Anılan (66.) madde, 1961 Anayasası'na çok büyük acı tecrübelerin sonucu olarak girmiştir. Söz konusu madde Temsilciler Meclisi'nde görüşülürken, Fahri BELEN isimli üye aynen şöyle demiştir : Muhterem arkadaşlar; tasarının bu maddesi, yasama hayatımıza bir yenilik daha getirmiştir. Bu bakımdan sayın komisyona teşekkürlerimi sunarım. Bu maddeye göre yabancı kuvvetlerin Türkiye'ye gelmesi yahut Türk kuvvetlerinin yabancı ülkelere gitmesi Büyük Millet Meclisi'nin iznine tabi olacaktır. Belki diğer Anayasalarda mevcut olmayan bir hükmün, maddede yer alması bizde çok lüzumludur, arkadaşlar. Yüksek malumunuz olduğu üzere, Birinci Cihan Harbinden evvel Almanya ile yapılan ittifak ne Meclisin, ne Padişahın ve ne de kabine ekseriyetinin malumatı olmadan, dört kişi tarafından imzalanmıştır.Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 6 Sonra arkadaşlar bizi harbe sürükleyen Sivastopol baskını için iki Nazır karar vermiş, diğerlerinin hiçbir malumatı yoktur. Arkadaşlar, Kore muharebesi milli tarihimize şerefli sayfalar eklemiştir fakat bu kararın ne şekilde verildiğini biliyor musunuz' Yalova'da Reisicumhur, Başbakan ve Milli Savunma Bakanı karar vermişlerdir. Tatbikat için de Genelkurmaya gerekli emirler verilmiştir. Usulen Bakanlar Kurulundan karar alınması için, 3 4 gün sonra Bakanlar Kurulu toplanmıştır, Bakanlar Kurulundan usulen karar alınması, uysal arkadaşları iştirak ettirmek suretiyle temin edilmiş, bendeniz ve Sayın Nihat Reşat Belger bu toplantıya davet edilmemiştir. Ondan sonra da Meclis tasdik etmiştir. Arkadaşlar, karar yerindedir, fakat usul, tatbik edilen şekil hatalıdır. Artık milletlerin mukadderatı birkaç kişinin hata ve sevabına bırakılamaz. Bu bakımdan bu maddeyi büyük bir memnuniyetle karşılıyorum. (Av Kazım ÖZTÜRK, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, C.2, Ankara, 1966, s.2315). Yine Temsilciler Meclisi'nde Emin Soysal isimli üye ise, konunun öneminden dolayı milletlerarası hukuk kuralları uyarınca savaş hali ilanına Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası anlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında hükmünün, hükümetler tarafından istismar edileceği endişesiyle maddeden çıkarılmasını önermiştir. Emin Soysal şöyle demiştir: Muhterem arkadaşlar, bundan evvelki Anayasada bu husus sadece sulh akdi ve harb ilanı şeklinde ifade edilmiştir. Komisyonun bu yeni tasarıda Türk Devletini son derece nazik bir vaziyette bıraktığına kaniim. Buradaki Milletlerarası hukuk kuralları uyarınca savaş hali ilanına Türkiye'nin taraf olduğu milletlerarası anlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında ibaresini bendeniz zait buluyorum. Onun için yüksek dikkatinizi çekerim, bu maddenin bu fıkrasının çıkmasında milli menfaatimiz bakımından fayda olduğuna kaniim. Bu hususta da bir önerge veriyorum. Bir Hükümet gelir, . böyle bir fıkradan istifade ederek çeşitli kararlar verirse tehlikeli duruma sürükler milleti! Kore'ye asker gönderilmesi olduMeclisin de haberi yoktu. Büyük Millet Meclisi tedbirlerini almadan dört kişinin kararıyla milletlerarası nezaket kuralları bakımından asker göndermek milleti tehlikeye harb içine sürükler. Bu olmaz. Tarihi olaylar, geçmişteki felaketler bize ders olması gereken hakikatlerdir. (Öztürk, ss.2316 2317) Temsilciler Meclis'i üyelerinden yine Emin Soysal, 66. madde üzerindeki konuşmasını şöyle sürdürmüştür : bendeniz Mecliste endişe yaratmak değil, geçmişteki acı tecrübelerin ışığı altında Türk Devletinin inisiyatifini yarı yarıya azaltan bir şeyin önlenmesi ve inisiyatifin millette ve Mecliste olması için teklif ediyorum. Yoksa Meclisi endişeye düşürmek için değil. Geçmişteki endişelerin ışığı altında konuşuyorum. Bu milleti birdenbire kimsenin haberi olmadan Kore'ye sevk ettiklerini unuttuk mu' Birinci Cihan Harbi bu milletin, padişahın, Meclisin haberi olmadan ilan edilmiştir. Bu milletin coğrafi durumu hiçbir millete benzemez. Bunu bilmek lazım. Her vaziyette ne olursa olsun silahlı kuvvetleri kullanmak ve harb ilan etmek hallerinde behemehal bu Meclisin . kararına bağlanmalıdır. (Öztürk, s.2321)Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 7 Öneminden dolayı tekraren belirtelim ki 1961 Anayasası'nın 66. maddesi 1982 Anayasası'na 92/1. madde olarak aynen alınmıştır. Dolayısıyla, 1961 Anayasası'nın 66. maddesi görüşülürken belirtilen gerekçe ve endişeler bugün için de geçerlidir. İlaveten belirtelim ki bugün harabeye dönüşen Afganistanı, bu duruma düşüren, ülkesinde uzun süre yabancı silahlı kuvvetler bulunduran, kukla Afgan Hükümetleridir. Kısaca, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Kararı'nın son fıkrası, Anayasa'nın 92. maddesinin hem lafzına hem de ruhuna aykırıdır; iptali gerekir. Öte yandan hükümetler çeşitli sebeplerden dolayı örneğin iktisadi, mali, ideolojik veya askeri sebeplerle yabancı güçlerin etkisinde kalabilir, onların kontrolüne de girebilir. Ve hatta bir kısım yöneticiler, kişisel çıkarlarını ulusal menfaatlerin üzerinde görerek düşmanla işbirliği dahi yapabilir. Nitekim tarihte bunun örnekleri çok görülmüştür. İnsanlık tarihinin yaşadığı bu acı tecrübelerden dolayıdır ki Cumhuriyet Anayasalarımızın tümünde, savaş ilanı ve Silahlı Kuvvetler'in kullanılmasına karar verme yetkisi TBMM'ne verilmiştir. 1924 Anayasası da 26. maddesinde savaş ilanını TBMM'nin bizzat kendi ifa ettiği görevler arasında saymıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurtdışına gönderilmesi yetkisiyle donatılan hükümet(ler) çeşitli baskı ve nedenlerle Türkiye'yi, bir oldu bitti ile savaşa dahi sokabilir. Nitekim, ajanslardan öğrendiğimize göre şu an Afganistan ile savaş halinde olan Amerika Birleşik Devletleri'nin yanında yer almak üzere, askeri birliklerimiz cepheye intikal etmiş durumdadır. Savaşan devletlerden birinin yanında yer alarak, cepheye asker göndermek fiilen savaş ilan etmek demektir. Bu durum, 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Karara dayanılarak icra edildiğine göre, TBMM İçtüzüğü'nün 129. maddesinin birinci fıkrası eylemli ve Anayasaya aykırı olarak değiştirildiği anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi İçtüzüğün, Savaş hali ilanı başlığını taşıyan 129. maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir: MADDE 129 Anayasanın 92 nci maddesinin birinci fıkrası gereğince, yabancı bir devlete karşı veyahut belli bir devleti hedef tutmayıp Türkiye için savaş hukukunun yürürlüğe girmesini gerektiren hallerde savaş hali ilanına, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine, Türkiye Büyük Millet Meclisince karar verilir. Bu kararı Cumhurbaşkanı uygular. Hükümet'in eylemli olarak savaş ilanına dayanak teşkil eden ve Meclis İçtüzüğü'nün 129/1. maddesini eylemli olarak değiştiren 722 sayılı Karar, Anayasa'nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerini düzenleyen 87. maddesinin savaş ilanına karar vermek hükmüne aykırıdır. Kısaca;Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 8 Anayasa'nın 92'nci maddesine göre Hükümete yetki verilmesine dair işlemlerin hukuki çerçevesi hem Anayasa hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü tarafından kesin olarak çizilmiştir. Bu sınırın aşılması, tıpkı 722 sayılı karar gibi, Anayasaya aykırı olarak eylemli bir İçtüzük ihdası anlamına gelir. Anayasa'ya aykırı olarak ihdas edilen eylemli İçtüzük değişikliklerinin; Anayasal yargı denetiminin dışında tutulması ve Demokratik bir hukuk devletinde varlığını sürdürmesi, düşünülemez. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA SEBEPLERİ : 1) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Kararı'nın son fıkrası, Anayasa'nın 6/son, 87., 92. ve 104/b 7 maddelerine açıkça aykırıdır. 2) Söz konusu karara dayanılarak. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bir bölümü yabancı ülkelere gönderilmiştir. 3) 722 sayılı Kararın uygulanmasına devam edilmesi halinde Türkiye için telafisi imkansız bir çok zararların meydana geleceği gayet açıktır. 4) 722 sayılı Karar hakkında yürürlüğü durdurma kararı verilmeyip bilahare iptal kararı verildiğinde, iptal kararı, belki bütünüyle etkisiz kalacaktır. SONUÇ Anayasa'nın 92. maddesinin Anayasa'ya giriş sebepleri gerekçeleri, Meclis müzakere tutanakları ve tarihi süreç açıkça ortaya koymaktadır ki Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye'de bulunmasına izin veren bir Meclis kararının Anayasa'ya uygun olabilmesi için söz konusu kararda; A l) Kaç kişi (asker)den oluşan Türk birliğinin, 2) Ne amaçla' 3) Hangi ülkeye veya ülkelere' 4) Ne zaman' 5) Ne kadarlık bir süre için' gönderileceğinin, B. 1) Hangi ülke veya ülkelerin silahlı kuvvetlerinin' 2) Ne amaçla' 3) Ne kadarlık bir süre için' Türkiye'de bulundurulacağının, açıkça (somut olarak) belirtilmesi gerekir.Esas Sayısı : 2001/424 Karar Sayısı : 2001/354 9 Halbuki 722 sayılı Karar bu hususlara hiç değinmemiş, gereğini, kapsamını, sınırını, zamanını ve süresini belirleme yetkisini bütünüyle Hükümete bırakmıştır. Böylece Anayasa'nın; 1) 92. maddesi hükmünü, 2) 87. maddesinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri arasında saydığı savaş ilanına karar vermek hükmünü, 3) 104. maddesinin b/7 (Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar vermek) hükmünü, 4) 6. maddesinin son cümlesi hükmünü (Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz diyen hükmü), ihlal etmiş, etkisiz kılmıştır. Bu sebeplerle ve Yüksek Mahkeme'nin re'sen dikkate alacağı diğer gerekçelerle, TBMM'nin eylemli İçtüzük değişikliği niteliğindeki 10.10.2001 tarih ve 722 sayılı Anayasanın 92 nci ve 117 nci maddeleri Uyarınca Hükümete İzin Verilmesine Dair Kararının, Anayasa'nın 92., 6., 87 ve 104. maddelerine açıkça aykırı olan son fıkrası hakkında acilen yürürlüğün durdurulması ve iptal kararı verilmesini arz ve talep ederiz.
2,636
Esas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 1 I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçelerinin gerekçe bölümleri özetle şöyledir: 5467 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu, Yükseköğretim Kanunu, Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu, Telsiz Kanunu ile 78 ve 190 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un geçici 1. maddesinde, “Bu Kanunla kurulan üniversitelerin kurucu rektörleri iki yıl için, Milli Eğitim Bakanı ve Başbakanın önereceği üç isim arasından Cumhurbaşkanınca atanır.” denilmektedir. Anayasa'nın 130. maddesinin altıncı fıkrasında, yasada belirlenecek yöntem ve ilkelere göre, rektörlerin Cumhurbaşkanı'nca seçileceği belirtilmiş, 104. maddesinin ikinci fıkrasının (b) bendinin son alt bendinde de, rektörleri seçmek Cumhurbaşkanı'nın yürütme alanına ilişkin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır. Bu kurallarda rektör adaylarının nasıl önerileceği belirtilmediğinden buna ilişkin düzenlemenin yasayla yapılacağı açıktır. Ancak, yapılacak yasal düzenlemenin, diğer ilgili anayasal kurallarına ve kamu yararı amacına uygun olması gerektiği de kuşkusuzdur. Anayasa'nın 130. maddesinin birinci fıkrasında, üniversitelerin, çağdaş eğitim ve öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde ulusun ve ülkenin gereksinimine uygun insangücü yetiştirmesi amacı ile eğitim, öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere, kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversitelerin devlet tarafından yasayla kurulacağı belirtilmiştir. 130. maddenin gerekçesinde de, yasaya bırakılan konuların “bilimsel özerklik” ilkesi gözönünde bulundurularak düzenlenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Anayasa'da yer verilen kurucu öğeler, aynı zamanda üniversitelerin görev alanını belirlemekte, işlevini ortaya koymaktadır. Üniversitelerin bu görev ve işlevinin niteliği, bilimsel ve akademik çalışma ve etkinliklerinin ağırlık ve önemi nedeniyle, her türlü dış etkilerden ve siyasal karışmalardan uzak tutulması ve bilimsel saygınlıklarının korunmasına özen gösterilmesi gerekmektedir. Çünkü, üniversiteler akademik nitelikleri nedeniyle tüm çalışmalarında bilimsel ölçütleri gözönünde bulundurmak, nesnel ve yansız olmak zorundadır. Bunu sağlamanın yolu ise, yükseköğretim dışındaki kurumların, özellikle siyasal erkin, yönetimin herhangi bir evresinden başlayarak bilimsel çalışmaları etkileyecek tüm aşamalardan uzak durmasından geçmektedir. Anayasa koyucunun üniversiteleri bilimsel özerklik ve kamu tüzelkişiliği ile donatması, yükseköğrenime verilen önem ve değerin sonucudur. Gerek bu önem ve değer, gerek rektör seçimi yetkisinin Cumhurbaşkanı'na verilmiş olması, üniversitelerin bilimsel özerkliklerinin yönetsel özerkliği de içerdiğini göstermektedir. Çünkü, bilimsel özerklik, belli sınırlar içinde serbestçe karar alıp, bu kararları uygulayabilmeyi; verilen görev alanı içinde kalmak koşuluyla, üniversite dışı yönetsel birimlerin ve siyasal erkin karışması olmadan, işleyişini kendisinin yönlendirebilmesini gerektirmektedir. Başka bir deyişle, bilimsel özerklik yönetsel özerkliği de içermektedir. Yönetsel özerklik ile bilimsel özerklik birbirini tamamlamakta, yönetsel özerklik olmadan bilimsel özerklikten söz edilmesi anlamsız kalmaktadır. Bu niteliği ile bilimsel veEsas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 2 yönetsel özerklik, üniversite yönetiminin karar alma sürecinde herhangi bir baskı, telkin ya da tavsiye ile etki altına alınmalarını önleyerek, yansız görev yapabilmelerini sağlamakta ve onlara görevlerini yürütebilecekleri bir hukuksal güven ortamı yaratmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını yansıtmakta, yasaların kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği ve adalet kavramları ile istikrar ve özerklik arasında sıkı bir bağ bulunmaktadır. Hukuk güvenliği ve adalet, çağdaş kamu yönetimi anlayışında, istikrar olgusunun temelini oluşturmaktadır. Hukuk güvenliği, kamu görevlileri yönünden önemli bir güvencedir. Bir anayasal kurumun seçilip atanmış üyeleri söz konusu olduğunda bu güvence daha da önem kazanmaktadır. Bu güvence, yükseköğretimde çok önemli işleve sahip rektörlerin seçilme evresinde siyasal iktidarın karışmasına engel oluşturmaktadır. Öte yandan, Anayasa'nın 130. maddesinde, yükseköğretim kurumlarının kuruluşu Yasama Organı'nın takdirine bırakılmakla birlikte, Yükseköğretim Kurulu da bu alanda yetkili kılınmıştır. Gerçekten, Anayasa'nın 131. maddesinin birinci fıkrasında, üniversite öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, eğitim, öğretim ve bilimsel araştırma etkinliklerini yönlendirmek, üniversitelerin yasada belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını ve geliştirilmesini, üniversitelere ayrılan kaynakların etkili biçimde kullanılmasını sağlamak amacı ile bir Yükseköğretim Kurulu kurulacağı belirtilmiştir. Anayasa'nın 131. maddesinde yer verilen Yükseköğretim Kurulu'nun kuruluş öğeleri, aynı zamanda Kurul'un görev ve yetki alanını da belirlemekte ve yükseköğretimin planlanması, düzenlenmesi, yönetilmesi ve denetlenmesi ile eğitim, öğretim, bilimsel etkinliklerin yönlendirilmesi Yükseköğretim Kurulu'nun görev ve yetki alanına girmektedir. Bu alan, üniversiteleri yönetecek, eğitim ve öğretimi sürdürecek, bilimsel araştırmaları yönlendirecek yönetimin oluşturulmasını da kapsamaktadır. Yukarıda yer verilen anayasal kurallar ve yapılan açıklamalar eğitim ve öğretimde olduğu kadar yükseköğretim kurumlarının yönetim organlarının belirlenmesinde de görev ve yetkinin Yükseköğretim Kurulu'nda olması gerektiğini göstermektedir. Yükseköğretim kurumlarının siyasal karışma dışında tutulması yönündeki kamu yararı da bunu gerektirmektedir. Nitekim, bu gerekçelerden hareketle, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası'nın 13. maddesinde, kurucu olup olmamasına göre ayrım yapılmadan, rektör adaylarını belirleyip önerme yetkisi Yükseköğretim Kurulu'na verilmiştir. Bu nedenle, Yasa'nın geçici 1. maddesinde, yeni kurulan üniversitelerde kurucu rektör adaylarının Milli Eğitim Bakanı ve Başbakan'ca belirlenmesinin öngörülmesi, üniversitelerin bilimsel ve yönetsel özerklikleriyle, Yükseköğretim Kurulu'nun Anayasa'da yer verilen görev ve yetkileriyle, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamakta ve kamu yararı amacına uygun düşmemektedir. Ayrıca, üniversiteler, hizmet yerinden yönetim birimleridir ve Anayasa'nın 123 üncü maddesinde ifade edilen yerinden yönetim esaslarına dayanırlar. Özerklik ve dolayısı ile kendi yönetim organlarını kendilerinin belirlemesi, üniversite için, yerinden yönetim ilkesinin getirdiği bir gerekliliktir. İptali istenen düzenleme ise, rektörlerin belirlenmesinde üniversiteyiEsas Sayısı : 2006/51 Karar Sayısı : 2006/57 3 dışlayıp siyasi iktidarın yönetimi şekillendirmesine imkan tanıyarak yerinden yönetim ilkesine ve dolayısıyla Anayasa'nın 123 üncü maddesine aykırı düşmektedir. Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına rektör önermek konusunda iptali istenen hükümde tanınan yetkiyi, Anayasa'nın 130 uncu maddesinde belirtilen “devletin denetimi ve gözetimi” kapsamında kabul etmek de olanaksızdır. Dava konusu yasa kuralı, “… Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine ters düştüğünden Anayasanın 11 nci maddesine…” de aykırıdır. Belirtilen nedenlerle Kural'ın, Anayasa'nın 2., 11., 123., 130. ve 131. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptaline ve uygulanması durumunda doğacak giderilmesi güç ya da olanaksız hukuksal sonuçlar gözönünde bulundurularak yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi istenilmiştir.
885
Esas Sayısı : 2017/101 Karar Sayısı : 2017/87 1 “… Anayasanın 152. maddesi uyarınca Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkememizce iddianın ciddîliği konusunda hukuken tartışılabilir olma ölçütü esas alınmış, görülmekte olan davada uygulanacak kanun ile ilgili olarak iddianın hukukî bakımdan savunulabilirliği yani hukukî bakımdan tartışılabilir olup olmadığını incelenmiş olup bu bağlamda, ileri sürülen kanıtların hukukî bakımdan tartışmaya değer olduğu anlaşılmıştır, Kişilerin Anayasa ile korunmuş temel hak ve özgürlüklerinin ancak kanunla sınırlanabileceği muhakkaktır. Demekler dolay ısı ile vakıflar ile ilgili olarak da kısıtlama şartları Anayasanın 33. maddesinde belirlenmiş olup 2547 sayılı Yasanın l0. maddesinin son fıkrasının Vakıf yöneticileri mahkeme karan olmaksızın görevlerinden uzaklaştırılamazlar hükmü de dikkate alınarak anılan ve iptali istenen kanun maddesinin Anayasa’ya aykırı olup olmadığı tartışılmalıdır. Açıklanan nedenler ile davalı tarafın yapmış olduğu Anayasaya aykırılık iddiası tartışılmaya değer olduğu kanaati ile ciddi bulunmuş olup bu nedenle Anayasanın 152. maddesi uyarınca talebin ve evrakın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve davanın yasal süreç dahilinde geri bırakılmasına karar verilmiştir. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, 2547 sayılı Kanunun Ek 11 madde 10. fıkrasına 07/09/2016 tarihli 29824 sayılı Resmi Gazetede Yayınlanan 6745 sayılı Kanun 15. maddesi ile eklenen “Vakıf Yükseköğretim Kurumunun faaliyet izninin geçici olarak durdurulması halinde durdurulma süresince, kurumun idaresi, eğitim ve öğretimi sürdürmek veya tamamlamak üzere Yükseköğretim Kurulunca garantör üniversiteye veya belirlenecek bir devlet yükseköğretim kurumuna verilir. Bu vakıf yükseköğretim kurumunun kurucu vakfının yönetim organı başkan ve üyeleri ile vakıf yükseköğretim kurumu mütevelli heyet başkanı, üyeleri ve tüm yöneticilerinin görevleri, faaliyet izninin geçici olarak durdurulması karan ile birlikte sona erer. Bu kurucu vakfa, Yükseköğretim Kurulu ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün talebi üzerine yetkili mahkeme tarafından kayyım atanır.” hükmü için 152/3 maddesi uyarınca Anayasaya aykırılık iddiasının değerlendirilerek aykırılık olması halinde iptaline karar verilmesi arz olunur.”
313
Esas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 1 “… 4357 sayılı Hususi İdarelerden Maaş Alan İlkokul Öğretmenlerinin Kadrolarına, Terfi, Taltif ve Cezalandırılmalarına ve Bu Öğretmenler için Teşkil Edilecek Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı ile Yapı Sandığına ve Öğretmenlerin Alacaklarına Dair Kanun’un 11. maddesinde; “Hükmi Şahsiyeti haiz ve Maarif Vekaletine bağlı olmak üzere (İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı) adı ile bir sandık kurulur. Maarif Vekaleti bütçesinden maaş alan İlkokul Öğretmenleri, ilkokul yardımcı ve stajyer öğretmenleri, yetiştirme yurtları öğretmenleri, arızalı çocuklara ilk tahsillerini veren müesseselerin öğretmenleri; Maarif Müdürleri, ilköğretmen müfettiş ve denetmenleri, uygulama okulu öğretmenleri, İlköğretim Umum Müdürlüğü ve Maarif Müdürlüklerinde vazifeli memurlar ile Sandık işlerinde çalışan memurlar Sandığa azadırlar. Sandık azası iken emekliye ayrılanlar, isterlerse azalıklarını devam ettirebilirler. Sandığın gelirleri şunlardır. 1 Azalardan umumi heyetçe tespit edilecek miktarda her ay kesilecek aidat 2 Teberrular ve Devlet bütçesinden yapılacak yardımlar 3 Sandık gelirlerinin nemalandırılmasından hasıl olan kârlar 4 Sandığın maksatlarını tahakkuk ettirmeye elverişli prevantoryum ve kaplıca gibi tesisler satın alarak veya yaptırılarak bunların kiralanmasından veya işletilmesinden elde edilecek kazançlar. Sandığın azalarına hangi hallerde ve miktarda karşılıksız veya karşılıklı yardım yapılacağı 14. maddede yazılı Anastatü’de belirtilir” hükmüne yer verilmiş, anılan Yasanın 14. maddesinde de, “Sandığın idaresi, işleyiş tarzı ve esasları Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığınca hazırlanan bir “anastatü” ile tespit olunur.” hükümleri yer almaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yukarıda belirtilen Yasa hükmüne dayanılarak hazırlanan İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı Anastatüsü’nün 1. maddesinde, bu Anastatünün amacının, İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı’nın idaresi, işleyiş tarzı ve esaslarını tespit etmek olduğu belirtilmiş, 15.maddesinde, Sandık üyelerine yapılacak yardımlar sayılmış, 17. maddesinde, bu Anastatüde belirtilmeyen hususların Sandığın kuruluşu ile ilgili 4357 sayılı Kanun ve değişikliklerinde düzenlendiği, Anastatüde tadilat yapma yetkisinin Bakanlığa ait olduğu, Anastatü’nün tatbikiyle ilgili Yönetmeliklerin Bakanlıkça hazırlanmasının asıl olduğu belirtilmiş, “Üyelikler” başlıklı 18. maddesinde ise, “Sandığa kimlerin üye olduğu 4357 sayılı Kanunun 7117 sayılı Yasayla değişik 11. maddesinde sayılarak belirtilmiştir. Mezkur maddede görevleri ve görev yerleri sayılarak belirlenen üyelikler genişletilemez ve yaygınlaştırılamaz.” hükmüne yer verilmiştir. Anılan düzenlemelerden, üyelerine karşılıksız olarak, evlenme, ölüm, emeklilik, malüliyet, tabii afet yardımları gibi yardımları yapmak amacıyla kurulan İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığına 4357 sayılı Yasada ve buna benzer düzenleme getirenEsas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 2 ilkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı Anastatüsü’nde sayılan kişilerin kendi isteklerine bakılmaksızın zorunlu olarak üye olacakları ve bu üyeliklerin genişletilemeyeceği anlaşılmaktadır. Yardım Sandığının kuruluş amaçları ve statüsü : Anayasa Mahkemesi’nin 28/11/1985 gün ve Esas: 1985/7, Karar: 1985/22 sayılı kararında belirtildiği gibi; Cumhuriyetin ilk yıllarında, ilköğretim hizmeti Özel İdare’ler tarafından üstlenilmiş ve ilkokul öğretmenlerinin maaş ve diğer özlük işleri, genel bütçe dışında özel idareler eliyle yürütülmüştür. Zaman içerisinde özel idarelerin bütçelerinde giderleri karşılayacak yeterli kaynakların bulunmaması nedeniyle öğretmenlerin terfi farkları, makam ücretleri, mesken ve teçhizat bedelleri ödenememiş ve bu yüzden özel idarelerin birbuçuk milyon lira borç birikmiştir. Bunun dışında, 10/6/1930 günlü ve 1702 sayılı Kanun gereğince, terfilerine karar verilen öğretmenlerin intibak ve kıdem zamlarından dolayı iki milyon liralık bir borç daha oluşmuştur. 4357 sayılı Kanun esas itibariyle bu borçların ödenmesi amacıyla çıkarılmış ve yasaya, bu sorunun çözümü ve bundan sonra aynı sorunlarla karşılaşılmaması için gerekli hükümler konulmuştur. Bu Kanunla ilkokul öğretmenleri mali haklar yönünden genel bütçe içerisine alınmışlardır. 4357 sayılı Kanun’un gerekçesinde, bu sandığın kuruluş nedeni ve amacı şöyle açıklanmaktadır : “ madde, öğretmenlerden hastalananlara, evlenenlere, çocuk doğuranlara, çocuklarını okutacaklara, ölenlerin ailelerine yardım etmek üzere kurulacak (Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı) na aittir. Geçinme yükünü hafifletmek, sağlığa ve içtimai yardıma taallûk eden meselelerde öğretmenleri birbirlerine yardım edici duruma getirmek gayesini güden bu sandığın teşkili faydalı ve zaruri görülmüştür. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Yardımlaşma Sandığı, kişilerin kendi aralarında yardımlaşma, dayanışma ve bazı zorunlu ihtiyaçlarını uygun koşullarla karşılamak amacıyla oluşturdukları müşterek mal topluluğudur. Bu çerçevede değerlendirildiğinde sandığa üyeliğin bir tür sözleşme olduğu anlaşılmaktadır. Özel hukuk, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini, eşitlik ve irade serbestisi esasına göre düzenleyen hukuk kurallarının bütünüdür. Özel hukukta irade özerkliği, kişilerin yasal sınırlar içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa vurarak ulaşabilmelerini ifade etmektedir. Sözleşme özgürlüğü ise özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin anayasa hukuku alanındaki dayanağıdır. Anayasa açısından sözleşme özgürlüğü, Devletin, kişilerin istedikleri hukukî sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belli hukukî sonuçlara yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği hukukî sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması demektir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal ilişkilerini özgür iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir. Anayasa’nın 48. maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme yapma serbestisinin yanı sıra, yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını da içermekte olup, sözleşme özgürlüğüne yönelik herhangi bir sınırlama öngörülmemiştir. Bununla birlikte, bu hak mutlak ve sınırsız bir hak olmayıp belli kriterlere uygun olmak kaydıyla sınırlamalara tabi olabilecek haklardandır. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu gibi Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kurallara dayanılarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Ancak bu sınırlamalar. Esas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 3 Anayasa’nın 13. maddesinin öngördüğü şekilde, hakkın özüne dokunmaksızın, hukuk devletinin gereklerini karşılayan bir kanun aracılığıyla, meşru bir amaçla, demokratik bir toplumda gerekliliğe hizmet eden ölçülülük ilkesine uygun şekilde gerçekleştirilmelidir. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşullan, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir. Başka bir deyişle yapılan sınırlama hak ve özgürlüğün özüne dokunarak, kullanılmasını durduruyor veya aşırı derecede güçleştiriyorsa, etkisiz hale getiriyorsa veya ölçülülük ilkesine aykırı olarak sınırlama aracı ile amacı arasındaki denge bozuluyorsa demokratik toplum düzenine aykırı olacaktır. Yukarıda belirtildiği gibi yardımlaşma sandığının amacı, üyelerinin sosyal ve ekonomik çıkarlarını korumak ve aralarındaki dayanışmayı teşvik etmek olup sandığa üyeliğin kamusal bir yönünün olmadığı görülmektedir. Sandığa üyeliğin mesleğin icrasına yönelik bir işlevinin olmadığı ve bu sandığa yasal olarak üye olanların temel sosyal güvenlik ihtiyaçlarının Sosyal Güvenlik Kurumuna üyelik yoluyla karşılandığı dikkate alındığında sandık üyeliğinin sadece bazı konularda ek güvence sağlayan ve temel hedefi özel çıkarları korumak olan bir işlem olduğu görülmektedir. Dolayısıyla sandık üyeliğinin özel hukuk niteliği ağır basmaktadır. Özel hukuk kurallarına tabi olan yardımlaşma sandığına üyelik konusunda esas olan irade özerkliği ve bunun anayasa hukukundaki dayanağı olan sözleşme özgürlüğüdür. Özel hukuk alanı içerisinde kalan yardımlaşma sandığı üyeliğinin, kişilerin üye olup olmama iradesi ve isteği dikkate alınmaksızın zorunlu tutulması karşısında, itiraz konusu kuralın sözleşme özgürlüğüne yönelik bir müdahale olduğu ve bu özgürlüğü kullanılamaz hâle getirdiği açıktır. Zira itiraz konusu kuralla, bireylerin serbest iradeleri dışında, belli bir mal topluluğu ile hukuki ilişkiye girme/sözleşme yapma zorunluluğu öngörülerek, bu özgürlüğün negatif görünümü olan sözleşme yapmama özgürlüğü ellerinden alınmaktadır. Belirtilen niteliğiyle söz konusu düzenleme, sözleşme özgürlüğünün özüne dokunmakta ve Anayasa’da öngörülen öze dokunma yasağını ihlal etmektedir. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Anayasanın temel insan hak ve hürriyetlerinden olan çalışma hürriyetinin, Yasa ile sınırlanması sırasında da, kamusal gereklilikler ile temel insan hak ve özgürlükleri yönünden “ölçülülük” ilkesi gözetilerek düzenleme yapılması esastır. Bu sebeple 4357 sayılı Kanun’un iptali istenen hükmü Anayasanın 13. ve 48. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir kanun hükmünü Anayasa’ya aykırı görmesi durumunda, bu kanaatini içeren gerekçeli kararıEsas Sayısı : 2016/192 Karar Sayısı : 2017/160 4 ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince, 4357 sayılı Hususi İdarelerden Maaş Alan İlkokul Öğretmenlerinin Kadrolarına, Terfi, Taltif ve Cezalandırılmalarına ve Bu Öğretmenler için Teşkil Edilecek Sağlık ve İçtimai Yardım Sandığı ile Yapı Sandığına ve Öğretmenlerin Alacaklarına Dair Kanun’un 11. maddesinin 2. fıkrasının Anayasa’nın 13. ve 48. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na gönderilmesine, 10/11/2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
1,347
Esas Sayısı:1978/56 Karar Sayısı:1978/60 1 l DAVACININ GEREKÇESİ : Dava dilekçesinde şunlar ileri sürülmüştür : Bilindiği üzere değişik zaman ve tarihlerde ve çeşitli nedenlerle vatana ve devlete kanı ve canı pahasına hizmet arzeden vatandaşlara veya onların geride kalan dul ve yetimlerine Yasama Organınca cüz'i miktarlarda aylık bağlanmış olup, bağlanan bu aylıklar vatani hizmet tertibinden ödenmektedir. Amaç belirli hizmeti yapanlara güven duygusu aşılamak, gerektiğinde vatandaşların, millî menfaat için, vatan uğruna her türlü tehlikeye atılmaktan çekinmemelerini sağlamak, teşvikçi olmak ve milletçe bu gibi hizmette bulunanlara karşı vefa örneği vermektir. Hangi idare altında olursa olsun dünyadaki bütün ülkeler böyle hizmetleri ifa edenlere bilhassa eski muhariplerine belirli bazı konularda diğer vatandaşlarına nazaran ayrıcalık tanımışlar ve onlara devlet elindeki olanaklarla itibar sağlamaya çalışmışlardır. Bizde son zamanlara kadar bu hizmet kişisel kanunlarla yerine getirilmek istenilmiştir. İlk defa 24/2/1968 günlü ve 1005 sayılı Kanunla İstiklâl madalyası verilmiş olanlara vatani hizmet tertibinden cüz'i bir miktar aylık bağlanmak suretiyle bu hususa kendi ölçüleri içinde genel bir nitelik kazandırılmıştır Daha sonra 27/4/1976 günlü ve 1985 sayılı Kanun yürürlüğe konularak bütün Türk gazileri vatani hizmet tertibinden ayda 1000, lira civarında aylık almak, tren ve deniz yollarından ücretsiz yararlanmak, devlet hastanelerinde muayene ve tedavi olmak hakkına kavuşturulmuşlardır. Böylece yukarıda anılan 1005 sayılı ve bilahare kabul edilen 1985 sayılı Kanunlarla vatani hizmet tertibinden kimlerin yararlanacağı belirtilerek kanun kapsamı içinde kimlerin bulunacağını saptayan genel bir ilke kural getirilmiştir. Ödenen aylığın manevi değeri bir yana, bugünkü hayat koşulları karşısında sembolik miktarda kalışına rağmen, Türk Ordusunda subay sayısının erata oranla % 2 nisbetinde olduğu gözönünde tutulunca, kanunun özellikle erleri kapsamı içine aldığı ve böylece sosyal devlet ilkesine de uygun düştüğü görülmektedir. Ancak yasa koyucu 21 Haziran 1978 tarihli ve 16323 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 15/6/1978 günlü 2150 sayılı Vatani Hizmet Tertibinden Aylık Alanların Aylıklarının Yükseltilmesi Hakkındaki Kanun 1. maddesinde Bütçe Kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle deyimini kullanarak vatani hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına ayrıcalık tanımış ve büyük bir bölümünü mağdur etme pahasına bu vatandaşların aylıklarına zam yapmak suretiyle Anayasa'ya aykırı bir tutum içine girmiştir. Anayasa'ya aykırılık sebepleri : Maddede yer alan Bütçe kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle deyimi aşağıda belirtilen sebeplerle Anayasamıza aykırıdır ve iptali gerekir. 1 Bütçe Kanunlarına bağlı (Ç) işaretli cetvelde 220 civarında isim gösterilmiştir ve gösterilmektedir. Bunlardan 200 kadarı T.B.M Meclisinin ilk üyeleri veya onların geride kalan çocuklarıdır. Yasama organının meslek tesanüdü ile dahi olsa böyle bir ayrıcalığa başvurması uygun mütalâa edilemez.Esas Sayısı:1978/56 Karar Sayısı:1978/60 2 2 Hukuk Devletinde kanunların genel olması gerekir. Vatani hizmet tertibinde aylık almayı düzenleyen genel bir kanun varken bunu bir tarafa bırakıp, Bütçe Kanunlarında isim isim gösterilmek suretiyle belirtilen kişilere 2150 sayılı Kanunla bazı haklar tanınması Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti gereklerinden olan kanunların genelliği ilkelerine aykırı düşmektedir. 3 Anayasamız eşitlik ilkesini temel haklardan saymıştır. Anayasa Mahkememiz eşitlik ilkesini aynı statü içinde bulunanlar arasında fark yaratmamak diye bir çok kararında belirtmiştir. (Örneğin: 27/12/1966 günlü Resmî Gazete'de yayımlanan E. 1966/11 K.1966/44 sayılı kararı). Bu bakımdan vatani hizmet tertibinden aylık alanlardan bir kısmına, ötekilere nazaran ayrıcalık tanımak Anayasa'mızın 12 nci maddesine kesinlikle aykırıdır. SONUÇ : Yukarıda arz edilen sebeplerle Yüksek Mahkemenin re'sen saptayacağı esas ve biçim yönünden diğer Anayasaya aykırılık nedenleri de gözönünde tutularak taleple bağlı kalınmak suretiyle 2150 numaralı Vatani Hizmet Tertibinden Aylık Alanların Aylıklarının Yükseltilmesi Hakkındaki Kanunun l nci maddesinde yer alan (Bütçe kanunlarına bağlı) (Ç) işaretli cetvelde ismen gösterilmek suretiyle) deyiminin iptaline karar verilmesini saygılarımızla dileriz.
558
Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Mahkememizin yukarıda esas sayısı yazılı dosyasının yapılan yargılaması sırasında verilen ara karar gereğince; S.S. ' Konut Yapı Kooperatifi'nin 2008 yılında kullandığı yevmiye defterinin noter kapanış tasdikinin süresinde yaptırılmadığı, bu işlemden sorumlu olan yönetim kurulu üyesi ''ya TTK m. 67/3 maddesine uyan eylemi nedeniyle çıkartılan ön ödeme ihtaratına uymayarak üzerine atılı suçu işlediği, kooperatifin denetim kurulu üyeleri olan sanıklar ' ve ''ın da denetim görevlerini ifa etmeyerek 1163 sayılı Kanun'un Ek 2/3 maddesince düzenlenen müsnet suçu işledikleri anlaşılmakla, sanıkların mahkememizce yargılamasının yapılarak, sanık ''ın TTK m. 67/3 ve sanıklar ile ''ın 1163 sayılı Yasanın Ek 2/3 maddesi gereği cezalandırılmasına karar verilmesi talebiyle kamu davası açıldığı, sanık ''nın eyleminin sabit görülmesi durumunda, hakkında, 20/06/2012 tarih ve 6335 sayılı Yasanın 30. maddesi ile değişik, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 562/1. maddesi gereği, sanığın eylemi suç olmaktan çıkartılıp, kabahate dönüştürüldüğü için, dört bin TL idari para cezasının, adı geçen Yasanın 562/13. fıkrası gereği, mahallin en büyük mülki idari amirince uygulanacağı, bu itibarla adı geçen sanık hakkında, yargılamaya konu eylemin 'suç' olmaktan çıkartıldığı, sanık ''nın, yönetim kurulu üyesi olması nedeniyle atılı eylemde asli sorumlu olduğu; zira, 6102 sayılı Yasanın 64. maddesi ile ticari defterlerin usulüne uygun tutulmasının yasa ile doğrudan doğruya kendisine yüklenen görev olduğu, sanıklar' ve ''ın ise, sanık ''nın asli sorumluluğunu taşıdığı, ticari defterlerin usulüne uygun tutulup tutulmadığını denetleme görevleri nedeni ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun (iddianamede sehven 1162 yazılmıştır) Ek Madde 2/3 delaletiyle 1163 sayılı Yasanın 66. maddesine aykırı davrandıklarından bahisle cezalandırılmaları talebiyle kamu davasında sanık sıfatı ile yer aldıkları, sanıklar ' ve ''ın, ticari defterler üzerindeki 'denetim görevi'nin, tali sorumluluğa konu olduğu bir an için tüm sanıkların 'ticari defterlerin, usulüne uygun tutulması ve bu uygunluğun denetlenmesi' yükümlülüğüne aykırılık nedeniyle doğan sorumluluklarının eşit olduğu kabul edilse bile, 'ticari defterleri usulüne uygun tutma' yükümlülüğüne aykırı davranan sanığın eyleminin suç olmaktan çıkartılıp kabahate dönüştürülmesi karşısında, 'uygunluğu denetleme' yükümlülüğüne aykırı davranan sanıklar yönünden eylemin; 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun. 66/1. maddesine göre 'Denetçiler, işletme hesabiyle bilançonun defterlerle uygunluk halinde bulunup bulunmadığını, defterlerin düzenli bir surette tutulup tutulmadığını ve işletmenin neticeleriyle mameleki hakkında uyulması gerekli olan hükümlere göre işlem yapılıp yapılmadığını incelemekle yükümlüdürler. Ortakların şahsan sorumlu veya ek ödeme ile yükümlü olan kooperatiflerde denetçiler, ortaklar listesinin usulüne uygun olarak tutulup tutulmadığını da incelemek zorundadırlar.' ve aynı Yasanın Ek.Madde 2/3 uyarınca; ' 66 ve 67 nci maddeye aykırı hareket eden kooperatif ve üst kuruluşlarının denetim kurulu üyeleri bir aydan altı aya kadar hapis ve otuz günden üçyüz güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılırlar.' hükümleri gereği, eylemlerinin 'suç' olarak kalması ve hapis ve adli para cezasına hükmedilmesi gerekliliğinin, 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde tanımlanan 'kanun önünde eşitlik' ilkesine aykırılık teşkil ettiği kanaatine varılmıştır. 1982 Anayasası'nın 10. maddesine göre;Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 2 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 07/05/2004 5170 S.K./l.mad) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 07/05/2010 5982 S.K./l. md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. (Ek fıkra: 07/05/2010 5982 S.K./l. md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (..) (İptal ibare: Anayasa Mah.nin 05/06/2008 tarihli ve E. 2008/16, K. 2008/116 sayılı Kararı ile.) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Yasa önünde eşitlik ilkesi, 'ayrımcılık yasağı'nı da içinde barındıran bir temel ilkedir. Eşitlik ilkesinde kural olarak, herkes için kanun önünde mutlak eşitlik (şekli eşitlik) geçerliyken, aynı durumda olan hak öznelerinin 'haklı nedenlere dayalı olarak' farklı muameleye tabi tutulmaları 'maddi eşitlik'de söz konusu olmaktadır. Şöyle ki; 'ayrımcılık yasaklı eşitlik, aynı durumda bulunan hak öznelerinin; haklı nedenler olmadıkça, özellikle ırk, cinsiyet, dil, din ve inanç, siyasal ya da başka görüşler, yaş, engel, cinsel yönelim ve benzeri nedenlere dayalı ayrım gözetilmeksizin aynı kurallara bağlı olmasını ve yasaklama, kısıtlama, dışlama ya da yeğleme gibi eylemlere başvurmaksızın, tüm insan haklarından eşitlik koşulları içinde Devlet tarafından yararlandırılmalarının sağlanmasını amaçlayan üstün bir ilke, temel bir haktır.' Hukuk önünde eşitlik ilkesinin, gerek Uluslararası İnsan Hakları Ortak Hukuku, gerek Avrupa Birliği Hukuku ve gerekse iç hukukumuzun pozitif kuralları ile Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay kararları ve öğretideki kimi görüşler çerçevesinde yapılan bu 'eklektik' tanımda, 'olmazsa olmaz' nitelikli dört öge birlikte bulunmaktadır. Birincisi, öncelikle hak öznelerinin insan haklarından yararlanmalarındadır ki; bu, kısaca, sosyal hakların da kapsamında olduğu 'insan haklarından yararlanmada eşitlik' olarak ifade edilebilir. Bu özelliği nedeniyledir ki, ayrımcılık yasaklı eşitlik, Devlet'in uyması gereken 'üstün' bir ilke, bir 'ölçü' ilkedir; buna karşılık hak özneleri açısından, bir 'insan hakkı'dır, uluslararası ve 'usulüne göre yürürlüğe konuldukları' için Türkiye açısından 'ulusalüstü' nitelik taşıyan uluslararası sözleşmelerin ve ulusal hukukun güvenceye aldığı bir 'temel hak'tır İkinci öge, ayrımcılık yasaklı eşitliğin ve eşit işlemin, hak öznelerinin her durumda, her koşulda, her konuda ve her zaman 'mutlak' biçimde eşit olmadıkları, eşitleştirilmelerine olanak bulunmadığı gerçeğiyle ilgilidir.. Tersine bir söyleyişle, kimi zaman aynı, benzer ya da özdeş olmayan 'farklı' durum ya da koşullarda bulunan kişilere, aynı kuralların uygulanamaması, uygulanmasının da eşitliği sağlama yerine daha da bozma, eşitsizliği artırma sonucu doğurmasıdır. Yani ayrımcılık yasaklı eşitlik, farklı durumlarda bulunan kişiler için farklı kurallar konulmasına ve uygulanmasına engel olmaz. Var olan eşitsizlikler bunu gerektirmektedir. Ancak, biçimsel düzenlemelerle üstesinden gelinemeyen eşitsizliklerinEsas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 3 hafifletilmesi ve giderek kaldırılması amacıyla olumlu önlemler alınması da, ayrımcılık yasaklı eşitlik ilkesinin kapsamındadır. Üçüncü öge, ikincisiyle bağlantılıdır. Birbirinin aynı olmayan durumlarda farklı kuralların uygulanabilmesinin 'haklı' sayılabilecek gerekçeleri, ölçütleri olmalı; böyle bir uygulama, 'keyfi' nitelik taşımamalıdır. Kimi hak özneleri için öngörülen farklı işlemler, nesnel, makul, inandırıcı, kısacası 'haklı' nedenlere dayanıyorsa ayrımcı sayılmaz. Dördüncü ve sonuncu öge, eşitlikle bağdaşmayan ayrımcı eylemlere ilişkindir. Haklı nedenlere dayanmayan ayrımcı bir eylem ya da farklı işlem, hak ve özgürlüklerin eşitlik koşullarına uygun biçimde kullanılmasını doğrudan yasaklama ve/veya kısıtlama biçiminde gerçekleştirilebileceği gibi, hak öznelerinin dışlanması ya da yeğlenmesi biçiminde de kendini gösterebilir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ayrımcılık yasağı öngören 14. maddesinde, gerekse de 12 sayılı protokolün 1. maddesinde eşitlik ilkesine doğrudan ve açık bir gönderme yapılmamış olmasına karşın, 'işlem eşitliği' ve 'cinsiyetlerin eşitliği' ilkelerine göndermelerde bulunmuş, sözleşme ve protokolün anılan maddelerinin bu ilkeleri içerdiğine karar vermiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ayrımcılık kavramını tanımladığı gibi, sözleşmenin sağladığı korumanın doğrudan ayrımcılıkların yanı sıra dolaylı ayrımcılıkları da kapsadığını belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ayrımcılık kavramını, 'bir birey ya da gruba, uygun haklı gösterme olmaksızın, sözleşme daha elverişli bir işlem gerektirmese bile, bir başkasına oranla daha az iyi davranıldığı durumları kapsar.' (Affaire Abdulaziz) şeklinde tanımlamış ve bir çok kararında bu tanımlamayı uygulamıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uygulamaları ile, 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde tanımlanan kanun önünde eşitlik ilkesinin yanı sıra, Anayasa'nın Başlangıç bölümü ve sistematiği de hep birlikte göz önüne alındığında, 1982 Anayasası'nın, genel olarak 'eşitlik' ilkesini ve aynı zamanda 'sosyal adalet' ilkesini, 'kanun önünde eşitlik' ile sınırlı olmaksızın Cumhuriyetin 'değiştirilemez' niteliklerinden biri (m.4) düzeyine yükselttiği sonucuna varılmaktadır. Şöyle ki; 1961 Anayasası'nda olduğu gibi 1982 Anayasası da, 'Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmının, Anayasa metnine dahil' olduğunu (m. 176) ve 2. maddesinde de, 'Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan sosyal bir hukuk devleti' niteliği taşıdığını öngörmüştür. Başlangıç'taki ilkeler arasında ise, 'Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak () onurlu bir hayat sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu' da bulunmaktadır. 1982 Anayasası'nın, 1961 Anayasası'ndan ayrılarak, yasa önünde eşitlik ilkesine 'Genel Esaslar' içinde yer vermiş olmasının, bu ilkeye 'Anayasa'nın tümüne ve Devlet'e egemen bir ilke' niteliği kazandırdığı; bu düzenleme biçiminin, yani ilkenin Anayasa'daki yerinin, 'eşitliğin temel bir Devlet yönetimi ilkesi olarak düşünülmesi gerektiği görüşüne güç kattığı belirtilmiştir. Yasa önünde eşitlik ilkesinin demokrasinin vazgeçilmez üç ilkesinden birini oluşturduğunu vurgulayan 10. maddenin gerekçesi göz önüne alındığında, 'eşitlik ilkesinin Genel Esaslar kısmındaki Devlet'in kuruluş unsurları ve dayanaklarından biri olduğunu söylemek gereklidir, tıpkı 2. ve 5. maddelerde belirtilen Demokrasi, Hukuk Devleti ve İnsan Hakları gibi.'Esas Sayısı : 2012/134 Karar Sayısı : 2013/34 4 Mevcut açıklamalar ışığında, somut olayda, sanık ' ile sanıklar ' ve ''ın eylemlerine farklı yasal düzenlemelerin tatbikinin, 'haklı sayılabilecek gerekçelere ve ölçütlere' dayanmadığı, sanıkların aynı hukuki statüde bulundukları ve aralarında statüler eşitliğin de bulunduğu, mevcut yasal mevzuat ile hak özneleri arasında ayrımcılık oluşturulduğu, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ile 1163 sayılı Kooperatifler Kanunu arasında, özel yasa genel yasa ilişkisinin bulunduğu, bu itibarla, sonradan yürürlüğe giren ve Kooperatifler Kanunu'ndaki yasal düzenlemeyi açıkça yürürlükten kaldırdığını ifade etmeyen genel yasa hükmü ile, özel yasa hükmünün çelişmesi durumunda, bu çelişkinin Hukukun genel ilkeleri ile giderilemeyeceği, özel yasanın genel yasaya karşı üstünlüğünü koruyacağı ve somut olayda sorumluluğun konusu aynı olan (hatta yönetim kurulu üyelerinin eylemine nazaran, denetim kurulu üyelerinin eylemi, kusuru, sorumluluğu ikincil nitelikte kalmaktadır, eylemi ve sorumluluğu doğuran asıl davranış yönetim kurulu üyelerinin davranışıdır.) sanıklar hakkında, eylemi daha ağır olan sanık ''nın eyleminin suç olmaktan çıkartılıp, hakkında yargılama yapmayı dahi gerektirmeyen ve idari mülki amir tarafından uygulanacak idari para cezasına çeviren 6102 sayılı Yasanın 562. maddesi karşısında, 1162 sayılı Kooperatifler Kanunu'nun Ek 2/3 maddesinin Anayasa'nın 10. maddesinde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 14. maddesinde tanımlanan kanun önünde eşitlik ilkesine, Anayasa Mahkemesi'nin 'aynı hukuksal durumda olan kişilerin aynı kurallara bağlı tutulacağı' ve 'Anayasa'nın 10. maddesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin arasında haklı nedene dayanmayan ayrımları önleyerek eşitliği sağlamaktır' şeklindeki yorum ve uygulamaları ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ayrımcılık yasağını öngören 14. maddesine, 12 sayılı protokolün işlem eşitliğine yer veren ilgili hükmüne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karar ve uygulamalarına konu ve kaynak olan, Hukukun evrensel ilkesi, 'eşitlik ilkesi'ne aykırılık teşkil ettiği anlaşılmakla, somut norm denetimi açısından Anayasa Mahkemesine müracaat edilmesi gerektiği kanaatine varılmakla, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesi uyarınca dosyanın ilgili belgeleri dizi pusulasına bağlanarak ekli gönderilmiş olup, Mahkemeniz kararının bekletici mesele yapılmasına karar verilmiştir.'
1,642
Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 1 I İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 1) 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir cümlesinin Anayasaya Aykırılığı: 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesinde, Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde, Perakende işletmeler hâlihazırda esasen 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çerçevesinde belediyeler ve il özel idarelerinin izniyle açılmakta ve faaliyete geçmektedir. Madde ile, bu usul korunmuş ve buna ilaveten, ek bir izin prosedürü oluşturulmaksızın, işyeri açılış sürecini kolaylaştırmak ve yeknesaklığı sağlamak amacıyla, mevcut uygulamadan farklı olarak, açılış ve faaliyete geçiş iznini temsil eden işyeri açma ve çalışma ruhsatının, işyeri açılış sürecinde yer alan bütün kurum ve kuruluşlarca yapılacak işlemleri kapsayacak şekilde PERBİS üzerinden verilmesi öngörülmüştür. Ayrıca, büyükşehirlerde kurulacak alışveriş merkezlerinin, kent bütünlüğü ve etkileyeceği alanın genişliği bakımından büyükşehir belediyelerinin sorumluluğunda yürütülmesi gerektiği değerlendirildiğinden, büyükşehirlerde alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatının anılan belediye tarafından verilmesini sağlayacak düzenleme yapılmıştır. denilmiştir. Getirilmiş olan bu düzenleme, Anayasa'nın 2 inci maddesinde hükme bağlanan hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni tesis eden ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü addeden, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun olarak işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bünyesinde barındırdığı, devletin bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranması gerektiği kuralı, Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamının Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören düzenleme ile ihlal edilmiştir. 3572 sayılı İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulüne Dair Kanun'un 3. maddesi işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye yetkili mercileri tek tek saymıştır. Anılan maddeye göre; a) Belediye hudutları ve mücavir alan dışında kalan tüm işyerleri ve işletmelere valilikler ve kaymakamlıklar. Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 2 b) Belediye hudutları ile mücavir alan içinde kalan tüm işyerleri ve işletmelere belediyeler, c) Belediye hudutları ve mücavir alan içinde kalan işyeri ve işletmelerden büyükşehir belediyesi olan yerlerde; ca) 2 ve 3'üncü sınıf gayrisıhhi müesseseler için büyükşehir belediye başkanlığı cb) Sıhhi ve sair işletmeler için ise büyükşehir belediyesi içinde kalan diğer belediye başkanlıkları. İşyeri açma ve çalışma Ruhsatını vermeye yetkilidir. 5393 sayılı Belediyeler Kanunu'nun 15. maddesinin (c) bendinde geçen Gerçek ve tüzel kişilerin faaliyetleri ile ilgili olarak kanunlarda belirtilen izin veya ruhsatı vermek. ve (l) bendinde yer alan Gayrisıhhî müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek düzenlemeleriyle İşyeri açma ve çalışma ruhsatı verilmesi konusunda Belediyeler yetkilendirilmiştir. Anılan maddenin ek fıkrasında (l) bendinde belirtilen gayrisıhhî müesseselerden birinci sınıf olanların ruhsatlandırılması ve denetlenmesi, büyükşehir ve il merkez belediyeleri dışındaki yerlerde il özel idaresi tarafından yapılır düzenlemesi bulunmaktadır. 5202 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu'nun 7. maddesinin (g) bendi uyarınca, Belediye sınırları dışındaki gayri sıhhî müesseseler ile umuma açık istirahat ve eğlence yerlerine ruhsat vermek ve denetlemek il özel idaresinin yetkisindedir. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu'nun Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 7. maddesinde geçen, .d) Büyükşehir belediyesi tarafından yapılan veya işletilen alanlardaki işyerlerine büyükşehir belediyesinin sorumluluğunda bulunan alanlarda işletilecek yerlere ruhsat vermek ve denetlemek ile .j) Gıda ile ilgili olanlar dâhil birinci sınıf gayrisıhhî müesseseleri ruhsatlandırmak ve denetlemek, yiyecek ve içecek maddelerinin tahlillerini yapmak üzere laboratuvarlar kurmak ve işletmek. konularında Büyükşehir Belediyesi yetkili kılınmışken, aynı maddenin Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde bulunan İlçe belediyelerinin görev ve yetkilerini düzenleyen c) bendine göre Sıhhî işyerlerini, 2. ve 3. sınıf gayrisıhhî müesseseleri, umuma açık istirahat ve eğlence yerlerini ruhsatlandırmak ve denetlemek. yetkisi Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde bulunan İlçe belediyelerinin görev ve yetkisi dahilindedir. Ayrıca, 5393 sayılı Belediyeler Kanunu'nun 73. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca, Büyükşehir belediyeleri tarafından yapılacak kentsel dönüşüm ve gelişim projelerine ilişkin her ölçekteki imar planı, parselasyon planı, bina inşaat ruhsatı, yapı kullanma izni ve benzeri tüm imar işlemleri ve 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda belediyelere verilen yetkileri kullanmaya büyükşehir belediyeleri yetkilidir. hükmü bulunmaktadır. Buna göre, Büyükşehir belediyeleri tarafından yapılacak kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri dışında kalan bina inşaat ruhsatı, yapı kullanma izni ve benzeri izinlerin, Büyükşehir Belediye sınırları içinde kalan İlçe Belediyeleri tarafından verilmesi gerektiği düşünülmelidir. Çünkü Belediyeler Kanununda ve mevzuatta Büyükşehir Belediyelerini kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri dışında kalan alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme konusunda yetkili kılacak bir düzenleme bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 3 Bu bağlamda düşünüldüğünde, Perakende işletmeler, 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu çerçevesinde belediyeler ve il özel idarelerinin izniyle açılmakta ve faaliyete geçmektedir. İptalini istediğimiz düzenlemenin yer aldığı madde gerekçesinde açıklandığının aksine mevcut sistem muhafaza edilmediği gibi, 3572 sayılı Kanun, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu uyarınca perakende işletmelerin çalışma ve faaliyete geçme izinleri belediyeler ve il özel idarelerinin yetkisi ile mümkünken, 6585 sayılı yasanın getirmiş olduğu sistem uyarınca Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamı hukuka aykırı biçimde Büyükşehir Belediyelerine bırakılmaktadır. Bu düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşır yanı bulunmamaktadır. Hukuk devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların, yasakoyucunun keyfine göre değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü kamu yararı düşüncesi olmaksızın, başka deyimle, yalnızca özel çıkarlar için veya yalnızca belli partilerin veya kişilerin yararına olarak herhangi bir yasanın kabul edilmeyeceğidir. Buna göre çıkarılması için kamu yararı bulunmayan bir kanun, Anayasanın 2. maddesi hükmüne aykırı nitelikte olur ve dava açıldığında iptali gerekir. Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde yer kalan İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilerek Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamı Büyükşehir Belediyelerine verilmesini öngören bu düzenleme, keyfi bir yetki niteliğinde olup hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamıştır. Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiğini de ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle, bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç öğesi bakımından anayasaya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa kanunun amaç unsuru bakımından anayasaya aykırı olduğu söylenebilir. (Anayasa Mahkemesi'nin 2.6.2011 tarihli ve 2008/88 Esas, 2011/85 Karar sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı başka bir Kararında şu tespitlerde bulunmuştur: () Hukuk devletinin temel ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (.) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. (Anayasa Mahkemesi'nin 17.6.2010 Tarihli ve 2008/22 Esas, 2010/82 Karar sayılı Kararı). Yasamanın genelliği ilkesi uyarınca yasa koyucunun istediği alanı istediği gibi düzenleme yetkisi bulunmakla birlikte, bu yetki Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla sınırlanmıştır. Kanunların, kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallarEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 4 içermesi ve hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini, anayasal sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi ile bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle, büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme konusunda yetkili kılınan idari organ bakımından da yasakoyucunun, bu esası gözardı etmemesi ve yasama normlarına, bu olguyu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Bu itibarla, hukuk devleti ilkesinin bünyesinde barındırdığı, devletin bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa'ya uygun davranması gerektiği kuralı, Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme. yetkisinin Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören düzenleme ile ihlal edilmiştir. 6585 sayılı yasanın getirmiş olduğu sistem uyarınca, Büyükşehirlerde bu yetki İlçe Belediyelerinin yetkileri gasp edilerek, Anayasaya aykırı biçimde yetki Büyükşehir Belediyelerine bırakılmıştır. Kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. Anayasanın 127. maddesinin birinci fıkrasında yerel yönetim esasları belirlenmiş ve mahalli idarelerin il, belediye ya da köy halkının yerel ortak gereksinimlerini karşılamak üzere, kuruluş ilkeleri yasayla belirlenen ve yasada gösterilen karar organları seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişilerinin olacağı hükme bağlanmıştır. Maddenin ikinci fıkrasında Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. biçimindeki Yerinden Yönetim ilkesi, yerel yönetimlerin, o yerde bulunanların, ortak gereksinimlerini karşılamak için kendi seçtiği organlarca yönetilmesi anlamına gelmektedir. Anayasa'nın 127. maddesi uyarınca mahalli idarelerin kuruluş amacı olarak gösterilen mahalli müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentilerini ifade etmektedir. Anayasa'da il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanunların, kamu yararı gözetilerek, anayasal sınırlar içinde kalınarak hazırlanması ve yetki gaspına meydan verecek hükümler içermemesi gerekir. Anayasanın 127. maddesinde yer alan yerinden yönetim ilkesi yönünden kamu yararı, ancak halkın katılımının ve bu yolla etkinliğinin arttırılması ile gerçekleştirilebilir. Bu itibarla, seçimle iş başına gelmiş, halkın yerel ve ortak ihtiyaçlarını gözeterek görev yapan İlçe Belediyelerin yetkilerinin gasp edilerek Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı verme yetkisinin tamamının Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören iptalini istediğimiz yasal düzenleme Anayasanın 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasını ihlal etmiştir. Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir cümlesinin Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına aykırı olması nedeniyle iptali gerekir.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 5 2) 6585 Sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. Maddesinin Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan Vali İbaresinin ve İkinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı: 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde Mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususlar gözetilerek perakende işletmelerin bir kısmının veya tamamının çalışma saatleri, meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine yetkili idarenin görüşü alınmak suretiyle vali tarafından belirlenebilir hükmü, aynı maddenin ikinci fıkrasında ise Üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine, faaliyet kollarına göre, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin bölge veya ülke düzeyinde belirlenmesine Bakanlık yetkilidir hükmü bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde, Perakende işletmelerin günlük çalışma saatleri, bulundukları bölgenin nüfus, iklim, coğrafi ve benzeri özelliklerine bağlı olarak farklılık arz edebilmektedir. Bu durum perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesinde bazı hallerde mahalli şartların dikkate alınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Madde ile, çalışma saatlerine ilişkin genel hükümler saklı kalmak kaydıyla, gerekli şartların varlığı halinde perakende işletmelerin çalışma saatlerinin vali tarafından belirlenmesine yönelik düzenleme yapılmıştır. Bunun yanında, bölge veya ülke düzeyinde uygulama birliğinin sağlanması gereken durumlarda, üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine Bakanlığa çalışma saatlerini belirleme yetkisi tanınmıştır. denilmiştir. Anılan düzenlemeden perakende işletmelerin çalışma ve işleyiş saatlerini belirlemede bölge ve ülke düzeyinde yetkili kılınan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı iken, mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususların ortaya çıkması halinde yetki valilere devredilmiştir. Böylelikle getirilen sistemle perakende işletmelerinin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda birbiriyle uyumsuz, keyfi, uygulamada birçok soruna neden olacak bir düzenleme yapılmıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise, yasaların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır. Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiği ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı kavramı, genel bir ifadeyle, bireysel özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir. Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç öğesi bakımından anayasaya uygun sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa kanunun amaç unsuru bakımından anayasaya aykırı olduğu söylenebilir. (Anayasa Mahkemesi'nin 2.6.2011 tarihli ve 2008/88 Esas, 2011/85 Karar sayılı Kararı).Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 6 Anayasa Mahkemesi, hukuk devleti ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı başka bir Kararında şu tespitlerde bulunmuştur: () Hukuk devletinin temel ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. (.) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. (Anayasa Mahkemesi'nin 17.6.2010 Tarihli ve 2008/22 Esas, 2010/82 Karar sayılı Kararı). Kanunların, kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle, yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini, anayasal sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hukuk devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların, yasakoyucunun keyfine göre değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı üzere, hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi ile bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda yetkili kılınan idari organın belirlenmesinde de yasakoyucunun, bu esası gözardı etmemesi ve yasama normlarında, bu olguyu en iyi şekilde yansıtması zorunludur. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri 'belirlilik' ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesindeki Mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususlar gözetilerek perakende işletmelerin bir kısmının veya tamamının çalışma saatleri, meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine yetkili idarenin görüşü alınmak suretiyle vali tarafından belirlenebilir düzenlemesi ile hem kamu yararı esas göz ardı edilmiştir hem de Valilere perakende işletmelerin çalışma saatlerinin düzenlenmesi konusunda ucu açık, belirsiz ve sınırsız yetki tanınmıştır. Bu nedenle, kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. Yasamanın genelliği ilkesi uyarınca yasa koyucunun istediği alanı istediği gibi düzenleme yetkisi bulunmakla birlikte, bu yetki Anayasa ve hukukun üstün kurallarıylaEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 7 sınırlanmıştır. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun'un 13. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Üst meslek kuruluşlarının müşterek teklifi üzerine, faaliyet kollarına göre, perakende işletmelerin çalışma saatlerinin bölge veya ülke düzeyinde belirlenmesine Bakanlık yetkilidir düzenlemesi ile de bu ölçütler göz ardı edilmiştir. Bölge veya ülke düzeyinde perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesi konusunda Bakanlığın yetkili kılınmış olması, birinci fıkra düzenlemesinde valilere tanınmış olan sınırsız, ucu açık ve belirsiz yetkiden daha vahim olmak üzere, ülke düzeyinde birbirinden farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olacağı gibi, kamu yararı taşımayan bu düzenlemenin, adalet hakkaniyet ölçütlerini içinde barındırmadığı, Bakanlığa keyfi düzenleme yapma imkânı tanıdığı ortadadır. Kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme de Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. 1982 Anayasasının 123 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki, idarenin kuruluş ve görevlerinin merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanacağı kuralı yer almaktadır. Anayasanın 127. maddesinde yerel yönetim esasları belirlenmiş ve mahalli idarelerin il, belediye ya da köy halkının yerel ortak gereksinimlerini karşılamak üzere, kuruluş ilkeleri yasayla belirlenen ve yasada gösterilen karar organlarınca seçmenlerce seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişilerinin olacağı hükme bağlanmıştır. 127. maddesinin ikinci fıkrasında da Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği belirlenerek, yerel yönetimlerin, o yerde bulunanların, ortak gereksinimlerini karşılamak için kendi seçtiği organlarca yönetileceği anlamına gelen, Yerinden yönetim ilkesi, Anayasada ifadesini bulmuştur. Anayasa'nın 127. maddesi uyarınca mahalli idarelerin kuruluş amacı olarak gösterilen mahalli müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentilerini ifade etmektedir. Anayasa'da il, belediye ya da köy halkının yerel ortak ihtiyaçlarının neler olduğu belirlenmemiş, bunun saptanması kanuna bırakılmıştır. Bu durumda kanunlar, kamu yararını gözeterek, anayasal sınırlar içinde kalınarak hazırlanmak durumundadır. Bu bağlamda, Yerel yönetimlerin yetkisi içinde olması ve yerel düzeyde karar alma organları tarafından bütün detaylarıyla Anayasanın da öngördüğü biçimde belirlenmesi gereken perakende işletmelerin çalışma saatlerinin belirlenmesi konusunda, yerel düzeyde valiye, bölgesel düzeyde Bakanlığa başka bir ifadeyle bütünüyle Merkezi İdareye tanınmış olan bu yetki, açık, gelişigüzel, ölçüsüz ve kaynağını Anayasadan almayan bir yetki niteliğindedir ve yetki gaspı anlamına gelmektedir. Bu yönüyle Anayasanın 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarını da ihlal etmiştir. Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun 'un 13. maddesinin birinci fıkrasının birinciEsas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 8 cümlesinde yer alan vali ibaresinin ve ikinci fıkrasının Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkrasına aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerekir. V. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Kamu Hukukunda yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi için, yasal bir düzenlemenin uygulanması hâlinde telâfisi güç veya imkânsız zararların doğması ve bu yasal düzenlemenin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Dava konusu olayda, 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı Kanun'un iptalini talep ettiğimiz hükümler yönünden, bu iki şart birlikte gerçekleşmiştir. Dava dilekçemizde de açık bir biçimde açıklamaya çalıştığımız üzere, dava konusu yapılan ve Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle iptali istenen ve bu bapta da yürürlüğünün durdurulması talep olunan, 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir cümlesi, İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilerek tamamen Büyükşehir Belediyelerine devredilmesini öngören bir düzenleme niteliğindedir. Uygulamada beraberinde birçok soruna neden olacak olan bu yasal düzenleme Büyükşehir Belediyelerine tanımış olduğu yetkilerle, İlçe Belediyelerinin yetkilerinin gasp edilmesine neden olacak Anayasanın öngördüğü kurallar da ihlal ederek telafisi güç imkânsız zararların doğmasına sebebiyet verilecektir. Yine, 6585 sayılı Kanunun 13. maddesi ile hukuk devleti ilkesi ihlâl edilmiş, kanunların, nihaî olarak kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılması amacından uzaklaşılmıştır. Anılan maddedeki düzenleme, perakende işletmelerin çalışma ve işleyiş saatlerini belirlemede bölge ve ülke düzeyinde Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yetkili kılınması, mesleğe, mevsime ve turizme özgü şartlar ve benzeri hususların ortaya çıkması halinde ise bu yetkinin valilere devredilmiş olması ile birbiriyle uyumsuz, keyfi, uygulamada birçok soruna neden olacak nitelikte düzenleme yapılmıştır. Perakende işletmelerin açılış ve çalışma saatlerinin, seçimle iş başına gelmiş, yerel yönetimler tarafından, bölgelerin coğrafi, mesleki, ekonomik koşulları ve halkın ihtiyaçları gözetilerek belirlenmesi Anayasanın da emredici hükmü iken, ülke düzeyinde Bakanlığın, bölge düzeyinde valiliğin bu konuda yetkili kılınması açık bir yetki gaspı olup Anayasal sistemle bağdaşmamaktadır. Bu durum da telafisi güç ve imkânsız zararların doğmasına sebebiyet verecektir. Bütün bu açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, dava konusu yapılan ve iptali istenen düzenlemeler, Anayasa'ya açıkça aykırıdır. Dava konusu kuralların uygulanması hâlinde, Hukuk devleti ilkesi cihetinden Anayasa'nın öngördüğü kuralların ihlâl edilmiş olacağı ve bu Anayasal ilke ve güvenceler yönünden telâfisi imkânsız zararların doğacağı kesindir. Dava konusu kurallar hakkında yürürlüğün durdurulması kararı verildiği takdirde, hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek, sadece, Anayasa'ya aykırı olan uygulama durdurulmuş olacaktır. Ancak, dava konusu yasal düzenlemeler yönünden Yürürlüğü Durdurma Kararı verilmeyip, sadece İptal Kararı verilmesi hâlinde, bu İptal Kararı büyük bir ihtimâlle etkisiz kalacaktır.Esas Sayısı : 2015/34 Karar Sayısı : 2015/48 9 Öte yandan, Anayasal düzenin, hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasa'ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende ise, kişinin temel hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi, hukuk devleti ilkesi yönünden telafisi imkânsız durum ve zararlara yol açacaktır. Böylesi bir ahvâlin husûle gelmesini önlemek amacıyla, Anayasa'ya açıkça aykırı olan ve iptali istenen dava konusu sözcüklerinin, Kararın Resmî Gazete'de yayımlanacağı güne kadar yürürlüğünün de durdurulması talebiyle Yüksek Mahkemenizde iş bu dava açılmıştır. VI. SONUÇ VE İSTEM 14.01.2015 tarihli ve 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanun un 1) 5. maddesinin yedinci fıkrasında geçen Büyükşehirlerde, alışveriş merkezlerine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı vermeye büyükşehir belediyeleri yetkilidir cümlesinin Anayasanın 2.maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, 2) 13. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan vali ibaresinin ve ikinci fıkrasının Anayasanın 2. maddesine ve 127. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, Aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.
3,669
Esas Sayısı : 1995/18 Karar Sayısı : 1995/50 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir : Bilindiği gibi 3167 sayılı çek hamillerinin korunması hakkındaki yasanın 16/1. maddesine göre keşide edilen çekin muhatap bankaya ibrazında karşılığı çıkmadığından, muhatap bankanın keşideciye 3167 sayılı Yasanın 7. maddesine göre bir ihtar mektubu gönderip yasal süre içinde düzeltme hakkını kullanmasını istemektedir. Keşideci bu isteği yerine getirmediğinde çek hamilinin ceza hukuku yönünden şikayet hakkı doğmaktadır. Diğer kambiyo senetleri yönünden hukukun ön gördüğü takip şekli çekler içinde söz konusu olduğu halde sadece bir dönemin piyasa ekonomisine dönülmesi nedeniyle ortaya çıkan ekonomik ödeme vasıtasına tercih hakkı tanımak suretiyle ceza hukuku ve müeyyide baskısıyla gerçekte yasal olup olmadığı tartışmalı bir şekilde cebri icra yolunu açmış bulunmaktadır. Bunun sonucunda aynı borçlu çek keşide ettiğinde üzerindeki baskı ve zorlama artmakta, diğer kıymetli evrakı tanzim ettiğinde ise umumi hükümlere göre mali yönden takibe uğramaktadır. Aynı dönemde sık sık ileriye sürülen prensiplerden biri ekonomik suça ekonomik müeyyide uygulanması yolunda olduğu halde nedense bu prensibin dışında kalacak şekilde çek kanununda ekonomik şuça şahsi ve bedensel özgürlüğü kısıtlayıcı ceza getirilerek gerçekten de özel bir imtiyaz hakkı verilmiştir. TC. Anayasasının 10. maddesi kanun önünde eşitlik esasını getirerek hiçbir şekilde kimseye imtiyaz tanınmayacağını ifade etmektedir. Yukarıda arzedilen 3167 sayılı Yasanın 16. maddesiyle getirilen müeyyide, uygulamadaki şekil ve sonuçlarla birlikte değerlendirildiğinde Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik esasına aykırı bir hüküm olarak karşımıza çıkmaktadır. Arzedilen sebeplerle bu yasa maddesinin iptali gerekmektedir. Bunun dışında Anayasanın 65. maddesi Devletin ekonomik istikrarın korunmasını gözetme görevinin bulunduğunu 167. maddesi ise devlete piyasa denetimi yetkisinin verildiğini göstermektedir. 3167 sayılı Yasaya güvenilerek alınan çeklerin sayısı milyonları aşmaktadır. Pek azı dışında hepside karşılıksız çıkmakta ve tahsili için yıllarca çaba sarf edilmektedir. Yetersiz ve nedense düzeltilmesi bir türlü mümkün olmayan yasayla ekonomik istikrarın sağlanmadığı kötü kişilerin yasadan ve uygulanmasından yararlandıkları bir gerçek olup dolaylı olarak Anayasa'nın 65 ve 167 nci maddelerini de etkiler şekilde ortaya çıkan ekonomik huzursuzluğun TC. Anayasasının 5. maddesine de aykırılık teşkil ettiği ve ekonomik huzurun sağlanmadığı keyfiyeti de bedihidir. Sonuç Olarak: 3167 sayılı Yasanın aksaklıklarının giderilmemesi nedeniyle ortaya çıkan ekonomik huzursuzluğun yasanın pasif etkisi olarak Anayasanın 5. maddesine aykırılık teşkil ettiği kanaatinde olmakla beraber bunun dışında yasanın aktif olarak uygulanması suretiyle müeyyide baskısıyla cebri icra durumunu yaratmak suretiyle Anayasanın 10 ncu maddesindeki eşitlik prensibine aykırı bir durum yarattığı ve bu imtiyazla hiçbir hukuk sisteminde görülmeyen değişik bir alacak tahsili cihetine gidildiği bütün ceza mahkemelerince bulunan bir keyfiyet olarak nahoş bir etki yarattığından 3167 sayılı Yasanın 16 ncı maddesiyle getirilen müeyyide sonucu bu durum ortaya çıktığından diğer sakıncalı yanlarını bir tarafa bıraksak dahi sadece buEsas Sayısı : 1995/18 Karar Sayısı : 1995/50 2 nedenle anılan yasa maddesini Anayasa'nın 10 ncu maddesine muhalefet teşkil ettiği kanaatine varıldığından durumun Yüksek Anayasa Mahkemesince incelenmek üzere usuli işlemlerin durdurulmasına
454
Esas Sayısı : 1991/61 Karar Sayısı : 1992/34 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkeme'nin gerekçesi aynen şöyledir: Davalı vekilinin 13.6.1991 tarihli celsede 506 sayılı Yasa'nın 10. maddesinin Anayasa'ya aykırılık iddiasında bulunulması karşısında dosya mahkemece de incelenerek maddenin son cümlesinde yer alan 26 ncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın ibaresinin Anayasa'nın eşitlik ilkesine ve suç ile ceza arasındaki kurulması gereken muvazene ilkesine ve cezanın şahsiliği prensibi ile aynı suça aynı cezanın verilmesi prensiplerine aykırılığının ciddi olduğu sonucuna varılmıştır. Bu sebeple : 10. maddenin yukarıda zikredilen ibaresinin yasa metninden çıkarılması ve iptalinin değerlendirilmesi için Yüce Mahkeme'ye başvurulmasına karar verilmiştir. 10. maddede belirtilen işverenin sorumluluğu S.S.K. 9. maddede öngörülen işçinin sigorta kurumuna bildirilmesi yükümlüğü ile ilgili bulunmaktadır. Ancak 9. maddenin uygulanmaması yani işçinin kuruma zamanında bildirilmemesi hallerinde yine aynı kanunun 140. maddesi gerekli müeyyideyi saymıştır. Bunun dışında işyerinde bir kazanın vukua gelmesi halinde ise bunun iş kazası olması durumuna göre aynı kanunun 26. maddesindeki hükümler yer almıştır. Buna göre işveren kastı, suç sayılabilir bir hareketi veya işçilerin sağlığını korumak ve işgüvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi ile kazaya sebebiyet vermesi halinde bu oranda sorumlu tutulmuştur. Demek oluyor ki, işçinin kuruma bildirilmediği bir işyerinde bir kaza meydana geldiği zaman olayı iki bölümde mütalaa etmek gerekmektedir. Birincisi bildirge verilmemiş olması, ikincisi kazanın meydana gelmesidir. Her iki unsurda kendi başlarına oldukları taktirde Yasa'da ayrı ayrı müeyyidelendirilmişlerdir. Örneğin; işyerinde bildirge verilmemiş, kazada olmamıştır. Bu durumda Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 140/B maddesi sözkonusudur. İkinci hale göre: işyerinde bildirge verilmiş ancak işçi kazaya uğramıştır. Bu durumda işveren 26. maddeye göre kusuru nispetinde sorumlu bulunacaktır. Bu iki halin birlikte ihtilat etmesi halinde ise yani, bildirge verilmemiş ve işçi kazaya uğramış ise 506 sayılı Kanun'un 10. maddesi sözkonusu olmaktadır. Yasa'da ayrı ayrı müeyyideleri gösteren fiillerin aralarında bir illiyet bağı olmadıkça ikinci kez ayrı bir suç olarak cezalandırılması, bir anlamda çifte standarttır. Ve fertler arasındaki eşitsizliği ortaya getirmektedir. Bu iki eylemin birlikte olması, aralarında bir illiyet bağı bulundurmasını gerektirmez. Yani kuruma bildirilmeyen işçinin kaza geçireceği görüşüne itibar olunamaz. Bunun aksine bildirilen işçinin de işverenin kusuru ile kaza geçirmeyeceği de düşünülemez. Bu iki fiilin birleşmesi sonucunda meydana gelen olay sebebiyle işçinin veya sigortanın uğradığı ayrı bir zararda söz konusu değildir. Böyle olunca sadece kusuru bildirge vermemiş olan işverenin meydana gelen kazada hiçbir kusuru olmaması, onun % 100 kusurlu bir işveren ile aynı seviyede tutulması sonucunu da doğurur ki bu da açık bir eşitsizliktir.Esas Sayısı : 1991/61 Karar Sayısı : 1992/34 2 Sigorta olayına tamamen sigortalının sebebiyet vermiş olmasında da işvereni kasıt ve kusuru aranmayacağından işvereni sorumluluktan kurtarmamaktadır. Suçu sadece bildirge vermemiş olan işverenin gördüğü ceza adalet duygusunu incitecek boyutlara varmıştır. Bu görünüşün işvereni bildirge vermemesi sebebiyle medeni bir cezaya çarptırılması olarak gören müellifler vardır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi olaya tamamen % 100 sigortalının kusuru veya önüne geçilmeyen bir olay neden olsa bile bundan tamamen işverenin sorumlu tutulması arada bir illiyet bağlantısı olmadığından hukuka uygun görülemez. Nitekim Yargıtay'ımız uzun zamandan beri Yasa'nın bu hukuka aykırılığı karşısında bir çözüm arayışı içine girmiş ve ceza ile suç arasındaki büyük dengesizliği ortadan kaldırabilmek amacı ile B.K.nun 44. maddesi çerçevesinde bir yaklaşım göstermiştir. Bu da sigorta olayında işverenin tamamen kusursuz olması halinde bildirge vermemenin cezasını % 50 üzerinde bir indirime tabi tutulmak suretiyle tazminata hükmolunabileceği prensibini vaz etmiştir. Nitekim Yüksek Temyiz Mahkemesi, 10. Hukuk Dairesi'nin yıllarca başkanlığını sürdürmüş olan Mustafa Çenberci'nin S.S.K. şerhi sayfa : 110/VIII bölümünde yargıca sigortalının uğradığı kaza olayı ile işveren arasında bir uygun neden sonuç bağı kurulamıyorsa, işverenin ödeme ile yükümlü tutulamayacağını belirtmektedir. Yani, Yasa'nın 10. maddesindeki 26 ıncı maddede yazılan sorumluluk halleri aranmaksızın ibaresinin yok sayılabileceğini göstermeye çalışmaktadır. Anayasa'nın 60. maddesinde yerini alan sosyal güvenlik haklarının temininde Devlet'e yüklenen yükümlülüklerin bir takım belli ölçülerde işverenlere dağıtılmış olması anlaşılabilir. Ancak bunun fiil ve ceza arasında belli bir dengeyi de kapsaması gereklidir. Medeni ceza diye hukuk sistemi içinde yer alan hüküm de ve en yumuşak hali ile uygulamada dahi fiil ile ceza arasındaki eşitlik ve sosyal denge bulunmamaktadır. Yukarda arz ve izaha çalışıldığı üzere kasıtlı olarak hareket eden işverenin fiiline maruz kalan sigortalıya yapılan giderlerin geri alınmasında (Madde 26) yer alan hükümler ile sigortalıya hiçbir fiil ve eylemi olmadığı halde sırf kuruma bildirim eksikliğinden giderleri kuruma ödemek zorunda kalan (Madde 10) işveren açısından, gerek miktar, gerek zaman aşımı bakımlarından kaynaklanan açık eşitsizlik görüldüğü izlenimini doğurmaktadır. Yasakoyucunun gerçek niyetinin işverenin bildirge vermemiş olması nedeniyle bizzat kazaya uğrayan işçinin kendi kastı ile meydana getirdiği olaydan işvereni sorumlu tutmak olmadığı kanaati ile Yasa'da yeralan 26 ıncı maddede yazılı sorumluluk halleri aranmaksızın ibaresinin madde metninden çıkartılarak iptalinin istenilmesine karar verilmiştir.
744
Esas Sayısı:1976/35 Karar Sayısı:1976/49 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanununun 28 inci maddesinde her mali yılda devletin varidat ve masarifinin bütçe kanunu ile tayin olunacağı belirtildikten sonra 29 uncu maddesinde bu kanunun bir metinden ve maddede belirtilen cetvellerden terekküp edeceği hükme bağlanmıştır. Bu hükümler karşısında bütçe kanununa ekli bütün cetvellerin de kanun hükmünde cetveller olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer taraftan Anayasa'nın bütçe ile ilgili 126 ncı maddesinin son fıkrasında Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz. denilmektedir. Bu fıkra hükmünden bütçe ile ilgili hükümler deyiminden ne anlaşılmak gerektiği Anayasa Mahkemesinin 27/6/1972 gün ve E. 1972/25. K. 1972/36 sayılı kararında Şu duruma göre Anayasa'nın 126 ncı maddesinin son fıkrasında yeralan Bütçe ile ilgili hükümler deyimini mali nitelikte hüküm anlamında değil, bütçenin uygulanması ile ilgili, bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı veya kanun konusu olabilecek yeni bir kuralı kapsamamak şartiyle açıklayıcı nitelikte hükümler olarak düşünmek zorunluluğu vardır. şeklinde açıklanmış bulunmaktadır. Metni aynen yukarıya alınan 1974 yılı Bütçe Kanununun (R) cetvelindeki hüküm ise, memurun maaşından kesinti yapılmasını öngören bir hüküm olması dolayısiyle yeni bir mali yükümlülük getiren ve böylece ayrı bir kanun konusu olabilecek nitelikte bir hüküm olup bütçenin uygulanması ile ilgili açıklayıcı bir hüküm niteliğinde değildir. Bu durumda Anayasa Mahkemesinin kuruluşu ve yargılama usulleri hakkındaki 44 sayılı Kanunun 27 nci maddesi gereğince yeni bir mali yükümlülük getirdiği ve 1974 yılı Bütçe Kanununun (R) cetvelinin 351 Gayrimenkul Kiralan bölümü Anayasa'nın 61. ve 92. maddelerine aykırı bulunduğu görüşü ile Danıştay Beşinci Dairesinin 1974/9054 sırasında kayıtlı dosyanın bu hususta karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine şevkine 7/1/1976 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
262
Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ İLE İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: “… II. GEREKÇE 1) 03.06.2011 Tarihli ve 640 Sayılı “Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri İle Ekli Cetvel ve Listelerin Usulden Anayasaya Aykırılığı Parlamenter demokrasi ve kuvvetler ayrılığı ilkesini kabul eden Anayasanın 7. maddesinde “yasama yetkisi”, Türk Ulusu adına TBMM'ne verilmiş ve bu yetkinin devredilemeyeceği açıkça belirtilmiştir. Bunun tek istisnası, Anayasanın 91 inci maddesinde Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesidir. Bu istisnai yetkinin “yetki devri” niteliğine bürünmemesi için, Anayasa Mahkemesi'nce de belirtildiği üzere, KHK çıkarma yetkisinin “önemli, ivedi ve zorunlu” durumlarda verilmesi, ayrıca bu koşulların birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Her şeyden önce, tek parti çoğunluğunun yasama organına egemen olduğu, İçtüzük uyarınca muhalefetin yeterince konuşamadığı ve bu nedenlerle neredeyse 3 5 günde yasa çıkarılabildiği bir ortamda, Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, anayasal kuralın amacı ve özüyle bağdaşmamaktadır. 640 sayılı KHK, 6 Nisan 2011 günlü, 6223 sayılı Yetki Yasası'na dayanılarak Bakanlar Kurulu'nca kabul edilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasası, 3 Mayıs 2011 günlü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Ana muhalefet Partisi (CHP) TBMM Grubu tarafından, bu Yetki Yasası'nın iptali ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne dava açılmıştır. Anayasa Mahkemesi, dayandığı yetki yasası Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen KHK'leri, haklarında dava açılması durumunda, içeriğine girmeden, salt yetki yasaları iptal edildiği için, aşağıdaki gerekçeyle iptal etmiştir. “Olağanüstü hal KHK'leri dayanaklarını doğrudan doğruya Anayasadan (m. 121) alırlar. Bu tür KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması gerekli değildir. Buna karşılık olağan dönemlerdeki KHK'lerin bir yetki yasasına dayanması zorunludur. Bu nedenle, KHK'ler ile dayandıkları yetki yasası arasında çok sıkı bir bağ vardır. …KHK'nin Anayasaya uygun bir yetki yasasına dayanması, geçerliliğinin önkoşuludur. Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya dayandığı yetki yasası iptal edilen bir KHK'nin kurallarının, içerikleri yönünden Anayasaya aykırılık oluşturmasalar bile Anayasaya uygunluğundan söz edilemez. …Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 2 Bir yetki yasasına dayanmadan çıkartılan veya yetki yasasının kapsamı dışında kalan ya da dayandığı yetki yasası iptal edilen KHK'lerin anayasal konumları birbirinden farksızdır. Böyle durumlarda, KHK'ler anayasal dayanaktan yoksun bulunduklarından, içerikleri Anayasaya aykırı bulunmasa bile, dava açıldığında iptalleri gerekir. Bu nedenlerle, iptaline karar verilen bir yetki yasasına dayanılarak çıkarılan KHK'lerin, Anayasanın Başlangıcı'ndaki ‘hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı', 2. maddesindeki ‘hukuk devleti' ilkeleriyle 6. maddesindeki ‘Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz' kuralı ve KHK çıkarma yetkisine ilişkin 9. maddesiyle bağdaştırılmaları olanaksızdır.” Anayasa Mahkemesi, yukarıda yer verilen gerekçelerle, dayandıkları 4588 sayılı Yetki Yasası 05.10.2000 günlü, E.2000/45, K.2000/27 sayılı kararla iptal edilen 606, 608, 609, 610, 611, 612, 613, 615, 616, 617, 618, 619, 621, 623, 624, 626, 628, 629 sayılı KHK'leri; içeriklerine girmeden, salt anayasal dayanaktan yoksun kaldıkları için, Anayasanın başlangıcı ile 6. ve 91. maddelerine aykırı duruma geldiklerini belirterek iptal etmiştir. (Sırasıyla kararlar: K.2000/29, K.2000/45, K.2000/37, K.2000/40, K.2000/42, K.2000/44, K.2000/39, K.2000/46, K.2000/38, K.2000/36, K.2000/35, K.2000/34, K.2000/43, K.2000/41, K.2000/33, K.2000/32, K.2000/30, K.2000/31) Bu itibarla, 6223 sayılı Yetki Yasası iptal edildiğinde 640 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı “Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin; esasa girmeden tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile eklerinin Anayasanın Başlangıç'ı ile 2., 6. ve 91. maddelerine göre iptali gerekir. 2) 03.06.2011 Tarihli ve 640 Sayılı “Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri İle Ekli Cetvel ve Listelerin Anayasaya Aykırılığı 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'na dayanılarak Bakanlar Kurulunca hazırlanan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesindeki Bakanlığın görevleri ile ekli (I) Sayılı Cetveldeki Bakanlık Merkez Teşkilatı ve 6. maddesindeki Bakanlığın hizmet birimleri incelendiğinde Gümrük ve Ticaret Bakanlığının; (Mülga) 02.07.1993 tarihli ve 485 sayılı Gümrük Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesindeki görevleri ile 6. maddesindeki, Gümrükler Genel Müdürlüğü, Gümrükler Muhafaza Genel Müdürlüğü, Gümrükler Kontrol Genel Müdürlüğü, Avrupa Birliği ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü, Tasfiye İşleri Döner Sermaye İşletmeleri Genel Müdürlüğünün. Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 3 (Mülga) 08.01.1985 tarihli ve 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun, 8. maddesindeki İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğünün 2. maddesindeki görevleriyle birlikte, Bir araya getirilmesiyle oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Anayasanın 91. maddesinin ikinci fıkrasında, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği kuralı getirilmiş; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun “İlkeler ve yetki süresi” başlıklı 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendinde ise aynen, “İç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere yeni bir bakanlık kurulmasını, (…) göz önünde bulundurur.” denilmiştir. İç ticaret, Mülga 3143 sayılı Sanayi ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun, 8. maddesinde Ana Hizmet Birimleri olarak sıralanan İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü ve görevlerinden oluştuğuna; dış ticaret de 09.12.1994 tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 3. maddesinde ana hizmet birimleri ve görevleri sayılan Dış Ticaret Müsteşarlığı olduğuna göre, iç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere kurulacak yeni bakanlık, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının iç ticarete ilişkin ana hizmet birimleri (İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü, Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü) ile Dış Ticaret Müsteşarlığının birleştirilmesinden oluşturulmak zorundadır. Bakanlar Kurulu, 6223 sayılı Yetki Kanununun 2.maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendi ile Türkiye Büyük Millet Meclisinden, “İç ve dış ticarete yönelik hizmetlerin daha etkin ve verimli bir şekilde sunulabilmesini sağlamak üzere yeni bir bakanlık kurulması” için yetki almışken; yeni bakanlığı iç ticaret ile gümrüğü birleştirerek 640 sayılı KHK ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığını kurması, Anayasanın 91. maddesinin ikinci fıkrasındaki kurala aykırıdır. Yukarıda açıklanan gerekçeyle Bakanlar Kurulunun, 6223 sayılı Yetki Kanununun “İlkeler ve yetki süresi” başlıklı 2 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinin (4) numaralı alt bendinde yer alan ilkeyi göz önünde bulundurmadan düzenleme yapması ve aldığı yetki bağlamında iç ticaret ile dış ticareti birleştirmesi gerekirken, iç ticaret ile gümrüğü birleştirmesi, Anayasanın 91. maddesine aykırı olduğundan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerin iptali gerekir. Öte yandan, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkarlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü ile Gümrük Müsteşarlığı teşkilatı bir araya getirilerek 640 sayılı KHK ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığı; Sanayi ve Ticaret Bakanlığının devrettikten sonra kalan hizmet birimleriyle 635 sayılı KHK ile Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı; Dış Ticaret Müsteşarlığından 637 sayılı KHK ile Ekonomi Bakanlığı; Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığından ise 641 sayılı KHK ile Kalkınma Bakanlığı kurulmuştur.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 4 Türkiye'de Devlet örgütlenmesine ilişkin Anayasal ilkelerdeki sürekliliğe dayalı olarak eğitim, sağlık, güvenlik, adalet, tarım, sanayi, ticaret gibi temel kamu hizmeti görevleri, bakanlık şeklinde teşkilatlandırılarak kamu hizmetleri bakanlıkların merkez ve yurt sathına yayılan taşra teşkilatı eliyle yürütülmüş; bundan dolayı da bakanlıklar icracı olarak nitelendirilmişlerdir. Buna karşın, kamusal faaliyet ve görevlere ilişkin politika oluşturulması, planlanması, düzenlenmesi, koordinasyonu ve denetimi ile ilgili yönetsel görevler ise Hazine Müsteşarlığı, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Savunma Sanayi Müsteşarlığı, Konut Müsteşarlığı örneklerinde olduğu üzere Başbakanlığa, bazı ayrık durumlarda ise Devlet bakanlıklarına bağlı müsteşarlıklar şeklinde teşkilatlandırılmışlardır. 6223 sayılı Yetki Yasası kapsamında hazırlanarak yürürlüğe giren KHK'lerle oluşturulan yeni Bakanlıkların, hizmet (icracı) görevi yönetsel görev ayrımına dayalı teşkilatlanma modelini değiştirdiği ve yönetsel görevlerin de icracı bakanlıklar gibi teşkilatlandırıldığı görülmektedir. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı icracı bir bakanlık iken, icracı genel müdürlüklerinin dışarıda bırakılmasıyla 635 sayılı KHK ile oluşturulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı yönetsel görevli bir bakanlığa dönüştürülmüş ve dolayısıyla adı bakanlık olan ancak müsteşarlık işlevi gören bir kurum oluşturulmuştur. 635 sayılı KHK' de Bakanlığın görevlerinin düzenlendiği 2. maddesi ile Genel Müdürlüklerin görevlerinin düzenlendiği 7., 8., 9., 10. ve 11. maddelerindeki, sanayi politikalarını hazırlamak, stratejiler geliştirmek, uygulama sonuçlarını izlemek ve değerlendirmek; istihdam politikalarının belirlenmesine yardımcı olmak, iş ve meslek analizi yapmak; çevre ve iklim değişikliği konularındaki gelişmeleri takip etmek, değerlendirmek, ilgili kuruluşları koordine etmek; sektörel analizler yapmak, değerlendirme raporları ve stratejiler hazırlamak; sanayi verilerini derlemek; bilim, teknoloji, araştırma, geliştirme ve yenilikçilik politikalarını ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, uygulanmasını sağlamak, izlemek, koordine etmek ve sonuçlarını değerlendirmek; sanayi araştırma, geliştirme, yenilikçilik ve girişimcilikle ilgili faaliyetleri desteklemek, izlemek, sonuçlarını değerlendirmek vb. düzenlemelerden bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ancak, belirli bir alanda politikaların oluşturulması, stratejilerin belirlenmesi, desteklenmesi, teşvik edilmesi, koordinasyonunun sağlanması, izlenmesi, değerlendirilmesi ve gerekli sonuçların çıkarılması gibi genel nitelikli yönetsel görevler ile politika ve stratejilerin fiilen uygulanması ve dolayısıyla hizmetin yararlananlara sunulması arasında birbirini bütünleyen bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Bu ilişki en açık ve en belirgin şekilde, sanayi ticaret; iç ticaret dış ticaret; sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr örneklerinde olduğu üzere tamamlayıcılık; üretici tüketici, iç ticaret dış ticaret örneklerinde görüldüğü üzere bütünleyicilik ilişkisi şeklinde kendini gösterir. 6223 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak 635 sayılı KHK ile kurulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile sanayi ticaret, sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr, üretici tüketici arasındaki birbirini bütünleyen ve tamamlayan görev ilişkisi ortadan kaldırıldığı gibi; 640 sayılı KHK ile kurulan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı ile de sanayi ticaret, sanayi Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) Esnaf ve Sanatkâr arasında tamamlayıcılık; üretici tüketiciye ek olarak iç ticaret ile dış ticaret arasında da bütünleyicilik ilişkisi kurulmamıştır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 5 Esnaf ve sanatkar, 29.06.1956 tarihli ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanununun 17. maddesindeki tanıma uygun olarak, 07.06.2005 tarihli ve 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Meslek Kuruluşları Kanununun 3. maddesinde, “Esnaf ve sanatkâr: İster gezici ister sabit bir mekânda bulunsun, Esnaf ve Sanatkâr ile Tacir ve Sanayiciyi Belirleme Koordinasyon Kurulunca belirlenen esnaf ve sanatkâr meslek kollarına dahil olup, ekonomik faaliyetini sermayesi ile birlikte bedenî çalışmasına dayandıran ve kazancı tacir veya sanayici niteliğini kazandırmayacak miktarda olan, basit usulde vergilendirilenler ve işletme hesabı esasına göre deftere tabi olanlar ile vergiden muaf bulunan meslek ve sanat sahibi kimseleri” şeklinde tanımlanmış; 19.10.2005 tarih ve 2005/9617 sayılı BKK ile yürürlüğe giren Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmeliğin 5. maddesinde ise KOBİ'lerden, on kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı bir milyon TL'yi aşmayanlar Mikro İşletme; elli kişiden az yıllık çalışan ve yıllık satış hasılatı beş milyon TL'yi aşmayanlar Küçük İşletme; iki yüz elli kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve net satış hasılatı yirmi beş milyonu aşmayanlar Orta Büyüklükteki İşletme olarak tanımlanmışlardır. Bu tanımlara göre, imalat sanayi ile hizmetler sektörünün her kolunda faaliyette bulunan “esnaf ve sanatkâr”ların önemli bir bölümü aynı zamanda “mikro işletme” statüsündedir. Öte yandan, organize sanayi bölgelerinde faaliyette bulunanların sayısal olarak yarısından fazlasını esnaf ve sanatkârlar oluşturmaktadır. Bununla birlikte, 635 sayılı KHK'nin 9. maddesinde Sanayi Bölgeleri Genel Müdürlüğünün görevleri; “a) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin planlanması ve geliştirilmesine yönelik politika oluşturmak. b) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin; planlanmasına, yer seçimine, kamulaştırılmasına, imar planlarının yapılmasına, kuruluş ve işleyişine ilişkin işlerini yürütmek ve faaliyetlerini denetlemek. c) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgeleri ile ilgili uygulama sonuçlarını izlemek ve bilgi sistemi oluşturmak. ç) Organize sanayi bölgeleri ve endüstri bölgelerinin yönetimleri ile personeline yönelik eğitim organizasyonları düzenlemek, bölge ve sanayi sitelerinin yurtiçi ve yurtdışında tanıtımına ve yatırımcı teminine yönelik çalışmalar yapmak, uygulamalarla ilgili olarak diğer ülkelere rehberlik yapmak. d) Organize sanayi bölgeleri altyapı yatırımları ile bölge müdürlüğü hizmet binası ve sanayi sitelerinin altyapı inşaatının tamamını, sanayi sitelerinin üstyapı inşaatının ise yüzde yetmişine kadar olan kısmını kredi ile desteklemek. e) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak.; şeklinde sıralanırken; Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler başlıklı 28. maddesinde, “Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler kısaca “KOBİ” olarak adlandırılır. KOBİ'lerin tanımlanmasına, niteliklerine, sınıflandırılmasına ve uygulamalarına ilişkin esaslar; net satış hasılatları, malî bilanço tutarları ve çalışan sayıları dikkate alınarak Bakanlıkça hazırlanan veEsas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 6 Bakanlar Kurulunca yürürlüğe konulan yönetmelikle belirlenir. Kurum ve kuruluşların KOBİ'lere ilişkin uygulamalarında bu yönetmelik hükümleri esas alınır.” denilmiştir. Buna karşın, 640 sayılı Gümrük ve İç Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 12. maddesinde Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğünün görevleri ise, “a) Esnaf ve sanatkârlara ilişkin politikaları, ilke ve hedefleri ilgili kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, stratejiler geliştirmek, sonuçlarını izlemek ve değerlendirmek. b) Esnaf ve sanatkârlara ilişkin politikaların belirlenmesi, istatistikler ve analizler üretilmesi ve paylaşılması, değerlendirmeler yapılması ve raporlar hazırlanması amacıyla bu işletmelere ait yatırım, üretim, pazarlama, teşvik, malî durum, Ar Ge, istihdam, enerji ve benzeri ekonomik faaliyet bilgi ve verileri ile esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarına ait bilgileri belirleyeceği usul ve esaslar kapsamında almak suretiyle bilgi sistemi oluşturmak. c) Esnaf ve sanatkârların sorunlarını tespit etmek, çözüm önerileri geliştirmek ve ilgili kurumlar nezdinde girişimde bulunmak, rekabet güçlerinin artırılması, araştırma, geliştirme ve yenilikçilik yeteneklerinin geliştirilmesi, pazarlama, hammadde ve tezgâh temini amaçlarıyla teşvik ve destekler vermek ve bu konulara yönelik düzenlemeler yapmak. ç) İç ve dış pazar imkânlarını araştırmak, kredi ve finansman ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik çalışmalar ve bu konularda düzenlemeler yapmak. d) Esnaf ve sanatkârlar ile istihdam ettikleri personele yönelik eğitim faaliyetlerini desteklemek. e) Esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarının kuruluş, işleyiş ve siciline ilişkin işleri yürütmek. f) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak.” Biçiminde hüküm altına alınmıştır. Bu düzenlemeye göre, esnaf ve sanatkarları da kapsayan politika ve stratejilerle, esnaf ve sanatkarların imalat atölyelerinin bulunduğu organize sanayi bölgelerine ilişkin tüm düzenlemeleri Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı belirleyecek; buna karşın esnaf ve sanatkarların korunması ve desteklenmesini ise Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yürütecektir. Politika oluşturma ve strateji belirleme ile uygulamanın birbirini tamamlayan ardışık ilişkisi bağlamında bu olanaksızdır. Benzer hususlar, 635 sayılı KHK'nin 10. maddesindeki Metroloji ve Standardizasyon Genel Müdürlüğünün ve 11. maddesindeki Sanayi Ürünleri Güvenliği ve Denetimi Genel Müdürlüğünün görevleri ile 640 sayılı KHK'nin 9. maddesindeki İç Ticaret Genel Müdürlüğü ve 11. maddesindeki Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğünün görevleri arasında da söz konusudur. Buna karşın, 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2. maddesindeki görevlerden Gümrük Müsteşarlığına ilişkin olan; “a) Gümrük politikasının hazırlanmasına yardımcı olmak ve uygulamak; gümrük hizmetlerinin süratli, etkili, verimli, belirlenmiş standartlara uygun şekilde yürütülmesini sağlamak ve denetlemek.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 7 ç) Gümrük Kanunu, gümrük işlemleriyle ilgili diğer mevzuat ve uluslararası sözleşmelerin uygulanmasını sağlamak; gümrükçe onaylanmış bir işlem veya kullanıma ilişkin iş ve işlemleri yürütmek; gümrük kontrolüne tabi kişi, eşya ve araçların muayene ve kontrolünü yapmak. d) Gümrük tarifesini hazırlamak; gümrük vergileri ile gümrük idarelerince tahsil edilmesi gereken vergi, fon ve diğer malî yüklerin tahakkuk, tahsil, takip ve kontrolünü yapmak; ertelenmiş kontrol ve sonradan kontrol hizmetlerini yürütmek; ihtilaflı durumlarda uzlaşmaya ilişkin işlemleri düzenlemek ve yürütmek; gümrük işleriyle ilgili istatistikî bilgileri üretmek, toplamak, değerlendirmek ve açıklamak. e) Geçici depolama yerleri, antrepolar, ambarlar, tasfiyelik eşya depoları, mağazalar ve satış reyonları açılması ve işletilmesine izin vermek, işletmek, işlettirmek ve denetlemek; gümrük mevzuatına göre tasfiyelik hale gelen eşyanın tasfiye işlemlerini yürütmek. f) Gümrüklü yer ve sahalarda münhasıran, Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesinde gerektiğinde ilgili kuruluşlarla işbirliği yapmak suretiyle kaçakçılığı önlemek, izlemek ve soruşturmak. g) Kara ve demiryolu kapıları ile gümrük teşkilatı bulunan hava ve deniz limanlarında, serbest bölgeler, antrepolar ile gümrüklü yer ve sahalarda ve Türkiye Cumhuriyeti Gümrük Bölgesinde gümrük muhafaza görevlerini yerine getirmek. ğ) Gümrüklü yer ve sahalarda koordinasyonu sağlamak ve kamu düzeninin bozulmasını önleyecek tedbirleri almak. h) Bakanlık hizmetlerine ilişkin olarak uluslararası kuruluşların ve Avrupa Birliğinin çalışmalarını takip etmek, Avrupa Birliğine uyum çalışmalarını yürütmek ve bu konularda görüş oluşturmak. m) Bakanlığın görev alanına giren konularda laboratuarlar kurmak ve çalışmalarını yürütmek. n) Gümrük müşaviri ve yardımcılarıyla yetkilendirilmiş gümrük müşavirlerine ilişkin gerekli düzenlemeleri yapmak ve denetlemek.” Görevleri ile Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devredilen iç ticaret, esnaf ve sanatkârların ve tüketicinin korunması ile kooperatiflere ilişkin olan; “b) İç ticaret hizmetlerine ilişkin ana hedef ve politikaların belirlenmesine yardımcı olmak, belirlenen ticaret politikasını uygulamak, gerekli koordinasyonu sağlamak. c) Diğer kurum ve kuruluşların iç ticaret politikasını etkileyen faaliyet, temas ve düzenlemelerinin, genel ticaret politikasına uygunluğunu sağlamak; ilgili kurum ve kuruluşlar ile işbirliği halinde söz konusu faaliyet, temas ve düzenlemelerin koordinasyonunu ve yürütülmesini temin etmek. ı) Ticarete konu ürünlerin güvenli, mevzuata ve standartlara uygun olmasını sağlamak; bu amaçla başka kurumların görevi dışındaki alanlarda piyasa gözetim ve denetimi yapmak ve gerekli koordinasyonu sağlamak.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 8 i) Ticaret odaları, sanayi odaları, ticaret ve sanayi odaları, deniz ticaret odaları, ticaret borsaları, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği, esnaf ve sanatkâr meslek kuruluşlarına ait hizmetleri ilgili diğer bakanlıklarla işbirliği suretiyle yürütmek. j) Evrensel kabul görmüş tüketici haklarının sağlanması ve korunmasına yönelik hukukî ve idarî tedbirleri almak, tüketicinin korunmasını sağlayıcı inceleme, araştırma ve düzenlemeler yapmak. k) Esnaf ve sanatkârlar ile kooperatifçiliğe ilişkin politikaları, ilke ve hedefleri ilgili kuruluşlarla işbirliği yaparak belirlemek, stratejiler geliştirmek, sonuçları izlemek ve değerlendirmek. l) Şirketler, kooperatifler ve ticaret sicili memurlukları ile esnaf ve sanatkâr sicil kayıtlarıyla ilgili hizmetleri yürütmek ve bunları denetlemek.” Görevleri arasında bırakınız birbirini bütünleme ve tamamlayıcılık ilişkisini uzaktan ya da yakından doğrudan veya dolaylı hiçbir benzerlik olmadığı gibi ilgi ve ilişki de bulunmamaktadır. Anayasanın 113. maddesinin birinci fıkrasında, bakanlıkların kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri ve teşkilatının kanunla düzenleneceği kuralı getirilirken; 91. maddesinin birinci fıkrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebileceği; ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacını, kapsamını ilkelerini, kullanma süresini ve kullanma süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını göstereceği belirtilmiştir. Bu bağlamda yasa koyucunun Anayasaya, hukukun üstün kurallarına, kamu yararına ve bakanlıkların kurulmasına ilişkin mevzuata uygun olmak koşuluyla bakanlıkları istediği gibi oluşturma konusunda; Bakanlar Kurulunun ise, bunlara ek olarak ayrıca dayandığı yetki kanununa uygun olmak koşuluyla Bakanlıkları istediği gibi kurma konusunda takdir hakkı vardır. Ancak, 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunun amaç başlıklı 1. maddesinde, Kanunun amacının, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülebilmesi için bakanlıkların kurulmasını, teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin esas ve usulleri düzenlemek olduğu hüküm altına alınmış ve Bakanlıkların kurulması başlıklı 3. maddesinde ise, Bakanlıkların kurulması, kaldırılması, mevcut bakanlıkların bölünmesi veya birleştirilmesi ile bakanlıkların görevleri, yetkileri ve teşkilatının bu Kanun esaslarına göre düzenleneceği belirtildikten sonra bu düzenlemelerde uyulması zorunlu esasları; “a) İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür. Teşkilatlanmada görev ve yetkilerin tespitinde bu bütünlük bozulamaz. b) Bakanlıkların kuruluş ve teşkilatlanmalarında etkili bir idare, iş bölümü, kontrol ve koordinasyonun sağlanması esastır. c) Aynı ve benzer hizmet veya görevlerin tek bir bakanlık tarafından veya sorumluluğunda yürütülmesi, atıl kapasite ve kaynak israfının önlenmesi esastır.” biçiminde sıralanmıştır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 9 Bu bağlamda, Türkiye Büyük Millet Meclisi Bakanlar Kuruluna Anayasanın 91. maddesine göre verdiği yetkiyi, 6223 sayılı Yetki Kanununun 1. maddesinde yer alan, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacını gerçekleştirmek ile 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki amaç ve 3. maddesindeki zorunlu esaslara uyulması kaydıyla verdiğine göre, Bakanlar Kurulunun Türkiye Büyük Millet Meclisinden Anayasanın 91.maddesine dayanarak 6223 sayılı Kanun ile aldığı kararname düzenleme yetkisini, 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki amaç ile 3. maddesindeki uyulması zorunlu esaslara ve ayrıca 6223 sayılı Yetki Kanununun 1. maddesindeki, Kanunun amacının, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak şeklindeki ilkelere uygun şekilde kullanması Anayasal bir zorunluluktur. Bakanlıkların kurulmasında, kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülebilmesi esas alınacak ve aynı ve benzer hizmet ve görevler tek bir bakanlık tarafından veya sorumluluğunda yürütülecek ise, Sanayi ve Ticaret Bakanlığının dışına konulan İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğünün hizmet ve görevleri ile Gümrük Müsteşarlığının hizmet ve görevleri arasında aynılığın ötesinde hiçbir benzerlik bulunmadığı için bunlar bir araya getirilerek bir bakanlık kurulamaz. Nitekim, 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK'nin 2. maddesinde düzenlenen Bakanlığın görevlerinden, gümrüğe ilişkin olan (a), (ç), (d), (e), (f), (g), (ğ), (h), (m), (n) bentlerindeki hizmet ve görevlerle, Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devralınan genel müdürlüklere ilişkin olan (b), (c), (ı), (i), (j), (k) ve (l) bentlerindeki görev ve hizmetler arasında bırakınız aynılığı, uzaktan ya da yakından herhangi bir benzerlik dahi olmadığı gibi tamamlayıcılık ve bütünleyicilik ilişkisi de bulunmamaktadır. Bu durumda, 640 sayılı KHK ile kurulan Gümrük ve Ticaret Bakanlığının görev ve hizmetlerini düzenli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütebilmesinin mümkün olmadığı kendiliğinden ve aynı zamanda hukuken ortaya çıkmaktadır. Bakanlar Kurulunun 6223 sayılı Kanunla aldığı yetkiyi, 6223 sayılı Kanunun 1. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile 3046 sayılı Kanunun 1. maddesindeki ilkelere ve 3. maddesindeki uyulması zorunlu esaslara uymadan kullanması Anayasanın 91. ve 113. maddelerine aykırı olduğundan, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerin iptali gerekir. Anayasanın 171. maddesinde, Devletin, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin artırılmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak tedbirleri alacağı; 172. maddesinde, Devletin tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı önlemleri alacağı ve tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini teşvik edeceği; 173. maddesinde ise, Devletin, esnaf ve sanatkârları koruyucu ve destekleyici önlemleri alacağı hüküm altına alınmıştır. Üretimin artırılması ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin gelişmesini sağlayacak önlemler; tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı önlemlerin alınması ve tüketicilerin korunması girişimlerinin teşvik edilmesi ile esnaf ve sanatkârın korunması ve desteklenmesi, öncelikle söz konusu Anayasal görevleri gereği gibi yerine getirecek bir teşkilatlanmadan geçmektedir. İç Ticaret Genel Müdürlüğü, Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü, Esnaf ve Sanatkârlar Genel Müdürlüğü ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü, sanayi ileEsas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 10 ticaretin, sanayi KOBİ esnaf ve sanatkârın tamamlayıcılığı ve üretici ile tüketicinin bütünleyiciliği bağlamında, 635 sayılı KHK ile kurulan Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı teşkilatı içinde görevlerine devam edebilir ve üstlendiği hizmetleri düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yerine getirebilirdi. Bunun yanında, dış ve iç ticaretin bütünleyiciliği bağlamında ve esnaf ve sanatkârlar ile üretici kooperatiflerin ithalatın olumsuz etkilerinden korunması ve tüketici haklarının geliştirilmesi doğrultusunda Dış Ticaret Müsteşarlığı ile birleştirilerek 637 sayılı KHK ile kurulan Ekonomi Bakanlığı teşkilatı bünyesinde görev ve hizmetlerini yine aynı şekilde düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütebilirdi. Hatta, birbiriyle ilişkili Anayasal üç görevin, Anayasal gereklerine uygun bir şekilde yürütülebilmesi için ayrı bir bakanlık kurulabilirdi. Ancak, söz konusu Anayasal görevleri yürütmekle yükümlü genel müdürlükler, adeta Sanayi ve Ticaret Bakanlığından kapı dışarı edilmiş ve hiç ilgisi bulunmayan Gümrük Müsteşarlığına sözcüğün gerçek anlamında yamanmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanlığından devredilen genel müdürlüklerin, Vakıflar Genel Müdürlüğü ile olan görev benzerliği ile görevlerdeki bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi Gümrük Müsteşarlığından daha fazladır. Söz konusu genel müdürlüklerin bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi ile görev ve hizmetlerin benzerliği ve teşkilatlanma modeli bağlamında Gümrük Müsteşarlığına devri ile Denizcilik Müsteşarlığına devri arasında hiçbir fark yoktur. Gümrük Müsteşarlığı, öteden beri gümrük alanında uzmanlaşmış ve bu alanda kurumsal deneyim kazanmış olduğundan, kurumsal uzmanlık alanı ile hiçbir ilgisi bulunmayan genel müdürlükleri istemese de içinde eritecek ve söz konusu genel müdürlüklerin üstlendiği Anayasal görevleri bırakınız düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütmeyi, ister istemez değersizleştirecektir. Çünkü gümrük teşkilatı ile devraldığı genel müdürlüklerin görev ve hizmetleri arasında hiçbir bütünleyicilik ve tamamlayıcılık ilişkisi olmadığı gibi uzaktan veya yakından benzerlik de bulunmadığından ve taşra teşkilatlanmaları birbirine uymadığından devralan gümrük teşkilatında önem ve öncelik uzmanlaşılarak kurumsal deneyim kazanılan asli görevlere verilmek zorunda kalınacak; devralınanlar ise ne yapılırsa yapılsın üvey evlat muamelesine muhatap olmak durumunda kalacaktır. Bu benzeşmezliğe ve yabancılığa dayalı sorunlar iyi niyetli girişimlerle aşılmaya çalışıldıkça, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı bu defa gümrüğe ilişkin görevlerini de yapamaz hale gelecektir. Bu itibarla, Anayasanın devlete yüklediği ödevlerin gereği gibi yerine getirilmesini sağlayacak uygun teşkilatın kurulmaması yoluyla anayasal görevlerin değersizleştirilmesi ve esnaf ve sanatkârlar ile kooperatif ve tüketicilerin anayasal güvence altında olan haklarının Anayasanın öngördüğü şekilde yerine getirilmemesi Anayasanın 171., 172. ve 173. maddelerinde devlete yüklenilen ödevlerin gerekleriyle bağdaşmamaktadır. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Anayasanın 91., 113., 171., 172. ve 173. maddelerine aykırı olduğundan tümünün ve ayrı ayrı tüm maddeleri ile ekli listelerinin iptali gerekir. III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 08.06.2011 tarihli ve 27958 Mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 03.06.2011 tarihli ve 640 sayılı Gümrük ve Ticaret Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, bütünüyle Anayasaya aykırıdır.Esas Sayısı:2011/87 Karar Sayısı:2012/176 11 6223 sayılı Yetki Yasasının iptali veya yürürlüğünün durdurulması durumunda 640 sayılı KHK yasal dayanaktan yoksun kalacağından, 640 sayıl
4,023
Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 1 “18.10.1982 tarihli ve 2709 sayılı Kanunla kabul edilen 1982 Anayasasının 152’nci maddesinde; “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz () ” 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40 ncı maddesinde ise, “(1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararma ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurulan, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir.Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 2 (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır.” hükümlerine yer verilmiştir. Yukarıda anılan hükümler gereğince, mahkeme bakmakta olduğu davada uygulayacağı kanun ya da kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görür veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, o hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Öte yandan, 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 23’üncü maddesinde, “Bir başkan ile altı üyeden kurulu daireler birer hesap mahkemesidir. Daireler, bir başkan ve dört üye ile toplanır, hüküm ve kararlar oy çokluğuyla verilir. ” denilmek suretiyle Sayıştay Dairelerinin birer mahkeme olduğu açıkça ifade edilmiştir. Keza Anayasa Mahkemesinin 28.02.2013 tarih ve E.2011/21, K.2013/36 sayılı Kararında, “() Sayıştayın, sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlama görevi yönünden yargısal bir faaliyet gerçekleştirdiği ve bu çerçevede verdiği kararların maddi anlamda kesin hüküm teşkil eden yargı kararı niteliğinde olup, bu kararlarına karşı yargı organları dâhil hiçbir makam ve merciye başvurma olanağının bulunmadığı ve yargısal sonuçlu kararlar veren bir hesap mahkemesi olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. ‘‘ denilmek suretiyle Sayıştayın bir mahkeme olduğu vurgulanmıştır. Bu çerçevede Radyo ve Televizyon Üst Kurulu 2014 yılı Yargılamaya Esas Raporunun l’inci maddesinin Dairemizde görüşülmesi sırasında; Yargılamaya Esas Raporu hazırlayan Denetçi tarafından Üst Kurul üyelerinin maaş ödemelerinde, 02.11.2011 tarihli ve 28103 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 666 sayılı Kamu Görevlilerinin Mali Haklarının Düzenlenmesi Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname hükümleri geçerli olduğu halde, 11.07.2013 tarih ve 13 numaralı Üst Kurul kararı ile RTÜK üyelerinin TBMM tarafından seçildiği ve mali haklar konusunda diğer kurulların başkan ve üyelerine ilişkin düzenlemeye dahil olmadıkları şeklindeki karara dayanarak 15.01.2012 tarihinden sonra seçilen Üst Kurul Üyelerinin maaşlarının hatalı ödendiği gerekçesiyle 48.136. 80 TL. tutarında kamu zararına neden olunduğunun iddia edildiği görülmüştür. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin l’inci maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 11’inci maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde, “Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra; b) 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kutumlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı () (5) () (4) () (5) ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hakEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 3 ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarı; kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel müdürü, () (4) () (5) mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez ve bunlar, emeklilik hakları bakımından da emsali olarak belirlenen personel ile denk kabul edilir. ” denilmek suretiyle bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) Sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kuramların kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan üyelere, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarının, bakanlık müsteşar yardımcısına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemeyeceği belirtilerek, diğer sayılanlarla birlikte bunların mali haklarına ilişkin bir düzenleme yapılmıştır. Bu çerçevede uygulama birliğinin sağlanması ve oluşabilecek tereddütlerin giderilmesi amacıyla Maliye Bakanlığınca hazırlanan 666 Sayılı KHK ile ilgili 161 sayılı Devlet Memurları Kanununu Genel Tebliğinin (E) Bölümünün 3’üncü maddesinde; “3 15/1/2012 tarihinden sonra; a) Söz konusu kurumlara ait kadro veya pozisyonlara ilk defa atanan personel ile bu kurumların kadro veya pozisyonlarında bulunup, ayrılanlardan bu kurumların kadro veya pozisyonlarına yeniden atanacak personelin, b) Düzenleyici ve denetleyici kuramlara kurul başkanı veya kurul üyesi olarak ilk defa veya yeniden atananların, mali ve sosyal hakları, 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 11 inci maddesi ve bu madde uyarınca yürürlüğe konulacak Bakanlar Kurulu kararında yer alacak hükümlere ve belirlemelere göre tespit edilecektir, hükümlerine yer verilmiş olup bu hükümlerle, 15.01.2012 tarihinden itibaren Kurulun kadro ve pozisyonlarına ilk defa atananlar ile yeniden atananlar yeni maaş rejimine tabi kılınmıştır. İtiraz konusu hükmün ver aldığı 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerdendir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamemin l’inci maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen ek 1 l’inci maddenin birinci fıkrasının (b) bendiyle, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) Sayılı Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumların kadro ve pozisyonlarına ilk defa veya yeniden atanan üyelere, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdi ödemelerin bir aylık toplam net tutarının, bakanlık müsteşar yardımcılarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarım geçemeyeceği belirtilerek, diğer sayılanlarla birlikte bunların mali haklarına ilişkin bir düzenleme yapılmıştır.Esas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 4 Oysa 6223 sayılı Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu’nda kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarından söz edilmiş, ancak mali haklara ilişkin bir ibareye yer verilmemiştir. Diğer yandan, kuralda öngörülen mali haklara ilişkin hüküm, mevcut veya yeni ihdas edilen ya da bir başka bakanlıkla birleştirilen bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesiyle bağlantılı ve bunların zorunlu sonucu olmayıp doğrudan mali haklara ilişkin bir düzenleme niteliğindedir. Anayasa’nın 91’inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, yetki kanununda, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kanun hükmünde kararnamenin çıkarılıp çıkarılamayacağının gösterilmesi gerekir. Buna göre bir kanun hükmünde kararnamenin Anayasa’ya uygun olduğunun kabulü öncelikle konu, amaç, kapsam ve ilkeleri yönünden dayandığı yetki kanununa uygun olmasına bağlıdır. Bu bağlamda, Anayasa’nın ikinci kısmının “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler başlıklı üçüncü bölümünde düzenlenen haklar içinde kalan ve Anayasa’nın 91 inci maddesinde belirtilen kanun hükmünde kararnameyle düzenlenemeyecek yasak alan içinde bulunmayan kamu görevlilerinin mali ve sosyal haklarının 6223 sayılı Kanun kapsamında kalması durumunda, kanun hükmünde kararnameyle düzenlenmesinde Anayasa’ya aykırı bir durumun olmayacağı açıktır. Ancak, 6223 sayılı Kanun’un amacım düzenleyen l’inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde; kapsamına ilişkin düzenlemelerin yer aldığı aynı maddenin (2) numaralı fıkrasının (b) bendi ile bu bendin (7) numaralı alt bendinde ve son olarak ilkeler ve yetki süresine ilişkin hükümlerin yer aldığı 2’nci maddenin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, kamu personelinin “atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esasları”ndan söz edilmiş, ancak mali haklara ilişkin bir ibareye yer verilmemiştir. Bununla birlikte, 6223 sayılı Kanun’da öngörüldüğü üzere; Mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine, Mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına, ilişkin düzenlemeler söz konusu olduğunda, mali haklara dair düzenlemelerin de yapılması mümkündür. Mevcut veya yeni ihdas edilen ya da bir başka bakanlıkla birleştirilen bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesiyle ilgili olmayan hususlar 6223 sayılı Yetki Kanunu kapsamında bulunmadığından, kanun hükmünde kararnameyle doğrudan mali haklarda bir düzenleme yapılamaz. Bir başka ifadeyle, 6223 sayılı Yetki Kanunu’nun amaç, kapsam ve ilkeleri bakımından kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna doğrudan bir düzenleme yapma yetkisini vermediği, ancak mali ve sosyal haklarla ilgili hükümlerin 622JEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 5 sayılı Yetki Kanununun amacı ve kapsamına giren konularda yapılan düzenlemelerin doğal sonucu olması durumunda mümkün olabileceği, 6223 sayılı Yetki Kanununda öngörülen amaç, kapsam ve ilkeleriyle bağlantılı olmaksızın sırf mali konularda bir düzenleme yapılamayacağı açıktır. Nitekim; Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kuramımda 15.1.2012 tarihinden sonra bankalar yeminli murakıp yardımcısı olarak göreve başlayan davacının, bu tarihten önce işe başlayan aynı unvan ve görevdeki kişilerle mali haklarının eşitlenmesi talebiyle yaptığı başvurunun • reddi işleminin iptali istemiyle açılan davada, davacının Anayasa’ya aykırılık iddiasını ciddi bulan Mahkeme, itiraz konusu kuralın iptali için başvurmuştur. Başvuru kararında özetle, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda 15.1.2012 tarihinden önce ve sonra bankalar yeminli murakıp yardımcısı olarak göreve başlayanların aldıkları ücretler arasında farklılık getiren düzenlemenin, eşitliği ve çalışma barışını bozduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 10 uncu, 49 uncu ve 55 inci maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. İtiraz konusu kural, 375 sayılı KHK’nın bahsi geçen ek 11’inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan “.. .murakıp ve” ibareleridir. Bu başvuru üzerine Anayasa Mahkemesi 2015/1 Esas ve 2015/91 Karar sayılı Kararında; 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye, 11.10.2011 tarihli ve 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesiyle eklenen ek 11. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan “murakıp ve” ibarelerinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptallerine, 22.10.2015 tarihinde karar vermiştir. Yine, bu dava ile bağlantılı olarak aynı talep ve dilekçeler ile Ankara 9. İdare Mahkemesi E:2014/760 sayı ile vermiş olduğu kararla Anayasa Mahkemesi’ne itiraz yoluna başvurmuş, Anayasa Mahkemesi de 2015/101 Esas ve 2015/111 Karar sayılı Kararında; 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye, 11.10.2011 tarihli ve 666 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesiyle eklenen ek 11. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan; A “uzman” ibarelerinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALLERİNE, B “uzman” ibarelerinin iptalleri nedeniyle uygulanma olanağı kalmayan, bu ibarelerden önce ve sonra gelen ”ile unvanlı meslek personeline,” ve “unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına” ibarelerinin de 30.3.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince İPTALLERİNE, 03.12.2015 tarihinde karar vermiştir. Açıklanan nedenlerle; 1 Anayasanın 152’nci maddesinin birinci fıkrasındaki, “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısınaEsas Sayısı : 2016/15 Karar Sayısı : 2016/14 6 varırsa Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır, hükmü ile 6216 sayılı Kanunun “Anayasaya aykırılığın Mahkemelerce ileri sürülmesi ” başlıklı 40’inci maddesi gereğince 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 91’inci maddesine aykırılık teşkil eden 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1’inci maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 11’inci maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan; “kurul üyesi” ibareleri Anayasanın 91 inci maddesine aykırı görüldüğünden, iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA ve ilgili belgelerin onaylı örneklerinin ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 6216 sayılı Kanunun 40’inci maddesinin beşinci fıkrası hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar Yargılamaya Esas Raporun 1 inci maddesine ilişkin hükmün GERİ BIRAKILMASINA, Dairemizin 10.02.2016 tarih ve 75 sayılı tutanağıyla Karar verildi.”
2,136
Esas Sayısı : 2005/30 Karar Sayısı : 2009/18 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ Başvuru kararlarının gerekçe bölümlerinde özetle; 1479 sayılı Yasa'ya tabi sigortalıların ödeyecekleri primler ve bağlanacak aylıklarının hesabında esas alınacak gelir basamaklarının düzenlenmesi ile ilgili hükümlerin anılan Yasa'nın 50. maddesinde yer aldığı, bu maddede, 24 basamaktan meydana gelen gelir basamaklarının her yıl Nisan ayında ilk olarak bir önceki yılın Aralık ayı ile ondan önceki yılın Aralık ayına göre DİE tarafından açıklanan en son temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatları indeksindeki değişim oranı kadar, ikinci olarak bir önceki yılın gayrisafi yurt içi hasıla sabit fiyatlarla gelişme hızları kadar artırılarak belirlenmesinin öngörüldüğü, Bağ Kur yaşlılık aylığının hesaplanma yöntem ve esaslarının 1479 sayılı Yasa'nın 36. maddesinde düzenlendiği, anılan bu maddenin 4447 sayılı Yasa'nın 29. maddesi ile 1.1.2000 tarihinden geçerli olmak üzere değiştirildiği, 1479 sayılı Yasa'ya 4447 sayılı Yasa ile eklenen Geçici 12. maddenin birinci fıkrasında, bu Yasa'nın yürürlük tarihinden sonra primlerin ve aylıkların hesaplanmasına esas gelir tablosunun 50. maddeye göre belirlenmesine kadar Yasa'nın yayımı tarihinden önceki hükümlere göre belirlenecek olan 24 basamaklı gösterge tablosunun uygulanmasına devam edileceğinin belirtildiği, anılan Geçici 12. maddenin, 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile değiştirilen 2. fıkrasında 'Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra 50 nci maddeye göre belirlenmesi gereken gelir basamaklarının hesaplanmasında yukarıdaki fıkra gereğince uygulanan gelir basamakları 1.4.2000 ile 31.03.2001 tarihleri arasında geçerli olmak üzere %25 artırılarak uygulanır. Ancak, Bakanlar Kurulu bu artışı 1.4.2001 ile 31.03.2002 dönemi için hedeflenen enflasyonu dikkate alarak yeniden belirlemeye yetkilidir' hükmünün getirildiği, 1479 sayılı Yasa'nın, 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile eklenen Geçici 17. maddesinde de 'Bu Kanunun 50 nci maddesine göre belirlenmesi gereken, 1.4.2002 ile 31.03.2003 tarihleri arasında sigortalıların ödeyecekleri primler ve bağlanacak aylıkların hesabına esas gelir basamaklarını ve buna ilişkin usul ve esasları belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir.' kuralının getirildiği, Ülkemizde 20 yıldır enflasyonun yüksek olduğu, son 12 yıl içinde ekonomik krizlerin aralıklı olarak meydana geldiği, özelikle son iki krizde de bir çok işyerinin kapandığı, ithalat ve ihracatın azaldığı, işverenlerin çoğunun bu krizde malvarlığını kaybettiği, bankalardan yüksek faizle alınan kredilerin ödenemediği, fabrikaların kapandığı, binlerce işçinin işten çıkarıldığı, tek gelir kaynağı emekli maaşı olan binlerce vatandaşın bu krizler nedeniyle mağdur duruma düştüğü, bu dönemlerde 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ve 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile, sigortalılar için öngörülen hesap sistemi için kesin kriterler yerine yönetsel keyfi kriterlerin getirildiği, hedeflenen enflasyon deyiminin de sübjektif kriter olduğu, enflasyonun faturasının emeklilere yüklenmesinin sosyal devlet kavramı ile bağdaşmadığı, amacı güçsüzleri korumak, eşitliği ve sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamak olan Devletin, sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı olarak hareket etmesinin, aynı hukuksal durumda bulunanlara eşitlik ilkesine aykırı yasal düzenlemeler yapmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, aynı basamakta, aynı sürede ve aynı yaşta prim ödemekle beraber farklı tarihlerde aylık talebinde bulunanların aylıklarındaki farklılıkların, gelir tablosunun, temel yıllı kentsel yerler tüketici fiyatlarına göre tespit edilmesi gerekirken, 4571 ve 4747 sayılı Yasalara göre bunun çok altında belirlenmiş olmasından kaynaklandığı, bu düzenlemelerin Anayasa'nın eşitlik ilkesi ve sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu, aylık bağlama konusunda yapılan bu değişikliğin sigortalı davacının aylığında düşüşe yol açtığının sabit olduğu, yasakoyucunun peşpeşe çıkardığı geçici maddelerle her dönem için yıllık belirlenen TÜFE ve TEFE indekslerinden uzaklaşarak artış oranını kendisinin belirlediği, aynı sürede prim ödeyen sigortalılara bağlanan aylık tutarlarının farklı olmasına da sonradan çıkan ve iptali istenen bu Yasa maddelerininEsas Sayısı : 2005/30 Karar Sayısı : 2009/18 2 neden olduğu, gelir basamaklarının 1479 sayılı Bağ Kur Yasası'nın 50. maddesi gereğince enflasyon oranı kadar artırılması gerekirken, 2000 yılında bu oran çok yüksek bulunarak iptali istenen 4571 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile % 25'e indirildiği ve maddenin ikinci cümlesinde yer alan 'hedeflenen enflasyon' tabiri ile aylık bağlama oran miktarını belirleme yetkisinin 2001 yılında Bakanlar Kurulunun insifiyatine bırakılması ile çalışanların sosyal güvenlik haklarının yasa teminatından çıkartılarak idarenin alacağı keyfi kararlara terkedildiği, 4747 sayılı Yasa'nın 4. maddesiyle 1479 sayılı Yasa'ya eklenen Geçici 17. madde ile de bu yetkinin Bakanlar Kurulu'na bırakıldığı, bu nedenlerle anılan Yasa maddelerinin Anayasa'nın 2., 5., 10., 40. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ve iptalleri gerektiği ileri sürülmüştür.
649
Esas Sayısı : 2019/50 Karar Sayısı: 2019/96 “ Davacı vekili, 5335 sayılı Yasanın ikinci ve üçüncü fıkralarının Anayasanın 2’inci, 11’inci, 13’üncü, 49’uncu ve 60’ıncı maddelere aykırı olduğu iddiası ileri sürerek 5335 sayılı Yasanın ikinci ve üçüncü fıkralarının iptalini talep etmiştir. 21.04.2005 kabul tarihli 5335 sayılı Kanunun 30. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkrası ile “Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı alanlar bu aylıkları kesilmeksizin, genel bütçeye dahil daireler, katma bütçeli idareler, döner sermayeler, fonlar, belediyeler, il özel idareleri, belediyeler ve il özel idareleri tarafından kurulan birlik ve işletmeler, sosyal güvenlik kurumlan, bütçeden yardım alan kuruluşlar ile özel kanunla kurulmuş diğer kamu kurum, kurul, üst kurul ve kuruluşları, kamu iktisadi teşebbüsleri ve bunların bağlı ortaklıkları ile müessese ve işletmelerinde ve sermayesinin %50’sinden fazlası kamuya ait olan diğer ortaklıklarda herhangi bir kadro, pozisyon veya görevde çalıştırılamaz ve görev yapamazlar. Diğer kanunların emeklilik veya yaşlılık aylığı almakta iken emeklilik veya yaşlılık aylıkları ve/veya diğer tazminatları kesilmeksizin atanmaya, çalıştırılmaya veya görevlendirilmeye izin veren hükümleri ile 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununun ek 11 inci maddesine göre 1.1.2005 tarihinden önce alınmış Bakanlar Kurulu kararları uygulanmaz.” hükmü getirilmiştir. Anayasamın 49’uncu maddesi çalışmanın sadece bir hak değil aynı zamanda bir ödev olduğunu hükme bağlamıştır. Ayrıca Anayasamın 49’uncu maddesi çalışma hakkının kanunla sınırlanabileceğini hükme bağlamamış olup Anayasamın 11 inci ve 13’üncü maddelerinde belirtildiği üzere kanunların Anayasa’ya aykırı olamayacağı ve temel hak ve özgürlüklerin Anayasa’da belirtilen sebeplerle kanunla sınırlanabileceği hükmü dikkate alındığında 5335 sayılı Yasanın ikinci ve üçüncü fıkrasının bu yönüyle Anayasalın 1 Cinci ve 13’üncü maddelerine açıkça aykırıdır. Aynı zamanda 5335 sayılı Yasanın ikinci fıkrasındaki sınırlamanın emekli veya yaşlılık aylığı alanlar için aylıkların kesilmesine şartına bağlanmış olması hakkın özüne dokunmakla, amacın Anayasa’nın 49’uncu maddesinin ikinci fıkrasında olduğu üzere çalışma hayatındaki düzeni sağlamak, işsizliğe engel olmak değil ölçüsüzce emekli ve yaşlılık aylığı alanların çalışma hayatını kısıtlamak olduğu aşikar olup bu yönüyle ilgili yasa maddesinin Anayasamın 13’üncü maddesindeki ölçülülük ilkesine aykırı olduğu da açıktır. 5335 sayılı Yasanın ikinci fıkrasındaki sınırlamanın emekli ve yaşlılık aylığı alanlar için aylıklarının kesilmesi şartına bağlanmış olması aynı zamanda Anayasa’nın 60’ıncı maddesindeki sosyal güvenlik hakkını da zedelemektedir. Zira emekli veya yaşlı olanlar için aylık almak kazanılmış bir haktır. Kazanılmış bir hakkın zedelenmesi suretiyle hakkın kullanılmasına izin vermek Anayasa’nın 2’inci maddesindeki Türkiye Cumhuriyetimin bir hukuk devleti olduğu anlayışına da aykırıdır. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle davacının 01.04.2019 tarihli dilekçesindeki 5335 sayılı Yasanın ikinci ve üçüncü fıkrasının Anayasa’nın 2’inci, 11’inci, 13’üncü 49’uncu ve 60’ıncı maddelerine aykırı olduğu sebebiyle iptal edilmesi talebinin ciddi olduğuna kanaat getirilmiş olup 5335 sayılı Yasanın ikinci ve üçüncü fıkralarının iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasaya aykırılık iddiasının halli için Anayasanın 152/1. maddesi ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40/1. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyanın tamamının onaylı suretinin dizi pusulası yapılarak Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince karar verilmemesi halinde mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine şeklinde 05/04/2019 tarihinde karar verildi.”
496
Esas Sayısı : 2018/17 Karar Sayısı : 2018/17 1 “ KONU: Mahkememiz dosyasında 06/12/2017 tarihinde yapılan duruşmasında verilen ara karar gereği 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin anayasaya aykırı olduğu düşünülerek yasanın iptali için anayasa mahkemesine itiraz yolu ile başvurulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin itiraz dilekçesi sunması üzerine maddenin iptali yönünden anayasa mahkemesine başvurulması gerekmiştir. OLAY: konut edindirme projesi kapsamında davalı belediye ili davacı arasında nüve konutları arsa tahsis sözleşmesi imzalanarak davacıya Gaziantep ili Şahinbey ilçesi Karataş mahallesinde bulunan taşınmazın tahsis edildiği, davacının üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği gereken ödemeleri yaptığı ancak arsa tahsislerinin meclis kararıyla iptal edildiği ve imar değişikliğine gidildiği görülmüştür. Davacı vekili mahkememize sunmuş olduğu dilekçesi ile 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 2, 5. ve 10. maddelerinin bariz şekilde aykırı olduğunu yasanın açık olarak anayasa ve hukukuğun genel ilkelerine aykırı olması ve yerel mahkemelerde temyiz incelemesinde bir çok dosyanın olmasından ötürü hak kayıplarının önüne geçilmesi için şimdilik yürürlüğünün durdurulmasını arz ve talep ettiği görülmüştür. I İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKÜMLERİ “Geçici Madde 10 (Ek: 20/8/2016 6745/12 md.) “Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller, ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar. Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” hükmünü içermektedir. Bu madde ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği “hukuk devleti” olarak tayin edilmiştir. “Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlettir.” Hukuk devleti ilkesi; hukuki güvenilirlik, öngörülebilirlik ,müktesep hak , aleyhe kanunların geçmişe yürümemesi ilkelerini de içinde barındırmaktadır. Anayasanın 36. maddesi ise” (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmünü içermektedir. Bu madde ile yürürlüğe giren geçici madde “aleyhe geriye yürümezlik” kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasa’nın 2. ve 36. maddesine aykırıdır. Çünkü hukuki öngörülebilirlikEsas Sayısı : 2018/17 Karar Sayısı : 2018/17 2 ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan davacının; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirilmektedir. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılama ilkesine aykırıdır. İtirazın konusu: 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesi SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin Anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.”
498
Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 1 I. Dava dilekçesi şöyledir : Mevzuu : C.H.P. Cumhuriyet Senatosu Grubu Başkanvekili Fikret Gündoğan ve Başkanlık Divanındaki C.H.P. li üyelerin imzaları ile Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına verilen önergenin Danışma Kurulu kararı olarak umumi heyete götürülmesi ve umumi heyette Anayasa ve içtüzüğe aykırı olarak ve oy çoğunluğunu kötüye kullanarak Başkanlık Divanının ve Cumhuriyet Senatosu Başkanının süresinin sona erdirilmesine karar alınması ve bu yanlış karara dayanılarak Cumhuriyet Senatosu Başkanının süresi ve vazifesi hukuken devam ederken yeni bir Başkan seçilmesi ve divanın yeniden teşkil edilmesi işleminin iptali talebinden ibarettir. VAKIALAR A 1 5 Haziran 1977 tarihinde yapılan Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri sonunda siyasî partilerin Cumhuriyet Senatosundaki üyelerinin miktarında değişmeler olmuştur. C.H.P. Grup Başkanvekili ve divandaki C.H.P. li üyeler bu seçimler neticesinde vaki değişikliğin Başkanlık Divanındaki temsil oranını da etkileyeceğini ileri sürerek bu oranın düzeltilmesini istiyen bir önergeyi Cumhuriyet Senatosu Başkanına vererek danışma kurulunun toplanmasını ve A.P. nin Başkanlık divanında kuvveti oranından fazla üye ile C.H.P. nin ise kuvveti oranından eksik üye ile temsil edildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu temsil oranı bozukluğunun Anayasa'nın ve içtüzüğün maddelerine aykırı düştüğünü belirtmişlerdir. Bu nedenlerle de Anayasa'nın 84., 85. ve içtüzüğün 3., 4., 5., 8. ve 13. maddeleri hükümleri gereğince Başkanlık Divanının ve Komisyonların Önergeye ekli çizelgeye göre yeniden teşkil olunmasını istemişlerdir. 2. Cumhuriyet Senatosu Başkanı zikri geçen önergeyi danışma kuruluna getirmiş ve görüşme mevzuu yapmıştır. 3. Danışma Kurulunda A.P. li üyelerle, Cumhurbaşkanınca seçilen üyeler grubu bu önergeye karşı çıkmışlar ve 9 saat devam eden müzakere sonunda: Danışma Kurulunca üyeliklerin taksimine ve bir dağıtım cetveli tanzimine karar verilememiştir. Kısaca uygun ve kâmil bir danışma kurulu kararı alınmamıştır. Ancak bu önergenin Anayasa'nın ve İçtüzüğün anlayış farklarını ortaya koyduğu belirtilerek genel kurulun bu mevzudaki görüşünün alınmasından sonra çizelgenin tanzimi önerilmiş ve Cumhuriyet Senatosu Genel Kuruluna önergenin müzakeresi teklifi kararlaştırılmıştır. 13 Haziran 1977 tarih ve 4 sayılı Danışma Kurulu karan ile C.H.P. li üyelerin verdikleri önerge zabıtlardadır. (zabıtlar da eklidir.) 4. 14 Haziran 1977 tarihli C. Senatosunun birleşiminde başkan oturumu açtıktan sonra danışma kurulu kararının okunacağını ve bu karar da C.H.P. li Üyelerin teklif ettikleri önergenin müzakeresinin yapılacağını bildirmiş ve genel kurula o yolda takdim etmiştir. Ayrıca bu önergenin bir danışma kurulu kararı olmadığını yani dağıtım cetveli ve üyeliklerin hangi gruplara verileceğini belli etmediğini bu nedenlerle görüşmenin danışma kurulu kararı olarak yapılmayacağını ancak geniş müzakere açılarak bu müzakerenin sonunda belirecek duruma göre işlem yapılacağını beyan etmiştir.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 2 5. A.P. Grup Başkanvekili Ömer Ucuzal bir Önerge vererek danışma kurulundan gelen teklifin içtüzüğün 8. maddesinin B bendine göre değil geniş müzakereyi kapsayan ve bütün üyelerin görüşlerini bildirmelerine imkân veren normal müzakere yoluyla görüşmelerin devamını teklif etmiştir. 6. Başkanın, müzakerenin geniş kapsamlı yapılacağı yolundaki beyanı üzerine adı geçen önerge geri alınmıştır ve gruplar adına görüşmeler için üyelere söz verilmiştir, (önerge zabıtlarda vardır.) 7. Gruplar adına 8 nci madde dışında yapılan konuşmalar bitince, Başkan diğer üyelerin görüşmesine imkân verememiş ve Cumhuriyet Halk Partisi Grubu ile A.P. den gayrı diğer grupların bulundukları yerlerden müdahaleleri ile görüşmelerin İçtüzüğün 8. maddesi B bendi hudutları içinde kalmak mecburiyetinde bırakılarak görüşmeler bitirilmiştir. 8. Kısaca C.H.P. li üyelerin verdiği önerge danışma kurulu kararı olarak oylanmıştır. Bu suretle de tüzüğün hükümleri ihlâl edilmiştir. Aslında Cumhuriyet Senatosu Başkanı verilen Önergeyi kabul etmemeli idi. Danışma Kuruluna getirilmemeli idi. Getirmesi Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırıdır. (Süresi bitmeyen başkan ve divan için önerge kabul edilmemeli idi. Fakat bir defa danışma kurulu toplanınca başkan divandaki oy çoğunluğu karşısında mukavemet edememiş ve divandaki oy çoğunluğu genel kurula kadar akıntıyı devam ettirmiştir. 9. Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda ise daha değişik bir taktik güdülmüş ve mesele bu günkü çelişik ve karışık haline getirilmiştir. 10. C. Senatosundaki müzakerelerin sonunda oylama usulsüzlüğü üzerinde durulmuş l Kasım 1977 tarihine kadar başkanın ve divanın göreve devam edeceğinden bu süreyi kısaltan bir işlemin yapılamayacağı iddia edilmiş, yukarıda bahsedilen önergenin oya arz edilemeyeceği belirtilmiştir. A.P. nin ve Cumhurbaşkanlığınca seçilen üyeler grubunun bu itiraz ve ikazına rağmen önergenin oylanması yapılarak önerge kabul edilmiştir. 11. Oylamadan sonra başkan; oylama ile beliren duruma ve fiili hale göre kendisinin ve divanın vazifesinin bitirildiğini beyan ederek ve sonraki toplantı gününü tesbit ederek birleşimi kapatmıştır. 12. 13/6/1977 günlü danışma kurulunda dağıtım cetveli yapılmamıştır. 14/6/1977 gününden sonra ise danışma kurulu hiç toplanamamış olduğundan, ortada danışma kurulunca düzenlenmiş bir dağıtım cetveli bulunmadan Başkan ve başkanlık divanı seçimleri yapılmıştır. Şu hale göre C. Senatosunda 14/6/1977 günü yapılan oylamadan sonra fiili dorum meydana gelmiş ve A.P. lilerin bulunmadığı ve oylamalara katılmadığı oturumlarda başkan ve divan seçimleri yapılmıştır. 13. Başkanın durumuna gelince; 14/6/1977 günlü birleşimde C. Senatosu Başkanı, başkanın ve divanın ıskatının genel kurulda kabulünden sonra kabul buyurulmuş olan bu önerge ile bu andan itibaren başkanlık divanının ben de dahil olmak üzere başkanlığın göreviEsas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 3 bitmiş bulunmaktadır diye beyanda bulunmuş, A.P. dışındaki diğer üyelerin oyları ile fiilen başkanın ve divanın iskat edilmiş olduğunu tescil etmiştir. 14. Cumhuriyet Senatosu Başkanının 5 Haziran 1977 seçimleri ile ilgisi yoktur. C. Senatosu Başkam 1973 seçimlerinde Istanbuldan seçilmiş ve 1979 senesine kadar C. .Senatosu üyeliği devam edecektir. Başkan ve bugünkü divan 1975 Kasımında iki yıl için seçilmiştir. 15. C. Senatosunda bu yanlış tatbikat neticesi C. Senatosu Başkanı fiilen başkanlıktan ayrılma mecburiyetinde bırakılmış ve yapılan usulsüz seçim ile Kars üyesi Sırrı Atalay başkanlığı almıştır. B ÖNERGE SAHİPLERİNİN DAYANDIĞI MESNETLER: Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrası, 85. maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile içtüzüğün 3, 4, 5, 8 ve 13. maddeleri, C.H.P. Grup Başkanvekili ve arkadaşları 5/6/1977 tarihinde yapılan Milletvekilleri genel ve Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri neticesinde Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda meydana gelen siyasî parti gruplarının üye adedindeki değişikliği sebep ittihaz ederek Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrasındaki temsil oranlarının yemden tesbit edilmesi lazım geldiğini ve bu sebeple de Cumhuriyet Senatosu Başkanının ve Başkanlık Divanındaki diğer üyelerin görevlerinin sona erdiği iddia etmişler ve bu durumun Genel Kurulda karara bağlanmasını istemişlerdir. Bu iddialarını ısbat sadedinde gerek danışma kurulu müzakerelerinde ve gerek Cumhuriyet Senatosunda cereyan eden müzakerelerde; seçimlerden sonra Millet Meclisinde Başkan ve Başkanlık Divanınızın yenilendiği gibi Cumhuriyet Senatosunda da yenilenmesi lazım geldiği, Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 3. maddesinin Başkanlık Divanını bir kül olarak mütalaa ettiği, Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrasına göre siyasî parti gruplarının Başkanlık Divanında kuvvetleri oranından ne fazla ve ne de eksik bir oranla temsil edilemiyeceği öngörüldüğüne göre Başkanlık Divanının bütün üyelerinin yemden tesbit edilecek oranlara göre yenilenmesi gerektiği ileri sürülmüştür. C BİZİM DAYANDIĞIMIZ HUKUKÎ MESNETLER : Anayasa'nın 67, 69, 70, 72, 73, 83, 84, 85. ve Cumhuriyet Senatosu içtüzüğünün l, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13. maddeleri, Anayasa Mahkemesi 1973/43 Esas, 1973/39 karar sayılı kararı. 14/6/1977 TARİHİNDE CUMHURİYET SENATOSU GENEL KURULUNDA ALINAN KARARIN T.C. ANAYASASI VE CUMHURİYET SENATOSU İÇTÜZÜĞÜ MUVACEHESİNDEKİ DURUMU: Peşinen arzetmek gerekir ki Anayasa'nın 84. maddesine göre Başkanlık Divanına siyasî parti gruplarının kuvvetleri oranında katılması gerektiği fikri başka, Başkan dahil bütün Divan üyelerinin süreleri dolmadan görevlerinin sona ermesi fikri başkadır. Cumhuriyet Senatosu Başkanlık Divanında siyasî partilerin temsil oranında vuku bulan önemli değişikliği düzeltmek bir Anayasa ve içtüzük gereğidir ve buna kimsenin de itirazı yoktur.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 4 Önerge sahiplerinin diğer bir iddiasına göre seçimler yapıldığı zaman başkanlar müddetlerini doldurmayabilir. Binaenaleyh 84. maddeye göre 2 yıl için seçilen başkanın bu iki yılı kat'iyet ifade etmez, başkanın iki yıl dolmadan da seçime tâbi tutulması mümkündür. Bu fikre katılmak mümkün değildir. Anayasa'mız, Millet Meclisi ile Cumhuriyet Senatosunu bir çok maddeleri ile ayRI mütalâa etmiştir : 1 Cumhuriyet Senatosu erken seçim kararı alamaz. Millet Meclisi 4 yılda bir yenilenir. (Anayasa Madde 69) 2 Millet Meclisinin tamamı seçimle geldiği halde Cumhuriyet Senatosu bünyesinde seçimle gelmeyen üyeler vardır. (Anayasa Madde 67. 70) 3 Milletvekilinden farklı olarak Senatörler için 40 yaş ve yüksek tahsil mecburiyeti vardır. (Anayasa Madde 72) 4 Cumhuriyet Senatosu üyeliğinin süresi 6 yıldır ve her iki yılda bir genel oyla seçilenlerle Cumhurbaşkanınca seçilenlerin 1/3'ü yenilenir. (Anayasa Madde 73) 5 Cumhuriyet Senatosunda daimilik vardır. Bir seçimle Cumhuriyet Senatosunun tamamı seçime tabi tutulamaz. Sadece 1/3 üyesi 2 serede bir yenilenir. 6 Daimilik olan bu Anayasa kuruluşunun Başkanında ve divanında da bu daimilik olması lâzımdır. 7 Üyelerinde değişiklik olduğu miktar kadar ve zaruret görülen hal kadar değişiklik olur. Kısaca zaruretler miktarlarınca tahdit edilir. Mecelle kaidesi gibi bu olayda da değişiklik gerektiği kadar yapılmalı idi. 8 Daimilik prensibi tecezzi kabul etmez, Bu daimilik divanda da aranılacaktır. Binanenaleyh Millet Meclisi Başkanının yenilenmesi Cumhuriyet Senatosu Başkanının yenilenmesi için emsal alınamaz. Millet Meclisi yenilme kararı aldığı için Millet Meclisi Başkanı iki yıllık süresini doldurmamış olabilir, iki yıllık süreyi de, erken seçim kararı verilmesini de Anayasa maddeleri tesbit etmektedir. Cumhuriyet Senatosu Başkanı seçime girmiş ve yeniden seçilmiş olsaydı Başkanlık seçimini yeniden katılmaya mecburdu. Cumhuriyet Senatosu Başkanı 1/3 yenileme seçimine katılmamış olduğuna göre Başkanlığı C. Senatosunun devamlılığı gereği olarak l Kasım 1977 tarihine kadar devam etmektedir. Bu süre bir kararla kısaltılamaz. Kısaltılmasına karar verilirse bu karar Anayasa'nın 84. maddesine aykırı düşer. Diğer taraftan içtüzüğün 3. maddesi iddia edildiği gibi Başkanlık Divanım bir kül olarak mütalâa etmemiş, sadece Başkanlık Divanının hangi görev sahiplerinden müteşekkil olduğunu göstermiştir. Bir kül olarak o kadar mütalâa etmemiştir ki; İçtüzüğün 4. maddesi Başkanlık Divanının Anayasa'nın 84. maddesine göre kurulacağını emretmekle böyle bir iddiayı külliyen yok etmiştir. Zira Anayasa'nın 84. maddesinin birinci fıkrası; (Meclislerin Başkanlık Divanları o Meclisteki siyasi parti gruplarının kuvvetleri ölçüsünde Divana katılmalarını sağlıyacak şekilde kurulur) demekle Anayasa'nın 84. maddesindeki Başkanı ve diğer divan üyeleriniEsas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 5 birbirinden ayırarak başkana nasıl bir özel önem atfettiğine işaret etmiştir. Cumhuriyet Senatosu içtüzüğünün 4. maddesi de Divanın kuruluşunu Anayasa'nın 84. maddesine hasretmek, başkan seçimi ile Divanın diğer üyelerinin seçimini bir oturum aralayarak, Anayasa'nın Başkan seçiminde aradığı l, 2 nci oylamalarda üçte iki ekseriyeti aramadan salt çoğunlukla ve gene Başkan seçiminden ayırarak bir yıllık müddete bağlamak suretiyle Anayasa'nın ruhuna tamamen bağlı kalmıştır. Zabıtlarda görüleceği gibi C. H. P. sözcüleri izahlarını içtüzüğün 3. maddesinden Anayasaya gitmek suretiyle yapmışlardır ki hatalı bir başlangıç olduğu için kendilerini hatalı neticeye götürmüştür. Halbuki Anayasadan içtüzüğe doğru bağlantı kurmaya mecburuz. Anayasa'nın 84. maddesine tekrar döndüğümüzde; meselemizle ilgili yönlerini şöylece tesbit edebiliriz : a) Siyasi Parti Gruplarının Başkanlık Divanına kuvvetleri ölçüsünde iştiraki sağlanacak, b) Başkanlar üye tamsayısının ilk iki oylamada üçde iki, seçilemezse üçüncü oylamada salt çoğunlukla, gizli oyla ve iki yıl için seçilecek, c) Meclis Başkanlıkları için Meclisteki siyasî parti grupları aday gösteremeyecek, d) Başkan oy kullanamayacak, Mademki Anayasa'nın 84. maddesi sarahaten meclisteki siyasî parti gruplarının Başkanlık Divanına kuvvetleri ölçüsünde katılmalarını emretmiştir. Bu hükme riayet zaruridir. Buna itiraz yoktur. İtirazımız tatbikatadır. Başkan dışında kalan başkanlık divanı üyeleri İçtüzüğün 8. maddesinde tesbit edilmiş olan esaslar dahilinde Gruplarda aday yoklaması yapıldıktan sonra bu adaylar grupların kontenjanı olarak Başkanlık divanına seçilirler. Başka bir ifade ile siyasî parti grupları Başkan adayı gösteremeyeceklerine göre Başkan hiç bir parti grubunun adayı ve malı değildir. Siyasî parti gruplarının kuvvet oranlarının dışında ve üstünde mütalâa edilmiş, diğer Başkanlık divanı üyeleri kuvvet oranına ve parti kontenjanına bırakılmıştır. Anayasa'da Başkanlık için siyasî parti gruplarının aday göstermelerinin yasaklanmış olması siyasî parti gruplarına dahil olmayan bir üyenin de Başkan adayı olabileceği ve Başkanlığa seçilebileceği demektir. Diğer taraftan İçtüzüğün sekizinci maddesinin ikinci fıkrasında Başkan için 19 puan gösterilmesi ile üçüncü fıkrasında başkanı diğer başkanlık divanı üyeleri gibi mütalâa etmesi Anayasa'nın 84. maddesinin metnine ve ruhuna aykırıdır. Tüzüğün isdar edildiği tarihte bu husus ileri sürülmüş ise de, Anayasa Mahkemesine müracaat müddeti Adalet Partisi tarafından geçirilmiş olduğu için bu madde tüzükte böylece kalmıştır. Danışma kurulunda her yıl bu hususta bütün gruplar bir centilmen anlaşması ile hareket ettikleri için bu madde şimdiye kadar idare edilegelmiştir. 1975 yılı Başkan seçiminden önceleri bu centilmen anlaşmasına gidilemediği için Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda müstakillerden de aday gösterilmiş ve turlar o yolda devam etmiştir. Aday gösterilen müstakil bir üye pekâlâ Başkan seçilebilirdi ve İçtüzüğün tesbit ettiği Başkan için 19 puanı da bulunmazdı. O zaman İçtüzüğe uygun düşmedi diye Anayasa'nın 84. maddesinin verdiği hak o üyenin elinden alınabilir mi idi. Tabiî ki alınamazdı. Başkanı diğer Başkanlık Divanı üyelerinden ayrı mütalâa etme gereğini yukarıdan beri böylece arz ve izah ettikten sonra Başkanlık Divanındaki siyasî parti kontenjanlarından gelen ve siyasî parti grupları kuvvet oranına dahil olan diğer başkanlık divanı üyeleri için ehemmiyetli ölçüde değiştiği iddia edilen duruma bir göz atalım :Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 6 Seçimlerden önce Adalet Partisinin 77 üye ile 41, 84 (buradaki 0. 84 tama iblağ edilince 42) puanı vardı. Bununla Başkanlık Divanında (Başkan için 19, Başkanvekili için 10, bir İdare Âmiri için 7, bir kâtip üye için 5 puan olmak üzere). 41 puanla yani hakkından bir puan eksik olarak temsil edilmekte idi. Cumhuriyet Halk Partisi ise 62 üye ile 33, 69 (burada 0. 69 tama iblağ edilince 34 olur) puanı vardı. Bununla Başkanlık Divanında (iki Başkanvekili için 20, bir idare Âmiri için 7, iki Kâtip üyelik için 10 puan olmak üzere) 37 puanla yani hakkında üç puan fazla olarak temsil edilmekte idi. 5/6/1977 üçte bir yenileme seçimleri sonunda Adalet Partisi 64 üye ile 34. 78 (buradaki 0.78 tama iblâğ edilince 35 olur) puanla temsil edilecektir. Adalet Partisinin bir kâtip üyesi seçilemediği için seçimden sonraki Divanda fiilen 36 puanla temsil edilmektedir ki yukarıda verilen temsil ölçülerine göre Adalet Partisinin Divanda haksız bir durumu ve iktisabı olduğu ileri sürülemez. C.H.P. ise seçimden sonra 42. 39 puana yükselmiştir. (burada 0. 39 puan yarıdan az olduğu için tama iblâğ edilemez) Şu halde seçimden sonra Başkanlık Divanında boşalmış olan ve 5 puan mukabili bulunan Kâtip üyelik C.H.P. ye verildiği takdirde fiilen işgal ettiği 37 puana 5 puan ilâve ile hakkı olan 42 puanı doldurmuş olacaktır. Görülüyor ki tesadüf, Başkanlık Divanında hiç bir zorlama yapmadan gerekli revizyonu kendiliğinden yapmıştır. Şayet seçim sonrasında daha büyük değişiklik gerekse idi o zaman bile Başkanın dışındaki temsil oranına dahil Başkanlık Divanı üyeleri bile birer yıl için seçilmiş olduklarından ancak mensup oldukları siyasî partiler kendilerinin rızasını almak suretiyle bir anlaşma ve düzeltme zemini hazırlıyabilirlerdi. Aksi takdirde rızası olmayan üyeyi partiden ihraç etmek suretiyle içtüzüğün 5. maddesini işletebilirlerdi. Bu işlem yapılmadıkça kuvvet oranlarının düzeltilebilmesi l Kasım 1977 tarihine kalırdı. Aksi halde ölüm, istifa ve üyelerin parti değiştirmesi gibi sebeplerle her ay veya her gün dağıtım cetvelinin düzenlenmesi veya seçim gerekirdi. Şu hale göre 14/6/1977 tarihinde alınan karar Anayasa ve İçtüzükte bulunmayan bir nev'i ıskat müessesesini getirmiştir. Yukarıda arz ve izah olunan 5 6 puanlık bir değişiklik mesnet ve bahane ittihaz edilerek Cumhuriyet Senatosunun Başkanının ve Başkanlık Divanının tümünün değiştirilmesini istemek mümkün değildir. 16 yıllık teamüle göre mümkün değildir. Anayasa'nın 84. maddesine göre mümkün değildir, içtüzüğün 4. maddesine göre mümkün değildir. 1966 yılında Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimleri yapılmış, bunun neticesinde sadece Divanda boşalan yerler doldurulmuş, gerek Cumhuriyet Senatosunun Başkanı ve gerek diğer Divan üyelerinin yemden seçimi gibi bir yola gidilmemiştir. 1968 yılı üçte bir yenileme seçimlerinde Cumhuriyet Senatosunun o günkü Başkanı da seçime gittiği için Başkanlık seçimi haklı olarak yeniden yapılmış, ama Başkanlık Divanı üyeleri ve Komisyon seçimlerinde o yılın toplantı yılı başı olan Kasıma kadar herhangi bir değişiklik meydana getirilmemiştir. Şimdi, Başkanlık Divanının ve komisyonların tümünü değiştirelim iddiasını ileri sürerken Anayasa'da yerini göstermek lâzımdır, içtüzükte yerini göstermek lâzım ve 16 yıllık tatbikatta buna bir benzer tatbikat göstermek lâzım. Böyle bir madde ve böyle bir tatbikat yoktur ve yok olduğu için de gösterilemez. Anayasa'nın 83. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisi, her yıl Kasım ayının ilk günü kendiliğinden toplanır. İçtüzüğün birinci maddesi de Cumhuriyet Senatosu, her yıl Kasım ayının ilk günü davetsiz toplanır hükümleri ile toplantı yılının başlangıcı olarak l Kasım tarihini kabul etmiştir. Ayrıca İçtüzüğün l inci maddesinin ikinci fıkrası toplantı yılını:Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 7 (Toplantı, Kasım ayının başından Ekim ayı sonuna kadar devam eden bir yıllık çalışma süresidir) demek suretiyle toplantı yılının tarifini yapmıştır. Anayasamızın 84. maddesinin Başkan için gösterdiği 2 yıllık süre ile İçtüzüğün 4 üncü maddesinin Başkanlık Divanı üyeleri için gösterdiği bir yıllık süre, toplantı yolları manasına gelmektedir. Ve binnetice oran değişikliklerinin aranmasını her ay veya her gün değil ancak bu tarihte dikkate alınması gereğini ortaya koymaktadır. İçtüzüğün 3. maddesi Başkanlık Divanının hangi görev yerlerinden teşekkül edeceğini göstermiştir dedik. Başkanlık Divanının görev yerlerini göstermesi, Başkanlık Divanının bir kül olduğunu ifade etmez. Zira Anayasa'nın 84. maddesi Başkanı Başkanlık Divanı üyelerinden bir çok noktalarda ayrı mütalâa etmiştir. Şöyle ki: 1 Başkanlık süresini iki yıl için tesbit ve tayin etmiştir. 2 Başkan oy kullanamaz demiştir. Bununla Başkanı tarafsız tutmak istemiştir. Halbuki iptalini istediğimiz karar Başkanı bir partiye mal etme sonucunu doğurmuştur. 3 Başkan siyasî parti gruplarınca aday gösterilemez demiştir. Anayasa'nın 85. maddesi de (Meclisler kendi kolluk işlerini Başkanları eliyle düzenler ve yürütürler) demekle başkanı ayrı mütalâa etmiştir. Ayrıca İçtüzüğün 6, 7, 9, 10, 11, 12 nci maddelerini ifade ettiği manalar da Başkanlık Divanının bir kül olarak mütalâa edilemeyeceğinin merkezindedir. Kaldı ki, Başkan tek kişidir ve bölünmezdir. Üzerinde grupların kuvvet oranını aramak mümkün değildir. Diğer taraftan da Anayasamız Başkanın oy kullanmasına müsaade etmemiştir. Bu sebeple Başkanın Meclis üzerinde tarafsızlığım kabul etmiştir Başkan tarafsızlardan da üye başkan seçilebileceğine göre bir tarafsız üye başkan seçildiği takdirde ne orandan ne de puandan bahsetmek mümkün olamayacaktır. Yahut da 13/6/1977 tarihinde Başkan Tekin Arıburun partisinden istifa etmiş olsa idi gene başkan için orandan bahsedilmeyecekti ve yeniden seçime tabi olduğu ileri sürülemeyecekti. Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 180. maddesi İçtüzük tadillerinin hangi usulle yapılacağını tesbit etmiştir. Bu tesbite uymayan tadillerin hüküm ifade etmeyeceği açıktır. Halbuki C. Senatosu İçtüzüğünün 8. maddesi Başkan ve divan üyeleri seçimi için C. Senatosu Başkanının toplantı yılı bitmesinden önceki bir hafta içinde danışma kurulunu toplantıya çağırmasını ve bu toplantıda oranlan, puan cetvelini ve dağıtım cetvelini düzenlemesini emretmiştir. Danışma kurulu l Kasım'dan önceki hafta içinde toplanabilir, ve yukarıda sayılan işleri yapar. Bu işler için toplantı zamanı münhasıran l Kasım'dan önceki haftayı tesbit etmiştir. Başka zaman bu işler için toplanamaz. Halbuki C.H.P. li üyeler tarafından C. Senatosu Başkanlığına verilen önerge ile 8. maddeye muhalif olarak danışma kurulu toplantısı temin edilmiş bulunmaktadır. Genel Kurulda da usulsüz olan toplantının sevk ettiği bir takrir (Danışma Kurulu kararı değil) görüşülmüş ve buna göre seçim yapılmıştır, İçtüzüğe aykırı olan cihet de burasıdır Toplandıklarına göre 8. maddeyi fiilen tadil etmiş oldular. Bu cihet de 180. maddeye aykırıdır.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 8 8 inci maddede danışma kurulunun neler yapacağı gösterildiği gibi, genel kurulda da danışma kurulu kararlarının nasıl işlem göreceği belirtilmiştir. Danışma Kurulu (8. madde a bendi) a) Yüzde oranlarını tesbit etmek, b) Görev ve yetkileri bakımından puanları vermek, c) Dağıtım cetveli düzenlemek, d) Bu yukarıdaki hususları bir karara bağlayıp genel kurula götürmek, Ayrıca 8. madde danışma kurulu kararlarının ne suretle müzakere edileceğini de tesbit etmiştir. Bu müzakere usulüne göre oylanan karardan sonra da seçimlere geçileceğini emretmiştir. Halbuki; bu maddeye göre tanzim edilmiş bir danışma kurulu kararı ve Dağıtım cetveli yapılmamıştır. Danışma kurulu kararı olmadan üyeler tarafından verilmiş bir Önerge ve ona bağlı cetvel oylanmış ve bu önergeye göre de seçim yapılmıştır. Cumhuriyet Senatosu Başkanı da, Divan üyeleri de Anayasa'ya ve İçtüzüğe aykırı olarak bu suretle seçilmiştir. Ortada Anayasa'nın açık hükmü vardır. Başkan iki senede bir seçilir, l Kasım'da vazifesi biter. Buna rağmen oy çoğunluğu ile Başkanın süresinin bittiğine karar almak da Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırıdır. Bir ciheti de kısaca belirtmekte fayda umuyoruz. Anayasa ve içtüzük çatışması halinde, Anayasa'nın önce geleceği açıktır. Bu hususta yüksek mahkemenizin de kararı vardır ve meseleye açıklık ve kesinlik kazandırmıştır. Bu hadisemizde de aynen Anayasa ve tüzük çatışması vardır. Fakat fiiliyatta bu çatışma tüzük lehine bitirilmiş Anayasa ihmal ve ihlâl edilmiştir. NETİCE VE TALEP : Yukarıdan beri Anayasa ve İçtüzüğe aykırılığını iddia ettiğimiz karar sebebiyle, adeta tüzük tadil edilmiştir. Halbuki tüzüğün bir maddesi başka türlü uygulanmak isteniyorsa önce İçtüzüğün 180. maddesinin şartları içinde gerekli değişikliğin yapılması ve sonra uygulanması gerekir. Bu kerre böyle yapılmamış bilakis bu karar ile tüzüğün l, 4, 5, 8 inci maddeleri yok edilmiştir. İhmal edilen bu maddeler yerine fiilen şu hükümler getirilmiş olmaktadır. 1 Toplantı yılı başı değiştirilmiştir. 2 İçtüzükteki bir yıllık süre kısaltılmıştır. 3 Başkanın Anayasa'dan gelen ve tüzükle teyit edilen iki yıllık görev süresi kısaltılmıştır. 4 Başkan ile divan üyeleri aynı statü içine alınmıştır.Esas Sayısı:1977/88 Karar Sayısı:1977/120 9 5 Danışma kurulunun dağıtım cetveli yapma tarihi öne alınmıştır 6 Danışma kurulunun dağıtım cetveli yapma ve genel kurula bir karar ile sunma yetkisi elinden alınmıştır. 7 Genel Kurulda danışma kurulu kararı olmaksızın seçim yapma imkânı getirilmiştir. 8 Genel Kurulda üyelere önerge ile dağıtım cetveli yapma yetkisi verilmiştir. Anayasa'nın 83. ve 84,. içtüzüğün l, 4, 5, 8 inci maddelerine aykırı karar alınmakla Anayasa'nın değişik tatbik edilmesi ve içtüzük maddelerinin yeniden düzenlemesi gibi bir neticeye gidilmiştir. Bu da bu niteliği ile Aayasa'ya uygunluk denetimine tabidir. 1 Bu davanın Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı gibi mühim bir görevin başında bulunan kişinin süresinden önce görevine son verilmesi ve divan üyelerinin sürelerinden önce değiştirilmesi ve bunlarında Cumhuriyet Senatosu çalışmalarını etkilemesi bakımından öncelikle ve ivedi olarak görüşülüp karara bağlanmasını, 2 Başkan ve divan üyeleri seçiminin netice itibariyle Anayasa'ya ve içtüzüğe aykırı olması sebebiyle Cumhuriyet Senatosu 14 Haziran 1977, 15 Haziran ve 16 Haziran 1977 günleri yapılmış olan seçimlerin ve buna bağlı işlemlerin iptalini saygılarımızla arz ve rica ederiz.
3,379
Esas sayısı: 1986 10 Karar sayısı: 1986 19 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin, davacı tarafından ileri sürülen Anayasaya aykırılık itirazını ciddi bulduğuna ilişkin 1985/1451 sayılı kararının gerekçesi aynen şöyledir. olayda uygulanacak 3151 sayılı Kanun'un Anayasanın HERKES, DİL, IRK, RENK, CİNSİYET, SİYASİ DÜŞÜNCE, FELSEFİ İNANÇ, DİN MEZHEP vb. sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. HİÇBİR KİŞİYE, AİLEYE, ZÜMREYE VEYA SINIFA İMTİYAZ TANINAMAZ, DEVLET ORGANLARI VE İDARE MAKAMLARI BÜTÜN İŞLEMLERİNDE KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE UYGUN OLARAK HAREKET ETMEK ZORUNDADIR. diyen 10. maddesine aykırı olduğu, zira taşınmazın kiraya verilmesinde mülk sahibi özel şahısla mülk sahibi Belediye arasında fark olmaması zira kira tespit, artırma, tahliye veya taşınmaza zarar verilmesi durumlarında Belediye'nin de hakiki şahıs gibi hareket edebileceği aksi takdirde mülk sahipleri arasında ayrıcalık doğacağı açıktır. Böylece Belediyelerin kiraya verdikleri gayrımenkuller kamu malı hüviyetinde değildir. Kamu yararı dışında özel hukuk hükümleri tatbik edileceği hakiki ve hükmî şahıslar arasında bir fark yoktur. T.B.M.M. Başkanlığına 6570 sayılı Kanun'a ek geçici madde eklenmesine dair kanun teklifinin genel gerekçe kısmında; Belediyeler ve özel idareler'e ait gayrımenkullerin kira bedelleri emsallerine göre günümüz rayiçlerinin çok altında olup işletme ve amortisman masraflarını dahi karşılayamaz durumda sembolik bedellerle kirada bulunmaktadır. Yargı yoluna başvurmak suretiyle vaki kira parasını artırım talepleri Yargıtay özel dairesince benimsenen artırımda esas alınacak endeks uygulaması ilkesi uyarınca da emsal gayrımenkullerin rayici bedeller seviyesinde karara bağlanamamaktadır demektedir. Bu gerekçeye göre, a) Birinci cümlede kira bedellerinin emsallerine göre rayiç altında olduğunu belirtmekte, bunun çözümünün yargı yoluna gidilerek kira tespit davası olduğunu hemen ikinci cümlede açıklamaktadır öyleyse bu gerekçe yeterli değildir. b) İkinci cümlede yargı yoluna gitmenin kiraları istenen seviyeye çıkarmadığı ve bedelleri tatmin etmediğini vurgulamakta, dolayısıyle belediye, özel idare vs. kurumları koruyan kira bedellerinin artırımında tatminkâr olacak bir yol açılması amaçlanmaktadır. Kiraların düşüklüğü sebebiyle Belediye, Özel İdare ve tüm kurumlar gibi kirada evi olan hakiki şahıslarda mağdur durumda oldukları, enflasyon hızı dikkate alındığında açıkça ortadadır. Ancak bunların içinde sadece Belediye, Özel İdare vs. kurumları çekip almak, belli imkanlar sağlamak, aynı durumda olan mülk sahibi vatandaşı o mağduriyete bırakmak Anayasa'mızın kanun önünde eşitlik ilkesini zedeleyen açık örnektir.Esas sayısı: 1986 10 Karar sayısı: 1986 19 2 Bunlara karşılık Türkiye şartlarında enflasyon artış hızı dikkate alınarak kirada bir evi olan şahıs bu evini 10 sene önce kiraya vermişse bu şahsa aynı hak verilerek kira mukavelesini feshetme hakkı verilmeksizin Belediyelere bunun verilmesi Kanun önünde eşitlik ilkesine ters düştüğü açıkça ortadadır. SONUÇ : Anayasa'nın 152. maddesinin verdiği yetkiye istinaden 6570 sayılı Kanun'un ek geçici madde eklenmesine dair 3151 sayılı Kanun'un Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı olması nedeniyle İPTALİNE karar verilmesi itirazen arz olunur.
423
Esas Sayısı : 2007/42 Karar Sayısı : 2009/50 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Mahkemelerin gerekçelerinde özetle, davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının Anayasa'nın 141. maddesi gereğince yargının görevleri arasında bulunduğu, itiraz konusu kurallarla getirilen düzenleme ile sanıklar hakkındaki davanın deneme süresi kadar uzatılmasının sanığın durumunda belirsizliğe yol açtığı, hukuk devletinde yurttaşların haklarındaki yargılamaların bir an önce sonuçlandırılıp hukuki durumlarının kesinliğe kavuşturulmasını isteme haklarının adil yargılanma hakkının bir parçası olarak görülmesi gerektiği, hakkında hükmün açıklanmasının ertelenmesi kararı verilen sanığın eylemi karşılığında aldığı veya alacağı cezanın belirsiz olduğu, erteleme koşullarına uygun davranılmaması halinde hakkında hangi tür cezanın verileceği, verilen cezanın ertelenip ertelenmeyeceği, seçenek yaptırımların uygulanıp uygulanamayacağı gibi hususların sanık tarafından bilinemeyeceği, beş yıl gibi uzun bir süreyle bu belirsizliğin sürdürülmesinin adil yargılanma ilkesine aykırı olduğu, deneme süresi içerisinde suç işlenmesi halinde duruşma açılarak sanığın hukuki durumunun belirlenmesinin gerektiği, bu durumda ise daha önce sanık lehine uygulanması düşünülebilecek hükümlerin ikinci yargılamada uygulanma koşullarını yitirebileceği, itiraz konusu kural ile Türk Ceza Kanunu'nun 23. maddesindeki düzenlemenin birbiriyle çeliştiği, bu nedenlerle itiraz konusu kuralların Anayasa'nın 2., 12., 13. ve 141. maddelerine son fıkrasına aykırı bulunduğu ileri sürülmüştür.
187
Esas Sayısı:1967/39 Karar Sayısı:1968/41 1 3. Davacının gerekçesi özeti: Anayasa'nın 110. maddesine göre ve Anayasa Mahkemesinin 14/4/1966 günlü ve 1963/67 1966/19 sayılı kararının sonuç bölümünün (c) bendinde de açıklandığı üzere Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığının bir dairesi değildir. Başkanlığın kendi komutası altındaki askerî personel ile ilgili nasp, atama ve terfi işlemleri üzerinde Millî Savunma Bakanının takdir yetkisi yoktur, Türk Silâhlı Kuvvetleri, Anayasa'nın 110. maddesi uyarınca, Genelkurmay Başkanının komutası altındadır. Bu durumda askeri personelin atanmaları nasp ve terfileri de bir bütün halinde aynı komuta zincirinin kanunî tasarrufuna bağlanmış demektir. Oysa 926 sayılı kanunda yalnız atanmalarda komuta zincirinin işlemesi öngörülmüş; (Madde 121 a, b, c,); nasp ve terfiler doğrudan doğruya Millî Savunma Bakanının uhdesinde bırakılmıştır. (Madde 34). Böyle bir durum yalnız Anayasa'ya değil askerî disipline, görevin siyaset dışında selâmetle yürütülmesine, kanun hükümleri arasındaki birlik ve uyuma da aykırıdır. 926 sayılı kanunun 121. maddesinin (e) bendine göre ise Millî Savunma Bakanlığı, Bakanın komutasında bir karargâh sayılmakta ve bu karargâh ile Bakanlığa bağlı öteki kuruluşlarda görevlendirilecek askerî personelin atanmaları da doğrudan doğruya Bakanın kendi takdir ve tasarrufuna bırakılmaktadır. Genelkurmay Başkanının bu personeli, Bakanın izni olmadıkça, bir başka göreve atayamamasına karşılık Bakanca yapılacak atamalarda, Genelkurmay Başkanının komutası altındaki kimseler için dahi Başkanın izni gerekli değildir. Böylece bu işlerde de Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığının bir dairesi hatta şubesi durumuna getirilmiş olmaktadır. Her iki hükmün de iptali gerekir.
223
Esas No:1966/27 Karar No:1968/8 1 Dâvanın Gerekçesi : 14/11/1966 gününde Anayasa Mahkemesine verilmiş bulunan 4/11/1966 günlü dâva dilekçesinin dâvanın konusu bölümünde iptali istenen hükmün, Anayasa'nın başlangıç kısmının ikinci fıkrasının sözüne ve ruhuna aykırı olduğu ileri sürüldükten sonra dâvanın gerekçesi bölümünde özet olarak : 780 sayılı Kanunun 5. maddesinin ilk fıkrasında zikredilen affın Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimseler için, (Bir genel, af), niteliğinde vazedilmiş bulunduğu, genel affın, suçluluğun ve suçluluğun bütün neticelerinin tam olarak kaldırılması demek olduğu ve genel af teriminin hafızalardan sümek anlamını taşıyan Yunanca bir kelimenin karşılığı olarak kullanıldığı, buna karşılık özel affın suçluluğu kaldırmadığı ve hafızalardan silmediği, sadece cezayı ve mahkûmiyetin kanunî neticelerini kısmen ortadan kaldırdığı Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimseler hakkında 780 sayılı Kanundan önce çıkarılmış olan af kanunlarının hepsinin özel af niteliğini taşıdığı özellikle Türk Ceza Kanununun Memnu hakların iadesi yoluna başvurularak suçluluğun neticelerini ortadan kaldırmanın mümkün olduğu ve bunun için suçlunun mahkeme huzurunda nedametini tescil ettirmesi gerektiği Anayasa'mıza göre Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kişiler hakkında sadece özel af kanunları çıkarılabileceği ve memnu hakların iadesi hükümlerinin uygulanabileceği ve fakat genel af çıkarılamıyacağı, bu sebeple Anayasa'nın 156 ncı maddesi ile Anayasa metninden sayılan Ve temel ilkeler olduğu Anayasa'nın ikinci maddesinde açıklanan başlangıç kısmının ikinci fıkrası ile geçici 4. maddesinin 27 Mayıs devrinin hukukî amacını tescil etmiş bulunduğu ve bunlar karşısında bahse konu genel affın çıkarılmasına cevaz bulunmadığının kolayca anlaşıldığı, Anayasa'mızın 68. maddesi ile, diğer bazı suçlularla Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilen kimselerin cezalan affedilmiş olsalar dahi, yasama organı üyesi olmaktan mahrum kalacakları saptanmış ve bu maddenin sevk sebeplerinden birinin de Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilmiş kimselerin, yüksek devlet makamlarında yer alamamaları olduğu, bunun nedeninin Anayasa ve hukuk düzenimizin temel meşruluk ilkesinin korunmasından ibaret bulunduğu ve aynı sebeplerle Anayasa'nın 95. maddesinin ikinci fıkrası delaletiyle Cumhurbaşkanının, 102. maddesinin ikinci fıkrası delaletiyle Başbakanın, 105. maddesinin son fıkrası delaletiyle Bakanların da 68. maddedeki mahkûmiyetlerin bulunmaması koşuluna bağlanmış oldukları, böylece kanun yapma görevinden yasaklanan Yasada hükümlülerinin, kanunları yürütme görevinden de yoksun bırakıldıkları dâva konusu hükmün Yüksek Adalet Divanınca mahkûm edilen kimselere, hâkim, yargıtay, ve Danıştay gibi Yüksek Mahkeme hâkimi olmalarına imkân verdiği ve böylece yapılmasına yürütülmesine katılamıyacakları kanunları, kazaî sahada uygulama ve yorumlama görevlerini ve ayrıca bu kişilere Anayasa Mahkemesi Üyeliğine seçilerek yapılmasına katılamayacakları kanunların iptaline karar verme yetkisini de tanıdığı ve Anayasa'mızın 56. ve 57 nci maddeleri ile 19 uncu maddesinin son fıkrasına dayanılarak çıkarılan 13 Temmuz 1965 tarihli ve 648 sayılı Siyasî Partiler Kanununun 6. ve 8 inci maddeleri, Anayasa'nın 68. maddesine atıfta bulunmak suretiyle sözü geçen kişilerin siyasi parti kurucusu ve üyesi olamamalarım emrettiği halde dâva konusu hükme göre bu kişilerin Cumhuriyet Başsavcısı, parti yasaklamaları inceleme kurulu üyesi ve Anayasa Mahkemesi üyesi sıfatiyle siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin yasalar ortamında alınacak kararlara katılma yetkisine sahip olacakları, şehir ve kasabalarda mahalle muhtar ve ihtiyar heyetleri teşkiline dair kanunun 8 inci maddesini değiştiren 8 Temmuz 1963 tarih ve 287 sayılı Kanun Köy Kanununun 25. maddesini değiştiren 18 Temmuz 1963 tarihli ve 286 sayılı Kanun, Belediye Kanununun 24. maddesini değiştiren 19 Temmuz 1963 tarihli ve 307 sayılı kanunlaEsas No:1966/27 Karar No:1968/8 2 idareî Umumiyei Vilâyat Kanununun 105. maddesini değiştiren 19 Temmuz 1963 tarihli ve 306 sayılı kanun, Anayasa'mızın 68. maddesinde yer alan hükmün benzerini getirdikleri bilindiği halde iptal konusu hüküm sayesinde bu kişiler köy muhtarı bile olamazlarken vali, kaymakam, Yargıtay, Danıştay, Yüksek Hâkimler Kumlu üyesi, elçi, müsteşar ve Anayasa Mahkemesi üyesi olabilecekleri ve bunun 27 Mayıs 1960 Devriminin meşruluğuna dayanan bu günkü Anayasa ve hukuk düzenimizin ruhuna aykırı olduğu ve bu düzeni temelinden inkâr anlamım taşıdığı belirtilmiş ve bu nedenlerle dâva konusu hükmün iptali istenmiştir.
586
Esas Sayısı : 2005/73 Karar Sayısı : 2008/59 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararı aynen şöyledir: Jet Turizm Uluslararası Yolcu Taşımacılığı Ticaret Limited Şirketi tarafından, 3.1.2004 gün ve 25335 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren ve 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu'na ekli (I) sayılı listede yer alan mallar için maktu vergi tutarları belirlenmesine ilişkin 10.12.2003 gün ve 2003/6607 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına ek Kararın iptali istemiyle Başbakanlık ve Maliye Bakanlığı'na karşı açılan davaya ait dosya incelenerek gereği görüşüldü. 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu'nun 1'inci maddesinin 1'inci fıkrasının (a) bendinde, Yasa'ya ekli (I) sayılı listedeki malların ithalatçıları veya rafineriler dahil, imal edenler tarafından tesliminin, bir defaya mahsus olmak üzere özel tüketim vergisine tabi olduğu kurala bağlanmış, 4'üncü maddesinde bu malları imal ve ithal edenler, bu verginin mükellefi kabul edilmiştir. 4760 sayılı Yasa'ya eklenen (A) ve (B) işaretli iki ayrı cetvelden oluşan (I) sayılı listede; Gümrük Tarife İstatistik Pozisyonları gösterilen mallar için Yasa'nın 11'inci maddesinin 1'inci fıkrası gereğince vergilendirme ölçüsü olan kilogram, litre veya metreküp birimine ve verginin bu listede öngörülen tutarda alınmasını düzenleyen 12'nci maddesine göre maktu vergi tutarları gösterilmiştir. Verginin oranı ve tutarına ilişkin 12'nci maddenin 2'nci fıkrasının (a) bendinde ise Bakanlar Kuruluna, topluca veya ayrı ayrı olmak üzere (I) sayılı listedeki mallar için uygulanan maktu vergi tutarlarını; her bir mal itibarıyla en yüksek vergi tutarının yarısına kadar artırmaya, sıfıra kadar indirmeye, bu sınırlar içinde mal cinsleri, özellikleri, kullanım yerleri veya ithalatın şekline göre farklı tutarlar tespit yetkisi tanınmıştır. Davaya konu yapılan 2003/6607 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına ek Karar, bu yetkiye dayanılarak yürürlüğe konulmuştur. 4760 sayılı Yasa'ya ekli (I) sayılı listenin (A) cetvelinde yer alan mallardan özel bir işleme tabi tutulacak hafif yağlar ve müstahzarları, uçak benzini, benzin tipi jet yakıtı, kerosen, petrol gazları ve diğer gazlı hidrokarbonlar, kalsine edilmiş veya edilmemiş petrol kokları, petrol yağlarının veya bitümenli minerallerden elde edilen yağların diğer kalıntıları için kilogram veya litre birimine göre 1000 (TL) maktu özel tüketim vergisi belirlenmişken; dava konusu Kararname eki Kararın 1'inci maddesiyle aynı mallar için vergi tutarı, (0) sıfır olarak yeniden tespit edilmiştir. Dairemizin E:2004/498 sayılı dosyasında incelenmekte olan dava, karayoluyla yolcu taşımacılığı yapan bir ticaret şirketi tarafından açılmış ve dava dilekçesinde; davaya konu yapılan 2003/6607 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına ek Kararın 1'inci maddesi ile uçak benzini için özel tüketim vergisinin sıfır (0) olarak tespit edilmesinin rekabet eşitliğini karayolu taşımacılığı aleyhine bozduğunu, 4760 sayılı Yasa'nın 12'nci maddesinin 2'nci fıkrasının (a) bendinde Bakanlar Kuruluna tanınan yetkinin Anayasa'nın 2'nci ve 73'üncü maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Anayasa'nın vergi ödevini düzenleyen 73'üncü maddesinin üçüncü fıkrası; vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulup, değiştirilmesi ve kaldırılmasını öngörmekle benimsediği yasallık ilkesi gereğince vergi koyup, kaldırmak veya değiştirmek konusunda yetkili organ, yasama organıdır. Aynı maddenin son fıkrası, yasama organının buEsas Sayısı : 2005/73 Karar Sayısı : 2008/59 2 yetkisini; kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde kalmak koşuluyla vergi yasalarında öngörülen muaflık ve istisnalar, indirimler ve vergi oranlarına ilişkin hükümlerde değişiklik yapmak yönünden Bakanlar Kuruluna devretmesine olanak tanımıştır. Yetki devrine olanak tanıyan ve yasallık ilkesine istisna oluşturan bu kural, vergi koyma ve konulmuş bir vergiyi kaldırma yetkisini kapsamamaktadır. Bu nedenle vergi koyma ve kaldırma yetkisi, yasama organının devredilemez yetkilerindendir. 4760 sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu'nun 12'nci maddesinin 2'nci fıkrasının (a) bendinde öngörülen, Bakanlar Kurulunun (I) sayılı listedeki mallar için uygulanan maktu vergi tutarlarını, her bir mal itibarıyla en yüksek vergi tutarının yarısına kadar artırmaya, sıfıra kadar indirmeye, bu sınırlar içinde mal cinsleri, özellikleri, kullanım yerleri veya ithalatın şekline göre farklı tutarlar tespit etmeye yetkili olduğuna ilişkin düzenleme, Anayasa'nın 73'üncü maddesinin yetki devrine ilişkin son fıkra hükmüne uygun düşmemektedir: 1 (I) sayılı listedeki malların özelliğine göre vergilendirme ölçüsü olarak belirlenen her biriminden alınacak vergi tutarları gösterilmek suretiyle bu mallar, maktu vergiye tabi tutulmuştur. Anayasa'nın 73'üncü maddesinin son fıkrası vergi miktarını değiştirme yetkisini kapsamamaktadır. Sadece vergi oranlarının yasada öngörülen üst ve alt sınırlar arasında değiştirilmesi yetkisi, miktarı yasada gösterilen vergileri değiştirme yetkisinin dışında kaldığından yasama organının Bakanlar Kuruluna, maktu vergileri tespit yetkisini devredemeyeceği sonucuna ulaşılmaktadır. 2 Maktu vergi tutarının sıfıra kadar indirilmesi yetkisi, verginin kaldırılması sonucunu doğurmaktadır. 4760 sayılı Yasa'nın 12'nci maddesinin 2'nci fıkrasının (a) bendinde yer alan maktu vergi tutarlarını sıfıra kadar indirmek suretiyle tespit yetkisinin Bakanlar Kurulunca kullanılabileceğine ilişkin kural, Anayasal temelden yoksundur. Davaya konu yapılan 2003/6607 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına ek Kararın 1'inci maddesiyle (I) sayılı listenin (A) Cetvelinde, uçak benzini ile yukarıda değinilen bazı mallar için maktu vergi tutarının sıfır olarak yürürlüğe konulmasına ilişkin tespit, Anayasal temelden yoksun olan bu kurala dayanmaktadır. 3 Bilindiği gibi ithalatçı veya imalatçılar tarafından özel tüketim vergisine tabi malların teslimi nedeniyle yüklenilen vergi, fiyat mekanizması yoluyla bu malların nihai tüketicisine kadar uzanarak yansımaktadır. Dolayısıyla, Yasa'nın vergi konusuna aldığı bir mal için öngörülen maktu verginin sıfır olarak tespiti, bu malın vergisiz teslimi anlamına geldiğinden, vergi yükünün adil ve dengeli dağılımını sağlamak amacıyla yasallık ilkesinin de bir gereği olarak Anayasadan dolayı yasa yapıcının kurduğu denge, maktu vergi tutarı sıfır olarak saptanan malları teslim edenler lehine bozulmaktadır. Bu bozulma, söz konusu malların intikal ettiği diğer mal ve hizmetlerin nihai kullanıcısına dek uzanmaktadır. Bu sonuç, Anayasa'nın 73'üncü maddesinin son fıkrasına ilişkin gerekçede belirtilen 4760 sayılı Yasa'nın 12'nci maddesinin 3'üncü fıkrasında yasa yapıcının gözettiği amaca da aykırıdır. Bilindiği gibi söz konusu 3'üncü fıkrada; (I) sayılı listede belirlenen maktu vergi tutarlarının, her ay, bir önceki ayda uygulanan vergi tutarları esas alınmak üzere Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından aylık olarak duyurulan toptan eşya fiyat endeksinde önceki aya göre oluşan değişim oranında ve söz konusu duyuruyu izleyen günden başlayarak değişmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme aynı zamanda Anayasa'nın 73'üncü maddesinin son fıkrasının öngörülen amacının gerçekleştirilmesi, daha açık anlatımla vergi tutarının fiyat hareketleri karşısında değer yitirmesini önlemek amacının göstergesidir.Esas Sayısı : 2005/73 Karar Sayısı : 2008/59 3 Yukarıda belirtilen tüm nedenlerle, davacı tarafından ileri sürülen Anayasa'nın 2'nci ve 73'üncü maddelerine aykırı olduğu yönündeki iddia ciddi görüldüğünden, 4760 sayılı Yasa'nın 12'nci maddenin 2'nci fıkrasının (a) bendinde yer alan ve Bakanlar Kuruluna, (I) sayılı listedeki mallar için uygulanan maktu vergi tutarlarını, her bir mal itibarıyla en yüksek vergi tutarının yarısına kadar artırmaya, sıfıra kadar indirmeye, bu sınırlar içinde mal cinsleri, özellikleri, kullanım yerleri veya ithalatın şekline göre farklı tutarlar tespit etmeye yetki tanıyan düzenlemenin iptali istemiyle ve 2949 sayılı Yasa'nın 28'inci maddesinin 1'inci fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına; dava dosyasındaki belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesi'nce itiraz yoluyla yapılan başvuru hakkında karar verilmesine kadar yargılamanın ertelenmesine, 26.4.2005 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
1,052
E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 1 I. İPTAL DAVASININ GEREKÇESİ: Davacı Cumhuriyet Halk Partisi iptal nedenlerini aşağıdaki gibi açıklamaktadır: İptali istenen hükümler ve açıklamalar: I 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendi: Üniversitelerin, öğrencilerini hangi nitelikte yetiştireceğini düzenleyen 3. maddenin (b) bendinde, öğrencilerin başka nitelikleri yanında örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi vatandaşlar olarak yetiştirilmesi hükmü de yer almaktadır. Yasanın bu hükmünün, üniversitelere yüklediği, öğrencilerini örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi kişiler olarak yetiştirme görevi, Anayasa'nın Cumhuriyetin niteliklerini saptayan hükümlerine olduğu kadar eğitim ve öğretimin niteliklerini saptayan hükümlerine de aykırıdır. 1) Anayasa'nın 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan bir devlettir. Bu temel ilkeler arasında, Türk Milliyetçiliği, Yurtta sulh cihanda sulh ve Atatürk Devrimlerine bağlılık ilkeleri yer almaktadır. Atatürk Devrimlerine bağlılık anayasal bir ilke olmadan önce de Türkiye Cumhuriyeti'nin temel dayanaklarından biri idi ve Cumhuriyet dönemi millî eğitiminin ana politikası Atatürk Devrimlerine bağlı kuşaklar yetiştirmek olmuştur ve 1961 Anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra Atatürk Devrimlerine bağlılık anayasal bir buyruk olmuştur. Buna rağmen, 1750 sayılı Yasa, Üniversitelere örf ve adetlerine bağlı öğrenciler yetiştirme görevini vermiştir. Bilindiği gibi, örf ve adet çok uzun zamanlardan beri uygulanan, meydana çıkan toplumsal davranış kurallarının bütününden oluşur. Küçük toplumlarda, bu toplumların tümüne yaygın örf ve adet kuralları bulunabileceği halde, büyük toplumlarda bu kurallar ya bölgesel başlık parası gibi ya meslekî ortakçılık, yarıcılık gibi nitelikte ortaya çıkar, ister genel, ister bölgesel olsun, örf ve adetin en önemli niteliği naklî olması, yani aklın süzgecinden geçmeden, kuşaktan kuşağa nakledilmesi geçmesidir. Bu tür kurallara bağlılığı geliştirmeyi öngören bir yasa kuralının, Atatürk Devrimlerine bağlılık ilkesi ile bağdaştırılması mümkün değildir. Zira Anayasa Mahkemesinin Esas: 1969/52 ve Karar; 1972/2 sayılı kararında da belirtildiği üzere çağdaş batı uygarlığının ve Atatürk Devrimi ilkelerinin gereği, her işte ve işlemde aklın ve müsbet ilmin kılavuz olmasıdır. Diğer taraftan, Anayasa 21. ve 120 nci maddelerinde eğitim, öğretim ve öğrenimin çağdaş bilim ve teknolojinin gerçeklerine göre yürütülmesini istemektedir. Yapılan açıklamaların da gösterdiği gibi. 1750 sayılı Yasa'nın üniversitelerimize verdiği, öğrencilerini örf ve adetine bağlı olarak yetiştirmek görevini Anayasa'nın buyrukları ile bağdaştırmak olanağı yoktur.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 2 Bu bakımdan 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendinde yer almış olan örf ve adetlerine bağlı deyiminin iptali gerekir. 2) Yukarıda belirtildiği üzere, Türkiye Cumhuriyetinin niteliklerini saptayan temel ilkeler arasında Türk Milliyetçiliği ve Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkeleri de yer almıştır. Buna rağmen 1750 sayılı Yasanın 3 üncü maddesinin (b) bendinde. Üniversitelerimize, hiç bir niteleme yapılmaksızın milliyetçi vatandaşlar yetiştirme görevi verilmiştir. Milliyetçilik kavramı, herhangi bir nitelemeye tabî tutulmadığı vakit, gayet geniş ve her türlü karışıklığa yol açabilecek bir kavramdır. Nasyonal Sosyalizm ve faşizm gibi Anayasa'mızın reddettiği totaliter rejimlerin milliyetçilik anlayışı ile. Turancılık gibi Anayasa'nın başlangıç kısmında yer almış olan Yurtta Sulh, Cihanda Sulh ilkesi ile çatışacak, Milliyetçilik de aynı kelime ile ifade edilebilir. Milliyetçilik teriminin çok çeşitli yoruma müsait olmasından endişe eden Anayasa Koyucu, bu nedenle 2 nci maddede Türkiye Cumhuriyeti başlangıç kısmının 3 üncü fıkrasında Türk milliyetçiliğinden söz etmiş ve 54 üncü maddenin l inci fıkrasında kimlere Türk denileceğini Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür hükmü ile belirtmiştir. . 1961 Anayasa'sının hazırlanmasına ilişkin Kurucu Meclis tutanakları incelendiğinde, bazı Temsilciler Meclisi üyeleri ile bazı Millî Birlik Komitesi üyelerinin Cumhuriyetin niteliklerini saptayan 2 nci maddeye milliyetçi deyiminin eklenmesini istedikleri, uzun süren tartışmalardan sonra, yakanda kısaca değinilen tehlikeler nedeni ile, milliyetçilik deyiminin maddede yer almamasına karar verildiği ve Devletin niteliğinin millî sıfatı ile belirlenmesi ile yetinildiği görülür. Üniversitelerin öğrencilerini 3 üncü maddenin (b) bendinin öngördüğü gibi millî tarih şuuruna sahip vatandaşlar olarak yetiştirmesi ile onları milliyetçi olarak yetiştirmesi birbirinden farklı hususlardır. Milliyetçi vatandaşlar yetiştirme görevi. milliyetçilik deyiminin hiç bir sınırlandırmaya, itelemeğe tabi tutulmaksızın kullanılması neticesinde Anayasamızın anladığı milliyetçiliğin dışına taşabilecek niteliktedir. 1750 sayılı Kanunun hazırlık çalışmaları ve tasarının çeşitli komisyonlardan geçirdiği değişiklikler Milliyetçilik temirinin tehlikesini ve Anayasa'nın sınırlarını aşan uygulamalara yol açabileceğini gösterir. 1) Hükümet tarafından hazırlanıp, 3 Mart 1973 tarihinde Millet Meclisi Başkanlığına sunulan Üniversiteler Kanunu tasarısının 3 üncü maddesinin (b) bendi şu şekildedir: b) Öğrencilerini bilim anlayışı, kuvvetli, sağlam düşünceli aydınlar ve Yüksek Öğrenime dayanan mesleklerle türlü bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve tecrübe sahibi elemanlar, Anayasa'da ifadesini bulan Türk Devletinin ve Türk Devriminin İlkelerine bağlı ve millî karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek. 2) Millet Meclisi Millî Eğitim Komisyonunda yapılan değişikliklerden sonra aynı hüküm şu şekli almıştır: b) Öğrencilerini, bilim anlayışı kuvvetli, sağlam düşünceli, milliyetçi, millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine bağlı aydınlar ve yüksek öğrenime dayanan mesleklerde türlü bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve tecrübe sahibi, sağlam karakterli vatandaşlar olarak yetiştirmek. Görüldüğü üzere Millî Eğitim Komisyonu Hükümet tasarısındaki, Anayasa'da ifadesini bulan Türk Devletinin ve Türk Devriminin ilkelerine bağlı ve millî karakter sahibi ibaresiniE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 3 çıkarmış bunun yerine milliyetçi, millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine bağlı ibaresini koymuştur. 3) Bütçe Plan Komisyonu ise, maddenin aynı bölümünü, yazı tekniği bakımından düzeltmiş ve millî tarih şuuruna sahip, vatanına, örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi ifadesini benimsemiş ve metin bu hali ile kanunlaşmıştır. İleride, 1750 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesinin (b) bendini yorumlayacak bir yorumcu Hükümet tasarısında yer almış olan Anayasa'da ifadesini bulan Türk Devletinin ve Türk Devriminin ilkelerine bağlı ve milî karakter sahibi vatandaşlar yetiştirme görevinin, Yasama Organınca benimsenmediğini, Anayasa'da Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri arasında yer almayan milliyetçilik ilkesinin, bu Üniversiteler Kanunu yolu ile hukuk hayatımıza sokulduğu kanısına varabilecek ve milliyetçilik deyimini, kendi anlayışına göre değerlendirecektir. Aynı yorumcu, Yasama Organının, Hükümet tasarısında teklif edilen Türk Devriminin ilkelerine bağlı olma niteliğini de benimsemediğini, onun yerine örf ve âdetlerine bağlı kişilerin yetiştirilmesi gerektiği sonucuna kolaylıkla varılabilecektir. Bu açıklamaların da gösterdiği gibi, Devletin Anayasa ile saptanmış niteliklerine aykırı olan ve 1750 sayılı Yasa'nın 3 üncü maddesinin (b) bendinde yer almış bulunan örf ve âdetlerine bağlı, milliyetçi ibarelerinin iptali gerekir. II. 1750 SAYILI YASA'NIN YÜKSEK ÖĞRETİM KURULU İLE İLGİLİ HÜKÜMLERİ: 1) Yasa'nın 4 üncü maddesi: Bu madde hükmüne göre, Yüksek Öğretim Kurulu, Üniversitelerce: a) Çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine, b) Devlet kalkınma planının temel ilke ve politikalarına uygun olarak yön vermek amacı ile düzenlenmiş bir kuruluştur. Yasa'nın 5 inci maddesi üzerindeki açıklamaların göstereceği gibi, Yüksek Öğretim Kurulu siyasal iktidarların ve çeşitli çıkar gruplarının etki alanı içinde bulunan üniversite dışı bir kuruluştur. Anayasa'nın 120 nci maddesi ile üniversitelere verilmiş olan idari ve bilimsel özerkliğin ereği, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararları ile yerleşmiş içtihat ile de kanıtlandığı üzere, siyasal çevrelerin ve özellikle iktidarın üniversite çalışma, öğretim ve eğitimini etkisi altında bulundurması yolunu kapamak ve üniversite çalışmaları ile öğretim ve eğitimini her türlü dış etkilerden uzak bir ortam içinde sürdürmektedir. Esas: 969/31, Karar; 1971/3, Anayasa'nın 120 nci maddesi hükmüne aykırı olması nedeni ile, 1750 sayılı Yasa'nın 4 üncü maddesinin iptali gerekir.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 4 2) 1750 sayılı Yasanın 5 inci maddesi: Bu madde hükmüne göre, yüksek öğretim kurulunun üyeleri arasında üniversite dışı makamlar tarafından seçilen kişiler vardır. Üniversite temsilcilerine gelince bunların arasında, özerk üniversitelerin temsilcilerinin yanı sıra kendilerince seçilen organlar eliyle yönetilmeyen üniversitelerin temsilcileri de yer almaktadır. Bu üniversitelerin, özel kanunları nedeni ile üniversite dışı güçlerin etkilerine açık olduğu, rektörlerin doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, Hükümet tarafından atandığı bilinen gerçeklerdendir. Yüksek Öğretim Kurulu gibi Üniversitelerin varlıklarını etkileyebilecek yetkilerle donatılmış bir kuruluşun dış etkilere tamamen kapalı olması gerekirdi. Halbuki incelediğim madde, bu kuruluşu tamamen dış etkilere açık bir hale getirmiştir. Bu nedenlerle, 1750 sayılı Yasanın 5. maddesinin birinci ikinci üçüncü ve dördüncü fıkralarının iptali gerekir. 3) Yasa'nın 6 ncı maddesi: Yüksek Öğrenim Kurulunun görev ve vazifelerine ilişkin 6 ncı maddenin hükümleri incelendiğinde görülür ki, bu üniversite dışı kuruluşa üniversitelerin, bilimsel ve idari özerklikleri ile bağdaştırılamıyacak yetkiler verilmiştir. Bu bakımdan 6 ncı maddenin, 1. (a) bendinin sonundaki ilgili kuruluşların senatolarınca tesbit edilen ideal kadrolarını dengeli bir şekilde düzenlemek ibaresinin 2. (ç) bendinin tümünün ; 3. (e) bendinin tümünün; 4. (g) bendinin tümünün iptali gerekir. 4) Yüksek Öğretim Kuruluna icrai yetki veren diğer hükümler: Yasanın çeşitli maddelerinin, Yüksek Öğretim Kurulu, üniversitelerin yönetimine ve bilimsel çalışmalarına karışma olanağına sahip kılınmış kılınmıştır. A. Yasa'nın 22 nci maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmüne göre üniversitelere doçent olarak atanacaklar ancak yüksek Öğretim kurulunun göstereceği kadrolara atanabileceklerdir. Başka deyimle bu kurulca kadro göstermezse, atama mümkün olmayacak ve siyasal iktidarlar, bu hükümden yararlanıp diledikleri yerde kadro gösterecekler veya gösteremiyecekler ve böylelikle üniversiteler ve onların öğretim üyeleri üzerinden etki hatta baskı yapma olanağına sahip olacaklardır. Bu nedenlerle Yasa'nın 22. maddesinin birinci fıkrasının iptali gerekir. B. Yasa'nın 38 inci maddesinin birinci fıkrası:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 5 Bu fıkra hükmü ile yüksek öğretim kuruluna, üniversite öğretim üye ve yardımcılarının çalışmalarına etkili olacak esasları saptama yetkisi verilmiştir. Bu durumu, özerklikle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu nedenle 38. maddenin birinci fıkrasındaki ve esasları yüksek öğretim kurulunca tesbit edilecek belirli saatleri içinde görevleri başında bulunmakla yükümlüdür hükmünün iptali gerekir. C. Yasanın 43 ncü maddesinin altıncı fıkrası: Bu fıkra hükmüne göre, yeni açılacak fakültelere yapılacak ilk atamalar, yüksek öğretim kurulunun talebi ile mümkün olabilecektir. Bu talep olmadıkça atama yapılamayacaktır. Bu hükmün de Anayasa'nın 120. maddesi ile bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle 43 üncü maddenin altıncı fıkrasının iptali gerekir. D. Yasanın 52. maddesinin birinci fıkrası: Üniversitelere giriş, Üniversitelerarası Kurul tarafından, Yüksek Öğretim Kurulunun Önerileri dikkate almak suretiyle düzenlenecektir. Başka deyimle, üniversiteler için hayati önem olan üniversiteye giriş sorunu, ve özellikle öğrenci sayısı, siyasal iktidarların diledikleri biçimde saptanacaktır. Halbuki bir üniversiteye alınacak öğrenci sayısının, hükümetlerin istediklerine göre değil, üniversitelerin imkânlarına göre, kendilerince saptaması gerekir. Üniversitelerin alacakları öğrenci sayıları saptanırken, onların bilimsel ve idarî özerkliklerini ortadan kaldırıcı, dış müdahalelerin olmaması gerekir. Bu nedenle 52 nci maddenin birinci fıkrasındaki ve yüksek öğretim kurulunun önerileri deyiminin iptali gerekir. E. Yasanın 56 ncı maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmü ile, Yüksek Öğretim Kuruluna, üniversitelerin öğrencilerini ilgilendiren sosyal çalışmalar için plan ve programlara göre hareket etme yükümlülüğü getirilmiştir. Yüksek Öğretim kurulunun bu yetkisinin, Üniversite yönetimine dış güçlerin müdahalesi niteliğinde olduğu açıktır. Bu nedenle Yasa'nın 56 ncı maddesinin birinci fıkrasındaki yüksek öğretim kurulunun yapacağı plan ve programlar uyarınca deyiminin iptali gerekir. F. Yasa'nın 74 ncü maddesinin birinci fıkrası: Bu fıkra hükmü ile, üniversitelerde döner sermaye işletmeleri nin kurulması yüksek öğretim kurumunun onamasına bağlı tutulmuştur. Bu hükmünde üniversite dışı güçlerin üniversitelerin yönetimine karışması olanağını sağlamaktadır. Bu bakımdan 74 üncü maddenin birinci fıkrasındaki ve yüksek öğretim kurulunun onayı deyiminin iptali gerekir, III. 1750 SAYILI YASANIN ÜNİVERSİTE DENETLEME KURULU İLE İLGİLİ HÜKÜMLERİ:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 6 Üniversite Denetim Kurulu, Devletin gözetim ve denetimini sağlamak amacı ile kurulmuş üniversite dışı bir kuruluştur. Ancak, Anayasa Mahkemesinin Esas: 1969/52 ve Karar: 1972/21 sayılı kararında belirtildiği gibi, Devletin denetim ve gözetim yetkisi, Hükümetin yönetim özerkliği bulunan bir kuruluşun yönetim işlerine karışmasını haklı göstermez. Çünkü yönetime üniversite dışındaki bir organ veya yerin karışması durumunda, bir yandan üniversitenin kendisince seçilen organlar eliyle yönetildiğinden söz edilemiyeceği gibi, öte yandan Devletin gözetim ve denetiminin kabul edilmesiyle güdülen ereğin sınırları da aşılmış olur. Bu nedenlerle, Yasa'nın 7 ve 8 inci maddeleri ile 61 inci maddesinin 7 nci fıkrasının iptali gerekir. IV. 1750 SAYILI YASANIN 10 NCU MADDESİ: Üniversitelerarası Kurulun, kuruluş ve işleyişine ilişkin bu maddenin iki hükmü üniversitelerin özerklikleri ile bağdaşamaz niteliktedir: 1) Birinci fıkra hükmüne göre, Üniversitelerarası Kurula bütün üniversitelerin temsilcileri katılacaktır. Halbuki ülkemizdeki üniversitelerin yarısına yakın bir kesimi, özel kanunlarındaki hükümler nedeni ile, Anayasa'nın 120 nci maddesi ile bütün Yüksek öğretim kurumlarına tanınmış olan özerklikten (Anayasa Mahkemesi Esas: 1969/52, Karar: 1972/21) yoksundur. Siyasal iktidarların etki alanı içinde bulunan bu üniversitelerin temsilcilerinin, Anayasa'nın 120 nci maddesi ile özerklikleri güvence altına alınmış olan üniversitelerin yönetimlerine katılmasını, Anayasa'nın sözü edilen maddesi ile bağdaştırmak mümkün değildir. Bu bakımdan, 10 uncu maddenin birinci fıkrasındaki bütün üniversitel deyiminin iptali gerekir. 2) Maddenin altıncı fıkrası, Millî Eğitim Bakanına, Üniversitelerarası Kurulu toplantıya çağırma yetkisi vermektedir; bu yetkinin, üniversitelerin kendilerince seçilmiş organlar eliyle yürütüleceği yolundaki Anayasal kuralla bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle, 10 uncu maddenin altıncı fıkrasındaki gerekli hallerde Millî Eğitim Bakanı veya deyiminin iptali gerekir. V. 1750 SAYILI YASANIN 29 NCU MADDESİ: Asistanlığa atanmada, atanma şartlarına ilişkin bu maddenin iki hükmü Anayasa'ya aykırı niteliktedir. 1) Maddenin (a) bendine göre, asistanlığa atanabilmek için görev alacağı bilim dalında doktora veya tıpta uzmanlık diploması almak gerekmektedir. Üniversite asistanlığı dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de üniversite öğretim, üyeliği mesleğinin ilk basamağını teşkil eder. Ekonomik durumları ülkemizden çok ileri olan ülkelerde bile, asistan olmak için doktora şartı aranmaz. Bunun başlıca iki nedeni vardır:E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 7 a) Doktora veya tıpta uzmanlık diploması alabilmek için, yıllarca süren, masraflı bir öğrenim döneminden geçmek gerekir. Asistanlığa atanabilmek İçin, bu dönemin başarı ile geçirilmiş olması istenirse, asistanlık lisans diploması aldıktan sonra beş altı yıl daha öğrenciliğini sürdürebilecek malî olanağa sahip kişilerin tekeli altına girecektir. Başka deyimle, fakülteyi aynı derece ile bitirmiş (yani aynı hukukî durumda bulunan) ve asistan olmak isteyen iki kişiden, malî durumu elverişli olan asistanlığa atanma olanağına kavuşacaktır. b) Asistanlığa atanabilmek için doktora veya tıpta uzmanlık diploması alınmış olmanın bilimsel gereği yoktur. Aksine, lisans diploması almış ve üniversite öğretim üyesi olmak isteyen bir gencin, akademik hayatına hemen başlamasında ve doktora çalışmalarını asistanlığı sırasında yapmasında büyük yarar vardır. Asistanların doktora çalışmalarını diğer doktora öğrencilerinden çok daha büyük bir titizlikle ve disiplin içinde yürüttükleri bir gerçektir. Böylelikle, yasanın söz konusu edilen hükmü, bir yandan eşitlik ilkesini zedelerken diğer yandan bilimsel gereklere ve kamu yararına aykırı bir durumun doğmasına sebep olmuştur. Anayasa Mahkemesi, Esas: 1965/32, Karar: 1963/3 sayılı kararında, üniversitelerin kendi öğretim üyeleri ile yardımcılarının görevlerini, bu görevlerin gerektirdiği nitelikleri kendisi tespit edebilmeli demektedir. 1750 sayılı Yasanın hazırlanması sırasında çeşitli üniversitelerimizin senatoları, kamu oyuna açıkladıkları görüşlerinde, asistanlığa atanabilmek için lisans diplomasının yeterli olduğunu oybirliği ile savunmuşlardır. Bu bakımlardan 1750 sayılı Yasanın, Anayasa'nın eşitlik ilkesine olduğu kadar üniversitelerin bilimsel özerkliklerine de aykırı olan 29 uncu maddesinin (a) bendinin iptali gerekir. 2) Maddenin (ç) bendi öğrenciliği sırasında disiplin cezası almış kişilerle haklarında disiplin cezası verilmemiş, hatta kovuşturma yapılmış, bazı kişilerin asistanlığa atanmaları önlenmektedir. Maddenin (ç) bendinin öngördüğü kişilerin Devletin herhangi bir görevine, bu arada, akademilerde asistanlığa veya asistanlık kademesinden geçmeden üniversite öğretim üyeliğine atanması mümkün iken üniversite asistanlığına atanmamasını makul gösterecek bir sebep bulmak zordur. Üniversiteleri diğer kamu tüzel kişilerden daha kötü duruma düşüren bu hüküm, disiplin cezası almış kişiyi aynı suçundan dolayı ikinci defa cezalandırmakta ve üniversiteye asistan olmak isteyen kişi ile akademiye asistan olmak isteyen kişi arasında, eşitlik ilkesine aykırı bir durumun doğmasına sebep olmaktadır. Bu nedenlerle yasanın 29 ncu maddesinin (ç) bendinin iptali gerekir. VI. 1750 SAYILI YASANIN 30. MADDESİNİN İKİNCİ FIKRASI: Bu fıkra hükmüne göre, asistanlığa atanan kişinin, hiç bir Devlet memuriyetinde olmadığı şekilde, bir tür mukaveleli personel imişcesine, ikişer yıllık sürelerle atanacağı hükme bağlamıştır.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 8 Bu hükme göre, iki yıllık sürenin sonunda asistan yeniden atanmayabilecek ve böylelikle görevine kanun hükmü ile son verilmiş olacaktır. Yine bu hüküm nedeni ile, asistan, doçent olana kadar yeniden atanamama kuşkusu içinde, diğer Devlet memurlarının ve bu arada akademi asistanlarının sahip oldukları güvenceden yoksun olarak çalışmalarını sürdürmek zorunda kalacaktır. Böyle bir baskı altında bulunan üniversite asistanının Anayasa'nın 120 nci maddesinin dördüncü fıkrasının öngördüğü şekilde serbestçe araştırma ve yayın yapabileceğini düşünmek bile mümkün değildir. Bu nedenlerle, yasanın 30 uncu maddesinin ikinci fıkrasının iptali gerekir. VII. 1750 SAYILI YASANIN 38 NCİ MADDESİNİN DÖRDÜNCÜ FIKRASI: Bu fıkra, öğretim üyelerine resmi çalışma saatleri dışında serbest meslek icra edebilme imkânını sağlamaktadır. Ancak, bu imkânı düzenleyen hüküm, kişilerin kanun önünde eşit olmalarını sağlayan anayasal kuralı, bazı öğretim üyelerinin aleyhine zedelemiştir. Örnek olarak, Tıp ve Hukuk Fakültelerinin öğretim üyelerinin 38 inci maddenin dördüncü fıkrasından yararlanma imkânları incelenecek olursa, şöyle bir durum ortaya çıkacaktır: a) Tıp Fakültesi öğretim üyeleri, resmî çalışma saatleri dışında, öğleden sonra ve gece, muayenehanelerinde özel hastalarını kabul edebilecekler, gerekli konsültasyonlara katılabilecekler, ameliyat yapabilecekler, hasılı mesleklerinin bütün icaplarını yerine getirebileceklerdir. b) Hukuk Fakültesi öğretim üyeleri ise, aynı şekilde serbest meslek icra etmek istedikleri takdirde, mesleklerinin uygulanmasının en önemli bölümünü teşkil eden duruşmaya çıkma imkânından ve dolayısiyle 38 nci maddenin dördüncü fıkrasının öğretim üyelerine sağladığı serbest meslek icrası imkânından, fiilen mahrum kalacaklardır. Böylelikle aynı hukuki statüye tabi olan öğretim üyeleri arasında kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yasanın 38 nci maddesinin dördüncü fıkrasının iptali gerekir. VIII. 1750 SAYILI YASANIN 43 NCÜ MADDESİNİN ÜÇÜNCÜ FIKRASI: Bu madde hükmüne göre, bir üniversite içindeki fakülte, yüksek okul ve okulların kurulması, birleştirilmesi veya kaldırılması Millî Eğitim Hakanının onamına bağlanmıştır. Yukarıda belirtilen işlemler, üniversitelerin bilimsel gereklere göre yapacakları idarî işlemlerdir. Bu işlemlerin geçerliliğini, Millî Eğitim Bakanının onanıma tabi kılmak üniversitelerin bilimsel ve idarî özerklikleri ile bağdaştırılamaz. Bu nedenle yasanın 43 ncü maddesinin üçüncü fıkrasının iptali gerekir. IX. 1750 SAYILI YASANIN 57 NCİ MADDESİ: Bu madde öğrencilere ucuz kitap sağlamak amacı ile düzenlenmiş, lâkin bu amaç aşılarak öğretim üye ve yardımcılarının hatta herkesin, Anayasa ile güvence altına alınmış olanE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 9 bir takım hakları ortadan kaldırılmıştır. Gerçekten de 57 nci madde öğretim üye ve yardımcılarını ders aracı olarak kullanılacak kitap ve teksirler kendi hesaplarına bastırmasını yasaklamıştır. Anayasanın 20 nci maddesinin birinci fıkrası, 24 ncü maddesi ve 120 nci maddesinin dördüncü fıkrasının hükümlerine aykırı olan, yasanın 57 nci maddesinin iptali gerekir. X. 1750 SAYILI YASANIN 66 NCI MADDESİNİN ÜÇÜNCÜ FIKRASI: Bu fıkra hükmüne göre, zabıta suç ve suçluların kovuşturulması için hiç bir davet izne bağlı olmaksızın üniversite binalarına ve eklerine girebilecek ve durumdan ilgili üniversitenin rektörünü veya fakültenin dekanını haberdar etmeyebilecektir. Gerçekten kişilere olduğu kadar özel veya kamu tüzel kişilere ait binalara, zabıtanın suç ve suçluları kovuşturmak için hangi usullerle girebileceği, başta Anayasa olmak üzere, çeşitli yasalarla belirtilmiştir. Bu yasalardan hiç birisinde zabıtaya 66 ncı maddenin üçüncü fıkrasındaki kadar sınırsız, keyfiliğe yol açabilecek ve baskı aracı olarak kullanılmaya elverişli hüküm yer almamıştır. Sözü edilen hüküm neticesinde siyasal iktidarlar, diledikleri her an, suç ve suçlu kovuşturma bahanesi ile zabıtayı üniversiteye sokabilecek ve bu özerk kuruluşun başında bulunan kişileri durumdan haberdar etmiyebileceklerdir. Buna karşılık zabıta bir kovuşturmayı yürüttüğü iddiası ile sınıflara, laboratuvarlara, seminer odalarına ve üniversitelere öğretim üye ve yardımcılarına çalışma odalarına girip araştırmalarda bulunabilecektir. Bu hükmü Anayasanın 16 ncı maddesindeki güvence ile bağdaştırmağa imkân yoktur. Diğer taraftan bu hüküm, özerk kamu tüzel kişisi üniversite ile diğer kişiler arasında, üniversite aleyhine eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerle Yasa'nın 66 ncı maddesinin üçüncü fıkrasının iptali gerekir. XI. 1750 SAYILI YASANIN 69 ncu MADDESİ: 1488 sayılı Yasa ile Anayasa'ya eklenmiş olan yedinci fıkra, üniversitelerle onlara bağlı fakülte, kurum ve kuruluşlarda öğrenim ve eğitim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca giderilmemesi halinde Bakanlar Kurulunun üniversitelerin yönetimine elkoyabileceği hükmünü getirmiştir. Anayasa Mahkemesi, Esas: 1971/40, Karar: 1971/82 sayılı kararında şöyle demektir: 3 Anayasa'nın değişik 120 nci maddesinin son fıkrasında öngördüğü olağanüstü durumlarda, Bakanlar Kuruluna yönetime elkoymasına izin vermesinin ereği dahi, yalnızca öğrenim ve öğretimin özgürlük ve güvence içinde, çağdaş bilimin nesnel ölçüleri uyarınca gerçekleşmesini sağlamaktır. Bu duruma göre, elkoyma ile ilgili hükümlerin Anayasa'nın kurallarına ve yapılan değişikliğin ereğine aykırı, onu aşıcı nitelikte olmaması gerekirdi. Halbuki aşağıda açıklanacağı üzere 69. uncu maddenin bazı kesimleri, Anayasaya aykırı olarak düzenlenmiştir.E. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 10 1) Birinci fıkrada üniversitelerle onlara bağlı kuruluşlar ve kurumlarda veya bir üniversiteye bağlı olmayan fakültelerde, öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ve bu tehlikenin üniversite organlarınca önlenmemesi; veya üniversite organlarınca alınan tedbirlerin gereken sonucu vermemesi hali el koyma sebebi olarak gösterilmiştir. Fıkranın ilk kesimi Anayasa hükmünün dışına taşan niteliktedir; zira Anayasa'nın öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin içine düştüğü tehlikenin üniversite organlarınca (giderilmemesi) halini elkoyma sebebi diye saptadığı halde, yasa (tehlikenin önlenmemesi) halini de elkoyma sebebi olarak kabul etmiştir. Bu hale göre, üniversitede Öğrenim ve Öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düştüğü her an, Bakanlar Kurulu yönetime tehlike önlenmediği gerekçesi ile ve üniversite organlarının herhangi bir tedbir almasına vakit bile bırakmadan yönetime elkoyabilecektir. Fıkranın ikinci kesiminde ise, Bakanlar Kurulu, üniversite organlarını aldığı tedbirlerin gereken sonucu vermediği kanaatına vardığı zaman, yönetime elkoyabilecektir. Üniversitelere 1750 sayılı Yasa ile verilen yetkiler içinde, bir yıla kadar üniversiteyi kapama yetkisi de vardır ve üniversite makamları kapama kararı verdikleri zaman, bu karar derhal en büyük mülkî amire bildirilecek ve kapatılmış olan üniversite ve fakültelerin bina ve eklentileri güvenlik kuvvetlerince muhafaza altına alınacaktır. (Madde 68). Üniversite organları gereken tedbirleri almazsa elkoyma Anayasa'nın emri olarak uygulanacaktır. Lâkin gerekli tedbirler alındıktan sonra ve binalar güvenlik kuvvetlerinin muhafazasına verildikten sonra, Bakanlar Kurulunun gerekli sonuç alınamadığı iddiası ile yönetime elkoyması Anayasa'nın 120. maddesinin hükmüne aykırıdır. Bu nedenle, 69 uncu maddenin birinci fıkrasının iptali gerekir. 2) 69 uncu maddenin ikinci fıkrası ise, üniversite ile öğrenim ve öğretim hürriyetlerinin tehlikeye düşmesi ile hiç ilgisi olmayan nedenle Bakanlar Kuruluna yönetime elkoyma yetkisi verilmiştir. Bu nedenle, fıkranın Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden, herhangi birisinin insan hak ve hürriyetlerinin veya Türk Devletinin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrımına dayanarak nitelikleri Anayasaca belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılması ibaresinin iptali gerekir. Anayasa'nın 120 nci maddecinin yedine: fıkrası elkoyma kararının hemen Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik toplantısının onamına sunulucağını emrettiği halde, yasa'nın 69 uncu maddesinin ikinci fıkrası bu onama işini, elkoyma kararının Resmî Gazete'de yayımlanmasından sonra 48 saat içinde yapılacağını hükme bağlamıştır. Böylelikle Bakanlar Kuruluna, elkoyma kararı yasama organınca onaylanmadan evvel üniversiteye müdahale etmek olanağı sağlamak istenmiştir. Bu durumun Anayasa'nın 120 nci maddesinin son fıkrası hükmü ile bağdaştırılması olanağı yoktur. Bu nedenle, Yasa'nın 69 uncu maddesinin ikinci fıkrasındaki yayımlanmayı müteakip 48 saat içinde deyiminin iptali gerekir. XII. 1750 SAYILI YASANIN 70 NCİ MADDESİ: Yukarıda XI No. lu bentte belirtildiği üzere, Anayasa'nın 120 nci maddesinin son fıkrasının ereği üniversitelerde tehlikeye düşmüş öğrenim ve öğretim hürriyetlerini, buE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 11 tehlikeden kurtarıp öğrenim ve öğretimin hürriyet ve teminat içinde, çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine uygun olarak yürütülmesini sağlamaktır. Elkoyma halinde, Bakanlar Kuruluna tanınacak yetkilerin bu ereği aşmaması gerekirdi. Halbuki Yasa'nın 70 inci maddesi ile Bakanlar Kuruluna verilen yetkiler, bu ereği aşmış ve üniversite yöneticileri ile öğretim üye ve yardımcılarını daimî bir baskı altında tutmağa yönelir iştir. Zira maddenin okunmasından da anlaşılacağı üzere 70 nci maddenin hükümleri sayesinde, siyasal iktidarlar hoşlanmadıkları üniversite yöneticisi veya öğretim üye veya yardımcılarını görevlerinden uzaklaştırmak olanağına kavuşturulmuşlardır. Yakandaki XI No.lu bentte açıklandığı üzere, 69 uncu maddenin hükümlerine göre, ne vakit ve hangi siyasal iktidar zamanında gerçekleşeceği önceden kestirilemiyecek elkoyma kararı sonunda olaylarla ilgili olmasalar bile gerekli görülecek üniversite mensuplarımın görevlerinden uzaklaştırılması tehlikesi mevcuttur. Bu daimi baskı altında bulunan öğretim üye ve yardımcılarının akademik hürriyetlerinden serbestçe araştırma ve yayın yapma olanaklarından yararlanabilmeleri bir tür kahramanlık olacaktır. Halbuki demokratik düzenin, Anayasamız ve özellikle Anayasa'nın 120. maddesinin kahramanlığa zorlanmadan fikirlerini, bilim ve sanatı yapabilmeleri ve üniversitelerin dış etki ve baskılara kapalı olarak çalışabilmelerini sağlamaktır. 70 nci maddenin ikinci fıkrası ise, Bakanlar Kurulunun yetkilerinin etkilerini, Anayasa bu yetkileri elkoyrna süresi ile sınırladığı halde, elkoymanın sona ermesinden sonra da sürdürmekte ve görevinden uzaklaştırılmış olan üniversite mensuplarının görevlerine dönebilmelerini suçsuzluklarını ispat etmeleri şartına bağlamış bulunmaktadır. Bu nedenlerle Yasa'nın 70. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c) bentleri ile ikinci fıkrasının iptali gerekir. XIII. 1750 SAYILI YASANIN 72 nci MADDESİNİN (c) BENDİ İLE 73 ncü MADDESİNİN BİRİNCİ FIKRASI: Bu hükümlerle üniversite öğretiminin paralı olması esası getirilmiştir. Buraya Millî Eğitim Temel Kanunu dolayısiyle sunulmuş olan dilekçenin paralı yüksek öğretim le ilgili bölümünün gerekli değişikliği yapıldıktan sonra eklenmesi gerekmektedir. Başarılı olan fakat maddî imkânları elverişli bulunmayan öğrencilerin kayıt ücreti, sınav harcı gibi her türlü öğrenim giderleri, burs, kredi, yatılılık ve benzeri yollardan sağlanır biçimindeki kuralla akçalı ayrılığın kaldırılması nasıl mümkün değilse, Anayasamıza aykırılık nasıl giderilmezse, öğrencilerden alınacak harçların maddeye dökülmesi de yersizdir. Maddî imkânları elverişli olmayan öğrencilerin öğrenime başlaması, devamı, başarı şartına bağlanmakta, maddî imkânı olanlar ise hiç bir sınırlamaya bağlı tutulmaksızın, başarı şartı aranmaksızın öğrenime devam edebilmektedir. Eşitsizlik açıkça ortadadır. Harç yüzünden öğrenimi bırakmak tehlikesi de vardır. İstenen harcı sağlayamayan öğrencinin psikolojik durumlardan maddî durumlara kadar olumsuz etkilere açık kalması kuvvetle muhtemeldir. Bunun başarıya yansıması mutlaktır. Daha başarısız ama, maddî imkânı yerinde olan ise öğrenimini bunalmışız sürdürebilecektir. Bu nedenlerle 1750 sayılı Yasanın 72 nci maddesinin (c) bendi ile 73 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki Kanunun 6 ncı maddesinin (f) fıkrasına göre öğrencilerden alınacak ücretE. Sayısı:1973/38 K. Sayısı:1975/23 12 ve harçlar, yıllık 3.000 lirayı geçmemek üzere her üniversitede kurulacak öğrenci fonuna yatırılır hükmünün iptali gerekir. XIV. 1750 sayılı Yasanın 82 nci maddesinin ikinci fıkrası ile 83 üncü maddesi: Bu hükümler, ülkemiz üniversitelerinden bazılarının Anayasa'ya aykırı durumlarını sürdürmeğe ve adı geçen üniversitelerin, yürütme organının etkisi altında çalışmalarına yol açan çeşitli yasa hükümlerinin saklı tutulmasına yönelmiştir. Anayasa Mahkemesinin, Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademilerine ilişkin 1184 sayılı Yasanın bazı hükümlerinin iptaline İlişkin kararında (Esas: 1969/52, Karar: 1972/21) açıklandığı gibi bir yüksek, öğretim kurumunun Anayasanın değişik 120 inci maddesi kapsamına giren üniversite niteliğinde bir örgüt sayılması için, o kurumun benimsendiği öğretim yöntemi ve özellikle onu bitirenlere sağlanan haklar ve olanaklar bakımından üniversitelere eşit durumda olması gerekmektedir. Gerçekten, Anayasa Kuyucunun üniversitelere yönetim ve bilim özerkliğini tanımak ve üniversitelerin kuruluşunu Devlet tekeline almakla varılmasını istediği erek, toplumunun kilit yerlerinde görev alan kişilerin herhangi bir siyasî çevrenin ve yarar topluluğunun etkisi altında kalmaksızın yalnızca çağdaş bilimin isterlerine uygun biçimde yetiştirilmiş bulunması, başka deyimle, toplumun kilit yerlerinde görev alarak ulusun alınyazısı üzerinde etkili işler veya işlemler yapabilecek kişilerin,
4,038
Esas Sayısı : 2006/148 Karar Sayısı : 2007/16 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 5435 sayılı Kanunla değişik 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunun 15. maddesinin 2. fıkrasında birinci sınıfa ayrıldığı tarihten itibaren 3 yıl süre ile başarılı görev yapmış ve birinci sınıfa ayrılma niteliklerini yitirmemiş hakim ve savcılar birinci sınıf olurlar hükmü yer almaktadır. Dava dosyasının incelenmesinden davacının birinci sınıfa ayrıldıktan sonra 3 yıl 7 ay 17 gün çalıştıktan sonra birinci sınıfa ayrılma niteliklerini kaybetmeden emekliye ayrıldığı ve birinci sınıf savcı olma hakkını kazandığı anlaşılmaktadır. Birinci sınıf olarak 7 ay görev yapan davacı 5800 ek gösterge ile emekli olurken 3 yıl görev yapan birinci sınıf bir hakim veya savcı 7600 ek gösterge ile emekli olmaktadır. Her iki durumda da emekli olan kişiler birinci sınıf olmasına rağmen ek göstergeleri farklı olmaktadır. Birinci sınıf olan bir hakim veya savcı haklarını elde etmek için 3 yıl beklemek zorunda bırakılmaktadır. T.C Devletinde hakim ve savcılar haricinde hiçbir kamu görevlisi atandığı veya terfi ettiği kadronun ek göstergesini üç yıl sonra elde etmemektedir. Anayasanın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinde: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek: 7.5.2004 5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliği yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. hükmü yer almaktadır. Kanun önünde eşitlik ilkesinin amacının, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlarca aynı işleme bağlı tutulmasını sağlamak ve yurttaşlara, kanun karşısında dil, ırk cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrımlı davranılmasını önlemek olduğu Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında vurgulanmıştır. Bu ilke ile, birbirleriyle aynı durumda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesinin zedelenmeyeceği açıktır. Kanunda bütün 1. sınıf hakimler aynı hukuksal durumda olmasına rağmen farklı kurallara tabi tutulmaktadır. Kanunda 1. sınıf Hakimler için getirilen 3 yıl çalışıp 7600 ek gösterge alma hakkı tanınması aynı durum ve konumda olan kişiler için değişik kurallar ve değişik uygulamalar gerektirecek nitelikte değildir. Yasaların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini Anayasa sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur.Esas Sayısı : 2006/148 Karar Sayısı : 2007/16 2 Açıklanan nedenlerle 5435 sayılı Kanunun 42. maddesiyle değişik 2802 sayılı Kanuna ekli 1 sayılı ek gösterge cetveli Anayasanın Kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesine aykırı olduğu sonucuna varıldığından, TC. Anayasası'nın 152. maddesi uyarınca bu konuda bir karar verilmek üzere konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 24.05.2006 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
481
Esas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 “ A ANAYASA’NIN GEÇİCİ 21. MADDESİNİN (B) FIKRASI YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME 14.06.2018 tarihli ve 699 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin Anayasaya aykırılık savının anlatılabilmesi için öncelikle 2017 değişikliğinin yürürlüğe girmesinden önce kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) anayasal konumu üzerinde durulması, bu yöndeki anayasal ilkelerin değerlendirilmesi gerekmektedir. Anayasanın 6. maddesinde, Türk Milletinin egemenliğini yetkili organları eliyle kullanacağı, 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinin olduğu ve devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği; 9. maddesinde de, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir. Anayasanın “Başlangıç” bölümünün dördüncü paragrafına göre, kuvvetler ayrılığı Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli bir devlet yetkisinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı bir işbölümü ve işbirliğidir. Üstünlük ancak Anayasa ve yasalardadır. Yetki Yasası ve KHK'lerle ilgili hükümler Anayasanın 87. ve 91. maddelerinde yer almaktadır. 87. maddede, Bakanlar Kurulu'na “belli konularda” KHK çıkarma yetkisinin verilmesi TBMM'nin görev ve yetkileri arasında sayılmış, 91. maddede, KHK çıkarılmasına yetki veren yasada bulunması zorunlu öğeler belirtilmiştir. Buna göre, yetki yasasında, çıkarılacak KHK'nin amacının, kapsamının, ilkelerinin, kullanma süresinin ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağının belirtilmesi gerekir. Bakanlar Kuruluna verilen yetki, yasada öngörülen konu, amaç, kapsam, ilke ve süre ile sınırlı bir yetkidir. Bu nedenle yetki yasasının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi açıkça belirleyerek Bakanlar Kuruluna çerçeve çizmesi gerekir. Anayasanın 7., 87. ve 91. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olduğu ve TBMM'ye ait olup devredilemeyeceği göz önüne alındığında KHK çıkarma yetkisinin kendisine özgü ve istisnai bir yetki olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle bu yetki, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek şekilde genelleştirilmemelidir. KHK çıkarma yetkisi ancak ivedilik gerektiren belli konularda TBMM’nin hızlı hareket edemeyeceği durumlarda zorunlu düzenlemeler için kullanılmalıdır. Maddenin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni “çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir” biçiminde açıklanmıştır. Anayasada bazı konuların KHK'lerle düzenlenmesi yasaklanmıştır. 91. maddenin birinci fıkrasında “sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın İkinci Kısmı'nın birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümde yer alan siyasî haklar ve ödevler”in kanun hükmündeEsas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 2 kararnamelerle düzenlenemeyeceği belirtilmiş, 163. maddede ise “Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapmak yetkisi verilemez.” denilmiştir. Bu açık istisnaların dışında Anayasanın kanunla yapılabileceğini düzenlediği konularda da KHK çıkarılamayacağı açıktır. Her ne kadar Anayasa Mahkemesi 5/7/2018 tarihli ve E.2018/100, K.2018/79 sayılı kararının 10. paragrafında Anayasa açıkça KHK ile düzenlenmesini yasaklamadıkça, kanunla düzenleneceği belirtilen konularda KHK çıkarılması Anayasaya aykırılık oluşturmaz diyerek bazı eski içtihatlarına aykırı bir karar vermişse de bu yorumun dayanaklarını açıklamamıştır. Anayasa Mahkemesi geçmişte müteaddit defalar Anayasada kanunla düzenleneceği belirtilen konularda KHK ile düzenleme yapılamayacağına karar vermiştir. Bu çerçevede suç ve cezaların kanunla konulması ilkesine ya da vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulması ilkesine aykırılık dolayısıyla bazı iptal kararları vermiştir (E.1993/5, K.1993/25, KT.6.7.1993; E.1994/46, K.1994/57, KT.18.7.1994). Ancak Anayasanın Geçici 21. maddesinin (B) fıkrasındaki düzenleme herhangi bir yasayla düzenleme kuralı da değildir. Bu maddede açıkça uyuma ilişkin yasal düzenlemelerin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yapılacağından söz edilmektedir. Dolayısıyla bu Anayasanın herhangi bir maddesinde yer alan yasayla düzenleme kuralından oldukça farklı özel bir düzenlemedir. Anayasa koyucunun parlamentonun açık müzakere yoluyla kabul etmesi gereken konularda KHK çıkarma yetkisi tanımamak suretiyle temel hakların sınırlanması ve bütçe gibi konuların ne kadar acil olursa olsun ancak TBMM tarafından, farklı siyasi partilerin temsilcilerinin katılımıyla ve müzakere edilerek karara bağlanabileceğini kabul ettiği görülmektedir. Aynı şekilde burada da ülkenin siyasal rejimini köklü bir şekilde değiştiren Anayasa değişikliğine uyum sağlayacak yasaların da anayasa koyucu tarafından TBMM tarafından çoğulcu bir müzakere ile kabul edilmesinin öngörüldüğü bu nedenle özel bir hükme yer verildiği açıktır. KHK çıkarma yetkisinin bu istisnai niteliği dikkate alındığında, yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin “amaç”, “kapsam” ve “ilkeleri”nin açık bir şekilde belirtilmesi gerekmektedir. Burada belirlenme ile kastedilen şey Bakanlar Kuruluna tanınan yetkinin neleri kapsadığının net bir şekilde açıklığa kavuşturulması ve sınırlarının açık bir şekilde çizilmiş olmasıdır. Yetki kanununun çerçevesinin muğlâk çizilmiş olması durumunda, Anayasa’nın 7. maddesine aykırı olarak yasama yetkisinin, bakanlar kuruluna devredilmesi sonucu doğacaktır. Yetki kanununun amaç kapsam ve ilkelerinin belirsizliği, KHK’ların denetimsizliği sonucunu doğuracaktır. Zira bir KHK’nın anayasaya uygunluğundan söz edebilmek için öncelikle yetki kanununa uygun olması, yetki kanununun kapsamını aşmaması gerekir. Yetki kanunundaki muğlâklık, anayasaya aykırı olacağı gibi, denetimi de zorlaştıracaktır. Bu yasama yetkisinin devri anlamına gelir. Böylece yasama, yürütme ve yargı erki arasındaki denge bozularak yürütme, yasama organına karşı üstün duruma gelir. 16 Nisan 2017 tarihli referandum ile kabul edilen 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile Anayasa’da köklü değişiklikler yapılmıştır. Bu değişikliklerle hükümet sistemi tamamen değiştirilmiş ve parlamenter hükümet sistemi yerine Cumhurbaşkanlığı sistemi denilen yeni bir sistem getirilmiştir. Böylece iki kanatlı yürütme organı ortadan kaldırılmış ve yürütme yetkisi ve görevi tek başına Cumhurbaşkanına verilmiştir. Bu. Esas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 3 ülkedeki tüm idari sistemin kökten değişikliğini gerektirdiğinden Anayasa koyucu bu değişikliğe uyumun nasıl sağlanacağını ve uyum yasalarının nasıl çıkarılacağını özel olarak bir geçici maddede düzenleme ihtiyacı duymuştur. 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. maddesi ile Anayasaya eklenen Geçici 21. maddenin (B) fıkrasında aşağıdaki hüküm yer almaktadır. “… B) Bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri yapar. Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenleneceği belirtilen değişiklikler ise Cumhurbaşkanının göreve başlama tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenir. …” Söz konusu madde hükmüne göre anayasa değişikliğinin gerektirdiği kanuni düzenlemelerin 27.04.2017 tarihinden itibaren 6 ay içerisinde TBMM tarafından yapılması öngörülmüştür. Bu hükmün iki yönden önem taşıdığı görülmektedir. İlk olarak Anayasa uyum yasalarının TBMM tarafından çıkarılacağını açık bir şekilde düzenlemektedir. Bunun anlamı Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyum yasalarının KHK ile yapılamayacağıdır. Bu hususa aşağıda yeniden dönülecektir. İkinci olarak anayasa koyucu bu düzenlemeler için belli bir süre öngörmüştür. Buna göre uyum için gerekli olan içtüzük değişikliği ve diğer yasal düzenlemeler altı ay içinde çıkarılmalıdır. Aynı maddede Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinin 2019 yılı Kasım ayında birlikte yapılacağı yönünde bir hükme yer verilmişken, yasaların 2017 yılı içinde çıkarılmasının öngörülmesi ve altı aylık bir süre sınırının konulması da dikkate alınmalıdır. Her ne kadar anayasa koyucu TBMM kararıyla seçimlerin erkene alınabileceğini öngörerek aynı geçici 21. maddenin son (H) fıkrasına 67. maddede yer alan seçim kanunlarında yapılan değişikliklerin bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanamayacağı kuralının ilk seçimlerde uygulanmayacağına dair bir istisna koymuş ise de uyum yasalarının bir an önce çıkarılmasını istemesinin temel nedeninin yeni sisteme geçmeden önce sistemin altyapısının parlamento tarafından kamuya açık bir tartışma yoluyla hazırlanmasını sağlama iradesi olduğu açıktır. Ne yazık ki, parlamento anayasa tarafından kendine verilen ödevi yapmamış ve uyum yasalarını zamanında çıkarmamıştır. Anayasa’nın, takdir yetkisi tanımayan bu emredici hükmün süresi içinde gereğini yerine getirmemek, ihmal yoluyla Anayasa’ya aykırılık oluşturmuştur. Ancak bu, uyum yasalarını çıkarma yetkisinin parlamentonun elinden alınabileceği ve seçim kararı alan bir parlamentonun çıkaracağı kapsamı belirsiz bir yetki kanunuyla bütün düzenlemelerin yapılmasına dair yetkinin, kısa süre sonra ortadan kalkacak olan bir kurula (Bakanlar Kuruluna) devredilebileceği anlamına gelmemektedir. Anayasanın kendine tanıdığı altı aylık sürenin iki katı kadar zaman geçtikten sonra erken seçim kararı alan parlamento, kabul ettiği yetki kanunuyla Anayasaya aykırı bir biçimde, uyum yasalarını çıkarma yetkisini Bakanlar Kuruluna vermiştir. Yetki kanunu aleyhine açtığımız iptal davasında bu kanunun anayasaya aykırı olduğu açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunun 20.04.2018 tarihli 89. Birleşiminde seçim tarihi öne çekilerek, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve milletvekili genel seçimlerinin 24 Haziran 2018 Pazar günü yapılmasına, karar verilmiş, söz konusu karar Resmi Gazetenin 20.04.2018 tarih ve 30397 sayılı Mükerrer nüshasında yayınlanmıştır.Esas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 4 Yetki Yasasına ilişkin “yasa tasarısı” ise genel seçim kararının alınmasından 12 gün sonra 02.05.2018 tarihinde Başbakanlıkça TBMM Başkanlığına sunulmuş, tasarı 08.05.2018 tarihinde ana komisyon sıfatıyla Plan ve Bütçe Komisyonuna sevk edilmiş, 10.05.2018 tarihinde sabah oturumunda Plan ve Bütçe Komisyonunda, aynı gün öğleden sonra TBMM Genel Kurulunda görüşülüp kabul edilerek yasalaşmıştır. Yetki yasasını TBMM gündemine taşıyan iktidar partisi, bu yasama döneminde olağan çalışma sürecini sürdürmüş, ancak hiçbir gerekçe yokken Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyum yasalarını TBMM gündemine getirmekten anayasal zorunluluk olmasına karşın imtina etmiştir. Yürütme organı temsilcileri (bakanlar) Cumhurbaşkanlığı sistemine uyum yasalarını Anayasada belirtilen 6 aylık süre boyunca düzenlemeyip, yasama organının gündemine getirmemek suretiyle görevlerini ihmal etmişlerdir. Aynı şekilde TBMM de kendisine anayasa ile verilen görevi yapmayarak görevini ihmal etmiştir. Ancak bu yukarıda belirtildiği gibi Anayasa ile TBMM’ye verilen uyum yasalarını çıkarma yetkisinin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan halkoylamasında kabul edilen 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 17. Maddesi ile Anayasaya eklenen Geçici 21. Maddenin B fıkrasıyla, bu kanunun yayımı tarihinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisine, bu Kanunla yapılan değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğü değişikliği ile diğer kanuni düzenlemeleri bizzat yapma görevi verilmiştir. TBMM’nin bu görevi yapmamış olması, karşılaştırmalı anayasa yargısının kavramına göre, açıkça “ihmal yoluyla anayasaya aykırılık” oluşturmaktadır. Geçici 21. madde ile TBMM’ye verilen bu yetki, “özel ve münhasır bir yetkidir” ve özel bir hükümle TBMM’ye verilmiştir. Anayasanın kanunla yapılmasını emrettiği hususlarda KHK çıkarılamaz. Mesela Anayasa’nın 73. maddesine göre vergi, resim harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir ve kaldırılır. Aynı şekilde 38. maddeye göre ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulabilir. Anayasa’da kanunla yapılacağı belirtilen konularda KHK çıkarılamaz. Aynı şekilde Geçici 21. maddenin B fıkrasında uyum yasalarının yapılması münhasıran TBMM’ye tanınan bir yetki olduğundan 91. maddenin genel hükümlerine dayanılarak Bakanlar Kurulunca çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnamelere bırakılamaz. Özel hükmün olduğu yerde, genel hüküm uygulamasına gidilemez. Yukarıda belirtildiği gibi Geçici 21. maddenin B fıkrası herhangi bir yasayla düzenleme kuralından oldukça farklı özel bir kuraldır. Burada özel bir anayasal kural ile uyum yasalarını çıkarma görevi ve yetkisi TBMM’ye verilmiştir. Dolayısıyla sonraki özel kural niteliğinde olan geçici 21. madde 91. maddedeki istisnaya bir müstesna hüküm getirerek, uyum yasalarının bizzat TBMM tarafından çıkarılmasını emretmektedir. Anayasa koyucu böyle özel bir düzenleme yaparak Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemeleri yapma yetkisini münhasıran TBMM’ne tanımıştır. Bunun Anayasa koyucunun bilinçli bir tercihi olduğu açıktır. Anayasa koyucu basitçe Anayasa değişikliğinin gerektirdiği uyuma ilişkin düzenlemeler belli süre içinde yapılır dememiş, uyum kanunlarının TBMM tarafından çıkarılacağını belirtmiştir. Aynı şekilde Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenmesi gereken konuları da açıkça belirterek bu düzenlemelerin Cumhurbaşkanının seçiminden sonraki altı ay içinde yapılmasını öngörmüştür.Esas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 5 Dolayısıyla bu maddede sözü edilen yetki genel bir yasama yetkisi olmayıp, uyum yasalarının çıkarılmasına ilişkin özel bir yetkidir. Bu nedenle de Anayasa’da yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bir yetki kanununa dayanarak Bakanlar Kurulunca KHK şeklinde yapılamayacağı açıktır. Anayasa bu özel alanın özellikle TBMM tarafından kanunlarla düzenlenmesini öngörmüştür. Düzenleme emir kipindedir: “… Türkiye Büyük Millet Meclisi bu kanunla yapılan değişikliğin gerektirdiği… diğer kanuni düzenlemeleri yapar.”. Anayasanın TBMM’ye verdiği kanuni düzenleme yapma emrinin bir yetki kanunu çıkarmak olmadığı açıktır. Bu anayasal hüküm, TBMM’nin yetki kanunu çıkarma yetkisini kaldırmıştır. TBMM’nin, aradan 14 ay geçmesine rağmen uyum yasalarını çıkarma yerine, bir yandan, seçimleri Anayasa’da öngörülen tarihin 16 ay öncesine alınması; öte yandan, münhasır yetkisini yürütme organına devretmesi, eylemli Anayasa’ya aykırılık oluşturmaktadır. Esasen bu hüküm Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılan demokratik devlet ilkesinin de bir gereğidir. Ülkenin hükümet sistemini ve siyasal rejimini değiştiren ve böylece kamusal yetkilerinin dağıtımını ve denetimini yeniden düzenleyen uyum yasalarının ulusal iradenin temsilcisi olan parlamentoda tüm toplum kesimlerinin ve siyasi partilerin katılımı ve tartışmasıyla çıkarılması demokratik devlet ilkesinin gereğidir. Anayasa koyucu da bu gerekliliğe uygun olarak Anayasaya geçici hüküm koyarak bu yetkiyi bizatihi TBMM’ye tanımıştır. Anayasa’nın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme özel bir düzenleme olup, Anayasa’nın 91. maddesinde yer alan genel düzenlemeye istisna getirmektedir. Özel düzenlemenin olduğu yerde genel kural uygulanmaz. Lex specialis derogat legi generali (Özel kanun genel kanunları ilga eder) ilkesi gereği 6771 sayılı kanunla Anayasa’da yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bizzat TBMM tarafından yerine getirilmesi icap etmektedir. Anayasa’nın Geçici 21/B. maddesinde yer alan düzenleme karşısında, Anayasada yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin Anayasa’nın 91. maddesi dayanak yapılarak yetki kanunu konusu yapılması ve bu şekilde Bakanlar Kurulunca KHK’larla gerçekleştirilmesi, TBMM’ye ait yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmektedir. Bu anayasal emrin açık bir şekilde ihlaline vücut vermiştir. Eylemli bir biçimde Anayasaya aykırılık oluşmuştur. Bunun sonucu olarak, dava konusu 699 sayılı KHK’nın tamamı Anayasa’nın Geçici 21. maddesinin (B) fıkrası başta olmak üzere, KHK’ların hukuki çerçevesini belirleyen 2., 7., 87., 91. maddelerine de açıkça aykırıdır, iptal edilmesi gerekir. B YETKİ KANUNU VE ANAYASA’NIN DİĞER MADDELERİ YÖNÜNDEN DEĞERLENDİRME Anayasa'nın 91. maddesine göre yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir. Kanun hükmünde kararnamelerin anayasallık denetimi yapılırken bunların hem yetki kanununa hem de Anayasaya uygunluğunun incelenmesi gerekir. Yetki kanununun kapsamına girmeyen bir konuda KHK ile düzenleme yapılması mümkün değildir. Böyle bir düzenleme yapması halinde Bakanlar Kurulu kaynağınıEsas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 6 anayasadan almayan bir yetki kullanarak doğrudan yasama yetkisi kullanmış olur ki bu başta kuvvetler ayrılığı ilkesini düzenleyen Anayasanın Başlangıcı olmak üzere, 6., 7., 87. ve 91. maddelere aykırılık teşkil eder. Bu nedenle bir KHK’nın öncelikle yetki kanunu kapsamına giren hususlarda düzenlemeler içermesi gerekir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanununda değişiklikler yapan 699 sayılı KHK’nın 7142 sayılı Yetki Kanunu’nun kapsamında olmayan alanlarda düzenleme içerdiği görülmektedir. 7142 sayılı Yetki Kanunu’nun amaç ve kapsam başlıklı 1. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: “Amaç ve kapsam MADDE 1 (1) Bu Kanunun amacı, 21/1/2017 tarihli ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/10/1982 tarihli ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yapılan değişikliklere uyum sağlamak üzere; a) Kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi, b) Kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan tüzük, Bakanlar Kurulu, İcra Vekilleri Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Kararı, Bakanlar Kurulu Kararı, Bakanlar Kurulu Yönetmeliği, Hükümet, Başbakan, Başvekil, Başbakanlık, Başvekalet, sıkıyönetim, nizamname, kanun tasarısı gibi bazı ibarelerin değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması veya bu çerçevede kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan ilgili hükümlerin yeniden düzenlenmesi, c) Mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesi, ç) Uygulama imkânı kalmayan kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin yürürlükten kaldırılması, d) Kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri, personeli ve teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması ve üst kademe kamu yöneticilerinin atanmaları ile görevlerine son verilmesine ilişkin usul ve esasların düzenlenmesinin sağlanması; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisine ilişkin hususlara dair hükümlerin düzenlenmesi ile bu bent kapsamındaki ilgili hükümlerin değiştirilmesi veya yürürlükten kaldırılması, için çeşitli kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılması hususunda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.” Maddenin ikinci fıkrasında ise birinci fıkrada yer alan amaç ve kapsam doğrultusunda değişiklik yapılacak bazı kanun ve KHK’lara yer verilmiştir. Görüldüğü gibi Cumhurbaşkanlığı Seçimi Kanunu, Yetki Kanununun kapsamını belirleyen bentlerden hiç birine girmemektedir. Söz konusu kanun ne kamu kurum ve kuruluşlarının kuruluş, teşkilat, görev ve yetkilerinin düzenlenmesi ile ilgilidir, ne kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan tüzük, Bakanlar Kurulu, İcra Vekilleri Heyeti, İcra Vekilleri Heyeti Kararı, Bakanlar Kurulu Kararı, Bakanlar KuruluEsas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 7 Yönetmeliği, Hükümet, Başbakan, Başvekil, Başbakanlık, Başvekalet, sıkıyönetim, nizamname, kanun tasarısı gibi bazı ibarelerin değiştirilmesi, yürürlükten kaldırılması veya bu çerçevede kanunlar ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan ilgili hükümlerin yeniden düzenlenmesine ilişkindir, ne mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesi ile ilgisi vardır, ne uygulama imkânı kalmayan kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin yürürlükten kaldırılması söz konusudur, ne de kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde yer alan bakanlıkların, kamu kurum ve kuruluşlarının kurulması, kaldırılması, görevleri, yetkileri, personeli ve teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması ve üst kademe kamu yöneticilerinin atanmaları ile görevlerine son verilmesine ilişkin usul ve esasların düzenlenmesinin sağlanması; Cumhurbaşkanının yürütme yetkisine ilişkin hususlara dair hükümlerin düzenlenmesi ile bu bent kapsamındaki ilgili hükümlerin değiştirilmesi veya yürürlükten kaldırılması konularını düzenlemektedir. Bu itibarla, AYM’nin iptal etmemiş olmasına karşın Yetki Kanunu vesilesiyle vermiş olduğu 17 Ağustos tarihli RG’de yayımlanan kararın 20 ve 24. Paragraflarda çizdiği çerçevenin de dışında kalmaktadır. Daha doğrudan deyişle, KHK konusunu oluşturan düzenleme, Anayasa’ya aykırı olduğu gibi, AYM’nin çerçevesini belirlediği biçimiyle yetki yasasına açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle Yetki Kanunu kapsamında olmayan 699 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin tümü ve ayrı ayrı tüm maddeleri Anayasanın Başlangıcı, 6., 7., 87. ve 91. maddelerine aykırıdır ve iptal edilmeleri gerekir. Diğer taraftan Anayasanın 91. maddesine göre Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar ve kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümümde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Seçme ve seçilme hakkı ve seçimlere ilişkin ilkeler Anayasanın ikinci kısmının dördüncü bölümünde 67. maddede düzenlenmiştir. Aday olma ve oy haklarının ve seçimlerin serbest ve adil bir şekilde yapılmasına ilişkin ilkelerin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kapsadığında kuşku yoktur. Seçilen adaya seçildiğine dair belgenin takdimi ve seçilenin yemin etmesinin seçimin kapsamı içinde olduğu ve siyasi haklar çerçevesinde korunduğu da açıktır. Dolayısıyla siyasi haklar kapsamında yer alan cumhurbaşkanlığı seçimi kanununa ilişkin düzenlemeler Anayasanın KHK’larla düzenlenmesini yasakladığı alanda yer almaktadır. Anayasanın yasakladığı bir alanda KHK ile düzenleme yapılması açıkça Anayasanın 91. maddesini ihlal edecektir. Hak ve özgürlükler alanının düzenlenemeyeceğini yine anılan kararında AYM de, açıkça belirtmektedir. Açıklanan nedenlerle 699 sayılı KHK’nın tüm maddeleri ayrı ayrı Anayasanın 91. maddesine aykırıdır ve iptalleri gerekir. Son olarak ifade edilmelidir ki, Anayasanın KHK’ları düzenleyen hükümleri, Cumhurbaşkanı seçimi sonucu yemin ederek göreve başladığı 9 Temmuz 2018 tarihinde yürürlükten kalkmıştır. Ancak bu, söz konusu KHK’ların çıkarıldığı tarihte yürürlükte olan hükümlerin denetiminde uygulanamayacağı anlamına gelmemektedir. KHK yetkisini düzenleyen hükümler yürürlükten kalmış olmasına rağmen KHK’lar yürürlükte kalmaya devam ettiğine göre, bu KHK’ların geçerlilik koşullarını tanımlayan hükümler sonradan yürürlükten kaldırılmış olsa da denetimde ölçü norm olarak kullanılmaya devam edeceklerinde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2018/112 Karar Sayısı : 2021/24 8 III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasa’nın Geçici 21/B. maddesinde yer alan hüküm 6771 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu ile Anayasa’da yapılan değişikliklerin gerektirdiği yasal düzenlemelerin bizzat TBMM tarafından yapılmasını emrettiğinden, Anayasa’nın 91. maddesinde yer alan yetki kanununa dayanılarak KHK çıkarma yöntemiyle uyuma ilişkin yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Bu nedenle yetki yasasına dayanılarak çıkarıldığı belirtilen 699 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Anayasa’nın Başlangıcı, 2, 6., 7., 87. ve 91. maddelerinin yanı sıra Geçici 21. Maddesinin (B) fıkrasına açıkça aykırıdır. Diğer taraftan 699 sayılı KHK kapsamında yapılan düzenlemeler 7142 sayılı Yetki Yasası kapsamında olmadığı gibi, Anayasanın KHK’larla düzenleme yapılmasını yasakladığı siyasal haklara ilişkin düzenlemeler içermektedir. Bu şekilde hem yetki kanunu kapsamında olmayan bir konuda düzenleme yapan hem de anayasanın yasakladığı bir alanı düzenleyen KHK’nın yürürlükte kalması hukuk devleti ilkesini derinden zedeleyecektir. Hukuk devleti ilkesini zedeleyen ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin uygulanması halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır. Anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan söz konusu maddelerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır. IV. SONUÇ VE İSTEM 699 sayılı Cumhurbaşkanı Seçimi Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin tümünün ve ayrı ayrı tüm maddelerinin, Anayasa’nın Başlangıcına, 2., 6. , 7., 87., 91. maddelerine ve Geçici 21. maddesinin (B) fıkrasına aykırı olması nedeniyle iptaline ve dava sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına, karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”
3,218
Esas Sayısı : 2005/33 Karar Sayısı : 2008/182 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Anayasa'nın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti'nin demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmış olup 10. maddesinde de Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet Organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar hükmüne yer verilmiştir. Demokratik sosyal bir hukuk bir hukuk Devletinde; Devletin (buna yasama organı da dahil) her tür faaliyeti sırasında, kazanılmış hakları gözeteceği, sarfedilen emek ve çalışmanın eşitlik ilkeleri göz ardı edilmeden karşılığının verilmeye çalışılacağı kuşkusuzdur. Bu bağlamda söz konusu yasa hükmü değerlendirilecek olursa; Anılan düzenlemeye göre, görevde iken üst öğrenimi bitiren kişinin, o tarihe kadarki tüm çalışmaları derece ve kademe olarak değerlendirilip intibak hesabı yapılmakta olup, düzenlemede bu haliyle hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Ancak maddenin ilk cümlesinde ifade edilen emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla kuralı intibak işlemini netice itibariyle yukarıda anılan Anayasal ilkelere aykırı hale getirmektedir. Çünkü; buna göre öğrenime hiç ara vermeden devam edip göreve başlayan farazi bir şahıs emsal alınmakta olup, ilgilinin hem çalışıp hem okumak şeklindeki fazla emek ve çabası göz ardı edilmektedir. Dolayısıyla, Devlete verdiği emek yok sayılarak, hiç Devlet Hizmeti olmayanla eşit kabul edilerek aslında eşitlilik ve hakkaniyete aykırılığa sebep olunmaktadır. Bu durum ise yukarıda anılan Hukuk Devleti, Sosyal Devlet ve Kanun önünde eşitlik ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Bu bağlamda 5234 sayılı Kanunla değişik 657 sayılı Yasa'nın 36. maddesinin A/12 d fıkrasının emsallerinin ulaştıkları derece ve kademeyi aşmamak kaydıyla ibaresinin Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olması sebebiyle esas yönünden iptali gerekmektedir.
278
Esas Sayısı : 2019/85 Karar Sayısı : 2019/88 “… Mahkememiz nezdinde görülmekte olan 2019/65 Esas sayılı dosyasının sonucunun Salihli Kadastro Mahkemesi’nin 1991/24 Esas sayılı dosyasında çözülmesi gerekli olan meselenin sonucuna bağlı olduğu bu sebeple 15.05.1996 tarihindeki 9. celsede hukuk mahkemesindeki davanın sonucunun beklenmesine diyerek yeni TCK’de 67inci maddede öngörülen durma müessesesi çerçevesinde ara karar verildiği ve bu durumun tüm celselerde böyle süregeldiği netice olarak tam 127 celse duruşmaların devam ettiği buna müteakip 128. celse mahkememizce 2019/11 Karar numaralı ilamıyla düşme verildiği ve fakat İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 11. Ceza Dairesi’nin 2019/752 E. Ve 2019/1012 K. sayılı kararı ile bozulmakla yeniden mahkememize gönderildiği görülmekle; 1. Madde metni “Adil Yargılama Hakkı” kapsamında incelendiğinde; davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının görevi olduğunu belirten Anayasa’nın 141. maddesinin de, Anayasa’nın bütünselliği ilkesi gereği, makul sürede yargılanma hakkının değerlendirilmesinde göz önünde bulundurulması gerektiği açıktır. (AYM B. No: 2012/625, 9/1/2014, § 26 ve 27).Yargılama süresinin makul olup olmadığı, davanın şartlarına göre değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, “davanın karmaşıklığı”, “başvurucunun ve yetkililerin tutumları” ve “uyuşmazlık kapsamında başvurucu yönünden tehlikede olan şey” şeklindeki kriterler dikkate alınmalıdır. Sadece “devlete atfedilebilecek gecikmeler”, makul sürede yargılama yönünden başarısız olunduğu sonucuna varmayı haklı kılabilir (İdalov/Rusya [BD], B. No: 5826/03, 22/05/2012, § 186). AİHS Madde 6 § 1, taraf devletlere, hukuk sistemlerini, mahkemelerin adil yargılanma hakkının gerekliliklerine uyum sağlayabilecekleri şekilde “organize etme yükümlülüğü” yüklemektedir. Adaletin yönetiminde, onun etkililiği ve güvenilirliğini tehlikeye atan gecikmeler olmaması gerekir (Apicella/İtalya [BD], B. No: 64890/01, 29/03/2006, § 116). (Adil Yargılanma Hakkı Rehberi Araştırma ve İçtihat Birimi, Dr. Abdullah Çelik Anayasa Mahkemesi Yayınları, s.68 Ankara, 2014). AİHM başvurucunun tutumu yönünden devleti sorumlu tutmamış olup başvurucunun yargıya yardım eder şekilde çalışma zorunluluğunun da olmadığı yönünde kararlar vermekle, başvurucudan kaynaklı gecikmeleri yargılama süresine dahil etmemiştir, nitekim Gelli vs. İtalya, 37752/97, 19 Ekim 1999 tarihli kararında AİHM; “Yargılamada, başvuranın cezaevinden kaçtığı dört yıl bir aylık süre haricindeki bu süre, göz önüne alınması gereken süreye dahil edilmemiştir. Başvuranın tutumundan kaynaklanan hiçbir gecikme tespit etmemiştir” diyerek başvurucudan kaynaklı olmayan her türlü gecikmenin adil yargılanma için belirlenen makul sürede belirleyici olacağını belirtmiştir. Söz konusu davada başka bir mahkemenin dosya sonucunun bu denli uzun süre beklenmesi kişilerin uzun süre ceza tehdidi ile yaşamalarına sebep olmakla, adil yargılanma hakkına tecavüz etmektedir. Her ne kadar dava zamanaşımının durması yönünden Kanun metninde bir üst sınır olmasa da hukuk mahkemesine ait dosyanın uzun yıllar çözülememesi AİHM kararında bahsedilen devlete atfedilebilecek bir gecikme olup sanığın 1995 yılında işlediği bir fiil sebebiyle devletten kaynaklı bir gecikmeden ötürü yargılaması uzayan sanık adına hak kaybı oluşturması Anayasa’da ve AİHS’de öngörülen adil yargılanma hakkına muhlel bir durum meydana getirmektedir. Anayasa’nın 141. maddesinin son fıkrasında, “davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevi” olduğu hükmü davaların “makul sürede görülmesi ilkesinin sonucudur. Yine Anayasa’nın 36. maddesinde herkesin “adil yargılama hakkında sahip olduğu hükmü aynı sonucu doğuracak nitelikte sayılmalıdır. Bu hüküm AİHS’nin 6. maddesinde koşulları belirlenen “adil yargılama2 hakkına paraleldir. Adil yargılama hakkının önemli ilkelerinden biri de yargılamanın (soruşturma ve kovuşturmanın) “makul süre” içinde başlaması (CMK m. 141 d) ve sonuçlandırılmasıdır. (AY m. 141/son, m. 141/d) (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları Işığında Ceza Yargılaması Kurum ve Kavramları Serkan Cengiz Fahrettin Demirağ Teoman Ergül Jeremy McBride Durmuş Tezcan). Açıklanan gerekçelerle zamanaşımı süresinden daha fazla süre ön meselenin çözülmesinin beklenmesi Anayasal ilkelere aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenlerle TCK’nın 67/1 maddesinin ‘soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hâllerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne’ kısmı Anayasa madde 36, 141 ve AİHS madde 6’ya aykırı olup, sanıktan kaynaklı olmayan hiçbir sebebin sanık aleyhine olarak süre sınırı olmaksızın zamanaşımında durmaya sebep olamayacağı zira mahkeme kaynaklı ve yahut başka bir adli/idari mercii kaynaklı her türlü gecikmenin ve keyfiyetin adil yargılanma için aranan makul sürede yargılanma için sayılacak süreye dahil olacağı, sanığın uzun yıllar boyunca cezalandırılma korkusuyla yaşamasının ceza hukukunun ilkelerine aykırılık teşkil edeceği ancak sanıktan kaynaklı gecikmeler için süre sınırı olmadan zamanaşımının durmasının makul karşılanabileceği bu durumun da aynı maddede ‘kaçak’ sanıklar için durma sebebi olarak sayılmakla mevcut olduğu anlaşılmıştır. 2.”Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı” kapsamında incelendiğinde; ayrımcılık, isteyerek veya istemeyerek, icrai ya da ihmali biçimde, bir hukuk sisteminde eşit durumda olduğu kabul edilen kişilere, bir hak veya yükümlülükle ilgili olarak, aralarında geçerli bir neden olmaksızın eşit davranılmaması olarak tanımlanabilir (Bireysel Başvuru Kararlarında Ayrımcılık Yasağı ve Eşitlik İlkesi Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi). Farazi olarak dosyamız sanıklarıyla birlikte aynı tarihte aynı suç için açılmış bekletici mesele bulunmayan başka bir davada davanın mahkeme kaynaklı sebeplerle uzaması ve bitirilememesi halinde o davanın sanığı için lehe olan eski kanuna göre suç tarihinden azami 7 yıl 6 ay sonra davanın zamanaşımından düşürüleceği nazara alındığında; aynı tarihli aynı suç için başka bir sanığa kendi mahkemesi kaynaklı gecikme sebebiyle düşme verilirken, mevcut dosyada mevcut sanıklar için bekletici mesele yapılan hukuk mahkemesinin dosyası sebebiyle, AİHM tabiriyle yine devlete atfedilebilecek bir gecikme yüzünden, durma verildiği için bu madde nedeniyle yargılama yıllarca devam edebilmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına göre eşitlik kavramı, herhangi bir nesnel ve makul dayanağı olmaksızın aynı durumdaki bireylere farklı muamelede bulunulmamasına ilişkin gerekliliği ifade etmektedir (AYM, Kararı, B. No. 2012/1269, 08.05.2014, p.38). Fakat başvuruya konu madde metni aynı durumdaki bireylere karşı farklı muamele yapılmasına neden olmakta hülâsa bu durum da kişiler arası ayrımcılığa sebep olup Anayasa’nın 10. maddesi ve AİHS’nin 14. maddesi olan eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Yukarıda yazılı gerekçeler ve resen görülecek nedenlerle; TCK’nin 67 inci maddesinin 1 inci fıkrasının ‘soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hâllerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya ’ kısmının Anayasa’nın 10, 36 ve 141 inci maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Mahkemenizce iptali talep olunur.”
942
Esas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 1 “… İtiraza konu olayda itirazın asli gerekçesinin aynı fıil/hadiseden dolayı çifte ceza uygulanmasına yönelik olduğu; bu savunma üzerine temellendiği anlaşılmaktadır. İki ayrı ceza tatbiki KTK 65/7 hükmü gereği uygulamamakta olup muteriz bunun 2 defa kantara girdiği için mi tatbik edildiği noktasında bir tereddüt içerisindedir. Fakat iki ayrı cezan m toplamı şeklindeki ceza tatbiki ceza tutanağından(kendi yükü şeklinde düşülen nottan) ,cevabi yazıda bildirilen açıklamalardan gönderenin ve işletenin aynı olması nedeni ile bu şekilde ceza tatbiki yapıldığı açıktır. Kanunun gerek yazım şekli, gerekse de hâlihazır uygulanma şekli itibari ile ilgili hükmün Anayasaya aykırılığı noktasında bir fikir hâsıl olmaktadır. Anayasaya Aykırılık Sorunu ve İncelenmesi: 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “araçların yüklenmesi” başlıklı 65. Maddesinde fazla yükleme hakkında tayin edilen cezalar ile ilgili olarak işleten ve gönderenin aynı olması halinde uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak İdarî para cezalarının toplamının uygulanması hakkındaki hükmü mükerrer ceza, çifte cezalandırma olup aynı şahsın aynı fiili nedeni ile 2.defa cezalandırma neticesini doğurmakta olup Anayasa’ya aykırıdır. İtiraza konu kanun maddesinin ilgili hükmü ve bağlantılı diğer hüküm aşağıdaki şekildedir. “İşleten ile gönderenin aynı olması halinde birinci fıkraya uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak İdarî para cezalarının toplamı uygulanır. Gönderenin birden fazla olması veya tespit edilememesi halinde birinci fıkraya uymayan işleten ve gönderen için uygulanacak idari para cezalarının toplamı işletene uygulanır.” Mezkûr hükümlerin tarihçesi mütalaa edilecek olur ise söz konusu gönderen ve işleten yönünden eklenen fıkralar 2918 sayılı Kanun’un ilk halinde bulunmamaktadırlar. İtiraza konu hükümler 2918 sayılı Kanun’a değişiklik getiren 25.06.2010 tarihinde kabul edilerek 13.07.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6001 sayılı Kanun ile eklenmişlerdir. 6001 sayılı Kanun’da ilgili düzenlemelerin gerekçesi araştırılacak olur ise tasarının ilk halinde mezkûr düzenlemeler bulunmadığından herhangi bir gerekçe mevcut değildir. İlgili kısımlar 6001 sayılı Kanun’un TBMM’nde görüşmeleri devam ederken 24.06.2010 tarihli 123. Birleşiminde yeni madde ihdasına dair önerge ile 36. Madde olarak eklenmiştir. Zira kanun tasarısında ve komisyon raporlarında bu düzenlemelere yer verilmemektedir. Gönderen ve işleten sıfatları ile ilgili olarak 2918 sayılı Kanun’da yalnızca işleten ile ilgili tanım yer almaktadır, “tanımlar” başlıklı 3. maddeye göre işleten aşağıdaki şekilde tarifi yapılmakta ve vasfolunmaktadır. “İşleten: Araç sahibi olan veya mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışta alıcı sıfatıyla sicilde kayıtlı görülen veya aracın uzun süreli kiralama, ariyet veya rehni gibi hallerde kiracı, ariyet veya rehin alan kişidir. Ancak ilgili tarafından başka bir kişinin aracı kendi hesabına veEsas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 2 tehlikesi kendisine ait olmak üzere işlettiği ve araç üzerinde fiili tasarrufu bulunduğu ispat edilirse, bu kimse işleten sayılır. Gönderen ile ilgili olarak kanunda bir tanım yer almamakla beraber kelime anlamından ve tatbikattaki kabulünden hareketle taşıma ve nakle konu eşya, mal vb. bilumum nakli kabil şeyi taşıtan yahut naklettiren kişi veya kişilerdir. Kanunun 67/8 hükmü Gönderenin birden fazla olması” tabiri ile gönderenin birden fazla olma ihtimaline yer verdiği nazara alındığında gönderenin taşıtan/naklettiren kişi veya kişiler olduğu sonucunu teyid eder mahiyettedir. Gönderen ve işleten sıfatlarının aynı şahısta birleşmesinin cezai bakımdan şahsa iki ceza birden uygulanması şeklinde hukuki, mantıki bir gerekçesi bulunmamaktadır. Bir kişi kendi eşyasını taşıyor iken iki kat ceza almakta, başka birisinin eşyasını taşıyor iken tek ceza almaktadır. Bu şekildeki bir vaziyetin açıklaması bulunmamakta; Anayasaya, mevzu hukuka ve hukukun genel ilkelerine aykırı/ihlal eden bir netice hâsıl olmaktadır. Gönderen ve işletenin aynı olması, yani şahsın kendi malını taşıyan, nakleden vaziyette olması halinde iki cezanın toplamının uygulanması kişinin aynı fiil nedeni ile iki defa cezalandırılması anlamına gelir ki bu hal evrensel hukuk ilkesi olan kişinin bir suç nedeni ile yalnızca bir defa cezalandırılacağı ilkesine (non bis in idem) açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Düzenlemeler de noksan ve birbiri ile mütenakız bir diğer husus ise kanunun gönderen ve işletene sorumluluğu dağıtıp bir cezayı iki kısma mı ayırdığı yoksa gönderen ve işleteni bir fiilden dolayı müşterek kusurlu sayıp ayrı ayrı mı cezalandırdığı noktasında tezahür etmektedir. Çünkü gönderen ve işleten farklı kimseler olunca onlara bir ceza uygulanmakta iken gönderen ve işletenin aynı olması halinde iki ceza birden tek kişiye terettüp etmektedir. Bu yönüyle kanun koyucunun neyi hedeflediği, hangi amaca göre bu nevi bir ceza prensibini tayin ettiği belirsizdir. Esasen bu muğlaklık ta kanunun gerekçesiz olmasından ileri gelmektedir. Kanun fiili olarak tatbikatta şu şekilde uygulanmaktadır. Sevk irsaliyesi ibraz eden sürücülere yalnızca işleten sıfatı ile tek ceza uygulanmakta, uygulama esnasında sevk irsaliyesi ibraz etmeyen sürücülere kendi yükü vb. şekilde ceza tutanağına not düşülerek çifte ceza uygulanmaktadır. Kanunun sözkonusu uygulama şekli incelendiğinde sürücülerden yahut işletenlerden gönderici bilgileri istenmekte, bilgi vermeyen sürücüler yönünden gönderenin de sorumluluğunu üstlendiği; veyahut aldığı ücret ve karı nedeni ile üstlenmesi/katlanması gerektiği faraziyesi ile iki ayrı ceza toplu olarak uygulanmaktadır. İdare ve ceza hukukunun karma bir uygulamasının hâkim olduğu idari yaptırımlar ile idari para cezalarının hem kanuni düzenlemeleri hem de tatbikat açısından tatbikat şekli incelendiğinde ceza hukukunda kişinin susma hakkı, kendisi aleyhine delil göstermeme, idari adli makamlarla, kollukla aleyhine olacak surette işbirliği yapma zorunluluğu bulunmamaktadır. Fakat uygulamada ise sevk irsaliyesi ibraz edilmemesi halinde derhal çifte ceza tatbiki cihetine gidilmemektedir. KTK 65/7 hükmünün uygulanmasındaki bir diğer çelişkili ve noksan husus ise kişinin bizatihi kendi yükünü taşıyor olmasında ortaya çıkmaktadır. Bu durumlarda da tatbikatta kurumca ayrıca bir araştırma yapılmaksızın doğrudan iki ceza birden uygulanmaktadır. Hâlbuki işleten herhangi bir gönderenin malını taşımamaktadır, bizatihi kendi malını taşımaktadır fakat kanunun yazım şekli ve hatalı uygulaması nedeni ile doğrudan iki cezanın birlikte uygulanması ile karşı karşıya gelmektedir. Zira, bu durumda tatbik edilecek cezanın sadece işleten sıfatı yönünden bir tek ceza olması gerekmektedir. Ortada herhangi bir gönderen bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2017/95 Karar Sayısı : 2017/119 3 Dolayısıyla herhangi bir gönderenin de sorumluluğunu işletene fatura edilmesini gerektirir bir hal bulunmamaktadır. Hatta uygulamanın çarpıklığına yukarıda yapılan açıklama ve anlatımlardan hareketle şu misal dahi tek başına delalet edebilecek vaziyettedir. Sevk irsaliyesi bildirilen olaylarda sevk irsaliyesinde gönderen konumundaki hiçbir gerçek ya da tüzel kişiye gönderen sıfatı ile ceza yazılmış değildir. Aksi takdirde gönderenler yönünden de itiraz vaki olması halinde onlar için de dosya açılır ve işletene de ceza yazıldığı içi hukuki fiili irtibat edeni ile itiraz dosyalan birleştirilerek müştereken karara bağlanması gerekirdi. Fakat böyle bir tatbikat vaki olmuş değildir. Ne müstakil bir gönderen açısından tatbik edile ceza ile cezanın itirazı ne de cevabi yazılarda ayrıca gönderen yönünden de ceza tatbik edildiğine dair bir bilgi yahut açıklama bulunmaktadır. İşte bu vaziyette sorumluluğun esas itibari ile yükü taşıyan/taşımayı kabullenen işletenler için, onlar hakkında algılandığı, göndericilerin bizatihi taşıma işini yapan kişiler olmadığı, rızaen taşımayı işletenler yaptığı için onlar hakkında sorumluluğun kabullenildiği, kanun uygulamasının bu şekilde algılandığı anlaşılmaktadır. Netice ve Kanaat: Yukarıda açıklanan gerekçeler ve vasıflandırma bağlamında mükerrer cezalandırma, çifte ceza neticesini doğuran ve bu cihetle kişinin bir fiili nedeni ile birden fazla cezalandırılması mahiyetinde olması itibari ile Anayasa’nın 2. ve 38. Maddelerine aykırı olduğu değerlendirilen 2918 sayılı KTK’nun 65/7 hükmü ile iptali halinde uygulanma olanağı bulunmayan 65/8 hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu hukuki görüşü ile Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi noktasında itiraz yolu ile ilgili düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi netice ve kanaatine varılmıştır. KARAR: Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere; 1 ) Karayolları Trafik Kanunu’nun 65/7 ile 65/8 hükmünün anayasaya aykırılığı hususunda görüşülmek ve karar verilmek üzere Anayasa'nın 152/1 hükmü gereğince ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 ) Anayasanın 152 maddesi gereğince itiraz müracaatının 5 ay süre ile DURMASINA, 5 ay içerisinde karar verilmediği takdirde dosyanın tekrar ele alınmasına, 3 ) Kararın muterize ve idari yaptırımı tatbik eden birime TEBLİĞİNE, 4 ) Dosyanın da karar ile birlikte GÖNDERİLMESİNE, gölge dosya yapılmaksızın yeni bir değişik iş numarası alınarak kararı müteakip yahut Anayasa’nın 152/3 hükmü uyarınca 5 aylık süreden sonra karar verilmek üzere itiraz müracaatına yeni bir dosya numarası üzerinden DEVAMINA, Mahiyeti itibari ile müessese doğrudan Anayasada öngörüldüğünden ve kanun yolu öngörülmediğinden kesin olarak karar verildi.”
1,237
Esas Sayısı : 2021/1 Karar Sayısı : 2021/32 1 “… 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın; “V. Devletin temel amaç ve görevleri” başlıklı 5. maddesinde, “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” hükmüne, “X. Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. maddesinde, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmüne, “A. Çalışma hakkı ve ödevi” başlıklı 49. maddesinde, “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” hükmüne, “A. Sosyal güvenlik hakkı” başlıklı 60. maddesinde, “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmüne, “A. Hizmete girme” başlıklı 70. maddesinde, “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.” hükmüne yer verilmiştir. ANAYASAYA AYKIRILIĞIN DEĞERLENDİRİLMESİ Yukarıda açık metinlerine yer verilen anayasal düzenlemelerin birlikte değerlendirilmesinden; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ile bağdaşmayacak surette sınırlayan ekonomik engelleri kaldırmaya, insanın maddi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevleri olarak belirlenmiş, herkesin; herhangi bir ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olacağı, bu kapsamda hiçbir zümre veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı Anayasa ile güvence altına alınmıştır.Esas Sayısı : 2021/1 Karar Sayısı : 2021/32 2 Uyuşmazlığa konu işlemin dayanağı yasa maddesinde ise (5335 30/4 f) devletin temel amaç ve görevleri ile bağdaşmayacak nitelikte bir ibareye (Yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla) yer verildiği gibi söz konusu bendin devamında parantez içerisinde yazılmak suretiyle belirtilen “(üniversitelerde ders ücreti karşılığı ders görevi verilenler hakkında yaş haddini aşmamış olmaları kaydı aranmaz.)” ifadeyle de “zümre veya sınıf” olarak nitelendirilebilecek belli bir kesime imtiyaz tanınmıştır. Anılan bent ile; her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilen kimselerin, bu görevlendirmeleri sebebiyle emeklilik veya yaşlılık aylığı kesilmeyecek, bu kimseler emeklilik veya yaşlılık aylığının yanı sıra kendilerine verilen göreve bağlı ek ders ücretlerini de alabileceklerdir. Ancak, her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilenlerin; aynı zamanda emekli aylığı alabilmeleri “yaş haddini aşmamış olmaları kaydına” bağlanmış iken, bu görevlendirmelerin üniversitelerde yapılması halinde yaş haddini aşmamış olup olmamanın önem arz etmeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu durum ise; devletin kişilerin refahını sağlamak, temel haklarını sosyal hukuk devleti ile bağdaşmayacak surette sınırlayan ekonomik engelleri kaldırmaya, insanın maddi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak şeklindeki temel amaç ve görevleriyle bağdaşmamaktadır. Zira itiraz yolu ile iptali talep edilen bentte yer verilen ibarelere konu madde bir bütün olarak ele alındığında, herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik aylığı almakta olan kimselerin, bu aylıkları kesilmeksizin atanamayacakları ve görevlendirilemeyecekleri işlerin/kadroların belirlendiği, ancak itiraza konu bent ile bu sınırlamaya bir istisna getirilmekle birlikte, “Yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla” ibaresi ile istisnanın da istisnasına yer verildiği görülmektedir. Dolayısı ile her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilen kimselerden; yaş haddini aşmış olanlara emeklilik aylıkları kesilmeksizin görevlendirme verilemeyeceği manasına gelen söz konusu ibare, bu kimseler açısından refah problemi yaratmaktadır. Ayrıca söz konusu ibare, sosyal hukuk devleti ile bağdaşmayacak surette temel hakkı sınırlayan ekonomik engelleri kaldırmakla yükümlü olan devleti, bu yükümlülüğüne zıt bir tavır sergilemek durumunda bırakmaktadır. Diğer yandan, Türk Dil Kurumu tarafından “zümre”nin; “Topluluk, takım, grup, camia:” şeklinde tanımlandığı bilinmektedir. İtiraza konu ibareye dayanak bentte yer verilmesi ve bendin devamında “(üniversitelerde ders ücreti karşılığı ders görevi verilenler hakkında yaş haddini aşmamış olmaları kaydı aranmaz.)” şeklinde bir ifade bulunması ile de, “üniversitelerde” istihdam edilecek ve ders ücreti karşılığı görevlendirileceklerin oluşturacağı camiaya, topluluğa, zümreye ayrıcalık tanındığı açıktır. Ayrıca, “Yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla” ibaresi ile kanun önünde, herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı alanlar şeklinde bir statüde bulunanlar arasında da, “yaş haddini aşmış olanlar” ve “yaş haddini aşmamış olanlar” şeklinde bir ayrıma gidildiği görülmektedir. Buna göre, her ikisi de bir sosyal güvenlik kurumundan emekli aylığı almakta olan kişilerden, yaş haddini aşmamış olan kişi emekli aylığı kesilmeksizin her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verebilecekken, yaş haddini aşmış olan kişi ise bu ders görevini aldığında emekli aylığı kesilecektir. Dolasıyla anılan ibarede bu yönüyle de T.C. Anayasası’nda yer alan eşitlik ilkesine aykırılık bulunduğu düşünülmektedir. Öte yandan, T.C. Anayasasında; çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi olduğu, devletin çalışmayı desteklemek adına gerekli tedbirleri alması gerektiği, herkesin sosyal güvenlik hakkının bulunduğu ve aynı şekilde devletin bu güvenliği sağlamak adına da gerekli tedbirleri almakla yükümlü olduğu, kamu hizmetlerine girmenin her Türk’ün hakkı olduğu, bu hizmetlere girmede görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayrım gözetilemeyeceği açıkça kurala bağlanmasına karşın; itiraza konu ibarelerin birlikte değerlendirilmesinden; çalışmanınEsas Sayısı : 2021/1 Karar Sayısı : 2021/32 3 herkesin hakkı olmaktan çıkartıldığı, zira yaş haddini aşan kimselere, emeklilik aylıkları kesilmeksizin, her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilmeyecekken, aynı durumdaki kimselere aylıkları kesilmeksizin ders ücreti karşılığı üniversitelerde görev verilebileceği, bu durumun da; yaş haddini aşan kimselerin her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında ders ücreti karşılığı ders görevi verilmek suretiyle çalıştırılması hakkına bir müdahale teşkil ettiği gibi devletin çalışmayı destekleme ödeviyle de bağdaşmadığı, ayrıca herkesin sosyal güvenlik hakkı bulunduğu kuralını da ihlal ettiği, çünkü yaş itibariyle aynı konumda bulunan ve fakat misalen bir tanesi ilkokulda, diğeri üniversitede ek ders ücreti karşılığı görev alacak iki kişinin sosyal güvenlik hakkı bakımından farklı uygulamalara tabi olacağı, bunlardan ilkokulda görev yapanın emekli aylığı kesilecekken, üniversitede görev yapanın emekli aylığını da almaya devam edeceği, sosyal güvenlik hakkının en mutlak görünümlerinden biri olan emekli aylığına ilişkin bu ayrımın “herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğuna” ilişkin anayasal kuralla birleştirilemeyeceği, yine devletin bu güvenliği sağlamak adına her türlü tedbiri almak bir yana bu ödev ile örtüşmeyecek uygulamaya gidilmesine sebebiyet verileceği, son olarak ise; belirtilen şekilde ayrıma gidilmesinin her Türk’ün kamu hizmetlerine girme hakkına halel getireceği ve bu hizmetlere girişte görevin niteliklerinden başka ayrım gözetilemeyeceği kuralının da ihlal edileceği, zira yaş haddini dolduran ve emekli aylığı alan bir kimsenin; ders ücreti karşılığında üniversitelerde görevlendirilmesinin önünde bir mani bulunmazken, her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında görevlendirilmesinin fiilen olmasa da mantıken imkansızlaşacağı, zira kişinin hali hazırda aldığı emekli aylığından dahi kuvvetle muhtemel düşük olacak ek ders ücretleri karşılığı aylığının kesilmesine katlanmak suretiyle bu istihdamı tercih edemeyeceği, bu durumun da hizmete alımda zımnen bir ayrıma sebebiyet verileceği kanaatine varılmıştır. Diğer taraftan, 5335 sayılı Kanunun 30. maddesinin dördüncü fıkrasının (f) bendinde “yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla” ibaresinin iptal edilmesi durumunda aynı bendin sonunda parantez içerisinde yer verilen “(üniversitelerde ders ücreti karşılığı ders görevi verilenler hakkında yaş haddini aşmamış olmaları kaydı aranmaz.)” ibaresinin yürürlükte bulunmasının anlamı kalmayacağı sonucuna ulaşılmıştır. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulacak olan; 5335 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 30. maddesinin dördüncü fıkrasının (f) bendinde “Yaş haddini aşmamış olmaları kaydıyla” şeklinde ifadesini bulan ibare ile bendin sonuna paranteze alınmak suretiyle derç edilen “(üniversitelerde ders ücreti karşılığı ders görevi verilenler hakkında yaş haddini aşmamış olmaları kaydı aranmaz.)” ibaresinin, Anayasanın 5., 10., 49., 60. ve 70. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan ibarelerin belirtilen sebeplerle yahut 6216 sayılı Kanunun 43/3. maddesi kapsamında değerlendirilebilecek başka nedenlerle iptaline karar verilmesi talebiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının ve karara dayanak görüşme tutanağının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesi’nce bir kararEsas Sayısı : 2021/1 Karar Sayısı : 2021/32 4 verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 27/11/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
1,383
Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 “… Mahkememizce, Anayasanın 152. maddesi kapsamında: görülmekte olan davada uygulanacak kanun hükmü olarak nitelendirilen 26.04.2012 tarih ve 28275 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun’un “Hak Sahibi, başvuru ve doğrudan satış” başlıklı 6. maddesinin 13. fıkrasında yer alan: “Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar” cümlesinin aşağıda sıralanan gerekçelerle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na aykırı olduğu düşünülmektedir. İtiraz konusu maddenin yer aldığı düzenlemeler şu şekildedir: “Hak sahibi başvuru ve doğrudan satış Madde 6 (1) 2/B alanlarında bulunan taşınmazlar hakkında bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce düzenlenen güncelleme listelerine veya kadastro tutanaklarına ya da kesinleşmiş mahkeme kararlarına göre oluşturulan tapu kütüklerinin beyanlar hanesine göre bu taşınmazların 31.12.2011 tarihinden önce kullanıcısı ve veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilen kişilerden bu taşınmazları satın almak için süresi içerisinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler bu Kanuna göre hak sahibi sayılır. (2) 2/B alanlarında bulunan taşınmazlar hakkında bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra düzenlenecek güncelleme listelerine veya kadastro tutanaklarına ya da kesinleşmiş mahkeme kararlarına göre oluşturulacak tapu kütüklerinin beyanlar hanesine göre, bu taşınmazların 31.12.2011 tarihinden önce kullanıcısı ve veya üzerindeki muhdesatın sahibi olarak gösterilecek kişilerden bu taşınmazları satın almak için süresi içeresinde idareye başvuran ve idarece tespit edilen satış bedelini itiraz ve dava konusu etmeksizin kabul edenler de hak sahibi sayılır. (3) Hak sahiplerinden birinci fıkra kapsamında olanlar bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde, ikinci fıkra kapsamında olanlar ise, güncelleme listelerinin tescil edildiği veya kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren sekiz ay içinde idareye başvurarak bu taşınmazların bedeli karşılığında kendilerine doğrudan satılmasını isteyebilir. (4) (Değişik:30.1.2013 6412/1) Hak sahiplerine doğrudan satılacak olan taşınmazların satış bedeli dört yüz metrekareye kadar olan kısmı için rayiç bedelin yüzde ellisi, fazlası için rayiç bedelin yüzde yetmişi üzerinden hesaplanır. Birden fazla taşınmazda hak sahibi olunması halinde yüzde elli satış bedeli hesaplanması, hak sahibinin tercih edeceği sadece bir taşınmaz için uygulanır. Bir taşınmazdaki hak sahipliğinin devredilmesi halinde yüzde elli satış bedeli hesaplanması, taşınmazın sadece dört yüz metre karesi için ve hak sahiplerinin hisselerine oranlanarak uygulanır. (Ek cümle: 6.3.2013 6444/1) Ancak, tamamen ve münhasıran bilfiil tarımsal amaçlı olarak kullanılan ve üzerinde tarımsal amaçlı yapılar (mandıra, sera, ağıl, kümes vb) ile sürekli ikamet amacıyla kullanılan konut hariç yapı bulunmayan yerler için satış bedeli rayiç bedelin yüzde ellisi üzerinden hesaplanır, bu şekilde satılan taşınmazların sonradan farklıEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 2 amaçla kullanılması halinde taşınmazın satış tarihi itibariyle rayiç bedelinin yüzde yetmişi üzerinden hesaplanacak bedel esas alınarak aradaki fark kanuni faiziyle birlikte ecrimisilin tarh, tahakkuk ve tahsiline ilişkin hükümler uyarınca kayıt malikinden tahsil edilir. (5) Başvuru sahiplerinden satış bedellerine mahsup edilmek üzere, belediye ve mücavir alan sınırları içinde olan yerler için iki bin Türk Lirası dışında olan yerler için bin Türk Lirası başvuru bedeli alınarak ilgilileri adına emanet hesabına kaydedilir. (Ek cümle 30.1.2013 6412/1). Daha önce başvuru bedeli yatırmadan yapılan başvurular ile bundan sonra yapılacak başvurular başvuru bedeli alınmaksızın geçerli kabul edilir. (6) Hak sahiplerine satış işlemleri idarece başvuru süresinin bittiği tarihten itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılır. (7) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce düzenlenen güncelleme listeleri veya kadastro tutanakları kapsamında kalan taşınmazların satış işlemleri, 1.5.2010 tarihinden itibaren tespit edilen rayiç bedeller üzerinden yapılır. (8) Satış bedeli peşin veya taksitle ödenebilir. Satış bedelinin tamamının peşin ödenmesi halinde yüzde yirmi, en az yarısının ödenmesi halinde yüzde on oranında indirim uygulanır ve bu bedeller idarece yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren en geç üç ay içinde ödenir. Tebliğ edilen satış bedeline itiraz edilemez ve dava açılamaz. Peşinat alınmadan yapılan taksitle satışlarda ise satış bedelinin tamamen ve münhasıran bilfiil tarımsal amaçlı olarak kullanılan ve üzerinde tarımsal amaçlı yapılar (mandıra, sera, ağıl, kümes vb.) ile sürekli ikamet amacıyla kullanılan konut hariç yapı bulunmayan yerler için yüzde onu, diğer yerler için yüzde yirmisi, yapılan yazılı tebligat tarihinden itibaren en geç üç ay içinde, kalanı ise belediye ve mücavir alan sınırları içinde en fazla beş yılda on eşit taksitte, belediye ve mücavir alan sınırları dışında ise en fazla altı yılda on iki eşit taksitte faizsiz olarak ödenir. Taksitli satışlarda kalan miktarı karşılayacak miktarda kesin ve taksitlendirmeye uygun süreli banka teminat mektubu verilmesi veya satışı yapılan taşınmazın üzerinde 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümleri uyarına Hazine lehine kanuni ipotek tesis edilmesi halinde, taşınmaz tapuda hak sahibi adına devredilir. İdare tarafından yapılan taşınmaz mülkiyetinin devrini amaçlayan taşınmaz satış sözleşmeleri ile kanuni ipotek sözleşmelerinde resmi şekil şartı aranmaz. Hak sahipliği belgesi, hak sahibinin Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, imzası, fotoğrafı ve nüfus bilgilerini içerecek şekilde idarece düzenlenir. Düzenlenen hak sahipliği belgelerinin idarece yazılı olarak tapu idaresine bildirilmesi üzerine, devir ve kanuni ipotek tapu siciline resen tescil edilir. İpotek tesis edilerek devredilen taşınmazların üçüncü kişilere satılması halinde borcun kalan tutarından alıcılar sorumludur. Bu hususta tapu kütüğünde gerekli belirtme yapılır. Hak sahibi adına mülkiyet devredilmeden yapılan taksitli satışlarda, hak sahibi tarafından yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda tahsil edilen tutar hak sahibine aynen ve faizsiz olarak iade edilir. (9) Peşin satışlarda satış bedelinin tamamını, taksitli satışlarda ise peşinatı veya taksitleri vadesinde ödememek suretiyle yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin doğrudan satın alma hakları düşer. Ancak taksitli satışlarda taksit süresinin sonuna kadar ödenmek kaydıyla taksitlerden ikisinin vadesinde ödenmemesi yükümlülüklerin ihlali anlamına gelmez. Vadesinde ödenmeyen taksit tutarlarına 21.7.1953 tarihli ve 6183 sayılıEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 3 Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunun 51 inci maddesine göre belirlenen oranda gecikme zammı uygulanır. (10) Hak sahibi olunmasında kanuni halefiyet, hak sahibinin veya mirasçılarının bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra noter tarafından düzenlenecek muvafakatname vermeleri halinde ise akdi halefiyet hükümleri geçerlidir. Bu fıkraya göre noter tarafından düzenlenecek muvafakatnamelerden 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu hükümlerine göre elli Türk Lirası maktu noter harcı alınır. (11) Hak sahibi olmadığı belirlenen başvuru sahiplerine, bu Kanundan yararlanamayacakları gerekçeleriyle birlikte bildirilerek başvuru bedeli aynen ve faizsiz olarak iade edilir. (12) Bu maddeye göre hak sahiplerine doğrudan satılması gereken taşınmazlardan ağaçlandırılmak üzere Orman Genel Müdürlüğüne tahsis edilen kamu hizmetlerine ayrılan veya bu amaçla kullanılan ya da Maliye Bakanlığınca belirlenen taşınmazlar ile ilgili idarelerce bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en geç üç ay içerisinde idareye bildirilmesi şartıyla özel kanunlar gereğince değerlendirilmesi gerekenler ile içme ve kullanma suyu havzalarında maksimum su seviyesinden itibaren üç yüz metrelik bant içerisinde kalan yerler hak sahiplerine satılmaz. Bu taşınmazların yerine istenilmesi halinde hak sahiplerine, hak sahibi oldukları taşınmazın rayiç değerine eşdeğer öncelikle aynı il sınırları içerisinde bulunan 2/B alanlarındaki taşınmaz bu maddenin dördüncü fıkrasına göre hesaplanacak satış bedeli karşılığında doğrudan satılabilir. (13) Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanamazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar. (14) Bu maddeye göre hak sahibi bulunmayan veya doğrudan satın almaya ilişkin hak sahipliği kalmayan taşınmazların tapu kütüklerinde yer alan 2/B kullanıcı ve muhdesat belirtmeleri Maliye Bakanlığının talebi üzerine tapu idaresince terkin edilir ve bu taşınmazlar Maliye Bakanlığınca satış dahil genel hükümlere göre değerlendirilir. (15) Hak sahipliği kalmayan taşınmazların değerlendirilmesi amacıyla 4706 sayılı Kanunun 5. maddesinin son fıkrası kapsamında kalanlar hariç olmak üzere, üzerlerinde bulunan kişilere ait yapı ve eklentiler, o yıla ait Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yapı birim fiyatlarından eksik imalat bedelleri ve yıpranma payı düşüldükten sonra kalan bedeli ilgililerine ödenmek suretiyle yıktırılır veya bu şekilde belirlenen bedel taşınmazın değerine eklenerek son müracaat tarihinden itibaren üç yıl içinde satılarak satıştan elde edilen gelirden yapı ve eklenti sahiplerine ödenir ve idare tarafından yapıların tahliyesi sağlandıktan sonra ferağ işlemleri gerçekleştirilir. (16) Bu maddenin üçüncü ve altıncı fıkralarında belirtilen süreleri iki katına kadar arttırmaya Cumhurbaşkanı yetkilidir.” Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. hükmü yer almaktadır.Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 4 Anayasanın 36. maddesinin birinci fıkrasında: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne Yargı yolu başlıklı 125. maddesinde de: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” hükmüne yer verilmiştir. Anayasanın 36. maddesiyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında, diğer tem hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Demokratik toplumlarda temel hak ve özgürlükler yönünden serbestlik asıl sınırlama ise istisnadır. Temel hak ve özgürlükleri güvenceye alan anayasalar, bunların hangi nedenlerle ve ne ölçüde sınırlandırılabileceğini de belirlemektedir. Bu anlamda, Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihat halini alan kararlarında belirtildiği üzere, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları da bulunmaktadır. Birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerinden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerekir. Ayrıca Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin sınırını oluşturabilmesi mümkündür. Anayasanın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Özel sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kuralar olduğu açıktır. Ancak, bu sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamaz. Anayasanın 13. maddesinde ifade edilen “ölçülülük ilkesi” temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum düzenin gerekli ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın, demokratik toplum düzeni için gerekli nitelikte başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını gerçekleştirmekle birlikte, temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir. Ölçülülük, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanma amaçları ile sınırlama araçları arasındaki ilişkiyi yansıtır. Ölçülülük denetimi, ulaşılmak istenen amaçtan yola çıkarak bu amaca ulaşılmak için seçilen aracın denetlenmesidir. Bu sebeple, kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli, gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.Esas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 5 Belirtilen nitelikleri gereği, Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir ilişki bulunan “temel hak ve hürriyetlerin özü”, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük ilkesi” kavramları, bir bütünün parçaları olup, “demokratik bir hukuk devleti”nin özgürlük rejiminde gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır. Demokratik toplum, hak arama özgürlüğünün tüm bireyler açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev, bireyin hak arama özgürlüğünü kullanabilme imkanına sahip olmasını sağlamak özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Hak arama özgürlüğüne demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça Devletin müdahale etmemesi gerekir. Bu hak meşru amaçlarla sınırlandırılabilir ise de bu sınırlama kişilerin bu hakkını yok edecek veya kullanılamaz hale getirecek şekilde yapılmamalıdır. Anayasanın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından bir mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunulabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır. Bu açıklamalar ışığında, itiraza konu kural ile 6292 sayılı Kanun kapsamında kanuni veya akdi “hak sahibi” sıfatı bulunan kişilere, idarece hak sahibi oldukları taşınmaz yerine eş değer başka bir taşınmazın satışının teklif edilmesine karar verilmesi halinde, hak sahibi olan kişilerin bu teklifi kabul etmemesi durumunda doğrudan satış hakkından yararlanamayacakları, herhangi bir talepte bulunamayacakları, hak ve tazminat talep edemeyecekleri ve dava açamayacakları şeklinde hüküm getirilmekte olup, söz konusu hükmün Anayasanın 36. maddesinde düzenleme altına alınan hak arama özgürlüğüne ve hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından birisi olan mahkemeye erişim hakkına ölçüsüz bir sınırlama getirdiği, dolayısıyla demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun olmadığı, bu sınırlamanın Anayasanın 2. maddesine yer alan “hukuk devleti” ilkesiyle bağdaşmadığı, idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğuna ilişin amir hüküm içeren 125. maddesine de aykırı olduğu düşünülmektedir. Açıklanan nedenlerle: Mahkememizce bakılmakta olan davanın görülebilmesi için uygulanması gereken kural niteliği taşıyan 6292 sayılı Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi ile Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun’un “Hak Sahibi, başvuru ve doğrudan satış” başlıklı 6. maddesinin 13. fıkrasında yer alan: “Hak sahiplerinden idarenin teklifini kabul etmeyenler doğrudan satış hakkından yararlanmazlar, başkaca talepte bulunamazlar, hak ve tazminat talep edemezler ve dava açamazlar” cümlesinin Anayasanın 2., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından, Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına ve uyuşmazlığın çözümünün AnayasaEsas Sayısı : 2021/55 Karar Sayısı : 2021/43 6 Mahkemesi kararına kadar beş ay süreyle geri bırakılmasına 26/4/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
2,183
Esas Sayısı : 2006/17 Karar Sayısı : 2009/33 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇESİ A 2006/17 esas sayılı itirazın gerekçe bölümü şöyledir: Söz konusu maddede, 15 ile 18 yaş arasındaki mağdurlarla cinsel ilişki madde metnindeki gibi suç sayılmış, Ancak; cezalandırılma için mağdurun şikayet şartı aranmıştır. Bu hali ile, şikayet olmadığı takdirde ortada bir cezalandırma söz konusu olamayacaktır. Madde de şikayet hakkının kimde olduğu ve olayın mağdurunun kim olduğu net bir şekilde açıklanmamıştır. Kanaatimizce, bu tür eylemlerde olayın mağdurunun aktif durumda olmayan kişiyi anlamak gerektiği, yani taraflardan birinin erkek, diğerinin kadın ya da kız olması halinde mağdurun kadın olarak anlaşılmasının gerektiği, taraflardan ikisinin hem cins olmaları halinde ise, pasif durumda olanın mağdur olarak kabul edilmesinin gerektiği ve uygulamanın da bu şekilde olduğu kabullenilmektedir. Gerçi; madde içeriğinde böyle bir husus açıklanmamıştır. Tarafların başlangıçta ve fiil sırasında karşılıklı rızalarının mevcut olduğu kabul edildiği göz önüne alındığında olayın mağdurunun kim olduğu ya da kim olmasının gerektiğinin de bir önemi olmadığı, esasen böyle bir eylemde olayın mağdurunun da olmamasının gerektiği Yeni Ceza Kanunu sisteminde açıkça ortadadır. Bir an için yukarıda açıklandığı üzere olayın mağdurunun pasif olan taraf olduğu kabul edilse bile, başlangıçta yani, fiil sırasında rızası olan birinin sonradan şikayet etme hakkının bulunup bulunmadığı, şikayet etse bile, başlangıçta hukuka uygun olan (şikayet olmadığı takdirde cezası söz konusu olduğundan) bir eylemin sonradan taraflar yada mağdur olduğu var sayılan şahsın şikayeti üzerine ceza alması söz konusu olabilecektir ki; bu durum ne derece hukuka uygundur. Yine, burada şikayet etme hakkının kimde olduğu açıkça belli olmamaktadır. Ancak; Türk Medeni Kanununun ve Ceza Kanununun genel prensipleri nazara alındığında bu tür olaylarda, şikayet hakkının mağdur sayılan kişiye ait olması gerekir. Zira; bu münhasıran şahsa bağlı bir haktır. Bir an için, şikayet hakkının mağdur sayılan kişinin veli yada vasisine ait olduğunu var saysak bile, ülkemizde çoğunlukla küçük yaşta evlendirmelerde veli yada vasinin de olayın içinde olması yani, baştaki fiile ortak olmaları nedeni ile, bu kişilerin de rızalarının olduğu durumlarda şikayet hakkı kimin olacaktır, Bu nedenle: Anayasamızın 10/1. maddesinde Herkes dil, ırk, renk, Cinsiyet, Siyasi Düşünce, Felsefe, İnanç, Din Mezhep Vb. Sebeplerle Ayrım Gözetmeksizin Kanun önünde eşittir. ilkesini getirmiştir. YTCK.nun 104/1. maddesinde karşı cinsler arasındaki fiilde, istisnasız olarak mağdur kadın olan taraf kabul edilmektedir. Örneğin bir eylemde, kadın 17 yaşında, erkek 14 yaşında veya 16 yaşında olsa dahi olayın faili erkek olarak kabul edilmekte ve bu kişiler hakkında dava açılmaktadır ve cezalandırma cihetine gidilmektedir. Yine, madde metninden açıkça anlaşılacağı üzere, bir olayda erkek 20 yaşında, kadın 16 yaşında olduğunda ve rızai cinsel birliktelik olduğunda ve şikayet olmaması halinde erkeğin cezalandırılması söz konusu olamayacak, ancak; her ikisi de 16 yaşında olan başka bir eylem dolayısı ile mağdur sayılan kadının şikayeti üzerine 16 yaşındaki erkek sanığın maddeye göre, cezalandırılması söz konusu olabilecektir. Bu nedenle; gerek aynı olayda şikayet olmaması halinde cezasızlığın şikayet halinde cezalandırmanın söz konusu olması, mağdur sayılan kadının aynı yaşlardaki karşı cinsle rızayaEsas Sayısı : 2006/17 Karar Sayısı : 2009/33 2 dayalı birlikteliğinde erkeğin fail olarak değerlendirilmesi söz konusu olması nedeni ile madde Anayasa'nın 10/1. fıkrasına aykırılık teşkil etmektedir. 5237 Sayılı Yasanın 104/1 maddesi Anayasa'nın 38/1. fıkrasına da aykırıdır. Şöyle ki; Anayasamızın 38/1. fıkrası, kimse işlendiği zaman birlikte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz, kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez hükmünü içermektedir. Buna biz suç ve cezada kanunilik prensibi diyoruz. Bu maddeyi biraz daha geniş yorumlayarak fiilinde işlendiği sırada kanunilik prensibi olarak değerlendirmemiz mümkündür. Yani, herhangi bir eylem yapıldığı sırada cezasızlık söz konusu ise, sonradan taraflardan birinin bu rızasından caymasının ceza nedeni sayılmaması gerekir. Örneğin; gündüzleyin konut dokunulmazlığını bozma suçu takibi şikayete bağlıbir suçtur, bir şahıs arkadaşını evini davet edip, evinde ağırladıktan ve rızası ile uğurladıktan 3 gün sonra Cumhuriyet Savcılığına evinde ağırladığı şahsın 3 gün önce evine geldiğini, konut dokunulmazlığını ihlal ettiğini ileri sürerek cezalandırılmasını talep etmesi halinde Cumhuriyet Savcılığı şikayetçiye senin burada başta rızan söz konusu, bu nedenle burada hukuka uygunluk sebebi vardır diyerek takipsizlik kararı verecek, mahkemeye dava açıldığı takdirde de faile beraat kararı verilecektir. Bu anlamda; YTCK.nun 104/1. maddesi de aynen buna benzemektedir. Fail sayılan kişi, başta eylem sırasında mağdur sayılan kişinin rızasının olduğunu ve onun şikayet etmeyeceğini yada şikayet edilmeyeceğini düşünerek birlikte olmakta, yani bu hareketin hukuka uygun olduğunu düşünmektedir. Bu nedenle; eylemin işlendiği sırada cezasızlığını bilmektedir. Ancak; mağdur sayılan kişinin olaydan birkaç gün sonra yada 6 aylık şikayet süresi içerisinde şikayet etmesi halinde YTCK.nun 104/1. maddesi gereğince soruşturma ve kovuşturmaya tabi tutulması, hatta ceza alması söz konusu olabilecektir ki; bu durum Anayasanın 38/1. maddesine aykırılık teşkil edecektir B 2007/55 esas sayılı itirazın gerekçe bölümü şöyledir: Madde metninden de anlaşılacağı üzere şikayet soruşturma ve kovuşturma şartıdır. Şikayet hakkını kim kullanacaktır' 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 335 ve devamı maddelerindeki hükümlere göre çocuklar üzerinde koruma ve gözetim yükümlülüğü ve hakkı olan anne baba mı' Yoksa suçun mağduru mu' Mağdur kimdir. Bu sorulara verilecek cevap, sanık açısından önem arz edecektir. 765 Sayılı TCK sisteminde cinsel saldırı suçları aile düzeni aleyhine cürüm olarak kabul edildiği için suçun işlenilmesiyle ihlal edilen hukuki yarar aile düzeninin bozulmasıdır. Dolayısıyla çocuğun yasal temsilcisinin suçtan zarar görmesi de söz konusu olacağından şikayet hakkını kullanabilecektir. 5237 Sayılı TCK sistematiğinde ise; kişilere karşı suçlar kitabın 2. kısmında düzenlenmiştir. 2. kısım 6. bölümde ise; cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar; cinsel saldırı, çocukların cinsel istismarı, reşit olmayanla cinsel ilişki ve cinsel taciz başlıkları ile yer almıştır. Sistematik içinde değerlendirme yapıldığında cinsel saldırı suçları kişinin vücut bütünlüğüne ve cinsel dokunulmazlığına yönelik eylem olarak kabul edildiğinden suçun mağduru cinsel saldırıya muhatap olan kişidir. Zira vücut dokunulmazlığının ihlali de kişiye sıkı surette bağlı olan haklardandır. Dolayısıyla şikayet hakkının da mağdura aitEsas Sayısı : 2006/17 Karar Sayısı : 2009/33 3 olması gerekmektedir. Uygulamada bu görüş benimsenmiş olup, Yüksek Yargıtay 5. Ceza Dairesi de şikayet hakkının mağdurda olduğunu kabul etmektedir. Bu kabul karşısında 15 yaşını bitirmiş fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneğinde eksiklik olmayan çocukla; cebir, tehdit ve hile olmaksızın bir başka deyimle rızası ile cinsel ilişkide bulunan acaba suç işlemiş olacak mıdır' Mevcut düzenleme ile fiilden sonra 6 aylık şikayet süresi içinde mağdur tarafından şikayet hakkı kullanıldığında sanık cezai yaptırımla karşı karşıya kalacaktır. Halbuki 5237 Sayılı TCK Genel hükümlerdeki 26/2. maddeye göre; ilgilinin rızası hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilmiştir. Madde metninde kişinin mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakka ilişkin olmak üzere açıkladığı rıza çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilemez. hükmü ceza yasasının özel hükümlerine de uygulanacaktır. İlgilinin rızası hukuka uygunluk nedeni olarak kabul edilmiş olması karşısında; ilgilinin rıza açıklamaya ehil bulunması fiilden önce veya en azından fiilin başlangıcında rızasını söz ve davranışlarıyla açıkladıktan sonra şikayet hakkını kullandığında sanığın cezai yaptırımla karşı karşıya kalması suçun kanunilik ilkesine aykırı olduğu gibi hakkaniyet ilkesine de ters düşmektedir. Anayasamızın 38. maddesinde kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz. Bu ilke gereğince, kanunun açıkça suç saymadığı bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemeyeceği emredici hükmü yer almış, ayrıca toplumsal düzenin devamı açısından korunması gereken hukuki değerlerin açık ve bilinçli bir ihlali veya en azından bu değerleri korumaya matuf kurallara özensizlik niteliği taşıyan insan davranışlarının neler olduğu, yeni ceza yasasına esas alınan suç teorisindeki suç tanımlanmasına göre; kendi hareketinin bir haksızlık teşkil edip etmediğinin açıkça bilinmesi, ceza normlarında da açıkça ifade edilmesi gerekmektedir. Suç ve cezada kanunilik ilkesi 10/12/1948 tarihli Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 04/11/1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde de yer almıştır. Bu açıklamalar ışığında; kanun koyucunun hangi hareketin suç teşkil edeceği ve ne gibi cezai yaptırıma bağlanacağını belirleme yetkisinin olduğu tartışmasızdır. Ancak, ceza normları anlaşılır olmalı, suçun unsurları açıkça ifade edilmelidir. Çelişkili düzenlemeler suçun kanunilik ilkesine aykırılık teşkil edeceği gibi kişiler eylemlerinin bir suç teşkil edip etmediğini bilemeyeceklerdir. Bu nedenle 5237 Sayılı TCK'nın 104/1. maddesindeki düzenlemede; şikayet hakkının kime ait olup olmadığının açıkça belirlenememesi, reşit olmayan, rıza açıklamaya ehil olan, fiilden önce rızasını açıklayan kişinin TCK 26/2 maddesine göre mağdur sayılamayacağı, reşit olmayan 15 yaşını bitirmiş iki çocuk arasındaki ilişkinin yaptırıma bağlanmış olup olmadığının anlaşılamaması, bu madde ile yaptırıma bağlandığının kabulü halinde suçun mağduru kim, sanığının kim olduğunun nasıl belirleneceği madde metninden anlaşılmamaktadır. Bu düzenlemenin Anayasamızın 38/1. maddesine aykırı olduğu düşüncesiyle T.C. Anayasası'nın 152/1. maddesi gereğince bu kanun hükmünün itiraz yolu ile iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak gerektiği kanaatine varılmıştır.
1,341
Esas Sayısı : 1988 56 Karar Sayısı : 1988 50 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : Ayrı bir gerekçeli başvuru kararı göndermeyen yerel mahkemenin Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaya ilişkin ara kararı aynen şöyledir. . Davacının 3395 sayılı Kanunun geçici 5. Maddesi gereğince borçlandırılarak üst dereceden yaşlılık aylığı bağlanmasını istediği, bu maddenin belli bir dereceye yükselen sigortalılara ayrıcalık tanığı ve bu niteliği ile Anayasanın 2. Maddesindeki sosyal hukuk devleti, 10/2. Maddesindeki eşitlik. 55. Maddesindeki ücrette adalet ilkelerine aykırı olduğu, Anayasanın 152. Maddesine göre bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar davanın geri bırakılmasına, dosyanın tasdikli sureti veya fotokopisinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, suret veya fotokopi masrafı ile posta masraflarının davacıca karşılanmasına, dosya Anayasa Mahkemesine gidişinden itibaren 5 ay içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmediği takdirde davanın yürürlükteki kanunlara göre (Madde 152/3.e) ele alınıp yürütülmesine davacı vekili ve davalılar vekillerinin yüzlerine karşı verilen karar açıkça okunup anlatıldı.
143
Esas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 1 “Marka hakkına tecavüz suçu 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 29. ve 30. maddelerinde düzenlenmiştir. Mezkur kanunun 29. maddesinde; marka hakkına tecavüz sayılan fillerin neler olduğu düzenlenmiş, “Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı 7. maddede belirtilen biçimlerde kullanmak, Marka sahibinin izni olmaksızın, markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markayı taklit etmek, Markayı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerini kullanmak suretiyle markanın taklit edildiğini bildiği veya bilmesi gerektiği hâlde tecavüz yoluyla kullanılan markayı taşıyan ürünleri satmak, dağıtmak, başka bir şekilde ticaret alanına çıkarmak, ithal işlemine tabi tutmak, ihraç etmek, ticari amaçla elde bulundurmak veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunmak, Marka sahibi tarafından lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu haklan üçüncü kişilere devretmek marka hakkına tecavüz sayılan fiiller olarak sayılmıştır. 6769 sayılı Yasanın 7. maddesinde ise marka tescilinden doğan hakların kapsamı ve istisnaları düzenlenmiştir. Buna göre marka hakkı sahibi izinsiz olarak yapılması halinde 2. fıkra kapsamında “Tescilli marka ile aynı olan herhangi bir işaretin, tescil kapsamına giren mal veya hizmetlerde kullanılması, Tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve tescilli markanın kapsadığı mal veya hizmetlerle aynı veya benzer mal veya hizmetleri kapsayan ve bu nedenle halk tarafından tescilli marka ile ilişkilendirilme ihtimali de dâhil karıştırılma ihtimali bulunan herhangi bir işaretin kullanılması, Aynı, benzer veya farklı mal veya hizmetlerde olmasına bakılmaksızın, tescilli marka ile aynı veya benzer olan ve Türkiye'de ulaştığı tanınmışlık düzeyi nedeniyle markanın itibarından haksız bir yarar elde edecek veya itibarına zarar verecek veya ayırt edici karakterini zedeleyecek nitelikteki herhangi bir işaretin haklı bir sebep olmaksızın kullanılması fillerinin önlenmesini talep etme hakkı düzenlenmiştir. 6769 sayıl Yasanın 30. maddesinde ise marka hakkına tecavüze ilişkin cezai hükümler düzenlenmiş, “Başkasına ait marka hakkına iktibas veya iltibas suretiyle tecavüz ederek mal üreten veya hizmet sunan, satışa arz eden veya satan, ithal ya da ihraç eden, ticari amaçla satın alan, bulunduran, nakleden veya depolayan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Marka koruması olduğunu belirten işareti mal veya ambalaj üzerinden yetkisi olmadan kaldıran kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Yetkisi olmadığı hâlde başkasına ait marka hakkı üzerinde devretmek, lisans veya rehin vermek suretiyle tasarrufta bulunan kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezası ile cezalandırılır, Bu maddede yer alan suçların bir tüzel kişinin faaliyeti çerçevesinde işlenmesi hâlinde ayrıca bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur denilmek suretiyle sanıklar hakkında hapis ve adli para cezası öngörülmüştür. Kanun hükümlerinden de açıkça anlaşılacağı üzere yasa koyucu; marka taklitçiliği, karıştırma ihtimali yaratma, marka koruması işaretini kaldırma, marka hakkı üzerinde yetkisiz tasarruf ve markanın tanınmışlığına tecavüz eylemlerini suç olarak düzenlemiş, söz konusu eylemler için hapis ve adli para cezası uygulanmasını kabul etmiştir. Suçlar çeşitli kıstaslardan hareketle tasnife tutulduğunda marka hakkına tecavüz suçlarının ekonomik suçlar kategorisinde mütalaa edilmesi gerekir. Ekonomik suç ise; ekonomik düzenin tesisi ve şekillendirilmesine dair kuralları ihlal etmek suretiyle, toplumun ekonomik düzenin sağlıklı işleyişi üzerindeki haklı menfaatlerini zarara uğratan yahut zarara uğratma tehlikesi taşıyan suçlardır. Ekonomik suçlar neticeleri açısından ortak özellikler taşıyan birden fazla suç tipinin yer aldığı sınıflandırmayı ifade eder. Her ne kadar marka hakkında tecavüz suçları ekonomik suçlar kategorisinde mütalaa edilse de ekonomik suçlan oluşturduğu kabul edilen eylemlerin sınırlandırılması, ekonomik suçların kapsamınınEsas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 2 belirlenmesi; sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanması sürecinde üretim teknolojileriyle de birlikte sürekli değişen ve gelişen dinamik yapıya sahip ekonomik yaşam içerisinde mümkün değildir. 5237 sayılı TCK’nın 1. maddesinde; “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerim, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığım ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir.” şekline düzenlenmiştir. Yasakoyucu ceza hukuku alanında yetkisini kullanırken toplumda belli eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayıldıkları takdirde hangi çeşit ve ölçülerde ceza yaptırımları ile karşılanmaları gerektiği ve hangi hal ve hareketlerin ağırlaştırıcı veya hafifleştirici neden olarak kabul edileceği konularında takdir yetkisine sahip ise de; takdir yetkisi sınırsız olmayıp Anayasa ve Ceza Hukukunun temel ilkeliyle bağlıdır. Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde yasakoyucu, ceza siyasetinin gereği olarak Anayasa'nın ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla cezalandırmada güdülen amacı da gözeterek hangi eylemlerin suç sayılacağına, bunlara verilecek cezanın türü, miktarı, artırım ve indirim nedenleri ve oranlan ile suçun takibine ve yargılama usulüne ilişkin koşullar öngörebilir. Ceza Kanunun amaçlarından olan toplumsal düzeni koruma amacı cezalandırmanın haklılığını ortaya koymada tek başına yeterli olmayıp fiilinin ceza hukuku anlamında yaptırana bağlanması için gereklilik bulunmalıdır. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesi uyarınca düzenlemelerde öngörülen yaptırım, insan onuruna aykırı bulunmamalı ve suçla yaptırım arasında bir ölçüsüzlüğe yol açmamalıdır. Ölçülülük ilkesi “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır/‘Elverişlilik”, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını “gereklilik” başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık” ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur. Bu husus kendisini ceza hukukunda “ikincilik” ilkesiyle göstermektedir. İkincilik ilkesine göre ceza hukuku son çaredir. Ve ceza hukuku dışındaki tedbirlerle yeterli koruma sağlanabiliyorsa yasakoyucu ceza düzenlemesi yoluna başvurmamalıdır. Marka hakkında tecavüz suçu için kanunda öngörülen yaptırım da nazarı dikkate alındığında temel hak ve özgürlüklere yapılan müdahalelerin en ağırını içermektedir. Özellikle karıştırma ihtimali ve markanın tanınmışlığına tecavüz eylemlerinin cezai yaptırıma bağlanması ceza hukukunun ikincilik ilkesine aykırıdır. Karıştırma ihtimali kavramı sübjektif değerlendirmeyi gerektiren mahkemelerin farklı sonuçlara ulaşmaktan kurtulamayacağı yargılamalara neden olmaktadır. Zira 1994 yılında kabul edilen Türkiye’nin de taraf olduğu Agreement On Trade Related Aspects Of Intellectual Property Rıghts( TRIPS), antlaşma metnine göre marka taklitçiliğine ilişkin fiillerin ticari ölçekte olması aranmakta, 61. madde metninde “ticari ölçekte ve bilerek tabiri” kullanılmaktadır: Yine antlaşmaya göre marka taklitçiliğe dair eylemlerin engellenmesi adına taraf devletlerin kabul edeceği yaptırımların caydın nitelikte olması yeterli görülmekte, taraf devletlere hapis cezası düzenleme yükümlülüğü getirmemektedir. Yine kanunda düzenlenen ve Marka sahibi tarafından lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu hakları üçüncü kişilere devretmek, şeklinde ifade edilen marka hakkı üzerinde yetkisiz tasarruf suçu da Anayasanın 38. maddesinde düzenlenen, kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” şeklindeki ilkeye ve ceza hukukuna hakim olan son çare olması ilkesineEsas Sayısı : 2017/147 Karar Sayısı : 2017/126 3 aykırılık taşımaktadır. Bir eylemin ceza hukuku yaptırımına bağlanması o fiilin işlenmesi dolayısıyla toplumsal açıdan verdiği zarardan daha fazlasına neden olacaksa, ceza kanunun amacı dışına çıkılmış olur. Ekonomik suçlar, icra ediliş şekli ve neticesi açısından malvarlığı suçlarına nazaran karmaşık yapıya sahip olup kovuşturulması özel çaba ve teknik bilgi gerektiren suçlardır. Muğlak yapısı da dikkate alındığında malvarlığı suçlarına nazaran ceza hukukundaki yeri tartışmalıdır. Kaldı ki ekonomik suçun herkes tarafından işlenemeyeceği, failler açısından belirli özelliklere sahip olmasının aranacağı, mahsus suç özellikleri taşıdığı aşikârdır. 6769 sayılı Kanunun düzenlenmesinde ise, markanın taklit edildiğini bilmesi gerektiği hâlde şeklinde muğlak belirleme yapıldıktan sonra satan, dağıtan, başka bir şekilde ticaret alanına çıkaran, ithal işlemine tabi tutan, ihraç eden, ticari amaçla elde bulunduran veya bu ürüne dair sözleşme yapmak için öneride bulunanlar fail olarak düzenlenmiştir. Nitekim ekonomik yaşamda tedbirsizlik veya dikkatsizlik göstermek, çevresel faktörlerinde etkisiyle karşılaşabilecek bir durumdur. Aksi yönde düşünce birçok davranışın cezalandırılması tehlikesiyle karşı karşıya kalınması sorununu getirecektir. Kanun metininde yer alan bilmesi gerektiği hâlde ifadesi ekonomik suçlarda kastın ispatı hususunda mahkemelerde görülen ceza yargılamalarında, ceza kanununa hakim olan gereklilik, ölçülülük, şüpheden sanık yararlanır ilkesi ve ultima ratio (son çare olma) ilkeleri ışığında kastın tespiti hususunda önemli problemleri beraberinde getirmektedir. Marka hakkına tecavüz suçu ile birlikte kaçakçılık suçundan yargılanmakta olan sanıklar ile ticari hayatın alt kesimini temsil eden üretim faaliyetinde katkısı olmadığı halde satıcı ya da dağıtıcı konumunda olan ya da ticari hayatının başlangıç safhasında olup daha önce hiçbir ticari deneyimi bulunmayan sanıklar arasında suçun yasal unsurlarının oluşup olmadığı noktasında tereddütlere neden olmaktadır. Aynı zamanda şekli suç olması sebebiyle, marka hakkında tecavüz suçunda manevi unsur olan kastın tespitinde ekonomik suçlar için aranan özelliklere sahip olup olmadığı tartışmalı olan sanıklar kanun metininde yer alan bilmesi gerektiği hâlde ifadesi nedeniyle özen yükümlülüğü ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Çoğu ceza yargılamalarında sanıkların sırf tacir olmaları kastın varlığına karine teşkil etmekte, uygulamada sorunlara neden olmaktadır. Bu neden ve açıklamalar karşısında ilgili yasa maddelerinin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak gerekmiştir. HÜKÜM: GEREKÇESİ YUKARIDA AÇIKLANDIĞI ÜZERE; Sanık hakkında uygulanması ihtimali bulunan “6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu’nun 29. ve 30. maddelerinin Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen “Hukuk Devleti” ilkesine, Temel Hak ve Hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13. maddesinde yer alan “Ölçülülük İlkesi”ne, suç ve cezalara ilişkin esaslara dair 38. maddesindeki “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz “ ilkesine, aykırı olduğu kanaati ile 6769 sayılı Kanunun anıla hükümleri resen Anayasaya ay kın görülerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152. maddesi uyarınca mahkememizce resen Anayasaya aykırılık İDDİASINDA BULUNULMASINA, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın GERİ BIRAKILMASINA,”
1,484
Esas Sayısı : 2020/41 Karar Sayısı : 2021/91 1 “… İptali İstenen Kanun Hükümlerinin Anayasa’ya Aykırılığının Değerlendirilmesi: 6191 sayılı Kanunun 1. maddesinde, bu Kanunun amacının, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı dahil) Genelkurmay Başkanlığınca lüzum görülen erbaş ve er kadrolarında, kritik ve uygun görülen görevlerde, yetişmiş personel ihtilacını karşılamak maksadıyla istihdam edilecek sözleşmeli erbaş ve erlerin; temini, yetiştirilmeleri, görevde yükselmeleri, tertip edilmeleri, geçici görevlendirilmeleri, hizmet şartları, görev ve hakları, yükümlülükleri, ayırma ve ayrılmaları ile ilgili usul ve esasları düzenlemek olduğu belirtilmiştir. Anılan Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasında sözleşmeli erlik için aranan nitelikler sekiz bent halinde açıklanmış olup; (f) bendinde; (15/08/2017 KHK 694/164 Md; Aynen kabul: 01/02/2018 7078/159. Md)”güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmış olmak, güvenlik soruşturmasının henüz gelmediği hallerde arşiv araştırması olumlu sonuçlanmış olmak” kuralına yer verilmek suretiyle güvenlik soruşturmasının veya arşiv araştırmasının olumlu sonuçlanmış olması, sözleşmeli erbaş ve erlik görevleri için aranan niteliklerden olduğu düzenlenmiştir. Öte yandan; 4045 sayılı Güvenlik Soruşturması, Bazı Nedenlerle Görevlerine Son Verilen Kamu Personeli İle Kamu Görevine Alınmayanların Haklarının Geri Verilmesine ve 1402 Numaralı Sıkıyönetim Kanununda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanunun 1. maddesinin 1. fıkrasında, güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının; kamu kurum ve kuruluşlarında yetkili olmayan kişilerin bilgi sahibi olmaları halinde devlet güvenliğinin, ulusal varlığın ve bütünlüğün, iç ve dış menfaatlerin zarar görebileceği veya tehlikeye düşebileceği bilgi ve belgelerin bulunduğu gizlilik dereceli birimler ile Genel Kurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, jandarma, sahil güvenlik, emniyet ve istihbarat teşkilatlarında çalıştırılacak kamu personeli ile ceza infaz kurumları ve tutukevlerinde çalışacak personel hakkında yapılacağı düzenlenmiştir. Dolayısıyla; Genelkurmay Başkanlığı, Millî Savunma Bakanlığı, Jandarma Sahil Güvenlik ve Türk Silahlı Kuvvetleri (Deniz, Kara ve Hava Kuvvet Komutanlıkları) bünyesinde çalıştırılacak personel hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılmasının yasal dayanaklardan birisini de 4045 sayılı Kanunun 1. maddesi oluşturmaktadır. 4045 sayılı Kanunun 1. maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle Dairemizin 31/12/2019 gün ve E.2019/4902 sayılı kararları ile itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmuş olup, bu iptal istemleri hakkında Anayasa Mahkemesince henüz esastan bir karar verilmemiştir. Diğer taraftan; 657 sayılı Kanun’un 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendine, 676 sayılı OHAL KHK’sı ve bu KHK’nın uygun bulunmasına dair 7070 sayılı Kanun ile devlet memurluğuna alınacaklarda aranan genel şartlar arasına 8 numaralı alt bent olarak “Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” şartı eklenmiş, böylece daha önce 4045 sayılı Kanun’da sayılan belirli görevler yönünden güvenlik soruşturması yapılacağı öngörülmüş iken, söz konusu değişiklik sonrasında artık tüm kamu görevlileri yönünden güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüştür. Ancak, 657 sayılı Kanunun 48. maddesinin 1. fıkrasının (A) bendine (8) numaralı bent olarak eklenen bahse konu düzenlemeEsas Sayısı : 2020/41 Karar Sayısı : 2021/91 2 29/11/2019 tarih ve 30963 sayılı Resmî Gazete ‘de yayımlanan Anayasa Mahkemesi’nin 24/7/2019 tarihli ve E:2018/73, K:2019/65 sayılı kararı ile Anayasa’nın 13., 20 ve 128. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bunun dışında 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye tabi sözleşmeli personel olarak çalışacak sözleşmeli personelin işe alınmasında güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmasını öngören ve 657/48 maddesinin 1/A 8. bendindeki düzenleme ile aynı nitelikte ve içerikte 399 sayılı KHK’nın 7. maddesinin (f) bendinde yer alan kuralın iptali istemiyle Dairemizin 31/12/2019 tarihli ve E:2019/4116 sayılı kararı ile itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi’ne ayrıca başvurulmuş bulunmaktadır. 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasının (f) bendinde, güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmış olmak; “güvenlik soruşturması sonucunun henüz gerekmediği hallerde arşiv araştırması olumlu sonuçlanmış olmak” kuralı sözleşmeli erliğe atanmada aranacak nitelikler (koşullar) arasında sayılmış, dolayısıyla sözleşmeli er olarak atanacaklar bakımından güvenlik soruşturması veya arşiv araştırması yapılacağı düzenlenmiş, bunun dışında sözleşmeli erbaş ve erlerde aranacak niteliklere ilişkin usul ve esasların aynı Kanunun 9. maddesinin 2. fıkrası uyarınca Milli Savunma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nca müştereken yürürlüğe konulan yönetmelikle düzenleneceği öngörülmüştür. Nitekim 6191 sayılı Kanunun 9. maddesinin 2. fıkrası uyarınca yayımlanan Sözleşmeli Erbaş ve Er Yönetmeliği’nin 7. maddesinin 1. fıkrasının (h) bendinde; güvenlik soruşturmasının olumlu sonuçlanmış olması şartı sözleşmeli erlik için aranan nitelikler arasında sayılmıştır. 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin B fıkrasının (f) bendinde; sözleşmeli erlik için aranan koşullar (nitelikler) arasında güvenlik soruşturmasının olumlu sonuçlanmış olması düzenlemesine yer verilmiş olmakla birlikte 6191 sayılı Kanunun güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğu, bu bilgilerin nerelerden elde edileceği ve ne suretle ve ne kadar süre ile saklanacağı, kişilerin söz konusu bilgilere itiraz etme olanağı olup olmadığı, bilgilerin bir müddet sonra silinmesinin mümkün olup olmadığı veya silinmesine dair izlenecek usulün ne olduğu, gizlilik dereceli kamu personeli ile meslek gruplarının tespiti, güvenlik soruşturmasının ve arşiv araştırmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu ile ilgili hiçbir düzenleme içermediği görülmektedir. Bunun yanı sıra kanunlarda, kesinleşmiş ceza mahkûmiyetlerine dair ilk olarak akla gelmesi ve uygulanması gereken kanun olan 5352 sayılı Kanun’a atıf içeren bir düzenlemenin de bulunmadığı, bireyleri keyfîliğe karşı koruyucu hiçbir hükme yer verilmediği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde 4616 sayılı Kanun uyarınca kesinleşmiş mahkûmiyet niteliğinde sayılmayan kamu davasının açılmasının ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin kararların da güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanmasının bir sebebi olup olmayacağı hususunda da hiçbir düzenlemeye yer verilmediği görülmektedir. 6191 sayılı Kanun sadece hangi kamu görevleri bakımından güvenlik soruşturması yaptırılacağını düzenlemiş, bunun dışındaki tüm düzenlemeleri ise bir yönetmeliğe bırakmıştır. Bu saptamalar ışığında, 6191 sayılı Kanun’un temel hak ve özgürlüklerinin sınırlandırılmasını içeren konuyla ilgili temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olduğundan söz etmek mümkün değildir. Anayasa’nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık veEsas Sayısı : 2020/41 Karar Sayısı : 2021/91 3 ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır” hükmüne yer verilerek memurlar ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri ve atanmalarına ilişkin kuralların kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Öte yandan; Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı belirtilmiş; üçüncü fıkrasında da “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esaslar ve usuller kanunla düzenlenir” denilerek kişisel verilerin korunması özel hayatın gizliliğinin korunması kapsamında güvenceye kavuşturulmuştur. Anayasa’nın 13. maddesinde de temel hak ve hürriyetlerin yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Özel hayata saygı hakkı kapsamında korunan hukuki menfaatlerden biri de bireyin mahremiyet hakkıdır. Mahremiyet hakkı bireyin kendisi hakkındaki bilgileri kontrol edebilme hukuksal çıkarını da kapsamaktadır. Kendisine ilişkin herhangi bir bilginin rızası olmaksızın açıklanmaması, yayılmaması, bu bilgilere başkaları tarafından ulaşılamaması ve rızası hilafına kullanılamaması, kısaca bu bilgilerin mahrem kalması konusunda bireyin menfaati bulunmaktadır. Bu husus, bireyin kendisi hakkındaki bilgilerin geleceğini belirleme hakkına işaret etmektedir. Anayasa’nın özel hayata saygı hakkını düzenleyen 20. maddesinin üçüncü fıkrasında, herkesin kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme, bu veriler hakkında bilgilendirilme, verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme, verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkına sahip olduğu, kişisel verilerin ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebileceği, kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usullerin kanunla düzenleneceği hükmüne yer verilerek anayasal sınırlar belirlenmiştir. Söz konusu Anayasa hükmünde kişilerin kendileri hakkındaki verilerin amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenme hakkına sahip olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı, insan onurunun korunması ve bireyin kişiliğini serbestçe geliştirebilmesi hakkının özel bir biçimi olarak bireyin hak ve özgürlüklerini kişisel verilerin işlenmesi sırasında korumayı amaçlamaktadır. Anayasa’nın 20. maddesi uyarınca kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Dolayısıyla kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sağlanan anayasal güvencenin yaşama geçirilebilmesi için bu hakkı ilgilendiren yasal düzenlemelerin açık, anlaşılabilir ve söz konusu hakkın kullanılabilmesine elverişli olması gerekir. Ancak böyle bir düzenleme ile kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren veri, bilgi ve belgelerin resmi makamların keyfi müdahalelerine karşı korunması mümkün hale gelebilir.Esas Sayısı : 2020/41 Karar Sayısı : 2021/91 4 24/3/2016 tarihli ve 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 3. maddesine göre kişisel veri, kimliği belirli veya belirlenebilir gerçek kişiye ilişkin her türlü bilgiyi ifade etmektedir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği üzere “.adı, soyadı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bireyin sadece kimliğini ortaya koyan bilgiler değil” telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası, özgeçmiş, resim, görüntü ve ses kayıtları, parmak izleri, IP adresi, e posta adresi, hobiler, tercihler, etkileşimde bulunulan kişiler, grup üyelikleri, aile bilgileri, sağlık bilgileri gibi kişiyi doğrudan veya dolaylı olarak belirlenebilir kılan tüm veriler.” kişisel veri olarak kabul edilmektedir. (AYM, E.2013/122, K:2014/74, 9/4/2014; E2014/149, K.2014/151, 2/10/2014; E.2014/74, K.2014/201, 25/12/2014; E.2014/180, K.2015/30, 19/3/2015; E.2015/32, K.2015/102, 12/11/2015). Bu bağlamda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasıyla elde edilen veriler kişisel veri niteliğindedir. İptali istenen kuralla güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması kapsamında kamu mercileri tarafından özel yaşamı ile ilgili sorular sorulması da dahil olmak üzere bir bireyin özel hayatı, iş ve sosyal yaşamıyla ilgili bilgilerinin alınması, kaydedilmesi ve kullanılması özel hayata saygı hakkına sınırlama niteliğindedir. Anayasa’nın 129. maddesinin birinci fıkrasında memurlar ve kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülükleri düzenlenmiştir. Ayrıca 657 sayılı Kanun’da bu sadakat yükümlülüğünün yanı sıra kamu görevlilerine tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülükleri de getirilmiştir. Kamu görevlilerinin sadakat, tarafsızlık ve devlete bağlılık yükümlülüğü çerçevesinde devleti temsil eden ve millî güvenlik bakımından hassasiyet içeren bazı kamu görevlerine atanacak kişiler bakımından daha sıkı nitelikler aranması ve birtakım sınırlamaların getirilmesi doğaldır. Bu şekilde aranan nitelikler ve kanunlarda öngörülen kısıtlamalar, kamu hizmetinin etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir. Ülkemizin maruz kaldığı terör saldırıları nedeniyle yakın geçmişte yaşanan acı tecrübeler, bu saldırıları gerçekleştiren terör örgütlerinin amaçları, kullanmış oldukları gizli yöntemlerin niteliği ve 15 Temmuz 2016 tarihinde demokratik toplum düzenini ortadan kaldırmaya ve seçilmiş hükümeti devirmeye yönelik hain darbe girişimine kalkışan silahlı terör örgütü üyelerinin büyük çoğunluğunun kamu görevlisi olduğu gerçeği dikkate alındığında, kamu görevine özellikle de milli güvenlik açısından hassasiyet içeren görevlere atanacak kişilerin güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına tabi tutulması ve bu amaçla da kamu görevine atanacak kişilerde bir takım koşullar aranmasının gerekliliği tartışmasızdır. Dolayısıyla, idarenin millî güvenlik açısından önem arz eden kadrolara atanacak kişilerin tabi olacağı güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması konusunda kanunla temel çerçeveyi ortaya koyan kurallar getirmesi elbette mümkündür. Bu çerçevenin kanunla belirlenmesinden sonra uygulama koşulları ve usule ilişkin ayrıntılar düzenleyici işlemlerle belirlenebilir. Üstelik millî güvenlik ile ilgili alanlarda çalışacak personelin seçimi ve kontrolü bakımından konuyu düzenleyen kanunda aranacak öngörülebilirlik koşulunun diğer alanlardakilere göre daha esnek olacağı da söylenebilir. Ancak yine de bu alanda düzenleme getiren kanunun, kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde bu tür gizli tedbirler uygulama ve potansiyel olarak özel hayatın gizliliğine yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak gösterecek ve olası kötüye kullanmalara karşı yeterli güvence sağlayacak şekilde kaleme alınmış olması gerekir. 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasının (f) bendinde; Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde çalışacak sözleşmeli erler hakkında güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılacağı öngörülmesine, dolayısıyla bahsedilen kamu görevine atanmada güvenlikEsas Sayısı : 2020/41 Karar Sayısı : 2021/91 5 soruşturması ve arşiv araştırması yapılması koşulu aranmasına karşın, güvenlik soruşturmasına ve arşiv araştırmasına konu edilecek bilgi ve belgelerin neler olduğuna, bu bilgilerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırmayı yapacağına ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasının yapılmasına ve elde edilecek veriler kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması öngörülmüş, güvenlik soruşturmasının usul ve esasları ile bunu yapacak mercilerin kimler olduğu hususlarının belirlenmesi ise tamamen yönetmeliğe bırakılmıştır. Dolayısıyla, Türk Silahlı Kuvvetlerinde sözleşmeli er olarak alınacaklar hakkında 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasının (f) bendi uyarınca yapılacak olan güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasına esas alınacak kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına ve işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesi, Anayasa’nın 13., 20. ve 128. maddeleriyle bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, itiraza konu 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasının (f) bendinin Anayasa’nın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir. Sonuç ve İstem: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 152. maddesinde yer alan, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurabileceği ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakacağı kuralı gereğince; 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasının (f) bendinin, Anayasa’nın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılması nedeniyle, anılan maddenin iptali istemiyle itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına; dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa Mahkemesince bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine, iptali istenilen hükmün Anayasa’nın hangi maddelerine aykırı olduğunu açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslının, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğinin, dava dilekçesi ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin dizi listesine bağlanarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 27/02/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
2,067
Esas Sayısı : 2008/66 Karar Sayısı : 2008/131 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: () tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (Fon) karşı 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrası ve 5682 sayılı Pasaport Kanunu'nun 22. maddesi uyarınca, temettü hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Fon'a devredilen Egebank A.Ş, Demirbank A.Ş., Esbank A.Ş., İktisatbank A.Ş., Kentbank A.Ş., Yurtbank A.Ş., Pamukbank A.Ş., Toprakbank A.Ş. ve Yaşarbank A.Ş'den kredi kullanan () şirketler grubunun müşterek borçlusu ve müteselsil kefili ve aynı zamanda kanunî temsilcisi olan davacı hakkında konulan yurt dışı çıkış yasağının iptali istemiyle açılan davada, 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun 15. maddesinin 3. fıkrasında bulunan 5682 sayılı Pasaport Kanununun 22. maddesi hükümleri, Fonun talebi üzerine Fona borçlu olanlar ile tüzel kişi borçluların kanuni temsilcileri hakkında da uygulanır tümcesinin Anayasa Mahkemesinin 08.12.2007 tarih ve 26724 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 18.10.2007 tarih ve E:2007/4, K:2007/81 sayılı kararıyla iptal edildiğinden dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptal eden İstanbul 7. İdare Mahkemesinin 25.12.2007 tarih ve E:2006/ 2518, K:2007/2655 sayılı kararının Fon tarafından temyizi üzerine işin gereği görüşüldü; Dava dosyasının incelenmesinden, Fon'a devredilen bir kısım bankalardan kredi kullanan şirketler nedeniyle kredi borcundan sorumlu tutulan davacı hakkında davalı idare tarafından, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrası uyarınca yurt dışı çıkış yasağı uygulandığı ve davanın bu işlemin iptali istemiyle açıldığı anlaşılmıştır. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun Fon alacaklarının takip ve tahsiline ilişkin yetki ve usûller başlığını taşıyan 132. maddesinin 13. fıkrasında: Fona borçlu gerçek kişi ile tüzel kişilerin kanunî temsilcileri hakkında 5682 sayılı Pasaport Kanununun 22 nci maddesi hükümleri Fonun talebi üzerine uygulanır kuralı bulunmaktadır. Daha önce, 4389 sayılı Bankalar Kanunu'nun 15. maddesinin 3. fıkrasında yer almış olan 5682 sayılı Pasaport Kanununun 22. maddesi hükümleri, Fonun talebi üzerine Fona borçlu olanlar ile tüzel kişi borçluların kanuni temsilcileri hakkında da uygulanır kuralı, Anayasa Mahkemesi'nin 08.12.2007 tarih ve 26724 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanan 18.10.2007 tarih ve E:2007/4, K:2007/81 sayılı kararıyla, Anayasa'nın 13. ve 23. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Bu durumda, yukarıda sözü edilen 5411 sayılı Kanun'un 132. maddesinin 13. fıkrasındaki kural, anlam ve içerik itibariyle 4389 sayılı Kanun'un 15. maddesinin 3. fıkrasındaki kuralla aynı olduğundan, anılan kural da Anayasa'nın 13. ve 23. maddelerine aykırı bulunmaktadır. Belirtilen nedenle, Anayasa'nın 152., 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddesinin 2. fıkrası uyarınca, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun 132. maddesinin 13. fıkrasının iptali ve yürürlüğünün durdurulması için, Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 09.04.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
403
Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı tarafın iddiası: Davacı mahkememize sunmuş olduğu dava dilekçesinde özetle; halen Karabük Defterdarlığı Hazine Avukatlığında 5 yıldır Hazine Avukatı olarak görev yaptığını, her sene Avukatlık Ücreti limiti üzerinde yasal avukatlık ücreti tahsil etmelerine rağmen, tarafına özel Kanun olan 1136 sayılı Yasanın 164. maddesine ve yine Anayasa'nın eşitlik düzenlemesini öngören 2. maddesine aykırı olan 657 sayılı DMK'nın 146. maddesi ve bu Yasanın uygulanmasına dair ilgili Yönetmelik hükümlerine göre limit sınırlaması getirilerek yasal alacağının eksik ödendiğini, bu sebeple dava konusu olayı ayrıntılı izahla söz konusu alacağını hüküm altına alınmasını teminen öncelikle limit sınırlamasını öngören ve memur avukatlara uygulanan 1136 sayılı en yeni tarihli ve özel Yasanın 164. maddesiyle çelişen ve yine Anayasa'nın eşitlik düzenlemesini öngören 2. maddesine, 10., 35. ve 55. maddelerine aykırı olan 657 sayılı DMK'nın 146/3. fıkrasının iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasını talep ettiğini, Zamanla yurdun her yerinde, toplumda ekonomik ve sosyal ilişkilerde görülen gelişmelere paralel olarak Devlet Hazinesini ilgilendiren birçok uyuşmazlıklar sayıları gittikçe artarak, mahkemelere intikal etmiş, son yıllarda DSİ, SHÇEK, Tarım Reformu Gen. Md., Petrol İşleri Gen. Md., KGM gibi özel bütçeli dairelerin genel bütçe kapsamına alınmasıyla daha da Devletin vatandaşıyla uyuşmazlık dosya sayıları arttığını genel bütçe konusuna giren bu davaların, Hazine Avukatlığından önce, mukavele ile tutulan veya ücretle çalıştırılan ve aynı zamanda başka yurttaşların davasını da alan serbest avukatlar eliyle takip edildiğini, zamanla, davaları kaza mercileri önünde ve icra dairelerinde bu koşullar altında yürüten avukatların çalışmaları ve sorumluluk anlayışları çok kez yeterli görülmemeğe başlandığını, ayrıca, devlete ait dâvaların açılmasında ve kovuşturulmasında bir kısım kanunî kayıtların yarattığı zorlukları da ortadan kaldırmak gerektiğini, tümüyle dışarıdan alınacak hukuk (avukatlık) hizmeti ile hukuk hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesinin mümkün olmadığını, çünkü içerdeki hukukçu (evin hukukçusu), nezdinde görev yapılan kuruluşun hafızasını bilen ve ihtiyacı en iyi değerlendirebilecek olan hukukçu olduğunu, içerdeki hukukçunun bilgi ve tecrübesinin yetmemesi halinde ise, dışarıdan uzman hukukçu (avukat) yardımı almak gerekeceğini, bu nedenlerle yeni bir kuruluşa gitmek, Hazine Avukatlığını, Maliye Bakanlığı kadrosunda, devlet memurları statüsü içinde, memleket ihtiyaçlarını karşılayacak ve Hazine Avukatlığı görevine atananları serbest hayattaki kazançlarından vazgeçirtecek, onların serbest çalışma eğilimini önleyecek biçimde genişletmek gerektiğinden bahisle, Hazine Avukatlığı kadrosu ihdas edildiğini, böylece de Hazine Avukatları, Devlet Memurları Statüsü içine alınarak, Hazine Avukatlığı memur avukatlık şeklinde bir meslek haline getirildiğini, 178 sayılı KHK ve 4353 sayılı Kanun hükümleri ile temsil/tevkil tekeli öngören gerekçesi karşısında genel bütçeli idareleri avukat sıfatıyla temsil yetkisinin münhasıran Hazine Avukatlarına ait olduğunu, 13.12.1983 gün 178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesi ile Devletin hukuk danışmanlığını ve muhakemat hizmetlerini yapmak görevi Maliye Bakanlığı'na verildiği; 8. maddesinde de, Başhukuk Müşavirliği ve Muhakemat Genel Müdürlüğü'nün bu Bakanlığın ana hizmet birimlerinden olduğu belirtildiğini, bu düzenlemelere göre; Hazine Avukatları genel bütçe içindeki kamu kurum ve kuruluşlarını her tür ve derecedeki yargı ve icra mercileri ile hakemler nezdinde vekilEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 2 sıfatıyla temsil ettiklerini 4353 sayılı Maliye Vekaleti Baş Hukuk Müşavirliğinin ve Muhakemat Müdürlüğünün Vazifelerine, Devlet Davalarının Takibi Usullerine ve Merkez Vilayetler Kadrolarına Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanunun 1., 2. ve diğer madde hükümleri ile gerekçesinde açıklandığı gibi, Devleti adli, idari ve cezai davalarda temsil ve takip etmek üzere Hazine Avukatlığı sınıfı ihdas edilmiş; 22'nci maddeye göre de, idari davalarda temsil yetkisi Hazine Avukatlarının yanında daire âmirleri, hukuk müşavirleri ve ilgili şube müdürlerini kapsayacak şekilde genişletildiğini, anılan 4353 sayılı Kanunda da, Maliye Bakanlığı Baş Hukuk Müşavirliği ile Muhakemat Genel Müdürlüğünün merkezdeki vazifeleri 2'nci maddenin C bendinde; 'Bakanlıklara ve genel muvazene içindeki diğer dairelere ait her türlü hukuk ve ceza davaları ile icra işlerini, ait olduğu makam ve mercilerde işlemi, ait olduğu makam ve mercilerde ikame, takip ve müdafaa ettirmek'; D bendinde de, 'Mali hususları ihtiva eden ve Hazineyi ilgilendiren idari davalara karşı Bakanlıklar ve Dairelerince hazırlanarak bu Kanunun 24'ncü maddesi gereğince Maliye Bakanlığına gönderilen müdafaanameler üzerinde icap ettiği takdirde hukuki mütalaa beyan etmek ve bu davaların duruşmalarında bakanlık' ve daireleri Baş Hukuk Müşaviri, Hukuk müşavirleri, Merkez Muhakemat Müdürü, Müşavir avukatlar ve avukatları marifetiyle idari kaza ve mercilerinde temsil etmek olarak belirtildiğini, 4353 sayılı 'Maliye Vekaleti Baş Hukuk Müşavirliği'nin ve Muhakemat Umum Müdürlüğünün Vazifelerine ve Devlet Davalarının Takibi Usullerine ve Merkez ve Vilayetler Kadrolarında Bazı Değişiklikler Yapılmasına Dair Kanun'un 2. maddesinin (C) bendi ve 3. maddesinin (B) bendi gereğince, bakanlıklarla genel bütçeye dahil dairelere ait hukuk ve ceza davaları ile her türlü icra takiplerinde bu daireleri mahkemeler, hakemler, icra daireleri, dava ve icra işleriyle alakalı diğer merciler önünde temsil yetkisi Maliye Bakanlığı'na verildiğini, Yasa'nın 18. maddesinin birinci fıkrasına göre bu yetki Hazine Avukatları vasıtasıyla kullanıldığını, bu davaların asıl tarafı ilgili daire olup, Hazine Avukatının onun davadaki kanuni temsilcisi olduğunu, buna ilaveten 4353 sayılı Kanunun 19 ncu maddesinin son fıkrasındaki 'Baş Hukuk Müşavirliği ve Muhakemat Umum Müdürlüğü teşkilat kadrolarına dahil olanlardan Devlet dairelerini avukat sıfatıyla temsil edenler hakkında 1136 sayılı Avukatlık Kanununun hükümleri dairesinde disiplin tatbikatı icrası vazife gördükleri yerin barosuna aittir.' hükmünden hareketle de, Hazine Avukatlarının devleti avukat sıfatıyla tevkil ettiğinin öngörüldüğünü, 4353 sayılı Kanunun, hukuk ve ceza davalarının ve icra islerinin takibi usulleri baslığını taşıyan üçüncü bölümünde (4353 s.K.m.26 vd); Merkezde Başhukuk Müşaviri ve Muhakemat Umum Müdürünün ve illerde muhakemat müdürlerinin ve teşkilât olmayan yerlerde Hazine Avukatının uygun görüşü olmadıkça hiç bir dava açılamayacağı ve hiç bir icra takibi yapılamayacağı; maddî veya hukukî sebeplerle dava açılmasında ve icra takibinde fayda umulmayan işlerde muhakemat müdürleri ve olmayan yerlerde Hazine Avukatları tarafından mucip sebepleri gösterilmek suretiyle verilecek mütalâa derhal Bakanlığa bildirilerek alınacak emir ve talimata göre hareket olunacağı, Hazine Avukatlığı teşkilâtı olmayan yerlerde dava açılmasına veya icra takibine gerek görülmeyen işler hakkında daire âmirlerinin görüşlerini Maliye Bakanlığına bildirerek alacakları talimat dairesinde hareket edecekleri, muhakemat müdürleriyle Hazine Avukatları ve daire âmirlerinin süreli (miatlı) işlerde hakkın düşmesini önleyecek tedbirleri almakla mükellef oldukları (4353 s.K m.26); dava ve takiplerden vazgeçme veya sulh yetkisinin yahut davanın konusuz kalma halinde hangi miktarlara göre kaymakam yahut Maliye Bakanının yetkisinde olduğu (4353 s.K m.27 31); 27, 28, 29 ve 30 uncu maddeler hükümlerine uygun bir karar alınmış olmadıkça tamamen veya kısmen Devlet aleyhine neticelenen davalarla icra takiplerinden yüksek dereceli mercilerde tetkiki istenilmesi mümkün olanlar hakkında kanun yollarına gidilmesinin zorunlu olduğu ve bu zorunluluğu yerine getirmemek suretiyle hukukî veya maddî sebeplerle bozulması mümkün bir hükmün kesinleşmesine ve bir hakkın kaybolmasına sebep olan avukatlarla daire âmirleri hakkında kanunî takibat yapılmakla beraber, ortaya çıkan zararın hükmün kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içerisinde kendilerine hükmen tazmin ettirileceği (4353 s.K m.32); tashihi kararEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 3 veya yargılamanın yenilenmesi veya 3533 sayılı Kanun uyarınca hakemlerce verilmiş olan kararlara karşı itiraz yoluna gidilmesi için kanuni sebepler mevcut olup olmadığının takdirinin davayı takip eden avukata ve teşkilât olmayan yerlerde daire âmirlerine ait olduğu (4353 s.K. m.33) konularında ayrıntılı düzenlemeler bulunduğunu, Bakanlıkların görev ve teşkilatlarına dair bu kanunlarda genellikle hukuk müşavirlerine kuruluşu 'temsil etmek' görevi verildiğini; ancak 178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararname'nin 9'ncu maddesinin 2 ve 3'ncü fıkralarında; 'Baş Hukuk Müşaviri ve Muhakemat Genel Müdürü, Hukuk Müşavirleri, Müşavir Hazine Avukatları genel bütçe içindeki kamu kurum ve kuruluşlarını her tür ve derecedeki yargı ve icra mercileri ile hakemler nezdinde vekil sıfatıyla temsil ederler. 4353 sayılı Kanunun 19'ncu maddesindeki bildirim, idare ve vergi mahkemelerinde yapılır. Aynı Kanunun 22'nci maddesinde esasları belirleyen idari davalarda temsil yetkisi, idare ve vergi mahkemelerini de kapsar.' hükmü ile Hazine Avukatlarına idareyi vekil sıfatıyla temsil yetkisi tanındığını, bununla birlikte katma bütçeli kamu idarelerin özel kanunlarında genel müdür ve/veya hukuk müşavirlerine temsille birlikte tevkil görevi verildiği veya 1389 sayılı Kanunun tatbik edileceği hükme bağlandığını, Anayasa Mahkemesi'nin, 24.11.1987 tarih ve 1987/24 32 sayılı kararıyla Hazine Avukatlarının görev ve yetki sınırlarıyla ilgili bakışı; '4353 ve 657 sayılı Yasalar ile 178 ve 207 sayılı KHK'lere göre iş ve özlük hakları bakımından aralarında pek fark olmamakla beraber, Genel Bütçeye dahil Devlet Kuruluşlarının her konuda hukuk danışmanlığını ve avukatlığını yapan ve memur avukatlık türünde bir meslek sınıfı oluşturan hazine avukatlarının faaliyet alanlarının, birinin tüm kamu kuruluşlarını kapsaması, diğerinin yalnızca kendi kurumunu temsil etmesi, bu itibarla diğer kamu avukatlarından daha geniş bir alan içinde kamu hizmeti görmeleri yönünden aynı olmadığına' şeklinde değerlendirmesiyle Hazine Avukatlarının temsil etmiş olduğu idarelerin sayıca çokluğu ve bu idarelere ait dava çeşidinin ve sayılarının bir hayli fazla olduğu böylece açıkça ortaya konduğunu, Anayasa Mahkemesi'nin 24.11.1987 tarih ve E.1987/24, K.1987/32 sayılı kararında Hazine Avukatlarıyla ilgili davada, 'Özde Anayasaya aykırı düşmeyen bir kuralın uygulamanın genişletilmesi amacıyla iptali isteminde bulunulmaz' yönündeki gerekçeyle, söz konusu eksik düzenlemeyi Anayasa'ya aykırı bulmadığını, Hazine Avukatlarının, devletin temel ilkesi olan ve anayasalarda yerini alan kuvvetler ayrılığı prensibi gereği yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarından, bilhassa yürütme erkinin yargı erki mercilerinde temsil ve savunuculuğu görevini üstlendiğini, görevleri gereği kamunun güvenliği ve selameti, bilumum maddi ve manevi menfaatleri için özveriyle çalıştıklarını, Hazine Avukatları ve diğer kamu avukatlarının sorumlulukları büyük olduğunu, devletin trilyonluk davalarını takip eden, batık kredilerinin tahsili için uğraşan, kamunun çıkarlarını kollayıp koruyan memur avukatlar büyük mali sıkıntı içinde olduklarını, bu durumun düzeltilmesi; görevde kalıcılığın temin edilmesi ve hizmet verimliliklerinin artırılmasının da gereği olduğunu, hazinenin memur avukatlarının, bir yönden Devlet Memurları Kanunu'na bir yandan da disiplin kovuşturması yönünden Avukatlık Kanunu'na bağlı tutulduklarını, Hukuk sistemimizde iki tür vekalet ücreti söz konusu olduğunu, birincisinin, müvekkil ile vekil arasında yapılacak bir sözleşme ile (yazılı sözleşme yoksa Avukatlık Kanunu'nun 164/4. maddesine göre) belirlenen vekalet ücreti (A.K: m.164/1, 2, 3, 4); ikincisinin ise HUMK'nin 423/6, (CMK:303/I h, 324); İYUK:31/1) ve Avukatlık Kanunu'nun 164/sonEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 4 maddelerine göre, vekille takip edilen davalarda mahkemece, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi'ne göre re'sen takdir edilen vekalet ücreti olduğunu, Kamu ve kurum avukatları, belli bir ücret (maaş) karşılığı iş gördüklerinden, bunlar için birinci tür vekalet ücreti söz konusu olmadığını, ancak, yargılama gideri olan ikinci tür vekalet ücreti açısından, gerek HUMK'da, gerekse Avukatlık Kanunu'nda, serbest meslek sahibi avukatlarla, memur veya diğer istihdam şekilleriyle iş gördürülen kamu ve kurum avukatları arasında, herhangi bir ayrım yapılmadığını, kamu ve kurum avukatlarının da HUMK'nun 423/6. da düzenlenen vekalet ücretini almaya hakları olduğu konusunda, uygulamada da herhangi bir ihtilaf olmayıp, sorun, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 146/3. maddesi nedeniyle, bu kanuna tabi olan avukatlara ödenecek vekalet ücretinin, herhangi bir sınırlamaya tabi olup olmayacağı hususunda toplanmakta olduğunu, bu konudaki uygulamanın, 1136 sayılı Kanunun 164. maddesinin, 4667 sayılı Kanunla değiştirilmesine kadar, kamu ve kurum avukatlarına, 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesindeki limit dâhilinde vekalet ücreti ödenmesi şeklinde olduğunu, zira Avukatlık Kanunu'nun değişiklik öncesi metnindeki, 'Avukatla iş sahibi arasında aksine yazılı sözleşme bulunmadıkça, tarifeye dayanarak karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücreti avukata aittir.' ifadesinin vekalet ücretinin avukata aidiyetinin mutlak olmadığını, bunun aksinin kararlaştırılabileceğini göstermekte iken 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesindeki limit de, bu istisnanın içerisinde mütalaa edilmekte olduğunu ancak, Avukatlık Kanunu'nun 164. maddesinin, 4667 sayılı Kanunla değiştirilmesi sonrasında, ilgili fıkra, 'Dava sonunda, kararla tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti avukata aittir. Bu ücret, iş sahibinin borcu nedeniyle takas ve mahsup edilemez, haczedilemez.' şeklini almış ve bunun aksinin kararlaştırılamayacağı hususu, maddenin mutlak ifadesi ile güvence altına alındığını, bu durumda, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun değişik 164/son maddesi ile 657 sayılı Kanunun 146/3. maddesinin bir arada uygulanması mümkün olmamakta ve bu iki kanunun, birbiri ile çelişik hükümler ihtiva etmesinin, uygulamada sorunların yaşanmasına sebebiyet vermediğini, Avrupa Birliğinin, 'Avukatlık Mesleğinin İcrasındaki Özgürlükler' hakkındaki 9 numaralı tavsiye kararının 50'nci maddesinin (Prensip IV); 'Avukatların ücretleri ve hizmetlerinin karşılığı konusunda, avukatların özgür olabilmeleri için makul bir yaşam standardını elde edebilecek kadar kazanmaları şarttır. Avrupa Birliği Avukatlık Meslek Kurallarına göre; 'avukatın vekâlet ücretini avukat olmayan bir kişi ile paylaşması yasaktır', şeklinde olduğunu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne Devletimiz aleyhine intikal eden birden fazla memur avukatların vekalet ücretleri mülkiyet hakkı kapsamında şu günlerde esasa girilerek de görülmeye başlanmış olduğunu, davaların lehe sonuçlanmasıyla emsal görülerek sayısı 3.500'lere yakın kamu avukatları söz konusu yargı yoluna başvuracakları muhakkak olduğunu, Dava sonunda, tarifeye dayalı olarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücreti, yukarıda da ifade edildiği gibi, HUMK'nun 423/6. maddesi ve Avukatlık Kanunu'nun 164/son maddesinden doğduğunu, ancak, bunun ön şartı, davanın veya takibin, 'vekil (avukat)' vasıtası ile takip edilmesi olduğunu, onun içindir ki, idareyi ve kurumları, avukat olmayan bir memurun temsil ettiği durumlarda (mesela nüfus memurlarının takip ettiği davalarda), vekalet ücretine hükmedilmediğini, vekalet ücretinin, 'avukatlık' sıfatının bir sonucu olup davayı takip eden avukatın mülkiyet hakkına girdiğini, mülkiyet hakkının da Temel Hak ve Hürriyetler içerisinde düzenlenen Anayasal bir hak olduğunu, temel hak ve hürriyetler doktrinde insan haklarının pozitif hukuk tarafından tanınmış ve düzenlenmiş bölümü olarak kabul edildiğini, 'Anayasal haklar' tabirinin de temel hak ve hürriyetlerin yerine kullanılmakta olduğunu, Anayasa tarafından düzenlenen ve güvence altına alınan hakların Anayasal haklar olduğunu. Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 5 Kamuda çalışan avukatların da Avukatlık Kanununa ve meslek kurallarına göre faaliyette bulundukları konusunda tereddüt olmadığını, Avukatlık Kanunun Ek 1. maddesinde kullanılmış bulunan kamuda çalışan avukatlar 'görevlerinin gereği olan işleri yaparken baro levhasına kayıtlı avukatların yetkileriyle haklarına sahip ve onların ödevleriyle yükümlüdürler' ifadesi de bunu teyit ettiğini, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun 423. maddesinin 6. bendinde vekil ücretleri mahkeme masrafları arasında sayıldığını, 417. maddesinde ise kanunlarda aksine bir düzenleme olmadığı hallerde masrafların aleyhine hüküm verilen tarafa ait olacağı hükme bağlandığını, buradaki amacın haksız çıkan tarafın haklı çıkan tarafın yüklenmek zorunda kaldığı masrafları karşılaması, haklı olan taraf üzerinde masraf bırakılmaması, yapmış olduğu masrafların tazmini olduğunu, yargılama giderlerinin bir parçası olan vekalet ücretlerinin niteliği mahkeme veya icra dairesince hükmedilen bir tazminat olduğunu, 657 sayılı DMK'nun 164. maddedeki vekalet limiti konmadan önce: '10/02/1929 tarih ve 1389 sayılı Devlet davalarını intaceden avukat ve saireye verilecek ücreti vekalet hakkındaki kanun hükümleri saklıdır.' şeklinde hükmün olduğunu madde metninden anlaşılacağı gibi, kanun yürürlüğe girdiğinde, vekalet ücretine herhangi bir sınırlama getirilmediğini, kazanılan vekalet ücretinin tamamının avukatlara ödenmesine o tarihte kanun cevaz verdiğini, vekalet ücretine ilk sınırlamanın, 15/05/1975 tarih ve 1897 sayılı Kanunla getirildiğini, 657 sayılı Kanun'un 146. maddesi ' şu kadar ki, ödenecek vekalet ücretinin yıllık tutarı, 1. Derecenin ilk kademe aylığının yıllık tutarının %30'unu geçemez ' şeklinde değiştirildiğini, bu tarihten daha sonra yapılan başka bir değişiklikle, vekalet ücreti ile ilgili bu bölüme, 'ek gösterge hariç' ibaresi eklendiğini, kanun yürürlüğe girdiğinde, vekalet ücretinde herhangi bir sınırlama bulunmadığından, daha sonraki tarihlerde yapılan değişikliklerle getirilen sınırlamalar, kanunla açık ve net olarak verilen bir hakkın, geri alınması olduğunu, açık ve net olan hakkın geri alınmasının, öncelikle, 657 sayılı Kanun'un 18. maddesine aykırı olduğunu, 657 sayılı DMK 146. maddede yapılan değişikliklerle, kamu avukatları aleyhine düzenlemeler yapılması her şeyden önce, kanun'un kendi ruhuna aykırı olduğundan, aleyhe geliştirilen bu düzenlemelerin, vasat bir mantıkla dahi, kabul edilmesi mümkün görülemeyeceğini, vekalet ücreti sorununun, kamu avukatlarının yıllardır çözülemeyen ve kanayan bir yarası olduğunu, hiç bir meslek mensubuna yapılmayan adaletsizlik ve haksızlık, kamu avukatlarına reva görüldüğünü, bir çok meslek mensubu, döner sermayeden maaşından bile fazla pay almakta iken, kamu avukatlarının, karşı taraftan tahsil ettikleri ve Hazineye hiç bir yük getirmeyen vekalet ücretlerine dahi getirilen Anayasaya, Uluslar arası mevzuata, özel kanun olan Avukatlık Kanununa aykırı bir düzenleme olan 657 sayılı DMK'nın 146. maddesindeki limit sınırlamasıyla el konulduğunu, hak ettikleri vekalet ücretine limit konduğunu ve bu limit de son derece düşük tutulduğunu, üstelik Avukatlık Kanunu'nun 164/son maddesinde, karşı tarafa yükletilecek vekalet ücretinin avukata ait olacağı düzenlenmiş olmasına rağmen, limit uygulamasından vazgeçilmediğini, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun, 164. maddesinin son fıkrasının birinci cümlesinde yer alan '' avukata aittir.' sözcüklerinin Anayasaya aykırı olduğu, Çine Asliye Ceza Mahkemesi ve İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından ileri sürülmüş ve iptali istendiğini, Anayasa Mahkemesi'nin 3.3.2004 tarih, 2002/126 E., 2004/27 K. ve aynı tarihli 2004/8 E, 2004/28 K. sayılı kararları ile, avukatlar lehine iptal taleplerinin reddine karar verdiğini, her iki kararın da gerekçesinde: 'Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma, hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçularEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 6 tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygı olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından da söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2. ve 36. maddelerine aykırı değildir, iptal isteminin reddi gerekir.' ibarelerinin yer aldığını, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa'nın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlet olduğunu, bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa'ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlü olduğunu, Anayasa'nın 5. maddesinde de kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayıldığını, Anayasa'nın 10. maddesindeki 'Kanun önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olduğunu, bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörüldüğünün, eşitlik ilkesinin amacının, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemek olduğunu, bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır.' şeklinde belirtildiğini, Anayasanın 11. maddesinde 'Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz', Anayasanın 138. maddesinde 'Hakimler Anayasa, kanun ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler', Anayasanın 10. madde; 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' ve yine T.C. Anayasasının 11 inci maddesi; 'Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.' hükümlerinin yer aldığını, nihayet T.C. Anayasasının Anayasaya aykırılığını diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlığını taşıyan 152 nci maddesi, 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.' ve Anayasamızın 152 ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddelerinde, bir davaya bakmakta olan mahkemenin o dava sebebi ile uygulanacak kanun hükümlerini Anayasa'ya aykırı görürse konuyu itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne götürebilmesi için, aşağıdaki iki şartın birlikte olması gerekmektedir: 1 Mahkemede bakılmakta olan bir davanın bulunması, 2 Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen kuralın o davada uygulanacak bir kural olması, Açılan davada her iki yasal unsur bir arada bulunmakta olduğunu. Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 7 Yargılama sonunda mahkemelerin verdiği kararlar esas hakkında verilen hüküm ile yargılama giderlerini kapsayan hükümden oluştuğunu, vekalet ücreti de yargılama giderlerinden sayıldığını, bunların taraflar arasında nasıl paylaştırılacağı hususu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 413 426. maddelerinde gösterildiğini, Görülmekte olan davada, 4353 sayılı Kanun kapsamındaki kamu kuruluşları için daha uzun temyiz ve esas hakkında cevap verme süreleri öngören itiraz konusu kuralların Anayasa'ya aykırı oldukları kanısına varan Avanos Mahkemesinin, iptalleri için re'sen Anayasa Mahkemesine başvurması sonucunda; 02.12.2004 tarih, 2001/216 E., 2004/120 K. sayılı ilamında; özel hukuk kişileri, serbest çalışan avukatlar ile kamu kurumlarını temsil eden memur avukatların temyiz sürelerindeki (15 30 gün) farklılıkları Anayasanın eşitlik ilkesine, silahlarda eşitlik kuralına aykırı bulması gibi, vekalet ücreti yönüyle de, 1136 sayılı Yasanın birlikte muhatabı olan serbest çalışan avukatlar ile memur avukatlar arasında fark görmeyeceği muhakkak olduğunu, AYM 3.3.2004 Tarih ve 2004/8 28E. K. İlamında; İtiraz yoluna İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi başvurusu neticesinde; AYM gerekçeli ret kararında; 'Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçular tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygı olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından ya da itiraz konusu kuralın adalet anlayışına aykırı olduğundan söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2., 5. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.' Şeklinde karar vererek, 19.3.1969 günlü, 1136 sayılı 'Avukatlık Kanunu'nun 4667 sayılı Yasa ile değiştirilen 164. maddesinin son fıkrasının birinci tümcesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itirazın REDDİNE, 3.3.2004 gününde OYBİRLİĞİYLE karar vermiştir.' şeklinde, Yine AYM'nin İtiraz Yoluna Çine Asliye Ceza Mah. Başvurmasıyla 3.3.2004, 2002/126E., 2004/27 K. İlamında; 'İtiraz konusu kural ile dava sonunda tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücretinin avukata ait olacağı öngörülmüştür. Böylece taraflar arasında ücretin kararlaştırılmadığı durumlarda, avukatın sunduğu hizmetin karşılıksız kalmamasını sağlama ve vekil ile müvekkil arasında çıkacak ücret uyuşmazlıklarına engel olma amacı güdülmüştür. Vekalet ücretinin davayı takip eden avukata ait olduğu yasal güvence altına alınmış olsa da, bu durum avukatlık ücretinin vekil ile müvekkil arasındaki bir iç sorun olma niteliğini ve avukatlık ücretinin kişisel hak olma özelliğini değiştirmemektedir. Nitekim Avukatlık Kanunu'nun 163. maddesinde avukatlık sözleşmesinin serbestçe düzenleneceği belirtilerek, avukatlık ücretinin de, asgari ücret tarifesi altında olmamak üzere (m. 164/4 cümle 1) taraflarca kararlaştırılabileceği öngörülmüştür. Öte yandan, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 59. maddesinin birinci fıkrası ile Avukatlık Kanunu'nun 35. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, dava ehliyeti olan herkes, savını kanıtlamak için davayı kendisi açıp takip edebilir. Dava ehliyeti olan davalı da, avukat aracılığı olmadan kendisini savunabilir. Davacı veya davalının davayı vekil aracılığıyla takip etmeleri ise kendi iradelerine bağlıdır. Avukatların hukuksal bilgi ve tecrübelerinden yararlanma, hak arama ve savunmada başvurulacak meşru yol ve vasıtaların başında gelir. Vekalet ücreti, savunma hakkının en önemli parçası olan hukuki danışmanlık görevinin, konunun uzmanı hukukçular tarafından yapılmasının doğal bir sonucudur. Avukatların mesleklerini serbestçe ve herhangi bir kaygıEsas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 8 olmadan yapabilmeleri için yaptıkları hizmetin karşılığı olan makul bir ücret almaları gerekir. Avukatla yapılacak sözleşmede ücret kararlaştırılırken, dava sonunda karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücretinin gözetilmesi engellenmediğinden, itiraz konusu kuralla hak arama özgürlüğünün kullanılmasının zorlaştırıldığından da söz edilemez. İtiraz konusu kural, anılan nedenlerle, Anayasa'nın 2. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.' Şeklinde çağdaş, eşitliği sağlayan kararlarının olduğunu, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'nun değişik 164. maddesinin son fıkrası ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 146. maddesinin 3. fıkrasının bariz biçimde çeliştiğini, her iki kanunun lafzı incelendiğinde, uygulayıcılara takdir hakkı ve yetkisinin tanınmadığı, dolayısıyla hükümlerin, 'emredici' nitelikte olduğunu, kabul ve yürürlük tarihi olarak sonraki kanun niteliğinde olmasına rağmen, Avukatlık Kanunu'nda kapsamlı değişiklikler yapan 4667 sayılı Kanun, 657 sayılı Kanunun 146/3. madde hükmünü açıkça ilga etmediğini, farklı zamanlarda yapılan kanuni düzenlemelerin birbirine aykırı hükümler içermesi halinde, kanun koyucunun iradesinin, sonraki kanunun uygulanması yönünde olduğu kabul edilmesinin gerekli olduğunu, Türk yargısının bu konudaki uygulaması da aynı olduğunu, 657 sayılı Kanun, birçok sınıfı kapsayan ve bütün devlet memurlarına tatbik edilen genel bir kanun olup Avukatlık Kanununun ise, yalnız avukatlar için çıkarılmış olan özel bir kanun olduğunu, Avukatlık Kanunu'nun 657 sayılı DMK ya göre özel bir kanun olduğu tartışmasız bulunduğunu, kamu avukatlarına ödenecek vekalet ücreti hakkında, bu avukatların, kendi özel kanunlarına göre işlem yapılması gerektiğini, kaldı ki, Avukatlık mesleğinin 1136 sayılı Kanun ile düzenlendiği, bu Kanunda, avukatlar arasında çalışma şekil ve şartları açısından herhangi bir ayrım ve sınıflandırma yapılmadığını, hatta daha da ileri gidilerek, Ek. 1. maddede kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinde, aslî ve sürekli olarak avukatlık görevinde çalışanların, görevlerinin gereği olan işleri yaparken, baro levhasına kayıtlı avukatların yetkileriyle haklarına sahip ve onların ödevleriyle yükümlü olduklarının vurgulandığı, tarifeye dayanılarak karşı tarafa yüklenecek vekalet ücretinin avukata ait olduğu, 'vekalet ücreti'nin memur olmanın değil, avukat olmanın bir sonucu olduğu gibi hususlar nazara alındığında, 1136 sayılı Kanunun özel bir kanun olduğu anlaşıldığını, 657 sayılı Kanunun 36. maddesinde de, 'Avukatlık hizmetleri sınıfı, özel kanunlarına göre avukatlık ruhsatına sahip, baroya kayıtlı ve kurumlarını yargı mercilerinde temsil yetkisini haiz olan memurları kapsar.' denmek suretiyle, Avukatlık Kanununun özel niteliğine vurgu yapıldığını, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ise, 1. maddesinin 1. fıkrasında da belirtildiği gibi, ilgilinin sıfatına ve mesleğine bakılmaksızın bütün devlet memurlarının kadro, hak ve yükümlülüklerini düzenleyen, konusunda en genel niteliğe sahip kanundur. Yine 657 sayılı Kanunun 4. maddesinde yapılan 'memur' tanımı, Kanunun genel niteliğini daha da pekiştirdiğini, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 20 Temmuz 1965 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdiğini, Kanunun, vekalet ücreti ile ilgili 146. maddesinin 3. fıkrasının, 'Şu kadar ki, vekalet ücretinin yıllık tutarı, birinci derece son kademe aylığının (ek gösterge hariç) yıllık tutarını geçemez.' cümlesi, 20.03.1997 tarih ve 570 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (3 Nisan 1997 T., 22953 Mükerrer sayılı R.G.) ile 'Şu kadar ki, vekalet ücretinin yıllık tutarı; 6000 gösterge rakamının memur aylıklarına uygulanan katsayı ile çarpımı sonucu bulunacak aylık brüt tutarın oniki katını geçemez.' cümlesi ile değiştirildiğini, bu tarihten sonra söz konusu hükümde herhangi bir değişiklik yapılmadığını, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu ise, 7 Nisan 1969 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanunun, tarifeye dayalı olarak karşı tarafa yükletilecek vekalet ücreti ile ilgili 164. maddesinin 4.Esas Sayısı : 2010/97 Karar Sayısı : 2011/173 9 fıkrasındaki, 'Avukatla iş sahibi arasında aksine yazılı sözleşme bulunmadıkça, tarifeye dayanarak karşı tarafa yüklenecek avukatlık ücreti avukata aittir.' hükmü, söz konusu maddenin, 4667 sayılı Kanunun 77. maddesi ile kenar başlığıyla birlikte tamamen değişmesi ile değişik 164. madden
4,139
Esas Sayısı : 2015/50 Karar Sayısı : 2015/107 1 “…4733 sayılı Kanunun 8. maddesinin 5. fıkrasının (a) bendinde yer verilen fiilin işlenmesi halinde uygulanacak idari para cezasının aynı bentte belirlendiği, bu belirleme yapılırken Kanunda idari para cezasının alt ve üst sınırına yer verildiği, ayrıca her yıl yeniden değerleme oranında para cezası miktarında artışın yapıldığı, Kanun metninde 50.000 TL ile 250.000 TL arasında para cezası miktarının belirlendiği, dava konusu işlemin tesis edildiği tarihte bu miktarların 76.142 TL ile 380.715 TL olarak uygulandığı, davacıya da üst sınır üzerinden para cezası verildiği görülmektedir. Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri ‘belirlilik’tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. ‘Öngörülebilirlik şartı’ olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini korumakla birlikte idarede istikrararı da sağlar. Değişen sosyal, siyasal ve ekonomik koşullar kimi durumlarda devlet idarelerine bir takım hakların tanınması gereğini ortaya çıkarmıştır. Gelişen, büyüyen, çeşitlenen ve çoğalan toplumsal gereksinimleri yerinde, zamanında ve etkin bir biçimde karşılayabilmek için çağdaş yönetimlerde idareye değişik alanlarda yaptırım uygulama yetkileri tanınmaktadır. İdari makamların Yasanın belirlediği sınırlar arasında cezanın takdirine esas alacakları objektif ölçütler Yasada gösterilmiştir. Yasayla para cezasının alt ve üst sınırları gösterilmiş, bu alan içinde cezayı uygulama yetkisi idareye bırakılmıştır. İdarenin hangi ölçütleri esas alacağı açık, belirgin ve somut olarak Yasada yer almamıştır. Yasa kuralı bu anlamda belirli ve öngörülebilir değildir. Alt ve üst sınır arasında idareye bırakılan takdir alanı geniş, sınırsız ve ölçüsüzdür. Cezanın belirlenmesinin alt ve üst sınır arasında 200.000 TL gibi makul ve ölçülü olmayan şekilde genişliği; uygulamada, yorum ve değerlendirme farklılıklarına dayalı olarak eşitsizliğe, haksızlığa ve keyfiliğe yol açabilecek niteliktedir. Yasakoyucu, kamu düzeninin korunması amacıyla ceza hukuku alanında hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, cezaların yasallığı ve hukuksal güvenlik ilkelerinin gereği olarak, farklı ve keyfi uygulamalara neden olmamak için geçerli sebepler ve objektif ölçütleri yasada göstermesi gerekir.Esas Sayısı : 2015/50 Karar Sayısı : 2015/107 2 Bu tür idari işlemlere karşı yargı yolu açık olmakla birlikte, bu güvencenin uygulama aşamasından sonra ve ancak itiraz yoluyla ortaya çıkacağı göz önünde bulundurulduğunda, yasa kurallarının yürürlükte olduğu sürece keyfiliği ortadan kaldırmaya yeterli olduğu söylenemez. Hukuk kuralları, yargının yorumuna ihtiyaç göstermeyecek ve uygulayıcılar tarafından anlaşılabilecek şekilde açık ve belirgin olmak, uygulayıcılara güvence vermek zorundadır. Tüm bu veriler ışığı altında, herhangi bir ölçüte yer verilmeden idari para cezası alt ve üst sınırının makul olmayan bir biçimde geniş bir takdir yetkisine yol açacak bir şekilde belirleyen hükmün belirlilik, hukuki güvenlik ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. SONUÇ: Açıklanan nedenlerle 4733 sayılı Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 8. maddesinin 5. fıkrasının (a) bendinde yer alan “ellibin Yeni Türk Lirasından ikiyüzellibin Yeni Türk Lirasına kadar idarî para cezası verilir.” ibaresinin Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan ilgili hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyadaki belgelerin onaylı birer örneklerinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, dava dosyasının görüşülmesinin Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar (5 ay süreyle) bekletilmesine 10/04/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.”
628
Esas Sayısı : 1997/64 Karar Sayısı : 1998/4 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir : Davacı Altur Antalya Lara Turistik Tesisleri ve İşletmeleri A.Ş. vekili Av. Sahir Yörük tarafından Devlet Hazinesine izafeden T.C. Maliye Bakanlığı aleyhine ikame ettiği 1.000.000.000. TL tazminat davasında; davacı şirkete ait 5 yıldızlı Clup Otel Sera bünyesinde çalışmak üzere 1986 yılında talih oyunları salonu için T.C. Turizm Bakanlığından işletme belgesi aldığı, daha sonra izne bağlı olarak işletmeyi genişlettiklerini, iddia ettiğini, 1986 yılından beri faaliyetini sürdürdükleri, Antalya yöresinin sırf yaz turizmine hitap ettiği, iddia edildiği, ölü sezon tabir edilen kış mevsiminde yabancı turist celb edip, döviz kazandırıcı işlemlerde bulunabilmek için iddiaya göre sadece 10 yıldır sadece talih oyunu oynamak isteyen Rus İsrailli turistlerle anlaşmalar yaptıklarını, bu anlaşma yaptıklarından İngaz Tur. firması ile yaptıkları 1.10.1997 ve 1.4.1998 tarihleri arasında her gün için kişi başı 40 dolardan 80 kişilik rezervasyonu iptal ettiklerini noterce ihtar edilip müşteri gönderilmediğini, günlük zararlarının 3.200 dolar olduğunu, iddia edildiği, bu zararı belgeli işletmelerinin 6 ay sonra kapanmasına ilişkin 4302 sayılı Yasanın geçici 1. maddesi ile sebebiyet verildiğinden bahisle bu davanın açıldığı, doğrudan devlet hazinesine izafetle Maliye Bakanlığının sorumlu olduğunun, tahsilini istedikleri 1.000.000.000. TL ferileri ile birlikte istenmiş olmakla, öncelikle 4302 sayılı Yasanın 1. md.nin Anayasaya aykırı olduğunu iddia ve dava ederek, öncelikle Anayasaya aykırılık iddiası ciddi görülerek, Anayasa Mahkemesinin itiraz yolu ile başvurulmasına, karar gelene kadar davanın geri bırakılmasını talep etmiş olmakla, dava dilekçesinde ihtarname aslı, tebliğ zarfı örneği, rezervasyon anlaşması aslı, işletme belgeleri eklenmiş olduğu görülmekle, davalı Devlet Hazinesine izafeten Ant. Muhakemat müdürlüğü vekili, cevap dilekçesinde davanın tam yargı davası olması nedeni ile İdare Mahkemesinde dava açılmasını, davanın yerinde olmadığını, reddini istemiş ise de, dosyaya ibraz edilen belgeler ve mahkememize açılan dava ve 4302 sayılı Yasanın 1. md.nin Anayasaya aykırılık iddiası gözönüne alınarak mahkememizce bu iddialar ciddi görülmekle, öncelikle davacı vekilinin Anayasaya aykırılık iddiasının incelenmesi ve karara bağlanması görülmekle, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununda değişiklik yapılması, 4302 sayılı Yasa'nın geçici 1. md. amaç, hak ve görev ihlali, ekonomik görev ve cezaların şahsiliği, yasama organının Anayasaya ve temel hukuk kurallarına sıkı sıkıya bağlı olması ilkesi yönünden Anayasanın 2., 10., 11., 12., 19/1., 48., 60., 166, 38/6 md. aykırı olduğu konusundaki itirazları aşağıda yazılı olduğu şekilde değerlendirilmeye kafi görülmüş olup, 4302 sayılı Yasanın (bu kanunun yürürlüğe girmesinden önce Turizm Bakanlığı tarafından izin verilmiş olan talih oyunlarının izinleri bu kanunun Resmi Gazetede yayınlanmasını takiben 6 ay sonra bir bildiriye gerek olmaksızın hükümsüz olur, bu tarihten sonra bu işletmelerin faaliyetlerine hiç bir şekilde izin verilmez) geçici 1. md. davacının devletin yasalarına göre aldığı talih oyunları işletme hakkı muktesap hak teşkil ettiğinden, kazanılmış haklarda hukukun genel prensiplerinden, ilkelerinden olması nedeni ile yasama tasarrufu ile elinden alınması, kazanılmış hakkın çiğnenmesi niteliğinde olup, hukuk devleti ilkesini öngören Anayasamız 2. md. temel hak ve özgürlüklerden, kazanılmış hak, teşebbüs ve çalışma özgürlüğünün ortadan kaldırılması olup, Anayasa 10. md. herkesin kişi güvenine sahip olduğuna dair, 19. madde çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen Anayasanın 48. md. çalışmanın herkesin hakkı ve ödevi olduğuna, devletin işsizliği önlemesine dair Anayasanın 49. md. her türlü sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu ve devletin bu güveni sağlamakla yetkili olduğuna, 60. md. devlete verilen ekonomik görevin yapılmasına, engel olacağından Anayasa'nın 166. md. yasaya uygun kurulmuş işletmeler ile yasaya aykırı kurulmuş işletmeler arasında fark gözetmeksizin hepsine kapatma cezası uygulamakla, cezaların şahsiliği prensibiniEsas Sayısı : 1997/64 Karar Sayısı : 1998/4 2 öngören Anayasa'nın 38/6 md. aykırı bulunmaktadır. Bu nedenle davacı işl. vekilinin Anayasa aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görülmekle 152. ve 2949 sayılı Yasanın 18. ve 28. md. gereğince; 2634 Turizmi Teşvik Kanununda değişiklik yapan 4302 sayılı Yasanın geçici 1. md. Anayasanın 2.,10.,11.,19/1.,48.,60.,166, 38/6 md. aykırı bulunması nedeni ile iptali için itiraz yolu ile Yüce Anayasa Mahkemesine başvurulması davanın netliği ve meydana getirdiği zararlar nazara alınarak, Anayasa Mahkemesinin 4302 sayılı Yasanın geçici 1. maddesinin yürütülmesinin durdurulmasını da Yüce Anayasa Mahkemesinin takdirine bırakılmasını, karara dava dilekçesi ile davalı cevap dilekçesinin dosyadaki belgelerin tasdikli birer örnekleri eklenerek karar ile birlikte Yüce Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, bu sebeple Anayasa Mahkemesinden karar gelene kadar davanın geri bırakılmasına, duruşmanın 19.3.1998 günü saat 9.00'a bırakılmasına karar verildi.
670
Esas Sayısı : 1998/4 Karar Sayısı : 1999/23 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : Dava konusu olayda iddiaya göre, bir milyon lira para ve bir çift kullanılmış ayakkabı gasp edilmiştir. Ayakkabının değeri kesin şekilde tespit edilememiş olmakla birlikte, kullanılmış oluşu ve sahibinin yaşı ile ekonomik ve sosyal konumu itibariyle 3 5 milyon liradan daha fazla bir parasal değer taşımadığını düşünmek yanlış olmayacaktır. Esasen bu konuda var ise şüphenin sanık lehine yorumlanarak değerin düşük düzeyde kabulü gerekir. Diğer yandan TCK.nun 522/1. maddesinin genel kabul gören uygulamasında 1997 yılı itibariyle suç konusu para, eşya veya zararın toplam değeri yaklaşık otuz milyon lira veya daha az ise, olay tarihindeki genel ekonomik şartlara göre, bu kıymetin pek hafif olarak değerlendirilmesi gerekir. Öyle ise dava konusu olayda gasp edildiği iddia edilen para ve eşyanın toplam değeri, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, pek hafiftir. Fakat bu pek hafifliğe dayanılarak 522. maddenin birinci fıkrası uyarınca cezada indirim yapılamayacaktır. Çünkü aynı maddenin üçüncü fıkrasında yer alan ve itiraz konusu yapılıp iptali istenen hüküm, buna engeldir. Zira bu hüküm, dava konusu suçu da içine alan ikinci fasıldaki yağma, yol kesme, adam kaldırma suçlarında değer hafifliğinden ceza indirimine cevaz vermemektedir. Bu nedenle, mahkememizce başvuru koşulları vardır. Nitekim iptali istenen hüküm ile aynı cümlede yer alan ve aynı neviden cürümlerden mükerrir olmayı da indirim engeli sayan kuralın dahi Anayasa'ya aykırılığı düşünülmekte ise de, davada bu kuralın uygulama yeri bulunmadığı için, başvuru dışında bırakılmıştır. İtirazın Esası : TCK.nun 522/1. maddesindeki cezayı artırım ve indirim kuralı, mala karşı işlenen suçlarda, suç konusu olan şeyin veya verilen zararın değeri ile ilgilidir. Yoksa örneğin, hırsızlık veya ızrar ile gasp arasında değer yönünden fark gözetmemek gerekir. Nitekim değerin pek fahiş olmasına binaen cezanın arttırımında fark gözetilmemiş ve fakat değerin hafif veya pek hafif olmasına binaen cezanın indiriminde, kanunkoyucu, suçlar arasında fark gözeterek gaspta ceza indirimi yapılamayacağı istisnasını getirmiştir. Değer konusu, suçun cinsine yabancı bir kavramdır. Hırsızlık ile gasp suçları elbette farklıdır ve elbette mala karşı olmaklığın yanında insana karşı cebir, şiddet, tehdit içerdiği için gasp suçu daha ağır ve vahimdir. Böyle olduğu içindir ki kanunkoyucu temel cezayı belirlerken, hırsızlığa, nazaran gaspın cezasını daha ağır olarak tespit etmiştir. Diğer yandan, sanığın gasbı ika ederken kullandığı cebir ve şiddet, darp ve yaralama veya öldürme derecesinde ise, sanığa bu suçlardan da ayrıca ceza verilecektir. O halde, suç cinsine yabancı bir kavram olan değer esas alınarak indirim yapılması gerektiğinde suçlar ve binnetice o suçları işleyen suçlular arasında bir ayrım yapmak, adalet, hakkaniyet ve eşitliğe aykırı olacaktır. Kanunkoyucu, devlet idaresi aleyhinde işlenen suçlar başlığı altında topladığı zimmet, irtikap, rüşvet suçlarında da değer hafifliğini indirim sebebi olarak kabul etmiştir. İtiraz konusu kuralın, Anayasa'ya aykırı olmadığı, yasama organının takdirine taalluk eden bir keyfiyet bulunduğu yolundaki görüşün isabetli olmayacağı düşünülmektedir. Kanunkoyucu takdirini kullanarak yağma, yol kesme, adam kaldırma suçları ile ilgili olarak TCK.nun 495, 496, 498, 499. maddelerinde 1953 tarih ve 6123 sayılı 1971 tarih ve 1490 sayılı kanunlarda değişiklikler yapıp temel cezaları arttırmıştır. Cezanın ağırlık ve hafifliğinin veya cezayı ağırlaştırmanın, cezanın amacına yaptığı etkilerine ve infaz hukukuna ilişkin tartışmalar bir yana; kanunla cezalar belirlenirken, suçların ağırlık ve vahametlerini gözönünde bulundurmak ve başka suçların cezalarıyla kıyaslamayı gözardı etmemek, adalet duygusununEsas Sayısı : 1998/4 Karar Sayısı : 1999/23 2 gereğidir. Aksi durumlarda, hâkimlerin, Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre karar vereceklerini ifade eden Anayasa'nın 138/1. maddesinde yer alan ve yazılı olmayan genel hukuk bilinç ve düşüncesi ile adalet duygusu anlamında kullanılmış bulunan hukuka uygun karar vermek zorlaşmaktadır. Sonuç : Yukarıda özetlenen sebeplerle, TCK.nun 522. maddesinin üçüncü fıkrasındaki Eğer fail bu babın ikinci faslında yazılı cürümlerden birini işlemiş olursa cezayı tenkise mahal yoktur hükmünün; Anayasa'nın, a) Türkiye Cumhuriyeti adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, demokratik sosyal bir hukuk devletidir hükmünü içeren 2. maddesine, b) Kanun önünde eşitliğe dair 10. maddesine, c) Hakimler Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler hükmünü içeren 138/1. maddesine Aykırı olduğu düşünüldüğünden, itiraz konusu hükmün iptali için keyfiyetin Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına, ilgili evrak örneklerinin işbu karara ekli olarak gönderilmesine oybirliği ile karar verildi.
666
Esas sayısı:1980/15 Karar sayısı:1980/56 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin Anayasa'ya aykırılık savının gerekçesi özetle şöyledir: Sanığın, Türk Ceza Yasasının 266. maddesinin 1. bendinde gösterilen kişilerden sayılan mağduru 7 gün çalışmaktan yoksun bırakacak derecede yaralaması nedeniyle Türk Ceza Yasasının 456/4. maddesine göre verilecek ceza, aynı yasanın 271/1. bendi uyarınca üçte birden yarıya kadar artırılacak, ancak bu artırma 271. maddenin son fıkrasındaki Hiç bir halde yapılacak zam altı aydan aşağı olamaz. hükmü gereğince altı aydan az olamayacaktır. Türk Ceza Yasasının olayda uygulanması söz konusu olan 456/4. fıkrası, sanık hakkında iki aydan altı aya kadar hapis veya 200 liradan 2.500 liraya kadar ağır para cezası verilmesi hükmünü öngörerek, hâkime seçim hakkı ve cezanın kişiselleştirilmesi olanağı tanımış, bu hak ve hâkimin vicdanî kanısına göre karar verme yetkisi ise 271. maddedeki sözü geçen hüküm nedeniyle ortadan kaldırılmış ve hâkim mutlaka hapis cezası verme zorunda bırakılmıştır. Bu zorlama, Anayasa'nın, Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğunu belirleyen 2. maddesine, herkesin yasa önünde eşitliğini öngören 12. maddesine ve hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduğunu, Anayasa'ya, hukuka ve vicdanî kanılarına göre karar vermelerini buyuran 132/1. maddesine açıkça ters düşmektedir.
182
Esas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir: “Her ne kadar dava BK'nun yürürlük zamanında açılmış ise de, TBK'nun yürürlük ve uygulama kanunu nedeniyle davada TBK uygulanacağından Mahkememiz iptal başvurusu yapmaya yetkilidir. TBK genel bir kanun olduğundan, bu Kanun'un 55. maddesi iş mahkemelerinde bakılan iş kazası türündeki haksız fiile dayanan tazminat davalarında uygulandığı gibi, genel mahkemelerde görülen her türlü haksız fiile dayanan bedensel zararların tazmini ve destekten yoksun kalma tazminatı davalarında da uygulanmaktadır. Bu farklı durumlardaki uygulamalar sırasında TBK'nun 55. maddesinin “Kısmen veya tamamen rûcu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez. Zarar veya tazminattan indirilemez.” hükmü, yaş, cinsiyet, gelir, kusur ve sürekli işgöremezlik oranları açısından aralarında bir fark olmadığı halde sigortalı mağdurların zararlarının sigortalı olmayan mağdurlara göre daha fazla tazmin edilmesine, işveren konumundaki davalıların ise SGK'ya iş kazası ve meslek hastalığı primi ödedikleri halde sigortalının zararının tamamı kadar tazminatı sigortalıya veya SGK'ya ödemek zorunda kaldığı için işveren olmayan davalılara göre daha fazla tazminat ödemelerine neden olduğundan, yani olayın mağdurlarının zararlarının giderilmesinde eşitsizliğe neden olduğu gibi, işveren konumunda olan ve olmayan davalıların ödemek zorunda kaldıkları tazminat açısından da eşitsizliğe neden olduğundan Anayasanın 2 ve 10. maddelerine aykırıdır. TBK'nun yürürlüğünden önce bu tür davalarda hesap bilirkişisi kazalının sürekli işgöremezlik oranı ile işverenin kusurunu dikkate alarak kazalının hak ettiği maddi tazminat miktarını tespit ettikten sonra, SGK tarafından kazalıya bağlanan gelirlerin son peşin sermaye değerinin tamamı ile kazalıya ödenen geçici işgöremezlik ödeneğinin tamamı mahsup edilerek hükmedilecek maddi tazminat belirleniyordu. TBK'nun yürürlüğünden sonra ise, 55. madde gereğince kazalıya bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değeri ile geçici işgöremezlik ödeneğinin SGK tarafından işverene rücu edilebilen miktarları indirilerek tazminat miktarları belirlenmektedir. Öncekinden farklı olarak peşin sermaye değerlerinden son peşin sermaye değeri yerine ilk peşin sermaye değeri indirilmekte, öncekinde son PSD ile GİÖ'nin tamamı indirilirken bu defa ilk PSD ile GİÖ'nin rücu edilebilecek miktarları indirilmektedir. TBK'nun yürürlüğünden önceki uygulamayı bu olaya uyguladığımızda indirimsiz maddi zarar olan 45.920. 53 TL'den 23.193.09 TL son peşin sermaye değeri 2.565. 50 TL geçici işgöremezlik ödeneğinin mahsubu sonucu kazalının hükmedilebilecek maddi zararı 20.161. 94 TL olacaktı. Sigortalı mağdur 20.161. 94 TL alırken, zarar hesabının unsurları aynı olan sıradan haksız fiilin sigortalı olmayan mağduru bu durumda 45.920. 53 TL tazminat alacaktı. Aradaki fark 25.758. 59 TL olup, bu fark SGK tarafından bağlanan peşin değerli gelirle ve kazadan sonra SGK tarafından ödenen GİÖ ile karşılanmış olmaktadır. Sigortalı olan kazalı daha az tazminat almış gibi görünse de; kendisine aylık 124. 40 TL gelir bağlanmıştır. Bu aylık gelirin şimdiki değerine son peşin sermaye değeri denilmektedir. Bağlanan gelirin son peşin sermaye değeri de zararın o miktarda tazmini demektir. Son peşin sermaye değeri ile kazadan sonra sigortalıya ödenen geçici işgöremezlik ödeneği eklendiğinde sigortalının alacağı tazminat sigortalı olmayan mağdurun alacağı tazminatla eşitlenmektedir. Yani her iki kazalının zararları eşit olarak tazmin edilmiş olmaktadır.Esas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 2 TBK'nun yürürlüğünden sonra ise, 55. madde gereğince indirimsiz olarak hesaplanan 45.920. 53 TL tazminattan ilk peşin sermaye değeri olan 13.749. 15 TL ile geçici işgöremezlik ödeneği olan 2.565. 50 TL'nin SGK tarafından işverene rücu edilebilen miktarları indirilmektedir. SGK ilk peşin değer ve GİÖ'nin toplamından işverenin %85 kusur oranına denk gelen 13.867. 45 TL'si için işverene rücu edebileceğinden bu miktarın 45.920. 53 TL'den mahsubu sonucu kazalının nihai zararı 32.053. 08 TL olmaktadır. Böylece kazalı TBK'nun 55. maddesinin yürürlüğünden sonra, öncekine göre 32.053. 08 20.161. 94 = 11.891. 14 TL daha fazla tazminat almış olmakta, işveren de 11.891. 14 TL daha fazla tazminat ödemek zorunda kalmaktadır. Bu farka TBK'nun 55. maddesi sebep olmaktadır. Nasıl sebep olduğuna gelince; TBK'nun 55. maddesi sigortalıya bağlanan gelirin son peşin sermaye değerini ve kazalıya kazadan sonra SGK tarafından ödenmiş GİÖ'ni zararın tazmini olarak saymadığı için, sadece ilk peşin değerin ve GİÖ'nin SGK tarafından işverene rücu edilebilen kısmını zararın tazmini olarak saydığı için sebep olmaktadır. Tam da bu sırada bu uygulama ile eşitsizliğe neden olunmakta ve maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu ortaya çıkmaktadır. TBK'nun 55. maddesinin yarattığı bu eşitsizlik işverenin kusuru azalıp sigortalının kusuru arttıkça daha da belirgin hale gelmektedir. Bu olayı işverenin %10 sigortalının %90 kusurlu olduğunu kabul ederek ve iş kazası olmayan aynı durumdaki bir haksız fiille karşılaştırdığımızda konu daha iyi anlaşılacaktır. Şimdi bu olayda davalının %10 kazalının da %90 kusurlu olduğunu varsayalım. %15 sürekli işgöremezlik ve %100 kusura göre tazminat miktarı 54.024. 15 TL olacağına göre, %10 kazalı kusuruna isabet eden indirimsiz tazminat miktarı 5.402. 41 TL olacaktır. Şayet bu durum TBK'dan önce olsaydı, % 10 davalı kusuruna göre hesaplanan 5.402. 41 TL indirimsiz tazminattan kazalıya bağlanan gelirin son peşin sermaye değeri olan 23.193. 09.TL ile geçici işgöremezlik ödeneği olan 2.565. 50 TL'nin tamamı indirilmesi gerekeceğinden ve indirilmesi gereken miktarlar da hesaplanan tazminattan daha fazla olduğundan, bir başka ifadeyle sigortalının zararları SGK tarafından bağlanan peşin değerli gelirler ve GİÖ ile fazlası ile karşılanmış olduğundan sigortalı herhangi bir maddi tazminat alamayacaktı. Sigortalı olmayan bir mağdurun alabileceği tazminatı ise sigortalı mağdurun indirimsiz tazminatı olan 5.402. 41 TL kadar olacaktı. Aynı duruma TBK 55. maddesi tatbik edildiğinde indirimsiz maddi zarar olan 5.402. 41 TL'den ilk peşin değer ve GİÖ'nin SGK tarafından işverene rücu edilebilecek miktarları indirilmesi gerekecektir. İlk peşin değer ve GİÖ'nin toplamı 16.314. 65 TL olup, SGK tarafından bunun %10 olan 1.631. 46 TL'si rücu edilebileceğinden bu miktarın mahsubu sonucu sigortalının hesaplanan nihai maddi zararı 5.402. 41 1.631. 46=3.770. 95 TL olacaktır. Bu olayda her iki tarafın %50 kusurlu olmaları halinde ise, TBK'dan önce sigortalı kazalı son peşin sermaye değerinin ve GİÖ'nin tamamının indirilmesi sonucu 1.253. 48 TL, sigortalı olmayan kazalı ise herhangi bir indirim yapılmayacağı için 27.012. 07 TL alacaktı. TBK'dan sonra ise sigortalı kazalı ilk peşin değerin ve GİÖ'nin SGK tarafından rücu edilebilecek kısımları indirileceği için 18.854. 75 TL alacak, sigortalı olmayan kazalı ise yine 27.012. 07 TL alacaktır. Sigortalı olmayan kazalının alacağı tazminatlar değişmezken sigortalının TBK'dan önceki ve sonraki alacağı tazminatlar arasında 17.601. 27 TL gibi bir fark ortaya çıkmaktadır. Sigortalı olmayan kazalının karşılanan zararı, toplam zarara göre kusur oranları değiştikçe karşılanan zararın oranı hiç değişmediği halde, sigortalı kazalının karşılanan zararının oranı kusur oranına göre daha fazla artmaktadır. Karşılanan zarar davalı işverenin kusurundan hep daha fazla olmakta, işçinin kendi kusuru arttıkça karşılanan zararı aynı oranda azalacağı yerde tersine karşılanan zararının oranı artmaktadır. Başka bir ifadeyleEsas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 3 işverenin az da olsa bir kusuru varsa sigortalının işverenden alacağı bir tazminat mutlaka olmaktadır. TBK'dan önce özellikle işverenin kusurunun az olduğu durumlarda sigortalının zararlarının tamamı SGK tarafından bağlanan gelirlerin son peşin sermaye değeri ve ödenen GİÖ ile tamamen karşılanmakla maddi tazminat davasının reddedildiği durumlar olmakta idi. TBK 55. maddesinden sonra ise işverenin az da olsa bir kusuru varsa sigortalının alacağı mutlaka bir tazminat olacağından maddi tazminat davasının peşin değerli gelir nedeniyle reddedilmesi artık söz konusu olmayacaktır. TBK 55. maddesinin tatbiki sonucunda yukarıda verdiğimiz farklı kusur oranlarına göre, sigortalının karşılanan zararlarının %15 maluliyet ve %100 kusura göre indirimsiz olarak belirlenen 54.024. 15 TL tazminata oranı şu şekilde olmaktadır. İşveren %85, işçi %15 kusurlu iken işçinin alacağı tazminat oranı, hesaplanan 32.053. 07 TL tazminata son peşin sermaye değeri ile ilk peşin sermaye değerinin rücu edilebilen kısımları arasındaki fark olan 11.506. 31 TL ile peşin aldığı GİÖ'nin ilave edilmesi sonucu işçinin karşılanan zarar toplamı 46.124. 90 TL olmaktadır. Bu miktar %100 kusura göre hesaplanan 54.024. 15 TL tazminata oranı %85.38 olup davalı işverenin %85 kusur oranını aşmakta, işçinin zararı ise gerçek zararından %0.38 oranında daha fazla tazmin edilmiş olmaktadır. İşveren %50, işçi %50 kusurlu iken işçinin alacağı tazminat, 54.024. 15 TL'nin yarısı olan 27.012. 07 TL'den ilk PSD ile GİÖ'nin rücu edilebilecek %50 olan 8.157. 32.TL'yi düştüğümüzde 18.854. 75 TL olmaktadır. Bu tazminata son peşin sermaye değeri ile ilk peşin sermaye değerinin rücu edilebilen kısmı arasındaki fark olan 16.318. 52.TL ile peşin aldığı GİÖ'nin ilave edilmesi sonucu işçinin karşılanan zarar toplamı 37.738. 77 TL olmaktadır. Bu miktar %100 kusura göre hesaplanan 54.024. 15 TL tazminata oranı %69.85 olup davalı işverenin %50 kusur oranını aşmakta, işçinin zararı ise gerçek zararından % 19.85 oranında daha fazla tazmin edilmiş olmaktadır. İşveren %10, işçi %90 kusurlu iken işçinin alacağı tazminat, 54.024. 15 TL'nin %10'u olan 5.402. 41 TL'den ilk PSD ile GİÖ'nin rücu edilebilecek %10'u olan 1.631. 46.TL'yi düştüğümüzde 3.770. 90 TL olmaktadır. Bu tazminata son peşin sermaye değeri ile ilk peşin sermaye değerinin rücu edilebilen kısımları arasındaki fark olan 21.818. 18 TL ile peşin aldığı GİÖ'nin ilave edilmesi sonucu işçinin karşılanan zarar toplamı 28.154. 58 TL olmaktadır. Bu miktar %100 kusura göre hesaplanan 54.024. 15 TL tazminata oranı %52.11 olup davalı işverenin %10 kusur oranını aşmakta, işçinin zararı ise gerçek zararından %42.11 oranında daha fazla tazmin edilmiş olmaktadır. Görüldüğü gibi işçinin kusuru arttıkça karşılanan zararı oransal olarak daha fazla artmaktadır. Halbuki sigortalı olmayan bir mağdurun zararının karşılanmasında böyle durum söz konusu değildir. Sigortalı olmayan bir mağdurun zararı her kusur durumunda da kusur oranı kadar ve gerçek zararı kadar tazmin edilmektedir. TBK'nun 55. maddesinin getirdiği yeni duruma bir de GİÖ açısından bakalım. 5510 sayılı Yasa'nın 17. maddesine göre sigortalıya kazadan sonra istirahatli kaldığı günler için SGK tarafından kazadan önce çalışırken aldığı ücretin 2/3'ü kadar geçici işgöremezlik ödeneği ödenmektedir. Somut olayda SGK tarafından sigortalıya kazadan sonra 2.565. 50 TL GİÖ ödenmiştir. Hesap bilirkişisi raporunda sigortalının istirahatli kaldığı günler içinEsas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 4 çalışsaydı alabileceği ücret olarak 2.789. 61 TL hesaplanmıştır. Bu miktar davacının geçici işgöremezlik süresi için tam zararıdır. Ancak işverenin %85 kusuru olduğuna göre bu miktarın %85'i olan 2.371. 17 TL hesaplanıp davacının indirimsiz net zararına dahil edilmiştir. Yani sigortalının %85 kusura göre hesaplanan 45.920. 53 TL toplam zararının içinde geçici işgöremezlik süresine ilişkin zararı olan 2.371. 17 TL de vardır. 55. madde gereğince GİÖ'nin rücu edilebilen kısmı düşülünce rücu edilemeyen %15'lik kısmı olan 384. 82 TL hesaplanan %85'lik geçici işgöremezlik süresine ilişkin zarara eklemek gerekmektedir. Böylece sigortalının geçici işgöremezlik süresine ilişkin zararı 2.755. 99 TL olarak tazmin edilmiş olmaktadır. Geçici işgöremezlik süresine ilişkin zararı 2.371. 17 TL olduğu halde zararı 384. 82 TL fazla tazmin edilmiş olmaktadır. Sigortalı çalışsaydı zaten 2.789. 61 TL ücret alacaktı. İstirahatli iken, hem de %15 kusurlu iken çalışırken almış olduğu ücretin %98.79'u kadar zararı karşılanmış olmaktadır. Şayet işveren %10, sigortalı %90 kusurlu olsaydı bu defa sigortalının geçici işgöremezlik süresine ilişkin zararı 278. 96 TL olacağından, bu döneme ilişkin karşılanan zararı GİÖ'nin rücu edilemeyen %90'lık kısmı ile birlikte 2.587. 91 TL olmaktadır. Bunun geçici işgöremezlik süresine ilişkin zarar toplamı olan 2.789. 61 TL'ye oranı %92.76 olmaktadır. Sigortalının kusuru arttıkça karşılanan zarar oranı kusur oranına göre daha fazla artması burada da söz konusu olmaktadır. GİÖ sigortalının geçici işgöremezlik süresi içerisinde gelirden mahrum kaldığı için zor durumda kalmaması amacıyla SGK tarafından kendisine yapılan bir ödemedir. Sigortalı GİÖ ile geçici işgöremezlik dönemine ilişkin zararlarının bir kısmını peşin olarak almış olmaktadır. Sigortalının geçici işgöremezlik dönemine ilişkin zararı hesaplanan toplam maddi zarar içinde zaten vardır. Sigortalı 55. madde gereğince SGK'dan aldığı GİÖ'nin rücu edilemeyen kısmı kadar da işverenden almaktadır. Burada zararın gerçek zarardan fazla tazmini söz konusu olup, böyle bir durumun ortaya çıkmasına TBK'nun 55. maddesinin GİÖ'nin rücu edilemeyen kısmını zararın giderimi olarak saymaması neden olmaktadır. Ortaya konulmaya çalışılan bu durumlar gösteriyor ki, zarar görenin kusuru arttıkça karşılanan zararının gerçek zarardan daha fazla arttığı bir durum söz konusudur. SGK ilk peşin sermaye değeri ile GİÖ'nin rücu edilemeyen kısımlarını işverene neden rücu edemiyor' Sigortalının kusuru nedeniyle rücu edemiyor. Bu ödemelerin rücu edilemeyen kısımları 55. madde gereğince tazminattan indirilemeyeceğine göre sigortalının alacağı tazminata eklenmiş oluyor. Böylece sigortalı ilk peşin değer ile GİÖ'nin de kendi kusuruna denk gelen miktarı kadar daha fazla tazminat almış olmaktadır. Hatta kendi kusuru arttıkça ilk peşin değer ve GİÖ'nden rücu edilemeyen kısım daha fazla olacağından alacağı tazminat daha da artacak demektir. TBK'nun 55. maddesinin meydana getirdiği bu durumun sigortalının oldukça yararına olduğu ortadadır. Herhangi bir sosyal güvenliği olmayan kazalının zararı da tazminat hukuku kuralları çerçevesinde tam olarak karşılanmaktadır. Peki zararlı çıkan kimdir' TBK'nun 55. maddesi sigortalıya gelir bağlayan SGK'nın durumunda herhangi bir değişiklik meydana getirmediğine göre zararlı çıkan bir taraf kalmaktadır. O da işverendir. Peki işveren nasıl zararlı çıkmaktadır' Şimdi bunu açıklamaya çalışalım. Davalı işverenin kusuru ne olursa olsun kusur oranına denk gelen miktarı şu veya bu şekilde işçiye ve SGK'ya ödemektedir. Davalı, işveren olmasaydı kusur oranına denk gelen miktarın tamamını bu defa sadece kazalıya ödeyecekti. Burada işveren olan ve işveren olmayan her iki davalı arasında bir fark ve bir eşitsizlik yok gibi görünmekte ise de; işveren olan davalının işveren olmayan davalıdan bir farkı vardır. İşveren, 5510 Sayılı Yasa'nın 81. maddesi gereğince SGK'ya çalıştırdığı her işçi için her ay işyerinin tehlike sınıfına göre değişen %1.5 ile %7Esas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 5 oranında iş kazası ve meslek hastalığı primi ödemektedir. İşveren bu primi ödemekle iş kazası ve meslek hastalığı risklerine karşı kendisini sigorta ettirmiş olmaktadır. İşveren bu primi iş kazası ve meslek hastalığı meydana geldiği takdirde sorumluluktan kurtulmak için ödemektedir. İşverenin ödediği bu primin kendisine bir faydası yok mudur' Faydası olmayacaksa bu primi neden ödesin ki' İşveren hem iş kazası ve meslek hastalığı primi ödeyip, hem de kazalının gerçek zararı kadar miktarı kazalıya veya SGK'ya ödeyecekse iş kazası ve meslek hastalığı primi ödemesinin ne anlamı var' İşveren olmayan davalı gibi zararın tamamını işçiye veya SGK'ya ödeyip sorumluluktan kurtulur. Ayrıca iş kazası ve meslek hastalığı primi ödemeye gerek duymazdı. İşveren olmayan davalı da gerçek zararı kazalıya ödemekle kurtulmuyor mu' İşveren TBK'ndan önce bu primler nedeniyle sigortalıya ve rücu davası nedeniyle SGK'ya ilk peşin sermaye değerli gelirlerin rücu edilebilen kısmı ile son peşin sermaye değerli gelir arasındaki fark kadar daha az tazminat ödüyordu. Yani iş kazası ve meslek hastalığı sigortasının işverene hiç değilse bu kadar faydası oluyordu. TBK'nun 55. maddesinden sonra bu madde gereğince, işveren ilk peşin sermaye değerli gelirlerin rücu edilebilen kısmı ile son peşin sermaye değerli gelir arasındaki farkı sigortalıya ödemek zorunda kaldığı için ödediği primin bir faydasını görmemektedir. Sigorta hukukunun temeli prim karşılığı riskleri sigorta ettirmektir. Arabanızı değerinin %2 veya %3'ü kadar prim ödeyerek sigorta ettirirseniz arabanın tamamı zarar görse dahi bedelin tamamını sigorta şirketinden alarak zararınız tazmin edilmiş olur. İşveren aşağı yukarı aynı oranda iş kazası ve meslek hastalığı primini SGK'ya ödediği halde bunun bir karşılığını görememektedir. Halbuki işveren aynı oranda primi bir özel sigorta şirketine ödeyerek iş kazası ve meslek hastalığı sigortası yaptırmış olsaydı, sigortalı ve SGK'ya ödeyeceği tazminatların tamamını veya önemli bir kısmını sigorta şirketinden karşılayabilirdi. TBK'nun 55. maddesinin sigortalı mağdurların gerçek zararlarının üzerinde zararlarının giderilmesine neden olması ekonomik açıdan zayıf durumdaki işçiler açısından kuşkusuz sevinilecek bir durumdur. Ancak bu hukukun genel ilkeleri çiğnenmeden yapılmalıdır. İşçi lehine pozitif bir ayrımcılık yapılacaksa bunun külfetini özel hukuk açısından eşit olması gereken işveren olan diğer tarafa yüklemek doğru değildir. Devlet bu külfeti yüklenerek işçi lehine pozitif ayrımcılık yaparsa buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi'nin 23/11/2006 tarih ve 2003/10 Esas ve 2006/106 sayılı kararından önce iş kazaları nedeniyle SGK tarafından işverenler aleyhine açılan rücu davalarında 506 Sayılı Yasa'nın 26. maddesindeki “sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere” cümlesi gereğince kazalının veya hak sahibi kimselerin maddi zararlarının işverenin kusur oranına isabet eden miktarına karar veriliyordu. Son peşin sermaye değerleri bu miktara ulaşıncaya kadar işveren aleyhine birden fazla rücu davaları açılıyordu. Anayasa Mahkemesi 506 Sayılı Yasa'nın 26. maddesindeki “sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere” cümlesini iptal ettikten sonra iş mahkemelerince rücu davalarında sigortalı veya hak sahibi kimselere bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerinin işverenin kusur oranına isabet eden miktarına göre karar verilmeye başlanmıştır. Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi'nin 23/11/2006 tarih ve 2003/10 Esas ve 2006/106 sayılı kararından önce de işveren iş kazası ve meslek hastalığı primi ödemesine rağmen bu primin bir faydasını görmüyor ve sigortalının veya hak sahiplerinin zarar tavanına kadar son peşin sermaye değerini Kurum'a ödemek zorunda kalıyordu. Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi Anayasa'ya aykırı bulup iptal ettikten sonra, işverenler ilk peşin değerin işverenin kusuruna isabet eden kısmı kadar Kurum'a ödeyerek sorumluluktan kurtuluyordu. Yani işveren. Esas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 6 Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından TBK yürürlüğe girinceye kadar Kurum'a ödediği iş kazası ve meslek hastalığı priminin faydasını görmüştü. TBK'dan sonra işverenin durumu bir bakıma Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önceki duruma dönmüş oldu. Anayasa Mahkemesi'nin 506 Sayılı Yasa'nın 26. maddesindeki “sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere” cümlesini iptal gerekçelerinin TBK 55. maddesi için de geçerli olması gerekir. Çünkü işveren, iptal kararından önce son peşin sermaye değeri kadar SGK'ya sorumlu iken, TBK'dan sonra ise son peşin sermaye değerine kadar olan kısmı bu defa sigortalıya ödemek zorunda kaldığından her iki düzenleme de işveren açısından aynı sonucu doğurmaktadır. Tek farkı işveren aynı parayı Anayasa Mahkemesi kararından önce SGK'ya öderken şimdi ise sigortalıya ödemektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin sosyal bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Anayasa'da benimsenen hukuk devleti bütün faaliyetlerinde hukukun egemen olduğu devlettir. Bir devlette hukuk güvenliğini sağlayan bir düzen kurulması asıldır. Devlette hukuk güvenliğinin ve düzeninin sağlanması asıldır. Hukuk düzeninde de devlete güven ilkesi vazgeçilmez öğelerdendir. Devletin yaptığı düzenlemelerde haksız bir edinime yol açılması ve kişilerin haksızlığa uğratılması kabul edilemez. Anayasa Mahkemesi'nin iptal gerekçesinde de belirtildiği gibi devletin yaptığı düzenlemelerde haksız bir edinime yol açılması ve kişilerin haksızlığa uğratılması kabul edilemez. İşveren işçiye bağlanan gelirin sermaye değerini Kurum'a ödediğine göre, işverenin peşin sermaye değeri kadar işçiye ve Kurum'a ödeyeceği tazminattan kurtulması gerekir. Bunun aksinin savunulması sosyal güvenlik kuruluşlarına ait olması gereken risklerin işverene yükletilmesi anlamına gelir. Böyle bir durum hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleri ile bağdaşmadığı gibi hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. SGK'ya iş kazası ve meslek hastalığı primi ödeyen işverenin kazalıya veya hak sahiplerine bağlanan gelirlerin en azından son peşin sermaye değeri kadar riski sigorta ettirdiğinin kabul edilmesi gerekir. İşveren hem SGK'ya prim ödeyerek hem de dava açan kazalı veya hak sahiplerine tazminat ödeyerek mükerrer ödemede bulunması, başka bir ifadeyle işverenin hem sigorta priminden hem de tazminattan sorumlu tutulması Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığından söz konusu hüküm Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır. Türk Borçlar Kanunun 55. maddesinin “Kısmen veya tamamen rûcu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez. Zarar veya tazminattan indirilemez.” hükmü Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırıdır. Anayasa'nın 10. maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittirHiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamazDevlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmünü getirmiştir. Bu hükümle Anayasa'nın 10. maddesi kanun koyucuya yasama yetkisini kullanırken eşitlik ilkesine uygun yasa yapma yükümlülüğünü getirmektedir. Aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştırEsas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 7 Eşitlik ilkesi, kanunların genel ve soyut nitelik taşıması, yani kapsadığı herkese eşit olarak uygulanmasıdır. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme tabi tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Eşitlik, aynı durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranma zorunluluğunu içermektedir. Anayasanın eşitlik ilkesi, bu ilkeden yararlananlar açısından bir temel hak, yani eşit işlem görmeyi ya da ayrım gözetilmemesini isteme hakkını doğurduğu tartışmasızdır. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. Kişisel nitelikleri ve durumları aynı olanlar için yasalarla değişik kurallar konulamaz Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Eşitlik her yönüyle aynı hukukî durumda olanlar arasında söz konusudur. Başka bir ifadeyle eşit durumdakiler eşit olmalıdır. Farklı durumlarda olanlara, yani eşit olmayanlara, farklı kurallar uygulanması, yani ‘eşit olmayanların eşitsizliği' eşitlik ilkesine aykırılık teşkil eder. TBK 55. maddesindeki düzenleme ile Anayasa'nın eşitlik ilkesi de zedelenmiştir. Yukarıda anlatılmaya çalışıldığı gibi yaş, cinsiyet, gelir, kusur ve sürekli işgöremezlik oranları açısından aralarında bir fark olmayan mağdurlar, sigortalı olsun veya olmasın bir haksız fiile maruz kalmakla aynı konumdadırlar. Dolayısıyla zararlarının tazmini de eşit olmalıdır. Fakat TBK 55. maddesindeki düzenleme nedeniyle sigortalı mağdurun zararının tazmini, sigortalı olmayan ve iş kazası şeklinde olmayan bir haksız fiil mağdurunun zararının tazminine göre daha fazla olduğundan Anayasa'nın eşitlik ilkesi zedelenmiş olmaktadır. Yine aynı olaya davalının işveren olup olmamasına göre baktığımızda, haksız fiile dayalı tazminat davasının davalısı olmaları açısından aynı konumdadırlar. Karşı tarafın zararının giderimi açından eşit olarak tazminat ödemeleri gerekirken, işveren olan davalı işveren olmayan davalı gibi mağdurun hesaplanan zararı kadar tazminatı mağdura veya SGK'ya ödediği halde, bir de SGK'ya iş kazası ve meslek hastalığı primi ödemekle işveren olmayan davalıya göre daha fazla tazminat ödemiş olduğundan Anayasa'nın eşitlik ilkesi yine zedelenmiş olmaktadır. Böylece TBK'nun 55. maddesi, durumları aynı olmadığı halde, işveren olan davalı ile işveren olmayan davalıyı ve sigortalı mağdur ile sigortalı olmayan mağduru aynı kurala tabi tutup, olayın mağdurları arasında nimet eşitsizliğine, olayın davalıları arasında da külfet eşitsizliğine neden olduğundan Anayasa'nın eşitlik ilkesine de aykırı olup iptali gerekir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle;Esas Sayısı : 2013/74 Karar Sayısı : 2013/143 8 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununun 55. maddesinin “Kısmen veya tamamen rûcu edilemeyen sosyal güvenlik ödemeleri ile ifa amacını taşımayan ödemeler, bu tür zararların belirlenmesinde gözetilemez. Zarar veya tazminattan indirilemez.” cümleleri Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğundan iptaline karar verilmesi arz olunur.”
3,421
Esas Sayısı : 2007/115 Karar Sayısı : 2009/80 1 II İTİRAZ VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ Başvuran Mahkemeler 5326 sayılı Yasa'nın, 2. maddesi ile ilgili olarak özetle; Kabahat tanımının belirsiz olduğu, kanunda 'kanunun, karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlık' kabahat olarak tanımlanmakla birlikte bu tanımdan idari yaptırımın ne olduğunun anlaşılamadığı, hukuk devletinin unsurlarından olan belirlilik ilkesi ile hukuki güvenlik ilkesi uyarınca yasa kurallarının anlaşılabilir açıklıkta olması gerekirken kabahat tanımı yapılırken bu ilkeye uyulmadığı, tanımda yer alan idari yaptırım ve haksızlık kavramlarını açıklayıcı bir düzenlemenin de bulunmadığı, hukukçuların dahi eksiksiz anlayamadığı kabahat tanımının vatandaşlarca anlaşılmasının beklenemeyeceği, kabahat tanımının açık olmamasına rağmen kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ilkesi gereğince kişilerin bu düzenlemeye göre cezalandırılacak olmasının Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu, 5560 sayılı Yasa'nın 31. maddesiyle değiştirilen 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi ile ilgili olarak özetle; Anayasa Mahkemesi'nin 1.3.2006 günlü, E:2005/108, K:2006/35 sayılı kararında idarenin kamu gücünü kullandığı ve kamu hukuku alanına giren işlem ve eylemlerinin idari yargı denetimine tabi olacağı belirtilmiş iken getirilen yeni düzenlemede adli yargının genel görevli kabul edilmesinin iptal kararı gerekçesinin dikkate alınmadığını gösterdiği, idare hukuku ilkelerine göre tesis edilmiş olan işlemlere karşı idari yargı yoluna başvurulabilmesi için bu yönde yasal bir düzenlemenin varlığının koşul olarak aranmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, söz konusu düzenlemenin mahkeme kararlarına uyulmasının zorunlu olduğunu belirten kurala aykırı olduğu, Anayasa ile benimsenen yargı ayrılığı rejimine göre idari yargının görevli olması gereken idari işlemlerin denetiminde yasa koyucu tarafından adli yargının görevli kılınabilmesinin mümkün olmadığı ve yasa koyucunun bu konuda takdir hakkının bulunmadığı, Anayasa Mahkemesi kararında yer alan gerekçe dikkate alınmaksızın yeni yasal düzenleme yapılmasının kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırılık oluşturduğu, idarenin yürütmekle yükümlü olduğu hizmetleri gereği gibi yerine getirebilmesi amacıyla idare hukuku alanındaki düzene aykırı davranışlar nedeniyle yaptırım uygulama yetkisi ile donatıldığı; idari yaptırımlar arasında yer alan ve idari bir yasağa aykırı davranılması nedeniyle idari makamlarca kamu gücünün kullanılması suretiyle verilen idari para cezaları nedeniyle çıkacak uyuşmazlıklarda idari yargının görevli olduğu, idari işlem ve eylemlerin denetiminin bu konuda uzman olan idari yargı yerine adli yargıya bırakılmasının hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri olan etkin yargılama ilkesiyle bağdaşmadığı, önceden ceza kanununda yer alan ve adli ceza ile müeyyidelendirilen kabahatlerin ayrı bir kanunla düzenlenerek idari ceza ile müeyyidelendirilmesinden sonra bu işlemlere karşı açılacak davalarda adli yargının görevlendirilmesinin anılan süreçle de bağdaşmadığı, bu düzenlemenin her biri tipik idari işlem olan kabahatler sebebiyle verilen idari para cezalarına karşı açılan davaların idari yargı yerlerinde görülmesi gerektiği yolunda Anayasa Mahkemesi'nce verilen geçmiş tarihli kararlara da aykırı olduğu, idare hukuku ilkelerine göre tesis edilen bir idari işlemin idari para cezası niteliğini taşıması nedeniyle denetiminin idari yargı alanından çıkarılarak adli yargıya bırakılmasının Anayasa'ya aykırı olduğu, Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin görev alanıEsas Sayısı : 2007/115 Karar Sayısı : 2009/80 2 dışında kalan idari işlem ve eylemlerden doğan uyuşmazlıklarda genel idari yargının görevli olduğu. yargı ayrılığının benimsendiği Anayasal rejimde idari işlemlere karşı adli yargının görevlendirilmesinin hukuk devletinin unsurlarından olan belirlilik ve hukuki güvenlik ilkelerine aykırı bulunduğu, belirtilen nedenlerle itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 2., 5., 125., 138., 153., 155. ve 157. maddelerine aykırı olduğu, 16. maddesinin (2) numaralı fıkrası ile ilgili olarak özetle; İdari tedbirlerin kapsamı belirlenirken mülkiyetin kamuya geçirilmesinin yanı sıra 'ilgili kanunlarda yer alan diğer tedbirler' ifadesine yer verilmesinin bilinmeyen yeni bir kavramın ortaya çıkmasına neden olduğu, ilgili kanunlarda yer alan diğer tedbirlerin neler olduğunun anlaşılamadığı, anlaşılamayan bu düzenlemeye göre ilgililerin cezalandırılmasının hukuk devleti ilkesine uygun bulunmadığı ve Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olduğu, 27. maddesine 5560 sayılı Yasa'nın 34. maddesiyle eklenen (8) numaralı fıkrası ile ilgili olarak özetle; İdari yaptırımlara karşı açılacak davaların belirli durumlarda idari yargıda görülmesini öngören itiraz konusu kuralın, hukuki karmaşaya yol açacak nitelikte olduğu, yasaların belirli ve açık olması ilkesine aykırı olduğu, itiraz konusu kuralın uygulanması ile ilgili olarak mahkemelerin bile farklı uygulamaları bulunmakta iken kişilerin nerede dava açacakları konusunda belirsizlik bulunduğu, söz konusu düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı, 'idari yargının görev alanına giren kararların da verilmiş olması halinde' ifadesinin de belirsiz olduğu ve idari işlemlerin istisnai hallerde idari yargıya yöneltilmesi halinin Anayasa'yla bağdaşmadığı, itiraz konusu kuralla idari işlem niteliğindeki idari yaptırımların hukuka uygunluk denetiminin idari yargı dışında bırakılması sonucuna yol açtığı, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri ile işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenlenmesi gerektiği, yasa ile yapılan belirlemenin ihtiyarilik içermemesi gerektiği, uygulamada ortaya çıkacak farklı uygulamalara göre farklı yargı yerlerinin görevli olmasının Anayasa'nın 125.,142. ve 155. maddelerine aykırı olduğu, savını ileri sürmüşlerdir.
711
Esas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Merkez Valisi olarak görev yapmış olan davacı Güngör Aydın tarafından, 29.1.1982 tarih ve 8/4226 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resen emekliye sevk edilmesine ilişkin işlemin iptali ve yeniden merkez valisi olarak atandığı tarihe kadar, emekli statüsünde geçirdiği 8 yıl 3 ay 22 günlük sürenin fiili hizmetine eklenerek emeklilik yönünden değerlendirilmesi ve emekli maaşı ile merkez valisi maaşı arasındaki maaş ve özlük hakları farkının bugünkü değeri üzerinden yasal faiziyle birlikte ödenmesi için davalı idarelere yaptığı başvuruların reddine ilişkin işlemlerin iptali ve resen emekliye sevk edilmesine dayanak olan 2559 sayılı Yasanın Anayasaya aykırı olduğu ileri sürülerek iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulması istemiyle Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına karşı açılan davaya ait dosya incelenerek gereği görüşüldü: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 12. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu; 13. maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı; 49. maddesinde ise, çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi olduğu, devletin, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alacağı hükümleri yer almaktadır. Bu hükümler birlikte değerlendirildiğinde, kamu kesiminde çalışanlar da dahil olmak üzere tüm çalışanların yaşam seviyesini yükseltmek, çalışanları korumak ve çalışmayı desteklemekle yükümlü olan devletin öncelikle, gereken yeterlilik ve özellikleri taşımaları nedeniyle fiilen çalışan kişilerin mevcut işlerini kaybetmemeleri için gerekli olan önlemleri almakla yükümlü olduğu anlaşılmakta olup, fiilen çalışan ve yaptıkları iş için gerekli olan niteliklere ve yeterliliğe sahip olan kişilerin, haklı bir nedene dayanmayan çeşitli gerekçelerle çıkarılan yasalarla işlerine son verilmesinin, çalışma hakkının özüne dokunmak anlamına geleceği sonucuna varılmaktadır. 14.11.1981 tarih ve 17514 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesinde, '5434 sayılı TC Emekli Sandığı Kanununa aşağıdaki ek geçici maddeler eklenmiştir: EK GEÇİCİ MADDE 1. Yirmi fiili hizmet yılını veya ellibeş yaş ve on fiili hizmet yılını dolduran iştirakçilerden, 31 Aralık 1981 tarihine kadar emekliliklerini isteyen ve bu madde hükümlerine göre emekli edilmeleri kurumlarınca kabul edilenlere değişik 41 inci madde uyarınca aylık bağlanır ve emekli ikramiyeleri % 25 fazlası ile ödenir. EK GEÇİCİ MADDE 2. Ek geçici 1. maddede yazılı durumda bulunan iştirakçilerden anılan maddede belirtilen süre içinde emekliliklerini istememiş olanlar 31 Ocak 1982 tarihineEsas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 2 kadar, atanmaları Bakanlar Kurulu Kararı ile yapılmış olanlar atanmalarındaki usule göre, diğerleri müşterek kararla resen emekliye sevkedilebilirler. Herhangi bir Bakanlığa bağlı olmayan Kuruluşlardaki iştirakçiler hakkında da yetkili organların teklifi, Maliye Bakanının önerisi üzerine müşterek kararla yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır. Bunlara değişik 41 inci madde hükümlerine göre aylık bağlanmakla beraber emekli ikramiyeleri %15 fazlasıyla ödenir.' kurallarına yer verilmiştir. (Davacının resen emekliye sevkine dayanak oluşturan Ek Geçici 2. madde, 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun Ek Geçici 16. maddesi olarak Kanun metnine dahil edilmiştir.) Bu hükümler ile idareye verilen takdir yetkisi uyarınca, dava konusu edilen 29.1.1982 tarih ve 8/4226 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile, aralarında davacının da bulunduğu 33 merkez valisi, herhangi bir gerekçe göstermeksizin resen emekli edilmiş; daha sonra, 17.5.1990 tarih ve 90/467 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile resen emekli edilenlerin bir kısmı ve davacı açıktan merkez valisi kadrolarına atanmışlardır. Davacının ve yukarıda belirtilen diğer merkez valilerinin, resen emekliye sevk edilmelerine ilişkin Bakanlar Kurulu Kararında herhangi bir gerekçe gösterilmemesi ve daha sonra yeniden merkez valisi olarak atanmaları, bu kişilerin yürüttükleri görevin gerektirdiği niteliklere ve yeterliliğe sahip olmalarına karşın, o dönemin koşullarının sonucu olarak emekliye sevk edildiklerini göstermektedir. Bu durumun, mülki idare amirleri sınıfında uzun süre kamu hizmeti yapmış olan ve daha sonra da tecrübelerinden kamu hizmetlerinde yararlanılabilecek ilgili kişilerin çalışma haklarını ihlal ettiği açıktır. Buna göre, bakılan uyuşmazlıkta uygulanacak kural niteliğinde bulunan ve idareye, kamu yararı ve hizmet gerekleri bakımından herhangi bir haklı nedene dayanmaksızın ilgilileri resen emekliye sevk etme konusunda yetki veren ve davacının da resen emekliye sevk edilmesine dayanak oluşturan, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın 12., 13. ve 49. maddelerine aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Diğer yandan, Anayasa'nın 2. maddesinde hukuk Devleti ilkesi vurgulanırken, 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği hükümleri yer almıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına göre ise, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenlenmesi gerekmektedir. Anayasa Mahkemesinin 3.4.2007 gün ve E:2005/52, K:2007/35 sayılı kararında da belirtildiği gibi. Esas Sayısı : 2009/33 Karar Sayısı : 2010/78 3 Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine göre bu düzenlemelerin açık, öngörülebilir ve sınırlarının belirli olması zorunludur. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırı çizmeden idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı, Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesine olduğu gibi yasama yetkisinin devredilmezliğini öngören 7. maddesine de aykırılık oluşturacaktır. Emekli Sandığı iştirakçilerinin zorunlu yaş haddinin, genel olarak, 65 yaşın doldurulduğu tarih olarak belirlenmiş olmasına karşın, 2559 sayılı Kanunun 4. maddesiyle 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. madde ile bazı kamu görevlilerinin yaş haddinden çok önce resen emekliye sevk edilebilmeleri öngörülmektedir. Yasa kuralında, resen emekliye sevk konusunda herhangi bir ölçüt belirlenmemiş ve yasa kuralının uygulaması tamamen idarenin takdirine bırakılmıştır. Yasa ile ölçütleri ve uygulama esasları belirlenmeden, çerçevesi çizilmeden resen emekliye sevk konusunda idareye sınırsız yetki verilmesi yasa ile düzenleme anlamına gelmemektedir ve bu şekilde, bir düzenleme yoluna gidilmeden idareye sınırsız takdir yetkisinin bırakılması yasama yetkisinin devri niteliği taşımaktadır. Bu durum hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluşturacağından, 2559 sayılı Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Kanuna eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın yukarıda yer verilen 2., 7. ve 128. maddelerine de aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle ve 2949 sayılı Kanunun 28. maddesi gereğince, 14.11.1981 tarih ve 17514 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren, 2559 sayılı 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun Üçüncü Maddesi ile Onbeşinci Maddesinin (h) Fıkrasının Değiştirilmesine ve Otuzdokuzuncu Maddesine (j) Fıkrası ve Bu Kanuna Geçici ve Ek Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4. maddesi ile 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa eklenen Ek Geçici 16. maddenin Anayasanın 2., 7., 12., 13., 49. ve 128. maddelerine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 23.1.2009 gününde oybirliği ile karar verildi.'
1,184
Esas sayısı:1980/76 Karar sayısı:1981/16 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin gösterdiği gerekçe özet olarak şöyledir: Duvarlara siyasi içerikli yazı yazmaktan ibaret olan sanığın eylemi Türk Ceza Yasasının 536. maddesine uygun düşmekte olup, bu maddede yapılan değişikliklerle cezalar artırılmış olduğu gibi, mahkemelere tanınan takdiri erteleme hakkı da ortadan kaldırılmıştır. Daha ağır cürümlerde 647 sayılı Yasanın 4., 5. ve 6. maddelerinin uygulanması mahkemelerin takdirine bırakılmış olmasına karşın, çok daha hafif olan bir suçtan dolayı sözü geçen Yasanın uygulanamaması ve suç sayılan yazıların siyasal içerik taşımaması durumunda cezadan belirli bir oranda indirim yapılması, dernek ve benzeri kuruluş üyelerine verilen cezaların da belirli oranlarda artırılması Anayasanın eşitlik ilkesine ve asafet kurallarına aykırı görüldüğünden, konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesine karar verilmiştir.
118
Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 1 III. GEREKÇE Bilindiği üzere 18.10.2012 tarihinde TBMM’de kabul edilen 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu 07 Kasım 2012 tarih ve 28460 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Çağdaş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de örgütlenme ve toplu pazarlık ve bunun ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilen grev hakkı anayasamızda çeşitli düzenlemelerle belirlenmiştir. Söz konusu alan, çalışanların çalışma, örgütlenme, toplu pazarlık gibi temel hak ve özgürlükleriyle doğrudan ilgisi sebebiyle Anayasanın 51 nci, 52, 53 ve 54 ncü maddelerindeki hükümlerle düzenlenmiş olduğu gibi, Anayasamızda örgütlenme, çalışma haklarıyla ilgili diğer düzenlemeler de mevcuttur. Anayasanın 49 uncu maddesinde Devlet’in, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek ve çalışma hayatını geliştirmek amacıyla çalışanları korumak için gerekli önlemleri alacağı; 50 nci maddesinde de kimsenin, yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ile küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanların çalışma şartları bakımından özel olarak korunacakları emredici biçimde düzenlenmiştir. Anayasal kuralların ruhuna uygun olarak düzenleme yapılması yerine gündelik ihtiyaçların giderilmesini önceleyen, her alanda olduğu gibi sendika ve toplu sözleşme alanında da günü kurtarmaya yönelik, özgürlükleri kısıtlayıcı bir biçimde hareket eden Hükümet tarafından 6356 sayılı Yasa’da da aynı yaklaşım sürdürülmüştür. Türkiye’de çalışma yaşamını doğrudan ilgilendiren ve 6356 Sayılı Kanunun gerekçesinde de görüleceği üzere; çağdaş bir çalışma yaşamı tesis etme ve ILO ve Avrupa Sosyal Şartı ve AB normlarının karşılanması gibi iki önemli gerekçeye dayandırılan söz konusu kanun olumlu bir adım olarak değerlendirilmiştir. Ancak 12 Eylül darbesinin bir ürünü olan ve sendikal örgütlenme ile toplu pazarlık hakkı konusunda özgürlükçü ortamını kısıtlayan bir anlayışı yansıtan 2821 ve 2822 Sayılı Yasaları çağdaşlaştırma, özgür ve demokratik bir örgütlenme ve toplu pazarlık hakkı kurmayı hedefleyen bu yasa tasarısı hedeflerin oldukça uzağındadır. Ayrıca, söz konusu yasa, gerek bilim kurulu tarafından oluşturulan önerileri, gerekse birçok defa biraraya gelen Üçlü Danışma Kurulu’nun üzerinde mutabık kaldığı ana sorunlara yönelik yaklaşımlarını ve mutabakatlarını dikkate almamıştır. 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 sayılı Toplu iş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasaları, çeyrek Yüzyılı aşkın bir süredir anti demokratik yönleri ve örgütlenme özgürlüklerini yeterince korumadığı gerekçesiyle, sendikalar ve Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından da eleştirilmektedir. Türkiye, bu nedenlerle, ILO Sözleşmelerinin uygulanmasını izleme ve denetleme görevlerini yerine getiren ILO Aplikasyon Komitesinin toplantılarının gündemine gelmektedir. Türkiye, ILO’nun sendikal hak ve özgürlüklere ilişkin temel sözleşmeleri olan Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkı İlkelerinin Uygulanmasına dair 98 sayılı Sözleşmesini 1951 yılında, Örgütlenme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına dair 87 sayılı Sözleşmesi ile Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine İlişkin 151 sayılı Sözleşmesini 1993 yılında onaylamıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 2 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90. maddesinde 2004 yılında yapılan bir değişiklikle, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükme bağlanmıştır. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Öte yandan Türkiye’nin Avrupa Birliği ile yürüttüğü üyelik müzakereleri sürecinde açılması gereken fasıllardan biri de 19. fasıl olan İstihdam ve Sosyal Politika başlığıdır. AB düzeyinde sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev haklarına ilişkin düzenlemeler bulunmamakta ve bu konu üye devletlerin ulusal mevzuatına bırakılmış bulunmaktadır. Ancak Avrupa Birliği ana antlaşmaları, diğer AB müktesebatı ve özellikle AB Temel Haklar Şartı ile, ILO standartları ve Avrupa Konseyi Sosyal Şartında ifadesini bulan temel sendikal haklara uymayı üye devletler için şart koşmaktadır. Türkiye AB üyeliğine aday ülke olarak AB ana antlaşmalarına ve diğer AB müktesebatına uymayı taahhüt etmiş bulunmaktadır. Bu nedenle de üyelik müzakereleri sürecinde, sendikal mevzuatını ILO ve Avrupa Konseyi Sosyal Şartında biçimlenen sendikal hak ve özgürlüklere uyarlamak zorundadır. İstihdam ve Sosyal Politika faslının açılışı bu uyarlamaya bağlı görünmektedir. Türkiye bu bağlamda 2821 ve 2822 ve 4688 sayılı Yasaları sendikal özgürlükleri artıracak biçimde yeniden düzenlemeyi ve ILO’nun 87 ve 98 sayılı Sözleşmeleri ile Avrupa Sosyal Şartına uyumlu hale getirmeyi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının öncelikli görevi olarak belirlemiştir. Ancak 6356 Sayılı Yasanın ILO tarafından eleştirilen konulara ilişkin çözüm üretmediği görüldüğü gibi Türkiye’de sendikal hareketin örgütlenmesinin önündeki engelleri de kaldırmadığı açıktır. 2012 yılı itibariyle SGK verilerine göre işçi sayısı 11 Milyondan fazladır. Sendikalarda örgütlü işçi sayısı yaklaşık 885. 00 kişidir. Toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı da 567. 000 kişidir. Görüldüğü üzere Türkiye’de sendikalaşma oranı % 5’lere kadar düşmüştür. Kamuda örgütlü işçi sayısının belediyeler de dahil olmak üzere yaklaşık 360. 000 civarında olduğu göz önüne alınırsa özel sektörde örgütlenme oranı % 2 oranına kadar gerilemiş durumdadır. Özellikle 2010 yılından itibaren Çalışma Bakanlığı’nın SGK verilerini kullanmaya başlamasından itibaren yukarıda belirttiğimiz durumun sendikalara etkisi daha net ortaya çıkmıştır. Birçok sendikanın % 10 işkolu barajını aşamama durumu yaşanmış ve bu nedenle işkolu istatistiklerinin yayımı durdurulmuştur. Bugün gelinen noktada 12 Eylül hukukunun getirdiği % 10 işkolu barajı nedeniyle yaklaşık 18 19 Sendika dışında bütün sendikaların yetkisiz kalma riski ortaya çıkmıştır. Ama yapılan yeni düzenleme bu sorunu çözmekten çok daha da zorlaştırıcı bir durum yaratmıştır. Bunun ana nedeni de İşkollarının birleştirilmesi gibi hiçbir bilimsel gerekçesi olmayan bir düzenlemeyle işkolu barajının Yasa ile % 3’e indirilmesidir. Bu baraj aslında eski sisteme göre bazı sektörlerde % 20’ler düzeyinde bir baraj getirilmesi anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, söz konusu yasa tasarısı özgürlükçü olma hedeflerinin çok gerisinde, ILO’nun 87 ve 98 Sayılı sözleşmelerine aykırılıkların devam ettiği bir tasarı olduğu gibi iktidar partisi AKP’nin Parti Programında, seçim beyannamesinde, 61. Hükümet Programında veEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 3 AKP 2010 Referandum Kitapçığında belirtilen resmi görüşlerine de aykırılıklar teşkil etmektedir. Söz konusu yasada Anayasamızın ekonomik ve sosyal haklar başlığı altındaki 51, 52, 53 ve 54 ncü maddeleri ile 2, 7, 10, 49, 50, 90. maddelerine aykırı düzenlemeler bulunmaktadır. Aşağıda söz konusu 6356 Sayılı Yasanın ilgili maddeleri ve düzenlemelerine ilişkin anayasaya aykırılık iddialarımız gerekçeleriyle birlikte sırasıyla ele alınmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu aykırılıklar konu boyutunda bir aykırılık durumu oluşturduğundan ve bir düzenlemenin çeşitli maddeleri ilgilendirmesi ve bağlantıları nedeniyle bağlantılı maddeler ve fıkralar bir bütün olarak ele alınmış ve buna göre gerekçelendirilmiştir. 1 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanununun “Tanımlar başlıklı 2. maddesinin birinci fıkrasının (ğ) bendi, 3. maddesinin birinci fıkrasının ve 5. maddesinin iptali istemi, Konu: Yalnızca İşkolu Esasına Göre Sendika Kurulmasının Şart Koşulması İlgili maddeler ve fıkralar: a 2. madde, 1. fıkra, ğ bendi: “bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere” ifadesi. b 3. madde, 1. fıkra: “Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur” cümlesi. c 5. maddesi Anayasanın 13., 51. ve 90. maddelerine aykırıdır. 6356 sayılı Kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasının (ğ) bendinde sendika tanımı şu şekilde yapılmıştır: “Sendika: İşçilerin veya işverenlerin çalışma ilişkilerinde, ortak ekonomik ve sosyal hak ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için en az yedi işçi veya işverenin bir araya gelerek bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşları”, 6356 sayılı Kanunun “Kuruluş serbestisi” başlıklı 3. maddesinin 1. fıkrası şu şekildedir: “Kuruluşlar, bu Kanundaki kuruluş usul ve esaslarına uyarak önceden izin almaksızın kurulur. Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur”. 6356 Sayılı Yasanın “İşkolunun Tespiti” başlıklı 5. maddesi şu şekildedir. (1) Bir işyerinin girdiği işkolunun tespiti Bakanlıkça yapılır. Bakanlık, tespit ile ilgili kararını Resmî Gazete’de yayımlar. Bu tespite karşı ilgililer, kararın yayımından itibaren onEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 4 beş gün içinde dava açabilir. Mahkeme iki ay içinde kararını verir. Kararın temyiz edilmesi hâlinde Yargıtay uyuşmazlığı iki ay içinde kesin olarak karara bağlar. (2) Yeni bir toplu iş sözleşmesi için yetki süreci başlamış ise işkolu değişikliği tespiti bir sonraki dönem için geçerli olur. İşkolu tespit talebi ve buna ilişkin açılan davalar, yetki işlemlerinde ve yetki tespit davalarında bekletici neden sayılmaz. (3) İşkolu değişikliği yürürlükteki toplu iş sözleşmesini etkilemez. 6356 sayılı Kanunun 2. maddesinin 1. fıkrasının (ğ) bendinde yer alan “bir işkolunda faaliyette bulunmak üzere” ifadesi ile Kanunun 3. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “Sendikalar kuruldukları işkolunda faaliyette bulunur” ifadeleri ile bu düzenleme ile bağlantılı olan 5. maddesi, sendikaların yalnızca işkolu esasına göre kurulabilmesini ve faaliyet gösterebilmesini düzenlemekte olup, işkolu sendikaları dışındaki farklı sendika türlerini, işyeri sendikaları ile meslek sendikalarının kurulmasını ve faaliyet göstermesine olanak tanımamaktadır. Anayasanın 51. maddesi “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz” şeklindedir. Sendika özgürlüğü, sendikaya üye olmak, çekilmek, üst kuruluşlar kurmak ve sendikal faaliyetleri kapsayan bir özgürlük olarak tanımlanmıştır. Sendika hakkını sınırlama nedenleri genel sınırlama nedenlerinin yanında Anayasanın 51. maddesinde özel olarak düzenlenmiştir. Bu sınırlama nedenlerinin hiçbirinde sendikaların işkolunda kurulmasını ve faaliyet yürütmesini haklı gösterecek bir ifade yoktur. Sendika kurma hakkı Anayasamızda ayrım gözetmeksizin “çalışanlar ve işverenler”e tanınmış ve güvence altına alınmıştır. Türkiye’de yalnızca tek tip, işkolu sendikacılığını zorunlu kılan söz konusu düzenlemeler, Anayasaya ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelere aykırı olarak, sendika kurma ve örgütlenme hak ve özgürlüklerine yönelik ağır, aşırı ölçüsüz, demokratik toplum niteliklerine aykırı bir sınırlama getirmektedir. Öyle ki evrensel ölçekte sendika serbestisi ve sendika çokluğu ilkeleri benimsenmiş olup, 6356 sayılı Yasa’nın öngördüğü işkolu sendikacılığı sınırlaması, bu ilkeler ile sendika kurma ve örgütlenme hak ve özgürlüğünün ihlali niteliğindedir. Şöyle ki, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23. maddesinin 4. fıkrası, Birleşmiş Milletler Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 8. maddesi, Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 22. maddesinin 1. fıkrası, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesi ile Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 87 sayılı Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddeleri ile sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkını tanımlamakta ve güvence altına alınmış olup; sendika serbesti ilkesi çerçevesinde farklı sendika türlerinin kurulabilmesi ve faaliyet gösterebilmesi söz konusu maddelerin doğal bir sonucudur. Bilhassa doğrudan sendika kurma hakkını güvence altına alan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 87 sayılı Sözleşmesi’nin 2. maddesi şu şekildedir:Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 5 “Çalışanlar ve işverenler herhangi bir ayırım yapılmaksızın önceden izin almadan istedikleri kuruluşları kurmak ve yalnız bu kuruluşların tüzüklerine uymak koşulu ile bunlara üye olmak hakkına sahiptirler”. 2. maddede çalışanların “istedikleri kuruluşları” kurma hakkı açıkça belirtilmiş olup, işkolu sendikaları dışındaki meslek ve işyeri sendikaları gibi farklı sendika türlerinin yasaklanması, bu bakımdan ILO’nun 87 sayılı Sözleşmesi’nin ilgili düzenlemesine aykırıdır. Kaldı ki, ILO Yönetim Kurulu Örgütlenme Özgürlüğü Komitesi, ilke ve kararlarında, sendika kurma hakkının tek bir sendika tipi ile sınırlandırılmasının, işyeri ve meslek sendikalarına sınırlama getirilmesinin ILO’nun 87 sayılı Sözleşmesi’nin 2. maddesine aykırı olduğunu belirtmiştir. Örneğin: “İşçiler, temel düzeyde. İşyeri sendikası yada endüstri (işkolu) veya meslek sendikası gibi ana örgütlenmenin başka bir biçimini mi kurmayı seçeceklerine karar vermekte özgür olmalıdır” (1996/279) “Her bir kuruluşta, işte veya meslekte tek bir sendikayı gerektiren hükümler, 87 No’lu Sözleşme’nin 2. maddesine uygun değildir” (1996/282).” “Komite, Uluslararası Çalışma Konferansı’nın, 87 No’lu Sözleşme’de “kendi istedikleri örgütler” sözcüklerini dahil ederek, bazı ülkelerde, bir kişinin mesleki, mezhepsel veya siyasi nedenlerle katılmayı isteyebileceği birçok farklı işçi ve işveren örgütünün varlığını göz önünde bulundurduğuna, bununla birlikte, işçilerin ve işverenlerin çıkarları için, birleşik bir sendikal hareketin sendikal çoğulculuğa tercih edilir olup olmadığını beyan etmediğine işaret etmiştir. Konferans, bu suretle, herhangi bir grup işçinin (veya işverenin), maddi ve manevi çıkarlarını korumak için gerekli olduğunu düşünüyorlarsa, var olan örgütün yanı sıra örgütler kurma hakkını tanımıştır” (1996, 286). “Sendikal çeşitliliğin önlenmesi, işçilerin avantajına olabilirse de, devlet müdahalesi yoluyla, yasal araçlarla dayatılan sendikal hareketin birleşmesi, 87 No’lu Sözleşme’nin 2. ve 11. maddeleri’nde kapsanan ilkeye ters düşmektedir…” (1996, 287). “Sendikal harekette birlik devlet tarafından, yasalar vasıtasıyla dayatılmamalıdır çünkü bu örgütlenme özgürlüğü ilkelerine aykırı olacaktır” (1996, 289). Öte yandan ILO Sözleşme ve Tavsiyelerin Uygulanması Hakkında Uzmanlar Komitesi, 87 sayılı ILO Sözleşmesi bakımından Türkiye’ye ilişkin 1995 yılından bu yana yaptığı gözlemlerinde, “işkolu düzeyindeki sendikaların doğası ve kapsamını netleştirmek amacıyla, işkolları ile ilgili olarak geniş sınıflandırma gruplarının kurulmasının kendisinin ILO’nun 87 sayılı Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu” belirtirken; 2009 yılında yaptığı gözlemde, 2821 sayılı Kanun’da da yer alan işkolu sendikacılığı sınırlaması ile ilgili olarak, “meslek veya işyeri temelinde sendika kurulması ile ilgili yasağın” 87 sayılı ILO Sözleşmesi’nin 2. Maddesine aykırı olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan ILO Sözleşme ve Tavsiyelerin Uygulanması Hakkında Uzmanlar Komitesi 87 sayılı ILO Sözleşmesi bakımından Türkiye’ye ilişkin 2010 yılında yaptığı gözleminde, söz konusu dönemde hazırlanan ve ILO’ya gönderilen Sendikalar Kanunu taslağında “işyeri ve meslek sendikalarının kurulmasına izin verilmesini” Türk mevzuatının ILO’nun 87 sayılıEsas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 6 Sözleşmesi’ne uyumlu hale getirilmesi bakımından bir gelişme/ilerleme olduğunu özel olarak belirtmiştir. Ancak söz konusu taslak yasalaşmamış, 6356 sayılı Kanun ile mevcut yasak, ILO’nun 87 sayılı Sözleşmesi’nin 2. maddesi ve ILO denetim organlarının karar ve tavsiyelerine rağmen sürdürülmüştür. Yukarıda belirtilen tüm hususlara rağmen, “tek tip işkolu sendikacılığı”nda ısrar edilmesi, Yasa’nın 3. maddesinin madde gerekçesinde, “Maddede sendikaların ülkemiz endüstri ilişkileri sisteminin benimsediği ve uygulandığı biçimde işkolu esasına göre kurulacağı belirtilmiş” ifadesine yer verilmiştir. Oysa Türkiye sendikacılık hareketi tarihi ve Türkiye’de sendikal mevzuatın izlediği seyir, bu gerekçeden başka bir gerçekliğe işaret etmektedir. Öyle ki sendikalara ilişkin ilk esaslı yasal düzenleme 1947 yılında kabul edilen 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkında Yasa’dır. Her ne kadar Yasa’nın birinci maddesinde sendikaların aynı işkolunda faaliyet gösteren çalışanlarca kurulacağı belirtilmiş olsa da, Yasa’da işkolu barajı uygulamasına yer verilmediği için, aynı işkolunda çalışan işçiler, işyeri sendikaları ve bir işkolundaki bir mesleğe mensup işçileri bir araya getiren sendikalar (ör. Ereğli Kömür Havzası Maden İşçileri Sendikası, Tekel İstanbul Yaprak Tütün Bakım ve İşleme Sendikası) kurabilmiş ve bu sendikalar faaliyet gösterebilmiştir. İşyerlerinde ya da bir işletmenin bir ildeki şubesinde kurulan sendikalar zaman içinde yerel, bölgesel ve ulusal ölçekte sendika birlikleri, federasyonları ve nihayetinde işkolunun genelinde faaliyet gösteren sendikaları oluşturmuş, zaman içinde farklı işkollarındaki sendikalar, Konfederasyon düzeyinde örgütlenme yoluna gitmiştir. 5018 sayılı Kanunu yürürlükten kaldıran 274 sayılı Kanun’un 9. maddesinde “İşçi sendikaları, aynı işyerinde veya aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan işçileri veyahut birbirleriyle ilgili işkollarında çalışan işçileri içine alır” tanımına yer verilmiş, böylece “aynı işyerinde çalışan işçilerin” işyeri sendikalarında örgütlenmesine olanak tanınırken, 275 sayılı Yasada toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili olmak için işkolu barajı şartı getirilmediğinden dolayı yine bir işkolunda aynı meslek mensuplarını bir araya getiren, fiilen meslek sendikası olarak işlev gören sendikalar (örneğin sanatçıların kurduğu ve örgütlendiği Müzik Sen ve Sine Sen) toplu iş sözleşmesi imzalamak da dâhil olmak üzere temel sendikal faaliyetlerde bulunabilmiştir. Söz konusu tarihsel seyir içinde birleşik, kitlesel ve güçlü işkolları sendikalarının oluşması, yasa yolu ile tek tip işkolu sendikacılığının dayatılması neticesinde değil, ihtiyari olarak sendikaların birleşmesi ile gerçekleşmiştir. Özellikle işyeri ölçeğinde ya da mahalli ölçekte kurulan sendikal örgütlenmeler, güçlü işkolu sendikalarına giden yolun köşe taşlarını oluşturmuştur. Sendikal çokluk ve sendikal serbesti, dağınık, zayıf sendikal yapılara değil, daha güçlü ve birleşik sendikal örgütlenmelere yol açmıştır. Ancak 1983 tarihinde çıkarılan 2821 ve 2822 sayılı Yasalar, o tarihe kadarki sendikal mevzuatı esaslı biçimde değiştirmiş, yasanın 3. maddesinde “İşçi sendikaları, işkolu esasına göre bir işkolunda ve Türkiye çapında faaliyette bulunmak amacı ile bu işkolundaki işyerlerinde çalışan işçiler tarafından kurulur” ve “Meslek ve işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz” kurallarına yer verilmiştir. Böylece meslek ve işyeri sendikaları yasa yolu ile açıkça yasaklanırken, 2822 sayılı Kanun ile getirilen bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için işkolundaki işçilerin en az yüzde 10’unun üyesi olması zorunluluğu ile fiili olarak da işyeri ve meslek sendikalarının faaliyet gösterebilmesi engellenmiştir.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 7 Dolayısıyla ve sonuç olarak, işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı, 6356 sayılı Yasa’nın 3. maddesinin madde gerekçesinde belirtildiği üzere “endüstri ilişkileri sisteminin benimsediği ve uyguladığı bir biçim” değil, 12 Eylül askeri darbesinin ardından yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi tarafından çıkarılan ve Anayasanın geçici 15. maddesi nedeniyle 2000’li yılların sonuna kadar Anayasaya aykırılığı dahi öne sürülemeyen 2821 ve 2822 sayılı Kanunların getirdiği bir sınırlama ve dayatmadır. Dolayısıyla halkın iradesini temsil etmeyen bir askeri cuntanın sendikal mevzuatta getirdiği sınırlamaları, Türkiye endüstri ilişkileri sistemine mal etmek mümkün olmayacağı gibi 6356 sayılı Yasa’nın bu sınırlamayı esas alarak tek tip işkolu sendikacılığında ısrar etmesi, Türkiye’nin tarafı ve uymakla yükümlü olduğu ILO Sözleşmelerine aykırıdır ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile de güvence altına alınmış olan sendikal hakların özünü zedelemekte, sendikal haklara ölçüsüz ve demokratik toplum düzenine aykırı sınırlamalar getirmektedir. Tek tip işkolu sendikacılığının sendikacılığı güçlendirmediği de somut bir biçimde ortadadır; sendika çokluğu ve serbestinin benimsendiği koşullarda 1970’li yılların sonuna gelindiğinde sendikalı işçi sayısının 2 milyona yaklaştığı ancak tek tip işkolu sendikacılığının dayatıldığı günümüzde sendikalı işçi sayısının 1 milyonun altına düştüğü ve bunlarla birlikte sendikalaşabilir işçi nüfusunun 1980 2012 döneminde yaklaşık 2. 5 katına çıktığı göz önünde bulundurulduğunda, 6356 sayılı Yasa ile sürdürülen tek tip işkolu sendikacılığı uygulamasının Anayasanın 51, 52 ve 54. maddeleri ile güvence altına alınmış olan sendikal hak ve özgürlükleri geliştirmediği ve yaygınlaştırmadığı aksine bu hak ve özgürlüklerin kullanılmasını sınırladığı aşikârdır. ILO denetim organlarının emsal kararlarında da görüldüğü üzere, sendikaların hangi biçimde kurulacağının ve faaliyet göstereceğinin sendikalara bırakılması, meslek sendikası, işyeri sendikası ve işkolu düzeyini aşan düzeydeki sendikaların kurulabildiği ve faaliyet gösterebildiği koşullarda, güçlü bir sendikal hareketin yaratılmasının sorumluluğunun yine sendika serbestisi ve sendika çokluğu ilkelerinin benimsendiği koşullarda işçilere ve sendikalara bırakılması, bu hususta ne gerekçe ile olursa olsun bir sınırlamaya gidilmemesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası bakımından da sorumludur. Öte yandan Anayasanın 13. maddesinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak belirtilen “demokratik toplum düzeni ilkesi” sabit, durağan, tarihten ve mekândan bağımsız bir ilke değildir; söz konusu ilke Dünya ölçeğinde yaşanan değişim ve dönüşümlere duyarlı, çağdaş ve demokratik bir toplum düzenini öngörmektedir. Özellikle son 30 yılda ekonomide, teknolojide, istihdam ve üretim ilişkilerinde ve endüstriyel ilişkilerde yaşanan dönüşüm ve bu dönüşümün sonuçları göz önünde bulundurulmadan sendikal örgütlenme biçimlerinin sınırlanması, şüphesiz “demokratik toplum düzeni ilkesi”ne aykırıdır. Zira son yıllarda yeni işler ve yeni iş ilişkileri ortaya çıkmış, üretim teknolojileri ve üretim süreçlerinin örgütlenmesi değişmiş, hizmetler sektörü istihdamın başat alanı haline gelmiştir. Bu süreçte gerek geleneksel olarak var olan ancak yaygınlık kazanan gerekse yeni ortaya çıkan iş ve hizmetlerde bağımlı (ücretli) çalışma ilişkileri yaygınlaşmış, özellikle bazı meslek gruplarının sendikal örgütlenmeye duyduğu ihtiyaç daha da artmıştır. Bu gelişmeler neticesinde, örneğin, spor endüstrisi ve medya/kültür endüstrisi kavramları ortaya çıkmış ve benimsenmiş; bu alanda istihdam edilenlerin sayısı hızla artmış, Borçlar Kanunu ve İş Kanunu’nun kesişim kümesi olarak adlandırılabilecek standart dışı bağımlı çalışma ilişkileri oluşmuş ve yaygınlaşmıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 8 Özellikle televizyon kanallarının sayısının hızla artması ve televizyon dizilerinin hızla yaygınlaşması ile birlikte, daha önce sinema ile sınırlı olan bir alan, televizyon dizilerini de kapsayacak bir biçimde büyümüş; hem sinema ve dizi çekim ve yapım faaliyetlerinde, oyuncu ve set ekibi mensubu olarak çalışanların hem de görsel sanatların diğer kollarında istihdam edilenlerin sayısı artmıştır. Bu artışa bu alanda yaşanan sorunların büyümesi de eşlik etmiş, hali hazırda kurulu olan Türkiye Sinema Emekçileri Sendikası’nın yanı sıra (Sine Sen) 2011 yılında Sahne, Perde, Ekran, Mikrofon Oyuncuları Sendikası (Oyuncular Sendikası) kurulmuştur. Söz konusu iki sendika da, işkolu sendikacılığı şartı nedeni ile mülga 2821 Sayılı Kanuna göre 17 numaralı, 6356 Sayılı Kanuna göre 10 numaralı “Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar” işkolunda faaliyet göstermektedir. Söz konusu işkolu, Türkiye’nin en büyük işkolu olup, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yasanın tasarı aşamasında dağıtılan bilgi notuna göre bu işkolunda 2 milyon 642 bin 812 işçi çalışmaktadır. 6356 sayılı Kanunun 41. maddesi ve geçici 6. maddesi uyarınca, kademeli işkolu barajı sistemi bu işkoluna uygulandığında yüzde 1, 26 bin 428 işçiye, yüzde 252 bin 856 işçiye, yüzde 379 bin 284 işçiye tekabül etmektedir. Bu rakamlar göz önünde bulundurulduğunda, bu sendikaların söz konusu işkolu barajlarını aşması fiilen imkânsız olduğu için, kendine has çalışma ilişkileri ve sorunları olan sinema, perde ve ekran gibi alanlarda çalışanların, söz konusu özel çalışma ilişkileri, sorunları ve çözümlerine vakıf olacak bir sendikal örgütlenmeyi yaşama geçirmeleri ve bu alanın ihtiyaçlarına yanıt verecek toplu iş sözleşmeleri akdetmeleri neredeyse olanaksızdır. Ancak gelişmiş demokrasilerde oyuncuların ve diğer sanat emekçilerinin kendi sendikaları bulunmakta, bu alanda çalışanlar kendi sendikaları aracılığı ile çalışma ilişkileri, hak ve ücretlerinde toplu pazarlık ve toplu iş uyuşmazlıkları marifeti ile söz sahibi olabilmektedir. Örneğin Amerikalı Sinema ve Televizyon Senaristleri Sendikası üyelerinin 2008 yılında gerçekleştirdiği tüm grev, tüm Dünya’da ilgiyle izlenen dizilerin yayınının durmasına neden olmuş ve büyük yankı uyandırmış, senaristler bu grevin ardından taleplerinin büyük ölçüde karşılanmasını sağlamıştır. Fakat 6356 sayılı Kanun’un öngördü işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı modeli, çağdaş ve demokratik toplum düzeninin bir normu haline gelmiş böyle bir sendikal modele izin vermemektedir. Benzer bir durum, sporcular için de söz konusudur. Bir gazete haberine de yansıdığı üzere: “Futbolcular özellikle istenmeyen oyuncuların A Takım ile çalıştırılmamasına ya da zorla bir başka kulübe satılmasına karşı çıkıyor. Avrupa’nın kalburüstü liglerinde futbolcu örgütleri ücretlerinin düzenli ödenmesinden antrenman koşullarına, yayın gelirlerinden pay almaktan transfer politikalarına kadar birçok konuda futbolcunun hakları için pazarlık masasına oturabiliyor”. Dünyadaki gelişmiş demokrasilerde, sporcular, sendika ya da sendika işlevi gören birliklerde örgütlenerek, sporcuların hak ve çıkarlarını bireysel müzakere ölçeğinden toplu müzakere ölçeğine çıkarmakta gerektiğinde toplu iş uyuşmazlıklarına başvurmaktan çekinmemektedir. Örneğin 2011 2012 Sezonunu açılışında İspanyol Futbolcular Birliği’nin futbolcu alacaklarının ödenmemesi nedeniyle yaptığı grev nedeniyle İspanya Ligi bir hafta geç başlamış, aynı dönemde İtalyan Futbolcular Sendikası da aynı yıl bir grev gerçekleştirmiştir. Amerikan Basketbol Ligi NBA’da NBA yöneticileri ile Oyuncular Birliği arasında gerçekleştirilen toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde anlaşma sağlanamaması üzerine. Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 9 Oyuncular Birliği grev kararı almış, ardından işverenler lokavt ilan etmiş, dünyanın en çok takip edilen basketbol ligi yarım sezon geç başlamıştır. Türkiye’de de son yıllarda kurulan iki sporcu sendikası mevcuttur (Spor Sen ve Spor Emek Sen). Geçtiğimiz günlerde yaşamını kaybeden eski milli futbolcu Metin Kurt, yaşamı boyunca sporcuların sendikal örgütlenmesi için çaba göstermiş, konuyu kamuoyunun gündemine taşımıştır. Benzer biçimde Avrupa liglerinde de forma giyen milli futbolcu Emre Belözoğlu’nun Avrupa’da sporcuların örgütlenmesine dikkat çekerek, Türkiye’deki sporcuların da sendikalı olması gerektiğine ilişkin açıklamaları, kamuoyunda geniş yankı bulmuştur. Ancak Türkiye’de hâlihazırda faaliyet gösteren iki sporcu sendikası (Spor Sen ve Spor Emek Sen) mülga 2821 sayılı Kanun’da yer alan ve 6356 sayılı Kanun’un da sürdürdüğü tek tip işkolu sendikacılığı modeli nedeniyle, 18 No’lu Konaklama ve Eğlence İşleri İşkolu’nda faaliyet gösterme zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından yasanın tasarı aşamasında dağıtılan bilgi notuna göre bu işkolunda yaklaşık 611 bin işçi çalışmaktadır. 6356 sayılı Kanunun 41. maddesi ve geçici 6. maddesi uyarınca, kademeli işkolu barajı sistemi bu işkoluna uygulandığında yüzde 1, 6 bin 111 işçiye, yüzde 212 bin 222 işçiye, yüzde 318 bin 333 işçiye tekabül etmektedir. Bu alandaki sendikal örgütlenmenin mevcut durumu göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu sendikaların işkolu barajlarını aşmaları ve toplu müzakere ve toplu iş uyuşmazlıkları aracılığı ile sporcuların hak ve çıkarlarını koruyup geliştirmeleri oldukça zordur. Dolayısıyla 6356 sayılı Kanun’un öngördü işkolu barajı ile pekiştirilmiş tek tip işkolu sendikacılığı modeli, çağdaş ve demokratik toplum düzeninin bir normu haline gelmiş böyle bir sendikal modele izin vermemektedir. Yukarıda sanatçılar ve sporcular bakımından verilen örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikle bu tür işlerde çalışanlar, geleneksel işkolu sendikalarının kendi özgün istihdam alanlarına yanıt verememesi nedeniyle, bağımsız sendikal örgütlenmelere başvurmakta ancak işkolu şartı ve barajı nedeniyle bir sendikanın en önemli işlevi olan toplu pazarlık ve grev haklarını kullanamamaktadır. Sonuç olarak, belli, özgün alanlar başta olmak üzere meslek sendikacılığı gelişmiş, çağdaş, demokratik toplum düzeninin ve ILO Sözleşmeleri ve normlarının bir gereği olarak sendika kurma ve örgütlenme hakkının ayrılmaz bir parçası olup, tek tip işkolu sendikacılığı modelini şart koşan ve meslek sendikacılığına açık olmasa da zımni bir yasak getiren ve bu yasağı işkolu barajı şartı ile pekiştiren, 6356 sayılı Kanun’un ilgili maddeleri, Anayasanın 13. maddesinde belirtilen “demokratik toplum düzeni” ilkesi ile uluslararası sözleşmelere aykırılığından dolayı Anayasanın 90. maddesine aykırıdır. Öte yandan bir mal üretimi için gereken hammaddenin toplanması, çıkarılması ya da elde edilmesinden işlenmesine, hammaddeden ürünün elde edilmesi için gereken tüm üretim süreçlerinden, elde edilen ürünün depolanması, taşınması, pazarlanması ve satılmasına kadar geçen süreçlerde yerelden küresele uzanan üretim zincirleri oluşmuştur. Küresel ölçekte sendikalar, bu üretim zincirinin tümünü kapsayacak bir sendikal örgütlenme gerçekleştirilmediği sürece çağın gereklerine yanıt verecek, işçilerin haklarını koruyacak ve geliştirecek bir sendikal pratiğin yaşama geçirilemeyeceğini görerek, üretim zincirlerinin tümünü kapsayacak sendikal strateji ve bu stratejileri yaşama geçirebilecek sendikal yapılar oluşturma yoluna gitmeye başlamıştır.Esas Sayısı :2013/1 Karar Sayısı : 2014/161 10 Örneğin 19 Haziran 2012 tarihinde Uluslararası Metal İşçileri Federasyonu, Uluslararası Kimya, Enerji, Maden ve Genel İşçiler Federasyonu ile Uluslararası Tekstil, Giyim ve Deri İşçileri Federasyonu birleşerek IndustriALL (Tüm Endüstri) Küresel Sendikası’nı oluşturmuştur. Tüm dünyada, 140 farklı ülkede endüstrinin çeşitli alanlarında çalışan 50 milyondan fazla işçiyi temsil eden IndustriALL Küresel Sendikası, çok uluslu şirketlerle işçilerin haklarını küresel ölçekte müzakere eder hale gelmiştir. Çağın gereklerine yanıt verebilmek için Dünyanın en büyük küresel sendikası, işkolu esasına göre değil endüstri düzeyinde bir örgütsel yapının benimsenmesi ile oluşmuştur. Türkiye’deki sendikalarda küresel ölçekte bu gelişmeleri tartışmaya başlamıştır. Örneğin Petrol İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Öztaşkın, bu hususta şunları kaydetmiştir: “Ayrıca nihai ürün üretiminin, birbirini tamamlayan üretim zinciri biçiminde yapıldığı işyerlerinde; üretimin tüm aşamalarını kapsayan güçlü tek bir sendikal yapının oluşturulabilmesi için, üretimin çeşitli aşamalarındaki farklı iş kollarındaki sendikaların tek çatı altında birleşmesini de gündemimize alarak tartışmalıyız”. Ancak tek tip işkolu sendikacılığını kural olarak benimseyen 6356 sayılı Yasa, işkolu düzeyinin altındaki sendikal örgütlenme biçimlerine (işyeri ve meslek sendikaları) olanak tanımadığı gibi işkolu düzeyini aşan sendikal örgütlenme biçimlerine de olanak tanımamakta, çağın gereklerine ve gerçeklerine uygun, gelişmiş demokratik toplum düzeninde kabul gören ve giderek güçlenen bir yaklaşımı benimseyememekte, işkolu düzeyini aşan, sanayi ya da hizmetler alanının tümünü veyahut bir üretim zincirinin tümünü örgütlenmeyi hedefleyen sendikal yapılara olanak tanınamamaktadır. Oysa Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararda, sendikal özgürlük konusunu şu şekilde değerlendirmiştir: “Sendika kurma özgürlüğü bir yandan demokrasiye dayalı düzeni oluşturan kişiliğe bağlı hak ve ödevlerdendir. Öte yandan da toplumsal yaşantıyı çağdaş uygarlık düzeyine eriştirme amacını güden sosyal ve iktisadi hak ve ödevlerdendir. Bunların yerine getirilmesinde göz önünde tutulacak başlıca temel ilkeler Anayasanın 10, 11 ve 12. maddelerinde gösterilmiştir. Eşit kullanılmayan, kişilere ve kamuya huzur ve adaletli bir düzen sağlamayan sendika özgürlüğünün çağdaş uygarlık düzeyi ile ve hele batı uygarlığınca benimsenen demokrasi anlayışı ile bağdaşması olanak dışıdır. Toplum yararın
4,150
Esas Sayısı:1969/48 Karar Sayısı:1971/5 1 I Davacının gerekçesi özeti: Dâva konusu geçici 1. maddede kanunun yürürlüğe girdiği tarihte İzmir İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi profesörü, doçenti ve asistanı unvanım haiz olanların bu haklarının saklı bulunduğu, kendilerinin Üniversiteler Kanunundaki profesör, doçent ve asistanların yetki ve haklariyle görevlerine devam edecekleri, yeniden tayinlerine lüzum olmadığı, aylık ve ücretlerinin ödenmesinin sürdürüleceği, geçici 2. maddede ise kanunun yürürlüğe girmesinden önce İktisadî ve Ticarî İlimler Akademileri kanun ve yönetmelikleri gereğince doçentlik tezleri kabul edilen adayların kollokyum imtihanları ile deneme derslerinin 7334 sayılı Kanuna ve bu kanun uyarınca düzenlenmiş yönetmeliklere göre yapılacağı yazılıdır. Bu hükümler doçentlik ve profesörlük unvanlarını konu olarak ele aldığından üniversitenin kendi varlık ve görevlerini doğrudan ilgilendirmekte ve böylece üniversitenin Anayasa'nın 149. maddesi uyarınca iptal dâvası açma hakkı doğmaktadır. Anayasa'nın 120. maddesi üniversitenin özerkliğine ilişkin kuralı getirirken bu kuralla her şeyden önce idarenin yani iktidarın üniversite faaliyetlerine karışmamasını öngörmüştür. Üniversiteye öğretim üyesi tayin etme ve öğretim üyesi unvanını verme de üniversite özerkliği kav ramı içine girer. Aksi halde iktidar üniversiteye dilediğince atamalar yaparak onu etkisi altına alabilir. Gerçi üniversiteler Devlet eliyle ve kanunla kurulabilir. Ancak bu hüküm Devlete bir kuruluş yani kadro kanunu çıkarma yetkisi vermektedir. Kanunun getirdiği kadroları yalnız öğretim üyeliği sıfatını üniversitelerden alanlar doldurabilir. Tersine bir görüş iktidara üniversitede öğretim yapmağa kimlerin ehil olduğunu saptama yetkisini tanımak olur. Böyle bir yetki ise üniversitelere Anayasa'nın tanıdığı bilimsel özerklikle bağdaşamaz. Öte yandan bu tutum kanun aracılığı ile öğretim üyesi olacaklar bakımından ve aynı sıfatı üniversitelerin koydukları usullere göre kazananlar aleyhine bir imtiyazı oluşturur ve Anayasa'nın 12. maddesine aykırı düşer. Ayrıca kanun aracılığı ile öğretim üyeliği ihdası yasama organının yetki alanı dışında kaldığı için Anayasa'nın 4. maddesinin ikinci fıkrasına da aykırı bir durum oluşmaktadır.
280
Esas Sayısı : 2009/47 Karar Sayısı : 2011/51 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Davacı tarafın Anayasa'ya aykırılık itirazı ile ilgili beyanları : Davacı taraf 1982 Anayasası'nın 10. maddesinde eşitlik ilkesinin düzenlendiğini, eşitlik ilkesinin bu ilkeden yaralananlar açısından bir temel hak, yani eşit işlem görmeyi ya da ayırım gözetilmemesini isteme hakkı doğurduğunu, aynı zamanda bu ilkenin devlet organları ve idari makamlar açısından da anayasal bir buyruk ve devlet yönetiminin de temel bir ilkesi olduğunu, bu çerçeveden bakıldığından 10. maddede ifade edilen özellikler(dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep) bakımından ayırım yapan bir kanunun Anayasa'ya aykırı olacağını, ancak 2525 sayılı ve 21/06/1934 tarihli Soyadı Kanunu'nun 3. maddesinde düzenlenen; 'Rütbe ve memuriyet, aşiret ve YABANCI IRK VE MİLLET İSİMLERİYLEumumi edeplere uygun olmayan veya iğrenç ve gülünç olan soyadları kullanılamaz.' hükümdekiYABANCI IRK VE MİLLET İSİMLERİYLE ibaresinin Türkçe kökenli olmayan soyadlarının kullanımına engel olduğu, dolayısıyla söz konusu düzenlemenin ırksal ve milletsel ayırım yaptığını, Anayasa'nın 10. maddesinde açıkça ırklara dayalı ayırım yapılamayacağının düzenleme altına alınmasına rağmen. Soyadı Kanunu'ndaki ve iptali istenen düzenleme ile Türkçeye ve Türkçe kökenli soyadları lehine ayırım yapıldığını bu durumun da açık bir şekilde Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğunu, bu vesile ile Soyadı Kanunu'nun 3. maddesindeki 'YABANCI IRK VE MİLLET İSİMLERİYLE' ibaresinin iptal edilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Davalı Nüfus idaresinin Anayasaya aykırılık itirazı hakkındaki beyanları: 10/06/2009 tarihinde yapılan duruşmada davalı nüfus idaresi, davacı tarafın Anayasa'ya aykırılık itirazına dair takdiri Mahkememize bırakmıştır. Cumhuriyet Savcısı'nın Anayasaya aykırılık itirazı hakkındaki beyanları: 10/06/2009 tarihinde yapılan duruşmada Cumhuriyet Savcısı, davacı vekilinin Soyadı Kanunu'nun 3. maddesinde 'yabancı ırk ve millet isimleri' ibaresinin Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine aykırı olduğu yönündeki iddiasını hukuki anlamda tartışmaya değer ve ciddi bulduğundan, taleple ilgili olarak iptal incelemesi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesini kamu adına talep ve mütalaa etmiştir. Dava dosyasının 10/06/2009 tarihinde yapılan duruşmasından; Mahkememiz, davacı tarafın defi yolu ile iptal istemini, Soyadı Kanunu'nun 3. maddesindeki 'yabancı ırk ve millet isimleri' ibaresinin Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesine aykırı olduğu yönündeki iddiası hukuki anlamda tartışmaya değer ve ciddi bulunduğundan iptal incelemesi yapılmak üzere dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir. Anayasa'mızın 10. maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek fıkra: 5170 7.5.2004 / m. 1) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.Esas Sayısı : 2009/47 Karar Sayısı : 2011/51 2 Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (Ek ibare: 5735 9.2.2008 / m.l) kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' düzenlemesi yer almaktadır. Bu düzenlemede de açıkça herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu ve ayrıca hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmayacağı hüküm altına alınmıştır. Eşitlik ilkesi en temel insan hakkı olup, hukukumuzun da vazgeçilmez prensibidir. Anayasa Mahkemesi'nin 2005/28 esas, 2008/122 karar sayılı ve 12.6.2008 tarihli kararı ile eşitlik ilkesinden neyin anlaşılması gerektiği şu şekilde ifade edilmektedir : 'Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen 'yasa önünde eşitlik ilkesi' hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.' Bu kararla görüldüğü üzere eşitlik ilkesinin ihlalinin söz konusu olabilmesi için aynı durumda bulunan kişilerden bir kısmına faklı kurallar uygulanmasının söz konusu olması gerekmektedir. Mahkememizde görülmekte olan davada da buna benzer bir durum söz konusudur. Kişi mevcut olan soy ismini Türkçe kökenli bir sözcük ile değiştirmek amacı ile Mahkemeye başvurduğunda yasal anlamda herhangi bir sorunla karşılaşmaz iken; kamu düzenine aykırı anlam içermeyen, Türk dilinin gramatikal yapısına uygun, ancak Türkçe kökenli olmayan bir sözcüğü soyadı olarak kullanmak amacı ile Mahkemelere başvuran kişiler ise taleplerinin olumsuz sonuçlanması durumu ile karşı karşıya kalmaktadır. Böylece hukuksal durumları aynı olan kişiler maalesef farklı muamelelere tabi tutulması sonucu hasıl olabilmektedir. Soyadı Kanunu'nun 3. maddesindekine benzer düzenleme 1587 sayılı Nüfus Kanunu'nun 16. maddesinde de mevcuttu. Nüfus Kanunu'nun 16/4. maddesindeki yasal düzenleme şu şekildeydi: 'Çocuğun adını ana ve babası kor. ANCAK MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZE, ahlak kurallarına ÖRF VE ADETLERİMİZE uygun düşmeyen veya kamu oyunu inciten adlar konulmaz, doğan çocuk babasının, evlenme dışında doğmuş ise anasının soyadını alır.' Ancak 15/07/2003 tarihli ve 4928 sayılı Yasanın 5. maddesi ile Nüfus Kanunu'nun 16. maddesinde yapılan değişiklik sonucunda madde şu şekli almıştır. 'Çocuğun adını ana ve babası kor. Ancak ahlak kurallarına uygun düşmeyen veya kamuoyunu inciten adlar konulmaz, doğan çocuk babasının, evlilik dışında doğmuş ise anasının soyadını alır.' Görüldüğü üzere yasa koyucu, Nüfus Kanunu'ndaki bu düzenlemelerin çağımızın ihtiyaçlarının dışında, insan hakları ve demokratik toplum yapısı gereklerinin gerisinde kaldığını fark etmesi üzerine bu şekilde yasal düzenleme yoluna gitmiş, dolayısıyla salt Türkçe kökenli isimlerin kullanılması şeklindeki kısıtlama kaldırılmış oldu. Buna benzer yeni bir düzenleme Soyadı Kanunu'nda da gerekmektedir. Bu değişlikte ancak işbu defi yoluyla itirazımız üzerine verilecek olan iptal kararı ile veyahut yeni bir yasal düzenleme yoluyla gerçekleştirilebilir. Osmanlı Devleti'nden bu yana onlarca dilden ve ırktan insan Devletimizin sınırları dahilinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Demokratik ve çağdaş toplumların en vazgeçilmez unsurlarında biri, elbette ki temel hak ve özgürlüklerdir. Bu hakların başında insanın maddi veEsas Sayısı : 2009/47 Karar Sayısı : 2011/51 3 manevi varlığını geliştirme hakkı ve bu hak kapsamında yorumlanan diğer haklar da girmektedir. Toplumların kendi örf ve adetlerini yaşamları ve kültürlerini geliştirmelerine imkan sağlamak, Devlet'in asli görevleri arasında yer almaktadır. Bu kapsamda da günümüzde insanların diledikleri soy isimleri, kamu düzenine, genel ahlaka ve Türk gramatikal yapısına uygun olmak kaydıyla kullanabilmelerine imkan tanınmalıdır. Keza, Türkiye'nin imzalamış olduğu temel hak ve hürriyetlere ilişkin uluslar arası sözleşmeler uyarınca da bu hakkın tanınma gerekmektedir. Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, 21/06/1934 tarihli Soyadı Kanunu'nun yürürlüğe girdiği dönemde 1924 Anayasası yürürlükte bulunmaktaydı. 1924 Anayasası'nın eşitlik ilkesine ilişkin tek hükmü 69. madde kapsamına düzenlenmişti. Bu düzenlemeye göre 'Türkler kanun karşısında eşittirler ve ayrıksız kanuna uymak ödevindedirler. Her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrıcalıkları kaldırılmıştır ve yasaktır.' Görüldüğü üzere bu düzenlemede ki eşitlik ilkesi, günümüze göre son derece dar düzenlenmiş ve eşitliğin sadece Türkler arasında söz konusu olabileceğini öngörmüştür. Soyadı Kanunu'nun 3. maddesindeki düzenlemede, bu anayasal düzenleme ile paraleldir ve sadece Türkçe soyadlarının kullanımına müsaade etmektedir. Ancak 1961 Anayasası'nın 12. maddesi ve akabinde de 1982 Anayasası'nın 10. maddesi ile hiçbir ayırım gözetmeksizin herkesin eşit olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla Soyadı Kanunu'ndaki bu düzenlemenin 1982 Anayasası'nın 10. maddesi ile kabul edilen eşitlik prensibi ile uyumlu olduğundan söz edilemeyeceği ve bu nedenlerle de 3. maddedeki'YABANCI IRK VE MİLLET İSİMLERİYLE' ibaresinin iptal edilmesi gerektiğini kanaatindeyiz. SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 10. maddesinde kabul edilen eşitlik ilkesine aykırı olan 2525 sayılı 21/06/1934 tarihli Soyadı Kanunu'nun 3. maddesinde geçen YABANCI IRK VE MİLLET İSİMLERİYLE ibaresinin işbu defi yoluyla iptal edilmesi talebidir.'
1,171
Esas Sayısı : 2018/140 Karar Sayısı : 2018/101 1 “ 1. Davalı vekiline vekaletnamesini ve yetki belgesini sunması için 2 haftalık kesin süre verilmesine, aksi takdirde yapmış olduğu usul işlemlerinin ve dinletmiş olduğu tanıkların yok hükmünde sayılacağının ihtarına, 2. Davacının 5353 Yasanın 30. maddesi 2 ve 3. fıkrasının, Anayasanın 10., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırı olduğu iddiasının yine Anayasa Mahkemesi’nin 3/4/2007 tarih ve 2005/52 Esas 2007/35 Karar sayılı kararında ciddi muhalefet şerhlerinin oluşu, davacının 4/4/2018 tarihli dilekçesindeki açıklamaların ciddi oluşu dikkate alınarak talebin kabulü ile Anayasanın 152. maddesi kapsamında dosyanın Anayasaya aykırılık hususunda karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, Bu nedenle duruşmanın 2/4/2019 günü saat 09:00 bırakılmasına karar verildi.”
118
Esas Sayısı : 1997/43 Karar Sayısı : 1999/16 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesi şöyledir: Mahkememize aynı türden açılmış bulunan bir çok davada da, davacı tarafın iddiada bulunduğu şekilde 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesine göre yapılan kadastro tesbitinden sonra kişilerin tapu kaydına dayanarak, almış bulundukları hisseli tapulardaki yerlerinin bir kısmının kaybolduğu yolunda beyanlarının bulunduğu mahkememizce teşhis ve tesbit edilmiştir. Bu nedenle, mahkememizce davacı tarafın Anayasaya aykırılık iddiası ciddi olarak görülmüş olmakla, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince Yüksek Anayasa Mahkemesine başvurulması uygun bulunmuş olup, Anayasanın 152. maddesi gereğince yargılamanın durdurulmasına karar verilmiştir. 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanunun 10/b maddesinde Üzerinde İmar Mevzuatına Aykırı Olarak Toplu Binalar İnşa Edilmiş Hisseli veya Özel Parselasyona Dayalı Arsa veya Arazilerde, kişilerin hisse miktarları ve fiili kullanma durumları dikkate alınarak Valilik veya Belediyelerin talebi üzerine, 1 Henüz kadastrosu yapılmamış yerlerde, kadastro müdürlüklerince bu Kanunda belirtilen mülkiyet tesbitine dair hükümler de uygulanarak, 2 Kadastrosu veya Tapulaması tamamlanmış yerlerde ise bu Kanunda verilen yetkiler kadastro müdürlüklerince kullanılarak, Islah İmar Planlarının yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın; onayların alınmasına ve ilanların yapılmasına (askı ilan hariç), komisyonların kurulmasına, lüzum kalmaksızın 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri veya 766 sayılı Tapulama Kanunu hükümlerine göre hak sahipleri tesbit veya yeniden tayin edilerek adlarına tescil edilir. Bu tesbit sırasında; özel parselasyon planında görülen veya hisseli satışlar sonucu fiilen oluşan yol, meydan, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha vs. hizmetlere ayrılan yerler ile bunlara ilişkin hisseler bedelsiz olarak resen tapudan terkin; okul, cami vb.. kamu hizmetlerine ayrılan yerler ise bedelsiz olarak ilgili idareler adına tesbit ve tescil edilir. Hazine, Belediye veya İl Özel İdarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya arazilerin üzerinde yapıldığı tesbit edilen gecekondular hakkında da yukarıdaki fıkralar hükümleri uygulanır. (3366 sayılı Yasa ile ek) Belediye, Hazine, Özel İdare veya Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa ve araziler üzerine gecekondu yapıldıktan sonra tesbit edilerek kira kontratı düzenlenmiş gecekondu hak sahiplerine tapu tahsis belgesi ve tapuları verilir. Hak sahibi olmadığı halde tapu verilen kişilerin tapuları resen iptal edilir denilmiştir.Esas Sayısı : 1997/43 Karar Sayısı : 1999/16 2 Bu maddenin fiili kullanma durumları ibaresinin Anayasanın 5. maddesi ile 10. maddesi, 13. maddesi, 14. maddesi ve 35. maddesine aykırı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü 743 sayılı Türk Medeni Kanununun 928. maddesinde, tapu sicilinin aleni olduğu ve ilgisi olduğunu isbat eden herkesin kendisinde ehemmiyetli olan başlıca sahifelerin evrakı müsbitesi ile birlikte tapu sicili memurlarından biri huzurunda kendisine irae edilmesini, yahut bunların birer suretlerinin verilmesini isteyebileceği ve kimsenin tapu sicilinde kayıtlı olan bir keyfiyetin kendisine meçhul olduğu yolunda bir iddia dermeyan edemeyeceği belirtilmiştir. Aynı şartlarda Türk Medeni Kanununun bu maddesi karşısında tapu siciline dayanarak tapudan hisseli olarak yer almış olan şahıslardan birinin, almış olduğu hisseli tapuya dayanarak, ancak, hissesinden fazla yer işgal ederek, almış olduğu bu yer üzerine bina inşa ettirmiş olması halinde, diğer hisse alan şahsın ise herhangi bir bina yaptırmasının söz konusu olmadığı veya hissesine nazaran daha az bir yere bina yaptırmış olması halinde, 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesinin şu andaki uygulaması karşısında, hissesinden fazla yer işgal etmiş olan şahsın bu fiili kullanma durumunun dikkate alınarak kadastro tesbitinin yapılacağı ortadadır. Nitekim uygulamada yapılan kadastro tesbitleri bu şekilde olmakta ve 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesi gereğince, hissesinden fazla yer işgal eden şahsın durumu korunmakta, diğer şahsın ise korunmayıp, aksine fazla yer işgal eden şahsın karşısında mağdur edilmektedir. Oysa Anayasanın 5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve Demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal ve hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır denilmiştir. Bu madde karşısında, 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesinin halen yürürlükte bulunan şekli ile uygulanması halinde, Devletin ne şekilde sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette, sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya ve insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalıştığının, anlaşılması mümkün değildir. Bu itibarla 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesindeki fiili kullanma durumları ibaresi, Anayasanın 5. maddesine aykırıdır. Anayasanın 10. maddesinin 3. fıkrasında ise Devletin organları ve idare makamları bütün işlemlerinde Kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar denilmiştir. 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesinin yürürlükteki şekliyle uygulanmasında, Anayasanın 10. maddesinin 3. fıkrası karşısında, Devlet Organlarının ve İdare Makamlarının Kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket ettiklerini de söylemek mümkün değildir. Bu itibarla 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesindeki fiili kullanma durumları ibaresi, Anayasanın 10. maddesinin 3. fıkrasına da aykırıdır. Anayasanın 13. ve 14. maddelerinde ise temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması ve temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması hususları düzenlenmiştir. Anayasanın 35. maddesinde ise Mülkiyet Hakkı düzenlenmiş olup, Herkes mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz denilmiştir. Bu itibarla mülkiyet hakkının Anayasa ile hüküm altına alınmış kutsal bir hak olduğu ve bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği ve mülkiyet hakkının kullanılmasının ise toplum yararına aykırı olamayacağı, hem Anayasanın 35. maddesinde ve hem de Anayasanın 13. ve 14. maddelerinde belirtilmiştir. 2981 sayılı Yasanın 10/b maddesinin bu günkü şekli ile uygulanması halinde mülkiyet hakkının sınırlandırıldığı ortadadır. Ancak bu mülkiyet hakkının sınırlandırılmasında ne şekilde kamu yararının olduğunu anlamak mümkün değildir. 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesiEsas Sayısı : 1997/43 Karar Sayısı : 1999/16 3 uygulanmasıyla, tapu kaydına dayanılarak taşınmaz satın alan ve hisseli tapuları bulunan kişilerden, hissesinden fazla yer işgal eder biçimde bina yaptıran şahıs korunmakta, diğer hissedar ise mağdur edilmektedir. Burada hissesi azalmış olan kişinin, mülkiyet hakkını toplum yararına aykırı olarak kullandığını söylemenin mümkün olamayacağı gibi, bu şahsın mülkiyet hakkını kötüye kullandığını da söylemek mümkün değildir. Aksine tapu kaydına dayanılarak hisseli yer alan ve hissesini aşar biçimde bina yaptıran kişinin mülkiyet hakkını kötüye kullandığı açıktır. Bu durumda özellikle, Anayasanın 35. maddesinde ve yine Anayasanın 14. maddesinde belirtildiği şekilde bir hakkın kötüye kullanılmasının ve mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı biçimde kullanılmasının söz konusu olacağı ve bu şekliyle de Anayasanın gerek 35. maddesi ve gerek 14. maddesine aykırı hareket edilmesinin mümkün olacağı, yukarıda açıklanan nedenlerle, olduğu da açıktır. Tüm bu yönleriyle, 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesindeki fiili kullanma durumları ibaresinin, Anayasanın 5. maddesi, 10. maddesinin 3. fıkrası, 13. maddesi, 14. maddesi ve 35. maddesine aykırı olması nedeniyle iptal edilmesi gerekmektedir. Ayrıca 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesinin yürürlükte bulunan şekliyle uygulanmasında bir çok karışıklıklar meydana gelmektedir. Esas itibariyle 2981 sayılı Kanunun 10/c maddesiyle de uygulama yapılmakta olması ve 743 sayılı Türk Medeni Kanununun 651. maddesiyle 648. maddelerinin yürürlükte bulunması karşısında, 2981 sayılı Kanunun fiili kullanma durumları ibaresinin iptal edilmesi halinde uygulamada herhangi bir boşluk olmayacağı açıktır. İstem : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 2981 sayılı Kanunun 10/b maddesindeki fiili kullanma durumları ibaresinin Anayasanın 5., 10. maddesinin 3. fıkrası, 13. maddesi, 14. maddesi ve 35. maddesine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi arz ve talep olunur.
1,147
Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 1 “… 1) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. Maddesiyle Değiştirilen 210 Sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa Bağlı “Değerli Kağıtlar Tablosu”nun 6 Numaralı Sırasının (c) Bendinin Anayasaya Aykırılığı 1.6661 sayılı Kanunun 12. maddesiyle değiştirilen 5490 sayılı Kanunun 41. maddesinin (11) numaralı fıkrasında, doğum bildiriminin kanuni süresi içinde yapılması halinde düzenlenecek kimlik kartlarından değerli kağıt bedeli alınmayacağı kurallaştırılmıştır. 210 sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa ekli “Değerli Kağıtlar Tablosu”nun 6. Sırasındaki “Nüfus Cüzdanları 8” ibaresi ise 6661 sayılı Kanunun 3. maddesiyle (a), (b) ve (c) şeklinde bentlere ayrılarak (a) bendinde, Kanuni bildirim süresi dışında doğum nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 15 TL; (b) bendinde, değiştirme nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 15 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülürken; (c) bendinde, kayıp nedeniyle düzenlenen Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı için 30 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülmüştür. Böylece, nüfus cüzdanı/kimlik kartı için alınacak değerli kağıt bedeli bir yandan 8 TL’den 15 TL’ye çıkarılırken; diğer yandan “Kanuni bildirim süresi dışında doğum” ile “değiştirme” nedenleri için 15 TL olarak belirlenen “değerli kağıt” bedelinin, “kaybetme” halinde 30 TL olması kararlaştırılarak, kaybetme halinde alınacak kimlik kartı için fazladan 15 TL parasal ceza öngörülmüştür. 2.Doğumu kanuni süresi içinde bildirmeme ile kötü kullanım veya kullanımda gerekli özeni göstermeme nedeniyle kimlik kartının yırtılmasına, yıpranmasına veya pörsümesine yol açma gibi durumlarda kişiye izafe edilebilecek bir kusurdan söz edilebilirken, özellikle büyük şehirlerde yoğunlaşan erkeklerde ceplerden cüzdanla birlikte, hanımlarda koldaki çantayla birlikte içindeki kimlik kartlarının da çalınması, kimlik kartlarının konutlardan çalınması, kişiden zorla alınması veya daha hafifinden kimlik kartının çantadan veya cüzdandan düşürülmesi ya da herhangi bir yerde unutularak kaybedilmesi durumlarında kimlik kartını kaybeden kişiye izafe edilebilecek bir kusur ve dolayısıyla sorumluluktan söz edilemez. 3.Anayasa’nın 2. maddesinde hukuk devleti ilkesine, 38. maddesinin yedinci fıkrasında ise ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine yer verilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. 4.Adalet ve hakkaniyet ilkelerine dayanan hukuk devletinde, “Kusursuz suç ve ceza olmaz ilkesi” ile “Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi”, ceza hukukunun temel ilkeleri arasında yer almaktadır. Kusursuz suç ve ceza olmaz ilkesi, ceza hukukunda iradesiz suç ve ceza olmayacağı ve bunun istisnasının bulunmayacağı anlamına gelmekte ve bu ilkeden kusursuz kişiye ceza verilemeyeceği, cezanın kusurun oranını geçemeyeceği, fail değil fiil cezalandırılacağından kimsenin başkasının kusurundan dolayı cezalandırılamayacağı sonuçları çıkmaktadır. Adalet ve kanun önünde eşitlik ilkesi ise cezanın suç olarak öngörülen fiile uygun ve fiil ile orantılı olması ve ayrımcılık yapılmaması demektir. 5.Doğumu yasal süresi içinde bildirmeme veya kimlik kartını kötü kullanımdan yenileme gibi kişiye izafe edilebilecek kusurların bulunduğu hallerde 15 TL değerli kağıt bedeli alınması öngörülürken; kişinin iradesi dışında kimlik kartının şu ya da bu şekilde çalınması. Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 2 iradesi dışında düşürülmesi veya unutulması nedenleriyle kaybedilmesi halinde 15 TL’si ceza olmak üzere 30 TL değerli kağıt bedeli alınması, yasa koyucunun iradeye ve dolaysıyla kusura dayanmayan suç ve ceza ihdas etmesi sonucunu doğurduğu; ve ayrıca kusursuzluk halinin kusurlu durumlara göre daha ağır yaptırıma tabi tutulması, ölçülülük ile adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmadığı için iptali istenen düzenleme, Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 6.Kişinin kimlik kartının şu ya da bu şekilde çalınmasından dolayı kaybedilmesi durumunda, suç konusu olan fiil çalma eylemidir ve faili de çalandır. Kimlik kartının çalınma, gasp vb. nedenlerle kaybedilmesi nedeniyle düzenlenecek kimlik kartı için fazladan 15 TL para cezası öngörülmesi, suçun muhatabının ve uzantısı olarak zarar göreninin cezalandırılması sonucunu doğurduğu ve dolayısıyla suçun şahsiliği ilkesiyle bağdaşmadığı için, iptali istenen düzenleme Anayasa’nın 38. maddesinin yedinci fıkrasındaki ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. 7.Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 3. maddesiyle değiştirilen 210 sayılı Değerli Kağıtlar Kanununa bağlı “Değerli Kağıtlar Tablosu”nun 6 numaralı sırasının (c) bendi, Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. 2) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkranın son cümlesindeki “Maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile …” ifadesinin Anayasaya aykırılığı 8.6661 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkra ile Maden Kanununun 2 nci maddesinde sayılan IV. Grup madenlerden ‘Linyit’ ve ‘Taşkömürü’ çıkaran ve özel hukuk tüzel kişilerinin ruhsat sahibi olarak işlettikleri yeraltı maden işletmelerine, 22.5.2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 41, 53 ve 63 üncü maddelerinde 10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı Kanunla yapılan değişiklikler ile Maden Kanununun ek 9 uncu maddesiyle oluşan maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin destek verilebileceği; verilecek desteklerin Bakanlık bütçesine konulan ödeneklerden karşılanacağı ve maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile bu usul ve esasların uygulanma süresinin Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirleneceği hüküm altına alınmaktadır. 9.Madde gerekçesinden, yeraltından linyit ve taşkömürü çıkarılması faaliyetini yürüten işletmelerde 4857 sayılı İş Kanununun 43. (fazla çalışma ücretinin artırılması), 53. (yıllık izin süresinin artırılması), 63. (haftalık çalışma süresinin düşürülmesi) maddeleri hükümleri ile Maden Kanununa eklenen ek 9. madde (asgari ücretin iki katı ödeme yapılması) hükümlerinden kaynaklanan maliyet artışlarının; kamu işletmeleri için, 4.2.2015 tarihli ve 6592 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 3213 sayılı Kanuna eklenen geçici 29. madde hükümleriyle karşılandığı; yapılan düzenlemenin yeraltı kömür ve linyit işletmelerinde özel kesim işletmelerinin de destek kapsamına alınarak kamu özel ayrımının ortadan kaldırılıp eşitliğin sağlanması ve yurtiçi üretimin desteklenerek ithalatın düşürülmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. 10. 6592 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 3213 sayılı Kanuna eklenen geçici 29. madde ile kamu işletmeleri için 4735 sayılı Kanun kapsamında imzalanan sözleşmeler ile rödövans sözleşmelerinde meydana gelen maliyet artışlarının sözleşme tarafı işletmecilere fiyat farkı ödenmesi suretiyle karşılanması amaçlandığından, fiyat farkı ödenmesine ilişkin esas veEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 3 usullerin Bakanlar Kurulunca kararlaştırılması olağandır. Çünkü rödövans sözleşmesi üretim miktarının belirli bir kısmının kamu payı olarak ayrılması esasına dayandığı, ihaleler de teknik şartnameler bağlamında yapıldığı için, fiyat farkı ödemesine esas olacak “birim fiyat”, “asgari işçilik oranı”, “yeraltı işçilik oranı”, “aylık prim ve hizmet belgeleri üzerinden çalışan sayısı”, “rödövans payı”, “kaynak rezervi”, “işletmenin mali tabloları” gibi değerler, sözleşme hükümleri arasında yer alabilmekte, yer almayanlar ise fiyat farkı kararnameleri ile belirlenebilmektedir. 11. Buna karşın iptali istenen, bedeli karşılanacak maliyet artışlarına ilişkin esas ve usulleri Bakanlar Kurulunca belirlenecek işletmeler, Devlet ile sözleşme ilişkisi içinde bulunmayan ve piyasaya yönelik üretimde bulunan özel işletmelerdir. Üretim teknolojisi, istihdam yapısı ve üretim miktarını piyasa şartlarına göre kendilerinin belirledikleri ve muhasebe kayıt düzenlerinin de ekonominin yaklaşık %40’nın kayıtdışı olduğu Türkiye şartlarına özgü olduğu ortadadır. Dolayısıyla maliyet artışlarının, gerçekleşen üretim miktarı ve üretim maliyetleri üzerinden mi veya fiktif miktar ve değerler üzerinden mi, fiili istihdam düzeyi ya da işçilik maliyetleri üzerinden mi, fiktif düzey ve miktarlar üzerinden mi belirleneceği ile bu farklı tür belirlemelere taban oluşturacak işletmelerin asgari işçilik tutarları, yeraltı işçilik oranları, asgari veya fiili üretim miktarları, asgari veya fiili üretim maliyetleri, mali tabloları, aylık prim ve hizmet belgeleri, toplu veya bireysel iş sözleşmeleri ve daha bir çok kriterden hangilerinin esas ve usullerin belirlenmesinde esas alınacağının, kamu bütçesinden yapılacak ödemelere temel oluşturacakları gözetildiğinde yasada belirlenmiş olması gerekeceği açıktır. 12. Anayasa’nın 6. maddesinde kuvvetler ayrılığı ortaya konulmuş; 7. maddesinde ise “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmiştir. Anayasa Mahkemesinin birçok kararında vurgulandığı üzere, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi uyarınca, yürütme organına genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz düzenleme yetkisi verilemez. Yasayla düzenleme ilkesi, düzenlenen konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların yasa metninde kurallaştırması anlamına gelmektedir. Kurallaştırma ise düzenlenen alanda temel ilkelerin konulması, esasların belirlenmesi ve çerçevenin çizilmesi koşuluyla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların düzenlenmesinin yürütme organına bırakılmasını gerektirir. 13. Linyit ve taşkömürü çıkaran özel hukuk tüzel kişilerinin ruhsat sahibi olarak işlettikleri yeraltı maden işletmelerinin maliyet artışlarının nasıl hesaplanacağı, hesaplamada üretim miktarının mı yoksa istihdam düzeyinin mi esas alınacağı ve hesaplamalara hangi maliyet unsurları ile ne tür kriterlerin temel oluşturacağı belirlenmeden kamu bütçesinden özel firmalara yapılacak harcamalarda yürütme organına genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz yetki verilmesi, Anayasa’nın 7. maddesine aykırıdır. 14. Yukarıda açıklandığı üzere 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 6. maddesiyle 3213 sayılı Maden Kanununun geçici 29. maddesine eklenen ikinci fıkranın son cümlesindeki “Maliyet artışlarının karşılanmasına ilişkin usul ve esaslar ile …” ifadesi, Anayasa’nın 7. maddesine aykırı olduğundan iptali gerekir. 4) 6661 sayılı Askerlik Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 19. maddesiyle 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasına (ç) bendinden sonra eklenen paragrafın Anayasaya Aykırılığı a) Düzenlemenin anlam ve kapsamıEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 4 15. Sayıştay’ın sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50’den az olan özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıkları ve merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahallî idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerden kamu payı % 50’nin altına düşmüş olanları, “ortaklık hakları yönüyle” denetleme görevine, önce 11.10.2011 günlü ve 662 sayılı KHK’nin 63. maddesinin (a) bendiyle son verilmiş; düzenlemeyi Anayasa Mahkemesinin 3.4.2013 günlü ve E.2011/142, K.2013/52 sayılı kararıyla iptal etmesi sonrası bu defa 12.7.2013 tarihli ve 6495 sayılı Kanunun 73. maddesinin (cc) bendi ile son verilmiş; Anayasa Mahkemesinin bu düzenlemeyi de 4.12.2014 günlü ve E.2013/114, K.2014/184 sayılı Kararıyla iptal etmesi sonucu, 14.1.2016 tarihli ve 6661 sayılı Kanunun 19. maddesiyle 6085 sayılı Kanunun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının bir yandan (a) bendinde yapılan değişiklikle “sermayesinde doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı olan” özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile (b) bendindeki merkezi yönetim bütçesi kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahalli idarelere bağlı veya bu idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketler Sayıştay denetiminin kapsamına alınırken; diğer yandan (1) numaralı fıkranın sonuna eklenen paragrafla, “(a) ve (b) bentleri kapsamına giren şirketlerden doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50’den az olup ilgili mevzuatı uyarınca bağımsız denetime tabi olan; şirketler, bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının denetimi, ilgili mevzuatı uyarınca düzenlenen ve Sayıştaya gönderilecek olan bağımsız denetim raporları esas alınarak yapılır. Sayıştay, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar.” hükmü getirilmiştir. 16. Böylece 6085 sayılı Kanunun 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50’den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının Sayıştay tarafından denetimi, Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından yetkilendirilen bağımsız denetim kuruluşları tarafından düzenlenip Sayıştay’a gönderilecek olan bağımsız denetim raporları esas alınarak yapılacak ve Sayıştay münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporunu esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne sunacaktır. Buna karşın, 6085 sayılı Kanunun 4. maddesi (1) numaralı fıkrasının (a) ve (b) bentlerine göre Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50’den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılmayan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıkları ise Sayıştay tarafından “ortaklık haklarıyla sınırlı” olarak da değil, bütünüyle ve bütün yönleriyle denetlenecektir. 17. Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu tarafından hazırlanarak 26.12.2012 tarihli ve 28509 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Bağımsız Denetim Yönetmeliği’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde bağımsız denetim, “Finansal tablo ve diğer finansal bilgilerin, finansal raporlama standartlarına uygunluğu ve doğruluğu hususunda, makul güvence sağlayacak yeterli ve uygun bağımsız denetim kanıtlarının elde edilmesi amacıyla, denetim standartlarında öngörülen gerekli bağımsız denetim tekniklerinin uygulanarak defter, kayıt ve belgeler üzerinden denetlenmesi ve değerlendirilerek rapora bağlanmasını,” şeklinde tanımlanmış; “Denetimin amacı ve kapsamı” başlıklı 5. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, “Denetim finansal tablolar ve diğer finansal bilgiler dâhil olmak üzere denetime tabi konuların belirlenmiş bir kıstasa uyumlu olup olmadığı hususunda kullanıcılara TDS çerçevesinde güvence sağlayacak bir görüşEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 5 oluşturulması amacı ile yapılır.” denilirken, (2) numaralı fıkrasında “Denetim, kullanıcılara denetim konusunun denetim kıstasına uyumuyla ilgili makul veya sınırlı güvence sağlar.” denilmiş; anılan Yönetmeliğin 10. maddesinde “Denetim raporu”, 29. maddesinde “Denetim sözleşmesi”, 30. maddesinde “Denetim raporu düzenleme ve görüş bildirme yükümlülüğü” düzenlenmiştir. 18. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki “uluslararası denetim standartları” ifadesi, “International Federation of Accountants –IFAC (Uluslararası Muhasebeciler Federasyonu) Denetim Standartları”na göndermede bulunmaktadır. Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumu, IFAC Denetim Standartlarının uyarlaması olan Türkiye Denetim Standartlarını (TDS) hazırlamış ve uygulamaya koymuştur. 19. Öte yandan 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 35. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde, “Denetim genel kabul görmüş uluslararası denetim standartlarına uygun olarak yürütülür.” denilirken; 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasında, düzenlilik denetiminin “(a) Kamu idarelerinin gelir, gider ve malları ile bunlara ilişkin hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığının tespiti, (b) Kamu idarelerinin mali rapor ve tablolarının, bunlara dayanak oluşturan ve ihtiyaç duyulan her türlü belgelerin değerlendirilerek, bunların güvenilirliği ve doğruluğu hakkında görüş bildirilmesi, (c) Mali yönetim ve iç kontrol sistemlerinin değerlendirilmesi,” suretiyle gerçekleştirileceği belirtilmiştir. 20. Sayıştaylar açısından uluslararası denetim standartları, INTOSAI Denetim Standartlarıdır. IFAC Standartları, INTOSAI (Uluslararası Sayıştaylar Örgütü) tarafından kamu denetimine uyarlanarak INTOSAI Denetim Standartlarına kazandırılmıştır. INTOSAI Denetim Standartlarından ISSAI 1003, “Bir özel sektör kuruluşunun mali denetimi söz konusu olduğunda denetimin amacı, bir dizi beyana dayalı olarak bir güvence görüşü bildirmekle sınırlıdır. Diğer yandan kamu sektöründe yapılan mali denetimin amacı, genelde mali tabloların önemli olan tüm açılardan ilgili mali raporlama çerçevesine (yani ISA’ların kapsamı çerçevesine) uygun olarak hazırlanıp hazırlanmadığı konusunda görüş bildirmekten daha geniş kapsamlıdır. Mevzuat, yönetmelikler, bakanlık talimatları, hükümetin politika şartları ve yasama kararlarından doğan denetim yetki ve görevi veya kamu kurumlarına yönelik yükümlülükler; daha başka amaçlar doğurabilir. Bu sorumluluklar arasında örneğin prosedürlerin gerçekleştirilerek yasal ve idari düzenlemelere uygunsuzluk durumlarının ve iç kontrollerin etkinliğinin bildirilmesi yer alabilir. Fakat bu tarz ilave amaçlar olmasa bile bunlara yönelik genel kamuoyu beklentileri söz konusu olabilir.” şeklinde iken; ISSAI 1700, “Denetçi, toplamış olduğu denetim kanıtlarından çıkarmış olduğu sonuçları değerlendirerek denetim görüşü oluşturur. Denetçi erişmiş olduğu denetim görüşünü, denetim görüşünün dayanaklarını da açıklayarak yazılı bir rapor yolu ile açık bir şekilde ifade eder.” biçimindedir. 21. 6085 sayılı Kanun ile INTOSAI Denetim Standartları çerçevesinde hazırlanan Sayıştay Düzenlilik Denetimi Rehberi “Genel Çerçeve Düzenlilik Denetiminin Esasları” başlığı altında, düzenlilik denetimi “kamu idarelerinin hesap ve işlemleri ile mali rapor ve tablolarının güvenilirliği ve doğruluğu hakkında görüş bildirilmesi, kamu idarelerinin gelir, gider ve mallarına ilişkin hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığının tespiti ve mali yönetim ve iç kontrol sistemlerinin değerlendirilmesidir.” şeklinde tanımlanmış (s:3), amacı ise. Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 6 “ Kamu idaresinin hesap ve işlemleri ile mali rapor ve tablolarının, mali raporlama standartları doğrultusunda denetlenen kamu idaresinin mali durumunu ve faaliyet sonuçlarını tüm önemli yönleriyle doğru ve güvenilir bir biçimde gösterip göstermediği hakkında denetim görüşü oluşturmak,  Kamu idaresinin gelir, gider, mal hesapları ile diğer hesap ve işlemlerinin kanunlara ve diğer hukuki düzenlemelere uygun olup olmadığını tespit etmek,  Mali yönetim ve iç kontrol sistemlerini değerlendirmek,  Kanun ve diğer hukuki düzenlemelere aykırı işlemler nedeni ile sebep olunan kamu zararlarını tespit etmektir.” (s:3) biçiminde ortaya konmuştur. 22. IFAC Uluslararası Denetim Standartları ve Türkiye uyarlaması olan Türkiye Denetim Standartları da, INTOSAI Denetim Standartları da finansal tablolar (mali tablo ve raporlar) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerin, denetlenen işletme/kurumun faaliyet ortamı, bilişim sistemi ve iç kontrol sisteminin tanınması, faaliyetlerinin önemli olanlarının belirlenmesi, önemli faaliyetlere ilişkin hesap alanlarının belirlenerek sınıflandırılması, yapısal riskler ile kontrol risklerin değerlendirilmesi, incelenecek işlemlerin belirlenmesi ve örneklemin seçilmesi, örneklemin incelenerek denetim kanıtlarının elde edilmesi, denetim sonuçlarının değerlendirilmesi, denetim raporlarının hazırlanması ve denetim görüşünün oluşturulmasına ilişkin IFAC ve Türkiye uyarlaması olan TDS veya INTOSAI denetim standartlarına uygun denetlenmiş olmak kaydıyla hangi denetçi veya denetim ekibi tarafından denetlenirse denetlensin aynı “denetim görüşü”ne ulaşılmasını sağlamayı amaçlayan standartlardır. Bir farkla ki ISSAI 1003’de de belirtildiği üzere INTOSAI Denetim Standartları kamu kesimini esas aldığından daha kapsamlıdır. Denetimin nihai amacı finansal tablolar (mali tablo ve raporlar) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerin doğruluğu ve güvenirliği hakkında “makul” bir güvence sağlamak amacıyla “görüş” oluşturulmasıdır. Denetim görüşü oluşturabilmek için ise denetlenen şirketin/kurumun finansal tabloları (mali tablo ve raporları) ile bunların dayanağı olan belgelerin denetim standartlarına göre denetlenmesi mutlak bir zorunluluktur. 23. Bağımsız denetim raporları, bağımsız denetçinin denetim görüşü ile ekindeki hesap dönemine ilişkin denetlenen şirket tarafından hazırlanan konsolide mali tablolar ve dipnotlarından oluşmaktadır. Örneğin, Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı ve Bağlı Ortaklıklarına ilişkin “31 Aralık 2013 Tarihinde Sona Eren Hesap Dönemine Ait Konsolide Finansal Tablolar ve Bağımsız Denetim Raporu”1 (EK 1)’ ile “31 Aralık 2014 Tarihinde Sona Eren Hesap Dönemine Ait Konsolide Finansal Tablolar ve Bağımsız Denetim Raporu”2 (EK 2)’na yer verilmiştir. 2013 Yılı Bağımsız Denetim Raporu’nun “Görüş” kısmında, “Görüşümüze göre, ilişikteki konsolide finansal tablolar, Grup’un 31 Aralık 2013 tarihi itibariyle konsolide finansal durumunu, aynı tarihte sona eren yıla ait konsolide finansal performansını ve konsolide nakit akışlarını, TMS (Not 2) çerçevesinde doğru ve dürüst bir biçimde yansıtmaktadır.” denilirken; 2014 Yılı Bağımsız Denetim Raporu’nun “Görüş” kısmında, “Görüşümüze göre konsolide finansal tablolar, Türk Hava Yolları Anonim Ortaklığı 1 http://investor.turkishairlines.com/documents/ThyInvestorRelations/download/financal/2013 _12_aylik_finansal_raporu.pdf (erişim:23.2.2016) 2 http://investor.turkishairlines.com/documents/ThyInvestorRelations/download/financal/2014 _12_aylik_finansal_raporu.pdf (erişim:23.2.2016)Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 7 ve bağlı ortaklıklarının 31 Aralık 2014 tarihi itibariyle konsolide finansal durumunu ve aynı tarihte sona eren hesap dönemine ait konsolide finansal performansını ve konsolide nakit akışlarını, Türkiye Muhasebe Standartlarına uygun olarak tüm önemli yönleriyle gerçeğe uygun bir biçimde sunmaktadır.” denilmektedir. 24. İptali istenen düzenleme Sayıştay’a, doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı % 50’den az olup ilgili mevzuatı uyarınca bağımsız denetime tabi olan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının finansal tabloları (mali tablo ve raporları) ile bunlara dayanak oluşturan belgelerini, 6085 sayılı Kanun ve ikincil mevzuatına göre (Düzenlilik Denetimi Yönetmeliği ve INTOSAI Denetim Standartlarının uyarlaması olan Sayıştay Düzenlilik Denetimi Rehberi) denetleyerek denetim görüşü oluşturma görevi değil, Sayıştay denetimini bağımsız denetçilerce hazırlanan ve yukarıda örneği verilen ikişer sayfalık bağımsız denetim raporlarını ve hatta bir paragraflık denetim “görüşü” nü esas alarak yapma görevi vermektedir. Sayıştay’a verilen görevin yukarıda yer verilen denetim görüşlerini inceleyerek TBMM’ye sunulmak üzere denetim raporu hazırlamak olduğu göz önüne alındığında, bu görevin hukuk ve denetim teorisi açısından anlamlı, makul, mantıklı, anlaşılabilir, yapılabilir, uygulanabilir, erişilebilir, bilinebilir, nesnel, adil, hakkaniyetli ve kamu yararıyla bağdaşır olmadığı açıktır. 25. Sayıştay’a verilen bu görevin yerine getirilebilmesi, en azından yapılan bağımsız denetimin TDS’na uygun yapıldığının ve dolayısıyla denetim görüşünün dayanağı ile uygun yapıldığının belgeleri olan “çalışma kağıtları”, “denetim güncel dosyası” ve “denetim sürekli dosyası”nın Sayıştay tarafından incelemesinden geçmektedir. Nitekim söz konusu denetim raporlarının “Bağımsız Denetim Kuruluşunun Sorumluluğu” başlığı altında denetim sürecine ilişkin genel açıklamalar yapıldıktan sonra üçüncü paragraflarında, “Bağımsız denetim sırasında temin ettiğimiz denetim kanıtlarının, görüşümüzün oluşturulmasına yeterli ve uygun bir dayanak oluşturduğuna inanıyoruz.” beyanı bulunmaktadır. Ancak, iptali istenen ek paragrafın ikinci cümlesinde, “Sayıştay, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunar.” denilerek, Sayıştay’ın bağımsız denetim raporunu TDS’na uygunluk ile denetim görüşünün dayanakları bakımından incelemesinin de önüne geçilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütçe hakkından kaynaklanan denetim görevini, denetlenen şirket tarafından seçilip denetlenen şirketle sözleşme ilişkisi bulunan ve ücretini denetlenen şirketten alan bağımsız denetçinin denetim raporunu esas alarak yapması, Anayasa’ya göre mümkün olmadığından da Sayıştay’a bağımsız denetim raporunu, “… şirketine/iştirakine/bağlı ortaklığına ilişkin … tarihli bağımsız denetim raporu ektedir.” şeklindeki bir üst yazıyla Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma dışında bir alan ve imkan tanınmayarak, bağımsız denetim raporuna Sayıştay üzerinden kamusallık kazandırma, başka bir anlatımla Sayıştay’a denetim görüntüsü altında verilen deyim yerindeyse “postacılık” ya da “kargoculuk” görevi üzerinden bağımsız denetim raporuna Sayıştay raporu işlevi yükleme amaçlanmaktadır. 26. Bu bağlamda getirilen düzenlemeyle, Sayıştay denetimine giren şirketlerden; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50’den az olan ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanununun 397. maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca bağımsız denetime tabi olacağı kararlaştırılan şirketler ile bunların iştirakleri ve bağlı ortaklıkları üzerindeki Sayıştay denetiminin, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporları esas alınarak hazırlanacak denetim raporunun TBMM’ye sunulması şeklinde yapılması, başka bir anlatımla Sayıştay’a denetim adı altında postacılık ya da kargoculuk veya aynı anlama gelmek üzere lojistik görevi verilmesi öngörülürken; doğrudan veya dolaylı olarak kamu payı %50’den az olan ve Bakanlar Kurulunca bağımsız denetim kapsamı dışında tutulan şirketler ile bunlarınEsas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 8 iştirakleri ve bağlı ortaklıklarının, “ortaklık hakları yönüyle sınırlı” olmanın ötesinde bütünüyle ve bütün yönleriyle Sayıştay denetimine tabi olması sağlanmaktadır. b) Anayasa’ya aykırılık sorunu 27. Anayasa’nın 153. maddesinin altıncı fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. 28. 6495 sayılı Kanun’un 73. maddesinin (cc) fıkrasıyla Sayıştay’ın, sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50’den az olan özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahallî idarelere bağlı veya bu idarelerin kurdukları veya doğrudan ya da dolaylı olarak ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerden kamu payı %50’nin altına düşmüş olanları, “ortaklık hakları” yönüyle denetlemesini ortadan kaldıran düzenlemenin iptaline ilişkin 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararında Anayasa Mahkemesi, Sayıştay denetiminin demokrasinin temel gereklerinden olan şeffaflık, saydamlık, yasamanın yürütmeyi denetleme hakkı ve yürütmenin yasamaya ve halka hesap verme sorumluluğuna uygun yapılması gerektiğine vurgu yaparak, Sayıştay denetimini demokratik devlet ilkesinin bir gereği olarak yasama organının bütçe hakkının yerine getirmesinde ve yürütmenin yasama organına ve halka hesap verme sorumluluğunun işlevselleştirilmesinde en önemli araç olarak nitelendirmiştir. 29. İptal gerekçesinde, doğrudan ve dolaylı olarak kamu payı %50’den az olan şirketler ile bunların iştirak ve bağlı ortaklıklarının Sayıştay tarafından denetlenmesi, demokratik devlet ilkesi ve yasama organının bütçe hakkı bağlamında açık bir şekilde ortaya konulmasına rağmen, iptali istenen düzenlemeyle Sayıştay denetimi, münhasıran kendisine sunulan bağımsız denetim raporlarını esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma ile sınırlandırılmıştır. Denetim finansal tablolar (mali rapor ve tablolar) ile bunların dayanağı olan belgelerin incelenerek bir denetim görüşüne ulaşılması iken, Sayıştay’a inceleme yapmadan ve denetim görüşü oluşturmadan ve hatta bağımsız denetim raporunun TDS’na uygunluğu ile denetim görüşünün dayanaklarını dahi incelemeden denetim görevi görüntüsü altında, kendisine sunulan bağımsız denetim raporunu esas alarak hazırlayacağı raporu Türkiye Büyük Millet Meclisine sunma gibi denetimin asgari gereklerini dahi taşımayan bir “postacılık” veya kargoculuk” görevi verilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararındaki gerekçelerle bağdaşmadığından, iptali istenen düzenleme Anayasa’nın 153. maddesine aykırıdır. 30. Anayasanın 2. maddesinde demokratik devlet ile hukuk devleti ilkesine yer verilmiş; 160. maddesinin birinci fıkrasında, merkezi yönetim kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir, gider ve mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adına denetleme; üçüncü fıkrasında ise mahalli idarelerin hesap ve işlemlerini denetleme görevleri Sayıştaya verilirken; 165. maddesinde, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesi esaslarının kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Anayasanın 165. maddesi uyarınca, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesine ilişkin kurallar, 3346 sayılı Kanunda yer almış; Türkiye Büyük Millet Meclisinin 3346 sayılı Kanuna göre yapacağı denetime, denetim bulgusu sağlama görevi ise, 6085 sayılı Kanunun 43. maddesiyle Sayıştaya verilmiştir.Esas Sayısı : 2016/21 Karar Sayısı : 2016/199 9 31. Özelleştirme vb. yollarla sermayesindeki kamu payı doğrudan veya dolaylı olarak % 50’nin altına düşmüş özel kanunlar ile kurulmuş anonim ortaklıklar ile kamu payı % 50’nin altında olan veya altına düşen her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerdeki kamu payları, Anayasanın 160 ıncı maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarına göre Sayıştay denetimine tabi olan kamu idarelerinin bütçelerinden ödenmiş olduğundan, bu idarelere aittir. Söz konusu ortaklıkların karları, Sayıştay denetimine tabi kamu idarelerinin ortaklık payı oranında bütçe gelirini, zararları ile sermaye artırımları ise bütçe giderini oluşturmakta ve bütçelerine gelir, gider ve sermaye katılım payı olarak kaydedilmektedir. 32. Anayasa Mahkemesinin 27.12.2012 günlü ve E.2012/102, K.2012/207 sayılı ve 4.12.2014 günlü ve E. 2013/114, K. 2014/184 sayılı kararlarında da belirtildiği üzere, Anayasada Sayıştay denetiminin kapsamı ve niteliğine ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamakla birlikte, TBMM adına yapılan Sayıştay denetiminin, demokrasinin temel gereklerinden olan şeffaflık, saydamlık, yasamanın yürütmeyi denetleme hakkı ve yürütmenin yasamaya ve halka hesap verme sorumluluğu anlayışına uygun olarak yapılması gerektiği açıktır. 33. Günümüzde denetim uluslararası standartlara göre yapılan bir faaliyettir. Anayasa’nın 160. ve 165. maddelerinde genel çerçevesi çizilen denetimin kurallaştırılması 6085 sayılı Sayıştay Kanununda yapılmıştır. 6085 sayılı Kanunun 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasında uluslararası denetim standartları da gözetilerek Sayıştayın yapacağı düzenlilik denetiminin, mali rapor ve tabloların ve bunlara dayanak oluşturan belgelerin değerlendirilerek, bunların doğruluğu ve güvenirliği hakkında görüş bildirilmesi şeklinde yapılacağı belirtilmiştir. Denetimin finansal tablolar (mali rapor ve tablolar) ile bunların dayanağını oluşturan belgelerin incelenerek, bunların doğruluğu ve güvenirliği hakkında görüş bildirilmesi şeklinde yapılması, evrensellik kazanmış bir kuraldır. 34. Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi, yönetimin hukuka bağl
4,041
Esas No:1975/34 Karar No:1975/70 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtirazın gerekçesi özeti şöyledir: 1803 sayılı Af Yasasının 3. maddesinin ikinci fıkrasındaki kuralın 6136 sayılı Kanunun 1308 sayılı Kanunla değişik 12. maddesinin üçüncü fıkrası yönünden Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrasındaki biçim kuralına aykırı olduğu kanısına varıldığından, iptali için Anayasa'nın değişik 151. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurulmasına karar verilmiştir.
57
Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 1 “23/01/2017 tarihli ve 29957 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 682 sayılı Genel Kolluk Disiplin Hükümleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 31/01/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 7068 sayılı “Genel Kolluk Disiplin Hükümleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun” ile genel kolluk görevini yürüten kurumların iç disiplinin sağlanması ve hukuka uygun olarak hareket etmeye yönelik usul ve esasların belirlenmesi ve bu kapsamda Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personelinin disiplin işlemlerinin düzenlenmesi, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik komutanlığının yapısının değiştirilerek İçişleri Bakanlığına bağlanması, disiplin işlerine ilişkin özel bir düzenleme yapılana kadar Jandarma ve Sahil güvenlik personelinin suç ve cezalarının Emniyet teşkilatı disiplin mevzuatına göre belirlenmesi öngörülmektedir. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHK’si olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle “yokluk” iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkarak olağanüstü hal ile ilgisi olmayan ve olağanüstü hal süresini aşacak şekilde kanunlarda değişiklik yaparak sürekli uygulanacak kurallar öngörmüştür. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna olağanüstü hal süresini aşan kalıcı düzenlemeler yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait yasama yetkinin açıkça gaspı anlamına gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusunEsas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 2 varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHK’lardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğul’un deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMM’ce Onaylanması” Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasa’nın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasa’nın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHK’lar ile yapılacak düzenlemeler olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38). Öncelikle Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre “119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir”. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasası’nda düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHK’larla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, “Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664)Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 3 Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durdurun düzenlemeler doğrudan OHAL KHK’leri ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHK’si ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHK’si ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHK’leri ile ancak temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasanın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHK’leri ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasa’nın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular”da çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Yüce Mahkemeye göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHK’lere Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkça göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez. (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).” Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 4 Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, “… olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamaz.” (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasa’nın 6. maddesindeki “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki “… Kuvvetler ayırımının, … belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHK’leri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa Mahkemesinin sözü edilen kararında açıkça ifade edildiği üzere Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHK’sı adı altında, kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça TBMM’ye ait yasama yetkisinin gaspı anlamına gelir. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.)Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 5 Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla hem olağanüstü halin gerekleriyle uyumlu olmayan hem de kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapan iptali istenen düzenleme fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılmış olup yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gasbı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHK’lerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHK’nin kapsamının genişliği ye ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHK’lere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırım’dan gelmiştir: “Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. …Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık.” Yine aynı doğrultuda Yıldırım’ın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. “Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal. Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır:Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 6 “İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.. İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHK’lerin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazete’de farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017 683, 684 ve 685 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi:23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi:9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHK’lerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHK’lerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocak’tan sonraki kararnamelere ilişkin “Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız” dedi Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor” Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırım’ın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHK’nın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kağıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHK’lerini çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasa’nı 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasa’ya göre “Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.”(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHK’lerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun hukuki ve siyasi açıdan KHK’lerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlarEsas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 7 dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulu’nun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHK’lere eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHK’lerin altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHK’ler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasa’nın 121. maddesine göre OHAL KHK’larının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.” Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHK’ların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHK’lar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMM’ce onaylanmayan OHAL KHK’lerinin “idari işlem” olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 8 Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHK’larının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHK’ların OHAL KHK’sı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMM’ce onaylanmamış olan OHAL KHK’larının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk Nedenleri Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHK’ları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söylenemez. Cem Eroğul’un isabetle belirttiği gibi Anayasa’nın 121. maddesinde yer alan düzenlemenin doğal ve mantıki sonucu OHAL KHK’larının biçimsel olarak yürütme işlemi olduğu gibi, maddi olarak da yürütme işlemi olarak kabul edilmesidir. Anayasa’nın 91. maddesinde düzenlenen olağan KHK’lar biçimsel olarak yürütme işlemi iken maddi anlamda yasama işlemidir ve genel ve sürekli olarak uygulanmak üzere çıkarılırlar ve kanunlarda değişiklik yapabilirler. Oysa OHAL KHK’ları doğaları gereği geçici olmak durumundadır ve sürekli etki doğuracak şekilde çıkarılamazlar. Bunun sonucu olarak olağan KHK’lar ile OHAL KHK’larının TBMM’ce onaylanması da tamamen farklı hukuki niteliğe sahiptir ve farklı sonuçlar doğurur. Olağan KHK’ların TBMM tarafından onaylanması bir kanun yapma işlemidir ve önüne gelen kanun tasarıları gibi bunları kanunların görüşülmesi usulüne uygun olarak görüşür ve kabul eder, böylece ortaya yeni bir kanun çıkar. Oysa geçici tedbirler niteliğindeki OHAL KHK’leri maddi açıdan bir yürütme işlemidir ve bunların onama kararının bir meclis kararı ile alınması gerekir (Bkz. Cem Eroğul, age. s.42). Zira Anayasa’nın 121. maddesinde öngörülen TBMM onayı, bir yasalaştırma işlemi değil, siyasal denetim işlemidir. Diğer bütün siyasal denetim işlemlerinde olduğu gibi bunun da bir kanunla değil, meclis kararı ile alınması gerekir. Ancak bu şekilde Anayasanın 148. maddesindeki OHAL KHK’lerinin denetimi yasağı anlamlı hale gelir. Zira Anayasa Mahkemesinin yetkisi yasaları ve yasa gücündeki işlemleri denetlemektir. Anayasa koyucu maddi anlamda yürütme işlemi olan OHAL KHK’lerini siyasi denetime tabi tutmuştur. TBMM onayının kanun şeklinde yapılması OHAL KHK’lerinin geçici niteliği ile bağdaşmaz ve Anayasa’nın 121. maddesine aykırı olur. Çünkü kanun ile onaylanması OHAL KHK’lerini OHAL süresini aşan sürekli ve genel düzenlemelere dönüştürür ki, bu yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve fonksiyon gaspı teşkil eder. Özellikle geçici tedbir niteliğinde olmayan ve sürekli uygulanma olasılığı bulunan ve yukarıda açıklandığı gibi esasen Anayasa’nın 121. maddesinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanımadığı kalıcı düzenlemelerin, TBMM tarafından kanun şeklinde onaylanması yasama yetkisinin Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna devri anlamına gelir ve Anayasa’nın 7. maddesine açık bir aykırılık oluşturur. İptali istenen düzenleme kanun adı altında onaylanmak ve yayımlanmakla hukuk düzeninde sürekli ve kalıcı bir nitelik kazanmıştır. Olağanüstü hal kalksa dahi bu kurallar uygulanmaya devam edecektir. Bu da açıkça fonksiyon gaspı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir.Esas Sayısı : 2018/34 Karar Sayısı : 2018/61 9 Geçici tedbir niteliğindeki düzenlemelerin kanun şeklinde onaylanması ise onların geçici niteliği ile bağdaşmaz ve aşağıda açıklandığı üzere Anayasal normlar hiyerarşisini ve hukuk düzeninin tutarlı normlardan oluşması ilkesini altüst eder. Bu ise hukuk devleti ilkesinin temel koşullarından biri olan hukuk düzeninin öngörülebilir ve tutarlı olması gereği ile bağdaşmaz. Nitekim 2016 yılına kadar hukuk düzenimizde kanunlaştırma şeklinde onaylanmış herhangi bir OHAL KHK’si bulunmamaktadır. Onaylamanın kanun şeklinde yapılması ile OHAL KHK’sinin akibetinin ne olduğu da belli değildir. OHAL KHK’sinin hala yürürlükte olduğuna işaret eden bazı uygulamalar görülmektedir. Mesela, 8 Mart yasalarında daha önce yasalaştırılmış olmasına rağmen atıfların yasaya değil KHK’ye yapılmaya devam edildiği ve değişikliklerin yasalar üzerinde değil, KHK’ler üzerinde yapıldığı görülmektedir. Bu da hukuk düzeninin alt üst olduğunun en somut kanıtıdır. Diğer taraftan yukarıda açıklandığı gibi Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından geçerli olarak çıkarılmamış olan, dolayısıyla yok hükmünde olan düzenlemelerin TBMM tarafından onaylanmış olması onları kendiliğinden geçerli hale getirmez. Yani geçerli bir onaylama kararından söz edebilmek için öncelikle onaylanabilir nitelikte geçerli bir işlemin bulunması gerekir. Oysa yukarıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi ortada onaylanabilecek nitelikte ve onaylamaya elverişli bir işlem bulunmamaktadır. Bu nedenle geçerli olarak var olmayan bir işlemin onaylanması mümkün değildir. Olmayan işlem onay ile varlık kazanmaz, yok olmaya devam eder. Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 11. ve 121. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar vermesi gerekir. C. Eylemli İçtüzük Değişikliği Dolayısıyla TBMM’nin Onama Kararı Geçersizdir Olağanüstü kararnamelere ilişkin Anayasa ve İçtüzük özel bir yasalaşma süreci öngörmüştür. Bu yasalaşma sürecinde ilk göze çarpan husus yasalaşma sürecindeki süre şartıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.” Ancak 682 sayılı KHK’nin görüşülmesinde içtüzüğün zorunlu kıldığı usule uyulmamıştır. 682 sayılı KHK, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na sevk edilmesinin ardından 30 günlük sürede Genel Kurul’da görüşülmemiştir. Yukarıda yokluğa ilişkin savlarımızın kabul edilmemesi halinde İçtüzükteki yoruma açık olmayacak netlikteki süre şartına uyulmaması, niteliği itibarıyla eylemli içtüzük değişikliğidir. Daha somut bir ifadeyle, TBMM OHAL KHK’lerinin görüşülmesinde 30 günlük zaman sınırını ihlal etmek yoluyla konuya ilişkin İçtüzük hükmünü (md. 128) fiili olarak ilga etmiştir. Anayasa Mahkemesi T.B.M.M. İçtüzüğü’nü denetlemeye yetkili olduğuna göre, iş bu fiili İçtüzük değişikliği de Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebilir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi parlamento kararlarını eylemli İçtüzük değişikliği adı altında denetlemiştir:Es
4,098
Esas sayısı : 1985/24 Karar sayısı : 1987/6 1 I. İptal İsteminin Gerekçesi : Dava dilekçesinde iptal isteminin gerekçesi olarak özetle şunlar ileri sürülmüştür : Anayasa'nın 160. maddesine göre Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarım Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemekle görevlidir. Devletin gelir ve giderlerinin bütçe yasalarına tabi tutulması da Türkiye Büyük Millet Meclisinin ulus adına yapacağı gerçek bir denetleme niteliğindedir. Anayasa'nın 160. maddesinin son fıkrasında, Silahlı Kuvvetler elinde bulunan Devlet mallarının Türkiye Büyük Millet adına; 165. maddesinde ise, sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetleneceğine ilişkin esasların benimsenmesi de Anayasa Koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi denetimim esas aldığım göstermektedir. Oysa, Tanıtma Fonunda toplanacak paranın % 20'sinin bir yandan bütçeye gelir, öte yandan da Başbakanlık bütçesinin ilgili tertibine (1050 sayılı Kanunun 77 nci maddesine tabi hizmetler için) Maliye ve Gümrük Bakanlığınca ödenek kaydolunacağım öngören 10/6/1985 günlü, 3230 sayılı Yasanın 4. maddesine göre, fon'da toplanan Devlet gelirinin sadece % 20'si bütçeye aktarılmakta, kalan °/o 80'i ise bütçe ve Devlet denetimi dışında tutulmaktadır. Öte yandan aynı Yasanın 5. maddesinde, Devlet ve Sayıştay denetimi dışında, Anayasa'nın öngörmediği bir denetim sistemi yaratılmakta ve Tanıtma Fonu bu sistem uyarınca denetlenmektedir. Tanıtma Fonundan yapılacak harcamaların (4. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen % 20 dışındaki) Başbakanlık, Maliye ve Gümrük Bakanlığı ile Sayıştay Başkanlığınca iki yıl için seçilecek birer temsilci üyeden oluşan Kurulca denetleneceği bu sistemde; Başbakanlık ile Maliye ve Gümrük Bakanlığınca görevlendirilen, dolayısıyla Başbakanlığın buyruğu altında bulunan kişilere Başbakanın onayı ile yapılan harcamaların denetlenmesi görevi verilmiş olmaktadır. Sayıştay Başkanlığınca seçilecek bir temsilcinin denetim kurulunda yer alması ise, Fon'un Sayıştay tarafından denetlendiğim kabul için yeterli bir sebep sayılamayacaktır. Böyle bir denetimin Anayasa'nın öngördüğü denetim ile hiçbir ilişkisi yoktur. 10/6/1985 günlü, 3230 sayılı Yasanın 4. ve 5. maddeleri, belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 160., 161. ve 165. maddelerine aykırıdır.
308