petition
stringlengths 171
32.8k
| petition_length
int64 26
4.41k
|
---|---|
Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Dava dilekçesindeki iptal isteminin gerekçeleri özetle şöyledir: Hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmenin, hukuk devletini oluşturmanın, diktayı ve keyfi yönetimi engellemenin, temel hak ve özgürlüklerin güvencesini sağlamanın en önemli aracı olan kuvvetler ayrılığı, demokratik rejimle yönetilen devletlerin çoğunun anayasalarında kabul edilip yer alan bir ilkedir. Bu ilkenin esası, egemenlik hakkının ulusa ait olduğudur. Egemenlik kudretini oluşturan yasama, yürütme ve yargı erklerinin verildiği organlar, yetkilerini kullanırlarken bir yandan birbirlerini sınırlandırırlar, bir yandan da birbirlerini denetlerler. Kuvvetler ayrılığı böylece hukuksal anlam ve içerik kazanarak özgürlükler güvenceye alınır. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde ve organda birleşmesi durumunda, aynı organ zalimce uygulamak için baskı yasaları çıkaracağından, hürriyet yoktur. Ayrıca, yargı erkinin yasama ve yürütme erklerinden ayrı olmaması durumunda da hürriyet yoktur. Yargının yasama bağlı olmasında, hâkim aynı zamanda Yasakoyucu da olacağından, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki gücü keyfî, yürütmeye bağlı olmasında ise hâkim bir müstebitin iktidarına sahip olacaktır. Bizim Anayasamız da kuvvetler ayrımı ilkesine yer vermiş, yasama, yürütme ve yargı yetkisini hangi organların kullanacağını açıkça belirlemiş, yargı yetkisi başlıklı 9. maddesinde de Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. demiştir. Mahkeme bağımsızlığının iki ana öğesi, yargıç bağımsızlığı ile yargıç güvencesidir. Yargıç bağımsızlığıyla yargıcın objektif bağımsızlığı, yargıç güvencesiyle de yargıcın kişisel bağımsızlığı anlatılmaktadır. Birbirini tamamlayan bu iki kavramdan biri olmadan öbürünün varlığından söz edilemez. Yargıç güvencesi, yargıcın kişiliğini, iradesini ve iç dünyasını her türlü dış etkiden korumayı amaçlayarak Anayasaya, yasaya, hukuka ve vicdanî kanaatine göre karar vermesi olanağını sağlar. Vicdanı kanaat deyimi, yargıç güvencesinin sübjektif içeriğe sahip olduğunu, yargıcın kişiliğini, iradesini, ahlâkını ve iç dünyasını özetlemektedir. Yargıçların azledileme meleri, emekliye sevk edilememeleri, aylık ve ödeneklerinden yoksun kılınamamaları, başka görev yapamamaları, olurları dışında görevlerinin ve görev yerlerinin değiştirilmemesi, görülmekte olan bir dava nedeniyle yasama meclislerinde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru sorula maması ve görüşme yapılamaması; yargıcın vereceği kararlardan dolayı herhangi bir endişe taşımamasına, etkiye kapılmamasına yönelik esaslardır. Yargıç güvencesini zedeleme yani yargıcı etki altında tutma, belli olaylarla sınırlı değildir. Onun, Anayasa'ya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatine göre karar vermesini engelleyip sakatlayacak her etken, yargıç güvencesini sarsıp yok edebilir. Bu nedenle güvence konusuyla ilgili etken ve olayların bir bölümünü değil tümünü dikkate almak gerekir. Hukuk devleti ilkesi, ancak anlamlı ve yaratıcı bir tutumla uygulandığı zaman vatandaşa güvence sağlayabileceğinden, hukuk kurallarını bu ilkeyi gerçekleştirmek savıyla uygulayanlar ve bu savla yeni hukuk kuralları oluşturanlar, büyük bir sorumluluk duygusuyla davranmak zorundadırlar.Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 2 İptal isteminin konusu olan 3454 sayılı Yasa'nın Amaç başlıklı 1. maddesiyle Fon tesisi başlıklı 2. maddesi birlikte değerlendirildiğinde, bu Yasa'yla, adalet hizmetlerinin hızlı ve etkin biçimde yürütülebilmesi için, Adalet Bakanlığı merkez ve taşra örgütüyle bağlı kuruluşları, ceza ve tutukevlerinin bina, eğitim tesisi, konut, araç, gereç ve tefriş ihtiyaçlarının karşılanmasına yardımcı olacak kaynakların sağlanması amacıyla TC. Ziraat Bankası'nda, Adalet Bakanlığı emrinde Adalet Teşkilatını Güçlendirme Fonu kurulacağı öngörülmektedir. Öncelikle vurgulanması zorunlu husus şudur: Günün sosyal ve ekonomik koşullarında kamu görevlilerinin aylakları ve diğer özlük haklan görevlerini hakkıyla yerine getirebilmeleri için son derece önemli öğeler olmakla birlikte konut, dinlenme ve eğitim tesisi, hizmet binası, araç gereç de gereklidir. Bu katkılar küçümsenemez ve değişen yasam koşullarını gözetmemek gerçeklerle çelişki doğurur. Yargıçlar bakımından bu konuların anlam ve önemi daha da büyüktür. Ekonomik ve sosyal yaşamda önemi ve etkisi yadsınmayacak ve yargıcı da etkileyecek bu katkıların bir fonla gerçekleştirilmesi bir çok yönüyle düşündürücüdür. Hele bu fonun, tüm işlem ve eylemleri yargı denetiminde olan bir banka nezdinde kurulması, herkesten, gerçek ve tüzelkişilerden bağış ve yardım alması, yargının işlevi ve yargı bağımsızlığının anlamı karşısında büyük bir çelişki oluşturur ve onarılmaz sakıncalar yaratır. Bir anlamda özelleştirme düzenlemesi olan bu yasa ile son yıllarda ülkede önemli ölçüde egemenlik sağlamış ekonomik ve sosyal güçlerin gölgesinde yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin etkilenmeyeceğine inanmak hayaldir. Yasa'nın amaç maddesinde sağlanacağı belirtilen hususlardan, ulusal egemenlik gücünün bir bölümü olan adalet hizmetlerinin hızlı ve etkin biçimde yürütülmesi, doğrudan doğruya bir devlet görevi, ulusal egemenlik hakkının doğal bir sonucu ve özel bir belirleme biçimi olan yargı görevinin geçerlik kazanması ve güvence oluşturması bu görevin ancak Anayasa'ya göre doğrudan ulusal egemenlik yetkisini kullanacak bir organ eliyle yürütülmesine bağlıdır. Devletin, bu görevi başkasıyla paylaşması, başka bir kurula devretmesi olanaksızdır. Adalet dağıtımı ve adalet hizmetlerinin gerçekleştirilmesi gereksinimi devletin varolması, özellikle hukuk devletinin oluşması nedenidir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun Başkanı olan Adalet Bakanı'nın yargıç ve savcıların atanması konusunda yetkili kılınması, Bakanlık Müsteşarının da bu Kurulun üyesi olması yargı bağımsızlığına gölge düşüren, kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı, yürütmeyi yargı üzerinde rol sahibi yapan bir durumdur. Adalet Bakanına, genel bütçe dışında tutulan bir fon aracılığıyla yeni ve etkili roller verilmesi durumu daha da vahimleştiren bir olgudur. Bir devlet görevi ve yararlanma yönünden bir hak olan adalet hizmetinin parayla sağlanması, onu hak olmaktan çıkaracaktır. Yasa'nın 1. ve 2. maddelerinin dışındaki hükümlerinin içerikleri bu anlamdadır. Anayasa'ya aykırılık yönünden yapılan değerlendirmelere göre: 1 Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri gerçekte bir bütün oluşturmakta, 1. madde amacı; 2. madde de fonun kuruluşunu düzenlemektedir. Aykırılıklar, iki madde birlikte ele alınarak saptanacaktır. a) Anayasa'nın 138. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesinin öngördüğü ilkeler karşısında;Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 3 aa) Yargıç bağımsızlığı, yargıç güvencesi olmadan sağlanamayacağı için, önce değinilen nedenlerle bu düzenleme yargıcı etki altına tutabilecek, vicdanî kanaatine göre ve bağımsız olarak karar vermesi esas ve ilkesini tümüyle zedeleyecektir. bb) Yine yukarda değinildiği gibi yürütme organının bir üyesi olan Adalet Bakanı, yargıç ve savcıların atanmasında yetkili Kurulun Başkanı, Adalet Bakanlığı Müsteşarı da bu Kurulun üyesi bulunduklarına, Anayasa' nın 159. maddesi de bu Kurulun kararlarına karşı yargı mercilerine başvurmayı yasakladığına göre, bu da yetmiyormuş gibi söz konusu Yasa'nın iptali istenilen ilk iki maddesiyle yargıç ve savcıların ekonomik ve sosyal yaşamını doğrudan ilgilendiren, genel bütçe dışında parasal bir mekanizmanın kullanılma yetkisinin Adalet Bakanına verilmesi yargı bağımsızlığım engelleyecektir. cc) TC. Ziraat Bankası'nın ve fon yönetiminin tüm işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olduğundan, bu kuruluşların, denetimine bağlı oldukları yargıya kaynak sağlaması da yargı bağımsızlığıyla bağdaşamaz. dd) Bu durumda Adalet Bakanı'nın, fon idaresinin, hatta TC. Ziraat Bankası'nın yagıçlar üzerinde etkili olmaları olasılığı 1. ve 2. maddelerin içerikleri bakımından tavsiye ve telkine elverişli bulunmaları da bir başka sakıncadır. Bu nedenlerle Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri Anayasa'nın 138. maddesine aykırıdır. b) Anayasa'nın 140. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesiyle öngörülen esaslara göre, özellikle yargıçlık güvencesi olmadan mahkemelerin bağımsızlığı düşünülemez. Yargıç güvencesini zedeleyecek ve ortadan kaldırabilecek her düzenleme, yukarda Anayasa'nın 138. maddesine aykırılık konusunda ileri sürülen nedenlerle birlikte Anayasa'nın 140. maddesine de aykırıdır. c) Anayasa'nın 9. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın Yargı yetkisi başlıklı bu maddesinde Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. denilmektedir. aa) Yargıç güvencesi olmayan yerde mahkeme bağımsızlığından süz edilemeyeceğinden daha önce belirtilen Anayasa'ya aykırılık gerekçeleri karşısında Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri, yargıç güvencesini zedeleyecek ve ortadan kaldıracak niteliktedir. bb) Anayasa'nın 9. maddesinin, yargının bağımsızlığını ve yargı gücünün ayrı bir organa verilmesini öngörerek kuvvetler ayrılığı ilkesini gerçekleştirmesine karşın yürütmeye etkinlik kazandıran inceleme konusu 1. ve 2. maddeleri kuvvetler ayrılığı ilkesine ters düşmüşlerdir. Bu nedenlerle Anayasa'nın 9. maddesine aykırı sayılmalıdırlar. d) Anayasa'nın 6. Maddesine Aykırılık: Türk Ulusu'nun, egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanacağını öngören bu maddede, egemenliğin kullanılmasının devri yasaklanmakta, kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisinin kullanılamayacağı belirtilmektedir. aa) Yargı hizmetlerini doğrudan ilgilendirecek konuların, yargı organları dışındaki organlarla yürütme organının bir üyesi olan Adalet Bakanına verilmesi, egemenliğin bir bölümüEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 4 olan yargı gücüne etkili olabilecek yetkilerin, devletin, ana işleviyle görevli organları dışındaki organlara bırakılması uygun değildir. bb) Yargı gücü ve yetkisi, bir banka nezdinde kurulan ve bütçe dışında tutulan bir fon yönetimiyle kullanılamayacağı gibi bu fonla da paylaşılamaz. Bu nedenlerle, 1. ve 2. maddeler, Anayasa'nın 6. maddesine aykırıdır. e) Anayasa'nın 5. Maddesine Aykırılık: Yasa'nın getirdiği düzenleme, önce belirtilen durumlar gözetildiğinde devletin temel amaç ve görevlerini açıklayan Anayasa'nın bu maddesine de aykırıdır. f) Anayasa'nın 2. Maddesine Aykırılık: Anayasa'nın bu maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir. Hukuk devleti çatısı altında her şeyin hukuka uygunluğu zorunludur. Yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, demokratik sistemin, özellikle hukuk devletinin vazgeçemeyeceği bir temel 'ilkedir. Bunların bulunmadığı bir yerde hukukun herhangi bir temel ilkesinin işlerliği düşünülemez. Önceki bölümlerde ileri sürülenlerle birlikte burada açıklanan nedenlerle Yasa'nın Ive2. maddeleri, Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdır. g) Anayasa'nın Başlangıç Bölümüne Aykırılık: Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'nün altıncı paragrafında, kuvvetler ayrımının uygar bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda bulunduğu belirtilmiştir. Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri ise, kuvvetlerden birinin diğerine üstünlüğü anlamına gelmeyeceği de açıklanan kuvvetler ayrımının gerekli gördüğü işbölümünü zedelediği gibi yürütmeye üstünlük sağlayan bir esas getirmiştir. Söz konusu iki madde, daha önce ve burada sunulan nedenlerle Anayasa'nın Başlangıç bölümüne de aykırıdır. h) Anayasa'nın 13. Maddesine Aykırılık: Kuvvetler ayrılığı ilkesi, devlet gücünün sınırlandırılması suretiyle kişi özgürlüklerinin güvence altına alınması istem ve gereğinden doğmuştur. Kuvvetlerin tek elde toplanması, diktayı ve keyfî yönetimi getireceğinden kişi özgürlüklerinin güvencesini kaldırmaktadır. Özellikle yargı gücünün bağımsız bir organda olmaması özgürlükler için en büyük sakıncayı oluşturmaktadır. Anayasa'nın 9. maddesinin gerekçesinde vurgulanan tarihsel bağımsız yargı olgusu, temel hak ve özgürlükler için güvence getiren Anayasa'nın 13. maddesindeki ilkelerin, yargı bağımsızlığının ve yargıç güvencesinin olmadığı yerde anlamsız kalacağını göstermektedir. Bu nedenlerle incelenen maddeler Anayasa'nın 13. maddesine aykırıdır. ı) Anayasa'nın 161. ve 163. Maddelerine Aykırılık: Hızlı ve etkin biçimde yürütülmesi bir devlet görevi, egemenlik gücünün bir bölümü olan yargı erkinin işi olan adalet hizmetlerinin, temelde bütçe dışı kamu harcaması olan fonla yerine getirilmesi olanaksızdır. Anayasa'nın 161. maddesinin birinci fıkrasının zorunlu kıldığı yıllık bütçeyle harcama yapılması zorunluluğu, 163. maddesinde de harcanabilecek miktarların sınırlarının gösterilmesi karşısında fon yöntemi uygun karşılanamaz. 163. maddenin Bakanlar Kurulu'na tanımadığı olanak, fon yönetimine sınırsız harcamayla tanınmıştır. DevletEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 5 hizmetlerinin ve bunlarla ilgili harcamaların bütçe dışı bir fonla yürütülmesini esas alan ve bunu oluşturan Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerine de aykırıdır. i ) Anayasa'nın 7. ve 87. Maddelerine Aykırılık: Anayasa'nın 7. maddesinde, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin devredilemeyeceği öngörülmüş, 87. maddesinde de, yasa koyma yetkisi TBMM'nin görev ve yetkilerinin başında sayılmıştır. Devlet harcamaları bütçe ile, bütçe de yasa ile yapılır, iptali istenilen Yasa'nın 1. ve 2. maddeleri, yasayla düzenlenmesi gereken bir konunun yasayla düzenlenmesinden vazgeçilip bu yetkinin başkasına devrine neden olarak yasama etkinliğinin zayıflamasına yol açmaktadır. Ulusal egemenlik ilkesiyle, demokrasi ve hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bu durum, Anayasa'nın 7. ve 87. maddelerine aykırılık yaratmaktadır. 2 Yasa'nın 3. Maddesi: Bu maddenin içeriğinde fonun kaynakları sıralanmıştır, a) Anayasa'nın 61, ve 163. Maddelerine Aykırılık: Belirtilen gelirlerin çok büyük bir bölümü bugüne kadar devlet bütçesine Hazineye intikal etmekte iken bütçeden çıkarılıp Hazinenin elinden alınarak fona aktarılmak suretiyle bütçe dışı harcama kaynağı yaratılmıştır. Gerçek ve tüzelkişilerin yapacakları bağışlar vergi matrahından düşüleceğinden bu bağışların büyük bölümü vergi gelirini de düşürecektir. Devlet harcamasına esas teşkil eden bu gelirler Yasa'nın 3. maddesiyle fonun kaynaklan arasına alınmıştır. Önceki bölümlerindeki konuyla ilgili gerekçeler ve şimdi açıklanan nedenlerle Yasa'nın 3. maddesi Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerine aykırıdır. b) Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. Maddelerine Aykırılık: Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi, idarî nitelikteki para cezalarıyla, 5680 ve 1117 sayılı yasalara göre alınacak para cezaları dışındakilerin % 25'inin fona aktarılacağını öngörmekle, yargıçları; konut, araç, gereç ihtiyaçları, dinlenme ve görev yerlerinin donanımlarına harcanacak para cezalarını saptamak gibi sakıncalı bir konuma sokmuştur. Yargıcı böyle bir durumla karşı karşıya getirmek yanlış olup, adalete gölge düşürecek nitelik taşımaktadır. Hukuk devleti anlayışı, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesine ters düşen böyle bir düzenlemeye olur veremez. Anayasa'nın 5. maddesinin belirlediği, kişinin temel hak ve özgürlüklerini sosyal hukuk devleti ve adalet anlayışıyla bağdaşmayacak biçimde sınırlayan engelleri kaldırma ve yargıcın vicdan' kanaatine göre karar oluşturma ilkelerine de aykırı bir düzenlemedir. Önceki gerekçelerle bu nedenler karşısında Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. maddelerine aykırıdır. c) Anayasa'nın 2., 36. ve 73. Maddelerine Aykırılık: Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (d) ve (e) bentlerinde alınacağı belirtilen ücretler, maddenin son fıkrasına göre Adalet Bakanlığınca belirlenecektir. aa) Hak arama, yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak sav ve savunmada bulunmaktır. Devlet, vatandaşa verilen hakkı satmakla değil, sağlamakla yükümlüdür. Anayasa'nın 36. maddesinin öngördüğü hak arama özgürlüğü davacı ya da davalı olarak sav veEsas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 6 savunmayı içermektedir. Yargı hizmetleri için, başvuran ilgililerden harç alan devlet, iptali istenilen Yasa ile dosya gömleği, basılı kâğıt ve adlî sicil fişi satışını getirerek harçla karşıladığı hizmetleri fiatlandırmakta, yeni ve tümüyle değişik bir sistem kurmaktadır. Böylece devlet, resmen, adalet hizmetlerinden kâr yapma peşine düşmektedir. Bir hak olarak yararlanılması gereken adalet hizmetleri alınıp satılan bir meta olarak kullanılamaz. Bu nedenle Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (d) ve (e) bentleriyle son fıkrası, Anayasa'nın 36. maddesine, ayrıca hukuk etkinliğini zayıflatarak hukuk devleti anlayışıyla da bağdaşmadıklarından Anayasa'nın 2. maddesine de aykırıdırlar. Adlî sicil belgesinin niteliği alınma nedeni ve devletin bu konudaki yükümlülüğü gözetilince, para karşılığında verilmesi hukuksal açıdan ciddî karşılanamaz. bb) Yasa'nın 3. maddesinin yukarda belirtilen hükümleri vatandaşa malî yükümlülük getirmektedir. Anayasa'nın 73. maddesine göre, yasayla konulması gereken bu malî yükümlülüğün miktarının belirlenmesini Adalet Bakanlığına bırakan Yasa'nın ilgili hükümleri bu nedenle Anayasa'nın 73. maddesine de aykırıdır. d) Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. Maddelerine Aykırılık: Oluşturulan fona bağış ve yardımlarda bulunulmasını öngören Yasa'nın 3. maddesinin birinci fıkrasının (h) bendi de hukuk devleti anlayışı, devleti hukuku gerçekleştirme görevi, bağımsız yargı, yargıç güvencesi ve vicdanî kanaate göre karar verme ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Önceki gerekçelerle birlikte bu nedenlerle de (h) bendi, Anayasa'nın 2., 5., 9., 138. ve 140. maddelerine aykırıdır. 3 Yasa'nın 4. Maddesi: Fondan yapılacak harcamalar başlıklı bu madde, Adalet Bakanının ya da yetkili kılacağı kişilerin onayı ile harcama yapılacağını öngörmektedir. Anayasa'nın 161. ve 163. maddelerinde harcamaların yıllık bütçeyle yapılacağı ve sınırlarının ödeneklerle gösterileceği belirtilmektedir. Yasayla yapılması gereken hususları yürütme organının bir üyesine ya da onun yetkili kılacağı kişilere bırakan düzenleme Anayasa'nın 7., 87., 161. ve 163. maddelerine aykırıdır. 4 Yasa'nın 5. Maddesi: Fonun çalışma usul ve esasları başlıklı bu madde, Adalet Bakanlığınca çıkarılacak yönetmeliği öngörmektedir. a) Anayasa'nın 124. Maddesine Aykırılık: Kendi görev alanlarını ilgilendiren yasaların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere, bunlara aykırı olmamak koşuluyla Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzelkişilerinin yönetmelikler çıkarabileceğini bildiren Anayasa'nın 124. maddesine karşın, iptali istenilen Yasa'da fon çalışmalarıyla ilgili yöntem ve esaslara ilişkin, uygulamaya yönelik hiçbir hüküm yoktur. Fonda çalışacak kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, aylık ve ödenekleriyle diğer özlük işleri, gelir toplama ve gider yöntemleri ve ilgili öbür konular ancak yasayla düzenlenebilir. Bu konuların yönetmelikle düzenlenmesine olanak veren 5. madde, Anayasa'nın 124. maddesine aykırıdır.Esas Sayısı: 1988/37 Karar Sayısı: 1989/36 7 b) Anayasa'nın 7. ve 87. Maddelerine Aykırılık: Dava konusu Yasa'nın 5. maddesi, yasama yetkisinin devri niteliğinde bir hüküm içerdiğinden Anayasa'nın 7. ve 87. maddelerine de aykırıdır. Yukarda kendi bölümlerinde açıklanan gerekçelerle 3454 sayılı Yasa'nın 1., 2., 3., 4. ve 5. maddeleri ile dava dilekçesinde belirtilen fıkra ve bentleri, Anayasa'nın Başlangıç bölümüyle 2., 5., 6., 7., 9., 13., 36., 73., 87., 124., 138., 140., 161. ve 163. maddelerine aykırı olduklarından iptallerine karar verilmelidir. | 2,412 |
Esas Sayısı:1974/40 Karar Sayısı:1975/4 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi özeti şöyledir. Anayasa Mahkemesi, Resmi Gazete'nin 12/7/1974 günlü, 14943 sayılı nüshasında yayımlanan esas:1374/19, karar: 1974/31 sayılı kararında belirtildiği üzere, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi arasında uyuşmazlık konusu olan maddelerin Millet Meclisinde ayrı ayrı oylanmasının Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrasına biçim yönünden aykırı olduğu sonucuna vararak, 1803 sayılı Af Kanununun beşinci maddesinin (A) bendinin iptaline karar vermiş bulunmaktadır. Bu durum karşısında aynı şekilde oylanan 2. maddenin (B) işaretli bendinin biçim yönünden Anayasa'ya ayları olduğu hakkındaki iddianın Mahkemelerince ciddî olduğu kanısına varılmıştır. Davada uygulanacak olan kurallar biçim yönünden Anayasa'ya aykırı olduğuna göre, esas yönünden Anayasaya aykırılık üzerinde durulmamıştır. Bu itibarla gerekli inceleme yapılarak 1803 sayılı Kanunun 2. maddesinin (B) bendinin Anayasa'nın 92. maddesinin beşinci fıkrası hükmüne biçim yönünden aykırılığı nedeniyle iptaline karar verilmesi istenmiş bulunmaktadır. | 137 |
Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 1 I. İptal İsteminin Gerekçesi : 16/9/1987 ve 29/9/1987 günlü dava dilekçelerinde açıklanan iptal gerekçeleri özetle şöyledir : Ulus egemenliği fikrine dayanan, halkın kendi 'kendini yönetmesi amacına yönelik bir sistem olan demokraside halkın doğrudan doğruya karar alması ve iradesini belirtmesi asıldır. Tüm vatandaşların toplanıp kararlar alması ve bunları uygulaması olanaksız bulunduğundan kendi temsilcilerini seçerek onlar aracılığıyla devlet ve toplum yönetimini sağlamak zorunluluk ve gereksinimi seçim kurumunu doğurmuştur. Ulus iradesini ortaya çıkarıp egemen kılan bir yöntem olan seçimde katılım, siyasal özgürlük geniş boyutlarda uygulanmalıdır. Bunun ön koşulu yurttaşlar arasında her tür ayırımın kaldırılarak her yurttaşa seçmenlik hakkının tanınması, genel oy; her seçmenin bir oy kullanması, eşit oy; seçmenlerin hiçbir baskıyla karşılaşmadan oy kullanmaları, serbest oydur. Anayasa'nın 67. maddesi bu ilkeleri getirmiştir. Hukuk bilimi katılımın, oyların yönetime yansıması ve sonuç doğurması için çoğunluk sistemi, nisbisistem vs. gibi belli sistemler oluşturmuştur. Her sistem kendi kuralları, anlayışı ve mantığı ile bir bütündür. Belli bir seçim sistemi öngörmeyen Anayasamız, 67. maddesiyle, seçim sisteminin düzenlenmesini yasaya bırakmıştır. Bu durum, yasakoyucunun getireceği seçim sisteminin Anayasa'nın ve hukukun temel ilkeleriyle çatışabileceği anlamına gelemez. Yetkisi sınırlı olan yasakoyucu, hürriyetçi demokrasi, millet iradesinin üstünlüğü, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve eşitlik, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağlı olup düzenlemeyi belli demokratik ilkeleri doğrultusunda yapacaktır. Ayrıca, seçmenlerin yaratılacak demokratik ortamda çeşitli seçenekleri algılamasına yardımcı olunmalı, serbestçe ulaşacağı belli bir bilinç düzeyiyle ve özgür iradesiyle oy kullanması sağlanmalıdır. Bunlar demokratik sistemde yapılacak seçimlerin vazgeçilmez koşulları olup, seçim yalnızca sandığa oy atma işlemi değildir. Kurallara biçimsel uygunluk yeterli olmayıp demokratik öz ve işlev aranmalıdır. İptali istenen yasa, ülkenin günümüzdeki koşullarından yararlanılarak belli sonuçlara ulaşabilmek için çıkarılmış özel amaçlı, genellik ve objektiflikten yoksun, demokratik hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bir yasadır. Seçimler ve Siyasi Partiler Yasalarında sistem, belli ve yeterli propaganda süresi, belli bir anlayışa göre de olsa genel ve objektif biçimde yer almıştır. Bu nedenle, gelenek olarak, seçime gidilirken özel seçim yasası çıkarılmayıp seçim kararı alınır. Yetkili organlar yukarda belirtilen ilgili yasalardaki düzenlemelere göre seçimi gerçekleştirirler. Dava konusu yasa ile genel ve objektif kurallar bir yana itilmiş, halkın serbest iradesini açıklama yollarını tıkayarak siyasal yaşamı tek partinin tekeline bırakacak ve çok partili rejimi yok edecek bir düzenleme getirilmiştir. Yasa, aynı doğrultuda kullanılan oyların belli bir sayıyı doldurmaması durumunda dikkate alınmayacağını, hattâ karşıtı çoğunluk partisinin kazancına yazılacağını bildirerek seçmeni manevi baskı altına alarak seçimlerin serbestliğine ve özgürlük anlayışına ters düşmektedir. Barajla ilgili hüküm, herhangi bir seçim sisteminin öngördüğü temel ilke olmayıp seçmenler arasında ayırım yaparak bir kısmının oylarını öbürlerinden daha değerli sayıp hak etmediği biçimde iktidarı kazandıran bir düzenlemedir. Kimi yurttaşların, haklı neden olmadan, başka koşullara bağlı utulmalarıyla yasa önünde eşitlik ilkesi çiğnenmiş, seçmen seçtiği kişiyi bilmeden oy vermek zorunda bırakılmıştır. Bu genel gerekçeden sonra maddelere gelince. Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 2 l Yasanın 1. maddesinin, propaganda süresini 21 günden 10 güle düşürmesinin haklı hiçbir gerekçesi, savaş ya da benzeri olağanüstü bir nedeni yoktur. İktidar grubu sözcülerinin ileri sürdüğü ilân ve seçim günleri arasında çok zaman bulunmasının ülkede huzursuzluk yaratacağı, halkoylamasında söylenmesi gerekenlerin söylenip cevaplandığı, çok konuşmanın dinlenmediği yolundaki gerekçeler genel seçimin önemi, işlevi ve ağırlığı karşısında ciddiye alınmayacak, özden yoksun görüşlerdir. Halkoylaması sırasında, seçim yapılamayacağını iktidar, Başbakanın ağzından açıkladığı için muhalefet halkoylaması süresince yalnızca halkoylaması konusuyla sınırlı kalmış, iktidar ise tüm devlet olanaklarını kullanarak adeta bir seçim çalışması yapmıştır. Bu, doğrudan doğruya bir hiledir. İktidar, bu ivedi düzenleme ile, hileyi kendine avantaj biçimine dönüştürmüş, öbür siyasal partilere eşit yarışma olanağı vermemiştir. Partiler, seçmenlerine adaylarını tanıtıp benimseteceklerdir. Yeterli propaganda süresi içinde politika ve programlarını, öteki partilerle ayrıldıkları yönleri anlatarak seçmenlerinin değerlendirmelerine sunacaklar ve onlara benimsetmek için çaba harcayacaklardır. Bu olanakları vermeyen, genellik ve objektiflik ilkelerine uzak madde, demokratik hukuk devleti ilkesini zedelediğinden Anayasa'nın 2. maddesine eşitliği bozduğundan 10. maddesine, demokratik sistemlerdeki seçim anlayışına uygun düşmediğinden 67. maddesine, demokrasiyi koruma amacından sözeden 5. ve kamuoyunun serbestçe oluşumundan sözeden 31. maddesine aykırı bulunmaktadır. 2 Yasanın 4. maddesi, TBMM'nce seçimin yenilenmesine karar verilmesi durumunda, seçim tarihinin saptanmasında geçmesi zorunlu görülen üç aylık süre koşulunu kaldırarak iktidara seçim yasalarında yer alan süreleri anlamsız ve geçersiz kılma olanağını vermekle seçimlerin serbest, dürüst ve hakkaniyet ölçüleri içinde yapılmasını engellemiştir. Seçim gününün saptanmasında yasakoyucunun kendisini hiçbir kayıtla bağlı saymaması seçim güvencesini tehlikeye sokabileceği gibi seçimleri de muhalefet için elverişsiz duruma getirebilir. Genel gerekçe bölümünde değinilen nedenleri de yineleyerek bu maddenin Anayasa'nın Başlangıç'ında yer alan hürriyetçi demokrasi ilkesine, 2. maddedeki demokratik hukuk devleti ilkesiyle 5. maddedeki demokrasiyi koruma amacına aykırı bulunduğunu belirtiyoruz. 3 Yasanın 5. maddesi, hukukta ve öğretide öngörülmeyen bir seçim sistemi getirecek seçmen kitleleri arasında ayrıcalık yaratmıştır. 3, 4 ve 5 milletvekili çıkaracak seçim çevrelerinde geçerli oylar çıkarılacak milletvekili sayısına bölünerek baraj saptanırken, 6 milletvekili çıkaracak seçim bölgesinde barajın, çıkarılacak milletvekili sayısının bir noksanına bölünerek bulunması, seçmen grupları arasında eşitliği bozmakta, haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır. Böylece, 6 milletvekili çıkaracak seçim bölgelerinde barajın yükseltilmesi amaçlanarak değişik uygulamayla bu bölgedeki seçmen oylarının öbür seçmenlerin oylarından daha az değerli olduğu sonucu yaratılmış, çoğunluğu ele geçirmenin tüm yasal koşullan hazırlanarak seçmen baskı altına alınmıştır. Ayrı koşullara bağlı tutmakla eşitlik ilkesi çiğnenmiştir. Ayrıca barajı aşamayan partinin yitirdiği milletvekilliğini en çok oyu alan parti, oylan milletvekili sayısına bölündüğünde daha düşük oy almasına karşın alabilecek, barajı aşamayan partinin oyları temsil edilmemiş olacaktır. Bu oylar, seçmen iradesinin tersine, karşıt olduğu partinin kazanç hanesine yazılacaktır. Hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan bu durum yine genel gerekçe bölümündeki nedenlerle maddenin, Anayasa'nın 2., 5., 10. ve 13. maddelerine aykırı, olduğunu göstermektedir. 4 Yasanın 8. maddesi, önümüzdeki milletvekili genel seçimlerine özgü olarak önseçim yapılmasını yasaklamakta, aday saptanmasını siyasal partilerin tüzüklerine ya da merkez karar organlarınca belirlenecek yöntemlere göre seçim kurullarının yönetim ve denetimine bağlı olmaksızın yapılmasını öngörmektedir. Belli bir seçim için getirilen bu istisnai hüküm genel. Esas sayısı : 1987/23 Karar sayısı : 1987/27 3 objektif ve kalıcı düzenlemeden çok, bir seçimlik düzenlemedir. Her seçim için ayrı, özel hükümlerin getirilmesi seçim güvenliğine gölge düşürür. Bu açıdan düzenleme Anayasa'nın öngördüğü seçimlerin serbestliği ilkesine aykırıdır. Ulusal iradenin oluşmasında seçimler kadar önemi olan, aday saptanmasında önseçimin yasaklanması, siyasal partilerin ve bu yolla siyasal katılımın kısıtlanmasıdır. Bu da parti içi demokrasi ilkesine ters düşer. Anayasa siyasal partilerin parti içi çalışmalarının ve kararlarının demokrasi esaslarına aykırı olamayacağını öngörmüştür. Önseçimleri tüzüğüne koymuş bir siyasal parti istese de önseçim yapamayacak, adayları belirleme yetkisini merkez karar organlarına bırakacaktır. Bu da demokrasiyle bağdaşamaz. Önseçimi yasaklayan madde, adayların saptanmasını partilerin iç sorunu olmaktan çıkarmış demokratik ölçüleri aşmıştır. Anayasa Mahkemesi de önseçimi tümüyle dışlayan bir düzenlemenin Anayasa'ya ters düşebileceğini belirtmiştir. 8. madde, ayrıca, önseçimi yasaklamakla partisinden istifa etmiş milletvekillerinin merkez karar organlarınca aday gösterilmesi olanağını tanımaktadır. Öte yandan bu durumda bulunan kimselere aday olmaları için başka bir seçenek bırakmadığından Anayasa'nın 67/1. maddesine aykırı bulunmaktadır. Madde, Anayasa'nın Başlangıç 'kısmındaki özgürlükçü demokrasi, 2. maddesindeki demokratik hukuk devleti ilkelerine, 5. maddesindeki devletin demokrasiyi koruma amacına 69. maddesindeki parti içi çalışmaların ve kararların demokrasi esaslarına aykırı olamayacağı ilkesiyle 84/2. maddesindeki esaslara aykırı olduğundan iptali gerekmektedir. 5 Yasanın 9. maddesi bu seçimlere özgü olarak müşterek oy pusulasında adayların adlarına yer vermeyerek seçmen iradesini sınırlamış, özellikle seçmeni bir araç durumuna düşürmüştür. Bu antidemokratik hüküm, seçmeni yalnızca parti seçmek zorunda bırakmakta, birden çok parti adayları arasında seçme ve seçmek istediği adaya göre partiyi düşünmek olanağını kaldırmaktadır. Listeyi başka yerde okumak seçim işlemi dışında bir olaydır. Seçilecek kişi belli olmayan bir seçim düşünülemez. Tüm gerekçeler karşısında maddeyi Anayasa'nın 2., 5., 13. ve 67. maddelerine aykırı buluyoruz. 6 Yasanın 18. maddesi, seçim gününü Anayasa'nın 77. maddesine aykırı olarak kararla değil, yasayla saptayarak konuyu anayasa yargısına bağlı kılmıştır. Anayasa, TBMM'nin seçimlerin yenilenmesi konusundaki iradesini karar biçiminde açıklamasını öngörerek Meclisin sırf siyasal takdir yetkisini kullandığım kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin 21/4/1977 günlü, Esas 1977/61, Karar 1977/47 sayılı kararı da bu doğrultuda olup alman kararı bir yasama tasarrufu ya da içtüzük hükmü olarak nitelendirme olanağı bulunmadığım göstermiştir. Yasa yolu izlenirse TBMM'nin siyasal takdir yetkisi Cumhurbaşkanınca irdelenir. Bu yöntem, Anayasa'nın güttüğü amaca ters düşer. Madde ayrıca, seçim süresini, haklı ve zorunlu neden olmadan olağan süreye göre önemli ölçüde kısaltmıştır. Birinci maddeye ilişkin iptal gerekçeleriyle genel gerekçeleri birlikte yineleyerek bu maddenin Anayasa'nın 2., 5., 10., 67. ve 77. maddelerine aykırı olduğu savındayız. Bu nedenlerle, öncelikle ele alınmasını isteyerek davamızı açıyoruz. | 1,328 |
Esas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 1 II Tarafların konuya ilişkin iddia ve savunmaları: A Davacının iddiasının özeti: Kadro üstünde aylık alanlar, üst derece aylıklarını kazanılmış hak olarak almaktadır. 1327 sayılı Kanunun ek geçici 2. maddesinin (b) fıkrası hükmü, kazanılmış bu hakkı tanımadığı için Anayasa Mahkemesince iptal olunmuştur. 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin getirdiği yeni düzenleme ile, bir taraftan 30/11/1970 tarihindeki hukuki duruma göre 1/3/1970 tarihinden geçerli olmak üzere intibakların düzeltilerek yeniden yapılması kabul edilmişken, öte yandan geçici 1. maddenin birinci fıkrasiyle bu yeni intibaklara ilişkin ödemelerin 1/6/1973 tarihinden başlatılması ile çelişkiye düşülmüş ve aynı kararnamenin geçici 2. maddesinin ikinci fıkrasiyle de yeni intibaka göre saptanan aylıklardan dolayı eski sürelere ait farkların verilmemesi yolunda hüküm konulmak suretiyle Anayasa'nın 2. maddesine aykırılık yaratılmıştır. Bundan başka, aynı kararnamenin geçici 2 maddesinin son fıkrasında, kararnamenin yürürlüğe girdiği tarih ile 1/6/1973 tarihi arasında, yaş haddi, maluliyet veya ölüm sebebiyle haklarında emeklilik işlemi uygulananların yeni intibakları sonunda aylıkları yükselmiş bulunduğu takdirde emekli aylık ve ikramiyelerinin yeni tutarlara göre hesaplanacağı kabul edildiği halde aynı tarihlerde veya daha önceleri kendi istekleriyle emekliye ayrılmış olanların bu haktan faydalandırılmamış olmaları da Anayasa'nın 12. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı bulunmuştur. B Davalı içişleri Bakanlığının savunması özeti: Bu konudaki takdirin Danıştaya ait bulunduğundan ibarettir, III Danıştay 5. Dairesinin gerekçesi ; Danıştay 5. Dairesinin 30/3/1974 günlü esas 1973/5926, karar 1974/1525 sayılı kararının gerekçesi aynen şöyledir : (Davacının, 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 2 nci maddesinin yukarda belirtilen 2. fıkrasındaki hükmünün, Anayasa'nın 2. maddesindeki müktesep hak ve 12. maddesindeki eşitlik ilkelerine aykırı bir uygulamaya yol açacak şekilde düzenlendiği yolundaki iddiası üzerine bu talebi muhtevi Danıştay Beşinci Dairesinin 1973/5926 esas sayısına kayıtlı dava dosyası incelenerek gereği düşünüldü. Anayasa'ya aykırılığı dolayısiyle Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olan bir hükmün yerine ve yine Anayasa Mahkemesi karan gereği olarak yasa koyucu tarafından yeni bir düzenleme yapılması halinde bu düzenlemenin de Anayasaya ve Anayasa Mahkemesi kararına uygun olarak yapılması gerekmektedir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile memleketimizde yeni bir personel rejimi uygulanmaya başlanmış ve bu Kanuna 1327 sayılı Kanunla konulan geçici ve ek geçici maddelerle, mevcut kamu görevlilerinin 30/11/1970 gününden itibaren bu yeni rejime intibakEsas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 2 ve intikalleri sağlanmış, 1/3/1970 ile 30/11/1970 tarihleri arasındaki maaş farklarının da kendilerine ödenmesi yoluna gidilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 13/7/1972 günlü ve 14244 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanan 9/5/1972 tarih ve esas: 1971/58, karar: 1972/22 sayılı karariyle, 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmünü Ânayasa'nın 2 nci ve 12 nci maddelerine yani eşitlik ilkesine aykırı bularak iptal etmiş; ancak bu iptal sonucunda eski kanuna göre kadroları üstünde aylık alanların yeni kanuna intibakları konusunda kural ortadan kalkmış olacağından ve kanunda bu gibilerin intibakını sağlayacak nitelikte başkaca bir hüküm de bulunmadığından uygulamada oluşacak boşluğun yasa koyucu tarafından Anayasa'ya uygun nitelikte yeni bir düzenleme ile doldurulması gerekeceği nedeniyle iptal kararının Resmî Gazete'de yayınlanması gününden başlayarak altı ay sonra, yürürlüğe girmesine karar verilmişti. Kanunlarda yer alan intibak hükümleri, kamu görevlilerinin maaş ve ücretlerinin yeni esaslara göre düzenlenmesini ve bu görevlilerin belirli bir tarihte bu yeni düzenlemeye intikallerini sağlayan hükümlerdir. Bu hükümlerden bir kısmının, Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilmesi halinde eşitliğe aykırı durumun telâfi edilebilmesi, ancak, yasa koyucu tarafından getirilecek yeni hükmün de intibakın yapıldığı tarihten geçerli olarak uygulanma alanına konulması ile mümkün olabilir. 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmü yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesince Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı görülerek iptal edilmiş ve bu iptal kararında, uygulamada oluşacak boşluğun yasa koyucu tarafından Anayasaya uygun nitelikte yeni bir düzenleme ile doldurulması için iptal kararının yayınlanması gününden başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesi belirtilmiş, başka bir deyişle eşitliğe aykırı durumun yasa koyucu tarafından tüm olarak telâfi edilmesi uygun görülmüştür. 30/12/1972 gün ve 14407 sayılı Resmî Gazete'de yayınlanmış bulunan 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede, Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen kararının uygulanması amaciyle, ek geçici 2 nci maddenin iptal edilen (b) bendi hükmü yemden düzenlenmiş, ancak bu kararnamede yer alan geçici 2 nci maddenin ikinci fıkrasında; Bu kararname ile getirilen intibak hükümlerinin uygulanması sonunda Devlet memuru (her ne suretle olursa olsun görevlerinden ayrılmış bulunanlar dahil) lehine doğan durumlar dolayısiyle 1/3/1970 tarihinden 1/6/1973 tarihine kadar geçen süre için bir fark ödemesi yapılmaz. Aynı süre içinde haklarında emeklilik hükümleri uygulanmış olanlara da aylık veya ikramiye farkı ödenmez denilmek suretiyle 1/6/1973 tarihine kadar maaş farklarının ödenmemesi hükme bağlanmış ve bu hükümle Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırı olan durumun tüm olarak telâfi edilmesi yoluna gidilmemiştir. Bu nedenlerle 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin geçici 2. maddesinin ikinci fıkrasındaki bu hükmün 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla getirilen ek geçici 2 nci maddenin (b) bendi hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi üzerine 2 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile yeniden düzenlenen ek geçici 2 nci maddesinin (A) fıkrası hükmü ile ilgili kısmı Anayasa'nın 2. ve 12. maddelerine ve Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen 9/5/1972 günlü ve Esas 1971/58, Karar 1972/22 sayılı kararına aykırı olduğu ve iptali gerektiği sonucuna varılmıştır.Esas Sayısı:1974/18 Karar Sayısı:1974/42 3 Anayasa'nın 151. maddesi gereğince davanın geri bırakılarak Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 44 sayılı Kanunun 27. maddesi gereğince, dava dosyasındaki evrakın onaylı suretlerinin bu konuda bir karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine gönderilmesine 30/3/1974 tarihinde oybirliği ile karar verildi.) | 852 |
Esas Sayısı:1970/53 Karar Sayısı:1971/76 1 I. DAVACININ GEREKÇESİNİN ÖZETİ : l Usul yönünden: Anayasa'nın 84. maddesi uyarınca Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu Başkanları 2 yıl için seçilirler. Cumhuriyet Senatosu içtüzüğünün 4. maddesi Anayasa'nın bu maddesine sadece gönderme yapmış, başkaca bir hüküm koymamıştır. Dâva konusu Kanun meclislerde görüşülüp kabul edildiği zaman Senato Başkanının 2 yıllık süresi dolmuş, yeni Başkan da seçilmemiştir. Anayasa Mahkemesinin daha önceki kararlarında Başkanlık Divanının usulünce teşekkül etmemesi halinde çıkarılacak Kanunun Anayasa'ya aykırı olacağına karar verildiğine göre dâva konusu Kanun bu yönden Anayasa'ya aykırıdır. 2 ESAS YÖNÜNDEN: a) 1327 sayılı Kanunun .9. maddesine ilişkin Anayasa'ya aykırılık iddiası: Anayasa'nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti lâik bir Devlettir, lâik devlet anlayışı ise, klâsik anlamı ile, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması demektir. Bu bakımdan Anayasa'mızda en veciz şekilde istifadesini bularak din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. İptal dâvasına konu olan Kanun ile din hizmetleri sınıfı ihdas edilince devlet, din işleriyle uğraşan teokratik bir devlet hüviyetini kazanmış olacaktır. Bu ise Atatürk Devrimlerinin, 1961 Devrim Anayasa'mızın tam manası ile inkarı, ihlâli manasını taşımaktadır. Din hizmetleri sınıfının kurulması ile Türkiye'de Milli, demokratik lâik ve sosyal hukuk devleti fikirleri yerleştirilemez. Şeriat düzenine yaklaşmaya yardım edilmiş olur. Din hizmetleri sınıfının kurulması aynı zamanda Anayasa'mızın 19. maddesine de aykırı düşmektedir. Lâik devlet ilkesinin tabiî bir sonucu, Herkes vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Devlet, din işlerinin tedvir etmeyi ve hu görevi bir din hizmetleri sınıfı kurarak yerine getirmeyi üzerine aldığına göre, çeşitli inanç gruplarının dinî eğirinin kurulması ile Türkiye'de Milli, demokratik, lâik ve sosyal hukuktur. Bunun uygulanması ise imkânsızdır. Zira Anayasa'mızda din eğitimi ve öğrenimi ancak kişilerin kendi isteklerine bağlı bulunmaktadır. Din hizmetleri sınıfı Anayasa'mızın 154. maddesine de aykırıdır 154. madde ile Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare içinde mütalâa olunarak özel kanununda gösterilen görevleri verine getirilir denilmiştir. Lâik bir devlet (Diyanet işleri Başkanlığının Anayasa'ya girmesi bilimsel yönden kelimenin tam anlamı ile büyük bir tersliktir. Ancak bizim toplumumuza has tarihsel koşulların bir sonucu olarak, bu meselede Kanun Koyucu, Devlet denetimini yürütebilmek ve tehlikeli sonuçları ve eylemleri önlemek düşüncesi ile Diyanet İşleri Başkanlığına çeşitli hükümler başlığı altında yer verilmiştir. Nitekim T. B. M. Meclisinde Anayasa Komisyonu sözcüsü de bunu bildirmiştir. Diğer bir nokta da İslâm dininde ruhbanlığın yeri olmadığıdır. Din hizmetleri sınıfı yaratmakla bir ruhban sınıfı meydana getirmiş bulunuyoruz. İslâm dininin esaslarına da bu suretle aykırı hareket edilmiş bulunulmaktadır.Esas Sayısı:1970/53 Karar Sayısı:1971/76 2 Din hizmetleri bir kamu hizmeti niteliğinde sayılmadığına göre din adamlarının memur sayılması lâik devlet ilkelerine uymaz. Bu nedenle Devlet Personel Kanunu Anayasa'sının 117. maddesindeki memurlar için hazırlanması gerekirdi. Bu bakımdan din görevlilerini kapsamı içine alması 117. maddeye aykırı düşmektedir. Bu nedenlerle iptal konusu 9. madde Anayasa'sının 2., 4., 19., 117. ve 154. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir. b) 1327 sayılı Kanunun 93. maddesinin C bendinin Anayasa'ya aykırılığı sorunu daha önce başka bir iş dolayısiyle karara bağlandığın lan davacının gerekçesinin bu bölümü buraya alınmamıştır. | 470 |
Esas Sayısı : 2011/132 Karar Sayısı : 2012/82 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'ANAYASANIN BAŞLANGIÇ, 2. VE 5. MADDELERİNE AYKIRILIK: Bilindiği gibi Anayasamızın Başlangıç bölümünde 'Her Türk Vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu' belirtilmektedir. Yine Anayasa'nın 2. maddesi Türkiye Cumhuriyetini Sosyal bir hukuk devleti olarak tanımlamaktadır. Keza Anayasa'nın 5. maddesi kişilerin refah, huzur ve mutluluğu sağlamak için Sosyal Hukuk Devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette temel hak ve hürriyetlerini sınırlayan ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmayı, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı devletin temel amaç ve görevleri arasında saymaktadır. Bugün için elektrik enerjisinin her bir ferdin ve ailenin onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını medeniyet düzeni içerisinde geliştirilmesinin olmazsa olmaz, zaruri ihtiyaçları içerisinde bulunduğu tartışmasızdır. Kişinin ve bakmakla yükümlü olduğu ailesinin medeniyet ve hukuk düzeni içerisinde onurlu bir hayat sürdürmesinin imkanlarından olan asgari elektrik ihtiyacını sağlama, Devletin, sosyal devlet olma gereğidir. Devletin böyle bir yükümlülüğü karşısında geliri olmayan vatandaşlarına asgari elektrik ihtiyacını karşılama mecburiyeti dikkate alındığında TCK'nın 141. maddesinin 2. fıkrası ile 142. maddelerinin 1. fıkrasının f bendindeki düzenlemenin sosyal devlet ilkesi ile bağdaşmayacağı aşikardır. Dolayısıyla Anayasa'nın Başlangıç, 2. ve 5. maddeleri gereğince iptali gerekmektedir. ANAYASANIN 2. VE 27. MADDESİNE AYKIRILIK: Bilindiği gibi hırsızlık taşınır mal varlığına yönelik ihlal eyleminin adıdır. Olayımızda elektrik enerjisinin taşınır mal olup olmadığı konusunda belirleme yetkisi Eşya Hukukunun da içinde yer aldığı Medeni Hukuka aittir. Elektrik enerjisinin taşınır mal olup olmadığı konusunda Medeni Hukuk alanında tartışma bulunmaktadır. Medeni Hukuk bu konuda kesin ve net bir belirleme yapmış değildir. Olayımızda TCK'nu, elektrik enerjisine yönelik ihlali, taşınır mal mülkiyeti ihlalini düzenleyen hırsızlık suçu kapsamına dahil etmek için, 141/2. maddesine 'ekonomik bir değer taşıyan her türlü enerji de taşınır mal sayılır' hükmünü koyma ihtiyacı hissetmiştir. Bu şekilde bir tarif Eşya Hukukunun da içinde bulunduğu Medeni Hukuk alanına girmek ve o alanın belirlemesi gereken bir hususta kendini yetkili addetmektir. Bu da hukuk devletine vurgu yapan Anayasanın 2. maddesi ile bilim ve sanat hürriyetini düzenleyen Anayasanın 27. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. ANAYASANIN 41. VE 42. MADDELERİNE AYKIRILIK: Anayasanın 41. maddesi aileyi toplumun temeli saymakta, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ana ve çocukların korunmasını devlete yüklemektedir. Keza Anayasanın 42. maddesi kimsenin eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağını ve bu hakkın kullanılması için gerekli tedbirlerin alınmasını devlete yüklemektedir. Bir ailenin özellikle ana ve çocukların hayatiyetini devam ettirmesi, yine aile içerisinde çocukların eğitim ve öğrenimlerini sürdürebilmeleri için temel ve zaruri ihtiyaçlarının temin edilmesi gerekmektedir. Elektrik enerjisi bu temel ve zaruri ihtiyaçlar arasında bulunmaktadır. Dolayısıyla asgari seviyedeEsas Sayısı : 2011/132 Karar Sayısı : 2012/82 2 ihtiyaç miktarının belirlenerek bunun devlet tarafından aileye sağlanması, Anayasa'nın 41 ve 42. maddelerinin devlete yüklediği bir vecibedir. Bu vecibeye aykırı olan TCK'nın 141. maddesinin 2. fıkrası ile 142. maddelerinin 1. fıkrasının f bendinin iptali gerekmektedir.' | 490 |
Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : A 10.5.1991 günlü dava dilekçesindeki iptal gerekçeleri aynen şöyledir : 3713 Sayılı Yasa Terörle Mücadele Kanunu adını taşımakta ise de, birbirleri ile organik ve hukuksal hiçbir bağı olmayan birçok konuyu düzenlemiş bir torba kanun niteliğindedir. Bir yandan, terör suç ve cezaları kural altına alınmış iken, öte yanda şartla salıverme koşullarının iyileştirilmesini içeren hükümlere yer verilmiş; cezaevlerinin yapımı hakkında düzenlemenin yanında, terörle mücadelede görevlilerin ve diğer kişilerin ödüllendirilmesine dair hükümler getirilmiştir. Böylece yasa yapma tekniğine ve ilkelerine uyulmamış olması, mevzuat kargaşasına neden olmuş ve uygulamada da çelişkili sonuçlara zemin hazırlanmıştır. Hukuk devletinin varlığı ve korunması yönünden, terörle mücadele kadar, bu mücadelenin hukuki yollarla yapılması, demokratik hukuk kurallarının dışına çıkılmaması da önemlidir. Her sanık suçlu değildir. Her terör sanığı da suçlu değildir. Aksine, her sanığın cezalandırılmasını sağlayacak düzenlemeler getirmek bir başka teröre, yani devlet terörüne veya adli teröre yol açar. 3713 sayılı Yasa, hukukun genel kuralları ve demokratik siyasal yaşam ilkeleriyle çatışan, birçok hükümleri Anayasa'ya aykırı olan çeşitli olumsuzlukları ve çelişkileri bünyesinde taşıyan özelliktedir. Bu nedenle, Yasa'nın hangi hükmünün, hangi Anayasa maddesine aykırı nitelik taşıdığı gerekçelerde açıklanarak aşağıda sergilenmiş ve sonuçta Yüce Mahkemenize bu iptal davasını açma gereği doğmuştur. I Terörle Mücadele Kanununun 1., 2., 7. maddeleri Suçta Kanunilik ilkesinin yer aldığı Anayasa kuralına aykırıdır. I.1) 1. Madde ve Anayasa'nın 38. Maddesi : 3713 Sayılı Yasa'nın 1. maddesinde yer alan Terör tanımı niteliği belirgin olmayan, yasalarda unsurları belirtilmiş, suç olarak tanımı yapılmamış her türden eylemin terör suçu olarak kabul edilmesini zorunlu kılacak niteliktedir. Tanımda kullanılan sözcük ve terimler kaypak, kapsamı ve yasal/hukuksal çerçevesi belli olmayan, bilimsel ve hukuksal olarak terör kavramı ile ilgisiz ve herhangi bir Suç tipine uygun bulunmayan eylemin/eylemlerin dahi Terör Suçu sayılması olasılığını yaratacak nitelikte sözcük ve terimlerdir. Terör, şiddet kullanılmak suretiyle işlenen eylemdir. (27 Ocak 1977 tarihli Tehdişçiliğin Tenkili Hususundaki Avrupa Sözleşmesi Uluslararası ortak bir terör tanımı getirmiştir. Türkiye de bu sözleşmeyi imzalamıştır.) Şiddet kavramının hukuksal, belirgin bir anlamı vardır. 3713 sayılı Yasa'nın 1. maddesinde ise, korkutma, baskı, yıldırma. Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 2 sindirme gibi sözcükler kullanılarak cebir/şiddet kavramı da genişletilmiş; bu açıdan da sınırları, unsurları, kapsamı, yasal tanımı belli olmayan bir terör suçu kavramı yaratılmıştır. Ceza hukukunda, bu tür düzenlemelerde ya Cebirden veya şiddet ve tehditden söz edilir. Çünkü, cebir genel bir kavramdır. Ve maddi cebir veya manevi cebir şeklinde ortaya çıkar. Maddi cebir şiddet deyimi ile, manevi cebir tehdit deyimi ile ifade edilir. Bu nedenle, maddede şiddet ve tehditten söz ettikten sonra ikisini birlikte ifade eden cebir deyimine gerek olmadığı gibi, baskı, korkutma, yıldırma ve sindirme sözcüklerine yer verilmesine de gerek yoktur. Zira, ya bu sonuncular şiddet veya özellikle tehdit kavramına dahildirler veya yukarıda açıklandığı gibi ne anlama geldikleri belli değildir. Terör tanımında sayılan amaçlar, terörün yöneldiği varlık ve değerler de son derece belirsiz ve uygulama duraksamalara, hatta keyfi yorum ve uygulamalara neden olabilecek niteliktedir. Bu varlık ve değerlerin daha önce hiçbir yasada tanımı yapılmamış olduğu gibi 1. maddede de tanım denilebilecek unsurları ve kapsamı sayılmamış ve belirtilmemiştir. Her ne kadar 1. maddede terörün tanımı verilmekte ise de, bu madde 7. madde ile birlikte nazara alındığında soyut bir terör tanımı olarak kalmamakta, bir suç tanımı, yani terör örgütü kurma suçu tanımı haline gelmektedir. Bu açıklamalar ışığında 1. maddede yapılan terör tanımı ve 7. madde ile düşünüldüğünde ortaya çıkan suç, Anayasa'nın 38. maddesindeki kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz. şeklinde ifade edilen kurala suçun kanuniliği bir başka deyişle kanunsuz suç ve ceza olmaz ilkesine aykırıdır. Bu Anayasa kuralı ilkesinin esası, anlamı, yasanın ne gibi eylemleri suç sayıp yasaklamış olduğunun hiç bir kuşkuya yer vermeyecek biçimde belirtilmesi ve buna göre cezanın da önceden yasa ile saptanmış olmasıdır. Kişinin yasak eylemleri ve bunların cezalarını önceden bilmesi temel hak ve özgürlüklerinin de güvencesini oluşturur (AMK., Esas: 1962/198, Karar: 1962/11, RG.24.1.1963). Suçun tüm unsurlarının, iptali istenen 1. maddede olduğu gibi belirtilmemiş, kullanılan sözcük ve terimlerin kaypak, yasal/hukuksal çerçeve ve anlamı belirsiz, yorum yoluyla ve takdirle suç yaratılmasına sebep olacak nitelikte olması suçun kanuniliği ilkesine ve Anayasa'nın 38. maddesine aykırıdır. Bu nedenle 1. maddenin iptali gerekir. I.2) 2. Madde ve Anayasa'nın 38. Maddesi : 3713 Sayılı Yasa'nın 2. maddesi Terör Suçlusu başlığı altında birinci maddede belirtilen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişiye terör suçlusu denilmektedir. Görüleceği üzere, bir kimsenin terör suçlusu sayılması için öncelikle birinci maddedeki amaçlara ulaşmak için kurulmuş bir örgütün varlığı şarttır.Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 3 Bir başka deyişle terör suçlusunu tanımlamak, terör örgütünün varlığı ve tanımlanması ile mümkün olacaktır. Bu nedenle de Terör ve Terör örgütüyle ilgili yukarıda (I.1) bölümünde ileri sürdüğümüz gerekçeler 2. madde için de aynen geçerlidir. Bu gerekçeleri yinelemeksizin, 2. maddenin de Anayasa'nın 38. maddesine aykırı olduğu kuşkusuzdur. 2. maddenin 2. fıkrasında yer alan ve terör örgütü mensubu olmadığı halde bu örgüt adına suç işleyenlerin terör suçlusu sayılacağı hükmü, anlaşılması güç ve dolayısıyla uygulamada yanlışlıklara ve haksızlıklara yol açabilecek bir hükümdür. Geçmişte olduğu gibi tek başına hareket eden sanıklar ile terör örgütleri arasında yapay bağlantılar kurulması, işkenceler yoluyla ikrarlar sağlanmasına yarayacak, bulanık koşulları ve unsurları taşıyan bir kural niteliğindedir. Bu fıkrada böylece Anayasa'nın 38. maddesindeki suçun kanuniliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Bu nedenle 2. maddenin iptali gerekir. I.3) 7. Madde ve Anayasa'nın 38. Maddesi : 3713 sayılı Yasa'nın Terör örgütleri başlıklı 7. maddesi, 3. ve 4. maddelerine sıralanan terör suçları, terör amacı ile işlenen suçlar ve TCK'nun 168., 169., 171., 313., 314. ve 315. maddelerindeki suçlara ek olarak yeni bir suç ihdas etmektedir. Birinci fıkrada Yasa'nın 1. maddesinin kapsamına giren örgütleri her ne nam altında olursa olsun kuranlar, bunların faaliyetlerini düzenleyenler, yönetenler ve örgütlere girenler cezalandırılmaktadır. Yukarıda da söylendiği gibi 1. madde de bu fıkranın gönderilmesi ile sadece terör örgütü tanımlanmamış; 1. ve 7. madde birlikte bir suç oluşturmuştur. 1. maddenin iptali gerekçesi bu fıkra için de aynen geçerlidir. Öte yandan 1. maddenin iptali durumunda suç olarak 7. maddenin de iptali zorunlu olmaktadır. İkinci fıkrada terör örgütü mensubuna yardım edenlerin cezalandırılacağı hükmü de kanunilik ilkesinin gerektirdiği açıklığa ve netliğe sahip değildir. Yardımın, yardım edilenin örgüt üyesi olduğunu bilerek yapılması ve onun örgütsel faaliyetine ilişkin bir yardım şeklinde gerçekleşmesi halinin suç unsuru olarak belirtilmesi gerekirken, böyle bir düzenleme yapılmamış olması suçun kanuniliği ilkesine uyulmadığını göstermektedir. Nitekim, bazan bu kişilere yardım etmek, insani bir zorunluluk olabilir ve böyle bir yardımı cezalandırmak düşünülemez. Örneğin, yaralı ve ölmek üzere olan bir örgüt üyesini hastaneye getirmek ve tedavi etmek veya açlıktan ölmek üzere olan örgüt üyesine yiyecek vermek gibi Öte yandan, 3713 sayılı Kanunun 1. ve 7. maddeleri ile TCK'nun yürürlükten kaldırıldığı ifade edilen 141. ve 163/1. maddeleri birlikte değerlendirildiğinde söz konusu maddelerde belirtilen amaçlara yönelik cemiyetleri kurma, bunların faaliyetlerini düzenleme ve idare etme fiillerinin suç olmaktan çıkarıldığını savunmak zordur. Aynı fiiller daha geniş ve belirsiz amaçlarla ve tanımlarla yeniden suç haline getirilmiştir. Burada baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme ve tehdit gibi yöntemlerin şart koşulması büyük bir önem taşımaz. Zira, bu yöntemlerin son derece belirsiz oldukları bir yana, uygulamada bir kısım örgütler yönünden bunlar çoğu defa esasen var farzedilmektedir. Açıklanan nedenlerle 7. maddenin 1. ve 2. fıkraları da Anayasa'ya aykırıdır, iptali gerekir.Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 4 II Basın Yoluyla İşlenen Fiillerin Cezalandırılmasına İlişkin 3713 Sayılı Yasanın 6, 7 ve 8. Maddelerinin Son Fıkraları Eşitlik (Anayasa Madde 10), Cezaların Kanuniliği (Anayasa Madde 38), Ceza Sorumluluğunun Şahsiliği (Anayasa Madde 38), Kurallarına Aykırı Olup, Basın Özgürlüğü (Anayasa Madde 26, 28) Sınırlandırılmaktadır. A) 3713 Sayılı Yasanın 6, 7 ve 8 nci maddelerinin son fıkraları, söz konusu maddelerdeki eylemlerin basın yoluyla işlenmesi durumunda, süreli ve süresiz yayın sahiplerinin para cezası ile cezalandırılmasını öngörmektedir. Para cezasının hesaplanmasında da, süreli yayınların bir ay önceki ortalama satış gelirleri ölçü olarak alınmıştır. Yeni yayına giren süreli yayınlar ile süresiz yayınlar açısından ise, en yüksek tirajlı süreli yayının bir ay önceki ortalama satış gelirine göre para cezasının saptanması kabul edilmiştir. Sorumlu müdürlerin ise, süreli yayın sahibine verilecek para cezasının yarısı ile birlikte hürriyeti bağlayıcı ceza ile cezalandırılması öngörülmüştür. Belirtilen cezalandırma sistemi, ceza sorumluluğunun genel ilkelerine aykırı olduğu gibi, Anayasanın aşağıda belirtilen kurallarına da aykırıdır. B) Belirtilen cezalandırma sistemi eşitlik ilkesine aykırıdır. Suç teşkil eden eylemin cezalandırılmasında ölçü, o eylemin korunan hukuksal değer açısından yarattığı zarar veya zarar tehlikesi ağırlığıdır. Eyleme göre saptanacak cezanın, failin sübjektif durumuna göre ferdileştirilmesi de cezanın artırılıp, azaltılması sonucunu yaratır. Fakat, yasalar, temel cezayı, aynı eylemi işleyenler için eşit, genel ve objektif olarak belirler. Aynı eylem için, kişiler açısından ayrı ayrı sonuçlar yaratacak ceza belirlemesine yönelik yasal düzenleme yapılamaz. Kişilerin aynı eylemi işlemeleri durumunda, değişik cezalarla cezalandırılmaları, ancak bu kişilerin fiile iştirak derecesi, kişisel durumları, isnat kabiliyetleri nedeniyle söz konusu olabilir. Bu durumda dahi, yasanın işlenilen suç açısından öngördüğü temel ceza, bütün sanıklar açısından aynıdır. 3713 sayılı Yasanın, basın yoluyla işlenilen suçlar açısından öngördüğü ceza sistemi ise, eylemin ağırlığına göre saptanmış değildir. Ceza, suç oluşturan eyleme yabancı bir unsur olan, basılmış eserin aylık ortalama gelirine göre belirlenmektedir. Böyle bir ceza ölçüsünün benimsenmesi, ceza sorumluluğunun temel ilkelerine, Ceza müeyyidesinin nitelik ve amacına aykırı olduğu gibi, Anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşitlik kuralına da aykırıdır. Zira, aynı eylemi işleyen süreli yayın sahipleri, eylemleri aynı olduğu halde, yayınlarının satışına göre, başka başka cezalarla cezalandırılacaklardır. Bir yayının gelirinin çokluğu, tirajının yüksekliği ve dolayısıyle etkinliğinin çokluğu anlamına da gelmemektedir. Gerçekten, tirajı daha az olan bir süreli yayının, satış fiyatı yüksek olduğu için, tirajı daha yüksek süreli yayına oranla aylık ortalama gelirinin daha fazla olması mümkündür. Bu açıdan da, yüksek gelirin yüksek tirajı ve bu açıdan etkinliğinin fazlalığı da öngörülemez. Belirtilen nedenle, aynı konumda bulunan ve aynı fiili işleyen kişilerin başka başka cezalarla cezalandırılmasına yol açan 3713 sayılı Yasanın 6. 7. ve 8. maddelerinin son fıkraları, eşitlik kuralına ve dolayısıyle Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır.Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 5 C) Söz konusu maddeler, üçüncü şahsın fiilinden sorumluluk öngörmektedir ve bu nedenle ceza sorumluluğunun şahsiliğini öngören Anayasanın 38. maddesine aykırıdır. 3713 sayılı Yasanın söz konusu maddelerinde, süresiz yayın sahipleriyle, yeni yayına başlayan süreli yayın sahiplerinin, en yüksek tirajlı süreli yayının, bir ay önceki ortalama gelirine göre cezalandırılması öngörülmektedir. Halbuki, en yüksek tirajlı gazetenin satış bedeli ve tirajı, suçlu görülen süresiz yayının ve yeni yayınlanmaya başlayan süresiz yayının sahibi tarafından saptanmış değildir. Bu durumda, ceza sanık durumundaki kişilerin irade ve kararları dışında kalan üçüncü şahsın karar ve tutumuna göre belirlenmektedir. Kişinin kendi iradi hareketi ile yarattığı sonuçtan sorumlu tutulması ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralının gereğidir. Bu durumda, kişinin başkasına ait bir süreli yayının ortalama gelirinin ölçü alınması suretiyle cezalandırılması, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralına, dolayısıyle Anayasanın 38. maddesine aykırıdır. D) 3713 sayılı Yasanın öngördüğü ceza ölçüsü, cezaların kanuniliği kuralına ve dolayısıyle Anayasanın 38. maddesine aykırıdır. 1 Anayasamızın 38. maddesi, ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur hükmünü içermektedir. Bu kural, cezada kanunilik kuralı olarak isimlendirilir. Cezada kanunilik kuralı, öğretide suçda kanunilik kuralından daha önemli bir kural olarak kabul edilir. Kişinin işlediği fiilin sonuçlarını bilmesi, kişi güvenliğinin sağlanması açısından zorunlu bir koşuldur. Bu nedenledir ki, kanun hükmünde kararnamelerle ceza ihdas edilemeyeceği kabul edilmiştir. Cezanın kanunla konulması kuralının mantığı, cezanın belirginliğini de gerektirir. Belirgin olmayan bir cezalandırma sistemi, suçda kanunilik ilkesiyle bağdaşmaz. Cezalar kanun tarafından konulunca, kanunun genel, objektif ve anonim olma niteliği, bunlarda yer alan cezaların da kim olursa olsun, suçlular hakkında eşit olarak uygulanmasını gerektirir, Cezada hukuki eşitlik kuralı, yasalarda dahi belirtilmiştir. Fransız Ceza Kanunu bu konuda örnek gösterilebilir. (Dönmezer Erman, Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku, II, İstanbul 1986, 589 593) Nitekim, süresi (miktarı) belli olmayan hüküm sisteminin, cezada kanunilik kuralına aykırı olduğu ileri sürülebilmektedir. (Dönmezer Erman, II. 593). 2 Cezaların, fiilin ağırlığı ile orantılı olması da, hukukun genel kuralı olduğu kadar, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralının da bir sonucudur. Ceza, işlenilen hukuka aykırı bir fiilin yarattığı zarar veya tehlikenin karşılığı olarak uygulanan bir müeyyide türü olduğuna göre, ceza ile fiilin yaratacağı zarar veya tehlikenin ağırlığı arasında bir oran, uyumluluk bulunması zorunludur. Ceza kanunları düzenlenirken, suçların korunan hukuki değere göre belirlenmesinin mantığı da budur. Suç teşkil eden hukuka aykırı fiilin yarattığı zarar veya tehlike ile uyumlu olmayan bir cezalandırma sistemi, devlet faaliyetinin esasını teşkil eden her türlü manevi adalet kavramını bir yana bırakmak demektir. (Dönmezer Erman, II, 593). Böyle bir sistem, ceza adaleti ilkesi ve cezada bulunması gereken nitelikler ile uyumsuzluk yaratır. Cezanın şahsa değil, fiile göre tertibi, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralının da doğal sonucudur. (Dönmezer Erman, II. 594).Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 6 Nitekim, Anayasa Mahkemesi de, 22.12.1964 tarih ve E: 1963/166, K: 1964/76 sayılı kararında aynı esasları benimsemiş, ceza ile fiilin, kamunun huzur ve sükununu, güvenini bozucu etkisi arasında oran bulunmasını zorunlu görmüştür. (RG, 28 Nisan 1965, No. 11958). 3 Kısaca değinilen ilkeler ışığında, 3713 Sayılı Yasanın oluşturduğu cezalandırma sistemi değerlendirildiğinde şu sonuçlara varılabilir : a) Ceza fiilin ağırlığına göre, mevkutenin ortalama tirajına göre saptanmaktadır. Fiilin yaratacağı zarar ve tehlike gözönünde bulundurulmaksızın, mevkutenin ortalama satış tutarının bedeli ceza ölçüsü olarak kabul edilmiştir. Bu ceza ölçüsü, fiilin ağırlığı ceza dengesini zorunlu kılan ceza sorumluluğunun Anayasal ilkelerine aykırıdır. b) Suç sayılan fiilin cezası kanun tarafından saptanmış değildir. Cezanın alt sınırı sabit olarak saptanmıştır. Üst sınır ise, suçlanan mevkutenin ortalama satış tutarıyla, satış fiyatının çarpılmasıyla bulunacaktır. Bu durumda, cezanın yukarı sınırı, mevkutenin tirajı ve satış fiyatı arttıkça yükselecektir. Böylece mevkute sahibi kendi cezasını saptamış olmaktadır. Bu durumda, ceza, kanunla saptanmamış, cezalandırmanın ölçüsü belirlenmiş bulunmaktadır. Belirtilen cezalandırma cezada kanunilik kuralına ve dolayısıyla Anayasanın 38. maddesine aykırıdır. Yukarıda belirtilen nedenlerle, 3713 Sayılı Yasanın ilgili maddeleri, Anayasa'nın 38. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. E) Mevkute sahibinin suç faili olarak kabulü, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralına ve dolayısıyla Anayasanın 38 inci maddesine aykırıdır. 1 Basın yoluyla işlenen suçlardan dolayı kimin sorumlu olacağı, Basın Kanununun 16. maddesinde belirtilmiştir. Basın Kanununun 16. maddesi, mevkute sahibinin ceza sorumluluğunu kabul etmemiştir. Mevkute sahibi, Basın Kanununun 17. maddesine göre, istihdam eden olarak, sadece manevi tazminat açısından sorumlu tutulabilmektedir. 3713 Sayılı Yasanın 6. 7. ve 8 inci maddelerinin son fıkra hükümlerine göre ise, mevkute sahibinin ceza sorumluluğu kabul edilmektedir. Belirtilen sorumluluk sistemi, genel olarak ceza sorumluluğu politikasıyla, kişinin kendi kusurlu fiilinden sorumlu tutulması ilkesiyle ve fiilin ağırlığı ile sorumluluk arasında denge gereksinmesiyle çelişmektedir. Bu çelişki, ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesinin ihlal edilmesi demektir. Ceza sorumluluğunun şahsiliği, Anayasanın 38. maddesinde yer almış, Anayasal bir kuraldır. Mevkute sahibinin ceza sorumluluğunun kabul edilmesi, bu açıdan Anayasanın 38 inci maddesine aykırı düşmektedir. Nitekim, 7 Haziran 1956 tarihli ve 6733 sayılı Yasayla, Basın Kanununun 16. maddesi değiştirilerek, mevkute sahiplerinin ceza sorumluluğu kabul edildiğinde, büyük siyasal tepki doğmuş ve belirtilen yasa, zamanın iktidarının Anayasayı ihlal ile suçlanmasının nedenlerinden biri olarak kabul edilmiştir. 27 Mayıs 1960 sonrasında çıkartılan 143 Sayılı Yasayla da, 16. madde yeniden değiştirilerek, mevkute sahibinin ceza sorumluluğu kaldırılmıştır. Basın Kanununun 16. maddesini değiştiren 2950 Sayılı Yasa da mevkute sahibinin ceza sorumluluğunu öngörmemiştir.Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 7 2 Nitekim, ceza sorumluluğu şahsidir kuralını içeren 1961 Anayasasının 33. maddesinin Temsilciler Meclisi Komisyonu Gerekçesinde, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralının kabul edilmesiyle basın davalarından yazı ve karikatürün müellifinden ve haberin vericisinden gayri kimselerin, gazete sahip ve yazı işleri müdürlerinin rastgele cezalandırılmasını derpiş eden kanun hükümleri bertaraf edilmiş olacaktır denilmektedir. (Öztürk K.. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, II, Ankara 1966, 1668). 1961 Anayasasındaki hüküm aynen 1982 Anayasasının 38. maddesinde de yer almıştır. Bu açıdan 1961 Anayasasının ceza sorumluluğunun şahsiliği ile ilgili gerekçesi, yeni Anayasa için de geçerlidir. Kaldı ki, 1982 Anayasasının Danışma Meclisi Gerekçesinde de, Beşinci fıkra, ceza sorumluluğunun şahsi olduğu; yani failden gayri kişilerin bir suç sebebiyle cezalandırılamayacağı hükmünü getirmektedir. Bu ilke dahi, ceza hukukuna yerleşmiş ve kusura dayanan ceza sorumluluğu ilkesine dahil, terki mümkün olmayan bir temel kuraldır denilmektedir. (TC. Anayasası, Komisyon Raporları ve Madde Gerekçeleri, Ankara 1983, S.68). Böylece, 1982 Anayasası Gerekçesi de, kusursuz sorumluluk temeline dayanan ceza sorumluluğunun Anayasanın 38. maddesinde yer alan ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Belirtilen durumda, mevkute sahibinin, fiile iştiraki bulunmadığı ve fiilen yayını idare etmediği halde ceza sorumluluğunu öngören cezalandırma sisteminin ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralına aykırılığı açıktır. Özellikle, mevkute sahibinin tüzel kişilik olması durumunda, tüzelkişiliğin ceza sorumluluğunun kabulü, kesinlikle Sorumluluğun şahsiliği ilkesiyle bağdaşmaz. 3 Gerçekten, ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralı kişinin kendisine ait kusurlu fiilinden sorumlu tutulması anlamına gelmektedir. Basın Kanununun 16. maddesi, sorumlu yazı işleri müdürünü, salt gördüğü görev sebebiyle ve kusurunu aramaksızın sorumlu tutarak, üçüncü şahsın fiilinden kusursuz sorumluluk hali yaratmıştır. Böyle bir sorumluluk şekli objektif sorumluluğun kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Objektif sorumluluk sistemi ise, kusur aranmadığı için, ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırıdır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği, sadece maddi fiilin o faile ait olması anlamına gelmektedir, ayrıca kusurunun aranmasının gerekli bulunduğunu ifade etmektedir. Nitekim, TCK'nun 45. maddesi de, kişinin, ancak, kendi fiilinden kast derecesinde kusurlu olması durumunda ceza sorumluluğunun doğacağını belirtmek suretiyle, objektif sorumluluğun kabul edilmediğini göstermektedir. (Dönmezer Erman, II, 214 228). Basın yoluyla işlenilen suçlarda ise, sorumlu yazı işleri müdürünün kusuru aranmadığı ve eseri kendisi yaratmadığı halde, ceza sorumluluğu öngörülerek, ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırı bir düzenlemeye gidilmiştir. (Bu konuda Özek Ç., Türk Basın Hukuku, İstanbul 1978, 620 629). Sorumlu yazı işleri müdürünün objektif sorumluluk durumunu anormal sorumluluk olarak görüp, sorumluluğu bir ölçüde subjektif temele oturtmaya çalışan cezacılar, salt bu anormal sorumluluk biçimini yumuşatmak amacındadırlar. Bu nedenle, sorumlu müdürün, yazı işlerini idare etmesi açısından, hukuka aykırı netice ile nedensellik bağı içinde kalan fiilinin var olduğunu, nedensellik bağının ise taksir derecesinde kusuru ifade ettiğini belirtmektedirler. Bu görüşte olanlar dahi, bu sorumluluk şeklini objektif sorumluluk olarak nitelemekte ve eleştirmektedirler. (Bu görüş için: Dönmezer Erman, II, 318 328). Nitekim, aynı nedenle Basın Kanununun 16. maddesi değiştirilerek, sorumlu yazı işleri müdürünün para cezası ile cezalandırılması sistemi benimsenmiştir. Yayını fiilen idare etmesi gereken sorumlu yazı işleri müdürünün ceza sorumluluğu dahi bunca tartışmaya yol açıp, anormal bir ceza sorumluluğu olarak kabul edilirken; yayınıEsas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 8 fiilen idare eden kişinin ceza sorumluluğu ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırı bulunan, mevkute sahibinin ceza sorumluluğunun Anayasanın 38. maddesinde yer alan ceza sorumluluğunun şahsiliği kuralıyla bağdaşabileceğini kabul etmeye imkan yoktur. 4 Mevkute sahipleri de, genellikle, yayınla fiilen ilgilenmemektedir. Yayın fiilini gerçekleştiren kişi mevkute sahibi değildir. Belirtilen durumda, mevkute sahibinin kendisine ait kusurlu fiili mevcut bulunmamaktadır, bu durumda, fiile iştirakı kanıtlanmamış mevkute sahibinin kendisine ait kusurlu bir fiili bulunmamasına rağmen ceza sorumluluğunu öngören 3713 sayılı Yasanın 6, 7 ve 8. maddeleri ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 38. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. F) Öngörülen para cezası, düşünce ve kanaatlerinde serbestçe yayınlanmasını engelleyici ekonomik ve mali engel yaratmaktadır. Anayasanın 29/3. maddesi süreli ve süresiz yayın hakkının sağlanabilmesi açısından, siyasal iktidarın otoritesini sınırlayıcı nitelik taşımaktadır. 29/3. Maddede yer alan Kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayınlanmasını engelleyici veya zorlaştırıcıekonomik ve mali şartlar koyamaz demektedir ve bu kural da özgür yayın hakkının sağlanmasına yöneliktir. Bu kural, salt yayın yapmak hakkına başlamak açısından değil, sürdürmek açısından da geçerlidir. 3713 sayılı Yasanın öngördüğü ceza ölçüsü ile hükmedilebilecek para cezaları ise, yayın yapabilmek olanaklarını ortadan kaldıracak rakkamlara ulaşabilir. Gerçekten, basılmış eserin ortalama satış bedelinin, süreli ve süresiz yayın sahibi açısından para cezası ölçüsü olması, genellikle sorumlu yazı işleri müdürü için öngörülecek para cezasının da süreli yayın sahibi tarafından ödenmesi, süreli ve süresiz yayın sahibinin gerçekleştiremeyeceği büyük para cezaları ödemesi zorunluluğunu yaratacaktır. Özellikle, 3713 sayılı yasanın suçluluk olasılığını yayınlaştıran düzenlemeleri gözönünde bulundurulacak olursa, süreli/süresiz yayınların haber vermek hakkını kullanmaları nedeniyle, sık sık büyük para cezaları ödemek zorunda kalmaları sonucunu yaratacaktır. Böylece, yayın sahiplerinin ödemek zorunda kalacakları para cezaları, yayın hakkını engelleyici, hiç değilse zorlaştırıcı nitelik taşımaktadır. Bu tür cezaların ulaşacağı miktar, tüzel kişi olsun, gerçek kişi olsun yayıncının yayına devamını, haber vermek görevini sürdürmesini, toplumun doğruyu öğrenme hakkını engelleyecektir. Belirtilen nedenle 3713 Sayılı Yasanın 6. 7. ve 8 inci maddelerinin son fıkraları Anayasanın 29/3. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir. III 3713 Sayılı Yasanın 10 uncu Maddesi, Anayasa'nın 10 uncu ve 36 ncı Maddesine Aykırıdır. A) 3713 sayılı yasanın 10 uncu maddesi Anayasa tarafından güvence altına alınmış bulunan kutsal savunma hakkını sınırlamakta ve kısıtlamaktadır. Maddenin (a) bendinde sanık ve müdahil en fazla üç avukat tarafından temsil edilir. denilerek kişilerin iddia ve savunma hakkını kullanabilmek açısından avukat görevlendirme olanağı daraltılmakta, savunma hakkının kullanılmasını önleyici engeller getirilmektedir.Esas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 9 Terör suçundan sanık veya sanıklar en fazla üç avukatla sınırlı olarak güvence altına alınmış bulunan savunma hakkını kullanmak zorunda iken; başka suçtan sanık olan kişiler hakkında böyle bir sınırlama getirilmemiş olması Anayasanın 10 uncu maddesindeki eşitlik kuralına aykırıdır. Suçun niteliği veya suçun yarattığı zarar düzeyi kendini yasa tarafından tayin edilen ceza miktarında gösterir Böyle bir gerekçe savunma hakkının kısıtlanmasında neden olamaz. Kanun önünde eşitlik kuralı bozulduğunda ve savunma hakkı sınırlandırılmış olduğunda 10 uncu maddesinin (a) bendi Anayasanın 10 uncu ve 36 ncı maddesine aykırıdır; iptali gerekir. B) 10 uncu maddenin (b) bendi tutuklu sanık veya hükümlünün avukatı ile tutukevi veya cezaevi görevlilerinin nezaretinde görüşme yapabileceklerini kural altına almıştır. Öncelikle bu düzenleme, savunma hakkı kapsamında görülmesi gereken savunma gizliliğini ortadan kaldırmaktadır. Bu hüküm, CMUK'nun 144 üncü maddesi ile yargıcın takdirine bırakılan sanığın müdafii ile görüşmesinde hazır bulunma durumunu terör suçundan sanık olanlar yönünden zorunlu hale getirmekle kalmamakta bu durumu terör suçlarından hüküm giyenlerede teşmil etmekte ve hazır bulunma işinin takdirini yargıçtan alarak tutukevi veya cezaevi görevlilerine vermektedir. Bilindiği gibi, ceza yargılaması kollektif faaliyet ile yürütülür. İddiayı yapan savcı ile savunma arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bu ilişki çerçevesinde yürütülen yargılama faaliyeti sonucunda yargıç yargıya varacaktır. Savcı, iddiayı hazırlarken delilleri, yaptığı soruşturmanın verilerini ve dosya içeriğini gizli tutabiliyorsa, aynı olanaklardan yararlanması gereken sanığında savunma olanaklarını, kanıtlarını ve savunma yöntemi gizli tutması hakkıdır. Bu nedenledir ki, sanığın avukatı ile görüşmesinin gizliliği hem ceza yargılamasının yapısından kaynaklanmaktadır, hem de savunma hakkının doğal gereğidir. Bu bentteki düzenleme ile iddia ile savunma arasında varlığı zorunlu eşitlik, olanakların ayrılığı ve dolayısıyle savunma hakkını ortadan kaldırmış olmaktadır. İddia ve savunma her türlü etkiden ve kaygıdan uzak olarak, serbestçe kullanılabilmeli ve güven içinde olmadır. Anayasanın 36 ncı maddesindeki HAK ARAMA ÖZGÜRLÜĞÜNÜN anlamı budur. Hak arama özgürlüğünü düzenlemek, onun daha etkin ve güvenceli kullanılmasını sağlamak devletin ödevidir. Yoksa, onu kaldırıcı ve daraltıcı düzenlemeler aykırılık oluşturur. Ayrıca, bu düzenleme tutuklu sanık ile tutuksuz sanık arasında savunma hakkını kullanabilme açısından da farklılıklar getirmektedir. Öyle ki aynı suça katılan sanıklardan bir kısmı bir tedbir olan tutuklamaya maruz kalmış ise, diğerinden hak arama özgürlüğü açısından farklı konumda olacak ve özgürlükten yoksun bırakılacaktır. Sonuçta, terör suçu sanıkları ile diğer sanıklar; terör suçu sanığı olup tutuklananlar ile tutuklanmayanlar arasında bir eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Bu konuyu bitirirken, kollektif ceza yargılamasındaki üç temel ayaktan biri olan savunma görevini üstlenen avukatların terör sanıkları ile işbirliği yaptıkları, adeta onların suç ortağı oldukları varsayımına dayanıldığı görülmektedir. Oysa, savunmanlık görevi (avukatlık hizmeti) bir kamu görevi olarak kabul edilmiş Anayasanın 135 inci maddesi ile de meslekiEsas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 10 faaliyetleri kolaylaştırmak şeklinde ifade edilen devletin yükümlülüğü gözardı edilerek her şeyden öte aşağılayıcı bir düzen getirilmiş olduğunu belirtmekte de yarar vardır. Açıklanan nedenlerle 10 uncu maddenin (b) bendi de Anayasanın 10 uncu ve 36 ncı maddelerine aykırılık taşıdığından iptali gerekir. IV 3713 Sayılı Yasanın 13 üncü Maddesi Anayasanın 10 uncu Maddesine Aykırıdır. 3713 sayılı Yasanın 13 üncü maddesi, terör suçlarından dolayı verilen cezaların para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilemeyeceğini ve ertelenemeyeceğini hükme bağlamıştır. Bir başka deyişle, 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkında Kanunun 4 ve 6 ncı maddeleri terör suçu işleyenler açısından zımnen ve tümüyle yürürlükten kaldırılmış olmaktadır. Hürriyeti bağlayıcı cezaların para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilmesi yahut ertelenmesi suçlunun kişiliği ile ilgili bir olgudur. Yani, fiile yönelik değildir. Tamamen suçluların iyileştirilmesi amaçlanmıştır. Bu olgu ve amaçlar gözönüne alındığı takdirde suçlunun terör suçlusu olması veya başka bir suçtan hüküm giymiş olması ayrıcalık tanımaya gerekçe olamaz. Ancak, 13 üncü maddede ise terör suçluları ile diğer suçlular arasında Anayasanın 10 uncu maddesine karşın eşitliği bozucu, ayrıcalık tanıyıcı bir düzenleme getirilmiştir. Bu nedenle 13 üncü maddenin iptali gerekir. V 3713 Sayılı Yasanın 15 inci Maddesi, Anayasa'nın Başlangıç Bölümünün , 2., 9., 10., 17., 19. ve 36. Maddelerine Aykırıdır. A) 15 inci maddenin ilk fıkrasında terörle mücadelede görev alan istihbarat ve zabıta amir ve memurları ile bu amaçla görevlendirilmiş diğer personelin bu görevlerinin ifasından doğduğu iddia edilen suçlardan dolayı haklarında açılan kamu davası sonuçlanıncaya kadar tutuksuz yargılanır. hükmü getirilmiştir. Tutuklama bir tedbirdir. Bu tedbirle, suç işlediği ileri sürülen kişinin kaçması, delilleri yok etmesi veya değiştirmesi önlenmek istenmiştir. Bunun takdiri de yargıca bırakılmıştır. Bu takdir hem tutuklamayı hem de tutuklamamayı kapsamına almaktadır. 15. maddenin 1 inci fıkrası ile getirilen tutuklamama zorunluluğu, Anayasanın Başlangıç bölümünde ve 9 uncu maddesinde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır ve yargının görevine müdahale edilerek de Anayasanın 19 uncu maddesi ile bağdaşmayan bir düzenleme olmaktadır. Terörle mücadelede istihbarat ve kolluk mensuplarına, görevlerinin gereği olarak bazı olanaklar sağlanması kabul edilebilir. Ancak, burada sözkonusu edilen herhangi bir istihbarat ve kolluk görevlisi değil, kanunları ihlal etmiş, dolayısıyle suç işlemiş ve çoğu defa bu suçu kişilere işkence etmek olan bir istihbarat ve kolluk görevlisidir. Bu şekilde bir koruma işkence ve eziyet yapanlara cesaret vermekte, hukuka aykırı yöntemlere ve işlemlere prim tanımaktadır. Devleti korumak ve terörü önlemek amacı ile de olsa, bu hukuka aykırı yöntemler kabul edilemez, demokratik hukuk devleti özellikleriyle de bağdaştırılamaz. Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, 10 uncu maddesindeki eşitlik, 17 nci maddesinin 3. fıkrasındaki kimseye işkence ve eziyet yapılamaz ilke ve kuralları böylece ihlalEsas Sayısı : 1991/18 Karar Sayısı : 1992/20 11 edilmiş bulunduğundan 15 inci maddenin 1. fıkrası Anayasaya aykırılık taşıdığından iptali gerekir. B) 15 inci maddenin 2. fıkrasında, terörle mücadelede görevli kişilerin suç işlemeleri halinde aleyhlerine açılan davalarda en fazla üç avukatla savunulacaklarına dair kural yukarıda savunma hakkının sı | 4,176 |
Esas Sayısı: 2013/43 Karar Sayısı: 2013/168 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “Mevzuattaki düzenlemelere göre idari yaptırıma karşı yapılan ve usulden kabul edilen bir başvuruya karşı, yargılama makamı işlem dosyasını ve cevap dilekçesini celp edip, dosyada bulunan delilleri değerlendirmek suretiyle başvurunun esası hakkında bir karar verecektir. İptali talep edilen yasa maddesi, Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, kanunların Anayasaya aykırı olamayacağını düzenleyen 11. maddesine, 36. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyeti ve adil yargılanma ilkesine, 38. maddesinde düzenlenen ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine açıkça aykırıdır. 2918 S. Y., 5326 S. Y. da bulunan olaya ilişkin hukuki düzenlemeler değerlendirildiğinde, 2918 S.Y da tescil plakasına idari para cezası düzenlenmesinin istisnai bir durum olup, bu koşullar 2918 S.Y ll6. maddede sınırlı olarak sayılmıştır. Oysa fahri trafik müfettişliğinin çalışma usullerini düzenleyen yönetmeliğin ilgili hükümleri incelendiğinde, çalışma şeklinin tamamen ll6. madde kapsamında yapılacağı anlaşılmaktadır. 2918 S.Y yüze karşı tutanak düzenlenmesini esas olarak kabul etmiştir. Bu da Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin gereğidir. İdari yaptırım uygulanırken imkân olması durumunda ilgili kişinin yüzüne karşı ve ihlali kim yaptıysa onun hakkında yaptırım düzenlenmesi buna göre asıl kuraldır. Bu durumda ihlali yaptığı iddia edilen her kimse onun hakkında yaptırım düzenlenecek, ihlali kim yaparsa yapsın tescil plakasına yaptırım düzenlenmesi söz konusu olmayacaktır. Ayrıca bu şekilde bir uygulama Anayasa'da düzenlenen suç ve cezaların şahsiliği ilkesine uygun bir uygulama olacaktır. Sürücüsü bilinmeyen bir aracın tescil plakasına ceza tutanağı düzenlenmesi hukuk devleti ve cezaların şahsiliği ilkeleri gereğince ancak zorunlu hallerde başvurulması gereken uygulama olmalıdır. İdari cezanın ayrıca, yüze karşı düzenlenmesi ilgili kişinin olay anında olayla ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacağından, başvuran kişilerdeki belirsizliği de kısmen ortadan kaldıracaktır, olay anında olayı öğrenen ilgili olayda bir kusurunun olup olmadığını, daha sağlıklı olarak değerlendirip, ya başvuru yolunu kullanmayacak ya da somut ve bizzat tanık olduğu olaya ilişkin savunma hakkını daha iyi ortaya koyabilecektir. Başvuruda bulunanın ya da kabahat eylemini gerçekleştiren kişinin yüzüne karşı ve eylemi gerçekleştiren kişiye cezaların şahsiliği ilkesi gereğince idari yaptırım düzenlemek gerekirken ve buna fiilen olanak varken, tescil plakasına yaptırım uygulamak açıkça cezaların şahsiliği ilkesine aykırıdır. 2918 S.Y'da tescil plakasına yaptırım uygulama şeklinde bir düzenleme bulunmakta ise de yasa incelendiğinde fahri müfettişlik müessesesi dışında bunun çok sınırlı tutulduğu, sürücüsünün kim olduğunun tespit edilemediği hallerde uygulanan bir kural olduğu anlaşılacaktır. Hâlbuki bahsedilen ve iptali istenen hukuk kuralı gereğince sürücüsü belli olan bir aracın plakasına tutanak düzenlenebilmektedir. Aracı durdurup sürücüyü tespit edip tutanak düzenlemek imkân ı fiili olarak bulunsa dahi, fahri müfettişlik kurumunun çalışma usullerine göre bu kişilerin aracı durdurma yetkileri olmadığından aracın sürücüsünün de kim olduğunun da bu şartlarda tespit edilmesi olanaklı değildir. Dolayısıyla ihlali yapanın kim olduğu tespit edilemeyeceğinden, tescil plakasına yaptırım uygulanacaktır, bu da belirtildiği gibi cezaların şahsiliği ilkesine açıkça aykırıdır.Esas Sayısı: 2013/43 Karar Sayısı: 2013/168 2 Fahri Trafik Müfettişlerinin çalışma usul ve esasları değerlendirildiğinde, yaptırımın belgeye dayalı değil, ihlalin tespiti üzerine yapılan ihbara istinaden düzenlenen bir idari yaptırım olduğu, dayanağının da sadece ihbar tutanağı olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak idarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimine açıktır. Anayasa'da düzenlenen hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma ilkelerinin ilgili kişinin hukuk kuralları karşısındaki durumunun kesin ve somut olarak ortaya konulmasını isteme hakkını içermesi de gerekmektedir. Hak arama hürriyeti sadece başvuru yapma hakkıyla sınırlandırılmamalıdır. Başvuran kişinin hukuksal durumunun, hukuka uygun delillerle net olarak ortaya konulmasını da gerektirir. 5326 sayılı Yasa başvuru konusundaki incelemelerin nasıl yapılacağını düzenlemiş olmakla birlikte, fahri müfettişlik kurumunun mevzuatının bu denetlemeye imkân vermediği anlaşılmaktadır. Bu durum hem Anayasa'da düzenlenen hukuk devleti ilkesine, Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen hak arama hürriyetine ve kanunların Anayasaya aykırı olamayacaklarını düzenleyen 11. maddesine açıkça aykırıdır. Tüm bu bahsedilen gerekçelerle 4199 Sayılı Yasanın 43. maddesiyle eklenen 2918 S.Y EK 6. maddesinin 2. fıkrasının, Anayasanın 2., 11., 36., 38. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından iptali istemiyle Yüksek Mahkemenize başvurmak gereği ortaya çıkmıştır. Başvurunun kabul edilerek 4199 Sayılı Yasanın 43. maddesiyle eklenen 2918 S.Y EK maddesinin 2. fıkrasının, iptal edilmesi arz olunur.” | 640 |
Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 1 I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : 22.5.1991 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü aynen şöyledir: Hukukun temel ilkelerine aykırı durum ve olguların, daha sonraki bir yasal düzenleme ile hukukilik kazanması mümkün değildir. Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri ile çatışan fiili durumlara yasallık kazandırma çabaları, hukuk devleti yönetimi yerine keyfi devlet yönetimi ile karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Bugünkü siyasal iktidarın en çarpıcı özelliklerinden biri bu tür uygulamalara yoğun şekilde başvurmakta oluşudur. Ben yaptım oldu mantığı ile yapılan yasal düzenlemeler; Anayasa kuralları ile uyum içinde olup olmadığına bakılmaksızın, toplumun yararınadır aldatmacası adı altında çoğu kez birtakım çıkar çevrelerinin, grupların hatta kişilerin kişisel amaçlarına hizmet etmektedir. Eğitim ve öğretim; toplumun gelişmesine, çağdaşlaşmasına ve bilgi toplumu aşamasına ulaşmasına yön ve güç katacak en önemli temel taşlardan biridir. Bu nedenle, eğitim ve öğretimi etkinleştirecek ve yaygınlaştıracak girişimlerin devletçe öncelikle yerine getirilmesi gerektiği gibi; devletçe destek de görmelidir. Ancak, destek ve diğer yardımlar hukukun evrensel ilkeleriyle, Anayasa kuralları ile belirlenmiş yöntemler, esaslar ve düzenlemelere uygun olarak yapılmak zorundadır. Anayasa, bireylere eğitim ve öğrenim hakkını verirken, devlete de bu hakkın bireylerce yeterince kullanılmasını sağlayan olanakları sunma ödevini yüklemiştir. Anayasanın 42. maddesinde de başlık olarak eğitim ve öğrenim hakkı yanında ödevi sözcüğü bu esprinin ürünü olarak yer almıştır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi Anayasanın koyduğu yol ve yöntemlerin dışına çıkılmadan, Anayasanın çizdiği esas ve ilkeler çerçevesinde bu GÖREVin yerine getirilmesi Demokratik Hukuk Devleti niteliğinin zorunlu sonucudur. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun Bazı Maddelerini Değiştiren ve Bu Kanuna Madde Ekleyen 3708 sayılı Yasa eleştirilen tutumun ürünü olup Anayasa kurallarına aykırı görüldüğünden, bu iptal davasını açma gereği doğmuştur. I 3708 sayılı Yasanın 1. maddesiyle 2547 sayılı Yasanın 3. maddesinin (c) bendini değiştiren fıkra, Anayasanın 130. maddesine aykırıdır. İptali istenen madde ile VE BUNLARIN BÜNYESİNDE YER ALAN . sözcükleri eklenerek 2547 sayılı Yasanın 3. maddesinin (c) bendindeki Yükseköğretim Kurumlarının tanımı değiştirilmiştir. Yeni getirilen tanım, üniversiteler ile fakültelerin, enstitülerin, yüksekokulların, konservatuarların, meslek yüksekokulları ile uygulama ve araştırma merkezlerinin arasındaki ayrımı ortadan kaldırılmaktadır.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 2 Oysa, Anayasanın 130. maddesi bir kül olarak incelendiği zaman Üniversiteler ile diğer Yükseköğretim Kurumlarını ayrı ayrı kurumlar olarak belirlediği görülmektedir. Şöyle ki; a) Maddenin bazı fıkralarında Üniversite sözcüğü, bazı fıkralarında Yükseköğretim Kurumu sözcüğü yeralmaktadır. Örneğin; birinci fıkrada Üniversite, ikinci fıkrada Yükseköğretim Kurumu, üçüncü, dördüncü, beşinci, yedinci ve sekizinci fıkralarda Üniversite, onuncu fıkrada Yükseköğretim Kurumu sözcükleri kullanılarak bu ayrım yansıtılmıştır. b) Maddenin dokuzuncu fıkrasında hem Yükseköğretim Kurumu sözcüğü kullanılmış; hem Üniversite sözcüğü kullanılmış ve ayrı ayrı esaslar getirilmiştir. Bu da ayrımın bir göstergesidir. Anayasakoyucunun iradesini açıklarken, gerek söz, gerek öz açısından yanılgı sonucu bazan Üniversite, bazan Yükseköğretim Kurumu sözcüklerini kullandığı kabul edilemez. Farklı ifadeler, iki kurumun farklı nitelendirilmesinin sonucudur. c) Madde de, vakıflara yükseköğretim kurumu kurma olanağı tanınırken ve yine bununla ilgili diğer fıkralarda yükseköğretim kurumlarından sözedilirken Anayasakoyucunun Üniversite sözcüğünü kullanmamaya özen gösterdiğini; keza, hem Üniversiteyi hem de diğer Yükseköğretim Kurumlarını aynı esasa bağlayan düzenlemelerde her ikisinin adını ayrı ayrı zikretmiş olması yukarıdaki düşünceyi bir başka açıdan da desteklemekte ve doğrulamaktadır. Bu açıklamalarımız Anayasanın, üniversitelerin; diğer yükseköğretim kurumu olan fakülteler, yüksekokul, akademi, meslek okulları, enstitüler ve uygulama ve araştırma merkezlerinden, ayrı bir kurum olarak düzenlediğini göstermektedir. Her üniversite bir yükseköğretim kurumudur; fakat, her yükseköğretim kurumu bir üniversite değildir. Ancak, üniversiteler içinde diğer yükseköğretim kurumlarının yer alması mümkündür. Bu imkan, ikisinin ayrı kurum sayılmasını ortadan kaldırıcı bir faktör değildir. Farklı kurum olma ayrı; tümüyle onun oluşması için zorunlu unsur olma ayrı olgudur. Anayasa Tasarısında Danışma Meclisi'nde ilgili maddelerin (Md. 165, 166) görüşülmesinde bu hususlarda tartışma dahi olmamış, düşünce birliği sağlanmıştır. Tartışmalar, üniversite ile diğer yükseköğretim kurumlarının aynı madde içinde birleştirilip birleştirilmeyeceği hususuna yönelik olmuştur. BÖYLECE, üniversiteler ile diğer yükseköğretim kurumlarını farklı kurumlar olarak gören Anayasanın 130. maddesine; 3708 sayılı Yasa'nın 1. maddesi ile 2547 sayılı Yasanın 3. maddesinin (c) fıkrasına eklenen ve bunların bünyesinde yeralan sözcükleri aykırıdır, iptali gerekir. II 3708 sayılı Yasanın 2. maddesi ile 2547 sayılı Yasanın (f) bendinde yapılan değişiklik, Anayasanın 130. maddesine aykırıdır. İptali istenen madde ile (f) bendinde VE BUNLAR İÇİNDEKİ sözcükleri eklenmiştir. (I) numaralı bölümdeki gerekçelerle bu sözcükler Anayasanın 130. maddesine aykırı olduğu için iptali gerekir.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 3 III 3708 sayılı Yasanın 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun ek. 2. maddesinin ikinci fıkrasında değişiklik yapan 4. maddesi Anayasanın 123. ve 130. maddelerine aykırıdır. A) Yasayla Üniversite Kurmak Yasayla Üniversiteye Ad Koymak: İptali istenen madde, vakıfların kuracakları yükseköğretim kurumlarına veya vakıflarca kurulmuş yükseköğretim kurumlarına Üniversite adı verilebileceğini öngörmektedir. Maddedeki ifade tarzına göre, vakıflar Üniversite kuramazlar; yükseköğretim kurumu kurabilirler ve bunlara kanunla Üniversite adı verilebilir. Öncelikle Anayasanın açık hükmüne rağmen, iptali istenen madde metninin bu şekilde düzenlenmesinin temelindeki amaç ve düşünceye bakmak gerekir. Bu dikkat çekici ifade, her şeyden önce Anayasaya karşı hiledir. Anayasanın 130. maddesi, hiçbir tartışmaya ve tereddüte yer vermeyecek şekilde üniversitlerin Devlet eliyle kurulacağını emretmiştir. Bu emredici kural karşısında, gizli amaç için çözüm, mantık ve ifade oyunlarına kalmaktadır. Bu mantık ve ifade oyunu şudur: ANAYASA, ÜNİVERSİTENİN DEVLET ELİYLE KURULACAĞINI EMRETMİŞTİR KABUL ANCAK, VAKIFLAR, BU YASA İLE ÜNİVERSİTE KURMUYOR Kİ VAKIFLAR YÜKSEKÖĞRETİM KURUMLARI KURUYOR SADECE BUNLARA KANUNLA Üniversite ADI VERİLİYOR BU DURUMDA, ANAYASAYA AYKIRI OLARAK VAKIFLARIN ÜNİVERSİTE KURABİLECEKLERİ SONUCUNA VARMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR İşte, yasa metnindeki kanunla üniversite adı verilir. tümcesinin getiriliş nedeni bu mantığı yürütebilmek ve sonuçta vakıflar üniversite kurmuyor ki, sadece vakıfların kurduğu diğer yükseköğretim kurumlarına üniversite adı veriliyor demek içindir. Anayasa kuralı çiğnenmeden, onun etrafında dolanmak doğal olarak bu Anayasaya karşı hileye başvurulması vakıfların üniversite kuramayacağının bir Anayasa kuralı olarak kesin olduğunun, bu mantık sahiplerince de kabul edildiğini göstermektedir. Burada çok önemli bir nokta da, Anayasanın 130. maddesinin birinci fıkrasının sonunda yeralan kanunla kurulur emrini içeren tabirle kastedilen anlamdır. Bir an için Anayasanın 130. maddesindeki Devlet tarafından terimini yok sayarak, vakıfların da üniversite kura bileceklerini kabul edelim. Vakıfların üniversite kurması kanunda olacaktır. Kanunla kurulur ifadesinin anlamı ve kastettiği kanun KURULUŞ KANUNUdur; AD KOYMA KANUNU değildir. Kuruluş kanunu, Anayasa'nın genel kural ve ilkeleriyle, 130. maddesinin koyduğu esaslar çerçevesinde, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa uyumlu olarak, üniversitenin kuruluş ve işleyişini, organlarını, denetimini, bağlı fakülte ve enstitülerini ve benzerlerini ve bunların organlarını, öğretim elemanlarını, görevlerini, öğretim ilkelerini ve öğrenci işlerini, mali hükümlerini ve benzer tüm konuları içeren bir kanun olmalıdır. Nitekim, Yüce Mahkemenizin 30.5.1990 gün ve E: 1990/2, K: 1990/10 sayılı kararında ayrıntılı gerekçelerle Anayasanın kastettiği yasanın ad koyma yasası değil, kuruluş yasası olduğunu belirtmiş ve şu cümle ile de daha belirgin kılmıştır : Anayasanın 130. maddesinin bir bütün olarak değerlendirilmesi, üniversite kavramı ve kurumunun tüm özellikleriyle gözetilmesini üniversite adını taşıyacak kuruluşun yasa ile oluşturulması zorunluğunu açık biçimde göstermektedir.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 4 B) Devlet ve Üniversite : Anayasanın 130. maddesi Üniversiteyi, diğer yükseköğretim kurumlarından ayrık tutmuştur. 130. madde de üniversite ile ilgili ilkeler öngörülmüş ve ona bir takım özellikler yüklemiştir. Bu özellikler 130. maddenin 1. fıkrasında şöyle sıralanmıştır : Kamu tüzelkişiliğine sahip olacak, Bilimsel özerkliğe sahip olacak, Devlet tarafından kurulacak, Kanunla kurulacak. Bu buyurucu kural ve özelliklere uygun olmadan kurulan yükseköğretim kurumuna üniversite denilemez; kurulmuş yükseköğretim kurumuna da üniversite adı verilemez. Anayasanın, üniversitenin kuruluşu ve işleyişi ile ilgili bu buyurucu kurallarının getirilmesindeki temel amacın, Yüce Mahkemenizin 30.5.1991 gün ve E: 1990/2, K: 1990/10 sayılı kararında aynen aktararak şu olduğu vurgulanmaktadır. Anayasanın 130. maddesi, üniversite çalışmalarını eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortam içinde yapılmasını sağlayacak biçimde düzenlenmiştir. Anayasada üniversiteler konusunda Yasama Organını bağlayan ilkeler ve hükümler 130. maddede özel olarak belirtilmiştir. Bu ilkelere dayanarak kuralan ve devlet yapısı ile bilim kuruluşları içinde yer alan üniversiteye, devletin herhangi bir yönetim kademesinin, bu kurallarla bağdaşmayacak müdahaleler yapmasına ve böyle bir karışmaya olanak verecek yasal düzenlemelerde bulunulmasına yer yoktur. Keza aynı kararda, özel kişilerin ve yasadan başka bir işlemle devletin üniversite kurmasının yasak olduğu da kabul edilmiştir. Bu amaçla ve Anayasanın 130. maddesindeki DEVLET TARAFINDAN ifadesi birlikte değerlendirildiğinde, vakıfların kuracakları veya kurmuş oldukları yükseköğretim kurumlarına, üniversite adını vermek ve üniversite kabul etmek mümkün değildir. Üniversite, milletin ve ülkenin ihtiyacına uygun insan yetiştirmekle görevlidir. Bu insan, çağdaş eğitim öğretim esaslarına göre yetiştirilecektir. Doğal olarak, Devletten başka gerçek ve tüzelkişilerin kuracakları üniversite de çağdaş eğitim öğretim esaslarına uyulacak mıdır' Bir diğer deyişle, kişilikli insan yetiştirilecek midir' Bilimsel araştırma yapılacak mıdır' Bunun düzeyi ne olacaktır' gibi sorular akla gelecek; bilimsel özerklik işleyecek midir' Atatürkçü devrim ve ilkelere ters düşen düşüncelerin ekilip, yetiştirileceği uygulamalar içine düşülecek midir' kuşkuları ön plana çıkacaktır. Anayasakoyucu, sayılan ve benzeri sorulara olumlu yanıt verme olasılığını görmediğinden, kuşkuları ortadan kaldırmak ve ülkemizde önceki yıllardaki gelişme ve örnekleri de gözönüne alarak birçok tehlike ve sakıncaları önlemek için üniversite kurma tekelini devlete tanımıştır.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 5 Bu nedenle de, Anayasanın 130. maddesinin birinci fıkrasında hiçbir duraksamaya yer vermeyecek şekilde, üniversitelerin DEVLET TARAFINDAN kurulacağı buyurulmuştur. Buna karşın, iptali istenen maddede vakıfların kurduğu yükseköğretim kurumlarına üniversite adının verilebileceğinin öngörülmesi doğru değildir ve açıkça Anayasaya aykırılık taşımaktadır. C) Kamu Tüzelkişiliği ve Üniversite : Anayasanın 130. maddesi, üniversitelerin kamu tüzelkişisi olacağını kural altına almıştır. Üniversiteler, kamu tüzelkişisi olacağına göre, bunun kanunla Devlet tarafından kurulacağı da bunun doğal sonucudur. Daha çarpıcı şekilde vurgulamak için kamu tüzelkişiliğinin nitelik ve özelliklerinden söz etmek gerekir. a) Kamu tüzelkişilerin yönetsel karar almak, resen hareket etmek gibi kamu hukuku yetki ve ayrıcalıklarına sahiptirler. b) Kamu tüzelkişilerinde çalışanlar, özel hukuk tüzelkişilerinin çalışanlarından farklı durum ve statüde olurlar. c) Kamu tüzelkişilerinin malları özel bir korumaya ve ayrı bir hukuksal rejime tabidir. d) Kamu tüzelkişileri, bir kısım işleri kendine özgü hukuk kurallarının tanıdığı yetkilerle yürütebilirler. (kamulaştırma gibi) e) Kamu tüzelkişilerinin, bir kısım uyuşmazlıkları idari yargıya tabidir. f) Kamu tüzelkişilerinin kuruluşu, feshi ve ilgalar, kendi iradelerine tabi değildir. Özel hukuk tüzelkişileri, ilgililerinin iradelerinden doğduğu ve yine ilgililerinin iradeleri ile ortadan kalktığı (sona erdiği) halde, kamu tüzelkişileri yasadan veya yasalardan kaynaklanan idari tasarruflardan doğarlar ve aynı yöntemle sona ererler. Kendi kendilerine fesh ve ilga yetkisine sahip değildirler. Organları da bu yetkilere sahip değildirler. g) Faaliyet konuları ve statülerini, kendi iradeleri ile subjektif bir hukuki tasarrufla değiştiremezler. Bu statü kendilerinin dışında kalan üstün bir iradenin, objektif hukukun ürünüdür ve ancak yetkili makam tarafından aynı türden bir tasarrufla değiştirilebilir. h) Kamu tüzelkişilerinin Devletle ilişkileri dar ve sıkıdır. Üzerlerinde idari vesayet vardır. Özel hukuk tüzelkişileri üzerinde Devletin bir takım denetim yetkilerine sahip olmasıyla, kamu tüzelkişileri üzerindeki vesayet hakkı içerik itibari ile farklıdır. ı) Kamu tüzelkişilerinin bütçeleri üzerinde Sayıştay veya bir takım Devlet teşkilat ve organlarının denetim yetkisi vardır (Ord.Prof.Dr. Sıddık Sami ONAR, İdare Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul 1952, Sh: 747 ve devamı).Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 6 Hukuken, kamu tüzelkişisi olmanın unsur ve özellikleri böyle sıralandığına göre; bir özel hukuk tüzelkişisi olan Vakıfların iradelerinin (çoğu kez bir kişinin vakfedenin iradesinin) kamu tüzelkişisi yaratma yetkisine, bu iptali istenen yasa maddesi ile kavuşturulması izah edilemez. Özel hukuk tüzelkişisi, Devletin yerine geçecek ve bir kamu tüzelkişisi kuracaktır. Bunların, Anayasa'nın ruhu ve hukukla bağdaşır bir yönünü saptamak, buna gerekçe bulmak mümkün değildir. Özel kişi veya tüzelkişi iradesi kanunla olması durumu değiştirmez kamu tüzelkişiliğine varlık verecektir. Bu Anayasa'nın ve hukukun temel kural ve ilkelerine ve Anayasa'nın 123. maddesine aykırıdır. Genel hukuk sistemimizle de vakıfların kamu tüzelkişiliği kurmaları çatışmaktadır. Medeni Kanundaki düzenlemeler uygulandığı takdirde kargaşa ve çelişkiler, içinden çıkılmaz bir durum alacaktır. Bu tür üniversitelerin hangi kurallara tabi olacağı, bu alandaki olumsuzluklara yenilerini katacaktır. 3708 sayılı Yasa'nın 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun Ek 2. maddesinin ikinci fıkrasında değişiklik yapan 4. maddesi, Anayasanın 123. ve 130. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. IV 3708 Sayılı 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununa Ek Madde 18'i Ekleyen 7 nci Maddesi Anayasanın 10., 42., 161 inci Maddelerine Aykırıdır. Ek Madde 18 iki fıkradan oluşmaktadır. Birinci fıkrada, vakıflar tarafından kurulmuş yükseköğretim kurumlarına, Hazine ve kamu tüzelkişilerine ait arazi ve tesisler, Bakanlar Kurulu kararınca tahsis edilecektir. İkinci fıkra ile de, yine aynı kurumlara, kendi bütçesinde öngörülen miktarın % 45'ine kadar Devlet Bütçesinden yardım yapılması öngörülüyor. Bu düzenlemeler, Devletin ayni ve nakti olanaklarının, vakıf üniversitelerine aktarılmasıdır. Anayasa ve yasa kuralları anlamlandırılırken ülke gerçekleri gözardı edilmemesi gereken bir olgudur. Olaya bu açıdan da bakmak zorunludur. Devlet üniversitelerine, yeterince kaynak ayrılamamasından ötürü, çağdaş düzeyde eğitim ve öğretim yapılamadığı bir gerçektir. Bunların parasal gereksinimleri karşılanamazken ve bundan kaynaklanan sorunları çözümlenmemiş iken, Devlet kaynaklarının vakıf üniversitelerine aktarılması doğru değildir. Vakıf üniversitelerinin olanaklarının fazlalığı öğretim üyelerinin Devlet üniversitelerinden kaçması sonucunu doğurmuştur; bu kayma bundan sonra da yoğun şekilde hızlanacaktır. Zaten, bugün üniversitelerin yeterli, etkin olarak işlevini yerine getirememesinin en büyük nedeni budur. Böylece, Devlet üniversitesi yerine vakıf üniversitelerine kaynak aktarımı eşitsizlik yaratacaktır. Bugün, vakıf yüksekokulları, Devlet üniversitesi ve yüksek okullarındaki seçkin öğretim elemanlarına yüksek olanaklar sağlayarak bünyelerine almışlar, paralı oldukları için de varlıklı ailelerin çocuklarına daha fazla olanaklı eğitim ve öğretim sunma vaadiyle, sonuçta eğitimde fırsat eşitliğini ortadan kaldırmışlardır.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 7 Öte yandan, Anayasanın 161. maddesi kamu tüzelkişilerinin harcamalarının yıllık bütçe ile yapılacağını kural altına almıştır. Bütçe teorisi, tahsis ilkesine göre, kamu hizmetine ayrılacak harcamanın hem nitelik, hem de nicelik olarak belirlenmesini zorunlu kılar. Bir kamu hizmetine ne miktarda harcama yapılacağı Yasama Organı tarafından belirlenir. Buna karşın, ek madde 18 ile vakıf üniversitelerine yardımın miktarı belirsizdir. Yasa ile getirilen orana göre, miktarın saptanmasında vakıf üniversitesinin kendi bütçesinde öngördüğü miktar esas alınacaktır. Diğer bir deyişle, gelirin ne olduğu, harcamanın nereye vene miktar yapılacağı belirsiz ve Yasa Oranının denetimi dışında olacaktır. Yeni düzenleme ile vakıf üniversitelerine sağlanacak olanaklar sonucu; Devlet, kendi üniversitelerine, kendi imkanları ile rakip üniversiteler yaratacak ve onlarla rekabet edecek gücü de kalmayacaktır. Bu durumda; Devlet üniversiteleri mezunlarının iş bulma olanakları da aynı oranda düşecektir. Bu nedenler, 2547 sayılı Yasaya 3708 sayılı Yasa ile eklenen Ek Madde 18, Anayasanın 10., 42. ve 161. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir. V 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanununa 3708 Sayılı Yasayla Eklenen Ek Madde 19, Anayasanın 6., 10., 104., 130., 131. ve 161. Maddelerine Aykırıdır. Bu ek madde, bir kısım üniversitelere farklı yönetim organları ve atama şekilleri; öğretim üyeleri için farklı özlük hakları; öğrenciler için değişik yükümlülükler; ayrıcalıklı mali ve muhasebe sistemi; ayrıcalıklı mali yönetim ve gelir kaynakları getiren ÖZEL STATÜ verilebileceğini öngörmektedir. Anayasanın 130., 131. ve 132. maddeleri yükseköğretim kurum ve kuruluşlarını düzenlemektedir. Anayasakoyucu, Anayasanın 130. maddesi ile üniversiteleri bir Anayasa kuruluşu olarak kabul etmiş ve bu maddenin 1. fıkrasında, üniversitelerle ilgili başlıca kuralları belirtmiş, üniversitelerin, kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olmaları ve Devlet tarafından yasa ile kurulmaları öngörülmüştür. Anayasanın 130. maddesi diğer fıkralarında getirdiği esaslarla da üniversitelerin kuruluş ve işleyişlerini; bilimsel özerkliği; üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanlarının Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamayacağı; bütçeleri; Devletin gözetim ve denetim hakkı; öğretim ilkeleri gibi hususlarda uyulması zorunlu koşulları belirlemiştir. Yasakoyucu takdir hakkını, Anayasanın 130. maddesi ile getirdiği temel ilkeler çerçevesinde kullanmak zorundadır. Bu ilkelerle bir bütünlük bulunduğu tartışmasızdır. Diğer bir deyişle, yasakoyucu belirlenen ilkelerle bağdaşmayan üniversite statüsü yaratamaz. Ancak, Ek Madde 19, bu bütünlüğü ve birliği bozucu, Anayasa ile getirilen ilkeleri ortadan kaldırıcı özel statü adı altında özel üniversite sayılabilecek bir kurum getirmektedir. Özel statü tanınan üniversitelerin tepesinde tamamı Cumhurbaşkanınca atanan Üst Yönetim Kurulu bulunmakta ve bunlar Toplumda temayüz etmiş kişiler arasından seçilmektedir.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 8 Bu özel statü, 2547 sayılı Yasayla kaldırılmış olan Mütevelli Heyetini yeniden getirmektedir. Mütevelli heyetinin ülkemiz gerçekleri ve koşulları ile bağdaşmadığı ve bu nedenle kaldırıldığı ortada iken, yeniden bu sistemin getirilmesi doğru değildir. Temayüz etmiş teriminin boyutları belirli değildir. Kimlerin üst kurullarda yer alacağı belirsizdir. Bu belirsizlik sonucu, bir kısım güçlerin bu kurulları ele geçirme çabası içine gireceği ve ele geçireceği kuşkusuzdur. Böyle bir olgunun gerçekleşme olasılığı Ülkemizdeki görüntü ve uygulamalardan da anlaşılacağı gibi yüksektir. İşte o zaman özel statülü üniversiteler, yasal amaç unutularak ve terk edilerek, özel amaçlara hizmet edecek insanı yetiştiren tezgah durumuna girecektir. Kişilere siyasal ve parasal etkinlikleri ölçü alınarak diploma, doktora unvanları veren, belli fikirleri etkili kılan, evrensel çağdaş niteliklerin terk edildiği üniversiteler her tarafı kaplayacaktır. Madde de getirilen maddi düzenlemelerde, sadece zenginlere ve toplumun belli tabakalarına hizmet vermeyi amaçlamış, ayrıcalıklı bir üniversite yaratmaktadır. Ülkemizin sosyal gerçekleri de gözönüne alındığında madde de kurallaştırıldığı gibi özel statülü üniversite Anayasa'nın 10., 130. ve 131. maddelerindeki ilkelere aykırıdır. Üst Yönetim Kurulu üyelerinin tümünün atanması Cumhurbaşkanına bırakılmıştır. Cumhurbaşkanının yetki ve görevleri Anayasanın 104. maddesinde ayrıntılı olarak sayılmıştır. Üniversite ve yükseköğretim kurumları ile ilgili yetkileri Anayasamızın 104. maddesinin (b) bendinin son iki fıkrasında yükseköğretim kurulu üyelerini seçmek, Üniversite Rektörlerini seçmek, olarak sınırlı şekilde belirtilmiştir. Demek ki, Cumhurbaşkanının üniversitelerle ilgili yetkileri bunlardır; başka bir görev ve yetkisi yoktur. Anayasa'nın 104. maddesinin son fıkrasında yer alan, ayrıca Anayasa ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır kuralı içine de Üst Yönetim Kurulu'nu atama yetkisini sokmak mümkün değildir. Çünkü üniversiteye yönelik Cumhurbaşkanı yetkileri sınırlı şekilde sayılmış; Anayasanın 130. maddesinde de açık kapı bırakılmamıştır. Özetle, Üst Yönetim Kurulunun varlığı Anayasaya aykırı olduğu gibi, bu kurulun Cumhurbaşkanınca atanması da Anayasayla bağdaşmamaktadır. Özel Statü bir kamu tüzelkişisi olan üniversiteyi Anayasanın 161. maddesi kapsamından da ayırmaktadır. Yasama Organının denetiminden uzak işletme hesabı adını taşıyan bir bütçe ile yönetilecektir. Bu işletme hesabı, getirilen düzenlemelerle her türlü Devlet denetiminin dışında bırakılmıştır. Bu mali düzende, Devletin, özel statüye sahip üniversite öğrencisi için yapacağı katkı ile diğer üniversite öğrencisi için yapacağı katkı farklı olacaktır ve bu da olanak ve fırsatlardan yararlanmada eşitsizlik ortaya çıkaracaktır. Açıklanan nedenlerle; 2547 sayılı Yasaya 3708 sayılı Yasayla eklenen ek Madde 19, Anayasanın 6., 10., 104., 130. ve 161. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. VI 2547 Sayılı Yasayla Eklenen Ek Madde 20, Anayasanın 2., 10., 88., 89., 123. ve 130. Maddelerine Aykırıdır. Ek Madde 20. İki bentten oluşmaktadır. (a) bendi Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü Vakfı, Hacettepe Tıp Merkezi Vakıf ve Hacettepe Üniversitesi Vakfı tarafından müştereken kurulmuş yükseköğretim kurumuna kamu tüzelkişiliğine sahip olmak üzere BilkentEsas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 9 Üniversitesi adının verildiğini; (b) bendi de Vakıflar Genel Müdürlüğünün mütevellisi bulunduğu (Bezm i Alem Valide Sultan Mazbut Vakfı) tarafından kurulan yükseköğretim kurumuna Bezm i Alem Üniversitesi adının verildiğini; Bezmi i Alem Valide Sultan Mazbut Vakfı'nın eğitim ve sağlık hizmetleri ile ilgili akarat ve hayratının bütün hakları ve vecibeleri ile bu üniversiteye tahsis olunduğunu; üniversitenin kuruluş organları ile ve görevlileri ile birlikte faaliyetlerine aynen devam edeceğini hüküm altına alınmıştır. Maddenin tümüyle ilgili Anayasaya aykırılık iddiasını üç temel nedene dayandırmak mümkündür. Şöyle ki : a) Vakıfların da kanunla üniversite kurabileceği kabul edildiğinde, öncelikle buna olanak tanıyan bir yasanın varlığı gerekir. Yani, vakıfların üniversite kurabileceklerine dair bir kanun olacak ve bu dayanak alınarak bir vakfa üniversite kurması için yeni bir kanun çıkarılacaktır. Demek ki, öncelikle vakıfların üniversite kurmasına olanak tanıyan bir tasarının Anayasanın öngördüğü yasalaşma aşamalarından geçmesi ve TC. Resmi Gazete'sinde yayınlanıp yürürlüğe girmesi; bu yasa yürürlüğe girdikten sonra belli bir vakfa üniversite kurmasını sağlayacak tasarı ya da teklif ele alınarak Yasama Organında incelenip, irdelenip kabul edilmesi, Cumhurbaşkanınca imzalandıktan sonra Resmi Gazete'de yayımlanması (yürürlüğe girmesi) gerekir. 2547 sayılı Yasa 3708 sayılı Yasadan önce, vakıfların üniversite kurmasını öngörmüyordu. 3708 sayılı Yasa'nın 4. maddesi ile 2547 sayılı Yasa'nın Ek 2. maddesinin ikinci fıkrası değiştirilerek bu olanak tanındı. Öyle ise, 3708 sayılı Yasa Tasarısı kabul edildikten sonra, Cumhurbaşkanınca imzalanacak, Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girecek (kanunun yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmış ise) ve ondan sonra, iki ayrı yasa ile Bilkent Üniversitesi ile Bezm i Alem Üniversitesi kurulacaktır. Oysa, 3708 sayılı Yasayla getirilen Ek madde 20 ile iki üniversite de kuruluyordu. Yani Anayasanın 88. ve 89. maddelerinin öngördüğü şekilde yürürlüğe girmiş, vakıflara üniversite kurma hakkı tanıyan bir yasa yok iken, Bilkent ve Bezm i Alem Üniversiteleri kurulmuş oldu. Bu durumda, bu iki üniversitenin kuruluşunu yasal saymak mümkün değildir. Giriş bölümünde belirttiğimiz gibi, Anayasanın emredici kuralları hiç gözönüne alınmadan ben yaptım oldu mantığı burada da işletilmiş oldu. Açıklandığı gibi yasal dayanağı olmadan iki üniversitenin kurulmasını sağlayan Ek Madde 20, Anayasanın 88., 89. ve 123. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir. b) Yukarıda 2547 sayılı Yasanın Ek 2. maddesinin ikinci fıkrasını değiştiren 3708 sayılı Yasanın 4. maddesinin iptaline ilişkin üçüncü bölümünün (A) bendinde açıklandığı gibi, vakıfların üniversite kurma hakları olsa dahi, bu bir kanunla oluşturulacaktır; yoksa (AD VERİLEREK) kanunla kurulmuştur denilemez ve kabul edilemez. İptali istenen Ek Madde 20, vakıfların üniversite kurmalarını içeren bir kural ve yasa değil, onlara ad veren bir kuraldır. Anılan bölüm ve bentteki gerekçeler Ek Madde 20'nin iptali için de geçerlidir ve Anayasanın 130. maddesine aykırılık taşıdığından iptali gerekir. c) Hukuk devleti, yürütme yetkisi ve görevinin de Anayasa ve yasalara uygun olarak ve onlarca verilmiş bir yetkiye göre kullanılmasını ve yerine getirilmesini zorunlu kılmaktadır.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 10 Bunun gereği olarak, Anayasa ve yasalarla tanınmamış olan bir yetkiyi kimse kullanmaz. Her işlemin temelinde onun dayanağı olan bir yasal düzenlemenin varlığı şarttır. Ancak, Ek Madde 20'nin (a) bendi ile Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü Vakfı, Hacettepe Tıp Merkezi Vakfı ve Hacettepe Üniversitesi Vakfı tarafından müştereken kurulmuş olan yükseköğretim kurumuna kamu tüzelkişiliğine sahip olmak üzere Bilkent Üniversitesi adı verilmiştir. hükmü getirilmiştir. Buna göre, Bilkent Üniversitesi 3708 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 9 Nisan 1991 tarihinde kurulmuş ve hukukilik kazanmış olmaktadır. Ancak, Bilkent Üniversitesi (Yükseköğretim kurumu değil) altı yıl önce üniversite adıyla kurulmuş; iki yıldan beri üniversite adıyla mezun ve diploma vermiş; üniversite adıyla Yükseköğretim Kurulu'nda, Üniversitelerarası Kurul'da temsil edilmiştir. Yürütmenin hukuk ve yasa tanımazlığının en çarpıcı bir örneği ile karşı karşıya bulunulmaktadır. İşte, Ek Madde 20, bu hukuk dışı tutuma ve yasa tanımazlığa hukukilik kazandırma çabasının bir ürünüdür. Bezm i Alem Üniversitesinin bugüne geliş aşamaları da ilginçtir. Bezm i Alem Gureba Hastanesi Vakfı ile Bezm i Alem Gureba Hastanesi Kliniklerine Yardım Vakfı Meclisleri 23.6.1987 tarihinde almış oldukları kararla Bezm i Alem Üniversitesinin kurulmasını kararlaştırmışlardır. Bu karar üzerine Vakıflar Genel Müdürlüğü 17.9.1987 günlü yazılarıyla Yükseköğretim Kurulu'na başvurmuş; Yükseköğretim Kurulu 6.11.1987 günlü kararı ile Üniversitenin kurulmasını uygun görmüş ve Milli Eğitim Bakanlığı'nca da 13.11.1987'de karar onaylanmıştır. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 4 Ocak 1989, Devlet Denetleme Kurulu Başkanlığı 3 Mart 1989 günlü yazılarıyla adı geçen vakfın üniversite kurmasına hukuken olanak bulunmadığını belirterek, Yükseköğretim Kurulundan eski kararlarını yeniden gözden geçirmelerini istemiştir. Yükseköğretim Yürütme Kurulu 7.3.1989 gün ve 89.11.403 sayılı kararı ile daha önceden verilmiş olan Bezm i Alem Üniversitesi'nin kurulmasına ilişkin kararı ortadan kaldırarak, bu üniversitenin hem hukuki hem de fiili nedenlerle kurulmasına olanak bulunmadığını karar altına almıştır. Vakıflar Genel Müdürlüğü, Yükseköğretim Kurulunun adı geçen Üniversitenin kurulamayacağına dair kararının iptali için Danıştay'a dava açmış ve tespit edebildiğimiz kadarı ile derdest olan bu dava Danıştay 8. Dairesinin 1989/501 esasında kayıtlıdır. Yükseköğretim Yürütme Kurulu ekte sunduğumuz son kararında özetle şu gerekçelere yer vermiştir. Birincisi, Bezm i Alem Yükseköğretim Kurulunun kurucu vakıfları olan mazbut Bezm i Alem Gureba Hastanesi Vakfı'nın vakfiye'lerinde Yükseköğretim kurumu kurma iradesinin bulunmaması ve bu tür bir amacın benimsenmemesidir. Bu vakıfların durumları, mali ve ayni olanakları böyle bir eğitim ve öğretim işlevini yerine getirmede yetersiz durumda olduğu da ikinci bir gerekçedir. Ayrıca, Vakfı meclisi kararında, Bezm i Alem Yükseköğretim Kurulu'nun eğitim ve öğretim fonksiyonunu yerine getiremeyeceğinin anlaşılması halinde bu Kurumun eğitim ve öğretim faaliyetlerini Marmara Üniversitesi'ne devredileceği kararlaştırılmış olmasına karşın Marmara Üniversitesi'nin bunu kabul etmediğini bir karar ve yazı ile bildirilmesi de gerekçe olarak kabul edilmiştir. Bu aşama ve olaylar zinciri toplumun çağdaşlaşmasına ve bilgi çağına ulaşmasına temel dayanak alınacak üniversite kavramı ile bağdaşmayan girişimlerin Anayasa'nın temel ilkelerine ne oranda uygun görüleceği yüksek takdirlerinize bırakılmıştır.Esas Sayısı : 1991/21 Karar Sayısı : 1992/42 11 Bu derece hukuk dışı uygulamaları bünyesinde taşıyan fiili duruma yasallık kazandıran düzenlemenin hukuk devleti kavramı ile bağdaşmayacağı da tartışmasızdır. Siyasal amaç taşıyan, belli bir grubun veya kişinin veya bunların düşüncelerinin etkinliğini sağlamaya yönelik kurumların oluşturulmasında üniversitenin de araç olarak seçilmesi ilginçtir. Bu koşullar ve olgu, bilimin emrinde gerçeği arama çabasına dolayısıyla bilimsel özerkliğe ulaşmayı engellemektedir. Vakıf yönetimlerinin etkisi altındaki bir üniversite ile bilgi çağına ulaşmak, aklın yolunda yürüyecek bir nesil yaratmak, geçmişteki deneyimlerle belirlendiği gibi mümkün görülmemektedir. 2547 sayılı Yasaya 3708 sayılı Yasa ile eklenen Ek Madde 20, Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ve eğitimde fırsat eşitliği ortadan kaldırıldığından 10. maddesindeki eşitlik ilkelerine; Anayasanın bir tasarı ve teklifin yasalaşması esaslarını belirleyen 88. ve 89. maddelerine ve dolayısıyla idarenin kanunla düzenleneceğine ve kamu tüzelkişiliğinin kanunla kurulacağına dair 123. maddesine; Anayasa'nın 130. maddesine aykırıdır ve iptali gerekir. Sonuç Olarak İstem : Yukarıdan beri açıklanan neden ve gerekçelerle; 9 Nisan 1991 gün ve 20840 sayılı TC. Resmi Gazete'de yayımlanan 3708 sayılı 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi, Bu Kanuna 4 Ek Madde Eklenmesi ve Bir Ek Maddesinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanunun : A 3708 sayılı Yasanın 1. maddesiyle 2547 sayılı Yasanın 3. maddesinin (c) bendini değiştiren fıkranın Anayasanın 130. maddesine; B 3708 sayılı Yasanın 2. maddesi ile 2547 sayılı Yasanın (f) bendinde yapılan değişiklik, Anayasanın 130. maddesine; C 3708 sayılı Yasanın 4. maddesi ile 2547 sayılı Yasanın Ek Madde 2. maddesinin, Anayasanın 123. ve 130. maddelerine; D 3708 sayılı Yasanın 7. maddesi ile 2547 sayılı Yasaya eklenen Ek Madde 18'in Anayasanın 10., 42. ve 161. maddelerine; E 3708 sayılı Yasanın 7. maddesi ile 2547 sayılı Yasaya eklenen Ek Madde 19'un, Anayasanın 6., 10., 104., 130., 131. ve 161. maddelerine; F 3708 sayılı Yasanın 7. maddesi ile 2547 sayılı Yasaya eklenen Ek Madde 20'nin, Anayasanın 2., 10., 88., 89., 123. ve 130. maddelerine; Aykırı olduğundan İPTALLERİNE karar verilmesini Anamuhalefet Partisi (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) TBMM Grubu ve Grup Başkanı olarak arz ve tal | 4,107 |
Esas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 1 I DAVACININ İPTAL GEREKÇESİ: 30/5/1975 günlü dava dilekçesinde belirtilen gerekçeler aynen şöyledir: I Biçim yönünden iptali gerektiren aykırılıklar: İptali istenen Kanun; TRT. Genel Müdürlüğü görevini istisnaî memuriyetlerden sayan 13/2/1974 tarih ve 11 sayılı Kanun hükmünde kararnamenin ve bu hükümleri içine alan 30/5/1974 tarih ve 12 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla eklenen ek geçici 10 ncu maddesinin (g) bendini değiştiren hükümlerinin red ve iptalini içermektedir. Bu nedenle adı geçen K.H. Kararnamenin görüşüldüğü Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu Plân Komisyonlarının, Anayasa ve yasa hükümleri karşısındaki kuruluş biçimleri üzerinde öncelikle duracağız. l Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Plân Komisyonlarının Kuruluş Biçimi Yönünden Anayasa ve Yasa Hükümlerine Aykırılıklar: a) Yukarıda adı geçen komisyonların kuruluş biçimini gösteren kanun Uzun Vadeli Plânın Yürürlüğe Konması ve Bütünlüğünün Kovulması Hakkındaki 16/10/1962 tarih ve 77 sayılı Kanundur. Bu kanunun 2. maddesinin birinci fıkrasına göre bu komisyonlar Anayasa'nın 94. maddesine göre seçilen T. B. M. Meclisi Bütçe Karma Komisyonu üyelerinden kurulur. Aynı Kanunun 3. maddesinin ikinci bendi her iki komisyonun kuruluş biçimi ve görevlerini kesinlikle belirtmiştir. 11 sayılı Kanun Hükmündeki Kararnamenin görüşüldüğü Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Plân Komisyonları Anayasa'nın 94/2 ve 77 sayılı Kanunun 2. ve 3. maddelerine aykırı olarak kurulmuştur. Önce Millet Meclisi Genel Kurulundan 18 Aaralık 1974 tarihinde 19. Birleşimde daha sonra Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulundan 17/1/1975 tarih ve 17. Birleşimde alınan kararlarla, adı geçen Komisyonların Anayasa nın 94. maddesine göre değil de 85. maddesine göre kurulması yoluna gidilmiş ve bu maddenin öngördüğü şekilde komisyonların kuruluşu saplanmıştır. Her iki komisyonun, arz ettiğimiz biçimde kurulması, Anayasa'nın özüne ve sözüne, açık ve kesin olarak aykırı düşmektedir. Şöyle ki: b) 85. maddenin Anayasa'ya konuluş ereği maddenin içeriği ile açıkça belirlenmiştir. Siyasî parti gruplarının, Meclislerin bütün faaliyetlerine kuvvetleri oranında katılmalarını amaçlar. Yasama Meclisleri İçtüzüklerinin bu amacı gerçekleştirecek şekilde düzenlenmesini zorunluğa bağlar. Nitekim Yasama Meclisleri İçtüzükleri Anayasa buyruklarına göre düzenlenmiştir. Bu gereklidir ki. komisyonlarda siyasî partiler kuvvetleri oranında temsil edilirler. 85. madde kuvvet ölçüsüne dayanmayan çoğunluğu önler. c) 94. maddenin Anayasa'ya konuluş ereği nedir' TBMM. Bütçe Karma Komisyonunda iktidar gurubu veya gruplarına, elli üyelik komisyonda en az otuz üyelik vererek çoğunluğa sahip olmasını sağlamaktır. Bu temel kuralın bugünkü biçimi almasında Anayasa Koyucu Kurucu Meclis Özen göstermiş, maddede bulunan hükümet çoğunluğu deyimini yeterli görmemiş bu komisyonda hükümet çoğunluğunun olamayacağı ihtimalini de gözönündeEsas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 2 tutarak bunun yerine iktidar grup veya gruplar deyimini koyarak çoğunluğa özel bir boyut kazandırmıştır. Anayasa'da yer alış ereklerini açıklamaya çalıştığımız iki madde içeriği bakımından birbirinin tam tersine iki temel kuralı biçimlendirmektedir. Bu nedenlerle birinin yerine diğerini ikâme etmenin hukuk ve yasa açısından olanağı yoktur. Çünkü, 85. madde ile Anayasa'mız ister iktidarda ister muhalefette olsunlar, demokratik siyasî hayatın vazgeçilmez unsurları olan siyasî partilerin Meclis faaliyetlerine kuvvetleri oranında, katılacakları kuralını getirmiş ve çoğunluk egemenliğine engel olmak istemiştir. 94. madde ise iktidar grup veya gruplarından gücünü alan yürütmeye etkinlik kazandırmak için Bütçe Karma ve Plân Komisyonlarında bir çoğunluğa dayanmasını zorunlu saymıştır. Kısaca 85. ve 94. maddeler yasama çalışmalarında, Anayasa'nın genel ilkeleriyle ilişkili denge öğeleridir. Bu nedenle uygulamada erekler esas tutulmak suretiyle, bu temel kuralların yerinde kullanılması, Anayasa'nın açık hükümlerine ve genel esprisine sadakat yününden de şarttır. d) Birçok devlet Anayasaları gibi Anayasa'mız da, güven oyu almamış hükümetleri, işbaşında kalmaları için özel yetkilerle donatmak yolunu benimsememiştir. Hatta üzerinde durmayacak ve düşünmeyecek kadar benimsememiştir. Koyduğu kurallar ile hükümetlerin kurulmalarının kolaylaştırılması, düşmelerinin zorlaştırılması ilkesinin doğal gereği de budur. Anayasa'mız, güven oyu alamamış bir hükümetin, Parlamentodan güven oyu alacak bir hükümete yerinin devredilmesini demokratik rejimin zorunlu sonucu olarak kabul etmiştir. Parlâmentodan soyutlanmış bir hükümetin sürekliliği Anayasa'nın öngörmediği bir durumdur, Anayasa'nın 94. maddesi yerine 85. maddesini ikâme ederek komisyonlar kurulması, Anayasa'mızın öngörmediği bir durumu bir oldu bitti olarak İhdas etmektir. e) Öte yandan Anayasa hükümleri, Yasama organlarım da bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu Anayasa gereğidir. Yine hiçbir organ kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz. Anayasa'nın hakkında özel hüküm koyduğu bir organın (komisyonun) oluşumuna ait gereklere uymayan kurulması halinde bu organın yetkili olacağı düşünülemez. Arz ettiğimiz nedenlerle Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi Plân Komisyonları Anayasa'ya aykırı olarak kurulmuştur. Kaynağını Anayasa'dan almayan bir kuruluştur. Bu nedenle 11 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyi görüşmeye ve karara bağlamağa yetkili değildir. 2 Anayasa'ya uygulamadan kurulan Millet Meclisi Plân Komisyonunda 11 sayılı K. H. Kararnamenin görüşülmesi sırasında Anayasa ve İçtüzük hükümlerine aykırılıklar: a) Kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa'nın 64. maddesine göre, öncelik ve ivedilikle görüşülerek karara bağlanması gerekmektedir. 11 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin (görüşülmesinde bu kurala uyulmamıştır. Şöyle ki: Adı geçen kararnameden daha önce T. B, M. M. ne sunulmuş ve Plân Komisyonuna sevkedilmiş ve halen görüşülmemiş olan 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameler vardır. Sevk tarihi itibariyle bu kararnamelerin önceliğinin anayasal oluşuna bakılmaksızın 11 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye özel bir öncelik tanınmıştır. Önceliğin önceliği diye tanımlanacak yeni bir usuldür. Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi İçtüzüklerinde böyle bir usul yoktur. 64. maddenin dördüncü fıkrası, T.B.M.M. ne sunulan kararnamelerin Anayasa'nın ve Yasama Meclisleri İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara göre görüşülüp karara bağlanacağım buyruk haline getirmiştir. Komisyon çoğunluğu, Anayasa'nın ve İçtüzük gereklerinin dışına çıkarak siyasal tercihlerde bulunamaz. Anayasa'dan doğan önceliğin, önüneEsas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 3 geçilerek, kötüye kullanılması o gün için ortaya çıkan çoğunluğun kararı ile mümkün olan yeni bir usul yaratıp öncelik kuralına uyul düğü savı ileri sürülemez. b) Yine komisyon görüşmeleri sırasında Millet Meclisi İçtüzüğünün 81. maddesine açık ve kesin biçimde uyulmamıştır. 11 sayılı K. H. Kararnamenin tümü üzerinde komisyon görüşmeleri sonunda yapılan oylama ile kararnamenin tümü çoğunluk oyları ile reddolunmuştur. 50 yıllık uygulama ile de saptandığı gibi komisyonun red karan bir rapora bağlanarak, kararnamenin Millet Meclisi Genel Kuruluna gönderilmesi gerekmektedir, içtüzüğün 81. maddesine göre adı geçen kararnamenin red raporu Genel Kurulca benimsendiği takdirde, kararname reddolunmuş olur. Rapor benimsenmezse komisyona geri verilir. Ancak raporun benimsenmemesi halinde komisyon maddelere geçerek, kararnamenin maddelerini görüşebilir. Anayasa'nın 64. maddesi K. H. Kararnameler içinde aynı yollara başvurulacağını kesinlikle belirtmiştir. Millet Meclisi Plan Komisyonu kararnamenin tümünü reddettikten sonra, maddelere geçilmesi yolunda verilen bir önergeyi kabul etmiş ve fakat maddeler hususunda hiçbir karar almamıştır. Daha sonra 113 sıra sayısı ile Millet Meclisi gündemine giren rapora komisyon başkam tarafından maddeler ilâve edildiği bu maddeler arasına 12 sayılı K. H. Kararnamede bulunan 657 sayılı Kanuna 1327 sayılı Kanunla eklenen ek geçici 10. maddenin (g) fıkrasını değiştiren hükmün de yürürlükten kaldırıldığını gösteren 2. maddenin eklendiği görülmüştür. (Komisyon görüşmelerine ait Millet Meclisi Başkanlığından alınan tasdikli zabıt suretleri eklidir.) Komisyon başkanı hakkında bu tutumundan dolayı kovuşturma açılması istemi ile Millet Meclisi Başkanlığına şikâyet yapılmıştır. 3 Millet Meclisi Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde İçtüzüğe aykırı usulsüzlükler: a) 11 sayılı K. H. Kararnamenin Millet Meclisinde görüşülmesi, akılcı: Meclisi İçtüzüğünün 55. ve 56. maddelerine aykırı olarak başlamış ve aynı gün bitirilmiştir. Millet Meclisinin 6/2/1975 günlü, 36. Birleşim ve 1. oturum tutanaklarında, oturumu yöneten Başkanvekilinin beyanları ile de saptandığı gibi İçtüzüğün 55. maddesine göre çalışma süresinin sona erdiği saat olan: 19.00 dan soma 11 sayılı K. H. Kararnamenin görüşülmesine ve çalışma süresinin görüşülmelerin tamamlanmasına kadar uzatılmasına karar verilmiştir. Millet Meclisi içtüzüğünün 56. maddesinin ikinci fıkrası zorunlu hallerde, o birleşim için geçerli olmak kaydı ile ve sona ermek üzere olan işlerin tamamlanması amacı ile oturumun uzatılmasına Genel Kurulca karar verilebilir. hükmü nazara alınmamıştır. Başlayıp sona ermek üzere olan bir konu yoktu. Üstelik görüşülmeye başlanması İstenen bir konu vardı. Bu suretle Anayasa'nın 64. maddesinin dördüncü fıkrasının İçtüzük hükümlerine uyularak görüşme yapılacağına ilişkin emredici hükmü de yerine getirilmemiştir. b) 11 sayılı K. H. Kararnamenin görüşüldüğü ,6/2/1975 günlü 36. Birleşiminde Millet Meclisini, Başkanvekillerinden sayın Rasim Hancıoğlu yönetmiştir. Bu tarihten kısa bir süre önce sayın Hancıoğlu MSP. Genel Kongresi tarafından Partisinin Genel İdare Kuruluna üye seçilmiş bulunuyordu. 6/2/1975 tarihinden önce Millet Meclisi Başkanı tarafından Anayasa'nın 84. maddesinin üçüncü fıkrası gereğince bu iki görevden birisinden istifa etmesine ilişkin yazı, sayın Hancıoğlu'na ulaştırılmıştı. Buna rağmen sayın Hancıoğlu 6/2/1975 günü Millet Meclisi birleşimine bu iki sıfatı ile ve Anayasa'nın 84. maddesinin açık hükmüne rağmen bağlı olduğu partisinin bir yöneticisi olarak başkanlık etmekte bir sakınca görmemiş ve Anayasa'ya aykırıEsas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 4 bir tutuma girmiştir. Sayın Hancıoğlu, partisinin yöneticiliğinden birkaç gün sonra istifa suretiyle ayrılmıştır. c) Millet Meclisinde 11 sayılı K. H. Kararnamenin tümü üzerindeki görüşmeler sonunda, birleşimi yöneten Başkan, maddelere geçilmesini oya sunmuş ve kabul edilmiştir. Maddelerin görüşülmesine geçilmesinin kabul edilmesi komisyon raporunun kabulü anlamındadır. Adı geçen kararname hakkında Millet Meclisi Plan Komisyonunun raporu red istemini ihtiva etmektedir. Genel Kurulun kabul ettiği red isteminden sonra maddelerin görüşülmesi olanağı kalmamıştır. Millet Meclisi İçtüzüğünün 81. maddesine göre işlem yapılması ve Başkan tarafından komisyon raporunun red yolunda düzenlenmiş olduğunun Genel Kurula bildirilmesi gerekirken, bu da yapılmadan (maddelerin görüşülmesine geçilmesinin) oylanması, oylamanın muteber olmadığını ortaya koymaktadır. Öte yandan Başkan, red raporu Genel Kurulca benimsenmiş, İçtüzüğün 81. maddesine göre Genel Kurul tarafından yapılacak işlem kalmamış, K. H. Kararnamenin komisyonca düzenlenen red raporunda da yeni maddeler düzenlendiği ifade edilmemesine rağmen komisyon başkanı tarafından eklenen maddelerin görüşülmesine geçmiştir. Böyle bir uygulamanın elli yılı aşkın Cumhuriyet tarihimizde ilk defa yapıldığını sanmaktayız. İçtüzük hükümleri gözönünde tutulmamış, riayet düşünülmemiş, ne pahasına olursa olsun sonuç almak amaç olmuştur. 4 Cumhuriyet Senatosunda yapılan görüşmelerde İçtüzüğe aykırı usulsüzlükler. Kararnamenin Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda yapılan görüşmelerinde de Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğüne uymak zorunluğu duyulmamıştır. Özellikle 1. madde üzerinde görüşmelerin tamamlanmasından sonra verilen bir önerge üzerinde yapılan işlem ile usulsüzlük zincirine önemli bir halka daha eklenmiştir. Verilen önerge 1. maddenin değiştirilmesi ve 2. maddenin metinden çıkarılmasını önermektedir. Önergeyi oylayan ve kabul edildiğini açıklayan Başkan, madde metni önergede kabul edilen şekilde düzeltilecektir demek suretiyle 1. ve 2. maddeler üzerindeki işlemleri tamamlamış ve 3. maddeyi görüşmeye geçmiştir. Bu işlem ile ne 1. madde ve ne de 2. madde Cumhuriyet Senatosunda karara bağlanmamıştır. Çünkü, yapılması gerekli olan işlemler yapılmamıştır. 1. madde üzerinde verilen ve değişikliği içeren önerge kabul edildiğine göre, yapılan değişiklikle 1. maddenin oya sunularak kabul edilip edilmediğinin saptanması gerekmektedir. Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 73. ve 109. maddeleri de bu işlemin yapılmasını zorunlu saymaktadır. Verilen önergenin içeriği itibariyle iki oylamaya tabi tutulması lâzımdır. Biri 1. maddenin değişikliği, diğeri 2. maddenin metinden çıkarılmasıdır. Birinci kısmin kabulünden sonra ikinci kısmın sırası geldiği anda; yani 2. maddeye gelindiğinde oylanması gerekmektedir. Yapılan işlem ile 2. madde üzerinde görüşme açmak olanağı ortadan kaldırılmıştır. Zira madde üzerinde görüşmeler tamamlandıktan sonra, verilen değiştirme önergelerinin işleme konulması gerekmektedir. Önergeler ait olduğu maddelerde işleme konmadığı gibi, önerge ile değiştirildiği iddia olunan 1. maddenin değişik şekli ile Cumhuriyet Senatosu tarafından kabul edildiğine değin bir karar da bulunmamaktadır. Zira madde oya sunulmamıştır. Bu sonuç açık bir biçimde içtüzük hükümlerine aykırıdır. (Cumhuriyet Senatosu tutanakları 18/3/1975 tarih, Birleşim 42. oturum 1. sahife 252).Esas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 5 5 Cumhuriyet Senatosu tarafından yapılan değişiklik nedeniyle Millet Meclisindeki görüşmelerde İçtüzüğe aykırılıklar. Bu görüşmeler sırasındaki usulsüzlüklerin anlaşılması için zorunlu bir açıklama yapmakta yarar olacaktır. Bu arada yeni hükümet kurulmuştur. Anayasa'nın 94. maddesi gereğince Bütçe Karma Komisyonu ve buna bağlı olarak Millet Meclisi Plân Komisyonu da yeniden kurulmuştur. Millet Meclisi Plân Komisyonu 29/4/1975 günü toplanarak başkanlık divanını kurmuştur. Kararnamenin Millet Meclisinde görüşülmesi 15/5/1975 günü yapılmıştır. Millet Meclisi içtüzüğünün 45. maddesine göre Millet Meclîsi Plân Komisyonu kendisine düşen görevi yapmamıştır. Madde de gösterilen bir aylık süre geçmemiştir. Seçimi yenilenen komisyonun, aynı komisyonca daha evvel verilmiş rapor hakkında benimseyip benimsemediği yolunda bir karar vermesi gerektiği halde bunu yapmamıştır. İçtüzüğün 45. maddesi bu görevi (komisyona) vermiştir, komisyon başkanına vermemiştir. İçtüzük, bir aylık sürenin başlangıcını görev bölümünün yapıldığı tarihten başlamak suretiyle, komisyonların başkanlar tarafından toplantıya çağrılacağı ve konunun komisyonca bir karara bağlanması esasını getirmiştir. Komisyon bu işlemi kendiliğinden yapamayacağına göre, süre geçmeden başkanın komisyonu toplayarak bu konuda, Millet Meclisinde görüşülecek ve daha önce aynı komisyondan geçen raporlar hakkında görüş saptaması ve gerekiyorsa Millet Meclisi Başkanlığına bildirmesi gerekirdi. Nitekim Millet Meclisinde yapılan görüşmeler sırasında komisyon başkanı, bir aylık süre geçmemiş olmasına rağmen, kararname hakkında daha önce aynı komisyon tarafından verilmiş raporun benimsenip benimsenmediğine ilişkin komisyonun saptanmış bir görüşü olup olmadığını bildirememiştir. Çünkü, bu konuda komisyonun görev yapmasına olanak hazırlamamış, toplantıya çağırmamış, görüşmeler sonunda bir görüşün belirmesine taraftar olmamıştır. Bu arada İçtüzük hükümlerine göre üyelerin komisyonu toplantıya çağırması olanağının bulunmadığını belirtmekte yarar vardır. Ancak, buna rağmen onbir üye, Millet Meclisi Başkanının komisyonları denetleme görevi nedeni ile komisyonun 45. madde gereklerini yerine getirmesi için komisyonun toplantıya çağrılmasını istedikleri halde, bu müracaat da sonuçsuz kalmıştır. Oturumu yöneten başkan: İçtüzüğün 45. maddesinin gereklerinin yerine getirilmesini aramamıştır. Gerek Komisyon başkanının komisyonun 45. maddeye göre görüşünü saptamasına olanak hazırlamamış olması ve gerekse Meclisi yöneten Başkanın 45. madde gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini aramadan görüşmelere devam etmesi İçtüzüğe aykırı olmuştur. II. Esas yönünden Anayasa'ya göre iptali gerektiren aykırılıklar. A 22/5/1975 gün ve 15243 sayılı Resmî Gazete ile yayımlanan 15/5/1975 tarih 1896 sayılı Kanunun 1. maddesinde yer alan yetki dışı çıkarıldığı savını içeren deyimin, Anayasa gerekleri, yasa tekniği ve hukuk açısından üzerinde durmakta yarar görüyoruz. 11 sayılı K.H. Kararname 13/2/1974 tarihinde çıkarılmıştır. 1589 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak düzenlenmiştir. Anayasa'nın 64/son maddesine göre, Anayasa Mahkemesi, bu kararnamelerin Anayasa'ya uygunluğunu denetler hükmünü koymuştur. Kararnamenin çıktığı tarihten şu ana kadar, adı geçen kararname hakkında iptal istemi ile Anayasa Mahkemesine. Esas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 6 yetkili hiçbir kuruluş dava açmamıştır. Bu deyimin haklılığını ortaya koyan bir yargı kararı da yoktur. Görüşmeler sırasında ileri sürülen görüşlere bakılırsa 1589 sayılı Yetki Kanununda, TRT Genel Müdür ve Yardımcılarının atanmaları ile ilgili 359 sayılı Kanunun 9. maddesinin değiştirileceğine ilişkin açık hüküm aranmaktadır. Öte yandan aynı yetki kanununda 657 sayılı Kanunun istisnaî memuriyetlerle ilgili 59. maddesinin değiştirileceğine dair açıklık vardır. Biçim yönünden Anayasa ve içtüzük hükümlerine aykırılıklar sırasında açıkladığımız nedenlerle M. M. nin bu konuda iradesi ortaya çıkamamıştır. Zira 12 sayılı K. H. Kararnamenin görüşülmesinde T.B.M. Meclisi 440 sayılı Kanuna bağlı kamu iktisadi kuruluşları genel müdürlerini ve yardımcılarını, 1589 sayılı Kanunda 440 sayılı Kanunun genel müdürlerle ilgili maddesinin değiştirileceği yolunda bir hüküm bulunmamasına rağmen, 657 sayılı Kanunun değiştirilen ek geçici 9. madde siyle istisnaî memuriyetlerden sayılmasına karar vermiş ve bu karar bugün kanunlaşmıştır. Bir rastlantı sonucu her iki K. H. Kararname biri Millet Meclisinde, diğeri Cumhuriyet Senatosunda aynı günde kanunlaşmıştır. Kaldıki, Anayasa'nın 64. maddesine dayanılarak çıkarılan yetki kanunları ile hükümete kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verildikten sonra T. B. M. M. ni hükümetin çıkardığı kararnameler üzerinde neler yapabileceği de yine Anayasa'nın 64. maddesi ile açık bir biçimde saptanmıştır. Anayasa denetimi bu kararnameler için de açık tutulmuştur. Anayasa, Kanun hükmündeki kararnameleri yasama meclislerini ancak kabul, değiştirerek kabul veya red edebileceklerini hükme bağlamıştır. 11 Sayılı Kanun Hükmünde kararname için yukarıda açıkladığımız işlerde saptanacağı gibi yeni bir yola gidilmiştir. Adı geçen kararname T. B. M. M. tarafından değiştirilerek red ve iptal edilmiştir. Böyle bir işlemin kanun hükmündeki kararnameler üzerinde T. B. M. M. ce yapılabileceği Anayasa'nın 64. maddesinde gösterilmemiştir. Bu sonuç biçim yönünden Anayasa, yasalar ve içtüzük hükümlerine aykırılığın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Doğurduğu hukuki sonuçlar bakımından yetki tecavüzlerine kadar uzanmaktadır. Kanunun 1. maddesinin bütün sonuçlan ile red ve iptal edilmiştir deyimini yetki dışı çıkarılmakla ibaresiyle birleştirerek değerlendirdiğimiz zaman yasama organı olarak sadece kanun hükmünde kararname üzerinde red yetkisini kullanmakla kalmayıp yargı ve yürütme organlarına tanınan yetkilerin de kullanıldığı sonucu ile karşı karşıya gelmekteyiz. Kanun hükmünde kararnameyi iptal yetkisi Anayasa'nın 64. maddesinin son fıkrasına göre Anayasa Mahkemesine aittir. Anayasa'nın 8. maddesi gereğince bu hüküm yasama organını da bağlayan temel hukuk kuralıdır. Yasama organı bu temel hukuk kuralına bağlı kalmadan Anayasa'nın, Anayasa Mahkemesine tanıdığı yetkiyi kullanarak kanun hükmünde kararname üzerinde Anayasa'ya uymayan bir işlem yapmıştır. B Öte yandan Anayasa'nın 64. maddesine göre kanun hükmünde kararnameler Resmî Gazetede yayınlandıkları gün yürürlüğe girerler. T.B.M.M. tarafından reddolunan kararnameler red kararının Resmî Gazete'de yayımlandığı gün yürürlükten kalkarlar. Kanunun 1. maddesi Anayasa'nın adı geçen maddesinde belirlenen kanun hükmündeki kararnamenin hükümet tarafından çıkarıldığı ve Resmî Gazete ile yayınlandığı günden itibaren yürürlüğe gireceği esasını ortadan kaldırmaktadır. Zira, kanunun adı geçen maddesi kanun hükmündeki kararnamenin bütün sonuçlan ile red ve iptalini içeren hükmüne itibar edildiğinde Anayasanın 64. maddesine göre kanun hükmündeki kararnamelerin, TBMM tarafından reddolununcayaEsas Sayısı:1975/145 Karar Sayısı:1975/198 7 kadar yürürlüğü bahis konusu olmayacaktır. Bu sonuç Anayasa'nın kanun hükmünde kararnameler için tanıdığı geçerliğin ortadan kaldırılması anlamındadır. Bu nedenle de Anayasa'ya aykırı olmaktadır. Bir diğer yönü ile hükümet tarafından yetkiye dayanarak kanun hükmünde kararnamenin uygulanması sonucu ortaya çıkan işlemlerin İdare Hukuku esasları dairesinde geri alınması ilkesini de tümü ile yok eden bir yasama tasarrufu ile karşılaşmış bulunuyoruz. Anayasa'nın tanıdığı kuvvetler ayrılığı ilkesinin doğal gereği olan yürütmenin işlemlerine yasama organının müdahale etmemesi gerekmektedir. Kanunun 1. maddesi yürütme organının yetkilerine tecavüzü yasalaştırmış olması bakımından Anayasa'nın özüne ve sözüne aykırı olarak düzenlenmiştir. Adı geçen kanun tümü ile Anayasa'nın 4., 8. ve 64. maddelerine aykırıdır. Sonuç ve istem: Yukarıda arzettiğimiz nedenlerle: Hukuka bağlı devlet ilkesinin doğal sonucu olarak Anayasa hükümlerinin, yasama meclislerini bağlayan temel hukuk kurallarından hareketle yetki kanunlarına dayanarak hükümet tarafından çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa gerekleri yerine getirilerek TBMM' ce yasaların görüşülmesindeki kurallara uyularak karara bağlanması gerekirken biçim ve esas yönünden Anayasa, yasalar ve Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi İçtüzükleri hükümlerine bağlı olmaksızın 11 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 1327 sayılı Kanunla değişik 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 10. maddesine 12 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eklenen aynıkonuda (g) bendinin red ve iptaline dair 22 Mayıs 1975 gün ve 15243 sayılı Resmî Gazete ile yayınlanan 15/5/1975 tarih ve 1896 sayılı Kanunun iptalini saygı ile arz ve talep ederiz. | 2,787 |
Esas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Sayıştay (.) Daire Başkanı olarak görev yapmakta iken emekli olan davacı (.) tarafından, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Ek 26. maddesinde öngörülen makam tazminatının tamamı ile 30.11.1984 tarihli ve 84/8813 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı Eki Hizmet Sözleşmesi Esaslarının 8. maddesinin üçüncü fıkrası ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname gereğince taban aylığı ve kıdem aylığından doğacak parasal farklarının yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle Sayıştay Başkanlığına karşı açılan davada, dava dosyası incelenerek işin gereği görüşüldü; Anayasanın Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi başlıklı 152. maddesinin birinci fıkrasında, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. hükmü yer almaktadır. 03.04.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi başlıklı 40. maddesinde, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esasEsas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 2 hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. hükmüne yer verilmiştir. Bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve görevine giren bir dava bulunması ve iptali istenen kuralın da o davada uygulanacak olması gerektiği hususu, Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanmış yerleşik kararlarında açıkça vurgulanmıştır. Bu nedenle, bakılan davada uygulanacak Kanunun ilgili maddesi, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi ile 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinin beşinci fıkrasına ilişkin olarak incelenmesi gerekli görülmüştür. 1 ) BAKILAN DAVADA UYGULANACAK KANUN KURALI 26/02/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun Amaç başlıklı 1. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde, Bu Kanunun amacı; b) (), Yargıtay ve Danıştay Başkan ve üyelerinin aylık ve ödenekleri ile diğer mali, sosyal hak ve yardımlarını, düzenlemektir. hükmüne, Kapsam başlıklı 1. maddesinde, Bu Kanun, adli yargı hakim ve Cumhuriyet savcıları ile idari yargı hakim ve savcıları hakkında uygulanır. (), Yargıtay ve Danıştay Başkan ve üyeleri de 1 inci maddenin (b) bendinde sayılan özlük hakları bakımından bu Kanun hükümlerine tabidirler. hükmüne; Mali Haklar başlıklı 102. maddesinde, Bu Kanunun 2 nci maddesinde belirtilenlerin; aylık ve yargı ödeneği toplamından oluşan malî hakları bu Kanun hükümlerine tâbidir. Bu Kanunda geçen: a) Kıstas aylık: En yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarını, b) Yargı ödeneği: Görevin niteliği ve gereği olarak brüt aylığın 106 ncı maddede gösterilen oranda hesaplanan tutarını, ifade eder. hükmüne; 106. maddesinin beşinci fıkrasında ise, Bu maddeye ve 103 üncü maddeye göre ödeme yapılanlara; 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında yapılan ödemeler (İptal bölüm: Anayasa Mah.nin 20/11/2008 tarihli ve E. 2007/104, K. 2008/164 sayılı Kararı ile.) ile temsil, makam ve yüksek hâkimlik tazminatları ödenmez ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesi uyarınca ödeme yapılmaz. Ancak, hakim ve savcı adaylarına 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 1 inci maddesinde öngörülen taban aylığının ödenmesine devam olunur. hükmüne yer verilmiştir. 10.10.1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun Sözleşmeli Personel başlıklı 35. maddesinde; Başbakanlık merkez teşkilatında, Müsteşar () kadrolarına atananlar atandıkları kadrolarda sözleşmeli olarak da, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilir.Esas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 3 (Mülga ikinci fıkra: 11/10/2011 KHK 666/1 md.) (Ek : 18/5/1987 KHK 281/14 md.; Mülga üçüncü fıkra: 11/10/2011 KHK 666/1 md.) Ayrıca, Başbakanlık merkez teşkilatında ihtiyaç duyulacak unvanlarda ve Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünde Osmanlıca dil ve yazı ile yazılan her türlü arşiv malzemesinin Türkçe'ye çevrilmesi, tasnifi, değerlendirilmesi gibi özel bilgi ve ihtisası gerektiren işlerde kadro aranmaksızın ve diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın yerli ve yabancı elemanlar sözleşmeli olarak çalıştırılabilir. Ancak Devlet Arşivlerinde çalıştırılacaklarda yaş haddi aranmaz, varsa emekli aylıkları kesilmez. Bu suretle çalıştırılacakların sözleşme usul ve esasları ile ücret miktarı ve her çeşit ödemeler Bakanlar Kurulunca tespit edilir. Sözleşme ile çalıştırılacak personel istekleri üzerine T.C. Emekli Sandığı ile ilgilendirilir. hükmüne yer verilmiştir. 19/12/2010 tarihli ve 6085 sayılı Sayıştay Kanununun Sayıştay Mensuplarının Hakları başlıklı 63. maddesinde, (1) Aylık, ödenek, mali, sosyal, emeklilik ve diğer hakları ile teminatları bakımından; a) Sayıştay Başkanı, daire başkanları ve üyeleri, sırasıyla Yargıtay Birinci Başkanı, daire başkanları ve üyeleri, . hakkındaki hükümlere tabidir. Ek göstergelere ilişkin olarak birinci sınıfa ayrılmış hakim ve savcılar için aranan Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine seçilme hakkını kaybetmemiş olmak şartı Sayıştay denetçileri için birinci sınıfa ayrılma niteliklerini kaybetmemiş olmak şeklinde uygulanır. . (4) Meslek mensuplarının aylık, ödenek, mali, sosyal, emeklilik ve diğer hakları ile diğer hususlara ilişkin olarak bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde 2802 sayılı Kanunun ilgili hükümleri uygulanır. hükmüne yer verilmiştir. 2) ANAYASAL DÜZENLEMELER Anayasanın; a ) Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. hükmüne; b ) Yasama yetkisi başlıklı 7. maddesinde; Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. hükmüne;Esas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 4 c ) D. Kamu hizmeti görevlileriyle ilgili hükümlerin yer aldığı 1. Genel ilkeler başlıklı 128. maddesinde; Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, malî ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklıdır. Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir. hükmüne yer verilmiştir. 3 ) ANAYASAYA AYKIRILIĞININ DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi ise, yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini düzenlemektedir. Anayasanın 128. maddesinin ikinci fıkrasında da, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin Kanunla düzenleneceği kurala bağlanmaktadır. Maddede sözü edilen diğer kamu görevlileri kavramı memurlar ve işçiler dışında, kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerde, kamu hukuku ilişkisiyle çalışanları kapsamaktadır. Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerde memur ve/veya diğer kamu görevlilerinden hangisinin çalıştırılacağına ilişkin tercih yasa koyucunun takdir alanı içinde olup; kamu hizmeti, geniş tanımıyla, devlet ya da diğer kamu tüzelkişileri tarafından ya da bunların denetim ve gözetimleri altında, ortak gereksinimleri karşılamak ve kamu yararını sağlamak için topluma sunulmuş bulunan sürekli ve düzenli etkinliklerdir. 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile Başbakanlık Merkez Teşkilatında bazı personelin sözleşmeli olarak da çalıştırılabileceği hüküm altına alındıktan sonra, bu suretle çalıştırılacakların sözleşme usul ve esasları ile ücret miktarı ve her çeşit ödemelerin tespitiyle de Bakanlar Kurulunun yetkilendirildiği anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, kural olarak idarenin düzenleme yetkisi sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasama organının; yasayla düzenlediği bir konuda idareye, genel, sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi vermesi, yasama yetkisinin devri anlamını taşıyacaktır. Yasama organı, Anayasanın 128. maddesine göre kanunla düzenlenmesi gereken konularda temel ilke ve esasları koyup, konunun çerçevesini çizdikten sonra sınırlı, belirli konuları ölçütlerini belirlemek suretiyle idarenin düzenlemesine bırakabilir. Öte yandan, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun ve insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimlerine açık olan devlet olup; hukuk devletinin temel ilkelerinden birisi ise belirlilik ilkesi/hukuk güvenliği ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması gereklidir. Bu ilke, aynı zamanda, kanunun lafzına ilişkin tüm kuşkuları baştan engelleyen boşluksuz bir algılayışı ifade etmektedir.Esas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 5 Bakılan davada, 6085 sayılı Sayıştay Kanununun 63. maddesine göre, Sayıştay daire başkanı ve üyelerinin, aylık, ödenek, mali, sosyal, emeklilik ve diğer hakları ile teminatları bakımından; Yargıtay daire başkanları ve üyeleri hakkındaki hükümlere tabi olmaları; Yargıtay daire başkanı ve üyelerinin mali ve özlük haklarının, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 2. maddesi ile 102. maddesinde düzenlenmesi; 2802 sayılı Kanunun 102. maddesinde, hakim ve savcıların mali hakkını oluşturan unsurlardan bir tanesinin 'kıstas aylık' olduğu; kıstas aylığın ise, en yüksek Devlet memuruna malî haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarını ifade ettiği tanımlaması yapılmış olduğundan, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesi ile, 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinin davada uygulanacak kural niteliğinde oldukları açıktır. Dava konusu bağlamında, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinde yer alan, Kıstas aylık: En yüksek Devlet memuruna malî haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarını, ifade eder. ibaresinin; açık, net ve anlaşılabilir nitelikte bulunmaması, hakim ve savcıların aylıklarının doğru bir şekilde kendilerine ödenmediği şeklindeki düşünce çerçevesinde bu güne kadar çokça davanın açılmasının da bu duruma bir karine teşkil ettiği; 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinin beşinci fıkrasında yer alan, Bu suretle çalıştırılacakların sözleşme usul ve esasları ile ücret miktarı ve her çeşit ödemeler Bakanlar Kurulunca tespit edilir. ibaresinin ise, Başbakanlıkta sözleşmeli çalıştırılacak Başbakanlık Müsteşarının ücret miktarı ve her çeşit ödemelerinin Bakanlar Kurulunca saptanacağı belirtilmekle; Kanunla düzenlenmesi gereken konuları Bakanlar Kurulunun idari düzenlemesine bırakan, yasama yetkisinin devri niteliğini taşıması nedeniyle, 2802 sayılı Kanunun 102. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendi ile, 3056 sayılı Kanunun 35. maddesinin beşinci fıkrasının Başbakanlık Müsteşarına ilişkin ücret miktarı ve her çeşit ödemelere yönelik kısmı Anayasanın 2., 7. ve 128. maddelerine aykırı bulunmaktadır. 4 ) SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve bakılan davada uygulanacak kuralın; a ) 26/02/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 102. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinde yer alan. a) Kıstas aylık: En yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında fiilen yapılmakta olan her türlü ödemeler toplamının brüt tutarını, ifade eder. şeklindeki düzenlemenin; Anayasanın 2. maddesine; b ) 10.10.1984 tarihli ve 3056 sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanunun 35. maddesinin beşinci fıkrasında yer alan; Bu suretle çalıştırılacakların sözleşme usul ve esasları ile ücret miktarı ve her çeşitEsas Sayısı : 2013/88 Karar Sayısı : 2014/101 6 ödemeler Bakanlar Kurulunca tespit edilir. şeklindeki düzenlemenin Başbakanlık Müsteşarına ilişkin ücret miktarı ve her çeşit ödemelere yönelik kısmının ise; Anayasanın 7. ve 128. maddesine; Aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemelerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneği ile iş bu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 21 /06/2013 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi. | 2,036 |
Esas Sayısı : 2008/13 Karar Sayısı : 2011/14 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz başvurusunun gerekçe bölümü şöyledir: '12 Nisan 2007 tarihinde yapılacak Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) taşınmaz satışı ihalesi (müzayedesi) ile bu işlemin dayanağı olan 9 Kasım 2006 tarih ve 26341 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren ve 8.06.1984 tarihli ve 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile 21.04.2005 tarihli ve 5335 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 32. maddesi hükümlerine dayanılarak hazırlandığı belirtilen Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları işletmesi Genel Müdürlüğüne Ait Taşınmazların Satışı ve Değerlendirilmesi Hakkındaki' Yönetmeliğin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle açılan davaya ait dosya incelendi. 27/4/2005 tarih ve 25798 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan 5335 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 32. maddesi; 'T.C. Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü mülkiyetindeki işletmecilik fazlası taşınmazların satılarak veya devredilerek satış veya devir bedellerinin yeni demiryolu inşaatı ve mevcut demiryollarının bakım ve onarımı ile iyileştirilmesinde kullanılması kaydıyla, taşınmazların satış veya devrine T.C. Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü Yönetim Kurulu yetkilidir. Özelleştirme Yüksek Kurulunca özelleştirme programına alınan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) İşletmesi Genel Müdürlüğü kullanımındaki liman sahaları içinde kalan Hazineye ait taşınmazlar, talep edilmesi halinde bedelsiz olarak TCDD Genel Müdürlüğüne devredilir. Devri mümkün olmayan taşınmazlar ile liman sahasında kalan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerde TCDD Genel Müdürlüğü lehine bedelsiz olarak 49 yıllığına sınırlı ayni hak tesisine veya bedelsiz kullanma izni verilmesine Maliye Bakanlığı yetkilidir. Liman sahasında kalan Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar ile Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin kullanımına ilişkin olarak, TCDD Genel Müdürlüğü adına tahakkuk ve tebliğ edilen ecrimisillerin tahsilinden vazgeçilir. Daha önce tahsil edilmiş ecrimisil bedelleri iade edilmez. T.C. Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü, taşınmazların alımı, kamulaştırma, parselasyon, tevhid, ifraz, irtifak hakkı tesisi ve terkini işlemleri; katma değer vergisi hariç her türlü vergi, resîm, harç, döner sermaye ve hizmet ücretlerinden muaftır. Satışı ve değerlendirilmesi yapılacak taşınmazların, ilgili kuruluşların ve belediyelerin görüşlerini almak ve çevre imar bütünlüğünü bozmamak kaydıyla, her ölçekte imar planı ve parselasyon planı yapımı ve bunlara ilişkin onama işlemleri 3194 sayılı İmar Kanununun 9 uncu maddesine göre Bayındırlık ve İskan Bakanlığı tarafından askı sürelerine tâbi olmaksızın resen yapılır. İlgili kuruluş ve belediyeler görüşlerini onbeş gün içinde bildirmek zorundadır. TCDD Genel Müdürlüğü, taşınmazlarının satışı ve değerlendirilmesi uygun görülen yerler için 4.01.2002 tarihli ve 4734 sayılı Kanuna tâbi olmaksızın, 28.07.1981 tarihli ve 2499 sayılı Kanuna tâbi ekspertiz şirketlerine rayiç bedel tespit ettirmeye, gerçek ve özel hukuk kişilerineEsas Sayısı : 2008/13 Karar Sayısı : 2011/14 2 her ölçekteki imar planlarını yaptırmaya, ilan, reklam, proje, kontrollük, danışmanlık veya pazarlama gibi konularda hizmet satın almaya ve bütün bu giderler için satılan ve değerlendirilen taşınmazların tahsil edilen bedellerinin % 2'sini geçmemek üzere bu bedellerden ödeme yapmaya yetkilidir.' hükmünü taşımaktadır. 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesinin 1. bendinde, kamu iktisadi teşebbüsünün, iktisadi devlet teşekkülü ile kamu iktisadi kuruluşunun ortak adı olduğu belirtilmiş; aynı maddenin 3. bendinde ise, kamu iktisadi kuruluşu, kuruluş sermayesinin tamamı Devlete ait olup, tekel niteliğindeki mal ve hizmetleri kamu yararı gözeterek üretmek ve pazarlamak üzere kurulan ve gördüğü bu kamu hizmeti dolayısıyla ürettiği mal ve hizmetler imtiyaz sayılan kamu iktisadi teşebbüsü olarak tanımlanmıştır. TCDD İşletmesi Genel Müdürlüğü anılan Kanun Hükmünde Kararnamenin (B) Kamu İktisadi Kuruluşları cetvelinde, kamu iktisadi kuruluşu olarak yer almaktadır. Bu haliyle TCDD İşletmesi Genel Müdürlüğü, kamu yararını gözeterek tekel niteliğinde mal ve hizmet üreten ve pazarlayan gördüğü bu hizmetleri imtiyaz sayılan kamu iktisadi kuruluşudur. Anayasanın 47. maddesinin üçüncü fıkrasında, Devletin, kamu iktisadî teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzel kişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usulun kanunla gösterileceği; aynı maddenin dördüncü fıkrasında, Devlet, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzel kişilere yaptırılabileceğinin veya devredilebileceğinin yasayla belirleneceği kuralı yer almakta olup; Anayasa, kamu iktisadî teşebbüslerinin gerek işletme ve varlıklarının özelleştirilmesine ilişkin usul ve esasların, gerek yatırım ve hizmetlerin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek ve tüzel kişilere yaptırılmasının veya devredilmesinin yasayla düzenlenmesini öngörmekte; bu konuda izlenecek yöntemi de belirlemektedir. 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanunun 1. maddesinin son fıkrasında, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede tanımlanmış bulunan kamu iktisadi kuruluşlarının ve bunların müessese, bağlı ortaklık, işletme, işletme birimleri ve varlıklarının, mülkiyetin devri dışında kalan yöntemler ile özelleştirilmesinin bu kanun hükümlerine tabi olduğu ancak, bu kuruluşların mülkiyetinin devrine ilişkin hususların, kuruluşların gördükleri kamu hizmetinin esaslarına ve özelliklerine göre ayrı Kanunlarla düzenleneceği belirtilmiştir. Aynı Yasanın 18. maddesinin (C) bendinde, (A) bendinde yer alan özelleştirme yöntemlerinin ihale ile yapılacağı öngörülmüş, 37. maddesinde de limanlar hakkında mülkiyetin devri suretiyle özelleştirme yapılamayacağı hüküm altına alınmıştır. Yukarıda yer alan kurallar uyarınca, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede tanımlanmış bulunan kamu iktisadi kuruluşlarının ve bunların müessese, bağlı ortaklık, işletme, işletme birimleri ve varlıklarının, mülkiyetinin devrine ilişkin hususların, kuruluşların gördükleri kamu hizmetinin esaslarına ve özelliklerine göre ayrı Kanunlarla düzenlenmesi ve bu Kanunlarda usul ve esasların ayrıntılı olarak gösterilmesi gerektiği kuşkusuzdur. Bu bağlamda, 27/4/2005 tarih ve 25798 sayılı Resmî Gazetede Yayımlanan 5335 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 32. maddesindeki taşınmazların mülkiyetin devri yoluyla satışı bir özelleştirme uygulaması olduğuna göre, taşınmazların satış ve devrine ait esas ve usullerinin bu Kanunda gösterilmesi Anayasal bir yükümlülüktür. Kanunda taşınmazların satış ve devrine ilişkin esas ve usullerin belirlenmeyip, yalnızca Yönetim Kuruluna yetki verilmesi ile yetinilmesi ve bunun sonucundaEsas Sayısı : 2008/13 Karar Sayısı : 2011/14 3 Kanun da belirlenmeyen hususların yönetmelikte düzenlenmesi, Anayasanın 47. maddesine ve idarenin kanuniliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. 5335 sayılı Kanunun 32. maddesinde satış ve devir işlemlerinin temel ilke ve esasları konulup, çerçevesi çizilmeden ve sınırları gösterilmeden satış ve devir konusunun, 32. maddesinin birinci fıkrası ile TCDD Yönetim Kuruluna bırakılmasına ilişkin düzenleme, Anayasanın öngördüğü 'esas ve usuller kanunla gösterilir.' kuralına uygun bir düzenleme olarak görülmemiştir. Açıklanan nedenlerle, 2949 sayılı Kanunun 28. maddesinin birinci bendi gereğince, 5335 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 32. maddesinin birinci fıkrasının Anayasanın 47. ve 2. maddelerine aykırı olduğu kanısıyla iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, anılan Yasaya dayanılarak yayımlanan Yönetmelik uyarınca yapılacak satış ihaleleri ile kamu mülkiyetindeki taşınmazların özel mülkiyete geçeceği gözönüne alınarak esas hakkında karar verilinceye kadaryürürlüğün durdurulmasına karar verilmesinin istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 07.12.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.' | 1,020 |
Esas Sayısı : 2019/55 Karar Sayısı: 2020/44 1 “ Davalı vekili cevap dilekçesinde Bankacılık Kanunu’nun 143/5 maddesindeki varlık şirketlerinin harçtan muaf olmasına ilişkin düzenlemenin adalet ve eşitlik ilkesine aykırı olduğundan Anayasa’ya aykırılık iddialarının dikkate alınarak konunun harçtan muafiyet yönünden Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesini talep ettiği görülmüştür. Yine davalı vekilinin 08/10/2018 havale tarihli talep dilekçesinde; davacı tarafın harçtan muafiyeti kötüye kullanıldığını ve 5 yıllık muafiyet süresi dolmasına rağmen yeni bir varlık yönetim şirketi kurulduğunu ve eski şirket yeni şirket içerisinde gizlenerek yeni bir beş yıllık muafiyet kazandığını, davacı şirkette LBT Varlık Yönetim olarak 5. Yılında Turkkasset Varlık Yönetim A.Ş olarak isim değiştirerek hazine aleyhine 5 yıllık bir muafiyet daha kazandığını, bu nedenlerle 5411 sayılı Kanunun 143/5 fıkrasının Anayasa Mahkemesi’ne aykırılık iddiasında bulunduğu anlaşılmıştır. Davalı vekilinin 08/10/2018 havale tarihli talep dilekçesi gereğince, 12/10/2018 tarihli duruşmada ve 12/10/2018 tarihli ara karar ile anılan hükmün Anayasa’ya aykırılık iddiasının Anayasa Mahkemesi’nden talep edildiği görülmüştür. Anayasa Mahkemesi’nin 08/11/2018 tarihli, 2018/146 Esas, 2018/103 Karar sayılı kararı ile eksiklik bulunması nedeniyle, esas incelemeye geçilmeksizin reddine karar verildiği görülmüştür. Son olarak davalı vekili 19/03/2019 havale tarihli dilekçesi ile de, aykırılık iddiasını yinelediği, anılan hükmün Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığını, Anayasa’nın 10. maddesindeki kanun önündeki eşitlik ilkesini aykırı olduğunu, Anayasa’nın 10. maddesinin 4. fıkrasındaki “Hiçbir kişiye, aileye, zümre veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” ilkesine aykırı olduğu, Anayasa’nın 11. maddesine aykırı olduğunu, muafiyetin kötüye kullanıldığını, 5 yıllık muafiyet süresi dolunca yeni bir varlık yönetim şirketi kurulmakla, eski şirketin yeni şirket içerisine gizlenerek yeni bir 5 yıllık muafiyet kazanıldığını, davacının da aynı usulü uyguladığını, Evrensel Hukuk Prensibi olan hiç kimse bir hakkı kötüye kullanamaz ilkesinin ihlali ile karşı karşıya kaldıklarını, Anayasa’nın 73. maddesinin 1 ve 2. fıkralarına aykırılık teşkil ettiğini belirttiği anlaşılmıştır. Tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde; davalı vekilinin 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 143/6 maddesine yazılı “Bu Kanun kapsamında kurulan varlık yönetim şirketleri ile 4743 sayılı Malî Sektöre Olan Borçların Yeniden Yapılandırılması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun bu Kanunla yürürlükten kaldırılan 3 üncü maddesinin yedinci fıkrası uyarınca Kurulun çıkarmış olduğu yönetmelik kapsamında kurulan varlık yönetim şirketlerinin yaptıkları işlemler ve bununla ilgili olarak düzenlenen kâğıtlar, kuruluş işlemleri de dâhil olmak üzere kuruldukları takvim yılı ve bunu izleyen beş yıl süresince 488 sayılı Damga Vergisi Kanununa göre ödenecek damga vergisinden, 492 sayılı Harçlar Kanununa göre ödenecek harçlardan, her ne nam altında olursa olsun tahsil edilecek tutarlar 6802 sayılı Gider Vergileri Kanunu gereği ödenecek banka ve sigorta muameleleri vergisinden, kaynak kullanımını destekleme fonuna yapılacak kesintilerden ve 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanunun 39 uncu maddesi hükmünden istisnadır” hükmünün Anayasa’nın 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adaletEsas Sayısı : 2019/55 Karar Sayısı: 2020/44 2 anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”, 10/1 maddesi “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.”, 10/4 maddesi “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” ve 11. maddesi “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz” hükümlerine aykırı olduğu iddiası mahkememizce ciddi görülmüş olmakla, hükmün iptali için somut norm denetimi yapılması amacıyla Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulmasına karar verilmesi gerekmiş, aşağıdaki gibi hüküm tesis edilmiştir. KARAR : Yukarıda açıklanan gerekçelerle; 1 Davalı vekilinin 01/11/2012, 08/10/2018 ve 19/03/2019 havale tarihli dilekçelerindeki Anayasa’ya aykırılık iddiası mahkememizce ciddi görülmüş olmakla, aykırılık iddiasının Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesine, 2 İşbu kararın üst yazı ile birlikte 6216 sayılı Kanun’un 40 maddesinde belirtilen dilekçe ve ara kararlar ile Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine oybirliği ile karar verildi.” | 591 |
Esas Sayısı:1978/21 Karar Sayısı:1978/21 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarını iptal etmiş ve bu karar yayımlanmıştır. Bu durumda kamulaştırma için aynı ilkeleri öngören 1757 sayılı Toprak ve Tarım, Reformu Kanununun 36. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü Anayasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Bu hüküm mülkiyet hakkının özünü zedelemekte ve emlâk beyannamesi verenlerle vermeyenler arasında eşitsizlik yaratmakta olduğundan Anayasa'nın 11., 12., 36. ve 2. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir. | 75 |
Esas Sayısı : 1994/76 Karar Sayısı : 1994/73 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Nevşehir Asliye Ceza Mahkemesi'nin Anayasa'ya aykırılık gerekçesi şöyledir: 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu'nun 2. Maddesi dersane ve özel kursların Millî Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetimi altında olduğunu belirtmiştir. Aynı Kanun'un 49. maddesinde ise Özel Öğretim Kurumlarına yönetici ve öğretmenlerin suç işlemeleri halinde veya görevlerinden ötürü kendilerine karşı işlenen suçlardan dolayı 765 sayılı TCK'nun uygulanmasında memur sayılacağı hükmünü getirmiş bulunmaktadır. Buna karşılık Anayasa'nın 128. maddesi kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri memurlar ve diğer kamu görevleriyle yapılabileceği hükmünü taşımaktadır. Yine Anayasa'mızın 129. maddesinde memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işlediklerini iddia edilen suçlardan ötürü ceza koğuşturması açılması kanunda belirtilen istisnalar dışında Kanun'un gösterdiği idari merciinin iznine bağlıdır. Olayımızda açıkça görüldüğü gibi Sosyal Sigortalar Kanun hükümlerine tabi olarak görev yapmakta olan özel öğretim kurumlarının yönetici ve öğretmenlerinin devlet memuru gibi ceza koğuşturmasına tabi tutulması Anayasamızın 128. ve 129. maddelerine aykırı olduğundan 625 sayılı Yasa'nın 49. maddesinin Anayasa'nın 128. ve 129. maddelerine aykırılığı hususunun yüksek mahkemenizce incelenmesi yönünden itirazen iptal talebimizin kabulü ile bu yasa maddesinin uygulamadan kaldırılmasına karar verilmesi arz ve talep olunur. | 189 |
Esas Sayısı : 2018/28 Karar Sayısı : 2018/93 1 “ YASAL MEVZUAT : 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu Madde 25 : Aday çırak ve çıraklar ile işletmelerde mesleki eğitim gören, staj veya tamamlayıcı eğitime devam eden öğrencilere işletmeler tarafından ödenecek ücret ve bu ücretlerdeki artışlar, düzenlenecek sözleşme ile tespit edilir. Ancak, işletmelerde mesleki eğitim gören öğrenciler ile mesleki ve teknik ortaöğretim okul ve kurumlarında staj veya tamamlayıcı eğitim gören öğrencilere asgari ücretin net tutarının; yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde yüzde otuzundan, yirmiden az personel çalıştıran işyerlerinde yüzde onbeşinden, aday çırak ve çırağa yaşına uygun asgari ücretin yüzde otuzundan aşağı ücret ödenemez. Bu amaçla kamu kurum ve kuruluşları gerekli tedbirleri alır. Staj yapacak işletme bulunamaması nedeniyle stajını okulda yapan ortaöğretim öğrencileri ile yükseköğretim kurumları ve birimlerinde yapan yükseköğretim öğrencilerinin yaptıkları stajlar bu fıkra hükmü kapsamı dışındadır. Aday çırak, çırak ve öğrencinin eğitimi sırasında işyerinin kusuru halinde meydana gelecek iş kazaları ve meslek hastalıklarından işveren sorumludur. Aday çırak, çırak ve öğrencilere ödenecek ücretler her türlü vergiden müstesnadır. Aday çırak, çıraklar, işletmelerde mesleki eğitim gören öğrenciler ile mesleki ve teknik ortaöğretim okul ve kurumlarında okumakta iken staja, tamamlayıcı eğitime veya alan eğitimine tabi tutulan öğrencilerin sigorta primleri asgari ücretin yüzde ellisi üzerinden, Bakanlık ile mesleki ve teknik eğitim yapan yükseköğretim kurumlarının bağlı olduğu üniversitelerin bütçesine konulan ödenekten karşılanır. T.C ANAYASASI Madde 18 Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır.() Madde 55 Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.() Başlangıç Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu;() SOMUT DAVA Eldeki derdest davada davacı vekili, meslek lisesi öğrencisi olan müvekkilinin, lise 3. sınıfta gördüğü zorunlu işletme stajına ilişkin olarak yaptığı çalışmanın 3308 sayılı Yasanın 25. maddesi uyarınca ödenmesi talep etmiştir.Esas Sayısı : 2018/28 Karar Sayısı : 2018/93 2 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu ve Mesleki ve Teknik Eğitim Yönetmeliğinde; mesleki eğitim, beceri eğitimi, staj, sosyal güvenlik ve ücret hususları tanımlanmıştır. “Staj” ve “Beceri eğitimi” ile ilgili olarak yasal düzenlemelerdeki tanımlamalar farklı olsa da özü itibarıyla, mesleki ve teknik eğitim veren kurumlarda okuyan öğrencilerin, teorik bilgilerinin yanısıra uygulamalı teknik eğitim almaları, ileride icra edecekleri meslek konusunda deneyim ve beceri kazanmaları ve genellikle de okul dışında yapılan eğitimi ifade etmektedir. Mesleki Eğitim Kanunu'nda yapılan tanımlamalarda, bu eğitimin işletmelerde mesleki eğitim olarak, Yönetmeliğinde ise staj olarak tanımlanmıştır. Esas olarak okul (kurum) dışında bir işletmede (okul, hastane, eğitim merkezi v.b) yapılması öngörülen bu staj için yukarıda anılan 3308 sayılı Yasanın 25. maddesi uyarınca stajyer öğrenciye ücret ödemesi yapılacağı öngörülmüştür. Ancak aynı maddenin devamında bu stajını işletme olmaması sebebiyle okul bünyesinde yapan öğrencilerin bu madde kapsamı dışında olacağı belirtilmiştir. Bu düzenleme yukarıda anılan Anayasa’nın başlangıç, 18. ve 55. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. Zira bu düzenlemede, öğrencinin okuL bünyesinde uygulama sınıfında yaptığı staja rağmen ücret ödenmeyeceği sonucu çıkmaktadır. Kaldı ki davalı kurum verdiği cevapta da bu gerekçeyle ücrete hak kazanmadığı savına dayanmıştır. Aynı okulda okuyan iki öğrenciden birinin dışarıda işletme stajı yaptığında ücret alması, diğerinin ise işletme bulunamaması sebebiyle okulda uygulama sınıfında staj yapması halinde bu yasal düzenleme uyarınca ücret alamaması durumu doğmaktadır. Somut olayda da davacının okulun uygulama sınıfında, kurum bünyesinde stajını yapmış olduğu anlaşılmıştır. Sözkonusu yasal düzenleme uyarınca kurum bünyesinde staj yapıldığı için ücret ödemesi mümkün değildir. Ancak davacının bu stajda emek sarfettiği fakat ücret almadığı ve anılan yasal düzenleme uyarınca da alamayacağı, bunun Anayasa’nın zorla çalıştırma yasağına (18.md) aykırı olduğu, aynı işi kurum dışında yapanlara ücret ödenirken kurum bünyesinde yapanlara ücret ödenmemesinin Anayasa’nın eşitlik ilkesine ve ücrette adaletin sağlanması ilkesine (55.md) aykırı olduğu tüm sebeplerle bu yasal düzenlemenin iptalinin gerektiği anlaşılmış ve aşağıdaki şekilde ara karar kurulmuştur. HÜKÜM: Açıklanan delil ve sebeplerden; 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanununun 25. maddesinin 1. paragrafının son cümlesi olan “Staj yapacak işletme bulunamaması nedeniyle stajını okulda yapan ortaöğretim öğrencileri ile yüksek öğretim kurumları ve birimlerinde yapan yüksek öğretim öğrencilerine yaptıkları stajlar bu fıkra hükmünün kapsamı dışındadır.” düzenlemesinin Anayasanın eşitlik, zorla çalıştırma yasağı ve eşit ücret ilkelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından; söz konusu düzenlemenin iptali için Anayasa Mahkemesine Anayasanın 152. maddesi uyarınca YÜRÜTMEYİ DURDURMA İSTEMLİ OLARAK BAŞVURUDA BULUNULMASINA, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın GERİ BIRAKILMASINA, Dair, 15.02.207 tarihli duruşmada ara karar olarak karar verildi.” | 721 |
Esas No:1967/13 Karar No:1969/5 1 DANIŞTAY DÂVA DAİRELERİ KURULUNUN GEREKÇESİ : Danıştay Dâva Daireleri Kurulunun 3/3/1967 günlü esas 1962/740 sayılı karârında itirazın gerekçesi şöyle açıklanmaktadır : ( Döner sermaye sorumlu saymanı tarafından Döner sermaye Saymanlığının 1960 yılı idare hesabının Sayıştay'ca tetkiki sonunda verilen ve davacı ile hastane baştabibinden liranın tazminen tahsiline dair 26/6/1962 gün ve 1313 sayılı ilâmın kaldırılması talebiyle Maliye Bakanlığı aleyhine açılan dâva dosyasının incelenmesi sırasında, dâva sebebiyle uygulanacak olan 832 sayılı Sayıştay Kanununun 45. maddesinin son fıkrasında yer alan, Sayıştay'ca verilen ilâmlar aleyhine Danıştay'a başvurulamaz hükmünün Anayasa'ya aykırı görülmesi üzerine gereği görüşüldü : Gerçekten, 334 sayılı T. C. Anayasa'sının 127. maddesinde; Sayıştay'ın genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarının Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli olduğu belirtilmiştir. Anayasa'nın, Cumhuriyetin Temel Kuruluşu başlığını taşıyan üçüncü kısmının yürütme başlığını taşıyan ikinci bölümünün (D) İktisadî ve Malî Hükümler başlığı altındaki mezkûr 127. maddesi, Sayıştay'ı, kuruluşunu ve görevlerini belirtmek suretiyle, yürütme organları arasına sokmuş bulunmaktadır. Anayasa'nın Kurucu Mecliste görüşülmesi sırasında Sayıştay'ın yargı organları arasına alınması hususunda verilen önergenin reddedilmiş olması da Sayıştay'a nihaî hüküm veren bir yargı organı olmak yetkisinin tanınmadığını göstermiştir. Kaldı ki Anayasa'nın 7. maddesi, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını, 8. maddesinin ikinci fıkrası, Anayasa hükümlerinin yasama yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğunu ve 31. madesinin son fıkrası da hiç bir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki dâvaya bakmaktan kaçınamıyacağını kesin olarak hüküm altına almıştır. Anayasa'nın bu esas kuralları muvacehesinde, Anayasa'nın idare bölümünde yer alan, Türk Milleti adına hüküm vermeyen Sayıştay'ı nihaî hüküm vermeye yetkili bir yargı organı olarak kabule imkân yoktur. Diğer taraftan Anayasa'nın 114. maddesinde idarenin hiç bir eylem ve işleminin, hîç bir halde, yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamıyacağı hükmü de yer almış bulunmaktadır, Sayıştay'ca tesis edilmiş olan işlemlerin de bu işlem, gerek olayın cereyan ettiği tarihte yürürlükte bulunan 2514 sayılı kanun, gerekse 27/2/1967 gününde yürürlüğe giren 832 sayılı Kanunla tespit edilen usullere göre, muhasipler ve diğer ilgililer hakkında zimmete hükmeden ilâmlar şeklinde dahi olsa, sübjektif hakların ihlâli mahiyetinde bulunan bu tasarrufların yargı denetiminin dışında kalacağını kabul etmek yukarıda açıklanan esaslar muvacehesinde mümkün bulunmamaktadır. Bir an için Sayıştay'ın yargı yetkisini haiz bir merci olduğu kabul edilse dahî Anayasa'nın Danıştay'ı yüksek mahkemeler meyanına alan 140. maddesinin Danıştay'ı, Kanunların başka idarî yargı mercilerine bırakmadığı konularda ilk derece ve genel olarak üst derece mahkemesi olarak tarif etmiş olması karşısında Sayıştay'ca verilen kararların Danıştay'da temyizen incelenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Anayasa'nın bu açık hüküm ve tarifi hilâfına, idarî dâvalarda Sayıştay'ın da bir' üst derece mahkemesi olarak kabulü gerekir kiEsas No:1967/13 Karar No:1969/5 2 bu durumda Anayasa'nın kabul etmediği yeni bir yüksek mahkeme kurulmuş olacağı gibi Anayasa ile kabul edilen adlî, idarî ve askerî kazanın dışında yeni bir yargı daha ortaya çıkmış bulunacaktır . Anayasa'nın tayin etmiş olduğu bu üçlü yargı sisteminden ayrı bir yargı yolunun daha kanunla kurulmasına hukuken imkân bulunmamaktadır. Anayasa ile tesbit edilen durumunun böyle olmasına rağmen davacının hakkındaki Sayıştay ilâmının iptali talebiyle açmış olduğu bu dâva sebebiyle uygulanacak olan 832 sayılı Kanunun 45. maddesinin son fıkrasında, Anayasa hükümlerine aykırı olarak, Sayıştay'ca verilen ilâmlar aleyhine Danıştay'a başvurulamıyacağı hükmü yer almış bulunmaktadır. Bu hüküm, aynı kanunun 14. maddesinde, dairelerin hesap mahkemesi olarak nitelendirilmesinde olduğu gibi, Sayıştay'ın Anayasa ile belirtilen esaslara aykırı olarak, bîr yargı organı olduğu ve kararlarının temyizen tetkinin de kendi genel kurulunda yapılması suretiyle aynı zamanda bir yüksek mahkeme sıfatını haiz bulunduğu görüşünden hareket edilerek konulmuş bulunmaktadır. Açıklanan bu sebeplere binaen mezkûr hükmün Anayasa ile vaz'edilen esaslara aykırı olduğu sonucuna varıldığından bu konuda Anayasa Mahkemesince bir karar verilinceye kadar dâvanın geri bırakılmasına ve bu kararla dosya muhtevasının tasdikli suretlerinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 3/3/1967 gününde oybirliği ile karar verildi.) | 626 |
Esas Sayısı:1999/38 Karar Sayısı:1999/45 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Yapılan yeni düzenleme Anayasaya ve Anayasamızın 153. madde hükmü doğrultusunda Anayasa Mahkemesinin kararlarına uygunluğu açısından incelendiğinde; 4046 sayılı Yasanın 18. maddesinin (B) bendinin Anayasa Mahkemesince; değerlendirme metodlarının yalnızca adının sayıldığı, duruma göre, idareye bunlardan birini seçme olanağının verildiği, bu nedenle gerçek değere ulaşmayı zorlaştıran belirsizlikler olduğu; özelleştirme kapsamına alınan kuruluşların gerçek ve tüzel kişilere satışında uygulanacak değerlendirme esaslarının gerçek değeri yansıtacak nitelikte olması gerektiği, Devletleştirmede gerçek değeri esas alan Anayasa koyucunun bunun tersi olan özelleştirmede kamu varlıklarını korumasız bıraktığının düşünülemeyeceği; Öte yandan değer saptama yetkisi olan birimlerin hiçbir etki altında kalmadan çalışabileceği bir yapıya kavuşturularak gerçek değerin bulunabilmesi için hukuksal alt yapının oluşturulması gerektiği, 4046 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca Başbakana bağlı olan Özelleştirme İdaresi Başkanının 18. maddeye göre oluşturacağı Değer Tespit Komisyonlarının tam bir bağımsızlıkla görev yapabilmesinin oldukça güç olduğu, 4046 sayılı Yasanın 18/B maddesindeki değer tespit yöntemleri ile bunu uygulayacak Değer Tespit Komisyonlarının oluşum biçimi, görev ve yetkilerinin yasama organınca belirlenmesi gerektiğinden bahisle; (C) bendinin ise; ihale usullerinin tamamı sayılarak özelleştirme idaresine işin gereğine göre bunlardan birini veya birkaçını uygulama olanağı verildiği, ihale işlemlerinin İdare Başkanının onayı ile beş üyeden oluşacak ihale komisyonları tarafından yürütüleceğinin öngörüldüğü, ihale usullerinin kamu idarelerinin satacağı mal ya da göndereceği işlerde rekabet koşulları içinde en uygun teklifin oluşmasını gerçekleştirecek yöntemler olması gerektiği; bu nedenle yasada yalnız yöntem türlerinin belirlenmesi değil, durum ve konuma göre hangilerinin uygulanacağının açıkça saptanmasının gerektiği; ihale komisyonlarının hiçbir etki altında kalmadan çalışabilecekleri ortamın sağlanmasının da doğabilecek kimi sakıncaları ortadan kaldırabileceğinden bahisle yukarıda tarih ve sayısını verdiğimiz kararla iptal edildiği görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin anılan kararı Resmi Gazetede yayınlanmadan önce 4107 sayılı Kanunun Anayasa Mahkemesince incelenmesi neticesinde 4046 sayılı Kanunun 18. maddesinin (B) ve (C) bentleri bakımından saptanan Anayasaya aykırı hususların yeniden düzenlenmesi amacını taşıyan işbu itiraza konu 4232 sayılı Kanun ile değişik (B) ve (C) bentleri incelendiğinde; Anayasaya aykırılığı saptanarak iptal edilen eski hükümlerden farklı olarak bazı değişiklikler yapıldığı görülmekte ise de, Anayasa Mahkemesinin anılan kararları ile Anayasaya aykırılık nedeni olarak belirttiği; Değer Tespit Yöntemleri ile, İhale Usullerine ilişkin belirsizliğin giderilmemesi ve değer tespit komisyonları ile ihale komisyonlarının oluşumu ile görev ve yetkilerinin yasama organınca düzenlememesinin yasama yetkisinin yürütmeye devri niteliğinde olup, Anayasanın 7. maddesine aykırı olduğu yolundaki gerekçesiyle tespit ettiği aykırılıkların özde giderilmediği görülmektedir. Şöyle ki; Yukarıda yer verdiğimiz 4046 sayılı Yasanın 18. maddesinin 4232 sayılı Yasanın 2. maddesi ile değiştirilen (B) bendinin (a) alt bendi ile eski düzenlemeden farklı olarak Değer Tespit Komisyonunun daha önce en az beş olan üye sayısı, bu kez beş ile sınırlanmış ancak yedek üyelik getirilmiş, Anayasa Mahkemesi kararına biçimsel uygunluk sağlamak için komisyon üyelerinin görev unvanları sayılmış, komisyon İdare BaşkanınınEsas Sayısı:1999/38 Karar Sayısı:1999/45 2 teklifi ve Başbakanın onayı ile göreve başlar. Hükmüne yer verilmiş ancak esasa ilişkin değişiklik getirilmemiştir. Görev unvanları sayılan komisyon üyeleri incelendiğinde, tümünün 4046 sayılı Yasanın 6. maddesine göre Özelleştirme İdaresi Başkanı tarafından re'sen göreve getirilip görevden alınabilmeleri karşısında Anayasa Mahkemesinin anılan kararlarında belirtildiği şekilde tam bir bağımsızlıkla görev yapabilecek duruma getirildiğinden bahsetmeye olanak yoktur. Bir başka ifadeyle değer tespit komisyonlarının oluşum biçimi, biçimsel olarak yasama organı tarafından düzenlenmiş görülmekle birlikte, aslında yine yetki, Özelleştirme İdaresi Başkanı'na devredilmiştir. Aynı maddenin, değişik (B) bendinin değer tespit komisyonlarının görevlerini belirleyen (c) alt bendinin birinci cümlesinde iptal edilen hükmün aksine bu kez uygulanacak yöntemlerin yan yana sıralandığı ve en az üçünün uygulanacağı koşulunun getirildiği; ancak, değer tespit komisyonunca bu yöntemlerin hangi durumlarda niçin kullanılacağı ve elde edilen sonuçların ne şekilde değerlendirileceği; bir başka ifadeyle en fazla bulunan değerin mi, ortalamalarının mı alınacağı hususunda somut bir belirleme olmadığı görülmüş olup, (nitekim mahkememizde açılan dava dosyasının incelenmesinden özelleştirmeye konu işletme bakımından 3 yöntemin seçildiği sonuçlar alındıktan sonra komisyon kararı ile tasfiye değeri yöntemi ile bulunan değerin uygun bir kriter olamayacağı, geri kalan defter değeri ve ekspertiz değeri yöntemi ile bulunan değerlerin işletme değerleri olarak esas alınmasının uygun olacağına karar verildiği görülmüştür.) Bu nedenle yine anılan Anayasa Mahkemesi kararları ile belirlenen değer tespitinin gerçeğe en yakın şekilde hesaplanmasını sağlayacak objektif kriterlere dayalı bir çerçeve çizilmediği, seçilecek yöntemlerin sadece sayısının artırıldığı, ancak bunların hangi kriterlere göre seçileceği ve uygulanmaları sonucu bulunacak birbirinden farklı üç değerin ne şekilde değerlendirmeye tabi tutularak işletmenin gerçek değerinin bulunacağı konusunun soyut kaldığı, komisyon kararı ile, kolaylıkla, değerlendirme sonucu yine tamamen komisyonun takdirinde olarak uygulanan üç yöntemden herhangi birinin (en az veya en çok değeri veren) seçilebileceği açıktır. Bu durum da yasama yetkisinin devri niteliğini taşımaktadır. Yine (B) bendinin (c) alt bendinin ikinci cümlesi ile getirilen Değer Tespit Sonuçlarının, kuruluşun özelleştirilmesine ilişkin ihale sonuçlarının onaylanmasına müteakip idare tarafından kamu oyuna duyurulacağı şeklindeki düzenlemenin gerçek değere ulaşmayı engelleyeceği açıktır. (c) alt bendinin son tümcesi ile getirilen; özelleştirme programındaki kuruluşun özelleştirme işlemlerini bu kanununun 4. maddesinin son fıkrasına istinaden yürütmesi durumunda; değer tespiti işlemleri, ilgili kuruluşun karar almaya yetkili organlarının kararı ile kuruluş ita amirinin başkanlığında oluşturulacak komisyon tarafından bu bentte belirtilen esaslar çerçevesinde yapılır. Düzenlemesi incelendiğinde; Kanunun Özelleştirme İdaresi Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri başlıklı 4. maddesinin son fıkrasının İdare hizmetin ifası için yarar gördüğü hallerde usul ve esaslarını açıkça belirlemek kaydıyla bu maddenin (a), (b), (h) ve (ı) bentlerinde yazılı konularda özelleştirme programındaki kuruluşlara yetki verebilir. Şeklinde olduğu görülmektedir. Dördüncü maddenin (a) bendi ile, kurul kararlarını uygulamak, (b) bendi ile, kurul tarafından verilen görev ve yetkilerle ilgili konularda karar vermek ve gerekli işlemleri yürütmek Özelleştirme İdaresi Başkanlığının görevleri arasında sayılmıştır.Esas Sayısı:1999/38 Karar Sayısı:1999/45 3 Kanunun itiraza konu 18. maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinin bu son tümcesi ile Anayasaya uygunluğu tartışmalı bir şekilde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'na verilen bir yetki, daha alt düzeylere devredilebilmekle kalmayıp, (B) bendinin (a) alt bendinde belirtilen komisyon hiç kurulmadan Özelleştirme Yüksek Kurulunun alacağı bir karar ile özelleştirme idaresi başkanlığı, özelleştirme idaresi başkanının oluru ile de her seferinde ilgili kuruluş tarafından değer tespiti yaptırılabilecektir. Böylece ilgili kuruluşun yetkili organlarının kararı ile ne olduğu ve kimlerden oluşacağı bile belli olmayan bir komisyon tarafından Değer Tespiti yapılmasına olanak verilmektedir ki, bu da Anayasamızın 7. maddesi hükmüne ve Anayasa Mahkememizin anılan kararlarına aykırılık taşımaktadır. 4046 sayılı Yasa'nın 18. maddesinin itiraza konu (C) bendini incelediğimizde ise; Anayasa Mahkemesince saptanan hususlara şeklen değişiklik yapılarak uyulduğu izlenimi verilmesine rağmen özde yine Anayasamızın 7. maddesine aykırılığın devam ettiği görülmektedir. Şöyleki; 18. maddenin (C) bendinin (a) alt bendi incelendiğinde; ihale komisyonlarının oluşumunda eski düzenlemelerden farklı olarak komisyonda görev alacakların görev unvanlarının sayıldığı ve Başbakanın onayının getirildiği görülmekte ise de; fiilen komisyon yine Özelleştirme İdaresi Başkanı tarafından oluşturulmaktadır. Yasada sayılan beş üyeden dördü 4046 sayılı Yasanın 6. maddesi gereğince Özelleştirme İdaresi Başkanı tarafından re'sen göreve atanmakta ve görevden alınabilmektedir. Özelleştirme İdaresinin özelleştirme işlemlerinden sorumlu proje grubunun bağlı bulunduğu Başkan yardımcısı da, Başkanın teklifi ve Başbakanın onayı ile Başkan Yardımcılığına gelmekte, ancak görevlendirilmesi yine Özelleştirme İdaresi Başkanı tarafından yapılmaktadır. Bu nedenle bu hüküm Anayasamızın 7. maddesine ve 153. maddesi doğrultusunda anılan Anayasa Mahkemesi Kararlarına aykırılık taşımaktadır. (C) bendinin (c) alt bendi incelendiğinde; önceki düzenlemeden farklı olarak açık teklif usulünün metinden çıkarılarak, alt alta sıralanmış yöntemlerin bu kez açıklandığı görülmektedir. Anayasa Mahkemesinin anılan kararlarında belirtildiği gibi Yöntem türlerinin belirlenmesi yetmez. durum ve konuma göre hangilerinin uygulanacağının saptanması gerekir. Ancak, bu yine yapılmamış Ö.İ.B. bünyesinde oluşturulan ihale komisyonlarına duruma göre bir yöntemden başlayıp, diğerine geçme ve değişiklik yapma yetkisi tanınmıştır. Buna ek olarak Belirli istekliler arasında kapalı teklif usulünde sıralanan koşullar her yöne çekilmeye uygun koşullardır. Sınırlanmamıştır, hepsi birden veya aralarından bir teki uygulanarak tek istekliden teklif alınması biçimine dönüştürülebilecektir. Bu nedenlerle bu hüküm Anayasamızın 7. ve 153. maddesi doğrultusunda Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırıdır. Aynı bendin (d) alt bendi incelendiğinde; Varlık Satışı suretiyle yapılacak özelleştirme uygulamalarına ilişkin ihalelerin düzenlendiği, alt bentte üç yöntemin birden sayıldığı (kapalı teklif, pazarlık ve açık artırma) ve hangi yöntemin uygulanacağına idarenin; tekliflerin alınmasından sonra pazarlık veya açık artırma usulüyle devamına da ihale komisyonlarının karar vereceğinin belirtildiği görülmektedir. Ancak, idare ve komisyonun bu yetkiyi kullanırken, hangi yöntemi, hangi durum için kullanacağı düzenlenmemiştir.Esas Sayısı:1999/38 Karar Sayısı:1999/45 4 Metinde sınırlama gibi gösteren Varlığın niteliği ve değer tespit sonuçları ise idare tarafından yukarıda belirttiğimiz nedenlerle Anayasaya uygunluğu tartışmalı yöntemlerle yapılan tespitlere dayanmaktadır. Bu nedenlerle, objektif bir düzenleme içermeyen (d) alt bendi de Anayasanın 7. maddesine ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uymadığı için 153. maddesine aykırıdır. Aynı bendin (e) alt bendi incelendiğinde; satış yöntemi dışındaki yöntemlerle (yani, 18. maddenin (A) bendinde sayılan; kiralama, işletme hakkının verilmesi, mülkiyetin gayri, ayni hakların tesisleri, gelir ortaklığı modeli ve işin gereğine uygun sair hukuki tasarruflar yöntemleri) yapılan özelleştirme uygulamalarına ilişkin ihalelerde pazarlık veya açık artırma usullerinden idarece belirlenecek usulün uygulanacağının belirtildiği görülmekte olup, pazarlık usulüne göre, zaten ihalelere birden fazla teklif sahibinden kapalı zarf içinde teklif almak şartıyla (yani, kapalı zarf usulü ile) başlanabildiği için idare üç yöntemi de uygulayabilecektir. Düzenlemeye göre, idare buna Özelleştirilecek kuruluşa ait varlığın niteliği, gördüğü hizmetin özelliği, yapısı, hukuki durumu ile değer tespit sonuçlarını dikkate alarak karar verecektir. Bu da, bir sınırlama değil yetki genişletilmesi olup, Anayasanın 7. maddesine aykırıdır. Sonuç itibariyle 4046 sayılı Yasanın 18. maddesinin 4232 sayılı Yasa ile değişik (B) ve (C) bentlerinin; T.C. Anayasasının Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. Kuralına, 47. maddesiyle düzenlenen Devletleştirme ile ilgili hükümlerin özelleştirme içinde kullanılacağı yolundaki Anayasa Mahkemesi kararları karşısında, gerçek değer üzerinden yapılma ve kanunla düzenlenme mecburiyetinin getirilmiş olmasına ve 153. maddesi ile Anayasa Mahkemesince verilmiş kararların Yasama, Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağına ilişkin hükme aykırı olduğu kanısına varıldığından, söz konusu 4046 sayılı Yasanın 18. maddesinin 4232 sayılı Kanun ile değişik (B) ve (C) bentlerinde yer alan hükümlerin iptali gerekeceği görüşü ile konunun Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmesine, kararla birlikte dava dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine ve Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, T.C. Anayasasının 152. 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesi uyarınca 30.6.1999 gününde oybirliği ile karar verildi. | 1,601 |
Esas Sayısı : 2015/4 Karar Sayısı : 2015/61 1 Başvuru kararındaki gerekçe “Mahkememizin 19/12/2012 tarih, 2012/756 Esas ve 2012/1096 sayılı kararı ile hükümlü Yunus Uçar’ın 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve sürücü belgesinin 2 ay 15 gün süre ile geri alınmasına karar verilmiş, karar kesinleştirilerek infaza verilmiş olup, İnfaz aşamasında hükümlü vekili Av. İhsan Orhan Dizman dilekçesinde Kocaeli Denetimli Serbestlik Şube Müdürlüğünün 08/09/2014 tarih ve 2014/1515 DS sayılı yazıları ile müvekkilinin ehliyetine 08.09.2014 tarihinde fiilen savcılıkça el konulduğunu, daha sonra bu sürenin dolduğunu dosyada daha sonra alınan infaz erteleme kararı mevcutken ve bu müddet içerisinde iken ehliyetin geri alınması ile ilgili cezanın infazın gerçekleşmesine rağmen TCK 53 6 maddesi son cümlesi uyarınca ehliyetin iade edilmediğini, ehliyetin iade edilmemesini hukuka aykırı olduğunu bildirerek sürücü belgesinin müvekkiline iadesini talep etmiş olup, Dosya Kocaeli İnfaz Hakimliğinin 24/09/2014 tarih ve 2014/3884 esas, 2014/4153 sayılı görevsizlik kararı ile mahkememize gönderilmiştir. Sanık hakkında uygulanması gereken kanun maddelerinin analizinde ehliyetin geri alınması cezası ile ilgili olarak TCK.nun 53/6. maddesinin son cümlesinde; “Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar” demektedir. Bu haliyle ehliyetin iadesine ilişkin ceza hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girecek ehliyet geri alınacak ama infazına en son diğer tüm cezaların infazından itibaren başlanacaktır. Örneğin sanık hakkında TCK’nun 89/4, 62, 50. maddeleri uyarınca toplam 3000 TL para cezası ve 5 ay süreyle ehliyetin geri alınmasına karar verilip para cezası yönünden 24 ay taksit yapıldığında ehliyet kararın kesinleşmesiyle sanıktan alınacak ve taksitlerin tümü ödendikten sonra yani 24 ay geçtikten sonra 5 ay daha beklenilip ehliyet ile ilgili ceza infaz edildikten sonra sanığa iade edilecektir. Yani bu durumda sanığın ehliyetinin geri alınması cezası kararda 5 ay oylasına rağmen fiili olarak 29 ay olacaktır. Tüm Türkiye’de savcılıklarca uygulama bu şekildedir. Yine Yargıtay uygulaması da aynı şekilde olup Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 07/07/2010 tarih ve 2010/4871 esas ve 2010/8090 karar sayılı ilamında; Taksirle ölüme neden olmak suçundan sanık İsmail Kara’nın, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 85/1, 62/1. maddeleri gereğince 1 yıl 8 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, cezasının aynı Kanun’un 51/1. maddesi uyarınca ertelenmesine, aynı maddenin 3. fıkrası uyarınca 1 yıl 8 ay süreyle denetim süresi altında bulundurulmasına, denetim süresinin iyi halli olarak geçirilmesi halinde cezanın infaz edilmiş sayılmasına, sürücü belgesinin 53/6. madde uyarınca 1 yıl süreyle geçici olarak geri alınmasına ilişkin Erzincan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 05/12/2007 tarihli ve 2007/462 624 sayılı kararının infazı sırasında, hükümlünün 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. ve 5237 sayılı Türk CezaEsas Sayısı : 2015/4 Karar Sayısı : 2015/61 2 Kanunu’nun 7. maddesine göre hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesi talebi üzerine, asıl cezanın infaz edilmiş sayıldığından talebin reddine, fer’i ceza olan sürücü belgesinin geri alınması cezasının infazının durdurulmasına ve sürücü belgesinin sanığa iadesine dair, aynı Mahkemenin 16/09/2009 tarihli ve 2007/462 624 sayılı ek sayılı kararı ile ilgili olarak; Tüm dosya kapsamına göre, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 51. maddenin 8. fıkrasındaki “Denetim süresi yükümlülüklere uygun veya iyi halli olarak geçirildiği takdirde, ceza infaz edilmiş sayılır.” Aynı Kanun’un 53. maddenin 6. fıkrasındaki “Belli bir meslek veya sanatın ya da trafik düzeninin gerektirdiği dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla işlenen taksirli suçtan mahkumiyet halinde, üç aydan az ve üç yıldan fazla olmamak üzere, bu meslek veya sanatın icrasının yasaklanmasına ya da sürücü belgesinin geri alınmasına karar verilebilir. Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar.” hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, sanığın Erzincan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 05/12/2007 tarihli ve 2007/462 624 sayılı kararıyla 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 53/6 maddesine göre verilen 1 yıl ehliyetinin geri alınmasına ilişkin güvenlik tedbirinin infazının, erteli mahkumiyetinin yerine getirilmesinden sonra başlayacağı cihetle, yazılı şekilde karar verilmesinde isabet görülmediğinden bahisle, 5271 sayılı CMK’nın 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu Yüksek Adalet Bakanlığının 03.03.2010 gün ve 12692 sayılı kanun yararına bozma talebine atfen, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 23.03.2010 gün ve 60847 sayılı tebliğnamesi ile daireye ihbar ve dava evrakı tevdii kılınmakla; Dosya incelenerek gereği düşünüldü: 5237 sayılı TCK’nın 51. maddesi uyarınca koşullarının bulunması halinde; sadece hapis cezaları ertelenebilir olup güvenlik tedbirlerinin ertelenmesine olanak bulunmadığı, 765 sayılı TCK uygulamasında kabul edilen fer’i cezanın 5237 sayılı TCK uygulamasında mevcut olduğunun ileri sürülemeyeceği, 5237 sayılı TCK’nın 53/6. maddesinde taksirli suçlar bakımından öngörülen sürücü belgesinin mahkumiyet hükmüne bağlı olarak uygulanabilecek bir güvelik tedbiri olup ertelenmesinin mümkün bulunmadığı, kaldı ki; infazı yapılmakta olan Erzincan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 05.12.2007 tarih ve 2007/624 sayılı kararında da 1 yıl 8 ay hapis cezası ertelendikten sonra sürücü belgesinin geri alınmasına hükmedilmek suretiyle bu güvenlik tedbirinin açıkça erteleme dışı bırakıldığı, 5237 sayılı TCK’nın 53. maddesinin 6. fıkrasının “Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar” şeklindeki son cümlesi gereğince, hükmün kesinleşmesiyle sürücü belgesinin Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi Şube Müdürlüğünce yöntemine uygun olarak teslim alınması, denetim süresi boyunca sürücü belgesinin Şube Müdürlüğünde kalması, denetim süresinin yükümlülüklere uygun ve iyi halli olarak geçirilmesi sonucu hapis cezasının infaz edilmiş sayıldığı tarihten itibaren infaza esas ilamda yazılı olan sürücü belgesinin geri alınmasına ilişkin sürenin başlatılması ve bu sürenin sonunda infazının tamamlanmış sayılması gerektiği anlaşılmakla; Kanun yararına bozma talebine dayanılarak düzenlenen tebliğnamedeki bozma isteği incelenen dosya kapsamına nazaran bu gerekçeyle yerinde görüldüğünden, Erzincan 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 16.09.2009 tarih ve 2007/462 624 sayılı ek kararının CMK’nın 309. maddesi uyarınca BOZULMASINA karar verilmiştir.Esas Sayısı : 2015/4 Karar Sayısı : 2015/61 3 Bu durumda sanığa kanunda ve mahkeme kararında yazılı olandan başka bir ekstra bir ceza verilmesi mümkün hale gelmiş durumdadır. Ehliyetin diğer cezaların infazından sonra hükümlüden alınacağı da kanunda yazılmamış aksine hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe gireceği bildirilmiştir. Konu ile ilgili Anayasa normları incelendiğinde Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 38. maddesi Madde 38 Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkumiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır. Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur denmektedir. Bu haliyle somut olayda uygulanacak TCK 53 6 son cümlenin Anayasanın 38. maddesinin 1. fıkrasına açıkça aykırı olduğu zira kanunda yer alan cezadan daha fazlasının TCK’nun 53 6. maddesinin uygulaması ile mümkün hale geldiği, ehliyetin geri alınması cezasının hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girmesi ile idareye ehliyeti derhal geri alınması hususunda yetki verildiği ancak geri alma cezasının süresinin diğer bütün cezaların infazından sonra başlaması nedeniyle sanığa kanunda ve mahkeme kararında belirtilmeyen bir ceza uygulamasına neden olacağı dikkate alındığında, Uygulanacak kanun maddesinin hukuka ve Anayasaya açıkça aykırı olduğu sonucuna varılmış dosyanın iptal istemiyle Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiş ve aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur. Gerekçesi ayrıntılı kararda açıklanacağı üzere; 1 TC. Anayasasının 152/l b maddesi gereğince somut olayda uygulanması gereken TCK.nun 53/6. maddesinin son cümlesinin “Yasaklama ve geri alma hükmün kesinleşmesiyle yürürlüğe girer ve süre, cezanın tümüyle infazından itibaren işlemeye başlar” hükmünün Anayasanın 38/1. maddesine aykırı olduğu dikkate alınarak iptal istemiyle dosyanın ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 2 Dosyanın Anayasa mahkemesinden dönüşünün beklenmesine, 3 Kararın ilgilisine tebliğine, 4 Dosyanın gönderilmesine müteakip 5 aylık süre sonunda gelmemesi durumunda yeniden ele alınarak mevcut mevzuata göre karar verilmesine, Dair dosya üzerinde yapılan inceleme sonucunda karar verildi.” | 1,165 |
Esas Sayısı : 1999/13 Karar Sayısı: 1999/26 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Sanık hakkındaki, yargılama belirtilen şekilde devam ederken, mahkememizce yargılamada uygulanacak 353 sayılı Kanun'un Ek 1. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin 4191 Sayılı Kanun ile değişik hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu görüşüne varılmıştır. Askeri mahkemelerdeki yargılamada, yargılama usulünün başlangıcı duruşma hazırlığının yapılabilmesi için, davanın heyetle mi yoksa tek hâkimle mi bakılacağının tespiti gerekir. Bu hususu askeri mahkemelerin ellerindeki işlerinin birikmeyerek suratle ve zamanında karara bağlanması için subay ve astsubayların işledikleri suçlara ait davalar haricindeki er, erbaş, sivil personel, 353 sayılı Kanun'un 10 uncu maddesinde yazılı olanlar vb. kişilerin işledikleri suçlara tek hâkimle bakılabilmesi olanağını sağlamak amacıyla, 353 sayılı Kanun'un Ek Madde 1 hükmü düzenlenmiştir. Askeri mahkemelerin ellerindeki işlerinin birikmeyerek suratle ve zamanında karara bağlanması için subay ve astsubayların işledikleri suçlara ait davalar haricindeki er, erbaş, sivil personel, 353 sayılı Kanun'un 10 uncu maddesinde yazılı olanlar vb. kişilerin işledikleri suçlara tek hâkimle bakılabilmesi olanağı sağlanmıştır. Bu düzenleme incelendiğinde; sayılan bu kişilerin, Disiplin mahkemelerinin görevi dışında kalan ve ağır hapis cezasını gerektiren haller hariç olmak üzere Askeri Ceza Kanunun 130 uncu maddesinde yazılı suçlarına Askeri Mahkemenin hâkim sınıfından olan üyelerinden birisi tarafından bakılabilecek ve tek hâkim gereken kararları verebilecektir. As.C.K'nun 130 uncu maddesinde, Askeri hizmete mahsus bir şeyi makbul bir sebep olmaksızın kaybeden, kasden tahrip veya hususi menfaatlerinde kullanan bu şeyin kıymetine göre kısa hapis veya üç seneye kadar hapis veya beş seneye kadar ağır hapis ile cezalandırılır ve tahrip veya kaybedilen şey ödetilir. Hükmü yer almaktadır. Bu maddedeki kısa hapis cezası; kıymeti çok az olan eşya (değeri on beş bin lirayı geçmeyen eşya) ile ilgili olup kabahat derecesinde kaldığından As.C.K'nun 18, 130, 162, 171. ve 165 inci maddeleri uyarınca disiplin âmiri tarafından verilebilmekte veya disiplin âmiri bu yetkisini kullanmayıp suç evrakını disiplin mahkemesine göndermesi halinde 477 Sayılı Kanun'un 52 nci maddesi uyarınca disiplin mahkemesi tarafından verilebilmektedir. Askeri mahkemelerin hükmedebileceği hapis ve ağır hapis cezalarının tatbikinde suçta kullanılan şeyin kıymetine göre tatbikat yaparken belirsizlik vardır. Fail, başlangıçta tek hâkimin mi yoksa heyetten oluşan bir askeri mahkemenin mi kendisini yargılayacağını bilememektedir. Bu durum Anayasa'nın 37 nci maddesindeki Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz düzenlenmesine aykırılık oluşturulacaktır. Ayrıca mahkemeler açısından; duruşma hazırlığı ve özellikle yargılama sırasında mahkeme tek hâkimle oluşmuşsa faile Hapis cezası, heyetle oluşmuşsa Ağır hapis cezası vereceğini, daha delilleri toplayıp tartışmadan açıklamak zorunda kalacak, hatta ayni kıymetteki bir askeri eşyayı kaybeden, kasden tahrip veya hususi menfaatlerinde kullanan bir sanık tek hâkim tarafından yargılanırken, başka bir askeri mahkemede heyet tarafından yargılanabilecektir. Bu durum, Anayasa'nın 138 inci maddesindeki Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, merci veya kişi, yargıEsas Sayısı : 1999/13 Karar Sayısı: 1999/26 2 yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz şeklindeki hükmüne aykırılık oluşturacaktır. Yukarda açıklanan nedenlerle; Sanık hakkında görülmekte olan davanın, Askeri Yargıtay bozma ilamında işaret olunduğu gibi heyetle veya tek hâkimle bakılması hususunu düzenleyen 353 sayılı Kanun'un Ek 1. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin, 4191 sayılı Kanun'la değişik düzenlemesinin Anayasa'nın 37. ve 138 nci maddelerinde düzenlenen hükümlere aykırı olduğu kanaatine varılmakla, bu hususta bir karar alınabilmesi için gerekçeli kararın ve dosya muhtevasının Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, itirazen ve resen karar verildi | 558 |
Esas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 1 1 “ Bandrol suçlarını düzenleyen 5101 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesi, 5728 sayılı Kanun ile değiştirilmiş ve 81. maddenin 13. fıkrasında özel bir fikri içtima düzenlemesi yapılmıştır. Yargıtay uygulamaları karşısında bu madde aşağıdaki nedenlerden dolayı Anayasamıza aykırıdır: Öncelikle ihlale konu hakları tanımak ve Yargıtayın neden hatalı uygulama yaptığını açıklamak gereklidir. Mahkememiz Yargıtayın benzer nitelikteki birçok bozma kararlarına direnirken genel olarak şu görüşü savunmuştur: Yayma hakkının ihlali 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesinde, bandrole tabi eserleri bandrolsüz yayılması 81/4. maddesinde Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.07.2005 tarih, 2005/7 67 esas, 2005/97 karar sayılı kararına göre bu eserlerin bandrolsüz yayılması halinde aslında 71/1. madde de ihlal edilmektedir düzenlenmiştir. 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesinin 4. fıkrasında bandrole tabi bir eseri bandrol yükümlülüğüne aykırı ya da bandrolsüz olarak yaymak cezalandırılmıştır. Bu suça 5101 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/9 1. a ve b bentlerinin yürürlükte olduğu dönemde bandrolsüz yayma denmekteydi. 81/4. maddenin yürürlüğe girmesinden sonra Yargıtay 7. ve 19. Ceza Dairesi maddeyi bandrol yükümlüğüne aykırılık olarak adlandırmıştır. Bu adlandırma yüzünden Yargıtay 19. Ceza Dairesi, halen, 81. maddenin 13. fıkrası bandrole tabi bütün eserler bakımından uygulanmalıdır görüşündedir. Muhtemelen Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.07.2005 tarih, 2005/7 67 esas, 2005/97 karar sayılı kararı dolayısıyla bu görüşe varmıştır. Oysaki aynı genel kurul kararının yayımlanan içtihat metninin başlığı çok doğru olarak bandrolsüz yayın çoğaltma ve yayma olarak gösterilmiştir. Kararda, fail yönünden suç özgü suç değildir, bandrol yükümlüsü olanlar ile bandrol yükümlüsü olmayanlar suçun failidirler denmiştir. Bu görüş sadece eski 81/9. ve yeni 81/4. maddedeki suç için geçerlidir. 81/13. madde bakımından aynı kriteri uygulamak mümkün değildir. Maddenin 13. fıkrası açıkça bandrol yükümlülerini esas almıştır. Aslında 81. maddenin 4. fıkrası 2005 yılındaki Ceza Genel Kurulu Kararındaki görüşü kanunlaştırmıştır. (Bandrol Uygulaması Hakkında Yönetmeliğin 10. maddesinde bandrol yükümlülerinin bandrolsüz yayma suçunu işlemeleri halinde Kanun'un 81. maddesine göre cezalandırılacakları belirtilerek bandrol yükümlüleri ile bandrol yükümlüsü olmayanların suç faili oldukları ifade edilmiştir.) Yani hem bandrol alma hak ve yetkisine sahip olan bandrol yükümlüleri (Bandrol Yönetmeliğine göre bunlar; müzik ve sinema eseri sahipleri, ilim edebiyat eseri sahipleri, onlardan çoğaltma ve yayma hakkını devralan yayıncılar, yapımcılardır) ile bandrol yükümlüsü olmayan yayma hakkını ihlal eden diğer kişiler bu suçun failidirler denmiştir. Öyleyse bandrol yükümlüsü olanlar için bandrol yükümlülüğüne aykırılık, bandrol yükümlüsü olmayanlar için bandrolsüzlük (bandrol zorunluluğuna aykırılık) hali söz konusudur. Bandrol yükümlüsü olanlar ile bandrol yükümlüsü olmayanların her ikisi de bandrolsüz yayma eyleminin failidirler; gerçekte bu suçun adı bandrolsüz yaymadır. Fikir ve sanat eserleri hukukunda asıl olan eser sahibinin haklarıdır. 5846 sayılı Kanun'da eser sahibinin hakları mali haklar ve manevi haklar olarak ikiye ayrılmıştır. Manevi haklar; umuma arz (madde 14), adın belirtilmesi (madde 15), eserde değişiklik yapılmasını önleme (madde 16)'dır. Mali haklar; işleme (madde 21), çoğaltma (madde 22), yayma (madde 23), temsil (madde 24), umuma iletim (madde 25), İşleme (madde 21)'dir. Eser sahibi bu haklarını Kanun'un 56. maddesi uyarınca yazılı sözleşme ile başkalarına kullandırabilir. Bu kullandırma tam ruhsat veya basit ruhsat vererek olabilir. Basit ruhsatta eser sahibi bu hakkıEsas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 2 2 sadece o kişiye değil başkalarına da kullandırabilir. Tam ruhsatta ise eser sahibi hakkı eser sahibinden ruhsat alan dışındaki başka kişilere kullandıramaz. Eser sahibi eser üzerindeki mali haklarının tamamını veya bir kısmını 5846 sayılı Kanun'un 52. maddesine göre kendisinde hak bırakmayacak şekilde başkasına devredebilir. Eser sahibinin manevi hakları başkasına devredilemez. 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 71. maddesi eser sahibinin mali ve manevi hakları veya hakları devralanların mali hakları ile eser sahibinin haklarına bağlantılı haklara tecavüzü düzenlemektedir. 71. maddenin 1. fıkrasının birinci bendi iki bölümden oluşmaktadır. Fıkradaki ya da bağlacına kadar olan birinci cümle eser sahibinin izni olmadan bir eseri, icrayı, fonogramı veya yapımı işlemeyi (madde 21), temsil etmeyi (madde 24), çoğaltmayı (madde 22), değiştirmeyi (madde 16), dağıtmayı (madde 23), her türlü işaret, ses veya görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletmeyi (madde 25), yayımlamayı (madde 14) suç saymıştır. Ya da bağlacından sonra gelen ikinci cümle ise başkasının hukuka aykırı olarak işlediği (madde 21) veya çoğalttığı (madde 22), eserleri satışa arz etmeyi, satmayı, kiralama veya ödünç vermek suretiyle ya da sair şekilde yaymayı, ticari amaçla satın almayı, ithal veya ihraç etmeyi, kişisel kullanım amacı dışında elinde bulundurmayı ya da depolamayı (madde 23) suç saymıştır. Yayma hakkı 5846 sayılı Kanun'un 23. maddesinde düzenlenmiştir. Kanun'un 71. maddesinin birinci fıkrasının, birinci bendinin, birinci cümlesindeki yayma hakkını ihlal eden “dağıtma” dışında birinci cümlede başka bir yayma hakkı ihlali düzenlenmemiştir. Ancak birinci fıkranın birinci bendinin ikinci cümlesi tamamıyla başkasının izinsiz çoğalttığı eseri yaymayı düzenlemektedir. Bu hali ile aslında ihlal edilen hak eser izinsiz çoğaltıldığı için çoğaltma ve izinsiz yayıldığı için yayma hakkıdır. İzni verecek olan eser sahibidir. Eylem sadece çoğaltmadan ibaret ise eser bandrole tabi bile olsa eylem 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesinin kapsamında kalmaya devam eder. 5846 sayılı Kanun'un 71. maddesinin, 1. fıkrasının 1. bendi genel bir düzenlemedir. 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesi, 5846 sayılı Kanun'un 71. maddesinin, 1. fıkrasının birinci bendinin ikinci cümlesindeki yayma hakkının ihlali halini, ihlal şeklini daraltarak bir kez daha düzenlemiştir. Yani bazı eserleri bandrole tabi tutmuş, yayma olan hareketlerin bir kısmını bu suçun unsuru haline getirmiştir. Bandrole tabi eserler belirli bir materyale tespit edilmiş müzik eserleri, sinema eserleri ve süresiz yayın haline getirilmiş ilim edebiyat eserleridir. 81. maddenin, 1. fıkrasına göre müzik eserleri ile sinema eserlerinin çoğaltılmış nüshalarına ve süreli olmayan yayınlara bandrol alınması ve bunların bandrollü olarak yayılması zorunludur. Öyle ise 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesi de eser sahibinin çoğaltma ve yayma hakkını bandrol ile korumaktadır. Böylece hak takibi kolaylaştırılmakta, eylemin takibi şikayete bağlı olmaktan çıkarılmaktadır. Yayma hakkının ihlali hem 71. maddenin, 1. fıkrasının, birinci bendinde hem de 81. maddenin 4. fıkrasında suç olarak düzenlenmiştir. Eser bandrole tabi değil ise 71. maddenin, 1. fıkrası, bandrole tabi ise 81. maddenin, 4. fıkrası uygulanır. Fakat yayma hakkı her iki madde ile korunmaktadır. 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesi eser satışa sunulmamışsa çoğaltma halinde uygulanamaz. Bu takdirde 71/1. madde uygulanır. Bir eser izinsiz çoğaltılıp bandrolsüz satışa sunulur, satılır, dağıtılırsa veya bandrolsüz olarak ticari amaçla satın alınırsa ya da kabul edilirse 81. maddenin, 4. fıkrası uygulanır. Burada yayma hakkının tezahür şekillerinden birEsas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 3 3 kısmına yer verilmiş, bir kısmına yer verilmemiştir. Örneğin ödünç verme (bedelsiz yayma) buraya değil 71/1. maddeye girer. 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesinin değişiklikten önceki hali 5101 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/9. 1 a ve b maddesinde düzenlenmişti. 5101 sayılı Kanun'un 81. maddesinin başlığı haklara tecavüzün önlenmesi idi. 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesinin başlığı da aynıdır. Her iki madde eser sahibinin yayma haklarını korumaktadır. 5728 sayılı Kanun ile değişik, 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesinde bandrol zorunluluğuna ya da bandrol yükümlülüğüne aykırılık eylemleri suç olarak düzenlenmiştir. Madde “ya da” diyerek iki ayrı suç işleme şeklinden (failinden) bahsetmektedir. 5728 sayılı Kanun ile değişik, 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesinde bandrol yükümlülüğüne aykırılığın aynı eser ile ilgili olarak mali ve manevi hak ihlali suçu ile birlikte işlenmesi halinde fikri içtima hükümlerinin uygulanacağı, aynı kanunun 71/1. maddesine göre verilecek olan cezanın 81/13. maddesi uyarınca 1/3 oranında arttırılacağı öngörülmüştür. Kanun koyucu bu seçimi bilinçli yapmış, bandrolsüz olarak dememiş, gerçek hak sahibi olan kişilerin bandrol yükümlülüğünü ihlal ederken aynı zamanda yayma dışındaki mali hakları da ihlal etmesi halinde daha ağır cezalandırılmalarını istemiştir. 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/1. maddesinde bandrol zorunluluğu, 81/2. maddesinde bandrol yükümlülüğü düzenlenmiştir. Bandrol alabilecek kişilerden olmayan sanık bandrol yükümlüsü değildir. Yargıtay 19. Ceza Dairesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu istikrarlı olarak 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesindeki “ya da” bağlacına rağmen şikayetin varlığı halinde bandrol yükümlüsü olmayan kişiler hakkında 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesinin yollaması ile 71/1. maddesinin uygulanacağı görüşündedir. Maddede sadece bandrol yükümlüsü olanların işlediği bandrolsüz yayma haline 71/1. maddedeki çoğaltma ve yayma dışındaki hakların ihlali de eklenirse cezanın artırılacağı düzenlenmiştir. Sanık sadece bandrol yükümlüsü olmayanın işlediği bandrolsüz yayma eylemini gerçekleştirmiştir. Sanık aynı zamanda 71/1. maddedeki genel yayma eyleminin de failidir. Sanık bandrol yükümlüsü olmadığı ve bandrolsüz yayma aynı zamanda genel yaymayı da içerdiği için sanık daha ağır cezayı gerektiren ve genel yaymaya göre daha nitelikli olan bandrolsüz yayma suçu dolayısı ile 81/13. maddeden artırma yapılmaksızın 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesi ile cezalandırılmalıdır. Eser bandrole tabi olunca yalnızca 81/4. madde uyarınca ceza verilmesi ile yetinilmesi gerekirken 81/13. madde ile 71/1. maddeye göre verilen ceza artırılmaktadır. Bu adil olmayan sonucu nasıl izale edebiliriz? 81/13. maddeyi sadece bandrol yükümlülerine hasredip yollamanın da 71/1. maddenin yayma hakkı ihlali dışındaki diğer hakların ihlali haline yönelik kabul edersek bütün adaletsizlikler ortadan kalkacaktır. Ne var ki Yargıtay önceleri 7. ve daha sonra 19. Ceza Dairesi suçu bandrol yükümlülüğüne aykırılık olarak isimlendirmişler, bandrol yükümlülüğünün bandrol yükümlüsü olmayanların eylemini de içerdiğini ve bandrol yükümlüsü olmayan failler hakkında da 81/13. maddesinin uygulanması gerektiğini içtihat etmişlerdir. Mahkememiz yaklaşık on yıldır direnme kararları ile bu kabulü değiştirmeye çalışmaktadır. Yargıtay ceza dairelerinin kararları yerleşmiş ve son olarak Yargıtay Ceza Genel Kurulu da 05.06.2018 tarih, 2017/19 66 esas, 2018/263 karar, 05.06.2018 tarih, 2017/19 65 esas, 2018/264 karar sayılı kararları ile ceza dairelerinin görüşünü benimsemiştir. Yargıtay 19. Ceza Dairesi ve Ceza Genel Kurulu 81/4.Esas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 4 4 maddedeki suçun özgü suç olmadığını, bandrol yükümlülüğü ifadesinin bandrolsüzlüğü de içerdiğini ve 81/13. maddenin bandrol yükümlüsü olmayanlara da uygulanacağını içtihat etmiştir. Böylece yorum yoluyla bandrol yükümlüsü olmayanların eylemi de fikri içtimaya dahil edilmiştir. 81/4. maddedeki suç kısmen özgü suçtur; böyle olmasa bile 81/13. maddedeki artırım sadece bandrol yükümlülerine uygulanabileceğinden bu hali ile özgülük söz konusudur. Çoğaltma ve yayma hakkının ihlali 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesinde suç olarak düzenlenmiş iken kanun koyucu bazı eser içeren yayın ve materyaller bakımından daha farklı bir ceza vermek istemiş ve 81/4. maddeyi düzenlemiştir. Bazı eserler bandrole tabi olunca artık 71/1. maddenin o eserler yönünden uygulanmasına olanak kalmamıştır. Bandrolsüz yayma suçu genel yayma suçunun nitelikli halidir. Bir suçun nitelikli halinden açılan kamu davasına basit halinden zarar görenlerin yapacağı şikayetle suçun cezasının artması şeklindeki Yargıtay uygulaması karşısında, Türk hukuk düzeninde varlığını koruyan ve haksız uygulamalara yol açan 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesi Anayasanın 38/1 maddesindeki “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez” hükmüne, bandrol yükümlüsü olmayanların da cezasının artırılması gerektiği şeklinde bir yorumla ceza verilmesine yol açtığı için Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, bir eylemin nitelikli şekline ceza verilmesi yeterli iken bir kez de basit şeklinin ihlali dolayısı ile cezanın artırılmasını sağladığı için Anayasa'nın 13. maddesindeki ölçülülük ilkesine aykırıdır. İleriki tarihlerde 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesinde bir değişiklik yapılırsa madde metnindeki “bandrol yükümlülüğüne aykırılığın” ifadesinin yanına “bandrolsüzlüğün” sözcüğünün eklenmesi ve cezanın da 81/4. maddeye göre verilip 1/3 oranında artırılması halinde dahi, bir suça üç ayrı ceza verilemeyeceğinden, Anayasaya aykırılığın devam edeceği görüşündeyiz. Çünkü basit yayma 71/1. maddede, nitelikli hal olan bandrolsüz yayma 81/4. maddede zaten suç iken kamu davasına katılma var denilerek bir kez de 81/13. madde ile cezanın artırılması orantılılığı/ölçülülüğü ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca genel kanun yapma tekniğine aykırı olduğundan hukuk devletini de zedelemektedir. Örneğin basit yaralama suçunu da içeren nitelikli yaralama suçundan dolayı mağdurun şikayetçi olmaması halinde artırımsız olarak nitelikli yaralamadan, şikayetçi olması halinde ise belli bir oranda cezanın artırılması suretiyle nitelikli yaralamadan ceza verileceğine ilişkin bir düzenleme nasıl kabul edilemez ise 81/13. maddedeki düzenleme de kabul edilemez. Böyle bir düzenleme yapma şekli çağdaş ceza hukukunun evrensel ilkelerini ihlal eder ve Anayasamıza göre de kanun koyucunun böyle bir takdir hakkının olmaması gerekir. Bu düzenleme dolayısı ile fikri ve sınai hak suçlarına bakmakla görevli olan Yargıtay 7. ve daha sonra 19. Ceza Dairesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesinin 13. fıkrasının, cezasına atıf yaptığı 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesinde seçimlik ceza bulunduğunu ve yerel mahkemenin maddedeki para cezasını seçebileceğini, 81/13. maddenin özgü suç olmadığını, failin herkes olduğunu içtihat etmiştir. Bu davada aleyhe temyiz yoktur. Yargıtay 7. Ceza Dairesinin ve 19. Ceza Dairesinin bozma kararlarının nedeni; kamu davasına katılma vardır, mahkeme 71/1. maddedeki seçimlik cezalardan para cezasını seçerek daha lehe bir ceza verebilir anlayışıdır. 5846 sayılı Kanun'un 71/1, 81/13. maddesinin uygulanması gerekseydi dahi hiç bir zaman 71/1. maddedeki para cezası seçilemezdi. Çünkü:Esas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 5 5 Yargıtay 19. Ceza Dairesi ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu (Örneğin bir sureti ekte sunulan 05.06.2018 tarih, 2017/19 66 esas, 2018/263 karar sayılı ve kararı ve örneği sunulmayan 05.06.2018 tarih, 2017/19 65 esas ve 2018/263 karar sayılı kararı), TCK'nin 44. maddesinde belirtilen fikri içtimanın kendisine özgü en ağır cezayı gerektiren maddeye göre ceza tayin edileceği kuralını dikkate almamaktadır. 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 81/13 ve 71/1. maddeleri özel bir fikri içtima düzenlemesidir. Benzer düzenleme TCK'nin 277/2, 297/1. maddelerinde de bulunmaktadır. Bandrol yükümlüsü olup suç işleyen kişiler aleyhine şikayet veya kamu davasına katılma halinde en ağır sonuç doğuran cezanın belirlenmesi ve ona göre ceza verilmesi gerektiği halde Yargıtay 19. Ceza Dairesinin ve Ceza Genel Kurulunun yaptığı yorum fikri içtima kurallarını bertaraf etmekte, şikayet olmasa daha fazla ceza alacak olan fail bakımından af sonucunu doğurmaktadır. Çünkü şikayet konusu olmayan diğer bandrolsüz eserler bakımından hala 81/4. maddenin uygulanması gerekir. Bozma doğrultusunda karar verilirse şikayet konusu olmayan başka eserler bakımından uygulanması mümkün olan 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesindeki hapis cezası ortadan kalkmaktadır. Oysa 81/4. maddedeki suç ile birlikte 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesindeki suçun aynı eser bakımından birlikte işlenmesi durumunda cezanın nasıl tayin edileceği kanun tarafından belirlenmiştir. Bu ceza hiçbir zaman 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesindeki para cezası olamaz. Fikri içtima kurallarına göre TCK'nin 44. maddesi uyarınca ceza tayin edilirken içtimaya dahil olan suçlardan en ağır cezayı gerektiren suç hangisi ise ona göre ceza tayin edilir. Ancak kanun koyucu burada en ağır cezayı içeren 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesini değil, 81/4. maddedeki hapis cezasını yok etmeyecek şekilde 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesine göre ceza verilmesini ve cezanın 5846 sayılı Kanun'un, 81/13. maddesi uyarınca arttırılmasını öngörmüştür. Uygulanacak kanun maddesinin seçimini hakime bırakmamıştır. Böylece TCK'nin 44. maddesinin nasıl uygulanacağını kendisi belirlemiş ve maddeye istisna getirmiştir. Bu yüzden içtimaen ceza tayin edilirken 5846 sayılı Kanun'un 71. maddesindeki seçimlik cezalardan para cezasının tercih edilmesi mümkün değildir. Çünkü içtimaya dahil olan 5846 sayılı Kanun'un 81/4. maddesinin yaptırımı olan hapis cezası yok edilemez. Lehe kanun belirlenirken yapılacak karşılaştırmada 5728 sayılı Kanun ile değişik 5846 sayılı Kanun'un 71/1, 81/13. maddesinin uygulanması gerekseydi dahi 71/1. maddedeki para cezası seçilerek ceza tayin edilmesi TCK'nin benimsediği fikri içtima kuralına aykırı olacaktır. Mahkemeler tarafından verilen 5846 sayılı Kanun'un 71/1 maddesi uyarınca para cezasının seçilmesi ve cezanın 81/13. madde uyarınca 1/3 oranında artırılması şeklindeki kararlar Yargıtay 19. Ceza Dairesi tarafından onanmaktadır. Nitekim Bakırköy 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesinin 05.06.2018 tarih 2017/320 esas, 2017/322 karar sayılı kararında 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesindeki para cezası seçilmiş, ceza 81/13. madde ile artırılmıştır. Yargıtay 19. CD'nin 24.10.2018 tarih 2018/4835 esas, 2018/10778 karar sayılı kararı ile bu karar onanmıştır. Yine Ankara 2. Fikri ve Sınai Haklar Ceza Mahkemesinin 20.11.2013 tarih, 2013/83 esas, 2013/233 karar sayılı kararında da 5846 sayılı Kanun'un 71/1. maddesindeki para cezası seçilmiş ve Yargıtay 19. CD'nin 26.03.2018 tarih, 2015/32276 esas, 2018/3368 karar sayılı kararı ile bu karar onanmıştır (Karar örnekleri ektedir). Yargıtayın aynı maddenin uygulandığı başka davalardaki yorumuna göre iki ayrı tarihte işlenen suç nedeniyle eyleme TCK'nin 43/1. maddesinin uygulanması sırasında da adil olmayan sonuçlar doğmaktadır. Çünkü Yargıtaya göre 81/4. maddedeki suçun mağduru toplumu oluşturan herkestir. Bandrolsüz yayma suçu işlendiğinde 71/1. maddedeki basit yayma suçundan mağdur olanların mağdurluk sıfatının bir önemi yoktur. İki ayrı tarihte bandrolsüzEsas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 6 6 yayma suçu işlendiğinde ister iki ayrı dava açılsın ister tek dava açılsın bir çok farklı çoğaltma ve yayma hakkı sahibi şikayetçi olduğunda da yine 5846 sayılı Kanun'un 71/1, 81/13, 43/1. maddeleri uygulanarak ceza verilecektir. Bu bizi bandrolsüzlük varsa eyleme asla başka bir madde uygulanamaz sonucuna götürmektedir. 71/1. maddedeki suçun belirli bir mağduru vardır; o da eser sahibi ve ondan çoğaltma ve yayma haklarını sözleşme ile devralanlardır. Yargıtay 19. Ceza Dairesi farklı tarihlerde aynı mağdura karşı bandrole tabi olmayan eserler yönünden yayma, temsil, umuma iletim hakkının ihlali halinde 71/1. ve 43/1. maddenin uygulanması gerektiği, farklı tarihlerde ayrı mağdurlara karşı yayma hakkı ihlal edilirse 43/1. maddenin uygulanamayacağı gerçek içtima uygulanması gerektiği görüşünde iken, bandrolsüz yayma suçlarındaki çoğaltma ve yayma hakkı ihlal edilenlerin şikayetçi olması veya kamu davasına katılması halinde bunların farklı gerçek veya tüzel kişiler olmasının bir öneminin olmadığını mağduru belli bir kişi olmayan bandrolsüz yayma suçunun esas alınacağını TCK'nin 43/1. maddenin uygulanabileceğini içtihat etmektedir. 5846 sayılı Kanun'un 71/1, 81/13, TCK'nin 43/1 ve 62. maddeleri asgari hadden uygulandığında fail en fazla 1 yıl 4 ay 20 gün hapis cezası alacaktır. Oysa farklı mağdurlara karşı farklı tarihlerde mali hak ihlali suçu işlendiği için bandrolsüz yayma suçunun değil genel mali hal ihlali suçunun esas alınması gerekeceğinden TCK 43/1. maddesinin uygulanmasının koşulları yoktur; ayrı ayrı 5846 sayılı Kanun'un 71/1, TCK'nin 62. maddeleri uygulanmalı ve asgari hadden ceza verildiğinde faile eylem sayısı kadar 10 ay hapis ve 4 gün karşılığı 80 TL adli para cezası verilmelidir. Hatta Yargıtayın eyleme 81/13. maddesinin uygulanması gerektiği görüşünden hareketle hem bandrol suçu hem ayrı hak sahiplerine yönelik yayma hakkı ihlali suçu işlenmiş ise 5846 sayılı Kanun'un 71/1, 81/13 TCK'nin 62. maddeleri ayrı, ayrı uygulanmalı; bu durumda da iki kere 1 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası verilmelidir. Yargıtayın uygulaması yüzünden farklı mağdurlara karşı farklı tarihlerde çoğaltma ve yayma hakkını ihlal eden faillerin aynı zamanda bandrolsüz yayma suçunu da işlediği kabul edilmekte ve bandrolsüz yayma suçunun cezası esas alınarak daha az ceza verilmesine neden olunmaktadır. (Örneğin mahkememizin 28.04.2016 tarih, 2015/316 esas, 2016/168 karar sayılı kararı Yargıtay 19. CD tarafından 13.09.2018 tarih, 2018/4445 esas, 2018/8907 karar sayılı kararı ile bozulmuştur) Bir başka uygulama ile ise aynı anda farklı kişilere ait mali hak ihlali halinde TCK'nin 43/2. maddesinin uygulanması gerektiğini içtihat eden Yargıtay, bu keza bandrol suçu ile mali hak ihlali birleştiğinde TCK'nin 43/2. maddesinin uygulanamayacağını içtihat etmektedir (Örneğin mahkememizin 05.05.2014 tarih, 2012/849 esas, 2014/183 karar sayılı kararı, Yargıtay 19. CD tarafından 04.06.2018 tarih, 2016/807 esas, 2018/6732 karar sayılı kararı ile bozulmuştur). Bu yüzden de faile eksik ceza verilmektedir. Bandrol yükümlüsü olmayan faillerin eylemine 81/13. maddesinin uygulanması TCK'nin 66/3. maddesi gereğince zamanaşımı süresini uzatmakta ve bu yönüyle de bandrol yükümlüsü olmayan faillerin aleyhine sonuç doğurmaktadır. 5846 sayılı Kanun'un 81. maddesinin 13. fıkrası öyle bir düzenlemedir ki; Yargıtayın yorumu ve uygulaması yüzünden daha fazla ceza alması gereken faillerin cezasını hafifletmekte, daha az ceza alması gereken faillerin cezasını artırmaktadır. 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesinin yalnızca bandrol yükümlüleri hakkında ve yayma suçu dışında kalan mali hak ihlalleriyle sınırlı olarak uygulanması gerekirken, bandrol yükümlüsü olmayan faillere de uygulandığından, ayrıca 81/13. madde yayma suçunun basit şeklinden mağdur olanların şikayeti halinde cezanın artırılmasına neden olduğundanEsas Sayısı : 2019/19 Karar Sayısı : 2019/7 7 7 Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 13. maddesindeki ölçülülük ilkesine ve 38/1. maddesindeki kanunilik ilkesine aykırıdır. Yayma hakkının ihlali ile birlikte bandrol suçu işlendiği zaman 5846 sayılı Kanun'un Fikri içtima halinde para cezasının seçilmesi suretiyle daha fazla ceza alması gereken faillere daha az ceza verilmesine yol açan 5846 sayılı Kanun'un 81/13. maddesi; Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, Yargıtayın yorumu ve uygulaması karşısında Anayasa'nın 13. maddesindeki ölçülülük ilkesine, aynı fiili işleyen ve şikayet veya kamu davasına katılma halinde bir fail için para cezası, başka bir fail için hapis cezası verilmesini sağladığından Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırıdır. Aynı anda birden fazla mali hak sahibinin mali hakları da ihlal edildiği hallerde eyleme TCK'nin 43/2. maddesinin uygulanması suretiyle cezanın artırılması gerektiği halde Yargıtayın buna izin vermemesi şeklindeki uygulama ile ayrı tarihlerde farklı mağdurlara karşı mali hak ihlali suçu işlendiği hallerde TCK'nin 43/1. maddesinin uygulanmaması ayrı cezalar verilmesi gerektiği halde bandrol suçunun mağduru bütün toplumdur görüşünden hareketle sadece bandrolü esas alan mali hak ihlalini yok sayan Yargıtay uygulaması TCK'nin 13. maddesindeki ölçülülük ve TCK'nin 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 38/1. maddesindeki kanunilik ilkesine aykırıdır. DELİLLER : 1 Dava dosyasının konuya ilişkin kısımlarının onaylı örnekleri, 2 Bilimsel görüşler, 3 Anayasa Mahkemesinin örnek kararları, 4 Diğer deliller. HUKUKİ SEBEPLER : Anayasa'nın 146 153 maddeleri ile 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesi ve ilgili diğer hükümleri SONUÇ : Mahkememizin bakmakta olduğu davada uygulamak zorunda kalacağı 5728 sayılı Kanun'un 81/13. maddesinin Anayasa'nın 2, 10, 13 ve 38. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi saygı ile arz olunur.” | 3,321 |
Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 1 “ 14/07/2017 tarihli ve 30124 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 692 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 07/02/2018 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülerek yasalaşmıştır. 08/03/2018 tarihli ve 30354 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 7089 sayılı “Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Kabul Edilmesine Dair Kanun” ile terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan kişiler kamu görevinden başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın çıkarılmakta, bu kişiler olağanüstü hal kapsamında kamu görevinden ihraç edilenlere uygulanan yaptırımlara tabi tutulmakta, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile daha önce kamu görevinden ihraç edilmesine karşın, sonradan terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olmadığı saptanan kişiler kamu görevine iade edilmekte, söz konusu iade sürecine ilişkin geçiş hükümleri ve bir derneğin durumu yeniden düzenlenmekte, terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan kişilerin madalyaları geri alınmakta, ayrıca rütbesi alınan emekli Türk Silahlı Kuvvetleri personeli ile 1416 sayılı Ecnebi Memleketlere Gönderilecek Talebe Hakkında Kanuna tabi olarak yurt dışında öğrenim gören öğrencilerin durumlarının düzenlemesi amaçlanmıştır. Dava konusu düzenleme Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından OHAL KHK’si olarak çıkarılmış ve TBMM tarafından onaylanarak yasa adı altında yayımlanmıştır. Ancak aşağıda açıklanacak nedenlerle söz konusu düzenleme yok hükmündedir ve Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. Anayasa Mahkemesi yokluk tezine katılmazsa gene aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacak nedenlerle dava konusu düzenleme şekle aykırılık dolayısıyla Mahkemece iptal edilmelidir. Aşağıda belirtilecek yokluk nedenlerinin iptali istenen düzenlemenin hem TBMM tarafından onaylanması öncesine ilişkin boyutları hem de onaylama aşaması sonrasına ilişkin boyutları bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce yetki ve şekil sakatlıklarının bu derece ağır olduğu bir metin gelmemiştir. Bu nedenle “yokluk” iddiamızın öncelikle değerlendirilmesi zorunludur. A. İptali İstenen Düzenlemenin TBMM Onayı Öncesine İlişkin Yokluk Nedenleri Dava konusu düzenleme pek çok nedenle yok hükmündedir. 1. İptali İstenen Düzenleme Yetki Gaspı Suretiyle Çıkarılmıştır Öncelikle Anayasa ile olağanüstü hallerde Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna tanınan yetkinin tamamen dışına çıkılarak olağanüstü halin süresini ve kapsamını aşacak şekilde tedbirler alınarak anayasal yetkilerini tamamen aşarak bireylerin temel hak özgürlüklerine ömür boyu müdahale edecek şekilde kalıcı işlemler yapmıştır. Anayasa tarafından Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna, olağanüstü hal süresini aşan, kalıcı nitelikte ve temel hak ve özgürlüklere müdahale yapma yetkisi verilmemiştir. Bu, yargı organlarına ve idareye tanınan yetkilerin açıkça gaspı anlamınaEsas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 2 gelmektedir ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli defalar belirttiği gibi yetki gaspı suretiyle yapılmış düzenlemeler yoklukla maluldür. Çağdaş demokrasilerde olağanüstü yönetim usulleri devletin ya da ulusun varlığına yönelmiş olağanüstü bir tehdit veya tehlikenin mevcudiyeti halinde, bu tehdit ve tehlikenin olağan tedbirlerle ortadan kaldırılamayacak derecede ciddi olması durumunda bu tehdit veya tehlikeyi ortadan kaldırmayı ve olağan düzene dönmeyi amaçlayan rejimlerdir. Bir başka ifadeyle, olağanüstü yönetimler anayasal düzeni korumak ve savunmak amacı taşıyan rejimlerdir. Bütün olağanüstü yönetim usulleri gibi, olağanüstü hal de çağdaş anayasal demokrasilerde geçici nitelikte olan hukuki ve anayasal bir rejimdir. Bunun anlamı, olağanüstü halin yürütme organına istediğini yapma olanağını tanıyan keyfi bir rejim olmamasıdır. Olağanüstü hal, anayasal demokratik rejimin askıya alınması değil, devletin veya ulusun varlığına yönelik ciddi bir tehdit veya tehlikenin hızlı bir şekilde ortadan kaldırılması ve en kısa sürede olağan hukuk düzenine dönülmesini sağlamak amacıyla geçici bir süreyle yürütme organına hızlı ve etkili tedbirler alma ve temel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı verir. Ancak Anayasa bu yetkilerin sınırını açık bir şekilde çizmiştir ve yürütme organının hukuk devleti dışına çıkmasına olanak tanımaz. Yürütme organı, olağanüstü hallerde de çerçevesi ve sınırları anayasa ve kanunlarla çizilen sınırlar içinde hareket etmek zorundadır. Olağanüstü hallerin amacı, olağanüstü hal ilanına neden olan durumu en kısa sürede ortadan kaldıracak tedbirleri almak ve olağanüstü hal ilanı öncesi döneme geri dönmektir. Olağanüstü hal yönetimini, anayasal düzeni ve hukuk sistemini yeniden düzenlemenin bir aracı olarak kullanmak olağanüstü hal yönetiminin mahiyetiyle bağdaşmaz. Bu nedenle olağanüstü hal döneminde yürütme organının alacağı tedbirler geçici ve istisnai nitelik taşımalıdır. Bu önlemler olağanüstü hal sona erdikten sonra da etkisini sürdürecek nitelikte olamaz, bir başka ifadeyle olağan dönemde de uygulanamaz. 1982 Anayasası 121. maddesinde olağanüstü hallerde yürütme organına özel bir yetki vererek Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma olanağı tanımıştır. Ancak bu kanun hükmünde kararnamelerin Anayasanın 91. maddesinde düzenlenen KHK’lardan önemli farklılıkları vardır ve Cem Eroğul’un deyimiyle bunlar arasında ad benzerliği dışında hiçbir benzerlik yoktur (bkz. Cem Eroğul, “Anayasa Mahkemesi Kararları Işığında Olağanüstü Yasa Gücünde Kararnamelerin TBMM’ce Onaylanması” Ankara Üniversitesi, SBF Dergisi, Cilt 54, Sayı 4, s. 38). 121. maddeye göre olağanüstü hallerde kanun hükmünde kararnameler Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafından çıkarılır. Bu kanun hükmünde kararnameler bir yetki yasasına dayanmaz. Bu kanun hükmünde kararnameler, Anayasa’nın 91. maddesinde olağan dönemlerdeki kanun hükmünde kararnameler için getirilmiş konu sınırlamasına bağlı değildir. Anayasa’nın 91. maddesinin olağan kanun hükmünde kararnameler için koyduğu konu sınırlandırmalarına bağlı olmadıklarından, bu tür kanun hükmünde kararnamelerle temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile siyasî haklar ve ödevler de düzenlenebilir. Ancak bu hükmün aşağıda açıklanacağı gibi 121/2. madde ile birlikte yorumlanması gerekir. Ayrıca bu kararnameler ile yalnızca olağanüstü halin gerektirdiği tedbirler alınabilir. Dolayısıyla bu KHK’lar ile yapılacak düzenlemelerle olağanüstü halin konusu, kapsamı ve süresiyle sınırlı tedbirler alınabilir ve bunu aşan düzenleme yapılamaz. Aşağıda açıklanacağı gibi aslında bu düzenlemelere kanun hükmünde kararname denilmesi yanıltıcıdır. Bunlarla sürekli ve genel düzenlemeler yapılması mümkün olmadığından bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye de olanak bulunmamaktadır (bkz. Cem Eroğul, age, s. 38).Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 3 Öncelikle Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci fıkrasında belli konuların Olağanüstü Hal Kanununda düzenleneceği belirtilmiştir. Buna göre “119. madde uyarınca ilan edilen olağanüstü hallerde vatandaşlar için getirilecek para, mal ve çalışma yükümlülükleri ile olağanüstü hallerin her türü için ayrı ayrı geçerli olmak üzere Anayasa’nın 15. maddesindeki ilkeler doğrultusunda temel hak hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne surette alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usulleri Olağan Üstü Hal Kanununda düzenlenir”. Burada sayılan belirli konuların Olağanüstü Hal Yasası’nda düzenlenmesi zorunlu olduğundan bu konular KHK’larla düzenlenemeyecektir (Merih Öden, “Anayasa Mahkemesi Ve Olağanüstü Hal Ve Sıkıyönetim Kanun Hükmünde Kararnamelerinin Anayasaya Uygunluğunun Yargısal Denetimi”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.58, S.3 (2009), s. 664) Dolayısıyla temel hakları sınırlayan ya da durduran düzenlemeler doğrudan OHAL KHK’ları ile yapılamaz. Ancak Olağanüstü Hal Kanununda yapılan düzenlemelerin somut uygulaması niteliğindeki düzenlemeler OHAL KHK’sı ile yapılabilir. Bir örnek vermek gerekirse Anayasanın 19. maddesinde güvence altına alınan özgürlük ve güvenlik hakkının olağanüstü hal dönemlerinde nasıl kısıtlanacağı ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. Mesela gözaltı süresinin ne kadar uzatılabileceği ancak OHAL Kanunu ile düzenlenebilir. OHAL KHK’sı ile ise ancak kanunda belirtilen süreyi aşmamak üzere somut OHAL döneminde gözaltı süresinin ne kadar uygulanacağı düzenlenebilir. Yani OHAL KHK’ları ile temel haklar doğrudan düzenlenemez, ancak OHAL Kanununun uygulamasını gösteren düzenlemeler yapılabilir. Anayasa’nın 121/2 maddesinin doğal ve mantıki sonucu budur. Bunun sonucu olarak OHAL KHK’ları ile Olağanüstü Hal Kanununda değişiklik yapılması da mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi bunu açık bir şekilde belirtmiştir (bkz. AYM Kararı, E. 1990/25, K. 1991/1, K.T. 10.1.1991; E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991). İkinci olarak, Anayasa’nın 121/3. maddesi gereğince olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular”da çıkarılabilir. Dolayısıyla olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi konu bakımından sınırlıdır. Bir düzenlemenin olağanüstü halin gerekli kıldığı bir konu olup olmadığı, Anayasanın konuyla ilgili bütün maddeleri (md. 119., 120., 121., 15. vb) göz önünde bulundurularak yapılır. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı olarak çıkarılmaları gerekir. Anayasa Mahkemesi de olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin amaç ve kapsamını demokratik hukuk devletine uygun olarak yukarıdaki biçimde belirlemiştir. Anayasa Mahkemesine göre, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle getirilen düzenlemeler olağanüstü halin amacını ve sınırlarını aşmamalıdır. “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri, Olağanüstü Hal Yasası ile saptanan sistem içersinde ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda’ uygulamaya yönelik olarak çıkartılabilir. Bu tür kanun hükmünde kararnamelerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılabilecek KHK’lere Anayasa’nın 121. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları birlikte incelendiğinde başkaca işlevler yüklenemez. Bunun tersi bir anlayış; Anayasa ve Olağanüstü Hal Yasası dışında yeni bir olağanüstü hal yönetimi yaratmaya neden olur. Oysa, Anayasa, olağan anayasal düzenden ayrı ne gibi olağanüstü yönetimler kurulabileceğini saptamış ve bunların statülerinin de yasayla düzenlenmesini öngörmüştür. Olağanüstü yönetim usulleri; olağanüstü haller ve sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinden ibarettir. Anayasa, bu olağanüstü yönetimlerin hangi ilkelere göre düzenleneceğini açıkçaEsas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 4 göstermiştir. O halde, bu sayılanlar dışında farklı bir olağanüstü yönetim usulü, yasayla dahi düzenlenemez.” (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).” Üçüncü olarak, olağanüstü halin belirli bir bölge veya bölgelerde ilan edilmesi halinde, çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler ile alınacak önlemlerin sadece olağanüstü hal ilân edilen bölge için geçerli olması, bölge dışına taşırılmaması gerekir. Dördüncü olarak, olağanüstü hal belirli bir süreyle de sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda çıkartılan kanun hükmünde kararnameler, bu hallerin ilân edildiği bölgelerde ve ancak bunların devamı süresince uygulanabilirler. Kanun hükmünde kararnameler ile getirilen kuralların nasıl olağanüstü hal öncesine uygulanmaları olanaksız ise olağanüstü hal sonrasında da uygulanmaları veya başka bir zamanda veya yerde olağanüstü hal ilânı durumunda uygulanmak üzere geçerliklerini korumaları olanaksızdır. Son olarak, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi çıkarma yetkisi olağanüstü hal bölgesi ve süresiyle sınırlı olduğundan, Anayasa Mahkemesinin de isabetle belirttiği üzere, “… olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile, yasalarda değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile getirilen kuralların olağanüstü hal bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarının devamı isteniyorsa bu konudaki düzenlemenin yasa ile yapılması zorunludur. Çünkü olağanüstü hal bölgesi veya bölgeleri dışında veya olağanüstü halin sona ermesinden sonra da uygulanmalarına devam edilmesi istenilen kuralların içerdiği konular ‘olağanüstü halin gerekli kıldığı konular’ olamaz.” (E. 1990/25, K.1991/1; E. 1991/6, K.1991/20). Bir başka ifadeyle, olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle yürürlükteki kanunlarda genel ve sürekli değişiklik yapılamaz. Olağanüstü hal ve sıkıyönetimin kanunla belirlenmiş statülerinde olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmünde kararnameleriyle değişiklik yapılması, ayrıca Anayasa’nın 6. maddesindeki “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz” hükmüne, 7. maddesindeki yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesine, Başlangıç kısmındaki “… Kuvvetler ayırımının, … belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” temel ilkesine ve 11. maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine de aykırılık oluşturur (E. 1991/6, K.1991/20). Özetlemek gerekirse, OHAL KHK’leri ile Anayasanın 15. maddesine aykırı düzenleme yapılamaz, temel haklar sınırlandırılamaz ve durdurulamaz; Olağanüstü Hal Kanununun uygulaması niteliğinde düzenlemeler yapılabilir ancak Olağanüstü Hal kanununda değişiklik yapılamaz; Anayasanın kanunla düzenlenmesini emrettiği konularda düzenleme yapılamaz mesela, suç ve cezalar düzenlenemez; Olağanüstü halin konusunu, süresini ve kapsamını aşan düzenlemeler yapılamaz bunun sonucu olarak olağanüstü hal süresini aşan tedbirler alınamayacağı gibi, kanunlarda genel ve sürekli değişiklikler yapılamaz ve uygulaması olağanüstü halin süresini aşan genel ve sürekli düzenlemeler de yapılamaz. Olağanüstü halin ilan edildiği bölgenin dışında uygulanacak tedbir alınamaz ve düzenlemeler yapılamaz (Bkz. Cem Eroğul, age. s.39) Anayasa, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kuruluna OHAL KHK’si adı altında, bireylerin hukuki statüsünü kalıcı olarak değiştiren birel işlem niteliğinde düzenleme yapma, ya da sürekli olarak uygulanacak kurallar koyma yetkisi vermemiştir ve yetkinin bu şekilde kullanılması açıkça yargısal yetkinin ve bireysel işlem yapma yetkisinin gaspı anlamına gelir. KHK çıkarma yetkisi her ne kadar yürütme organına tanınmış ise de özünde bir yasama yetkisidir ve yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesinin (Anayasa m. 7)Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 5 anayasadan kaynaklanan bir istisnasını oluşturmaktadır. Ne var ki bu, KHK çıkarma yetkisinin genel, düzenleyici, kural işlemler için kullanılması gereğini ortadan kaldırmamaktadır. Yürütme organı KHK çıkarırken geçici olarak yasama yetkisi kullanmaktadır ve bir KHK’nin nitelik olarak kanunlara benzemesi kaçınılmazdır. Yasama organının bireysel işlemler niteliğinde kanun çıkaramayacağı doktrinde kabul edilmektedir (Ergun Özbudun, s. 202). Bir kuralın somut olguya uygulanması niteliğindeki bireysel işlemlerin, kural işlem şeklinde yapılması yetki gaspı anlamına gelir. Daha sonra TBMM tarafından onaylanarak yasalaşan (6749 sayılı Kanun) 667 sayılı KHK’nin 4. maddesinde bu işlemlerin hangi kurumlar tarafından yapılacağı belirtilmiştir. Yasa ile kurumlara tanınan yetki, yasanın uygulanması şeklindeki bireysel işlemlerin geçici yasama yetkisi kullanan Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunca OHAL KHK’sı şeklinde kullanılmıştır. Yukarıda açıklandığı gibi bu yola sırf söz konusu işlemleri yargı denetimi dışına çıkarmak amacıyla başvurulmuştur. Bu kötü niyetli ve yetkisiz işlem Anayasa’nın 121 maddesine açıkça aykırı olduğu gibi, “yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” hükmünü içeren Anayasa’nın 8. maddesine de aykırıdır. Bir bireyin terör örgütüne üye olup olmadığına karar verme yetkisi yargısal bir yetki olduğu gibi bir yapının ya da oluşumun terör örgütü olduğuna karar vermek de yargısal bir yetkidir. Yokluğunun tespiti talep edilen dava konusu düzenleme “Fonksiyon Gaspı” suretiyle yargı organının yerine geçerek ek listedeki tüzel ve özel kişilerin terör örgütü üyesi vd. olduğuna hükmetmektedir. Aynı şekilde Anayasa Md. 118’de düzenlenen Milli Güvenlik Kurulunun icrai yetkilere sahip olmadığını, sadece tavsiye niteliğinde kararlar alma yetkisiyle donatıldığını hatırlatmak gerekir. Ne var ki, 8 Mart 2018 tarihinde yayınlanan Kanunlara ekli ihraç listeleri terör örgütü üyeliği, vd suçlarından hüküm kurma yetkisini MGK’ya vermektedir. Yani MGK tarafından terör örgütü olduğuna karar verilen yapı ve oluşumlarla ilişkili kişilerin kamu görevinden çıkarılmasını ve diğer yaptırımlara tabi tutulmasını, aynı durumdaki kurumların ise kapatılmasını öngörmektedir. Kısaca MGK yargı organının yerine geçerek işlem yapmış ve hangi oluşumların terör örgütü olduğuna karar vermiştir. (Oysa, MGK’nun OHAL ilanı için yaptığı tavsiye kararı, OHAL’in anayasal çerçevesine vurgu yapıyor ve kamuoyu ile CB tarafından paylaşılıyordu:” MGK üyeleri olarak yaptığımız kapsamlı değerlendirme sonunda terör örgütünün bertaraf edilebilmesi için anayasamızın 120. Maddesi uyarında OHAL ilan edilmesini hükümete tavsiye etme kararı aldık. Bakanlar Kurulumuz da Türkiye’de 3 ay OHAL ilan edilmesi kararını aldı. Bu uygulama kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri koruma, yükseltme, geliştirme adınadır. Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu tehdidi ortadan kaldırmak için gereken adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir” (CB, 20 Temmuz 2016). Diğer taraftan dava konusu düzenleme ağır ve bariz yetki tecavüzü içermektedir. Anayasanın 130. maddesine göre “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.” Buna rağmen dava konusu düzenleme ile çok sayıda öğretim elemanı görevden uzaklaştırılmıştır. Anayasanın üniversitelerin yetkili organlarına tanıdığı yetki Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan bakanlar kurulu tarafında kullanılmıştır ve bu ağır ve bariz yetki tecavüzü fonksiyon gaspı sonucunu doğurmaktadır. Aynı zamanda Anayasanın açık hükümleri yok sayılarak bireysel temel hak ve özgürlüklere müdahale edilerek fiili yol oluşturulmuştur. Anayasanın 15., 121. ve 130. maddelerinin açık bir şekilde yasakladığı müdahalelerin yapılması hukukun ve anayasanınEsas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 6 askıya alınması, dolayısıyla hukuk devletinin tamamen reddi anlamına gelmektedir. Bu Anayasanın kuvvetler ayrılığını düzenleyen Başlangıcına, hukuk devletini güvence altına alan 2. maddesine devlet yetkilerinin anayasadan kaynaklamasını öngören 6. maddesine, yasama, yürütme ve yargı yetkilerini düzenleyen 7., 8. ve 9. maddelerine, anayasanın üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesinin de hiçe sayılması anlamına gelmektedir. Aşağıda açıklanacağı gibi bu aslında anayasanın fiilen askıya alınması ve anayasasızlaştırma sonucunu doğurmaktadır. Anayasa Mahkemesi yetki gaspı suretiyle yapılan düzenlemelerin yokluk ile malul olduğunu kabul etmiştir. Mahkeme yokluk ölçütlerini şu şekilde belirlemiştir: Bir kanunun yokluğundan söz edilebilmesi ise yasama organının bu yönde bir iradesinin olmaması ya da anayasal düzende yasama organına verilmeyen bir yetkinin fonksiyon gaspı suretiyle kullanılması gibi hukuk âleminde hiçbir zaman varlık kazanamayacak olan durumlarda mümkündür. Kuvvetler ayrılığı ilkesi gereğince yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarını yerine getiren yasama, yürütme ve yargı organlarından birinin, diğerinin yerine geçmesi sonucunu doğuracak şekilde karar almaları “fonksiyon gaspına” yol açacağından, yasama organının, yasama fonksiyonu kapsamında yer almayan hususlarda “kanun” adı altında yapacağı düzenlemelerin hukuk âleminde varlık kazanabilmesi mümkün olmayacaktır. Belirtilen haller dışında kalan, kanunların veya kanun hükümlerinin Anayasa'ya uygunluk denetimi kapsamında incelenmesi gereken hususlarda Anayasa'ya aykırılığının saptanması ise ilgili kanun veya kanun hükümlerinin yokluğunu değil, iptalini gerekli kılar.” (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, R.G. 14/05/2014t., 29000s.) Mahkemenin bu kararında yasama organı için belirtilen fonksiyon gaspının, geçici yasama yetkisi kullanan yürütme organı için de geçerli olduğu açıktır. Dolayısıyla fonksiyon gaspı suretiyle yapılan işlemler yok hükmündedir. Anayasanın Başlangıcına, 2., 6., 7., 8., 9., 11., 15., 121. ve 130. maddelerine açıkça aykırı olarak fonksiyon gaspı suretiyle çıkarılan dava konusu düzenlemenin yokluğunun tespitine karar verilmesi gerekir. 2. (Cumhurbaşkanlığı Başkanlığında Toplanan) Bakanlar Kurulunun İradesi Oluşmadan Dava Konusu Düzenleme Çıkarılmıştır, Bu Nedenle Yok Hükmündedir OHAL KHK’lerinin hazırlanması ve çıkarılması sürecindeki şekil eksikliklerinin özellikle de işlem yapma iradesinin oluşup oluşmadığını Anayasa Mahkemesi’nin değerlendirmesi gerekir. Bilindiği üzere, OHAL KHK’leri için gerekli olan şekil ve usul koşulları Anayasa’nın 121. Maddesinde belirtilmektedir. Buna göre: 1. Kararnameler, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılmalıdır. 2. Kararnameler, Resmî Gazete’de yayımlanır. 3. Kararnameler aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. 4. Kararnamelerin TBMM tarafından onaylanmasına ilişkin süre ve usul, İçtüzükte belirlenir. 5. İçtüzüğün 128’inci maddesine göre ise, TBMM olağanüstü hâl KHK’lerini otuz gün içinde görüşüp sonuçlandırır.Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 7 KHK, hukuki niteliği itibariyle bir kolektif işlem türüdür. Kolektif işlemlerde gerçekleştirilen işlemlerin hukuk dünyasında var olabilmesi için o işlemi gerçekleştirmeye yetkili olan organda yer alan bireylerin iradelerinin tümünün aynı zamanda ve aynı doğrultuda açıklanmış olması gerekmektedir. Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmasına dair birbiriyle de bağlantılı iki sorun vardır. İlk olarak, söz konusu iradenin somut olayda oluşmuş sayılabilmesi için, KHK’lerin ana metinleriyle birlikte, kurum kapatma ve ihraç kararlarında isimlerin tek tek okunmuş olması gerekir. Ne var ki her bir KHK’nın kapsamının genişliği ve ekli olan ihraç ve kapatma listelerinin yüksek miktardaki sayıları dikkate alındığında, ilgili Bakanlar Kurulu toplantısında bu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerde yer alan isimlerin okunmadığına dair ciddi emareler bulunmaktadır. Sırf bu nedenle dahi Bakanlar Kurulu’nun iradesinin oluşmamış olduğu söylenebilir. Bakanlar Kurulu tarafından bir oylama yapılmış olması da iradenin oluştuğu anlamına gelmemektedir. KHK’lere ekli ihraç ve kapatma listelerindeki isimlerin tek tek okunmadığına ilişkin en inandırıcı kanıt bizzat Başbakan Binali Yıldırım’dan gelmiştir: “Takdir edersiniz ki önümüze gelen binlerce listeyi kontrol edip, doğru yanlış yapıldığını bilemeyiz. …Samimiyetle söylüyorum. Tek tek olaylarla ilgilenmedim. 100 bin kişi diyor ki bana da bak ona da bak. Mümkün değil. Hassasiyet gözetiyoruz. Geneline bakıyoruz. Kamuoyundaki etkilere göre önlem alıyoruz. Başka yöntem bulamadık.” Yine aynı doğrultuda Yıldırım’ın şu sözleri, ekli ihraç listelerinin Başbakan başta olmak üzere altında imzası bulunan bakanlar kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına dair aksi ispatlanamayacak bir kanıt niteliğindedir. “Takdir edersiniz ki biz önümüze gelen binlerce listeyi inceleyip, 'Efendim buradan kim hakkında işlem yapıldı. Doğru mu yapıldı, yanlış mı yapıldı? 'Böyle bir mekanizmamız yok, yapamayız da. Ancak ne zaman bilgimiz oluyor biliyorsunuz? Bunlar olduktan sonra haberlerde çıkıyor, sizler tabii araştırıyorsunuz bilinen isimleri, çıkıyor ondan sonra haberimiz oluyor. Bu da gayet doğal.” Söz konusu düzenlemelerin tamamının ve ekli listelerdeki isimlerin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmasının zaten hayatın olağan akışına da uygun olmadığı Başbakanın şu sözlerinden anlaşılmaktadır: “İnsan kapasitesinin yeteceği bir şey değil. Bu hassasiyeti gözetmemiz lazım. Bu bir hak, hukuk meselesi yani birinin konusuyla ilgilenip, diğerini görmezden gelirsek orada da adaletsiz bir durum ortaya çıkar mı? Geneline bakıyoruz. Şikayetleri, kamuoyunda oluşturduğu etkileri dikkate alarak, önlem almaya çalışıyoruz. Başka türlü bir yöntem bulamadık doğrusu.”. İkinci sorun ise, anılan Bakanlar Kurulu toplantı tarihleri ile ardı ardına çıkarılan KHK’lerin Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri arasındaki tutarsızlıklardır. Bir dizi KHK Resmi Gazete’de farklı tarihlerde yayımlanmış olmasına rağmen, bu kararnamelerin kabul edildiği Bakanlar kurulu toplantısı tarihi 2 Ocak 2017 olarak görülmektedir. Bu kararnameler sayıları ve Resmi Gazete’de yayımlanma tarihleri sırasına göre şu şekildedir: 679, 680 ve 681 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 6 Ocak 2017Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 8 683, 684 ve 685 Sayılı KHK’lar, Resmi Gazete yayınlanma tarihi: 23 Ocak 2017 686 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 7 Şubat 2017 687 Sayılı KHK, Resmi Gazete yayımlanma tarihi: 9 Şubat 2017 Bu görünüm karşısında, anılan KHK’lerin kabul edilmesi aşamasında ayrı ayrı KHK çıkarılmadığı, 2 Ocak tarihinde gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu toplantısında (belki de boş kâğıda) bakanların imzalarının alınarak, KHK’lerin ve ek listelerinin sonradan eklendiği izlenimi uyanmaktadır. Nitekim şu haber de bu izlenimi doğrular niteliktedir: “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Ocak’tan sonraki kararnamelere ilişkin “Bu tarihten sonra yayımlanan bütün kararnameler usulsüz. Süre ve kapsam bakımından sıkıntılar var. Bu kararnameler yetki bakımından da sorunlu. Saray karar veriyor, bakanlar imza atıyor, geriye dönük imza hali söz konusu, suçüstü haliyle karşı karşıyayız” dedi Bunun en büyük kanıtlarından biri de 2 Ocak toplantısına atfen bir kararnameyle ihraç edilenlerden bazıları, aynı toplantıya atfen ilan edilen bir başka kararnameyle göreve iade ediliyor” Özetle, tarihler arasındaki tutarsızlık ve Binali Yıldırım’ın sözleri, KHK metinlerinin ve eklerinin KHK’nın altında imzası bulunan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu dışındaki bir aktör veya organ tarafından hazırlandığına ve bu eklerin 2 Ocak 2017 tarihinde belki de boş kâğıda Bakanlar Kurulunun atmış olduğu imzaya eklendiğine işaret etmektedir. Diğer yandan bir kararnameyle ihraç edilen bir kişinin aynı toplantıda kabul edilen bir başka kararnameyle iade edilmiş olması da, KHK metin ve eklerinin Bakanlar Kurulu üyeleri ve Cumhurbaşkanı tarafından okunmadığına ve evleviyetle hazırlanmamış olduğuna dair önemli bir kanıt teşkil etmektedir. Burada önemle belirtmek gerekir ki, OHAL KHK’larını çıkarmaya yetkili olan makam Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan bakanlar kuruludur. Öte yandan bu yetkinin kullanılması aksi Anayasa’nın 121. maddesinde ayrıca belirtilmediğine göre, karşı imza kuralına tabidir. Anayasa’ya göre “Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.”(Md. 105) Bunun sonucu da anılan KHK’lerin altında isimleri yer alan Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun hukuki ve siyasi açıdan KHK’lerin içeriğinden sorumlu olmasıdır. Tüm bunlar dikkate alındığında Anayasa tarafından Bakanlar Kurulu’nun başkanı olarak düzenlenen (Md.112) Başbakanın yukarıda anılan ifadelerini; bakanlar kurulunun iradesinin oluşmadığının ilk elden itirafı olarak okumak gerekir. Bakanlar Kurulu 2 Ocakta toplandığı halde, ilerleyen hafta ve aylarda ve farklı tarihlerde birden çok KHK çıkarıldığına göre, bunlar çok büyük olasılıkla ek listeler (bürokratlar tarafından) hazırlandıkça 2 Ocak toplantısında alınan imzaların sonradan gelen KHK’lara eklendiği ve bu nedenle aslında Bakanlar Kurulu üyelerinin bu KHK’ların altına imza atmamış oldukları ihtimali oldukça yüksektir. Bu nedenle 2 Ocak sonrası tarihe sahip olan KHK’ler açısından; adları belirtilmiş olsa da Bakanlar Kurulu üyelerinin ıslak imzalarının bulunmamış olduğunu teyit edilmektedir.Esas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 9 Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre yetkili organın iradesinin oluşmamış olması işlemin yokluğuna neden olur (AYM Kararı: E.2014/57, K.2014/81, K.T. 10/04/2014, 14/05/2014 tarihli ve 29000 sayılı R.G.) Ayrıntılı olarak açıklanan nedenlerle iptali istenen düzenleme Cumhurbaşkanının Başkanlığında toplanan bakanlar kurulunun iradesi oluşmadan çıkarılan düzenleme yok hükmündedir. Anayasa Mahkemesinin bu yokluğu tespit etmesi gerekir. 3. Anayasa ve İçtüzükte Öngörülen Sürede Onaylanmayan KHK Yok Hükmündedir Anayasa’nın 121. maddesine göre OHAL KHK’larının Resmi Gazetede yayınlandıkları gün TBMM’nin onayına sunulması gerekmektedir. Onaylanma süresi ve usulünün düzenlenmesi ise İçtüzüğe bırakılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi İç Tüzüğü’nün Olağanüstü hal ve sıkıyönetim kanun hükmündeki kararnamelerinin görüşülmesi başlıklı 128. maddesi uyarınca; “Anayasanın 121 ve 122 nci maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak, komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır. Komisyonlarda en geç yirmi gün içinde görüşmeleri tamamlanmayan kanun hükmünde kararnameler Meclis Başkanlığınca doğrudan doğruya Genel Kurul gündemine alınır.” Görüldüğü gibi İçtüzüğün 128. maddesi onaylamanın 30 gün içinde tamamlanmasını öngörmektedir. 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin hukuki durumuna ilişkin olarak doktrinde bu KHK’ların kendiliğinden yürürlükten kalkacağı yönünde güçlü bir görüş bulunmaktadır. Tanör Yüzbaşıoğlu (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, (YKY, 2001), s.411) ve Teziç (Anayasa Hukuku, (Beta, 2003), s. 39) gibi yazarlar 30 gün içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından görüşülmeyen kanun hükmünde kararnamelerin kendiliğinden reddedilmiş sayılacağını ileri sürmektedir. Bu yazarlara göre 30 gün içinde kabul, ret ve değiştirilerek kabul edilmeyen KHK’lar kendiliklerinden yürürlükten kalkarlar ve yokluk ile malûldürler. Bunların yokluğu her mahkeme tarafından saptanabilirler. Kuzu (Olağanüstü Hal Kavramı ve Türk Anayasa Hukukunda Olağanüstü Hal Rejimi (1993) s. 262) ve Gözler (Kanun Hükmünde Kararnamelerin Hukuki Rejimi (Bursa, Ekin, 2000) s. 60) gibi başka bazı yazarlar ise otuz gün içinde TBMM’ce onaylanmayan OHAL KHK’larının “idari işlem” olarak kalacaklarını ileri sürmektedirler. Bu görüşlerden hangisi kabul edilirse edilsin öngörülen 30 günlük süre içinde OHAL KHK’larının TBMM tarafından onaylanmamış olması halinde bu KHK’ların OHAL KHK’sı niteliğini kaybedeceği görülmektedir. Bu durumda 30 günlük süre geçmiş olmasına rağmen TBMM’ce onaylanmamış olan OHAL KHK’larının sonradan onaylanmakla yeniden yürürlüğe gireceklerini söylemeye olanak bulunmamaktadır. Sonuç olarak yukarıda açıklanan her üç nedenle iptali istenen düzenleme yok hükmündedir ve bu yokluğun Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi gerekir. B. TBMM Tarafından Onaylama Sonrasına İlişkin Yokluk NedenleriEsas Sayısı : 2018/55 Karar Sayısı : 2018/56 10 Yukarıda açıklandığı gibi OHAL KHK’ları ile ancak geçici tedbirler alınabileceğinden, bunların kanun hükmünde olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır. Genel ve sürekli düzenlemeler yapması mümkün olmayan ve kanunları değiştiremeyen bir işlemin maddi olarak kanun niteliğinde olduğu söyle | 4,092 |
Esas Sayısı : 2008/50 Karar Sayısı : 2010/84 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Dava konusu 3.8.2006 tarihli ve 14971 sayılı Genel Yazıda, 4046 sayılı Yasanın 22. maddesine göre kamu kurum ve kuruluşlarına naklen atanan personelin aylık ve diğer mali haklarına ilişkin olarak açıklama yapılmasının gerekli görüldüğü belirtildikten sonra, anılan Yasanın 22. maddesinin altıncı fıkrasında öngörülen şahsa bağlı hakları, 15.8.2003 tarihinden itibaren üç yıl saklı tutulan personelin şahsa bağlı haklarının 14.8.2006 tarihinde sona erdirileceği belirtilmiştir. 4046 sayılı Yasanın Geçici 22. maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinde, '1.8.2003 tarihli ve 4971 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca şahsa bağlı hakları 15.8.2003 tarihinden başlayarak üç yıl süreyle saklı tutulan personelin şahsa bağlı hakları 14.8.2006 tarihinde sona erer.' hükmü yer almıştır. Bir statü hukuku olan memur hukuku, memurluğun koşulları ile hak ve yükümlülüklerinin önceden düzenleyici işlemlerle belirlenmesini gerektirir. Yönetimin tek yanlı iradesi ile yaptığı düzenlemelerle getirilen kuralların, yönetimin yine tek yanlı iradesi ile değiştirilmesinde, hukuk devleti ilkelerine uyulmasının ve hukuk düşüncesine sıkı sıkıya bağlılığın varlığı esastır. Hukuk devletinin gereklerinden biri, hukuksal güvenlik ilkesine uyulması, bir başka anlatımla hukuk kurallarının belirlilik ve öngörülebilirlik niteliklerini taşımasıdır. Hukuksal güvenlik, kişilerin gelecekle ilgili plan, düşünce ve kararlarında var olan hukuk kurallarına güvenerek hareket etmelerinin hukuken korunması gereğini ifade eder. Bu durum hukuk devleti anlayışının bir gereği olduğu kadar, Anayasa'nın 5. maddesiyle, Devlete yüklenen, 'vatandaşların refah, huzur ve mutluluk içinde yaşamalarını sağlama, maddi ve manevi varlıklarını geliştirmek için gerekli ortamı hazırlama' ödevinin de bir sonucudur. Hukuk güvenliği, diğer bir deyişle güvenin korunması ilkesi, var olan hukuksal durumun süreceğine olan güvenin boşa çıkarılmaması anlamına gelir. Güvenin korunması, her yasal düzenlemede göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Yasalar, yürürlükte bulundukları sıradaki olayların hukuki sonuçlarını belirler. Sonra çıkarılan yasaların, önceki yasalarla belirlenen hukuki sonuçları hükümsüz saymaları, hukuki güven ilkesine olduğu kadar, mantığa da aykırılık oluşturur. Zira, kimseden, gelecekte yürürlüğe girecek, bu günden bilinmeyen kurallara uygun davranış beklenilemez. Geriye yürümezlik hukukun genel ilkesidir. Bu kabul, bireyin hukuka duyduğu güveni sarsmama biçimindeki yönetsel ahlak anlayışının da bir sonucudur. 4046 sayılı Yasanın 22. maddesinde şahsa bağlı hak uygulamasına yer verilmiş olup, 22. maddenin şahsa bağlı hak uygulamasını getiren kuralının 15.8.2003 tarihine kadar yürürlükte kalan ilk şeklinde bu uygulamayı zaman bakımından sınırlandıran bir düzenleme yer almamıştır.Esas Sayısı : 2008/50 Karar Sayısı : 2010/84 2 15.8.2003 tarihli ve 25200 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren 4971 sayılı Yasanın 6. maddesiyle, 4046 sayılı Yasanın 22. maddesi yeniden düzenlenerek şahsa bağlı hak uygulamasına sınır getirilmiş, 4971 sayılı Yasanın Geçici 2. maddesinin birinci tümcesinde ise, 4971 sayılı Yasanın yayımı tarihinden önce 4046 sayılı Yasanın 22. maddesi gereğince şahsa bağlı hakları saklı tutulan ve halen bu haktan yararlanan personelin şahsa bağlı haklarının 4971 sayılı Kanunun yayımı tarihinden başlayarak üç yıl sonra sona ereceği kurala bağlanmıştır. Öte yandan 4046 sayılı Yasanın 22. maddesi 5398 sayılı Yasanın 8. maddesiyle yeniden düzenlenmiş, aynı Kanunun 29. maddesiyle 4046 sayılı Yasaya eklenen Geçici 22. maddenin birinci fıkrasının 2. tümcesinde de, 4971 sayılı Yasanın Geçici 2. maddesi uyarınca şahsa bağlı hakları 15.8.2003 tarihinden başlayarak üç yıl süreyle saklı tutulan personelin şahsa bağlı haklarının 14.8.2006 tarihinde sona ereceği kurala bağlanmıştır. Şahsa bağlı hak uygulamasına üç yıllık sınır getirilmesinden önce ataması yapılanlarla, T.C. Ziraat Bankası ve T. Halk Bankasında görev yapmaktayken ihtiyaç fazlası personel sayılanların söz konusu sınırlamanın getirileceğini beklemedikleri, ihtiyaç fazlası personel sayılma ve atama işlemlerine karşı dava açıp açmama konusunda, mevcut düzenlemeleri göz önüne alarak karar verdikleri, geleceğe ilişkin planlarını şahsa bağlı hak uygulamasının süreceğini düşünerek yaptıklarında kuşku bulunmamaktadır. Davacıların da, 15.8.2003 tarihinden önce 4046 sayılı Yasa gereğince atanmış olmaları ve atama öncesinde yürürlükte olan kurallarda şahsa bağlı hak uygulamasının zaman bakımından sınırlandırılmamış olması nedeniyle, bu uygulamaya zaman içinde sınırlama getirileceğini beklemeyeceği açıktır. Atandıkları ya da ihtiyaç fazlası personel sayıldıkları tarihte yürürlükte olan Yasa kuralında tanınan hakkın atandıktan sonra sınırlandırılması, davacıların durumunda olanların Devlete, hukuka ve adalete olan inancını ve güvenini sarsacaktır. Devlet düzeninin ayakta kalmasını ve yasaların uygulanmasını sağlayan en önemli öğeler, bunlara duyulan gereksinimle birlikte Devlete ve yasalara olan güvendir. Devletin, yönetilenlerin beklentilerini beklenmedik bir biçimde boşa çıkarmak suretiyle kendisine ve yasalara olan güven ve inancı sarsması, Devlet düzeninin de zamanla yıpranmasına yol açabilecektir. Bu nedenle, dava konusu düzenlemenin dayanağı olan 4046 sayılı Yasanın Geçici 22. maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesi Anayasanın 2. ve 5. maddelerine aykırıdır. Açıklanan nedenlerle, 4046 sayılı Yasanın Geçici 22. maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesinin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı'na gönderilmesine, 26.3.2008 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.' | 730 |
Esas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 1 I Anayasa’ya aykırılığı itiraz yoluyla ileri sürülen hüküm Somut olayda Mahkememiz önündeki uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan ve fakat Anayasa’ya aykırı olduğu değerlendirilen hüküm 5194 sayı ve 22.6.2004 tarih ve 5194 sayılı kanunun 13. maddesiyle değişik 556 sayılı KHK’nın 7/1 b madde ve bendidir. 556 sayılı KHK’nin 7. maddesinde sayılan tescil engelleri kamu düzeni ile ilgilidir ve mutlak ret nedenleri olarak adlandırılırlar. Bu nedenle TPE tescil sürecinde mahkemeler ise yargılama sürecinde resen dikkate almalıdır (Yasaman, Marka Hukuku, 1. Bası İstanbul 2004, C. I, s. 224). Zira bu nedenler, herhangi bir ayırt edici gücü bulunmayan ya da ticaret alanında herkesin kullanımına açık tutulması gereken, yanıltıcı, kamu düzenine, toplumun dini ve ahlaki değerlerine aykırı olduğu kabul edilen işaretlerin tescil edilmemesi amacını taşırlar (Y. 11. HD, 26.11.1999 T. ve E. 99/5790; K. 9490). İşte mutlak red nedenleri arasında öngörülen 556 sayılı KHK’nin 7/1 b bendi “Aynı veya aynı türdeki mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile aynı veya ayırt edilemeyecek kadar benzer markalar” ifadesini içermektedir. Bu düzenleme şekliyle anılan bendin tek başına uygulanabilirliği olmadığı açıktır. Zira bent metni KHK’nın 7. maddesinin 1. fıkrası ilk cümlesi olan metninde mevcut “Aşağıda yazılı işaretler marka olarak tescil edilemez” ifadesiyle birlikte bir anlam taşımaktadır. Şu halde, somut olayda uygulanması söz konusu hüküm bir bütün olarak, KHK ile öngörülen 7. maddenin 1. fıkrası ilk cümlesi ile birlikte KHK’ya Kanun ile eklenen 7/1 b bendidir. Bu nedenle itiraz yoluna başvurulan metin bir KHK hükmüdür. Anılan düzenleme bir bütün olarak, “aynı veya aynı türdeki mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile aynı veya ayırt edilemeyecek kadar benzer markalar”ın “marka olarak tescil edilemeyeceğini” belirtmektedir. Bu düzenlemeden hareketle Türk marka hukukunda bir markanın tek bir sahibi olması ilkesinin bulunduğu kabul edilir (Yasaman, age, s. 227). Bu nedenle TPE tescil başvuruyu mutlak red nedenleri yönünden incelerken, KHK’nin 7/1 b bendini de, re’sen dikkate alıp; bir başvurunun aynı veya aynı türdeki mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile aynı veya ayırt edilemeyecek kadar benzerleri olup olmadığını, sicildeki koruma süresi devam eden tüm marka ve başvurular göz önüne alarak denetler. Oysa, çağdaş marka hukuku ve 556 sayılı KHK’ya mehaz teşkil eden AB Marka Direktifi (Council Directive 89/104/EEC of 21 December 1988 to Approximate the Laws of the Member States Relating to Trade Marks) ve ilgili düzenleme itibariyle aynı içeriğe sahip olan anılan Direktifi değiştiren 2008/95/EC sayılı Direktifte bu maddenin ve ilkenin bir karşılığı yoktur. Zira marka başvuru ve tescili ile önceki marka ya da hak sahiplerinin bir başvuruya yönelik itirazları konulan, artık günümüzde tamamen liberal ve serbest piyasa koşullarının ihtiyacına göre, TC Anayasasının 48. maddesi kapsamında, çalışma ve sözleşme hürriyeti çerçevesinde düzenlenmektedir. Bu nedenle, 556 sayılı KHK’nın 7/1 b bendinin karşılığı, direktifte, önceki haklara dayalı diğer red veya hükümsüzlük nedenleri başlığı altında 4. maddenin l (a) bendinde ve nisbi red nedeni olarak önceki marka veya başvuru sahibinin itirazı halinde incelenebilecek bir itiraz gerekçesi olarak düzenlenmiştir. Mehazdan bu farklı düzenleme nedeniyledir ki, 556 sayılı KHK’nin 8/1 a bendinde aynı red nedenine bir kez de ilgilinin itirazı halinde incelenecek olan nisbi red sebebi olarak yer verilmiştir.Esas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 2 Esasen bu düzenleme biçimi, devletin (TPE’nin) kime hangi markanın verileceğini yada devredileceğini temel hak ve hürriyetlerin, serbest piyasa ekonomisi ilkelerinin önüne geçerek kamusal yönü bulunmayan nisbi red nedenlerine dayalı olarak belirleme, hiç bir görev ve yetkisi olmadığı halde tescil edilmiş (bir kısım) markaları koruma yada korumama, dahası tüm bu uygulamaları 556 sayılı KHK ile yapılmış ve TBMM’nin onayından geçmeyen idari bir tasarruftan ibaret düzenlemeye dayalı olarak, 1995 yılından bu yana yaklaşık 20 yıldır devam ettirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu nedenledir ki, Mahkememiz 556 sayılı KHK’nın somut uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan 7/1 b hükmünün, birbiriyle bağlantılı temelde üç noktada Anayasa’ya aykırı olduğu kanaatindedir. Bunlar, mülkiyet hakkı kapsamında bulunan ve bir sınai hak türü olan marka hakkına ilişkin düzenleme ve sınırlandırmaların, kanun yerine bir Kanun Hükmünde Kararname ile yapılmış olması; marka hakkının doğumu, sınırlandırılması, devri ve korunması hususlarıyla ilişkili nisbi nedenlerin, mutlak red nedeni olarak düzenlenmesi suretiyle, hukuk devleti ilkesine aykırılık yapılması ile çalışma ve sözleşme hürriyeti ilkelerine aykırılıktır. Dolayısıyla 556 sayılı KHK’nın 7/1 b bendine ilişkin düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığı üç başlık altında açıklanacaktır. II Temel Hak ve Hürriyetlerden olan Marka Hakkına İlişkin Düzenlemenin KHK ile Düzenlenmesi TC Anayasası’nın Cumhuriyetin nitelikleri başlığını taşıyan 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti’nin, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti” olduğunu belirler. Dolayısıyla hukuk devleti olma vasfı Cumhuriyetin, insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir devlet olmasının temeli ve teminatıdır. Zira bir devlet hukuk devleti olduğu tekdirde, hangi yetkinin hangi otorite tarafından ve nasıl kullanılacağı, açık, denetlenebilir ve öngörülebilir, adalet ve eşitlik ilkelerine uygun şekilde hukuk kuralları İle belirlenir. Dolayısıyla dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan hiç bir yetki kullanılamaz. Yasama yetkisi de “Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılır. Bu yetki devredilemez” (AY m. 7). Bununla birlikte AY m. 91 uyarınca, sınırlı ve belirli hallerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi verilemeyecek konular ise maddede, “sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler” olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla Anayasa’nın ikinci kısmının birinci bölümünde düzenlenen temel haklardan mülkiyet hakkının (AY:m.35) bir türü olan marka ve markadan doğan hakların kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenmesi mümkün değildir. Salt bu nedenle somut uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan 556 sayılı KHK’nin7/l b bendi, normun hüküm ifade eden KHK 7. madde 1. fıkrasının ilk cümlesi olan “Aşağıda yazılı işaretler marka olarak tescil edilemez” ifadesiyle birlikte anayasanın 2 ve 91. maddelerine aykırı bulunmaktadır. Bir diğer söyleyişle, tek başına uygulanma kabiliyeti olmayan KHK’nın7/l b hükmünün 5194 sayılı Yasa ile değiştirilmesi, Anayasa’nın 91. maddesine aykırılığı ortan kaldıran bir husus değildir. Açıklanan nedenlerle 556 sayılı KHK’nın 7/1 b hükmü AY’nın 91. maddesine aykırı olup iptali gerekir. III Hukuk Devleti İlkesine AykırılıkEsas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 3 Yukarıda belirtildiği üzere, hukuk devleti ilkesine TC Anayasasının Cumhuriyetin nitelikleri başlığını taşıyan 2. maddesinde yer verilmiştir. Bu ilke, Devletin her türlü eylem ve işlemlerinde uyması gereken hukuk kurallarının olduğu, böylece vatandaşlar yönünden tam bir hukuki belirliliğin ve güvencenin sağlandığı bir toplum düzenini ifade eder. Ancak hukuk devleti ilkesinin salt Anayasa’da yer alması yeterli olmayıp, ilkenin hayata aktarılması bazı somut koşulların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Anayasa Mahkemesi ‘Hukuk Devleti’ ilkesi bir kararında tanımlamıştır. Buna göre, “Anayasa’nın 2. maddesine göre, Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında sayılan hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir. Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması, temel hak ve özgürlüklerin, Anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır” (Anayasa Mahkemesinin, 1.7.1998 tarih ve Esas 1996/74; Karar 1998/45 sayılı kararı). Şu halde hukuk devleti ilkesinin salt Anayasa’da yer alması yeterli olmayıp, devletin tüm organlarının yetkileri, yaptığı işlem ve aldıkları kararların, yasalarda objektif, açık ve herkese eşit uygulanabilir bir biçimde düzenlenmesi gerekir. Aksi halde vatandaşlar yönünden hukuki güvenliğin yeterince sağlandığını söylemek olanaklı değildir. Bunun yanında, öncelikle yasa koyucu, norm koyarken insan hak ve özgürlüklerine getirilen sınırlandırmanın sınırı olarak ölçülülük ilkesi ile bağlıdır. Nitekim AY’nın. 5. maddesi, Devletin temel amaç ve görevleri arasında, “kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya” çalışmayı da saymıştır. 13. maddesinde ise, “Temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini; bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını” belirtmiştir. Temel hak ve hürriyetlerden birisi olan marka hakkına ilişkin düzenlemelerde bu hakkın elde edilmesine getirilen sınırlandırmalar, açık, net, denetlenebilir, herkese eşit uygulanabilir ve ölçülülük ilkesi ile bağdaşır bir düzenleme ile yapılmak gerekir. Somut uyuşmazlıkta uygulanması söz konusu olan KHK’nın 7/1 b hükmün ile yapılan düzenleme anılan bu ilkelere tamamen aykırıdır. Zira madde ile bir işaretin ancak bir kişiye marka olarak verilebileceğine dair bir ilke tercih edilmiş ise, yapılan düzenlemenin de bu amaca uygun, bununla sınırlı ve ölçülü, öngörülebilir ve tüm marka başvurusunda bulunan vatandaşlara eşitlik ve adaletli bir şekilde uygulanabilir olması gerekir. Oysa 556 sayılı KHK’nin 7/1 b bendi sadece “Aynı mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile aynı markaların” değil, “aynı türdeki mal veya hizmetle ilgili olarak tescil edilmiş veya daha önce tescil için başvurusu yapılmış bir marka ile ayırt edilemeyecek kadar benzer markaların” da tescil edilemeyeceğini benimsemiştir. Bu düzenleme biçimi, bir (ve aynı) işaretin ancak tek bir kişiye marka olarak verilebileceği ilkesinin amacını aşan bir düzenlemedir. Zira başvuru önceki marka ile aynı olmasa bile, tescil makamına tamamen nisbi red nedenleri arasında bulunması gereken, önceki marka ile iltibas teşkil eden ve “ayırt edilemeyecek derecede” benzer işaretlerin de aynı tür mal/hizmetler için tescil edilmemesi yetkisi vermektedir. Bu değerlendirme ise sübjektif, somut olayın, çekişmeli mal ve hizmetlerin niteliği ve ortalama tüketicilerinin algısına göre yapılan bir değerlendirmedir.Esas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 4 Nitekim, Marka İnceleme Kılavuzu ve Yargıtay kararları (Yargıtay 11. HD 12.10.2010 tarih ve 2008/14092 esas ve 2010/10118 karar sayılı; 07.02.2011 tarih ve 2009/7924 esas; 2011/1228 karar sayılı; 07.02.2011 tarih ve 2009/7924 esas; 2011/1228 karar sayılı kararlar) çerçevesinde başvuruya konu işaretin daha önce tescil edilmiş (veya başvurusu yapılmış) marka ile aynı olması, karşılaştırılan işaretlerin özdeş, farksız, tıpa tıp taklit, aynen veya bire bir kopya olmalarını ifade ederken; ayırt edilemeyecek kadar benzerlikte, orta düzeydeki alıcıda bıraktığı genel izlenimlerinin hemen hemen aynı olması şeklinde, tanımlanmakta, müşteri kitlesi nezdinde markaların yazılış, okunuş, görsel veya işitsel olarak aynı imiş gibi algılanıp algılanmayacağı üzerinde sübjektif bir değerlendirmeye girilmektedir. Bu nedenledir ki, uygulamada bir başvurunun KHK 7/1 b bendindeki tescil engeline takılıp takılmayacağı tamamen incelemeyi yapan görevlinin sübjektif değerlendirmesine ve takdirine bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu durum, başvuru sahipleri bakımından, nisbi red nedeni olarak ve itiraz halinde tartışılması gereken durumların, kamu otoritesinin re’sen dikkate alarak başvuruyu reddetmesi anlamına gelmekte, marka hakkının elde edilmesi sürecinde, hakkın özünü zedelen, ölçüyü aşan, kişi hak ve hürriyetlerine demokratik bir ülkede beklenebilecek müdahaleyi aşan bir sınırlamaya zemin oluşturmaktadır. Oysa, somut olayın şartlarına ve takdire bağlı iltibas değerlendirmesi KHK 8/1 b bendinde düzenlenmiş olan bir nisbi red nedeni sorunudur. Anılan red nedeninin değerlendirilebilmesi için de önceki bir marka veya hak sahibinin itirazının bulunması gerekir. Esasen KHK m. 7/1 b bendinin ayırt edilemeyecek derecede benzer işaretlerle aynı tür mal ve hizmetleri de içerecek şekilde nisbi red nedenleri alanına taşan genişletilmiş bir mutlak red gerekçesine yer vermesi ölçülülük ilkesine aykırı düştüğü gibi, başvuru sahipleri bakımından da, belirsiz, öngörülemeyen, hukuki güvenlikten yoksun bir uygulama anlamını taşımaktadır. Nitekim yürürlüğe girdiği 1995 tarihinden bu yana binlerce benzer uygulamada olduğu üzere, Y. 11 HD’nin 13.12.2013 tarih ve E.2012/1398, K.2013/2416 kararına da konu olan en sık karşılaşılan tipik uyuşmazlıklara da örnek verilebileceği gibi; somut olayda davacıya ait 2006/15583 s. biçimindeki, 7, 9, 11, 16, 37, 42. Sınıfları içeren başvuru yönünden; 200/1831 sayılı ve ibareli yine ve 190002 sayılı ve ibarele içekişmeli sınıflarda tescilli markalar KHK’nin 7/1 b bendi uyarınca MUTLAK RED nedeni olarak TPE tarafından re’sen redde gerekçe gösterilebilmiştir. Anılan uyuşmazlığa ilişkin yerel mahkeme gerekçesinde belirtildiği ve Yargıtay tarafından da benimsendiği üzere, somut olayda “başvurudan re’sen KHK’nin 7/1 b bendi uyarınca çıkarılan 16, 37 ve 42. Sınıflardaki mal ve hizmetlerin itiraza dayanak markalarda da yer aldığı, ne var ki işaretler yönünden aynı ve ayırt edilemeyecek derecede benzerlik söz konusu olmadığı” gibi; redde dayanak alınan 2000/01831 sayılı “HAS” ibareli markanın tescil edildiği 29.01.2002 tarihinden itibaren tescil kapsamında son beş yıldır kullanılmadığı tespit edilmiş ve anılan bu son marka KHK m. 42/1 c ve 14 maddeleri uyarınca hükümsüz kılınmıştır. Ne var ki, gerçek hak sahibinin marka başvurusu, tescili ve piyasaya girişi KHK 7/ b hükmündeki yapay bariyer nedeniyle uzun bir yargılama sürecinden sonra mümkün olabilmiştir. Oysa önceki marka sahiplerinin de başvurunun ilanına hiçbir itirazı olmadığı tekrar vurgulanmalıdır. Esasen bir nisbi red nedeni niteliği taşıyan öneki tescilli markalardan kaynaklanan tescil engelinin KHK m. 7/1 b hükmünde ve mutlak red nedenleri arasında düzenlenmesi, dahası geniş yoruma elverişli bir şekilde ‘aynı’ ibaresine ilave olarak ‘ayırt edilmeyecek derecede’ benzer ifadesine de yer verilmesi, idarenin ölçüsüz bir şekilde marka tescil sürecine müdahalesine neden olmuştur.Esas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 5 Oysa marka hukukunun esası, serbest rekabet ilkesi çerçevesinde yarışan çıkarlar arası bir dengenin kurulması düşüncesine dayanır. Bu dengede, genel kamu yaran, her şeyden önce sisteminin işlevsel ve aynı zamanda rekabet ilkelerine uygun olmasını gerektirir. Genel kamu yararını gözeten ve KHK’da yansımasını bulan düzenlemeler arasında, kamu düzenine aykırı işaretlerle, dini değer ve sembollerin marka olarak tescil edilemeyeceğine dair hükümler (KHK m. 7/1 j, k) gösterilebilir. Yine tüketicilerin yaran başvuruya konu işaretin markasal ayırt ediciliğe sahip olması (KHK m. 5, 7/1 a); işaretin tanımlayıcı olmaması (KHK 7/1 c); serbest piyasa ortamındaki rakiplerin yaran ise, tanımlayıcı işaretlerin herkese açık tutulması (marka tesciline konu olmaması) (7/1 c, d); teknik zorunluk, doğal yapı, asli değere karşılık gelen ürün görünümlerinin marka olarak bir kişinin tekeline verilmemesi (KHK m. 7/1 e); ayırt ediciliği olmayan / zayıf işaretlerin iltibasta etkisiz olması gibi kural ye ilkelerle dengelenmeye çalışılmıştır. Önceki marka, telif ve sınai hak sahiplerinin yaran ise, esasen bir nisbi red nedeni olarak KHK’nın 8. maddesinde ve hak sahibinin itirazı üzerine dikkate alınabilecek nisbi haklar olarak göz önüne alınmıştır. Gerçekten de, günümüzde marka koruması serbest rekabetin en temel unsurudur. Modem bir devlette serbest rekabet, firmaların mal ve hizmetlerinin kaynağını ve kalitesini garanti eden markalan sayesinde, tüketicileriyle sürekli bir iletişim kurmalarını gerektirir (ABAD HAG II, Case C 10/89). Bu iletişimin önünde KHK m. 7/1 b hükmü gibi yapay engeller bulunmamalıdır. Aksi bir durum rekabetin yine devlet eliyle bozulması anlamını taşır. Zira, 4054 s. Kanun’da tanımlandığı üzere, rekabet; mal ve hizmet piyasalarındaki teşebbüsler arasında özgürce ekonomik kararlar verilebilmesini sağlayan yarıştır. Aynı Kanunun 4. maddesi uyarınca, Belirli bir mal veya hizmet piyasasında doğrudan veya dolaylı olarak rekabeti engelleme, eylemleri hukuka aykırı ve yasaktır. Bu haller, arasında özellikle, Rakip teşebbüslerin faaliyetlerinin zorlaştırılması, kısıtlanması yahut piyasaya yeni gireceklerin engellenmesi, sayılmıştır. Şu halde serbest rekabet ilkesi, marka tescili ve korunmasında tercih edilecek sistemin belirlenmesi kadar, yasal düzenlemelerin açık, herkese eşit ve öngörülebilir bir şeffaflıkta uygulanmasının en temel çerçevesi ve hukuki güvencesini oluşturur. Bu amaçla, marka tesciline devletin müdahalesi anlamını taşıyan mutlak red nedenlerine ilişkin normlar (ve KHK 7/1 b hükmü) ölçülü, eşit, şeffaf, öngörülebilir netlikte olmalıdır. Ancak iptali talep olunan 556 sayılı KHK’nın 7/1 b hükmünün, hukuk devletinin en temel gereği olan anılan bu koşullan karşılayacak biçimde düzenlenmediği, esasen salt bu nedenle dahi Anayasa’ya aykırı olup iptali gerektiği Mahkememizin görüş ve anlayışı bakımından bir kristal kadar berrak bir gerçekliktir. Zira marka sistemi ve buna ilişkin düzenlemeler, çağdaş ve serbest rekabeti ilke edinmiş modem ekonomilerde, tescilde kolaylık, müteşebbislerin irade serbestisini ve girişim isteklerini önceleyen, eşitlik esasına tabi olmalıdır. Böyle bir ekonomide ve marka sisteminde piyasaya yeni girenleri engelleyen yapay bariyerlere yer yoktur. Yine tescil sisteminde yapay yığılma ve tıkanıklıklar olmamalıdır. Öte yandan tescil edilen bir marka makul bir süre içinde gerçekten ve fiilen kullanılmalıdır (556 KHK m 42/1 c, 14). Aksi halde bir başkasının marka başvurusuna veya kullanımına (önceki marka sahibinin itirazı halinde dahi) engel olamamalıdır. KHK 7/1 b hükmü anıları bu koşulların yerine getirilmesi amacına yönelen bir marka sistemi ve hukuk devleti ilkesi bakımından en temel sorunu oluşturmaktadır. Görüldüğü üzere, kökeni 1995 tarih ve 556 sayılı KHK ile yürürlükten kaldırılan 551 sayılı önceki Marka Kanunu’na uzanan, kamu otoritesinin markaların verilmesi sürecineEsas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 6 maksadını aşar şekilde müdahalesine gerekçe ve zemin oluşturan bu düzenlemenin esasen mehaz AB Marka Direktifinde öngörülmemesi yeni marka hukuku anlayışı ve sistematiği ile ilgili bir durumdur. Dolayısıyla 1995 tarihinde kabul edilen 556 sayılı KHK ile benimsenen yeni marka sitemiyle de çelişen bu düzenleme, Anayasa’nın 2, 5 ve 13. maddelerine de aykırıdır. IV Çalışma ve Sözleşme Hürriyetine Aykırılık Diğer taraftan AY’nın sözleşme hürriyetini düzenleyen 48. maddesi “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir” hükmünü içerir. Yine anılan maddenin ikinci fıkrasına göre, “Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.” Dolayısıyla ilke olarak herkes Marka Hukuku alanında da serbestçe sözleşme yapma ve markasını dilediği gibi bir başkasına devretme sonucunu doğuran sözleşmeler yapma hürriyetine sahip olmalıdır. Bu hürriyetin sınırlandırılması istisnai ve AY’nın 13. maddesindeki genel ilkelere uygun bulunmak zorundadır. Yine Anayasa’nın “Piyasaların denetimi ve dış ticaretin düzenlenmesi” başlığını taşıyan 167. Maddesi “Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır” hükmünü içerir. Esasen bir teşebbüsün mal ve hizmetlerini diğerlerinden ayırmaya yarayan ticari bir işaret olan marka ile ilgili düzenlemelerde de devletin işlev ve müdahalesi mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı tedbirler ile sınırlı olmalıdır. Oysa 556 sayılı KHK’nın 7/1 b hükmüyle öngörülen düzenleme, bir marka sahibinin markasını devrederken devredeceği marka ile “aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzer ve aynı ya da aynı tür mal/hizmetler için tescilli” diğer tüm markalarının da devri zorunluluğunu içinde barındıran bir hükümdür. Nitekim bu husus markanın devrine ilişkin Anayasa Mahkemesinin 13.05.2015 tarih ve 2015/49 esas, 2015/45 karar sayılı kararı ile iptal edilen KHK’nın 16/5 maddesinde açıkça belirtilmiştir. Anılan hükme göre, “Tescilli bir markanın devri sırasında aynı markanın veya ayırt edilemeyecek derecede benzerinin, aynı veya halkı yanılgıya düşürecek derecede benzeri mallar veya hizmetler için başka marka tescillerinin bulunması halinde, bu markaların da devredilmesi şarttır.” Şu halde KHK’nın 7/1 b bendindeki düzenleme, marka sahibi olma ve bunu devretme hürriyetine getirilmiş açık bir sınırlandırmadır. Gerçekten de, aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzer bulunan önceki marka sahibi başvurunun tesciline somut olayda olduğu üzere hiç bir itiraz ileri sürmediği halde, hatta kimi vakıalarda karşılaşıldığı üzere açıkça muvafakat verse dahi, KHK 7/1 b hükmü kamu düzenine ilişkin mutlak red nedenlerinden sayıldığından, başvurunun tesciline izin verilmemektedir. Görüldüğü üzere, sadece başvuru sahibi değil, re’sen redde esas alman marka sahibinin de sözleşme hürriyeti kapsamında kalması gereken ticari çalışmaları engellenmiş olmaktadır. Uygulamada da, Anayasa Mahkemesi’nin 13.05.2015 tarih ve 2015/49 esas, 2015/45 karar sayılı karan ile iptal edilen 556 s. KHK m. 16/5 hükmü de dikkate alınarak anılan iptal öncesinde, KHK 7/1 b düzenlemesi itibariyle aynı veya ayırt edilemeyecek derecede benzerlik koşullan bulunan bir kişiye ait birden fazla markadan sadece bir kışımı devir edilmek istendiğinde, bu istem TPE tarafından re’sen reddedilmekteydi. Bu nedenledir ki, MahkememizEsas Sayısı : 2015/93 Karar Sayısı : 2015/99 7 16/5 fıkrasında olduğu gibi, 7/1 b hükmünün de Yüksek mahkemece iptal edilmesi gerektiği kanaatindedir. Açıklanan nedenlerle Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla ve ilgili maddelerdeki sebeplere bağlı olarak sınırlandırılabileceği de gözetilerek, KHK ile marka sahipliği ve üzerinde tasarrufta bulunma hürriyetine getirilen bu sınırlama, mülkiyet hakkının bir türü olan marka hakkının ve sözleşme hürriyetinin özünü zedeleyen, amacıyla tutarsız ve ölçüsüz olup, Anayasa’nın 13, 48 ve 91. maddelerindeki temel düzenlemelere aykırı bulunmaktadır. K A R A R : 1 Mahkememiz önündeki uyuşmazlığın çözümü için uygulanması gereken 556 sayılı KHK’nın 7/1 b hükmünün TC Anayasa’sının 10, 13, 35, 48, 91. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılmakla Anayasa’nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi önünde, Anayasa’ya aykırılığının ileri sürülmesine ve iptalinin istenilmesine, 2 30.03.2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin kuruluş ve görevleri hakkındaki kanunun 40. Maddesi uyarınca gerekçeli başvuru kararı ve dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı bir örneğinin dizi pusulası ile ANAYASA MAHKEMESİNE GÖNDERİLMESİNE, 3 Anayasa Mahkemesinden verilecek kararın yasa gereği 5 ay süreyle beklenilmesine, Dosya üzerinden yapılan inceleme sonucu karar veril | 3,225 |
Esas Sayısı : 2018/18 Karar Sayısı : 2018/18 1 “ KONU: Mahkememiz dosyasında 06/12/2017 tarihinde yapılan duruşmasında verilen ara karar gereği 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin anayasaya aykırı olduğu düşünülerek yasanın iptali için anayasa mahkemesine itiraz yolu ile başvurulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin itiraz dilekçesi sunması üzerine maddenin iptali yönünden anayasa mahkemesine başvurulması gerekmiştir. OLAY: konut edindirme projesi kapsamında davalı belediye ili davacı arasında nüve konutları arsa tahsis sözleşmesi imzalanarak davacıya Gaziantep ili Şahinbey ilçesi Karataş mahallesinde bulunan taşınmazın tahsis edildiği, davacının üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirdiği gereken ödemeleri yaptığı ancak arsa tahsislerinin meclis kararıyla iptal edildiği ve imar değişikliğine gidildiği görülmüştür. Davacı vekili mahkememize sunmuş olduğu dilekçesi ile 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 2, 5. ve 10. maddelerinin bariz şekilde aykırı olduğunu yasanın açık olarak anayasa ve hukukuğun genel ilkelerine aykırı olması ve yerel mahkemelerde temyiz incelemesinde bir çok dosyanın olmasından ötürü hak kayıplarının önüne geçilmesi için şimdilik yürürlüğünün durdurulmasını arz ve talep ettiği görülmüştür. I İPTALİ İSTENİLEN KANUN HÜKÜMLERİ “Geçici Madde 10 (Ek: 20/8/2016 6745/12 md.) “Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller, ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar. Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir” hükmünü içermektedir. Bu madde ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği “hukuk devleti” olarak tayin edilmiştir. “Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan devlettir.” Hukuk devleti ilkesi; hukuki güvenilirlik, öngörülebilirlik ,müktesep hak , aleyhe kanunların geçmişe yürümemesi ilkelerini de içinde barındırmaktadır. Anayasanın 36. maddesi ise” (Değişik: 3/10/2001 4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmünü içermektedir. Bu madde ile yürürlüğe giren geçici madde “aleyhe geriye yürümezlik” kuralını ihlal ettiği için hukuka ve Anayasa’nın 2. ve 36. maddesine aykırıdır. Çünkü hukuki öngörülebilirlikEsas Sayısı : 2018/18 Karar Sayısı : 2018/18 2 ve bilinirlik gereğince yasal yola başvuran ve hakkını mahkemede arayan davacının; Kanunun olumsuz etkisinin geriye dönük tatbiki ile hak arama hürriyetine ciddi şekilde kısıtlama getirilmektedir. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılama ilkesine aykırıdır. İtirazın konusu: 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesi SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 6745 sayılı Kanunun 12. maddesiyle 775 sayılı Gecekondu Kanununa eklenen geçici 10. maddesinin Anayasaya aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.” | 499 |
Esas Sayısı : 2008/58 Karar Sayısı : 2011/37 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'C) ANAYASAYA AYKIRILIK SEBEBLERİ: 1 ANAYASANIN 2. MADDESİ YÖNÜNDEN: Anayasanın 2. maddesinde 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde; insan haklarına saygılı Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir' hükmüne yer verilmektedir. Hukuk devleti insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran bunu sürdürmekte kendini yükümlü sayan bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin en önemli gereklerinden biri kuşkusuz kuralları uygulayacak devlet işlerini yürütecek olan yönetimin hukuk düzenine bağlı olmasının sağlanmasıdır, yine hukuk devletinin en önemli unsurlarından birisi de yasaların genel olması ilkesidir. Bunun gereği ise yasa önünde eşitliktir. Buna göre aynı hukuki koşullarda idare ile vatandaş arasında farklılık olmaması, başka bir ifade ile idare için getirilen koşulların, aynı pozisyondaki vatandaş için de getirilmesi (nimet veya külfetçe eşit olması) gerekir. Bu bağlamda somut ihtilaf ele alınacak olursa; 213 sayılı yasanın 112. maddesinde vergi mükellefleri için bazı yükümlülükler dolayısıyla vergi idaresi lehine bazı düzenlemeler getirilmiştir. Buna göre yasanın ilk iki fıkrasında özel ödeme zamanlan düzenlenip, 3. fıkrada yasal vadelerinde tahsilatı yapılmayan vergilerde 6183 sayılı yasada tespit edilen oranda gecikme faizi alınacağı 4. fıkrada, fazla veya yersiz olarak tahsil edilen ve vergi kanunları gereği iadesi gereken vergilere, mükellefin belge bilgi temininden sonraki üç ay içinde iade yapılmaması halinde üç aylık sürenin sonundan itibaren 6183 sayılı yasa uyarınca belirlenen tecil faizi oranında faiz ödeneceği, 5. fıkrada ise; ihtirazı kayıtla beyan edilip ödendikten sonra yargı kararıyla iade edilip yine yargı kararı uyarınca tahsili gereken vergilere iade tarihinden itibaren 6183 sayılı yasaya göre belirlenen tecil faizi oranında gecikme faizi ödeneceği düzenlenmiş bulunmaktadır. Bu hükümlerin birlikte değerlendirilmesinden, idarelerin vergi alacaklarının geciken kısmı için vade tarihinden itibaren gecikme faizi (veya zammı) oranında faiz uygulanırken, vatandaştan haksız tahsil edilen vergilerin vergi kanunları uyarınca iadesinde ise 'mükellefin belge bilgi temininden sonraki 3 ay içinde iade edilmemesi halinde 3 aydan sonraki süre için tecil faizi oranında faiz öngörmektedir. Bir nevi burada devlet alacağında hemen vade tarihiyle faiz başlatılırken devletin borcu sözkonusu olunca mükellefin belge bilgi temininden sonraki 3. ay sonrasına faiz işletilmektedir. Ayrıca devlet alacağında gecikme zammı oranında faiz alınmakta iken devlet borcuna tecil faizi oranında faiz verilmektedir. 112. maddenin en önemli olan ve bu ihtilafın konusu olan handikabı ise; mahkeme kararıyla hukuka aykırılığı sabit hale gelen ancak vatandaşın iyi niyetle ödediği verginin iadesi sözkonusu olunca bunun için faiz öngörülmemesidir. Oysa mahkeme kararıyla hukukaEsas Sayısı : 2008/58 Karar Sayısı : 2011/37 2 aykırılığı ortaya konulan ve tahsil edilen vergi de; haksız tahsil edilen bir vergi olup, aylar veya yıllar sonra iadesi sırasında enflasyonist ortamda faiz uygulanmaması mükellef yönünden ekonomik eksilme idare yönünden ise sebepsiz zenginleşme sonucunu doğurmaktadır. Yasa koyucunun devlet alacağının her tür geç tahsilinde, (yargı kararı sebebiyle geç tahsil edilse bile), vade gününden itibaren faiz işletirken, yargı kararı gereği iade etmek zorunda olduğu vergilere faiz öngörülmemesi, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Her ne kadar, mahkeme kararıyla hukuka aykırılığı ortaya konulan vergilerin, iadesinin zaten zorunlu olduğu, iade sırasında ekonomik kaybı karşılamak için genel hükümlere göre 'hizmet kusurundan dolayı' faiz için ayrıca hüküm kurulabileceği, düşünülse de; öncelikle faiz talepleri, somut olayımızda olduğu gibi yargı yerlerince hemen 112. maddenin 4. fıkrasıyla irtibatlandırılmakta ve yasada bu yönde düzenleme olmadığı için talep reddedilmektedir. İdarece, yasa gereği yapılan iadelerde ise, 3 aydan sonrası için faiz uygulanarak devlet alacağı ile borcuna farklı muamele yapılmaktadır. Sonuç itibariyle; 112. maddede genel olarak devlet alacaklarına vade tarihinden geçerli faiz işletilmekte iken, devlet borcu diyebileceğimiz yasa gereği iade edilen vergilerde mükellefin müracaatından sonraki 3 ay sonrasından faiz işletilmesi ve de en önemlisi, yargı kararı gereği iadesi gereken vergilerde faiz ödemesinin hiç düzenlenmemesi sebebiyle 112. maddenin 4. fıkrasında Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine uyarlık bulunmamaktadır. 2 ANAYASANIN 10. MADDESİ YÖNÜNDEN: Anayasanın 10. maddesinde 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek: 7.5.2004 5170/1 md.)Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. (Değişik: 9.2.2008 5735/1 md.) Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü yer almaktadır. Anayasada düzenlenen eşitlik; kuşkusuz ki mutlak bir eşitliği değil hukuki eşitliği ifade etmektedir. Hukuki eşitlik ise; birbiriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasının engellemesidir. Buna göre eşitlik ilkesi; aynı hukuki durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşitliğin sağlanması ve ayrım yapmamayı gerektirir ki bu ilkeden devlet organları da muaf değildir. Bu bağlamda somut ihtilaf ele alınacak olursa; yukarıda da izah edildiği üzere 213 sayılı yasanın 112. maddesinde genel olarak devletin değişik sebeplerle geç tahsil edebildiği vergilere vade tarihinden geçerli olmak üzere faiz uygulaması öngörülmüşken, 4. fıkrada; yasalar gereği iade edilecek vergilere 3. aydan sonrası için faiz öngörülmüş olup, yargı kararı gereği yapılan vergi iadelerine hiçbir şekilde faiz uygulaması öngörülmemiştir.Esas Sayısı : 2008/58 Karar Sayısı : 2011/37 3 Burada iki yönden kanun önünde eşitlik ilkesi mükellef aleyhine devlet lehine ihlal edilmiştir; Öncelikle geciken tahsilatlara faiz uygulanması, ekonomik bir gereklilik olup; enflasyonist bir sistemde, geç tahsilat her iki taraf içinde aynı sonucu doğurur. Çünkü faiz; enflasyonist sistemde ekonomik değer kaybının tazmin aracıdır. Dolayısıyla geciken ödemelerde; alacaklı Devlet'te olsa mükellefte olsa aynı ekonomik kurala tabi olup faiz her ikisi yönünden de aynı önemde bir haktır. Dolayısıyla devlet alacağına faiz uygulayıp mükellef alacağına (vergi iadesine) faiz uygulamamanın hukuki ve ekonomik izahı yoktur. Bunun sonucu hukuken, ekonomi kurallarına göre aynı konumda olan iki tarafa farklı muamele yapılması sonucu doğmaktadır. Bu sebeple 112. maddenin 4. fıkrasında gerek, yasa gereği yapılan vergi iadelerine, mükelleflerin bilgi belge temininden sonraki 3. aydan sonrası için faiz uygulaması gerekse yargı kararı uyarınca iade edilen vergiler için hiç faiz öngörülmemesinde, aynı durumdaki devlet alacaklarına vade tarihinden geçerli faiz uygulaması öngörüldüğünden Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen, kanun önünde eşitlik ilkesine uyarlık bulunmamaktadır. 3 ANAYASANIN 35. MADDESİ YÖNÜNDEN: Anayasanın 35. maddesinde 'Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.' hükmü düzenlenmiştir. Ekonomilerde bir değişim vasıtası olan para, çeşitli ticari, sınaî, zirai vs. faaliyetlerde kullanılmakla, sahibine kazanç, kira, nema vs. adları altında kimi yararlar sağlayan ekonomik bir değerdir. Paranın, sahibi dışındaki kişi ve kuruluşlarca kullanılması, sahibinin bu ekonomik değerden mahrum bırakılması sonucunu yaratması yanında, enflasyon etkisinde olan ekonomilerde, paranın değerini, yani alım gücünü enflasyon oranına bağlı olarak yitirmesine neden olur. Anayasa Mahkemesinin 26.11.1999 gün ve 23888 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 15.12.1998 gün ve E: 1997/34, K: 1998/79 sayılı kararında da belirtildiği gibi; enflasyon ve buna bağlı olarak oluşan döviz kuru, mevduat faizi, hazine bonosu ve devlet tahvilli faiz oranlarının yüksekliği, borçlunun yararlanması, alacaklının ise zarara uğraması sonucunu doğurmaktadır. Hukuk sistemlerinde paranın sahibinden başkası tarafından kullanılmasının neden olduğu bu zarar, 'faiz' adı altında yapılan ek ödemelerle karşılanmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 21.9.1988 gün ve E: 1988/7, K: 1988/27 sayılı kararında, Vergi Usul Kanununun 112 nci maddesinde öngörülen 'gecikme faizi' ile ilgili olarak yapmış olduğu niteleme de bu yoldadır. Dahası; İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Birinci Dairesi de 9 Mart 2006 gün ve 100162/02 sayılı Eko Elda Avee/Yunanistan kararında, vergi olarak haksız tahsil edilen ve beş yıl beş ay sonra geri verilen meblağdan yararlanma hakkından uzunca süre mahrum kalınmasının, ilgilinin mali durumunda önemli ve kesin zararlara neden olduğunu; bu durumun da 1 Nolu Protokolün l'inci maddesini ihlal ettiğini kabul etmiştir. Avrupa Mahkemesi, anılan kararında, genel yarar ile kişi yararı arasında olması gereken dengeyi bozduğunu söylediği söz konusu zararın tazminine, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin düzenlemelerine dayanarak karar vermiş; tazminatın hesabına da, ölçü olarak gecikme faizi oranını esas almıştır. (Danıştay Vergi Dava Daireleri Kurulunun 26.1.2007 gün ve E:2006/182, K:2007/3 sayılı kararı muhalefet şerhi)Esas Sayısı : 2008/58 Karar Sayısı : 2011/37 4 Faiz, ekonomik açıdan paranın fiyatıdır. Herhangi bir kimse kendine ait olmayan bir parayı, hangi isim altında olursa olsun, belli bir süre kullandığında asıl sahibine faiz ödemek zorundadır. Paranın likidite (elde tutulma, cepte bulundurma, kullanıma hazır halde) olması her an her türlü hizmet, emtia veya üretim faktörünü satın alabilmesine olanak verir. Parayı elinde nakit veya hesabında bulunduran piyasa ekonomisi kuralları gereği geleceğe dönük olanaklardan yararlanabilir. Hak edildiği halde kişinin tasarrufuna geçmeyen paranın enflasyonist ortamlarda sahibinin satın alma gücünde kayıplara neden olacaktır. Devlete ödenmesi gereken vergilerin mükellefler tarafından zamanında ödenmemesi sonucu mükellefler bu paraları başka amaçlarla kullanarak çeşitli yararlar sağlamakta olup devlet vergi gelirlerinin bir kısmından yoksun kaldığı için harcamaları kısmak veya borçlanmak zorunda kalmaktadır. Bu nedenle Devlete faiz ödemesi yerindedir. Diğer taraftan vatandaşta haksız yere ödediği vergiyi ya borçlanarak temin ettiği ya da bazı gereksinimlerini kısarak, vazgeçerek ödediği ve belli bir zaman devletin kasasında haksız olarak tutulduğunun yargı kararıyla saptanması halinde aynen devlete ödenen gibi vatandaşa da yoksun kaldığı dönemler için aynı oranda ve miktarda bir miktarın ödenmesi mülkiyet hakkının korunması ilkesine uygun olacaktır. Buradan da anlaşıldığı üzere, gerek kişi gerek devlet yönünden, alacağının zamanında ödenmemesi halinde, ekonomik varlıkta enflasyon sebebiyle azalma olmakta, bir nevi mülkiyet hakkı zarara uğramakta ve bu zarar faizle telafi edilmektedir. Hal böyle olunca da; mükellefe aylar yıllar sonra iade edilen vergiye faiz işletilmemesi veya vade tarihinden sonraki dönemlerde işletilmesi kişi aleyhine mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır. Bu sebeple, 213 sayılı yasanın 112. maddesinin 4. fıkrasında; yasalar gereği iade edilen vergilere, mükellefin belge bilgi sunmasından sonraki 3. ay sonrasından itibaren faiz işletilmesi ve de yargı kararı gereği iade edilen vergilere faiz işletilmesinin hiç düzenlenmemesinde Anayasanın 35. maddesine uyarlık bulunmamaktadır. D) YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI TALEBİ İhtilaf her ne kadar parasal konuyla ilgili olup, telafisi güç sonuçlar doğurmayacakmış gibi görünse de; gerek yargı yerlerindeki farklı uygulamalar, gerekse devletin alacaklarına farklı borçlarına farklı tutum sergilediği kanaatinin toplumda yerleşmesine sebep olan en somut düzenleme olduğundan, toplumun devlet kavramını algılama tarzının olumsuzluğunu bertaraf etmek için yürürlüğün durdurulmasında kamu yararı olduğu düşünülmektedir.' | 1,614 |
Esas Sayısı:1977/129 Karar Sayısı:1978/35 1 I. İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇELERİ ŞÖYLEDİR : l 16036 sayılı ve 24/8/1977 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan 2102 sayılı Kamu İktisadî Teşebbüslerinin T. B. M. M. since Denetlenmesinin Düzenlenmesi Hakkındaki 468 numaralı Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesine ve bir geçici madde eklenmesine dair Kanun 15/8/1977 tarihinde kabul edilmiştir. Bu kanunun 3. maddesine üçüncü fıkra başlığı ile bir fıkra eklenmiştir. İptali istenen madde 3 ve fıkra 3 başlığının son fıkrası olan : KİT Personeline 440 sayılı Kanunun 30. maddesiyle geçici 7. maddesinde öngörülen hakların verilebilmesi için T. B. M. M. since bu teşebbüslerin bilânçolarıyle netice hesaplarının tasvip edilmiş, genel görüşmeye tabi olanların görüşmelerinin tamamlanmış olması gerekir hükmünden ibarettir. 2 Belirtilen fıkra ile Kamu İktisadî Devlet Teşebbüslerinde çalışan personele ikramiye verilmesi geleceğe, gayri muayyen zamana ve enfilasyonist ekonomi içinde aşınmış, hatta noksanlaşmış tediye esası getirmektedir. İtirazlarımız : Usul bakımından; l İptali istenen kanun Anayasa'nın 92. maddesi gereğince senatoda görüşme imkânı olmadan kesinleşmiş bulunmaktadır. Böylelikle normal yasama faaliyetleri zinciri içinde incelenmekten mahrum kalmıştır. 2 Millet Meclisi İçtüzüğünün 88. maddesi ihlâl edilmiştir. Şöyle ki: görüşülen kanun 468 numaralı kanunun bazı maddelerinden ibarettir. Oysaki getirilen hüküm 440 sayılı Kanunun tanzim sahasına giren bir hükmü değiştirmekte en azından yeni bir tanzim tarzı getirmektedir. Millet Meclisi İçtüzüğünün 88. maddesi gereğince meclis görüşmelerinde sadece 468 numaralı kanuna ait bir düzenleme getirilebilirdi. Oysaki 468 sayılı Kanun içinde 440 sayılı kanun adeta düzenlenmektedir. 3 Meclis müzakerelerinde muhalefet şerhi bulunmayan üyelere aleyhte söz verilmesi mümkün değildir. Komisyon başkanı durumunda bulunan önergedeki ilk imza sahibi ve diğer önerge mümzileri getirdikleri kanun tadil metnini; verdikleri önerge ile adetâ aleyhine fonksiyon icra etmişlerdir. Bu durumda bir içtüzük ihlâlidir. Esas bakımından : 1 Anayasa'mızın 42. maddesinin ikinci fıkrası; Devlet çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadî ve malî tedbirleri alır hükmünü getirmektedir. Sözü geçen iptali istenen madde ile çalışanların iktisadî gelişmelerindeki kararlılık ihlâl edilmektedir. Her yıl periyodik olarak ödenen ikramiyeler gayrı muayyen, belirsiz, tesadüfi, geleceğe terk edilmektedir. Bu durumdaki KİT personeli düzenli bir bütçe yapmak imkânından mahrum kalmaktadır.Esas Sayısı:1977/129 Karar Sayısı:1978/35 2 2 Türk parasının hızlı enflasyonla yıprandığı, eksildiği bir gerçektir. Bu sebeple KİT personeline verilecek ikramiye yıllık % 20 lik enflasyona maruz, eksik değerdeki para ile iki yıllık gecikme halinde % 40, daha fazla gecikme ile ziyade bir şekilde menfaati haleldar olmaktadır. Bu durum kazanılmış hakkı eksik daha doğrusu çok eksik vermekten başka bir şey değildir. 3 Millet Meclisi hesapları inceleme komisyonu şimdiye kadar yaptığı çalışmalarda geçmiş on yıl öncesi hesaplarını bile inceleyebilmiş değildir. Bu durumda yakın bir zamanda en az 5 yıllık bir rötar daha ilk tahmin olarak ifade edilebilir bu rötarın büyümesi milletimizin meclisimize güvenini sarsacaktır. Bu bakımdan 440 sayılı Kanuna göre yapılacak ödeme ve ikramiyelerdeki kanunî eksik, fazla veya hata kamu personeli yöneticilerinin mesuliyeti ile alâkalıdır. Kamu personeli yöneticileri kurumları ekonomisinin gereği olarak personelinin şevk ve hizmet arzusunu artırmak için düşündüğü ödemeyi yapamaması onun mes'uliyetine müdahale olduğu kadar, başarısına da engel sayılır. İkramiye verilmesinin meclis hesaplarını inceleme komisyonunun denetiminden sonra olması tabiri, belirsiz tarihlere atıfta bulunan bir sistem getirmektedir. Hakkaniyete aykırıdır. 4 Esasen kamu statülerindeki yenilikler, iyileştirici hükümler getirir Aleyhteki hükümler kamu statülerinde tatbik kabiliyetinden mahrumdur. Makable yani eskiye uygulanmaz. Kazanılmış hakların ihlâli mümkün olamaz. Yeni sayılan Kamu statülerinde lehdeki hükümler uygulanır, bu hususta tereddüt olursa Kamu personeli kendi lehindeki hükümleri terci hakkına sahiptir. Şimdiye kadar KİT personeli adına yapılan kamu açıklamalarında iptali istenen kanun NON GRATA istenmez kanun olarak ilân edilmiş bulunmaktadır. 5 2102 sayılı Kanun 468 sayılı Kanuna ek bir kanundur. Ama husule getirdiği neticeler bakımından adeta 440 sayılı Kanuna ek bir kanun gibi gözükmektedir. Netice ve talep : Arzolunan izahat muvacehesinde usul ve kanunlara ve Anayasa'mızın mana ve ahkâmına aykırı, bulunan 2102 sayılı Kanunun 3. madde son fıkrasının iptalini hürmetlerimizle talep ve rica ederiz. Hukuki sebepler : İlgili kanun ve maddeleri : Deliller : Kanunî deliller, re'sen nazara alınacak bilcümle delail, Anayasa madde 42 ve diğer kanun maddeleri. | 638 |
Esas Sayısı:1978/3 Karar Sayısı:1978/3 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : 6 Mart 1976 gün ve 15520 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 27.2.1976 gün ve 1940 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1976 yılı Bütçe Kanununun 11. Maddesi hükmü şöyledir: 2762 sayılı kanunla öngörülen taviz bedelleri, 1319 sayılı kanun gereğince verilen beyannamelerdeki değerlere göre hesaplanır. Sözü edilen 1319 sayılı Kanun emlak Vergisi Kanunu olup 24. maddesinde beyannamelerde vergi değerinin gösterileceği, 29. maddesinde de verği değerinin emlak vergisinin mevzuuna giren bina ve arazinni rayiç bedeli olduğu, rayiç bedelin de beyanname tarihindeki normal alım satım bedeli bulunduğu yazılıdır. Davalı idare, Bütçe Kanununun 11. maddesi hükmüne dayanarak taviz bedelini emlak vergisi yönünden verilen beyannameye göre hesaplanmıştır. Bu hale nazaran, kanun koyucu sözü edilen bütçe kanununa bütçe ile ilgili olmayan bir hüküm getirmiş ve 2762 sayılı Yasayı etkileyecek hükümler koymuştur. Herşeyden önce, Anayasa'nın 126. maddesinin son cümlesine göre; Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz. Bundan dolayı 1940 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1976 yılı Bütçe Kanununun 11. maddesine bütçe ile ilgili hükümler dışında hüküm konulduğundan önce bu madde bu nedenle Anayasaya aykırıdır. T.C. Anayasa'sının T.B.M.M. görev ve yetkilerinden bahseden 64. maddesinin birinci fıkrası kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak işi ile devletin bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarını görüşüp kabul etmek işini ayrı nitelikte yetki alanları saydığından değişik biçimde belirlemek yolunu seçmiştir. Oysa sözü edilen 1940 sayılı Bütçe Kanununun niteliği açıklanan 11. maddesi, kanun ile düzenlenmesi gereken konuların bütçe kanunu ile düzenlenmesi ve değiştirilmesi yöntemini uygulayarak bütçe kanununda yer almıştır. Bundan dolayı, bu madde Anayasa'nın 64. maddesine de aykıdır. Bütçe kanunları ile diğer kanunların amaçları birbirinden tamamıyla farklı olduğu gibi, meclislerde kabul ediliş şekilleri de birbirinden tamamıyla farklıdır. Bundan dolayı diğer kanunlarda yer alması gereken hükmün, 1940 sayılı Bütçe Kanununun 11. maddesinde yer alması, bu yönden dahi Anayasa'ya aykırıdır. | 292 |
Esas Sayısı : 2017/108 Karar Sayısı : 2017/91 1 “İmar uygulamalarının askı panosunda 1 ay süreyle asıldığı ve kesinleştiği, davacının imar uygulamalarına itiraz etmediği nedeniyle hak düşürücü süre yönünden davanın reddi gerektiği, yine talep edilen bedelin fahiş olduğu bildirilmiştir. Davanın açıldığı tarih 02/05/2013’tür. Bu tarih itibariyle mevcut yasal düzenlemelere göre imar uygulaması nedeni ile bedele dönüşen kısım için dava tarihindeki değerin baz alınması ve bu değer üzerinden hüküm kurulması gerekmektedir. Bu nedenle mahkememizce 01/11/2013 günlü keşif yapılmıştır. Keşif sonrasında sunulan bilirkişi raporları ile dava konusu edilen taşınmazda davacının 874. 24 m2 bedele dönüşen taşınmazı yönünden iptal edilen 6487 sayılı Yasa hükmüne göre uygulama tarihindeki arsa bedeline dava tarihine kadar yasal faiz işletilerek güncelleme yapıldığında 524.304. 00 TL değer saptanmıştır. Mahkememizce 2013/495 Esas, 2014/518 Karar sayılı ve 28/08/2014 günlü karar ile 6487 sayılı Yasa hükümlerine göre belirlenen değer üzerinden karar verilmiş Mahkememiz kararı Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 2015/968 Esas, 20 İ 5/12196 Karar sayılı ve 02/06/2015 günlü bozma ilamı 13.03/2015 gün ve 29294 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan Anayasa Mahkemesinin 13/11/2014 gün ve 2013/95 2014/176 sayılı kararı ile 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun başlığı ile birlikte değiştirilen geçici 6. maddesinin “2981 sayılı Kanuna göre yapılan imar uygulamalarından ipotekle teminat altına alınanlarda dahil olmak üzere her illerinin borçlu idarelerce ödenmesine” ilişkin usulü düzenleyen 12. fıkrası Anayasanın 2., 35. ve 36. maddelerine aykırı görülerek iptal edilmiş olduğundan, dava tarihindeki değerin tespit edilmesi gerektiği nedeniyle Mahkememiz kararı bozulmuştur. Bozma uyarınca Mahkememizce 24/06/2016 günlü keşif yapılmıştır. Keşif sonrası sunulan bilirkişi raporunda bedele dönüşen 874. 24 m2 alanın m2 birim fiyatı 1.200. 00 TL'den, dava tarihindeki değeri 1.049.088. 00 TL olarak belirlenmiştir. 6745 Sayılı Yasada 35. Madde ile 2942 Sayılı Kanuna geçici 12. madde eklenmiştir. “GEÇİCİ Madde 12 24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 sayılı İmar Kanununun Bir Maddesinin Değiştirilmesi Hakkında Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve bedel artırım davalarında taşınmazın değeri; uygulamanın tapuda tescil edildiği tarih değerlendirme tarihi olarak esas alınmak ve o tarihteki nitelikleri gözetilmek suretiyle tespit edilir. Tespit edilen bu bedel, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi tablosu esas alınmak suretiyle dava tarihi itibarıyla güncellenir ve ortaya çıkan gerçek bedel hak sahibine ödenir.Esas Sayısı : 2017/108 Karar Sayısı : 2017/91 2 Bu Kanunun geçici 6 ncı maddesinin üçüncü, yedinci, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri, bu madde kapsamındaki davalar ve icra takipleri için de uygulanır. Devam eden dava ve icra takipleri ise bu madde hükümlerine göre sonuçlandırılır.” şeklinde yeni bir yasal düzenleme yapılmıştır. Mahkememizce yeni yasal düzenleme nedeni ile Yargıtay 5 Hukuk Dairesinin 2015/26267 esas, 2016/12986 emsal bozma ilamında belirtildiği şekilde benzer davalarda anılan yasa hükmüne göre ek rapor alınarak karar verilmesi gerektiği hususunda görüş bildirilmesi nedeni ile mahkememizce derdest bulunan davada bilirkişi kurulundan 6754 Sayılı Bilirkişi Kanunun 2942 sayılı Kanunun 15. maddesinde 39. madde ile yapılan değişiklik gözetilerek Taşınmaz Değerlendirme Uzmanı eklenerek ek rapor alınmıştır. Bilirkişi kurulunun hazırladığı ek raporda; Yasal değişiklikler nedeni ile imar uygulamasının tapuya tescil tarihi olan 10.08.2009 tarihindeki değeri 30348 TL olarak belirlenmiş ve 6745 sayılı Yasanın 35. maddesi gereğince bu değer üzerinden Yurt içi üretici fiyat endekslerine göre dava tarihine endekslendiğinde 586.289. 10 TL bedele dönüşen kısım için bedel tespiti yapılmıştır. Görüldüğü gibi, davanın açıldığı tarih itibariyle mevcut yasal düzenlemeler karşısında 1.049.088. 00 olan taşınmaz bedeli, 6745 sayılı Yasanın yeni hesaplama yöntemi ile 586.289. 10 TL ye düşmüştür. Gerçek ya da tüzel kişilerin mülkiyet hakkı Anayasal güvence altında olup, Anayasa’nın 35. maddesinde temel haklar ve ödevlere ilişkin ikinci bölümde düzenlenmiştir. Mülkiyet hakkında kısıtlama ancak kamu yaran amacı ile ve yasa ile mümkündür. Yine mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Türk Medeni Kanunu açısından bakıldığında 683.maddede yapılan düzenleme ile M bir şeye malik olan kimse hukuk düzeninin sınırları içinde o şey içinde dilediği gibi kullanma ve tasarruf yetkisine sahiptir”. Bu maddenin doğal sonucu olarak kullanmama şeklinde de tasarruf mümkündür. Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme ye ek protokol (1) (Paris 20.3.1952) Madde 1: Mülkiyetin Korunması Her gerçek ve tüzel kısının mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yaran sebebi ile ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası hukukun genel ilkelerine uyumlu olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir Yukarıdaki hükümler devletlerin; mülkiyetin kamu yararına olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasalan uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Demeci kabul edildikten sonra bu demeçteki bazı ilkelerin Avrupa Konseyine üye devletlerin ülkesinde kanun gibi uygulanmak amacı ile hazırlanmıştır. Sözleşme Avrupa Konseyine üye Devletler tarafından Roma da 4.11.1950 tarihinde imza edilmiştir.Esas Sayısı : 2017/108 Karar Sayısı : 2017/91 3 Türkiye Avrupa insan Hakları Sözleşmesinin 10.3.1954 tarih ve 6366 sayılı kanun ile onaylayarak Turk Hukuk Düzeninde yürürlüğe konmuştur. Ek protokolün 1 maddesinde mülkiyet hakkına müdahale için 3 koşul on görülmekte olup bunlar; 1 Müdahale kamu yaran amacına yönelik olmalıdır 2 Müdahalenin yasa ile öngörülen koşullara ve Uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olmalıdır 3 Mülkiyete yönelik müdahalede amaca ulaşmak için başvurulan yöntem ile amacı arasında orantılılık adil denge olmalıdır. Somut olay incelendiğinde; Davacının tapulu mülkiyet hakkı sahibi olarak korunmaya değer bir hakkının bulunduğu görülmektedir. İlgili Belediye’nin İmar Kanununa uygun olarak yaptığı imar uygulaması nedeni ile mülkiyet hakkı sahibinin taşınmazının bir kısmının bedele dönüştüğü anlaşılmaktadır. Söz konusu bedelin tespiti hususunun davacının mülkiyet hakkının karşılığını dava tarihi itibariyle alabilmesi gerekmektedir. Mülkle ilgili olarak mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kamu veya genel çıkarlar doğrultusunda meşru bir amaca hizmet ettiği anlaşılmakta ise de, bu meşru amaca hizmet etmenin yeterli olmadığı, aynı zamanda orantısal olması gerektiği, AİHM sinin emsal kararında öngörüldüğü şekilde toplumun genel çıkarlarının gerekleri ile bireyin temel haklarının korunması gereği arada adil bir dengenin korunması gerekmekte olup, somut olayda 6745 Sayılı Yasanın imar uygulamasının tescil tarihi itibariyle belirlenecek değerin Yurt içi Üretici Fiyat Endeksleri ile dava tarihine göre güncellenmesi yöntemi uygulandığında, davacının dava tarihinde talep edebileceği rayiç değerle orantılı olmadığı ve buna göre adil bir dengenin korunamadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan Yurt içi Üretici Fiyat Endeksi tablosu taşınmazın değerini saptama yönünden objektif ölçüt olarak yan unsurlar olmadığından alınabilecek bir niteliğe sahip değildir. Bu durum ise davacının Anayasal bir hak olan mülkiyet hakkının ilgili idare karşısında adil bir denge korunmadığından ihlal edildiği anlamına gelmektedir. Söz konusu 6745 sayılı Yasanın 35. maddesi ile 2942 sayılı Yasaya eklenen geçici 12. maddesinin “Yapılara uygulanacak bazı işlemler ve 6785 sayılı İmar Kanununun bir maddesinin değiştirilmesi hakkında kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve bedel arttırım davalarında taşınmazın değeri uygulamanın tapuda tescil edildiği tarih değerlendirme tarihi olarak esas alınmak ve o tarihteki nitelikleri gözetilmek suretiyle tespit edildi. Tespit edilen bu bedel Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan Yurt içi Üretici Fiyat Endeksi Tablosu esas alınmak suretiyle dava tarihi itibariyle güncellenir ve ortaya çıkan gerçek bedel hak sahibine ödenir.’” hükmü hesaplama yöntemi açısından söz konusu uygulamanın Anayasa'ya Türk Medeni Kanun Hükümleri'neEsas Sayısı : 2017/108 Karar Sayısı : 2017/91 4 Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi, İnsan Haklan ve Temel Özgürlükleri Sözleşmesi ve ek protokol hükümlerine göre iptali gerektiği düşünülmektedir. Anayasa Mahkemesi tarafından gerekli incelemeler yapılarak ilgili yasanın ilgili hükümlerinin iptali konusunda karar oluşturulması saygı ile talep olunur.” | 1,192 |
Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ A E.2013/157 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: 1. 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/3 5 6 8 9 madde hükümleri birlikte değerlendirildiğinde bu madde kapsamına giren suçlardan dolayı soruşturma başlatılması halinde; şüpheli hakkında spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbiri derhal uygulamaya konulacaktır. Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı, kovuşturma evresinde mahkeme tarafından bu tedbirin kaldırılmasına karar verilmediği takdirde, bu yasağın uygulanmasına da koruma tedbiri olarak devam edilecektir. 2. Koruma tedbiri olarak uygulanan spor müsabakalarını seyirden yasaklanma tedbirinin; kamu davasının açılmasının ertelenmesine, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesi halinde, kararın kesinleştiği tarihten itibaren; ön ödeme halinde ise ön ödemede bulunulduğu tarihten itibaren, bir yıl süreyle spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbirinin uygulanmasına devam edilecektir. 3. Bu madde hükümlerine göre spor müsabakalarını seyirden yasaklanan kişi, yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabakanın tarafı olan ve taraftarı olduğu takımın katıldığı spor müsabakalarının yapılacağı gün, yurt içinde bulunduğu takdirde, müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra bulunduğu yere en yakın genel kolluk birimine başvurmakla yükümlü kılınmıştır. Bu yükümlülüğe aykırı hareket etmesi halinde yirmibeş günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılacaktır. 4. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. 5. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında da belirtildiği üzere; Anayasa'nın 38. maddesinin birinci fıkrasında, Kimse, kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz denilerek suçun kanuniliği, üçüncü fıkrasında da Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur denilerek, cezanın kanuniliği ilkesi getirilmiştir. Anayasa'da öngörülen suçta ve cezada kanunilik ilkesi, insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir anlayışın öne çıktığı günümüzde, ceza hukukunun da temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır. Anayasa'nın 38. maddesine paralel olarak 5237 sayılı Kanun'un 2. maddesinde yer alan suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca, yasaklanan eylemlerin ve bu yasak eylemlere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Kişilerin yasak eylemleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır. Bu ilke, aynı zamanda temel hak ve özgürlükleri en geniş biçimiyle gerçekleştirip güvence altına almakla yükümlü olan hukuk devletinin esas aldığı değerlerden olup, uluslararası hukukta ve insan hakları belgelerinde de özel bir yere ve öneme sahip bulunmaktadır. Ceza yaptırımına bağlanan fiilin kanunun açıkça suç sayması şartına bağlanması nedeniyle, suç ve cezalara dair düzenlemelerin şekli bakımdan kanun biçiminde çıkarılması yeterli olmayıp, bunların içerik bakımından da belirli amacı gerçekleştirmeye elverişli olmaları gerekir. Bu açıdan kanunun metni, bireylerin hangi somutEsas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 2 eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belirli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek şekilde düzenlenmelidir. Bu nedenle belirli bir kesinlik içinde kanunda hangi eylemin hangi hukuksal yaptırıma bağlandığının bireyler tarafından bilinmesi ve eylemlerin sonuçlarının öngörülebilmesi gerekir. 6. Açıklanan bu tanım ve ilkeler ışığında başvuru konusu yasa hükümleri incelendiğinde; bir suç işlediği şüphesiyle hakkında soruşturma başlatılan kişinin her hangi bir adli makamın ve bu bağlamda yetkili ve görevli Hakim veya Mahkemenin hatta Cumhuriyet Savcısının kararı olmaksızın; resen ve doğrudan bir koruma tedbirine maruz bırakılması Anayasa'nın 2, 5, 12, 15, 38, maddelerine aykırıdır. Öte yandan uygulanan bu koruma tedbirine karşı şüphelinin her hangi bir itiraz veya başvuru yolunun düzenlenmemiş olması nedeniyle Anayasa'nın 36. maddesine de aykırılık bulunmaktadır. 7. Mahkumiyet niteliğinde bulunmayan ve esasında koşullu bir Düşme kararı olan Kamu Davasının Açılmasının Ertelenmesine veya Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılmasına karar verilmesi halinde dahi, kararın kesinleştiği tarihten itibaren; önödeme halinde ise, önödemede bulunulduğu tarihten itibaren, bir yıl süreyle spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbirinin uygulanmasına devam edileceği hükmü; Anayasa'nın 38. maddesinde düzenlenen ve masumiyet karinesi olarak tanımlanan; Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz düzenlemesine aykırıdır. Zira burada hakkında ön ödeme ihtaratına riayet etmesi nedeniyle; Kovuşturmaya Yer Olmadığına karar verilen şüpheli hakkında dahi, anılan tedbirin 1 yıl süreyle daha uygulanacağı belirtilmiştir. 8. Uygulanan seyirden yasaklama tedbîri kapsamında; yasanın tanımlaması ile, hakkında soruşturma başlatılan şüphelilerin yükümlülüklerinin düzenlendiği maddenin 8. fıkrası uyarınca; yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabakanın tarafı olan ve taraftarı olduğu takımın katıldığı spor müsabakalarının yapılacağı gün, yurt içinde bulunduğu takdirde, müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra bulunduğu yere en yakın genel kolluk birimine başvuracaktır. Öncelikle böyle bir başvuru yükümlülüğünün; CMK 109. maddesinde düzenlenen Adli Kontrol benzeri bir mahiyette bulunması nedeniyle; ancak yetkili hakim veya mahkeme tarafından verilen bir karar uyarınca yüklenmesi mümkün olup; aksi yöndeki düzenleme Anayasa'nın 19. maddesine aykırıdır. Ayrıca taraftarlık tanımı soyut bir tanımı olup; bir kişinin hangi spor takımının tarafları olduğunun tespiti çoğu zaman (objektif ölçülerle) mümkün değildir. Bir spor müsabakasını izlemek amacıyla gelen kişinin müsabakanın tarafı olan takımlardan her hangi birinin taraftarı olmaması her zaman tabii ve mümkündür. O halde yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabaka sırasında işlediği fiiller nedeniyle hakkında seyirden yasaklama tedbiri uygulanan kişilerden; müsabakanın tarafı olan takımın tarafları olan şüpheli bu yükümlülüğe tabi iken; müsabakanın tarafı olan takımın taraftarı olmayan şüpheli bu yükümlülükten muaf olacaktır. Öte yandan yasa koyucu, anılan yükümlüğü; takım sporlarına ilişkin yapılan müsabakalar ile sınırlı tutarak bireysel müsabakalarda bu madde kapsamında işlenen fiiller ile ilgili olarak hakkında soruşturma başlatılan şüphelileri madde kapsamı dışında tutmuştur. Bu nedenlerle anılan düzenleme Anayasanın 10. ve 38. maddelerine aykırı niteliktedir.Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 3 Yine yasada şüphelinin taraftarı olduğu takımın hangi klasman müsabakalarının oynandığı günde başvuru yükümlülüğünü yerine getireceği hususunda bir açıklık bulunmamaktadır. Örneğin en üst lig klasmanında mücadele veren bir futbol, basketbol veya veloybol takımının Türkiye Ligi, Türkiye Kupası, Avrupa Kupaları, Özel Turnuvalar ve Hazırlık Maçları şeklinde bir çok ayrı klasmanda müsabakaları olmaktadır. Yasa koyucu şüphelinin bu klasmanlardan hangisi veya hangileri kapsamında oynanan müsabakalar ile ilgili yükümlülük bulunduğu hususunda bir açıklık getirmemiştir. Bu bakımdan da düzenlemenin Anayasa'nın 10. ve 38. maddelerine aykırı nitelikte olduğu değerlendirilmiştir. SONUÇ : Mahkememizin 20l3/851 Esas sayılı dosyasında uygulanacak olan 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/3 5 6 8 9 madde hükümlerinin mahkememizce Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine varıldığından; Anayasa'nın 152. maddesi ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesi uyarınca iptaline karar verilmesi saygıyla arz olunur. B E.2014/37 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: a) Başvuru gerekçesi Davaya konu olay nedeniyle 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/8. maddesinin ihlâl edildiği iddia olunarak sanıkların anılı Yasanın 18/9. maddesi gereğince cezalandırılmaları istemi üzerine, mahkememizde yapılan yargılama devam ederken, sanıklar hakkında görülen davada uygulanması gereken kanun hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatine ulaşılmakla söz konusu kanun maddelerinin iptalleri için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, uyuşmazlığın Anayasa Mahkemesi'nce bu konuda verilecek karardan sonra incelenmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki vereceği karara kadar davanın en az 5 ay süreyle DURMASINA karar verilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi kenar başlıklı 152. maddesinde Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia, temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz. hükmü;Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 4 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi kenar başlıklı 40. maddesinde ise (1) Bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa; a) İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslını, b) Başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneğini, c) Dava dilekçesi, iddianame veya davayı açan belgeler ile dosyanın ilgili bölümlerinin onaylı örneklerini, dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine gönderir. (2) Taraflarca ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep, gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir. Bu husus esas hükümle birlikte temyiz konusu yapılabilir. (3) Genel Sekreterlik gelen evrakı kaleme havale eder ve keyfiyeti başvuran mahkemeye bir yazı ile bildirir. (4) Evrakın kayda girişinden itibaren on gün içinde başvurunun yöntemine uygun olup olmadığı incelenir. Açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvuruları, Mahkeme tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedilir. (5) Anayasa Mahkemesi, işin kendisine noksansız olarak gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse ilgili mahkeme davayı yürürlükteki hükümlere göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse mahkeme buna uymak zorundadır. hükmü yer almaktadır. Yüksek Mahkemenin yerleşik içtihatları ve anılı yasa maddeleri birlikte ele alındığında, uygulamada somut norm denetimi adı verilen bir yöntemle kanunların veya kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa'ya aykırı olduğunun ileri sürülmesi için, evvela mahkemenin elinde usulünce açılmış mahkemenin yetkisi ve görevine giren bir davanın bulunması ve iptali istenen kuralların da o davada uygulanacak kurallar olması gerekir. Bunun yanında itirazın esastan incelenebilmesi için iptali istenen kuralın, görülmekte olan dava sırasında Anayasa'ya aykırı olduğu yönünde bir iddianın öne sürülmesinden sonra bunun mahkemece ciddi bulunması ya da mahkemenin Anayasa'ya aykırılık durumunu re'sen görmesi gerekir. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Genel Kurulu'nun 12/07/2011 tarihli ve 219 sayılı kararı gereğince davaya bakmak yetki ve görevi mahkememize ait olup, incelemeye konu somut olayda, sanıklar hakkında davaya konu olay nedeniyle 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/8. maddesinin ihlâl edildiği iddia olunarak sanıkların anılı Yasanın 18/9. maddesi gereğince cezalandırılmaları istendiğine ve bu isteminEsas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 5 diğer dayanak hükmü aynı Yasanın 18. maddesinin üçüncü fıkrasının ilk cümlesi olduğuna göre itiraz yolu ile iptali istenen kanun maddeleri, görülmekte olan davada uygulanacak kurallardır. İptali istenen kanun maddeleri ise mahkememizce re'sen Anayasa'ya aykırı görüldüğünden ve böylelikle itiraz başvurusuna ilişkin usulî şartlar oluştuğundan işin esasının incelenmesine geçilerek 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesi ile 8. ve 9. fıkralarının İPTAL edilmesi için Anayasa Mahkemesi'ne iptal istemi ile başvurulmuştur. b) Esasa ilişkin iptal gerekçesi ve Anayasa'ya aykırılık sebepleri Anayasa'nın 19. maddesinde: Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir. Şekil ve şartları kanunda gösterilen: Mahkemelerce verilmiş hürriyeti kısıtlayıcı cezaların ve güvenlik tedbirlerinin yerine getirilmesi; bir mahkeme kararının veya kanunda öngörülen bir yükümlülüğün gereği olarak ilgilinin yakalanması veya tutuklanması; bir küçüğün gözetim altında ıslahı veya yetkili merci önüne çıkarılması için verilen bir kararın yerine getirilmesi; toplum için tehlike teşkil eden bir akıl hastası, uyuşturucu madde veya alkol tutkunu, bir serseri veya hastalık yayabilecek bir kişinin bir müessesede tedavi, eğitim veya ıslahı için kanunda belirtilen esaslara uygun olarak alınan tedbirin yerine getirilmesi; usulüne aykırı şekilde ülkeye girmek isteyen veya giren, ya da hakkında sınır dışı etme yahut geri verme kararı verilen bir kişinin yakalanması veya tutuklanması; halleri dışında kimse hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmalarını, delillerin yokedilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadıyla veya bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer hallerde hakim kararıyla tutuklanabilir. Hakim kararı olmadan yakalama, ancak suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yapılabilir; bunun şartlarını kanun gösterir. Yakalanan veya tutuklanan kişilere, yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar herhalde yazılı ve bunun hemen mümkün olmaması halinde sözlü olarak derhal, toplu suçlarda en geç hakim huzuruna çıkarılıncaya kadar bildirilir. (Değişik birinci cümle: 3/10/2001 4709/4 md.) Yakalanan veya tutuklanan kişi, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir. (Değişik: 3/10/2001 4709/4 md.) Kişinin yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına derhal bildirilir. Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır. Serbest bırakılma ilgilinin yargılama süresince duruşmada hazır bulunmasını veya hükmün yerine getirilmesini sağlamak için bir güvenceye bağlanabilir. Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir.Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 6 (Değişik: 3/10/2001 4709/4 md.) Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir. 23. maddesinde : Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Yerleşme hürriyeti, suç işlenmesini önlemek, sosyal ve ekonomik gelişmeyi sağlamak, sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak; Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek; Amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. (Değişik fıkra: 7/5/2010 5982/3 md.) Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir. Vatandaş sınır dışı edilemez ve yurda girme hakkından yoksun bırakılamaz. 13. maddesinde: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. 36. maddesinde: Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.(1) Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz. 2. maddesinde: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. 59. maddesinde: Devlet, her yaştaki Türk vatandaşlarının beden ve ruh sağlığını geliştirecek tedbirleri alır, sporun kitlelere yayılmasını teşvik eder. Devlet başarılı sporcuyu korur. (Ek fıkra: 17/3/2011 6214/1 md.) Spor federasyonlarının spor faaliyetlerinin yönetimine ve disiplinine ilişkin kararlarına karşı ancak zorunlu tahkim yoluna başvurulabilir. Tahkim kurulu kararları kesin olup bu kararlara karşı hiçbir yargı merciine başvurulamaz. hükmü yer almaktadır. Görülmekte olan davada mahkeme önüne gelen somut olayda, sanıkların, dava dışı başka bir olay nedeniyle haklarında 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/2. maddesi kapsamında savcılık soruşturması başlatıldığı, sırf bu soruşturma nedeniyle anılı Yasanın 18. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesi gereğince seyirden yasaklama tedbirinin kendiliğinden kolluk birimlerince uygulanması sonrasında bu tedbirin gereği olan ve anılı Yasanın 18/8. maddesine aykırılık nedeniyle eldeki davanın açıldığı, anılı Yasanın 18/9. maddesi gereğince de cezalandırılmalarının istendiği anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 7 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18/3. maddesinde: Bu madde kapsamına giren suçlardan dolayı soruşturma başlatılması halinde şüpheli hakkında spor müsabakalarını seyirden yasaklama tedbiri derhal uygulamaya konulur. 18/8. maddesinde: Bu madde hükümlerine göre spor müsabakalarını seyirden yasaklanan kişi, yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabakanın tarafı olan ve taraftarı olduğu takımın katıldığı spor müsabakalarının yapılacağı gün, yurt içinde bulunduğu takdirde, müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra bulunduğu yere en yakın genel kolluk birimine başvurmakla yükümlüdür. 18/9. maddesinde: Sekizinci fıkradaki yükümlülüğe aykırı hareket eden kişi, yirmibeş günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılır. hükümleri yer almaktadır. Bu yasal düzenlemelere göre, kişinin spor müsabakalarını seyirden men edilmesi kararının uygulanması için, kişi hakkında salt bu Yasa kapsamında 18/2. madde gereğince soruşturma başlatılmış olması yeterli görülmektedir. Seyirden men kararının derhal uygulamaya konulması ile de kişiye, taraftarı olduğu takımın spor müsabakalarını takip ederek yurt içinde bulunduğu takdirde spor müsabakalarının yapılacağı gün en yakın genel kolluk birimine başvurma yükümlülüğü yüklenmekte, (taraftarı olan takımın taraftarlığından vazgeçilme hakkı tanınmadan) buna aykırı davranış ise adlî para cezası olarak yaptırıma bağlanmaktadır. Hakkında hangi suçtan soruşturma veya kovuşturma başlatılmış olursa olsun, herkes, suçluluğu mahkemece sabit görülünceye kadar masumdur. Hakkında başlatılan soruşturma ile şüpheli rolüne sokulan ve çoğu kez bu durumdan haberdar bile olmayan veya daha sonra bunu öğrenen bir kişinin kendiliğinden yürürlüğe konulan bir tedbir uygulaması ile bilmeden buna aykırı davranmış olması her zaman ihtimal dahilinde olup, bu durum, kişi hürriyeti ve güvenliği açısından tehlike arz eder mahiyettedir. Böyle bir durumda doğal olarak, tedbire maruz kalan kişiye, hakkında uygulanan tedbire hukuksal açıdan itiraz anlamında karşı koyma hakkı verilmelidir. Yasa metninde bu tedbire karşı itiraz mahiyetinde her hangi bir yasa yolu da öngörülmemiştir. İptali istenen yasa hükümleri ile aleyhine tedbire başlanan şüpheliye uygulanmak istenen tedbirle yüklenen sorumluluk, kişiyi bir takımın sürekli taraftarı olmaya zorladığı ve taraftarlıktan vazgeçme olanağı tanımadığı için, insan onuru ve kişi hürriyeti ile bağdaşmaz. Öte yandan, yurt içinde bulunma koşulu ile ve başkaca istisnaî durum öngörülmeden kişiyi taraftarı olduğu takımı tutmaya zorlamak ve bireye bu takımın spor müsabakalarını takip ederek kolluk birimine her şart ve durumda başvuru yapma zorunluluğu yüklemek insan hakkı ihlâli anlamına gelir ki bu durum ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 5. maddesinde ifadesini bulan özgürlük ve güvenlik hakkı ve 1. maddesindeki insan haklarına saygı yükümlülüğü ile de bağdaşmaz ve düzenleme, bu yönüyle de Anayasamızda güvence altına alınan insan haklarına, devletin sporun kitlelere yayılması ödevine, seyahat hakkı ile kişi hürriyeti ve güvenliğine aykırılık teşkil eder. Söz konusu yasada, seyirden men tedbirine ilişkin karara karşı itiraz hakkının tanınmaması da ayrı bir sorundur. Böyle bir tedbire maruz kalan kişinin buna itiraz hakkının olmaması, yine Anayasamızda güvence altına alınan hak arama hürriyetine de ters düşer. Seyahat hürriyeti, suç soruşturma ve kovuşturması sebebiyle ve suç işlenmesini önlemek amaçlarıyla kanunla sınırlanabilir. Bu konudaki sınırlamanın ise hakkın özüne dokunmaması gerekir. İptali istenen yasal düzenlemelerde, suç soruşturması sebebiyle sınırlanan seyahat hakkı, spor müsabakalarının yapılacağı gün en yakın genel kolluk birimineEsas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 8 başvurma yükümlülüğü konusunda mazeret kabul etmediği için ölçülü de değildir. Bu nedenle Anayasa'nın 13. ve 23. maddelerine aykırıdır. SONUÇ Yukarıda da değinildiği üzere, açıklanan gerekçelerle 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesi ile 8. ve 9. fıkralarının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2, 13, 19, 23, 36 ve 59. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşılmakla; 6222 sayılı Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun'un 18. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesi ile 8. ve 9. fıkralarının iptali için Anayasa'nın 152. maddesi ile 6216 sayılı Yasanın 40. maddesi uyarınca itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dava dosyası içeriğinden konu ile ilgili görülen belgelerin onaylı örneklerinin bu kararla birlikte Anayasa Mahkemesi'ne gönderilmesine, uyuşmazlığın Anayasa Mahkemesi'nce bu konuda verilecek karardan sonra incelenmesine, Anayasa Mahkemesi'nin bu konudaki vereceği karara kadar davanın en az 5 ay süreyle DURMASINA dair 09.01.2014 tarihinde karar verildi. C E.2014/53 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir: Seyirden Yasaklı Kişinin Kanunda Belirtilen Şekilde Kolluk Kuvvetine Müracaat Etmeme Suçundan Sanık hakkında mahkememizde yapılan açık duruşması sırasında verilen ara kararı uyarınca; Her ne kadar Sanık 29/07/2013 günü oynanan Galatasaray Napoli, 03/08/2013 günü oynanan Galatasaray Porto, 04/08/2013 günü oynanan Galatasaray Arsenal, 11/08/2013 günü oynanan Galatasaray Gaziantepspor, 25/08/2013 günü oynanan Bursaspor Galatasaray, 30/08/2013 günü oynanan Eskişehirspor Galatasaray maçlarında bu yükümlülüğünü yerine getirmediğinden bahisle cezalandırılması istemiyle mahkememize kamu davası açılmışsa da 6222 sayılı Sporda Şiddetin Ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunun amacının sportif faaliyetlerde düzensizlik çıkartanların spor müsabakaları ve diğer tüm sportif faaliyetleri yerinde seyrini yasaklayarak sportif faaliyetlerde düzeni sağlamak olduğu, ancak 6222 sayılı Yasanın 18/8. ve 18/9. maddesi irdelendiğinde Bu madde hükümlerine göre spor müsabakalarını seyirden yasaklanan kişi, yasaklama kararının sebebini oluşturan fiilin işlendiği müsabakanın tarafı olan ve taraftarı olduğu takımın katıldığı spor müsabakalarının yapılacağı gün, yurt içinde bulunduğu takdirde, müsabakanın başlangıç saatinde ve bundan bir saat sonra bulunduğu yere en yakın genel kolluk birimine başvurmakla yükümlüdür. (9) Sekizinci fıkradaki yükümlülüğe aykırı hareket eden kişi, yirmibeş günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılır. şeklinde olduğu yine aynı Yasanın 5/4 maddesinin (4) Spor müsabakalarının yapıldığı alanlara girişi sağlayacak biletler, elektronik sistem üzerinden oluşturulur. Bilet satın almak isteyen kişilerle ilgili olarak, üzerinde adı, soyadı, Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası ve fotoğrafı olan bir elektronik kart oluşturulur. Kişinin yabancı olması halinde kart üzerinde Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası yerine uyruğu olduğu devletin adı ile Türkiye'ye giriş yaptığı pasaportun seri numarası kaydedilir. Bilet satışları kişilere özgü elektronik kart üzerinden yapılabilir. Spor müsabakalarına, kişi ancak adına düzenlenen elektronik kart ile izleyici olarak girebilir. Spor müsabakasına izleyici olarak girecek kişilerin kontrolünü ev sahibi kulüp yapmakla yükümlüdür. Bu yükümlülük ev sahibi olmayan müsabakalarda, müsabakaya katılan her iki kulüp; milli müsabakalarda ise, ilgili federasyon tarafından yerine getirilir. şeklinde olduğu şu halde seyir yasağı konulan kişinin elektronik bilet almasının ve maçlara seyirci olarak katılmasının yine aynı Yasanın 5/11. maddesinin (11) Dördüncü fıkrada belirtilen elektronik kart uygulaması ile ilgili olarak;Esas Sayısı : 2013/157 Karar Sayısı : 2014/138 9 a) Bilet organizasyonu ve seyircilerin müsabaka alanlarına giriş ve çıkışına ilişkin kontrol ve denetim yetkisi federasyonlara ait olup federasyonlar bu amaçla bünyelerinde merkezi kontrol sistemi oluşturur. Elektronik kart oluşturulmak amacıyla alınacak kişisel bilgiler federasyon bünyesinde oluşturulan merkezi veri tabanında tutulur. Bu veri tabanı Maliye Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı erişimine açıktır. şeklinde olması ile mümkün bulunmadığı, ayrıca müsabakaların yapılacağı sahalarda kamera tanıma sistemlerinin bulunacağının aynı yasada düzenlenmiş olduğu ve bu nedenle de yasaklı kişinin sahaya girmesinin mümkün olmadığı, seyirden yasaklanma tedbirinin branş ayrımı olmaksızın tüm spor müsabakalarını ve antrenmanları kapsamasına rağmen yasaklı kişinin sadece taraftarı olduğu maçlarda en yakın kolluk birimine başvurmasının kanunun kendi ile çeliştiğini açıkça ortaya koyduğu, Anayasamızın 13. maddesinin Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. şeklinde olduğu, 6222 sayılı Yasanın 18/8. maddesinin yasaklı kişinin taraftarı olduğu takımın her maçında en yakın kolluk birimine imza yükümlülüğü getirerek Anayasadaki ölçülülük ilkesini aştığı, şu halde 6222 sayılı Yasanın amacının 6222 sayılı Yasanın 18/8. ve 18/9. maddesi dışındaki diğer tedbirlerle yerine getirildiği 18/8. ve 18/9. maddesinin ise ölçülü olmadığı kanaatiyle 6222 sayılı Yasanın 18/8. ve 18/9. maddesi üst norm olan Anayasanın ölçülülük ilkesine uymadığı kanaatiyle takdir mahkememize ait olmak üzere bekletici mesele yapılmasına karar verilmekle, 1 6222 sayılı Yasanın 18/8. ve 18/9. maddesinin üst norm olan Anayasanın ölçülülük ilkesine uymadığı kanaatiyle bu hususunda Anayasa Mahkemesine somut norm denetimi başvurusunda bulunulmuş olup takdirlerinize arz olunur. | 3,606 |
Esas Sayısı : 2013/147 Karar Sayısı : 2014/75 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 1 Mahkememizin 2013/209 Esas sayılı dosyasının yargılama sırasında, somut olayda uygulama yeri bulunduğu düşünülen 556 sayılı KHK'nın 42/1 c maddesinin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na aykırı olduğu düşünülerek Anayasanın 152. maddesi gereğince itiraz yoluyla Yüksek Mahkemenize iptal başvurusunun yapılması gerekmiştir. 2 Dava konusu uyuşmazlık, asıl dava yönünden davacıya ait markaya tecavüzün durdurulması, maddi ve manevi tazminat ve davalı adına tescilli 2003/20195 no'lu markanın hükümsüzlüğü ve ilan taleplerine ilişkin olup, karşı davada ise davacının 99/022976 no'lu markasının kullanmama nedeniyle hükümsüzlüğü dava edilmektedir. Mahkememizce 01/03/2012 tarihinde asıl davanın kısmen kabulüne ve davalı adına tescilli 2013/20195 no'lu markanın hükümsüzlüğüne sair taleplerin reddine, karşı davanın kısmen kabulüne ve karşı davada davalı adına tescilli 99/022697 no'lu markanın kullanmama nedeniyle 3. sınıftaki kremler emtiası dışında kalan tüm emtia bakımından hükümsüzlüğüne, krem emtiası yönünden hükümsüzlük talebinin reddine karar verilmiş ancak Yargıtay 11. Hukuk Dairesi tarafından yapılan temyiz incelemesi sonucunda karşı davada davacının markasının krem emtiası dışındaki 3. sınıf emtialarda ve diğer sınıflarda hükümsüzlüğüne karar verilmiştir. Bu durumda mahkemece davacı markasında sadece hükümsüz kılınmayan krem emtiası ile, davalı markası kapsamındaki emtiaların karşılaştırılması suretiyle iltibas bulunup bulunmadığı hususunda ek rapor alınıp sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm tesisi doğru görülmemiştir gerekçesi ile, bozulmuş ve bu bozma kararında kullanmama nedenine bağlı hükümsüzlük hali, geçmişe etkili olarak sonuç doğurduğundan hareketle davacının 99/22697 no'lu markasının geçmişe etkili olacak şekilde hükümsüz olacağı kabul edilmiştir. Yüksek Mahkeme'nin bu kabulü 556 sayılı KHK'nın 14. maddesinde iptal yaptırımı ile düzenlenen kullanmama halinin, KHK mn 42/1 c maddesinde bir hükümsüzlük sebebi olarak düzenlenmesi ve KHK'nın 44. maddesi gereğince hükümsüzlük kararının geçmişe etkili sonuç doğurmasına dayalıdır. Yüksek Mahkeme'nin bozma ilamına uyulması ve davacının 99/22697 no'lu markasının geçmişe etkili olarak hükümsüz kılınması durumunda davacı önceki marka sahibi konumundan, sonraki marka sahibi konumuna düşeceğinden, esasen hükümsüzlük kararının kesinleşmesinden itibaren hüküm ifade etmesi gereken yaptırım bundan çok daha geriye ve başvuru tarihine kadar geri gidebileceğinden, davacının özünde bir mülkiyet hakkı olan marka hakkı geçmişe etkili olacak şekilde ihlal edileceğinden, 556 sayılı KHK'nın 42/1 c maddesi somut olayda uygulama yeri bulunan bir yasa hükmü olup bu nedenle itiraz yoluyla başvuruda, iptali istenen yasa hükmünün somut olayda uygulanma ihtimali bulunması gerektiğine dair şekli şartın gerçekleştiği düşünülmüştür. 3 Somut olayda, uygulama yeri bulunduğu ve Anayasa'ya aykırı olduğu düşünülen yasa hükmü, 556 sayılı KHK'nın 42/1 c maddesi olup, madde başlığı Hükümsüzlük Halleri olan bu maddenin 1. fıkrasının (c) bendi aşağıdaki gibidir; c) 14. maddeye aykırılık, (ancak 5 yılın dolması ile davanın açıldığı tarih arasında ciddi biçimde kullanma hükümsüzlük nedeni sayılmaz. Dava açılacağı düşünülerek kullanma gerçekleşmiş ise, mahkeme davanın açılmasından önceki 3 ay içerisinde gerçekleşen kullanmayı dikkate almaz)Esas Sayısı : 2013/147 Karar Sayısı : 2014/75 2 4 Markanın kullanılmamasının bir hukuki yaptırıma bağlanması doğru ve gereklidir. Ancak öğretide de kabul edildiği gibi bu yaptırım hükümsüzlük değil, iptal olmalıdır. (Dr. Aslan KAYA, Marka Hukuku sh. 344 345, Prof. Hamdi YASAMAN, Marka Hukuku, Cilt 1, sh.651). Nitekim Anayasa'ya aykırılık sorunu da markanın kullanılmamasının bir iptal sebebi olarak değil, bir hükümsüzlük sebebiolarak düzenlenmesinden ve KHK'nın 44. maddesi gereğince hükümsüzlük kararlarının geçmişe etkili olacak şekilde hüküm ifade etmesinden kaynaklanmaktadır. 5 Markanın kullanılmaması gerek uluslararası düzenlemelerde, gerek AB mevzuatında, gerekse birlik ülkeleri mevzuatında biriptal sebebi olarak düzenlenmektedir ve baştan itibaren gerçersizlik söz konusu değildir. Türkiye'nin de taraf olduğu, TRIPS Anlaşması'nın (Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) 19. maddesine göre markanın kullanılmamasının yaptırımı iptaldir. Buna göre kullanılmayan marka ancak 3 yıllık minimum süre geçtikten sonra iptal edilebilir. AB Marka Direktifi'nin (2008/95 EC) 12. maddesinde ve Topluluk Marka Tüzüğü'nün (207/2009) 51. maddesinde de markanın kullanılmamasının yaptırımı hükümsüzlük değil. iptaldir. Aynı şekilde İngiltere Markalar Kanunu'nun 46/1 a maddesinde, Alman Markalar Kanunu'nun 49/1 a maddesinde, İtalyan Marka Kanunu'nun 42/1 maddesinde ve Fransız Fikri Mülkiyet Kanunu'nun L714 5 maddesinde de kullanmama hali birer iptal sebebi olarak düzenlenmiştir. 6 556 sayılı KHK'nın, Hükümsüzlüğün Etkisi başlıklı 44/1 maddesi gereğince Markanın Hükümsüzlüğüne karar verilmesi halinde kararın sonuçları geçmişe etkilidir. Maddenin 2. fıkrasında geçmişe yönelik etkinin istisnaları arasında kullanmama nedeniyle hükümsüzlük kararı verilmesi durumunda kararın aslında 5 yıllık surenin dolmasından itibaren hüküm ifade edeceği hususu yer almamaktadır. Oysa kullanmama nedeniyle hükümsüzlük hali sonradan ortaya çıkan bir iptal hali olduğu için, kullanmama nedeniyle verilecek karar marka tescil başvuru anına kadar değil, marka tescilinden sonra 5 yıllık sürenin geçmesinden itibaren ve nihayet dava tarihine kadar geriye gidebilmelidir. Buna karşılık 556 sayılı KHK'da kullanmama hali, Avrupa Birliği Marka Direktifi ve Topluluk Marka Tüzüğünden farklı olarak bir iptal sebebi değil, bir hükümsüzlük sebebi olarak düzenlenmiş ve KHK'nın 14. maddesinde isabetli bir şekilde kullanılmayan markanın iptal edileceği yazılı iken, 42. maddede bu durum diğer hükümsüzlük sebepleri arasında sayılarak. hükümsüzlük yaptırımına tabi tutulmuştur. 7 Marka hukukunda hükümsüzlük halleri sonradan ortaya çıkan haller olmayıp, markanın tescil başvurusu anında mevcut olan hallerdir. Bu nedenle, başlangıçta mevcut olan bu sebeplerden dolayı hükümsüzlük kararı verilmesi durumunda, hükümsüzlük kararının geçmişe etkili olması ve tescil başvuru anından itibaren hüküm ifade etmesi doğrudur. Buna karşılık aslında bir iptal sebebi olankullanmama hali başlangıçta mevcut bir hal olmayıp, 5 yıllık kullanmama süresinin sonunda ortaya çıkan bir iptal sebebidir. Bu nedenledir ki, kullanmama nedeniyle markanın iptal edilmesi durumunda, bu kararın etkisi, tescil başvuru anına kadar geri gitmeyecek, 5 yıllık sürenin bitmesinden ve hükümden sonra hukuki sonuç doğuracaktır. Buna rağmen özünde bir iptal sebebi olan kullanmama halinin, yaptırımının iptal biçiminde değil, KHK'nın 44/1 c maddesinde yazılı olduğu üzere bir hükümsüzlük sebebi olarak düzenlenmesi durumunda, verilecek hükümsüzlük kararı marka tescil başvurusu anına kadar geriye etkili olabileceğinden, kullanılmadığı için hükümsüzlüğüne karar verilen marka, karıştırma ihtimali incelemesi şırasında hiç dikkate alınmayacak adeta yok sayılacaktır. Nitekim Yargıtay 11. Hukuk Dairesi dosya içerisinde bulunan 03/05/2013 tarih ve 2012/9599 Esas, 2013/9029 Karar sayılı bozma ilamının 3. bendinin 2. paragrafında bu hususa işaret ederek, hükümsüz kılınanEsas Sayısı : 2013/147 Karar Sayısı : 2014/75 3 emtia bakımından benzerlik incelemesi yapılamayacağınıbelirtmektedir. Bu durumda davacının 1999 tarihli markası, kullanılmayan ve bu nedenle hükümsüz sayılan emtia yönünden benzerlik ve karıştırma ihtimali incelemesinde dikkate alınmadığı takdirde, davacının aslında önceki tarihli markası, kullanılmayan mallar bakımından hükümden düşmüş gibi değerlendirilip yok sayılacaktır. Böylece sözgelimi somut davada davacı taraf önceki marka sahibi iken sonraki marka sahibi konumuna düşecektir. Zira davacının 1999 tarihli markasından sonra ikinci markası 2007 tarihli iken, davalı karşı davacının markası 2003 tarihini taşımaktadır. Bu şekilde davacı taraf sonraki marka sahibi konumuna geçirildiği ve 556 sayılı KHK'nın 8/1 b maddesi çerçevesinde karıştırma ihtimali incelemesi yapılır iken önceki marka sahibi konumunda kabul edilmediği takdirde, daha sonradan aynı ibareyi marka olarak tescil ettiren kimse, önceki marka sahibi gibi görülecek ve benzer marka incelemesi sırasında, tescil tarihi eski olan marka nedeniyle tescil tarihi daha yeni olan marka hükümsüz kılınacağından, aslında marka tescil tarihi daha sonra olan taraf avantajlı konuma geçecektir. Buna bağlı olarak sözgelimi somut davada kullanmama nedeniyle davacının 99/22697 no'lu markası yönünden hükümsüzlük kararı tescil başvuru anına kadar geri götürüldüğü takdirde, davacının marka hakkı geçmişe doğru 5 yıl daha erken bir süre ile ortadan kaldırılmaktadır. 8 Oysa 207/2009 sayılı Avrupa Birliği Marka Tüzüğü'nün 51. maddesi ile, 2008/95 EC sayılı Avrupa Birliği Marka Direktifi 12. maddesinde olduğu gibi, gerçekte sonradan ortaya çıkan bir iptal sebebi olmasından dolayı kullanmama hali bir hükümsüzlük sebebi değil, olması gerektiği gibi bir iptal sebebi olarak kabul edilse idi, bu iptal kararı marka tescil başvuru anına kadar geri gitmeyecek ve bu nedenle davacının 99/22697 no'lu markası kullanılmayan mallar bakımından hükümsüz kabul edilerek eski tarihli markasının karıştırma ihtimali incelemesinde yok sayılması söz konusu olmayacak ve davacı taraf, karıştırma ihtimali incelemesi bakımından önceki marka sahibiolmaktan çıkıp, sonraki marka sahibi konumuna düşmeyecektir. Mevcut düzenleme uygulandığı takdirde ise davacının 99/22697 sayılı markasının kullanmama nedeniyle hükümsüz hale geldiği kabul edilen emtiası karıştırma ihtimali incelemesinde dikkate alınmayacak ve bu nedenle davacının özünde bir mülkiyet hakkı olan marka hakkı, hukuka aykırı bir şekilde geçmişe etkili olacak ve kazanılmış hakları ihlal edecek biçimde ortadan kaldırılabilecektir. Bu durum, Hukuki İşlem Güvenliği ve Kazanılmış Hakların Korunması yönünden Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın, 2. maddesindeki Hukuk Devleti ilkesi ile, marka hakkı soyut bir mülkiyet hakkı olduğundan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 35. maddesindeki Mülkiyet Hakkının Korunması hükümlerine aykırıdır. 9 Böylece, Anayasa'ya aykırılık, markanın kullanılmamasının yaptırımının iptal değil, hükümsüzlük biçiminde düzenlenmiş oluşu sonucunda ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, markanın kullanılmamasının yaptırımının iptal olarak öngörülmesi durumunda marka hakkı geçmişe doğru ortadan kalkmayacağından, geçmişe etkili şekilde mülkiyet hakkına müdahale edilmemiş olacak, kazanılmış haklara dokunulmayacak ve böylece hukuk devleti ilkesine aykırılık ve mülkiyet hakkı ihlali söz konusu olmayacaktır. Dolayısıyla tescilli bir markanın kullanılmamasının yaptırımının 556 sayılı KHK'de iptal yerine, hükümsüzlük biçiminde düzenlenmiş oluşu, takdir sınırlarını aşarak, Anayasa'ya aykırılık hali meydana getirmektedir. Bu nedenle Yüksek Mahkemenizce yapılacak inceleme, yerindelik denetimi değildir. 10 Nihayet 556 sayılı KHK'nın 42/1 c maddesi gereğince, kullanılmayan marka geçmişe etkili olacak biçimde hükümsüz kabul edildiğinden, marka sahibinin mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte olup, özünde bir mülkiyet hakkı olan marka hakkı ancak yasa ileEsas Sayısı : 2013/147 Karar Sayısı : 2014/75 4 sınırlanabilecek iken, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 91. maddesine aykırı şekilde Kanun Hükmünde Kararname ile Marka Hakkının sınırlanması Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na aykırı olup, bu nedenle dahi anılan KHK'nın 42/1 c maddesinin iptali gereklidir. 11 Yukarıda açıklanan nedenler ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152/1 maddesi ile 6216 sayılı Yasanın 40. maddesi gereğince, 556 sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 42/1 c maddesinin iptali konusunda Yüksek Mahkemenizin takdir ve gereği arz olunur. | 1,511 |
Esas Sayısı : 2020/57 Karar Sayısı : 2020/83 1 “… Kanun itiraza konu hakkın etkili biçimde kullanılmasını sağlamak için toplu iş sözleşmesini akdeden sendikaya üye olmaksızın toplu iş sözleşmesinden faydalanma hakkını sağlamak üzere dayanışma aidatı kurumunu düzenlemiştir. Dayanışma aidatını ödeyerek TİS’ten faydalanma imkanı sunulması bireylerin istedikleri sendikaya üye olma ya da üye olmama haklarının garantisidir. Bireyin işverene toplu iş sözleşmesinden dayanışma aidatı ödeyerek faydalanma talebini ilettiği andan itibaren yani kendi iradesi ve ekonomik yükümlülüğü kabul etmesiyle sendikalı sendikasız işçi ayrımı kalkmalıdır. Esasen 6356 sayılı Kanun’un tüm sistematiği bu şekilde düzenlenmiş olmasına rağmen anılan kanun metni ile talebin geçerliliğinin imza tarihi olarak belirlenmesiyle sendikal tekelleşmeye sebebiyet verilmiş ve sendikal özgürlük ortadan kaldırılmıştır. İşçi sendikaları toplu iş sözleşmesi imzaladıkları işyerinde çalışanların başka bir sendikaya üye olması veya sendikaya üye olmamak istemesi konusunda söz konusu yasal düzenlemeyi işçileri üyeliğe zorlamak için kullanabileceklerdir. Dolayısıyla 6356 sayılı Kanun’un toplu iş sözleşmesinden yararlanma başlıklı 39. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “İmza tarihinden önceki talepler imza tarihi itibarıyla hüküm doğurur.” cümlesi Anayasa’nın 51. maddesine aykırı olup sendikal özgürlüğü ihlal etmektedir. Açıklanan tüm bu nedenlerle 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 39. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “İmza tarihinden önceki talepler imza tarihi itibarıyla hüküm doğurur.” cümlesinin Anayasa’nın 51. maddesine aykırı olduğu kanaatine varıldığından Anayasa’nın 152. maddesi gereğince iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına karar verilmiştir. Sonuç ve İstem: 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 39. maddesinin 4. fıkrasında yer alan “İmza tarihinden önceki talepler imza tarihi itibarıyla hüküm doğurur.” cümlesinin Anayasa’nın 51. maddesine aykırı olduğundan iptaline karar verilmesi talep olunur.” | 256 |
Esas Sayısı:1978/46 Karar Sayısı:1978/54 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ. İtirazda bulunan Danıştay Beşinci Dairesinin 20/2/1978 günlü, Esas 1976/7981, Karar 1978/558 sayılı Kararında, Anayasa'ya aykırılık savının gerekçesi olarak şunlar ileri sürülmektedir: 1050 sayılı Muhasebei Umumiye Kanununun 28. maddesinde her mali yılda Devletin varidat ve mesarifinin bütçe kanunu ile tayin olunacağı belirtildikten sonra 29. maddesinde bu kanunun bir metinden ve maddede belirtilen cetvellerden terekküp edeceği hükme bağlanmıştır. Bu hükümler karşısında bütçe kanuna ekli bütün cetvellerin de Kanun Hükmünde cetveller olduğunu kabul etmek gerekir. Diğer taraftan Anayasanın bütçe ile ilgili 126. maddesinin son fıkrasında bütçe kanuna bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz denilmektedir. Bu fıkra hükmünden, bütçe ile ilgili hükümler deyiminden ne anlaşılmak gerektiği Anayasa Mahkemesinin 21/10/ 1976 gün ve E. 1976/35, K. 1976/49 sayılı kararında (Bütçe ile ilgili hükümler) deyimini malî nitelikte hüküm anlamında değil, bütçenin uygulanması ile ilgili, bütçenin uygulanmasını kolaylaştırıcı veya kanun konusu olabilecek yeni bir kurallı kapsamamak koşulu altında açıklayıcı nitelikte hükümler olarak düşünmek zorunludur. şeklinde açıklanmış bulunmaktadır. Metni aynen yukarıya alınan 1976 yılı bütçe kanununun (R) cetvelindeki hüküm ise, memurun maaşından kesinti yapılmasını öngören bir hüküm olması dolayısiyle yeni bir malî yükümlülük getiren ve böylece ayrı bir kanun konusu olabilecek nitelikte bir hüküm olup bütçenin uygulanması ile ilgili açıklayıcı bir hüküm niteliğinde değildir. Bu durumda 1976 yılı bütçe kanununun (R) cetvelinin 350 Gayrimenkul kiraları bölümü, yeni bir malî yükümlülük getirdiği ve Anayasanın 64, 92, 93 ve 126. maddelerine aykırı bulunduğu görüşü ile Danıştay Beşinci Dairesinin 1976/7981 sırasına kayıtlı dosyasının Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usûlleri Hakkındaki 44 sayılı Kanunun 27. maddesi gereğince, bu konuda karar verilmek üzere Anayasa Mahkemesine gönderilmesine 20/2/1978 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 270 |
Esas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 1 “ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURU ŞEKLİ VE NEDENİ: Anayasanın 152/1. maddesinde “Bir davaya bakmakta olan Mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır” hükmü düzenlenmektedir. Bakılan davada, davacının maliki olduğu, Adana İli, Çukurova İlçesi, Kireçocağı Mahallesi, 2855 ada 15 parsel sayılı taşınmazın imar planlarında ağaçlandırılacak alan olarak planlanmasına rağmen kamulaştırılmadığı bu nedenle davacının mülkiyet hakkı kısıtlanarak zarara uğratıldığından bahisle fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 10.000. 00 TL tazminat ve ayrıca kamulaştırmasız elatma işlemi tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle ödenmesi ile ilgili dava konusu uyuşmazlığa 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasına eklenen geçici 11. maddesinde belirtilen cümlesi uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinde kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması esas olduğundan, kişilere etkili hak arama olanağı sağlayan güvencelerin de tanınması gerekmektedir. Bu çerçevede Anayasa'nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunda ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek, herkese, adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme olanağı sağlanmıştır. Böylece kişilerin hukuki güvenlikleri etkin bir korunma mekanizmasına kavuşturulmuştur. Bir uyuşmazlığı Mahkeme Önüne götürme, Mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Hak arama özgürlüğünün bir gereği olan Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonunda verilen kararın etkili bir şekilde aynen ve gecikmeksizin uygulanmasını da gerektirmektedir. Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarım geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Mahkeme kararlarının bağlayıcılığını ve gecikmeksizin uygulanmasını sağlayacak etkili tedbirlerin alınması hukuk devletinin asgari gereklerindendir. Bu nedenle, davaya taraf olan kişinin Anayasal güvencelerinin etkin olarak korunması ve hukuka uygunluğunun sağlanması için, idarenin kendisi hakkında karar verebileceği konuyu yargı mercileri önüne uyuşmazlık şeklinde getirebilmesiyle olanaklıdır. İLGİLİ ANAYASA MADDELERİ 1 CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ BaşlıklıEsas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 2 ANAYASANIN 2. MADDESİ; Anayasanın 2. maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti” toplumun huzuru Milli Dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti ilkesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yaran düşüncesi olmaksızın başka bir deyimle yalnızca özel çıkar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa kuralının konulamıyacağıdır. Buna göre çıkarılması için kamu yaran bulunmayan bir yasa kuralı Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olur ve dava açıldığında iptali gerekir. (Any.Mah. 22.6.1972, Es.1972/14, K. 1972/34; R.G.11.1.1973). Hukuk devletinin temel unsuru bütün Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olmasıdır. Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir devlet olmak gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu da dahil olmak üzere devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hakimiyeti olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lazımdır. Zira kanunun da üstünde Kanun Koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır. (Any.Mah. 11.10.1963, Es.1963/124. Ka.1963/243, AMKD.sy.l. sh.429; aynı yönde: Any.Mah.3.7.1986, Es.1963/3, Ka. 1986/15, R.G.10.12.1986 Sayı:19307). Hukuk devleti, kişiye tüm hak ve özgürlükleri tanıyıp bunlara saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran, bunları devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan, başka bir deyimle devlet organlarının tüm işlemlerinin bağımsız yargı denetiminden geçirilmesini ve böylece hukuka ve Anayasa'ya uygun olmalarını sağlayan devlet dermektir. (Any.Mah. 13.1.1977, Es. 1976/45, Ka. 1977/1; AMKD.sy.15.sy.44; R;G.28.3.1978 Sayı: 16242) Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında da açıklandığı üzere, hukuk devleti demek, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan toplum yaşamında adalete ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kuran ve bu düzeni sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasaya uyan işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi, hukuk devleti ilkesinin öteki öğelerinin de güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasa'ya uymayan bir yönetimi, bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah. 27.1.1977, Es. 1976/43. Ka. 1977/14, AMKD.sy. l5. sh.ll7; R.G.21.4.1977 Sayı: 15916). Yasaların üstünde yasa koyucunun uymak zorunda bulunduğu Anayasa ve temel hukuk ilkeleri vardır. Anayasa'da öngörülen devletin amacı ve varlığıyla bağdaşmayan, hukukun ana ilkelerine dayanmayan yasalar kamu vicdanında olumsuz tepkiler yaratır Hukuk devletinin amaç edindiği kişinin korunması, toplumda sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin sağlanması yoluyla gerçekleştirilebilir. (Any.Mah. 20.10.1988, Es. 1988/19, Ka. 1988/33; R.G. 11.12.1988, Sayı 20016) tespit ve yorumları bulunmaktadır. Anayasa 2. madde içeriğindeki Hukuk Devlet kavramı açısından bilimsel görüş;Esas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 3 Yürütme işlemlerinin yargısal denetimi, hukuk devletinin temel ilkelerinden biri olmakla birlikte, tek başına hukukun üstünlüğünü ve vatandaşların hukuki güvenliğini sağlamaya yeterli değildir. Çünkü bu denetim, nihayet yürütme işlemlerinin “kanunlara” uygunluğunu sağlayabilecektir. Oysa kanunların kendisi Anayasaya aykırı olduğu takdirde, vatandaşların Anayasal haklarının çiğnenmesi yine önlenemeyecektir. Şu halde hukuk devletinin tam anlamıyla gerçekleşebilmiş sayılabilmesi için, sadece yürütme organının işlemlerinin kanunlara uygunluğunun değil, yasama işlemlerinin de Anayasa uygunluğunun yargı organlarınca denetlenebilmesi gerekir Hukuk devleti denilince, ilk olarak yürütmenin hukuka bağlılığı ve yürütme işlemlerinin yargı denetimi altında bulunması akla gelmektedir. Hukuk devleti bakımından önemli olan nokta, yürütmenin eylem ve işlemlerinin bağımsız yargı organlarınca denetlenip denetlenememesidir. Bu denetim sağlandıktan sonra, denetimi yapan Mahkemenin genel Mahkeme veya İdare Mahkemesi oluşu, hukuk devleti açısından önem taşımaz. Nitekim hukuk devleti, adli idareyi benimseyen Anglo Sakson ülkelerinde olduğu kadar, idari yargıyı benimseyen Kara Avrupası ülkelerinde de mevcuttur. (Özbudun, sh.96 ve) şeklindedir. 2 DEVLETİN TEMEL AMAÇ VE GÖREVLERİ Başlıklı 5. MADDESİ; Anayasanın 5. maddesinde “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” hükmünü içermektedir. Anayasanın 5. maddesinin gerekçesinde: Devletin milletin huzurunu sağlamak ve fertlerini mutlu kılmak görevi ile de yükümlüdür. Devlet, ferdin hayat mücadelesini kolaylaştıracaktır. Ferdin insan haysiyetine uygun bir ortam içinde yaşamasını gerçekleştirecektir. Bu sosyal devletin görevidir olarak belirtilmektedir. Anayasa 5. madde içeriğindeki kavramlar açısından bilimsel görüş; 1982 Anayasa’sı, 5. madde ile, devletin amaç ve görevlerini açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. Bu maddede devletin görevleri üç grupta toplanmıştır. 1 Türk milletinin bağımsızlığını ye bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, 2 Kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, 3 Kişi hak ve hürriyetleri için sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasi, sosyal ve ekonomik engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartlan hazırlamaya çalışmak. (Dal. sh. 141) şeklindedir. 3 YARGI YETKİSİ Başlıklı 9. MADDESİ; Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız Mahkemelerce kullanılır. Gerekçe: Yargı yetkisi, fert, hak ve hürriyetleri sorununun ortaya çıktığı günden beri kabul edildiği üzere bağımsız organlar tarafından bağımsız Mahkemelerce yerine getirilecektir.Esas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 4 Anayasa'nın 2. Maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi, insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmekle kendini yükümlü sayan, bütün davranışlarında hukuk kurallarına ve Anayasa’ya uygun işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan devlet demektir. Aslında yargı denetimi unsuru, hukuk devleti ilkesinin diğer öğelerinin güvencesini oluşturan temel öğedir. Çünkü, insan haklarına saygılı olmayan ve davranışlarında hukuka ve Anayasa’ya uymayan bir yönetimi bu tutumundan caydıran ve onu meşruluk ve hukukilik sının içinde kalmak zorunda bırakan güç, yargı denetimi gücü ve yetkisidir. (Any. Mah 2.5.1976, Es. 1976/1, Ka. 1976/8; E.G. 16.8.1976) 4 MÜLKİYET HAKKI Başlıklı 35. MADDESİNDE; Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Gerekçe: Madde, birbirine yakın ve birbiriyle ilgili iki temel hakkı, mülkiyet ve miras haklarını birlikte düzenlemiştir. Bu birlikte düzenleme 18 inci yüzyıldan beri geleneğin sonucudur. Anayasa hem mülkiyet hakkını hem miras hakkını Anayasal bir müessese olarak teminat altına almaktadır. Maddede mülkiyet ve miras haklarının, diğer temel haklan gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlamıştır. Madde bundan sonra mülkiyet ve miras haklarının kamu yararı amacı ile sınırlandırabileceğine işaret etmiş; daha sonra mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını hükme bağlamıştır. Mülkiyet hakkı Devletten önce de var olan bir gerçek olması itibariyle (Maunz Durig Herzog Scholz, Gmudgesetz, Kommentar, Art. 14, N.5) ekonomik ve sosyal haklar arasında değil de, kişinin temel hakları arasında düzenlenmesi düşünebilirse de, Komisyon şimdiki düzenlemenin yerinde olduğu sonucuna varmıştır. Mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması, yine Anayasanın komünizmi, faşizmi ve din temeline dayanan Devlet kurmayı yasaklayan hükümleriyle birlikte karşılaştırılınca, mülkiyetin bu şekilde himayesinin bir ölçüde ekonomik sistem tercihi bakımından da bir gösterge teşkil etmektedir. Kısaca, özel mülkiyetin özellikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, inkar edilmesi de önlenmiştir. Kamu yararına bulunduğu hallerde büyümenin gerçekleşmesi suretiyle toplumunun refahını arttıracağı genellikle kabul edilmektedir. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No.7) Mülkiyeti Anayasa teminatı altına alan bu madde doğrudan devlete hitabetmektedir. Mülkiyetin şahıslara karşı korunması Medeni Kanun ve 5917 sayılı Gayri Menkule Tecavüzün Meni Hakkında Kanun gibi mevzuatla sağlanmaktadır. Mülkiyetin münferit himayesini fert Mahkemelerden ve idareden talep etmektedir. Mülkiyetin müessese olarak güvence altına alınması ise kanun koyucu, başka açıdan Devlet, Anayasaya uygunluk denetimini yapacak olan Anayasa yargısı, tarafından sağlanacaktır. (MangoIdt Klein I, S. 422)Esas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 5 Mülkiyetin Anayasa teminatı altına alınması kimlerin yararlanacağı ise bir problem doğurmaz. Malik sıfatım taşıyan gerçek ve tüzelkişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Gerçek kişilerin fiil ehliyetlerinin farklı olması sebebiyle bu temel hakkın sahipliği bakımından bir ayırım yapılamaz. Başka deyişle mülkiyete sahip olmak bakımından hiçbir ehliyet ayrımı gözetilemez. Kişinin, şahsiyetini geliştirebilmesinde mülkiyetin, Anayasaca güvence altına alınmasının azımsanmayacak rolü vardır. Çünkü klasikleşmiş bir kabule göre, insan şahsiyetinin bir parçası “ekonomik şahsiyet” olarak adlandırılmaktadır. Anayasanın “ Herkes yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” diyen 16 ncı maddesinin 1 inci fıkrası ile mülkiyet güvencesi getiren 43 üncü madde arasında bu açıdan irtibat vardır. Başka deyişle, mülkiyet hakkım Anayasa teminatı altında tutan 43 üncü madde, 16 ncı maddenin 1 inci fıkrasına nazaran özel hüküm niteliğindedir. Mülkiyetin korunması, hürriyeti de güvence altına alır. (Maunz Durig Herzog Scholz,. Art. 14. No. 15/16) Mülkiyetin, güvencesi ile ilgili 43 üncü madde, konut dokunulmazlığını güvence altına alan 21 inci madde birlikte uygulanır. 48 inci maddede düzenlenen devletleştirmenin mülkiyetin Anayasa güvencesi altına alınması ile çelişir bir yanı yoktur. Bu noktaya yukarıda temas edilmemiştir. Mülkiyetin anayasal güvencesi ile 13 üncü maddedeki temel hakları kötüye kullananların o haklan kaybedecekleri hükmü arasında bir uyumsuzluk bulunmamaktadır. Türk Ceza Kanunundaki müsadere hükümleri ile Anayasanın 30 uncu maddesindeki müsadere hükümleri 13 üncü madde anlamında “o hakkın kaybedilmesi” değildir. Kanun koyucu 13 üncü maddedeki şartlarda mülkiyet hakkının kaybedilmesinin şartları ve karar verecek mercileri özel bir kanunla düzenleyebilir. Mülkiyet Anayasal güvence altına alınması tek tek menkul ve taşınmaz mallan, para ile değerlendirebilen hakları ve mal varlığını toplu olarak ve tabii olarak üretim araçlarını içeren bir teminattır. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yaran amacıyla sınırlanmasına engel değildir. Ağır vergilendirme, peşin olmayan ödemelerle kamulaştırma ve devletleştirmelerin, mülkiyet güvencesine aykırı düşer. Miras hakkı, mülkiyet hakkının bir devamıdır, özel bir şekildir. Bu nedenle mülkiyet ve miras aynı maddede ardarda düzenlenerek Anayasal güvence altına alınmıştır. Miras hakkının ağır vergilendirme yolu ile muhtevasız hale getirilmesi, mira hakkının ortadan kaldırılması önlenmek istenmiştir. M.G.K. ANY. KOM. DEĞİŞİKLİK GEREKÇESİ: Danışma Meclisince kabul edilen 43 üncü maddenin birinci fıkrasında yer alan “Bu haklar, diğer temel haklar gibi AnayasanınEsas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 6 güvencesi altındadır.” cümlesi maddeden çıkarılmış ve madde redaksiyona tabi tutulmuştur. Anılan hükmün maddeden çıkarılmasının nedeni, Anayasada sayılan tüm temel hak ve hürriyetler gibi mülkiyet ve miras hakkının da herhangi bir açıklamaya gerek olmaksızın Anayasanın güvencesi altında olmasıdır. Kaldı ki, diğer temel hak ve hürriyetler için ilgili maddelerinde bu kurala yer verilmemiştir. Mülkiyet ve miras haklarının önemi ve Türk toplumunun köklü gelenekleri göz önünde tutularak “bu haklar ancak kamu yaran amacıyla, kanunla sınırlanabilir” hükmü aynen korunmuştur. Metindeki bu “ancak” ibaresi sınırlayıcı nitelikte görülmemiş, temel hak ve hürriyetlerin sınırlanmasına ilişkin 13 üncü maddede belirtilen genel sınırlama sebeplerinin tümü anılan 13üncü maddenin son fıkrasında yer alan açık hükümlere göre, bu haklar bakımından da geçerli olduğundan, maddede yer alan bu hüküm, sınırlama sebepleri arasında öncelikle uygulanabilecek bir sebebi belirtir nitelikte kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin değişik kararlarında çağımızda mülkiyet hakkı temel bir hak olmakla birlikte kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Toplum yaran ise, yerine göre mülkiyet hakkının tümüyle kişinin elinden alınmasını gerektirmektedir. Bu nedenle, Anayasa'da kamulaştırma ve devletleştirme kurumlan düzenlenmiştir. (Any.Mah.19.2.1985, Es.1984/15, ka.1985/5, R.G. 11.6.1985 Sayı:18781) Anayasa, 1961 Anayasasından farklı olarak, mülkiyet hakkına, ekonomik haklar arasında değil, kişi haklan arasında yer vermiştir. Bu değişiklik, Anayasanın Milli Güvenlik Konseyinde yapılan görüşmesi sırasında oluşmuştur. Mülkiyet hakkı, devletten önce var olan, devlete karşı da korunması gereken, kişi haklan ağır basan haklardan sayılmıştır. (Gözübüyük, sy.156) 1961 Anayasası mülkiyet hakkım sosyal ve ekonomik haklar arasında düzenlemişti. Bu bir yerde mülkiyete değişik yorumlarla, mahiyetinden değişik yaklaşmalara neden olabiliyordu. 1982 Anayasası mülkiyet hakkını kişinin haklan bakımından değeri olan bir hak değil, ferdi niteliği ve tabii haklar arasında oluşu yeniden vurgulanmıştır Anayasa mülkiyet hakkını özel mülkiyet olarak düşünmüştür. Bu mülkiyet anlayışı, teşebbüs serbestisini üretim vasıtaları üzerindeki özel mülkiyeti de ihtiva etmektedir. Bu nedenle faşişt, komünist veya dini esaslara dayanan bir sistem tercihi Anayasa’nın diğer hükümleri ile olduğu kadar mülkiyet hakkındaki hükümleri ile de mümkün değildir. 5 HAK ARAMA HÜRRİYETİ başlıklı 36. MADDESİNDE; “Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünden davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir…” ANAYASA MADDELERİ ÇERÇEVESİNDE DAVA KONUSUNUN VE UYGULAMASI BULUNAN YASA MADDESİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ: Anayasanın 2. maddesi yönünden Yasanın uygulanması açısından 2942 sayılı Kamulaştırma Yasasının 6745 sayılı Yasanın 34. maddesiyle 20/08/2016 günü kabul edilen maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.” yasalEsas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 7 hükmünün bu kısmının süre belirtmek gerekirse uyuşmazlığımızı da etkileyecek şekilde 2021 yılma kadar dava açılmasının Önlenmesine yol açtığı, bu nedenle dava konusuna uygulanacak Yasanın değerlendirilmesi devletin yükümlülükleriyle bağdaşmamaktadır. Anayasa 5. madde yönünden; yasal düzenlemelerin hukuk devletinde adaletli ve adaletin yerine getirilmesi açısından başvuru yollarını sınırlayıcı düzenlemelerde Yasa koyucu tarafından kaçınılması gerekliliğini öngörmektedir. Anayasa 9. madde yönünden; yargı yetkisinin kullanılamaması genel hukuk ilkelerine göre uygun olmayan sınırlamalar dışındaki bir uygulamanın kabul edilmediği sonucu bulunmaktadır. Anayasa 35. madde yönünden; Açık bir biçimde mülkiyet hakkının özüne dokunulması ve bu hususta denge gözetilmeden kişi haklarına aykırılığın oluşturulmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Anayasa 36. maddesi yönünden; idari itiraz veya dava yolu tanımadan önlenmesine yol açıcı yasal düzenleme getirilmesi nedeniyle Anayasa'nın bu hükmüne aykırılık mevcuttur. Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca uygun bulunan ve iç hukukun bir parçası halini alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 nolu Ek Protokolünün “Mülkiyetin korunması” başlıklı 1. maddesinde, “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.” düzenlemesi yer almıştır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM), mülkiyet hakkı ihlali iddialarıyla açılmış olan, Hakan Arı Türkiye, Hüseyin Kaplan Türkiye davalarında Mahkeme, imar planında kamusal kullanıma ayrılan ve kullanımı kısıtlanan taşınmazların yukarıda sözü edilen hukuki düzenlemeler sonucunda, kamu yararının gerekleri ile temel haklarının korunması arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin gözetilip gözetilmediğini irdelemiştir. Kararlarda, ilgililerin imara açık taşınmazlarında inşaat ruhsatı elde etme haklarının meşru haklan olduğu, oysa bu nitelikteki taşınmazların imar yasağına tabi tutulması sonucunda mülkiyet hakkının akıbeti konusunda bir belirsizliğe itildiği ve mülkiyet hakkından yararlanmanın engellendiği sonucuna ulaşmıştır. SONUÇ : Dava konusu kamulaştırmama nedeniyle tazminat isteminin; uzun yıllar sonuç alamamasına neden olan yasal düzenlemeyle mülkiyet hakkının kullanımının kısıtlanmasıyla beraber tamamiyle kurumların insiyatifıne bağlı olarak bir gelişme gösterdiği Anayasa'ya aykırılık yönündeki itiraz konusu kısımla beraber 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nda 20/08/2016 gün 6745 sayılı Yasayla satınalma usulü başlıklı 8. maddesi ek madde 1 ( yapılacak ödemelerin toplam tutarının idari olarak ayrılan ödeneğinin toplamını aşması halinde, ödemeler, en fazla 10 yıl da ve geçici 6. maddenin 8. fıkrasına göre yapılır, kamulaştırılmaksızın kamu hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti başlıklı geçici 6. maddesindeki hükümler özellikle son fıkra “Bu madde uyarınca ödenecek bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez” beraber değerlendirildiğinde taşınmazın kısıtlılığı hatta kullanılamaz hale getirdiği açıktır.Esas Sayısı : 2017/53 Karar Sayısı : 2017/38 8 Kamu hizmetinin yürütülmesi toplum yararı ile kişilerin maddi ve manevi menfaatleri arasındaki dengenin gözetilmesinde kamu hizmetinin verimliliğinin ön planda tutulması mutlak olmakla beraber bu dengenin tamamiyle bir taraf yönünde gözetilmemesi sonucunu doğurmaması gerekliliği kamu vicdanı ve adalet açısından zorunluluktur. Bu bağlamda kurumların kamu hizmeti nedeniyle imar planlarında bir kısım taşınmazları kısıtlaması gerekliliği kişilerin toplum yararına bu menfaatlerinden vazgeçmesinde toplum düzeninin oluşmasındaki mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmesinin mülkiyet sahipleri açısından da en azından tazmini gerekeceği tabi olmakla bu dengeyi gözeten ve hak arama özgürlüğünü yıllara yayılı olarak ortadan kaldırmayan mevzuat hükümleri getirilmesi kurumların sonuç itibariyle de taşınmazın mülkiyetini uhdelerine de aldığı düşünüldüğünde Anayasa'ya aykırılık teşkil ettiği görüşüyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunulması gerektiği sonucuna varılmıştır. HÜKÜM : Açıklanan nedenlerle, 2942 sayılı Kamulaştırma Yasanın geçici madde 11'in “Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar. Bu Kanunun Ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında da uygulanır.” ibaresinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 5 9 35 ve 36. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali istemi ilgili Anayasa Mahkemesine gidilmesine, dava dosyasının tüm belgeleri ile onaylı suretlerinin dosya oluşturularak karar aslı ile birlikte, Anayasa Mahkemesine sunulmasına bu karar ile dosya suretinin Yüksek Mahkemeye ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine karardan bir suretinin taraflara tebliğine 25/11/2016 günü karar verildi.” | 3,054 |
Esas sayısı:1969/65 Karar sayısı:1970/16 1 II ANAYASA'YA AYKIRILIK GÖRÜŞÜNE İLİŞKİN GEREKÇE : 6964 sayılı Kanunun 20, maddesinin birinci fıkrasını Anayasa'ya aykırı gören Danıştay Sekizinci Dairesinin gerekçesi özeti şöyledir. Anayasa'nın 61. maddesine göre vergi, resim ve harçlar ve benzeri malî yükümler ancak kanunla konulur. Bir malî yükümün kanunla konulmuş sayılabilmesi için kanını yoluyla yükümün belirlenmesi yeterli değildir. Yükümün hiç değilse en yüksek sınırım da yasama tasarrufu ile saptanması gerekir. 6964 sayılı Kanunun 4. maddesindeki çiftçilik ve çiftçi tanımlanması kapsamına girenlerin odaya üye yazılmaları ve yıllık aidat ödemeleri zorunludur. Bu durum yıllık aidata Anayasa'nın 61. maddesindeki, . ve benzeri malî yükümler niteliğini vermektedir. 6964 sayılı Kanun (Madde) 20/1) yalnızca odalara ilk yazılacaklardan giriş ücreti ve yazılı olanlardan yıllık aidat alınacağını hükme bağlamış; bunlara ilişkin tarifelerin tüzükte belirtilecek usullere göre saptanacak dereceler üzerinden düzenlenmesi işini oda yönetim kurullarına ve meclislerine bırakmıştır. Böylece davacıdan istenen yılık aidatın matrahı, oranı en düşük ve en yüksek sınırı kanunda yer almamakta, idari bir tasarruf demek olan tüzüğün 30., 31., 32. ve 33. maddeleriyle düzenlenmektedir. 6964 sayılı Kanunun 20. maddesinin birinci fıkrası,.bu durumuyla Anayasa'nın 61. maddesine aykırıdır. | 180 |
Esas Sayısı : 1996/10 Karar Sayısı : 1996/40 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesi şöyledir: Dâva dosyasının incelenmesinden, davacının 17.10.1994 tarihli dilekçesiyle babasından dolayı yetim aylığı bağlanması isteminde bulunduğu, bu isteminin 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinin 1. bendi ölüm tarihinde (18) yaşını, ortaöğrenim yapmakta ise (20) ve yüksek öğrenim yapmakta ise (25) yaşını doldurmamış erkek çocuklara aylık bağlanır 7. bendi ise ölüm tarihinde iyileştirilmesi olanaksız hastalıklarının veya sakatlarının çalışmalarına engel olduğu Sağlık Kuruluna onaylanacak raporla tespit edilenlere muhtaç olmaları şartıyla, ölüm tarihindeki yaşları ne olursa olsun ölüm tarihini izleyen aybaşından, sonradan bu şekilde malûl ve muhtaç duruma düştükleri anlaşılanlara kendileri veya veli veyahut vasileri tarafından sandığa müracaat tarihlerini takip eden aybaşından itibaren aylık bağlanır. hükmünü amirdir. Ankara Numune Hastanesince verilen 1.11.1989 günlü Sağlık Kurulu Raporunun sandık Sağlık Kurulunca 24.2.2994 günü incelenerek malûliyeti kabul edilmiş olmakla birlikte Ankara Yenimahalle İlçe İdare Kurulunca SSK'dan emekli aylığı alması nedeniyle muhtaç olmadığına karar verildiğinden aylık bağlanmasına imkan bulunmadığı belirtilerek dava konusu işlem ile reddedilmesi üzerine, davanın bu işlem ile dayanağı 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinin Anayasaya aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle açıldığı anlaşılmıştır. Davacı, mahkememizde 28.12.1994 tarihinde kayda geçen dava dilekçesinde, yetim aylığı bağlanmasında kız erkek çocuk ayrımı getiren dava konusu işlemin dayanağı olan 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinin Anayasanın 2., 10., 11. ve 61. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmektedir. 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinde, ölüm tarihinde (18) yaşını, ortaöğrenim yapmakta ise (20) ve yüksek öğrenim yapmakta ise (25) yaşını doldurmamış erkek çocuklara aylık bağlanır. Ölüm tarihinde (18) yaşını doldurmuş ve öğrenci olmamaları nedeniyle aylık bağlanmamış erkek çocuklara, öğrenim durumlarına göre yukarıdaki bentte belirtilen yaşları geçmemek şartıyla aylık bağlanır. Yetim aylığını almakta iken öğrenim durumlarına göre yukarıda belirtilen yaşları doldurmaları veya öğrencilik durumlarının sona ermesi nedeniyle aylıkları kesinlen veyahut ortaöğrenimde (20) yaşını doldurmuş olmaları nedeniyle aylık bağlanmamış erkek çocuklardan, yukarıda belirtilen yaşları geçmemek şartıyla yeniden veya ilk defa öğrenci olanlara öğrenci oldukları tarihi takip eden aybaşından itibaren aylık bağlanır. Ortaöğrenimi bitirdikten sonra ve (20) yaşını doldurmadan önce ilk ders yılında yükseköğrenime başlayan erkek çocukların aylıkları aralıksız ödenir. Ortaöğrenimi bitirdikten sonra yükseköğrenime devam edebilmek için yurt dışında yabancı dil öğreniminde geçen sürenin en çok bir yılı ile master ve lisans üstü uzmanlık öğrenimlerinde geçen sürelerin tamamı yükseköğreniminden sayılır.Esas Sayısı : 1996/10 Karar Sayısı : 1996/40 2 Bir yükseköğrenim bitirilmesinden sonra ikinci bir yükseköğrenimde geçen süreler ile doktora ve ikinci defa yapılan master veyahut lisans üstü uzmanlık öğrenimde geçen sürelerde aylık ödenmez. Ölüm tarihinde iyileştirilmesi olanaksız hastalıklarının veya sakatlıklarının çalışmalarına engel olduğu sağlık kurulunca onaylanacak raporla tesbit edilenlere muhtaç olmaları şartıyla, ölüm tarihindeki yaşları ne olursa olsun ölüm tarihini izleyen aybaşından, sonradan bu şekilde malul ve muhtaç duruma düştükleri anlaşılanlara kendileri veya veli veyahut vasileri tarafından Sandığa müracaat tarihlerini takip eden aybaşından itibaren aylık bağlanır. Aylık almakta iken yukarıdaki bent kapsamına girdikleri aynı şekilde anlaşılanların aylıkları, yaşları dolayısıyla aylıklarının kesilmesi gereken tarihte kesilmeyerek ödenmeye devam edilir. Hükmü yer almaktadır. Davacının maluliyeti kabul edilmiş olmakla birlikte Ankara Yenimahalle İlçe İdare Kurulunca SSK'dan emekli aylığı alması nedeniyle muhtaç olmadığına karar verildiği için istemi reddedilmiş bulunduğundan yetim aylığı bağlanmamıştır. Bu duruma 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinin iş bu dava sebebiyle uygulanacak hüküm olduğunda duraksama bulunmamaktadır. TC. Anayasası'nın 10. maddesinde; Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz denilmektedir. Anayasanın metni yukarıya alınan kanun önünde eşitlik başlıklı 10. maddesinin anlamı ve kapsamı Anayasa Mahkememizin bir çok kararında vurgulanmıştır. Anayasa Mahkememize göre; Anayasa'nın 10. maddesi, aynı hukuksal durumunda bulunan kişiler arasında haklı bir nedene dayanmayan ayrımı önlemeyi amaçlamıştır. Bu madde, eylemli eşitliği değil, hukuksal eşitliği öngörmekte aynı durumda olanların ayrı kurallara bağlı tutulmasına sakıncalı kılmaktadır. Eşitlik ile güdülen amaç, aynı koşullar içinde özdeş nitelikli olanların yasalarca aynı işleme tabi tutulması, başka bir deyişle eşitler arasında eşitliğin sağlanmasıdır. Anayasanın 10. maddesinde yer alan eşitlik kavramıyla kanun önünde eşitlik yani hukuki eşitlik kastedilmiştir. Görüldüğü üzere Anayasa Mahkememizin aynı hukuksal durumda bulunan kişiler arasında hukuken geçerli, haklı bir nedene dayanmayan ayrımların Anayasanın 10. maddesinde öngörülen ve Anayasa'da yer alan en önemli kavramlardan biri olan yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı düşeceği kabul edilmektedir. 5434 sayılı TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesinde, kız çocukları için yaş, malûliyet ve muhtaçlık şartı aranmaz iken, aynı hukuksal durumda olmalarına karşın erkek çocukları için şart öngörülmesinde Anayasanın 10. maddesi hükmüne aykırılık açık olduğu gibi, Anayasa'nın 11. maddesinde yer alan Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz ve 61. maddesinde yer alan Devlet sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır maddesi hükümlerine de aykırı düşmektedir.Esas Sayısı : 1996/10 Karar Sayısı : 1996/40 3 Yukarıda açıklanan nedenlerle; davacının Anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunarak, 5434 TC. Emekli Sandığı Kanununun 74. maddesi Anayasa'nın 10., 11. ve 61. maddelerine aykırı görüldüğünden, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddeleri uyarınca Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara değin, davanın geri bırakılmasına, kararla birlikte dosyada bulunan dava dilekçesi ekleri ve savunma dilekçesinin bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine 13.11.1995 gününde oybirliği ile karar verildi. | 850 |
Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 7.2.2000 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: “A) GENEL İPTAL SEBEPLERİ 15.12.1999 tarih ve 4487 sayılı Kanun, 18.12.1999 günlü ve 23910 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Söz konusu Kanun, genel olarak Anayasa'nın “Başlangıç” bölümünün 6 ve 8'inci paragrafı ile 2, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 17, 19, 33, 35, 37, 38, 48, 49, 87, 115, 124, 125, 135, 138 ve 153'üncü maddelerine aykırıdır. Şöyle ki; 1981 yılında çıkartılan 2499 sayılı Sermaye Piyasası Kanununda, 1992 yılında 3754 sayılı Kanunla, 1995 yılında ise 4113 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak 558 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bir dizi değişiklikler yapılmıştır. Yüksek Mahkemenizin 13.11.1995 gün, 1995/45 esas ve 1995/58 sayılı kararıyla, 4113 sayılı Yetki Kanunu ile 558 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin iptal etmesiyle ortaya çıkan hukuki boşluğu doldurmak gerekçesiyle hazırlanan ve iptal edilmiş bulunan KHK ile hemen hemen benzer hükümleri ihtiva eden ve Anayasa'mıza aykırılığı nedeniyle iptali istenilen bu Kanuna bir bütün olarak bakıldığında, tamamıyla bir tepki niteliği taşıdığı, herhangi bir reform özelliğinin bulunmadığı, sermaye piyasasının gelişimine katkı sağlayacak herhangi bir düzenleme içermemektedir. Sermaye piyasasında hızlı değişim olduğu ve buna bağlı olarak da değişiklik yapma gereği doğduğu ifade edilmektedir. Yapılan düzenlemeler, genelde aracı kurumlarla ilgili olup, tedricî tasfiye ile yatırımcıları koruma fonu ve vadeli işlem piyasası düzenlenmektedir. Anayasa'da yer alan temel ilkelere ayrılıklar taşıması yanında, bu Kanunla yapılan en büyük yanlış, KOBİ'lerin halka açılma ve menkul kıymet ihraçlarının basitleştirilmesi yönünde önemli ve reform niteliğinde ciddi bir hüküm içermemesidir. Halbuki Kanunun genel gerekçesinde bahsedilen gelişmeler halka açık şirketlerin faaliyetleri sayesinde gerçekleşmiştir. Kanunun hem genel gerekçesinde, hem de maddelerin gerekçelerinde sıkça ABD ve Batı Avrupa Ülkelerinin uygulamalarına atıfta bulunulmaktadır. Halbuki bu ülkelerin hepsi, KOBİ'lerin sermaye piyasasından yararlanmaları için, kendi içlerinde sermaye piyasasına girişlerini kolaylaştırıcı tedbirler almışlardır. Bu Kanun hükümleriyle, halka açık ortalıkların yükümlülüklerini artırmakta, KOBİ'lerin sermaye piyasasına girişleri daha da imkansız hale getirilmektedir. Halka açık ortalıklar yönünden getirilen düzenlemeler, basitleştirici ve kolaylaştırıcı olmak bir yana, Sermaye Piyasası Kurulu'nun şimdiye kadar mevcut Kanuna aykırı olarak ve yasal dayanaktan yoksun bir şekilde keyfi ve haksız uygulamalarının, Anayasa'mıza aykırı bir şekilde oluşturulan metinlerle yasal düzenlemeye kavuşturulması, yanlış eylemlerine hukuki formal kılıf hazırlanması gayretinden başka bir şey değildir.Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 2 Ülkemiz, sermaye yetersizliği nedeniyle en çok yerli ve/veya yabancı sermayeye ihtiyaç duyulan bir ülkedir. İşsizlik ve gelir dağılımında adaletsizlik sorunu ancak yerli ve yabancı sermayenin yatırıma/üretime yönlendirilmesi ve KOBİ'ler olarak nitelenen küçük ve orta boy çok ortaklı şirketlerin teşviki ile sağlanabilir. Anayasa'nın 87 ve 91'inci maddelerinde gösterilen kurallar çerçevesinde, Bakanlar Kurulu'na belli konularda Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi verilirken dahi; bu yetkinin belirlenmiş ve yetki yasasında belirtilen amaç, kapsam ve ilkelere uygun olması gerekmektedir. Yasanın öngörmediği bir konuda düzenleme yapan KHK'nin Anayasa'ya aykırı olacağı hususunda Yüksek Mahkemenizin yerleşik içtihatları bulunmasına ve Anayasa'nın 7. maddesinde öngörülen “Yasama yetkisinin devredilemezliği” ilkesine rağmen, Kanunla düzenlenmesi gereken pek çok konu, iptalini istemiş olduğumuz 4487 sayılı Kanun hükümleriyle Sermaye Piyasası Kurulu'na devredilmektedir. Bu Kanunun ileride maddeler halinde değineceğimiz ilgili hükümlerinin tetkikinden de görüleceği üzere, Sermaye Piyasası Kuruluna “usul ve esasları tespit etmek” şeklinde belirsiz görevler izafe edilmesi ya da “her türlü tedbiri alır” şeklinde hudutsuz yetkiler verilmesi, Anayasa'nın 87. maddesinde yer alan “Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak” hükmüne ve temel insan haklarının ancak kanunlarla ve Anayasa ilkeleri dahilinde sınırlandırılabileceği kurallarına aykırıdır. Bir taraftan yabancı sermayenin teşvikine imkan sağlamak gerekçesiyle Anayasa'da değişiklik yapılarak Tahkim Kanunu çıkartılırken, diğer taraftan bu Kanun hükümleriyle Anayasa'nın belirtilen maddelerine aykırı bir şekilde yapılan düzenlemelerle yerli sermayenin önüne adeta aşılamaz engeller getirilmesi, iktisadi düşünce sistemi bakımından da büyük bir çelişki teşkil etmektedir. Hukuk Devleti anlayışı içersinde aslolan, Anayasa'mızın 2, 6, 7 ve 8'inci maddelerinde yer alan ilkeler doğrultusunda kanun kurallarının yasama organı marifetiyle düzenlenmesidir. Sermaye Piyasası Kurulu'nun yetkilerini belirsiz ve sınırsız bir şekilde artıran ve tümüyle iptalini talep ettiğimiz 4487 sayılı Kanun, Anayasa'nın “Başlangıç” bölümünde yer alan 6 ve 8'inci paragrafı ile, 2, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 17, 19, 33, 35, 37, 38, 48, 49, 87, 125, 135, 138 ve 153. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir. B) MADDELERİ İPTAL SEBEPLERİ 1) 4487 sayılı Kanun'un 1. maddesi Anayasa'ya aykırıdır. Söz konusu 1. madde aynen şöyledir: “ ” Sermaye Piyasası Kanununa ilave edilen bu ek madde Anayasa'nın 87. maddesine aykırıdır. Çünkü anılan maddenin 1. fıkrasında;Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 3 “Merkezi Kayıt Kuruluşunun kuruluş, faaliyet, çalışma ve denetim esasları Bakanlar kurulu'nca çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir” denilmekte, 2. fıkrasında ise, “ Sermaye piyasası araçlarının nama veya hamiline yazılı hesaplarda kayıt esasları ile kayıtların nasıl tutulacağı ve kayıtların tutulmasında yapılacak işlemlere ilişkin usul ve esaslar Kurulca bir tebliğ ile belirlenir.” hükmü yer almaktadır. İşte bu hükümler; “Bütün kanunlar uygulama için çıkarılır, kanunun nasıl uygulanması gerektiğini belirleyici ancak TBMM'dir. Onun dışında başka bir merciin tarifine gerek yoktur.” şeklindeki genel kabul görmüş hukuk kuralına aykırı bir düzenlemedir. Maddenin (1.) fıkrası ile Bakanlar Kurulu'na, (2.) fıkrası ile de SPK'na verilen görev ve yetkilerin sınırları açıkça belirtilmemiş “Kanunun uygulanmasına ait usul ve esaslar” şeklinde genel bir ifade ile Bakanlar Kuruluna ve Kurul'a TBMM'nin Anayasa'nın 87. maddesinden kaynaklanan “Kanun Yapma Yetkisi” devredilmiştir. Bakanlar Kurulu ile Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'nun kanunda belirlenmeyen hususları, özellikle de temel sosyal ve ekonomik hakları, çıkaracağı yönetmelik ve tebliğlerle düzenleme yoluna gitmesine imkan sağlanmıştır. Oysa Anayasanın hangi alanlarda Tüzük çıkarılabilir' Konusunu düzenleyen 115 ve yine hangi alanlarda Yönetmelik çıkarılır' Konusunu düzenleyen 124'üncü maddelerine bakıldığında sırf kanun muhtevasının şekli bakımdan uygulanmasına dair olan konularda anılan hukuk metinlerinin çıkarılacağı vurgulanmakta, temel hak ve özgürlükler ile temel sosyo ekonomik konular bunlar içerisine girmemektedir. Onlar ancak Any. m. 87 gereği Yasama organınca düzenlenmekte ve bu haklar ancak yargı kararı ile kısıtlanabilmektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesi değişik zamanlarda verdiği kararlarında “ temel hal ve özgürlüklere yalnızca yasalarla konulacak sınırlandırmalar için söz konusu olduğundan Anayasanın öngördüğü bir temel hak ve özgürlüğün yine Anayasaca sınırlandırılması durumunda Anayasanın m. 13 üncü (1961 Anayasası mad. 11) maddesinin uygulanma yeri olamaz” denilmek suretiyle temel haklardaki sınırlamada en aşağı metin Kanundur. Ondan daha aşağısı düşünülemez. Ama burada durum hiç de öyle olmamıştır. İşin sınırlandırılması hükümet kararına ya da bir kamu kurumunun çıkaracağı tebliğe, iç düzenlemeye bırakılmıştır. (Bak. AMK, E. 1969/31, K. 1971/3; AMKD sayı 9, S. 148; E.Özbudun; s.83 86, 1989) Örneğin Kanun m. 1. ve 2'de başvuru süreleri açıkça belirtilmemiş iken Bakanlar Kurulu ya da Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) yayımlayacağı yönetmelik ve tebliğlerle “süre” belirleme ya da başvuruları süresiz bekletme imkanı verilmektedir. Bu ve benzeri nedenlerle, Kanun m. 1 (SP Kanunu) ek m. 10/A (fıkra 1 ve 2) hükümleri Anayasa m. 87'ye aykırıdır. Aynı zamanda bu hüküm VERGİ USUL KANUNU mükerrer madde 241 (ek: 28.08.1991 3762/2. m.) hükmü ile de çelişmektedir. Anılan madde hükmü şöyledir:Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 4 “Mükelleflerin sattıkları emtia veya yaptıkları işler nedeniyle ortaya çıkan alacak ve borçları için bono veya poliçe düzenlemeleri halinde, bu poliçe veya bonoların Türk Ticaret Kanunu uyarınca bulunması gereken bilgilerin yanı sıra aşağıdaki hususları da ihtiva etmesi zorunludur. 1. Müteselsil seri ve sıra numarası 2.Alacaklı ve borçlunun adı, adresi, bağlı olduğu vergi dairesi ve hesap numarası. Bono, poliçe, çek, senet, tahvil, hisse senedi, finansman bonosu, kar ortaklığı belgesi ve benzeri kıymetli evrakın vergi belge düzenini sağlamak açısından ihtiva edeceği bilgileri belirlemeye Maliye ve Gümrük Bakanlığı yetkilidir.” Şimdi burada mükellefler; bir konuda iki ayrı hüküm ve iki ayrı kurum ve uygulamayla karşı karşıyadırlar. İşte bu durum “hukuk normları toplumda güven ve istikrarı sağlamak için vardır” genel ilkesine de ters düşmektedir. Nitekim; a) Madde hükmüne göre, kaydi sistemin ana kuruluşu “Merkezi Kayıt Kuruluşu MKK ”dur. Sermaye piyasası araçları üzerindeki mülkiyet, intifa, rehin gibi haklar bu kuruluş tarafından yapılacak kayıtla ihdas edilecek ve ihtiyati tedbir ve haciz gibi yargı kararları ile birlikte üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilecektir. MKK; kayıtları adeta sermaye piyasası araçlarının tapu sicili kaydı niteliğinde olacaktır. Hukuken bu derece önemli olan kayıtlar için dayanak olarak yeterli belge yerine sadece bir “bildirim”den söz edilmesi, bu “bildirim”in kimler tarafından ve ne şekilde yapılacağının belirtilmemesi ve bütün bu belirsizlikler üzerine yapılacak olan mülkiyet, rehin, intifa, ihtiyati tedbir ve haciz kayıtlarının üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesi çok önemli hukuki sorunlar doğuracaktır. b) MKK'na kaydedilen sermaye piyasası araçları üzerindeki hakların üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesinde kuruluşa yapılan bildirim tarihinin esas alınacağına dair hüküm de, bildirimin kimin tarafından ne şekilde yapılacağının Kanun'da belirtilmemiş olması nedeniyle, kimin hangi şekilde yapacağı bildirim tarihinin esas alınacağı kabul edildiğinde uygulamada sorunlar çıkmasına yol açacağı muhakkaktır. c) Hukuk güvenliği açısından sermaye piyasası araçları üzerinde kurulacak olan mülkiyet, intifa, rehin hakları ile konulacak olan ihtiyati tedbir ve hacizlerin ihdas, tadil ve kaldırılma ve ileri sürülebilme esaslarının kanunla düzenlenmesi gerekirken, yukarıdaki hususların Bankalar Kurulu'nca çıkarılacak yönetmelik ile SPK'nun tebliğlerine bırakılması çok yönlü sakıncalar içermektedir. Ayrıca hukukumuzda, tapu sicili, ticaret sicili, gemi sicili gibi resmi siciller etraflı bir kanuni altyapıya dayalı olarak tüzükle düzenlenmiştir. Kayıtların nasıl tutulacağı ve kayıtların tutulmasında yapılacak işlemlere ilişkin usul ve esasların kanun veya tüzük yerine Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tebliğleri ile düzenlenmesi; hukuk Devleti ve Hukuk Devleti'nin temel özelliği ile hukukun her nevi güvenliği sağlaması temel ilkeleri açısından sakıncalıdır. d) Ayrıca, sermaye piyasası araçları üzerinde kurulan, maddi hukuka ilişkin hakların ihdası, tadili, sona ermesi gibi hususların Bakanlar Kurulu'nca çıkarılması öngörülen yönetmeliğe ve Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) tebliğlerine bırakılması sık sık bu yönetmelik ve tebliğlerde yer alacak hükümlerin Türk Ticaret Kanunu, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu veEsas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 5 İcra ve İflas Kanunu gibi ana kanunların taşınır mallar ve haklarla ilgili hükümlerine aykırılıkları nedeniyle geçersizliklerinin ileri sürülmesine yol açacaktır. Bu da hukuk güvenliğini ve hukukun toplumda istikrarı sağlayacağı genel ilkelerini ihlal edici, zihinlerde kuşkular, acabalı sorular uyandırıcı, genel ilkeleri zedeleyici bir durumdur. e) Madde 10/A 2. fıkrasındaki “Kayıt edilen hakların SPK m. 7 uyarınca senede bağlanma zorunluluğu yoktur” hükmü, maddede benimsenen kaydi sistemle bağdaşmamaktadır. Bu hükümle, kaydi sistem yanında, senet düzenlemesine ve tedavülüne imkan verilmek suretiyle sermaye piyasası araçları üzerindeki hakların hem merkezi kayıt kuruluşu kayıtlarıyla ve hem de kıymetli evrak niteliğindeki senetlerle ileri sürülebilmesi gibi çelişkili ve hukuk güvenliğini ortadan kaldıran bir ikileme yol açılmış olacaktır. Kaldı ki, anılan hüküm Kanun'un geçici m. 6 hükmü karşısında gereksizdir. f) Merkezi Kayıt Kurulu (MKK) ile ihraççıların ve aracı kuruluşların tuttukları kayıtların “yanlış tutulmasından” dolayı hak sahiplerine karşı kusurları oranında sorumlu tutulacaklarına dair olan hüküm de eksik ve hukuken yanlıştır. Çünkü; Bir kere, MKK'nun tuttuğu kayıtlar esas olduğuna (veya olması gerektiğine) ve sermaye piyasası araçları üzerindeki hakların üçüncü kişilere karşı ileri sürülebilmesinde bu kayıtlar esas alındığına göre, sermaye piyasası araçları üzerindeki hakların ileri sürülebilmesi bakımından esas alınmayan aracı kuruluş kayıtlarının sorumluluğa esas alınmasını anlamak mümkün değildir. İkinci olarak, kaydi sisteme ve merkezi kayıt kuruluşuna (düzenleme olanağı, kuruluşu oluşturma ve denetim bakımlarından) egemen bulunan SPK'nun kayıtları yanlış tutulmuş olması nedeniyle doğacak zararlardan dolayı neden Sermaye Piyasası kurulu'nun sorumlu tutulmadığını anlamak da mümkün değildir. Üçüncü olarak, kayıtların yanlış tutulmuş olmasından doğan sorumluluğun; MKK, ihraççılar ve aracı kuruluşlar arasında “kusurları oranında” taksimi, uygulamada, “kayıtların yanlış tutulmuş olmasından” dolayı zarar gören hak sahiplerinin haklarını elde edebilmelerini fevkalade zora sokacaktır. Dördüncü olarak, sorumluluk nedeninin sadece “kayıtlarının yanlış tutulmuş olmasına” inhisar ettirilmesi de hatalı olacaktır. Kayıtlar yanlış değil de, eksik tutulmuşsa, sorumluluk söz konusu olmayacak mıdır' Nihayet, kayıtların yanlış (ve eksik) tutulmuş olmasından doğan sorumluluğun kusura bağlanması da vahim bir hukuki hatadır. Bu gibi durumlarda adil olan kusursuz sorumluluktur. Örneğin, devlet, tapu sicillerinin tutulmasından doğan tüm zararlardan kendisi (memurunun herhangi bir kusuru olsa da olmasa da) sorumludur. Eğer memurun kusuru varsa ödediği tazminat için ona rücu edebilmektedir. (MK. m. 917), işte burada da öyle bir objektif kusur sorumluluğu getirilmeli idi. Kayıtların iyi tutulmamasından veya yanlış tutulmasından Merkezi Kayıt Kurulu ile Sermaye Piyasası Kurulu müştereken ve müteselsilen sorumlu tutulmalı ve kusurları varsa ihraççılara, aracı kuruluşlara ve diğer ilgililere rücu edebilmelidir. g) Daha önce de belirtildiği üzere, kaydi sisteme geçirilmesi çok yararlı olmakla beraber Kanunun bu ek m. 10/A hükmü sakıncalar içermektedir. Bu maddenin gerekçesinde de belirtildiğine göre, İngiltere 1989 yılından beri bu sistemi kurmaya çalışmaktadır. KanaatımızcaEsas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 6 kaydi sisteme geçilmesi aceleye getirilmiş ve bu alanın uzmanlarının görüşleri alınmadan ek m. 10/A kanunlaştırılmıştır. h) Nihayet, SP Kanununa eklenen md 10/A hükmü, yukarıda belirtilen tüm yetersizliklerine rağmen olduğu gibi bırakıldığından bu kez geçici m. 6. gereğince, 31.12.2000 tarihinden itibaren artık hisse senedi çıkarılması söz konusu olamayacağına ve bu tarihten önce çıkarılmış olan hisse senetlerinin de 31.12.2003 tarihine kadar ihraççı kuruluşlara, bunların yetkili kıldığı aracı kuruluşlara veya merkezi kayıt kuruluşuna teslim edilmesi zorunlu bulunduğuna göre, SP Kanunu m. 7/4 fıkrasının sermaye artırımının Ticaret Siciline tescilinden önce hisse senedi çıkararak, halka verilmesini öngören ve bu haliyle Türk Ticaret Kanunu'nun (TTK) sistemine aykırı ve çok sakıncalı olan hükmünün yürürlükten kaldırılması gerekirdi. Sonuç olarak maddedeki düzenleme Anayasa md 48. de düzenlenen “Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti” başlıklı hükümlerine de aykırılıklar içerdiği gibi özel teşebbüs kurma özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Özellikle hamiline yazılı hisse senetlerinin teslim ile, nama yazılı hisse senetlerinin de ciro ile el değiştirmesini önleyen bu düzenleme Sözleşme Özgürlüğünü kısıtlamakta ve serbest piyasa ekonomisi koşul ve kurallarına aykırı düşmektedir. Anılan yasal düzenlemeyle, MKK'nda meydana gelebilecek bir hatanın ve yolsuzluğun pay sahiplerinin haklarını tamamen yok edebileceği gözetilmemiştir. Bu düzenleme Anayasa “Mülkiyet hakkı” kenar başlığını taşıyan madde 35 de ifadesini bulan “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir./ Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. / Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmüne aykırıdır. Bu hakkı kısıtlayıcı hükümler içermektedir. Ülkemizdeki tüm şirketlere ait ortaklık paylarının tek merkezde toplanmak istenmesi şirketleri, yatırımcıları ve hak sahiplerini bürokrasinin insafına ve idarenin keyfiliğine terk eden bir düzenleme olmakla özünde Anayasanın ruhuna ve temel insan haklarını düzenleyen uluslararası metinlere aykırılıklar da vardır. Yine bu hak sınırlamaları m. 35 de ifade edildiği gibi ancak kamu yararı nedeniyle ve yine çıkarılacak kanunla olmaktadır. Daha aşağı bir metinle bunu düzenlemek mümkün görülmemiştir. Bu nedenle, “kaydileştirme” öncelikle kamu menkul kıymetleri için yapılanlı, banka ve aracı kurumların fiktif repo yapmalarının önüne geçilmelidir. Kaldı ki, yatırımcı bazında “saklama” işlemlerine mevcut yasa hükümleriyle geçilmiştir. Yani yasal yetkisizlik söz konusu olmadığı halde, piyasanın %90'ının kaydi sistem dışında tutulması ve %10 gibi bir azınlık için yasal düzenlemeye gidilmesinin maksadı anlaşılamamaktadır. Böyle bir düzenleme, Anayasanın imkan ve fırsat eşitliği ilkesini hükme bağlayan m. 10 hükümlerine aykırılıklar içermektedir. Diğer taraftan, MKK'nun kayda aldığı sermaye piyasası araçları (hisse senetleri vb.) üzerinde haklar oluşturması, bu hakları kaldırması veya sınırlamalar getirmesi gibi konuların kanunda açıkça belirlenmesi gerekirdi. Bu yetkilerin, çıkarılacak yönetmelikle Bakanlar kurulu'na ve tebliğle SPK'na bırakılması hukukun temel ilkelerine ve Anayasa “Yasama yetkisi” yan başlığını taşıyan m. deki “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” hükmüne aykırıdır. MKK tarafından kayda alınacak hakların senede bağlanması mükellefiyeti ortadan kaldırılırken, hisse senedi ve pay devirlerinin nasıl yapılacağına ilişkin olarak kanunda yer verilmeyen yasal düzenleme yetkisi, çıkarılacak tebliğle SPK'ya bırakılmaktadır.Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 7 Ayrıca, üçüncü şahıslara karşı ileri sürülebilmesi için MKK na yapılacak bildirimin kimler tarafından ve nasıl yapılacağı hususunda da hiçbir açıklık bulunmadığı gibi, bu kayıtların “tapu kayıtları gibi” aleni olduğu yönünde bir hüküm bulunmaması, uygulamada pek çok hukuki ihtilaflara yol açabilecektir. 2) 4487 sayılı Kanun'un 2. maddesi Anayasa'ya aykırıdır: Anılan (2.) madde aynen şöyledir; “ ” 4487 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle değiştirilen Sermaye Piyasası Kanunu'nun 11. maddesinin 1., 2., 3., 4., 5. ve 9. fıkraları Anayasa'nın; “Yasama yetkisi” başlığını taşıyan 7'nci maddesine, “Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti”ni düzenliyen 48 inci maddesine, “Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen 2 nci maddesindeki “Demokratik Devlet” ilkelerine aykırıdır. Söz konusu fıkralar, aynı zamanda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 17 ve 23. maddelerine de aykırıdır. Bilindiği gibi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 17. ve 23. maddeleri şöyledir: Madde 17 de yer alan; “1) Herkesin tek başına veya başkalarıyla ortaklaşa mülkiyet hakkı vardır. 2) Hiç kimse keyfi olarak mülkiyetinden yoksun bırakılamaz” hükmü ile, Madde 23 “1) Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve uygun koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır.” 4487 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle değiştirilen 11. maddenin belirtilen fıkraları ile halka açık olmayan ve SPK nun koyduğu niteliklerde bulunmayan 5 kişilik bir aile şirketinin hisse senetlerinin bir şekilde el değiştirmesi (ikinci el piyasa oluşması) halinde dahi, hiç ilgisi olmadığı halde böyle bir yolla halka açık anonim şirket sayılması sağlanmaktadır. Burada özellikle üzerinde durulması gerekli olan husus, halka açık şirketin hisse senetlerinin hangi oranda alındığı takdirde bir aile şirketinin halka açık sayılacağının Kanunda belirtilmeyip, SPK'nun takdir ve yetkisine bırakılmasıdır. Bu 5 kişilik aile şirketinin hisse senetlerinin bir şekilde 3. kişilere devri suretiyle el değiştirmesi dolayısıyla birdenbire halka açık şirket sayılması çok önemli bir olaydır. Yasada; m. 11/3. Fıkra “Kurulca yapılan incelemelerde, bu Kanuna tabi ortaklıkların menkul kıymetlerinin ikinci el piyasasının oluştuğu anlaşıldığı taktirde, Kurul bu ortaklıkların () menkul kıymetlerine borsada işlem görme şartı getirebilir.” Hükmüne de yer verilmiş olup, ikinci el piyasanın oluşmasından neyin anlaşılması gerektiğine açıklık getirilmemiş ve kişilik hakları ile çalışma ve sözleşme özgürlüğü kısıtlanmıştır. Vergi Kanunları veya diğer maddi yükümlülüklere ait konularda çıkartılmış kanunlarda vergi nispet ve miktarının alt ve üst sınırları açıklanmakta ve bu taban ve tavan arasında takdir hakkı Bakanlar Kurulu'na verilmektedir. Burada ise kişilik haklarına dokunan böyle bir olayda, hisse almak suretiyle kurulacak ortaklık oranının alt ve üst sınırları bile belirtilmeden oranEsas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 8 tespitinin ve “ikinci el piyasasının oluştuğu” olgusu tespitinin doğrudan doğruya SPK'na bırakılması Anayasaya aykırıdır. Maddedeki ortaklık hisse oranının kanunla tayin edilmeyip bu yetkinin SPK'na devredilmesi ve ikinci el piyasasından neyin anlaşılması gerektiğine açıklık getirilmemiş olması ve bir aile şirketinin birkaç hissesinin şu veya bu şekilde el değiştirmesi gibi sıradan bir işlemde dahi bu aile şirketinin menkul kıymetlerine borsada işlem görme şartı getirilmesi, Anayasa m. 7 hükmüne aykırılık oluşturur. Bu maddenin 9 uncu fıkrasında “halka açık anonim ortaklıkların esas sözleşmelerinin değiştirilmesi için Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na başvurulmadan önce Kurul'un uygun görüşünün alınması zorunludur.” hükmü yer almaktadır. Halbuki bu konuda ana sözleşme değişikliğinin yapılacağı Genel Kurul'dan evvel Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'ndan TTK hükümlerine göre ön izin alınmaktadır. SPK'yı hiç ilgilendirmeyen ve Genel Kurulun takdiri ile yapılan değişikliklerin idare organlarının takdirine ve onayına bırakılması bu suretle de şirketlerin, Genel Kurullarını yapamaz hale düşürüp organsız kalmaları, Anayasa m. 48 de yer alan “Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti” ile Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen m. 2 deki “Demokratik Devlet” ilkelerine aykırılıklar taşımaktadır. Yapılan değişiklikle, ortak sayısı 250'den fazla olan anonim ortaklıklar “halka açık anonim ortaklık” olarak kabul edilmiştir. Fakat, 250'den fazla ortağı olduğunu tespit eden ortaklıklara “Kurul kaydına alınmak için başvuru” mecburiyeti getirilmekle beraber, ortaklığın bu müracaatından sonra SPK'nın bu başvuruyu ne kadar bir sürede değerlendirip nasıl bir işlem yapması gerektiği, Kurul kaydına ne kadar sürede alınacağı hususlarında bir belirleme yapılmamıştır. Yasanın değişiklik maddelerinde belirtildiği üzere ortaklıkların yerine getirmeleri gereken pek çok mükellefiyetleri varsa kurulun da sorumluluğunun belirlenmesi gerekirdi. Bir tarafa onca külfetler getirilirken karşı tarafa aynı doğrultuda, işlere ivme kazandıracak kurallar getirilmemiştir. Belli bir zaman geçtikten sonra başvurunun kabul edildiği, sükutun ikrardan geldiği, ikrar sayıldığı prensibi artık yasalarımıza yerleştirilmelidir. Halen ülkemizde yürürlükte olan kurallarda, “Başvuru süre içerisinde cevaplanmadığında reddedilmiş kabul edilir.” mantığı bu yasada da geçerliliğini sürdürmektedir. Aslında yapılacak kısa bir incelemeyle tesbiti mümkün olan işler mevcut uygulamada Kurulun, yapılan müracaatları bir yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen değerlendirme yapmadan beklettiği basit bir soruşturmayla görülecektir. Bu bekletmenin hesabını vermesi Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'nun en tabii bir görevi ve sorumluluğu iken bu durumu kimse sormamakta ve istememektedir. Kurul kaydına almanın belli bir süre içerisinde sonuçlandırılması mecburiyetinin konulması, ortaklığın biran evvel Kurul denetimine girmesi bakımından yararlı olacağı gibi, kayıt işleminin çabuklaştırılması halinde, şirket yatırımcılarının ve piyasanın zarar görmesi önlenmiş olacaktır. Menkul kıymetlerin borsada işlem görmesi, ilgili şirketlerin temel politikalarıyla ilgili bir karar olup, bu karara idare organlarının müdahalesi serbest piyasa ekonomisi kurallarına. Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 9 İMKB Kotasyon Yönetmeliği ile TTK'nun genel hükümlerine ve nihayet Anayasa'nın demokratiklik ve teşebbüs özgürlüğü ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. Belirtmek gerekir ki böyle bir düzenleme, şirketlerin zaman kaybına yol açacak ve SPK tarafından kolaylıkla kötüye kullanılabilecektir. Durum TTK ilkelerine ve akid serbestisine aykırıdır, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'nın yetkisini anlamsızlaştıracak çağ dışı bir değişikliktir. Yasal yetkisi yokken, olmayan yetkiyi varmış gibi kullanan Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'nun böyle bir düzenleme ile rekabet eşitliğini bozan veya siyasi nedenlerle bir şirketi kayına veya zora sokan işlemler yapması kuvvetle muhtemeldir. Kanun ile düzenlenmesi gereken konuları, SPK'nun tebliğlerine bırakan bu madde tümüyle, Anayasa'nın “Yasama yetkisi” başlığını taşıyan 7 nci, “Çalışma ve sözleşme hürriyeti” başlığını taşıyan 48 inci maddesi hükümlerine aykırıdır. 3) 4487 sayılı Kanun'un 3. maddesi Anayasa'ya aykırıdır. (Bu madde ile) Sermaye Piyasası Kanunu'nun 12 nci maddesinin Anayasa Mahkemesince iptal edilen altıncı fıkrası aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir. “ ” Bu yeni düzenleme Anayasa'nın kişilik haklarını ve çalışma hürriyetini düzenleyen 48 ve 49 uncu maddelerine, Anayasa'nın, hak arama özgürlüğü ile ilgili 36/1 inci maddesine aykırıdır. Şöyle ki, Yasanın m. 12/6. fıkrasında yapılan düzenleme ile mevcut hükümdeki “4'üncü maddede belirtilen hususlara aykırı kararlar” ibaresi kaldırılarak yerine “ bu maddedeki esaslar çerçevesinde aldığı kararlar” gibi çok genel bir anlamda düzenleme yapılmak suretiyle mala dayalı olanlar dahil her türlü vadeli işlem borsalarının, halka açık anonim ortaklıkların sermaye piyasası kuruluşlarının yönetim ve denetim kurulları baskı altına alınmaktadır. Düzenleme tamamiyle bir keyfilik ve antidemokratik uygulama içermektedir. Bu düzenlemeyi Anayasanın kişilik haklarını ve çalışma hürriyetini düzenleyen hükümleriyle bağdaştırmak mümkün değildir. Bu fıkra 6'nın son cümlesinde yer alan “Şirket, davanın açıldığını öğrendiği tarihi izleyen üç işgünü sonuna kadar durumu Kurula bildirmekle yükümlüdür.” ifadesindeki süre çok kısa olup tüm önemli işleri bir yana bırakarak bu yükümlülüğü yerine getirmek bile en az on günlük bir zamanı alır. Adli, idari veya cezai, hangi alanda olursa olsun davanın taraflarına bu kadar bir kısa sürede cevap hakkı tanınması, işlemi yerine getirme zorunluluğu söz konusu değildir. Basit bir günsüz ihzar işleminde dahi ihzar kesilen kişi, acil işleri var ise onları ayarlasın düşüncesi ile kendisine 48 saatlik bir süre tanınmaktadır. Buradaki iş o işlemden daha mı önemsiz ya da daha mı basit' Asla. O nedenle usul hukukundaki “makul bir süre” ilkesine ve özgür makul ortamda savunma hakkı kullanımına ters düşmektedir. Yürürlükten kaldırılan hükümde, yönetim kurulu aleyhine dava açıldığının öğrenildiği tarihten itibaren 10 gün içinde durumu Kurul'a bildirmekle yükümlü iken bu süre 3 işgünü olarak düzenlenmiştir. Sürenin kısaltılması haklı bir gerekçeye de dayanmamaktadır.Esas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 10 Maddedeki değişiklik Anayasa'nın hak arama özgürlüğü (m. 36/1) ve kişilik haklarını, çalışma hak ve hürriyetini düzenleyen (m. 48) hükümlerine tamamen aykırıdır. 4) 4487 sayılı Kanun'un 4. maddesi de Anayasa'ya aykırıdır. Anılan madde ile, Sermaye Piyasası Kanunu'nun 13/A maddesinin son fıkrası yeniden düzenlenmiştir. Söz konusu (4.) madde şöyledir; “ ” Kanun'un bu hükmü Anayasa'nın Mülkiyet hakkını düzenleyen 35/2 ve 3. fıkralarına, Çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen 48/2. Fıkrası hükümlerine aykırıdır. Şöyle ki; Burada getirilen kısıtlama sonucu özel girişimciliğe ve mülkiyet hakkına önemli bir müdahale söz konusudur. Zira zamanda meydana gelecek değer artışları nedeniyle bile olsa rehin gösterilen bir mal durağan bir borcun dışında bir başka mal için teminat gösterilememesi müteşebbisleri önemli ölçüde sıkıştırıcı olacaktır, hareket ve yatırım özgürlüğünü kısıtlayacaktır. O nedenle bu hüküm de Anayasa md 35/2 ve 3, m. 48/2 hükümleri ile MK da yer alan özel hukuk ilkelerine aykırılık içermektedir. 5) 4487 sayılı Kanun'un 5. maddesi Anayasa'nın 48, 49 ve 87. maddelerine aykırıdır. Anılan madde şöyledir; “ ” 4487 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle değiştirilen, Sermaye Piyasası Kanunu'nun 15. maddesinin 1., 4., 5. ve 7. fıkraları Anayasa'nın, Çalışma ve sözleşme hürriyetini düzenleyen 48., Çalışma hakkı ve ödevini düzenleyen 49., Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerini genel olarak düzenleyen 87. maddelerine aykırıdır. Söz konusu (5.) madde, aynı zamanda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 17 ve 23/1. maddelerine de aykırıdır. Çünkü işbu (5.) madde ile kayıtlı olmayan A.Ş.ler ile kayıtlı olanlar arasında eşitsizlik meydana getirilmiştir. Bu eşitsizlik kayıtlı olmayan A.Ş.lerin lehine bir görünüm arzetmektedir. Bu durum rekabet şartını engelleyicidir. Zira Borsa şirketleri kâr dağıtamamakta, halka açık anonim ortaklık şeklinde bir yapı kazandırılmakta, ancak hisse senetleri borsada işlem görmeyen şirketlere göre daha fazla kaynak kullanma zorunda bırakılmaktadırlar. Dağıtılmayan kâr payları da hisse senedi fiyatlarına yansıtılmaktadır. Halka açık anonim ortaklıkların hisse senetleri, borsada hisse senetleri işlem görmeyen şirketlere nispetle, hem Mayıs ayı sonuna kadar kâr dağıtmak, hem de dağıtılan kârları üzerinden gelir vergisini bir defada ödemek zorunda bırakılmışlardır. Böylece hem kâr dağıtımı hem de vergi ödemesi işlemleri halka açık şirketlerin kaynaklarını azaltmaktadır. Böyle bir durum da şirketleri kredi arayışına girmek ve kredi bulabilenleri de yüksek faiz ödemek zorundaEsas Sayısı : 2000/8 Karar Sayısı : 2003/104 11 bırakacaktır. Bu durum da yeniden sermaye artırımına gitmelerine ve hisse senedi fiyatlarının düşmesine neden olacaktır. Borsa şirketlerinden bazılarının kâr dağıtımı mecburiyeti getirilmesinde SPK'nın yetkili olması, benzer şirketler arasında farklılığa, rekabet eşitliğini bozucu etkilere yol açacaktır. Bir tarafta Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'nca kayrılan, diğer tarafta Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'nca zorlanan ve cezalandırılan şirketler grubu ortaya çıkacaktır. Bunun uygulamada pek çok örneği vardır (Mesela; Tire, Kutsan ve Kartonsan bunlara örnektir.) Maddenin 1. fıkrasında getirilen değişiklikle Kanun'la düzenlenmesi gereken konularda Kurul'a serbest piyasa ve rekabet kurallarını ihlal edebilecek nitelikte keyfi kararlar alma ve tebliğler çıkartma yetkisini tanımaktadır. Bu da bir bakıma yasama yetkisinin bir başka kuruma devri ya da yetki gasbı demektir. Adı ne olursa olsun evrensel insan haklarına, girişim özgürlüğüne önemli bir müdahaledir ve Anayasa'nın yukarıda değinilen maddelerine aykırıdır. 1982 Anayasasında yasama yetkisi TBMM'ne bırakılmıştır. Kanunla düzenleme alanının konu itibariyle sınırlandırılmamış olması Anayasaya aykırı olmamak şartıyla her konunun kanunla düzenlenebileceğini ifade eder. Anayasa sınırları içerisinde devletin hukuk düzeninin yaratıcısı yasama organı (TBMM)dir. Bir sosyal ilişki alanını kanunla düzenleyerek devletin faaliyet alanı içine almaya veya devletin faaliyet alanı içindeki bir ilişkiyi bu alandan çıkarmaya yetkilidir. İşte şimdi böyle bir önemli yetki ve düzenleme işi bu kanunun değişik maddeleriyle Bakanlar Kurulu'na ve de Sermaye Piyasası Kurulu (SPK)'na bırakılmaktadır. Yasama yetkisinin genelliği, yürütme organına bırakılmış “mahfuz” bir düzenleme yetkisinin bulunmadığını da ifade eder Yasama yetkisinin genelliği aynı zamanda, yasama organının bir konuyu dilediği ölçüde ayrıntılı olarak düzenleyebileceği anlamına da gelir. Hal böyle olunca SP Kanununda önemli değişiklikler ve eklemeler içeren bu 4487 sayılı Kanunda b | 4,235 |
Esas Sayısı : 2005/14 Karar Sayısı : 2008/92 1 II İTİRAZLARIN GEREKÇELERİ Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin başvuru kararında özetle, davacının Türk İdareciler Vakfına üye olmak için yaptığı başvurunun reddine ilişkin Genel Kurul Kararı'nın Mahkemelerince iptal edildiği, ancak Yargıtay'ca, 4721 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin Vakıflarda üyelik olmaz biçimindeki üçüncü fıkrası uyarınca anılan kararın bozulduğu, bozma kararına uyularak yapılan yargılama sırasında davacının bu fıkranın Anayasa'ya aykırılığı yönündeki iddiasının ciddi görüldüğü, Ülkemizde yeni vakıfların 1967 tarihli 903 sayılı Kanun'a göre kurulmaya başlandığı, bu vakıfların hemen tamamında vakıf üyeliği bulunduğu, bu şekilde kurulmuş olan vakıfların varlığını sürdürmesinin, yeni üye kayıtlarının yapılmasına bağlı olduğu, Anayasa'nın 33. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin, önceden izin almaksızın dernek kurma, bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahip olduğu ve son fıkrasında, bu madde hükümlerinin vakıflarla ilgili olarak da uygulanacağının belirtildiği, ancak 1.1.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 101. maddesinin üçüncü fıkrasının, vakıflara üyelik hakkını kullanılamaz hale getirdiği, vakıf ve dernekler arasında üyelik yönünden varolan eşitliği ortadan kaldırdığı, tek başına vakıf kurma imkanı olmayan, fakat bir vakfa üye olarak topluma ve kamuya maddi yardımda bulunmak veya ismini üye olacağı vakıf içerisinde yaşatmak isteyen gerçek ve tüzel kişilerin bu anayasal hakkını kullanmalarını engellediği, vakıf kurucularının da vakıflarına üye alma istek ve iradelerinin önüne kanunen engel konulduğu, hayatiyetleri yeni üyelerin varlığına bağlı vakıflarda üyeliğin kaldırılmasının, o vakfın tasfiyesi sonucunu doğuracağı, bu durumun, vakıfların hükmi şahsiyetlerinin devamlılığı ilkesiyle bağdaşır bir tarafının bulunmadığı, vakıflarda üye kaydının, vakıf kültürü ve vakıf medeniyetinin daha da güçlü ve kalıcı olmasını sağlayacağı ve vakıfların her geçen gün daha çok önem kazanan gönüllü kuruluşlar arasında yerini almasına yardımcı olacağı, ayrıca anılan fıkranın, 4721 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 1.1.2002 tarihinden önce kurulmuş olan vakıflarla, bu tarihten sonra kurulmuş ve kurulacak olan vakıflar arasında imkan ve işleyiş itibariyle farklılığa sebep olacağı, fıkranın gerekçesinin de vakıflardaki üyeliğin kaldırılmasına mesnet olmayacağı, vakıflara üye olmanın vakıfların işlevini ve anlamını değiştirmeyeceği, belirtilen nedenlerle kuralın, Anayasa'nın 2., 5., 10., 13. ve 33. maddelerine aykırı olduğu ve iptali gerektiği ileri sürülmüştür. Gaziantep 1. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin başvuru kararında özetle, davacı Vakfın, vakıf senedinde yapılan tadilatın tescili istemiyle dava açtığı, Mahkemelerince, vakıf senedinin eski ve yeni metinleri Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne gönderilerek bu tadilatın tesciline engel bir durum olup olmadığının sorulduğu, Genel Müdürlüğün, yeni üye alımını içeren kısmın 4721 sayılı Yasa'nın 101. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca metinden çıkarılması gerektiğini belirttiği, yargılama sırasında davacının anılan fıkranın Anayasa'ya aykırılığı yolundaki iddiasının ciddi görüldüğü, Anayasa'nın 33. maddesinde, herkesin, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahip olduğunun, hiç kimsenin bir derneğe üye olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamayacağının ve maddenin son fıkrasında da, bu madde hükümlerinin vakıflarla ilgili olarak da uygulanacağının belirtildiği, böylece Anayasa'nın 33. maddesinde, derneklerle ilgili yapılan düzenlemenin, vakıflar hakkında da uygulanacak Anayasa hükmü haline geldiği, Anayasa'nın 11. maddesinde de Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. hükmünün yer aldığı, vakıf ve derneklerin 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 2. kısmındaki 47. maddeden itibaren yapılan düzenleme ile tüzel kişiliğe sahip kuruluşlar olduğu, aynı Kanun'un 47., 56. ve 101. maddelerindeki tariflerde de, belli bir amaca göre örgütlenmiş ve özgülenmiş kişi ve mal toplulukları olan dernek ve vakıfların, kamu menfaatine çalışan, kâr amacı olmayan tüzel kişiler olduğunun açıkçaEsas Sayısı : 2005/14 Karar Sayısı : 2008/92 2 vurgulandığı, yine aynı Kanun'un 101. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen sürekli amaç ın devam edebilmesi için vakıf kuruluşuna da üye olunmasının kuruluşun devamı için zorunluluk arzettiği, bu nedenlerle Vakıflarda üyelik olmaz biçimindeki kuralın Anayasa'nın 33. maddesine aykırı olduğu ve iptali gerektiği ileri sürülmüştür. | 575 |
Esas sayısı:1968/80 Karar Sayısı:1969/3 1 II. İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN MAHKEMENİN GEREKÇESİ ÖZETİ : (YSE) 11 inci mıntıkasına dahil Keban içme suyu tesisatının yaptırılması sırasında bu yerlere ait su borularının bir kısmının tahrip edildiği ve mahallî zabıtaca yapılan soruşturmada suçun kimin tarafından işlendiği tesbit edilemediği gibi suçun maznunlar tarafından işlendiğine dair kesin delil bulunamadığı bizzat Ağın C. Savcısı tarafından yürütülen soruşturma sonucunda da anlaşılmış olduğundan 22/5/1968 tarih esas 1968/5 iddia 1968/2 sayılı iddianamenin olay kısmında 1967 Eylül başında suçun işlendiği ve esas faili meçhul olduğu, zararın vuku bulduğu belirtilerek sanıkların 7478 sayılı Kanunun. 16. maddesi gereğince cezalandırılmaları istenilmiştir. Bu durumdan anlaşılmaktadır. Sözü geçen maddenin son fıkrasındaki Bu kanun hükümlerine aykırı hareket eden fail bulunmadığı takdirde bozulan kısım yaptırılır ve masraf bozulan yer hangi köyün hududu içinde ise o köye tazmin ettirilir hükmü ise şu nedenlerle Anayasa'nın 33. maddesine aykırıdır: 1 Anayasa'nın 33. maddesi ceza sorumluluğu şahsidir demek suretiyle kişiye ancak kendi fiilinden dolayı ceza verilebileceğimi, başkalarının fiilinden dolayı ceza verilemiyeceğini öngörmüştür. Bu fıkra sanıklara uygulandığı takdirde, kuvvetli delil ve emare bulunmadığı halde kendilerinin cezalandırılmaları cihetine gidileceğinden hükmün, Anayasa'nın 33. maddesine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. 2 Ceza hukuku bakımından bu fıkra kanunsuz suç ve ceza olamaz prensibine ve cezaların genel niteliklerinden biri olan cezaların ferdileştirilmesi ilkesine de aykırıdır. Çünkü cezaların, suçlulara uygulanması gerekir. Oysa suçun işlendiğine dair delil ve emare mevcut değildir. Bu durum karşısında 7478 sayılı Kanunun 16. maddesinin son fıkrası gereğince fail bulunmadığı zaman zarar hangi köy sınırı içerisinde yapılmış ise o köye tazmin ettirilecektir. Görülüyor ki suçu işleyen kişi, bulunmadığı takdirde suçla ilgisi olmayan ferde doğrudan doğruya ceza verilebilecektir. | 261 |
Esas Sayısı : 2004/34 Karar Sayısı : 2008/94 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir. A İptali istenen yasa Anayasanın 2. maddesine aykırıdır: İptali istenen 1479 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununda Değişiklik Yapan ve 02.08.2003 tarih ve 25187 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe giren 4956 sayılı Kanunun 44. maddesiyle; Kanunun Ek 20. maddesine üçüncü fıkra olarak eklenen hüküm yasalaşarak yürürlüğe girmiştir. Maddenin başlangıç kısmında yer alan Diğer Sosyal Güvenlik Kanunlarına göre yaşlılık ve maluliyet aylığı bağlananlardan ibaresi, maddenin bütünü içinde dikkate alındığında Anayasanın 2., 73, maddelerine aykırı bulunmaktadır. Maddenin sonuna konulmuş bulunan Sosyal güvenlik destek primi ödenmiş süreler, bu Kanuna göre sigortalılık süresi olarak değerlendirilmez, ödenen primler 39 uncu madde hükmüne göre toptan ödeme olarak iade edilmez ve bu sürelerle ilgili olarak 24/05/1983 tarihli ve 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun hükümleri uygulanmaz. Hükmü bu kesintinin herhangi bir nedeni bulunmadığını ifade etmektedir. Anayasanın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk Devletidir. Doktrinde ve Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında belirtildiği gibi; Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu bilen, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğu bilinci olan devlettir. Hukuk devletinin temel özelliği, bütün vatandaşlar, hatta vatandaş olmasa bile ülkesindeki tüm insanlara hukuki güvence sağlamasıdır. Gerekçesi tam olarak açıklanmayan ve sadece Devletin otoritesine dayanarak vatandaşından karşılıksız olarak alınan her türlü vergi resim harç ve sair talepler, hukuk devleti ilkesi ile birleşemez. B İptali istenilen yasa maddesi Anayasanın 73. maddesine aykırıdır: Anayasanın 73. maddesi: Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı maliye politikasının sosyal amacıdır. Vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.Esas Sayısı : 2004/34 Karar Sayısı : 2008/94 2 Anayasamız, devletçe konulan vergi resim harç ve benzeri mali yükümlülüklerde adaletli ve dengeli bir dağılımı öngörmektedir. Oysa konulan prim mükellefiyeti adaletli olmadığı gibi devletin açığını kapatmak üzere düzenlenmiş ve sosyal bir amaca yönelik bulunmayan bir mükellefiyettir. Yasanın Hükümet tasarısının genel gerekçesi aynen şöyledir: Görüldüğü gibi, Kurum başlangıcından itibaren birçok olumsuzluğu bünyesinde taşıyan hatalı bir zemin üzerine oturtulmuştur. Acil önlemler alınmadığı takdirde, Bağ Kur'un finansman açıkları artarak devam edecektir. Bu nedenle, Kurumun gelir ve giderlerini düzenleyici ve prim tahsilatını artırıcı bir dizi tedbirin hem 1479 sayılı Kanunda hem de 2926 sayılı Kanunda yapılacak değişiklikle yürürlüğe konulması bir zorunluluk halini almıştır. Yasanın Hükümet tasarısının genel gerekçesinde belirtilen husus, ileride bir eşitliğin teessüs etmesine değil, tamamen kuruma gelir sağlamaya yönelik olduğu görülmektedir. Bu gerekçeye bir ölçüde katılmak mümkündür. Ancak bunun, hukuk ve sosyal devlet ilkeleri içinde uygulanması gerekeceği düşünülmektedir. Kuruma gelir sağlamak amacıyla sigortalılığın yaygınlaştırılması, sosyal güvenlik şemsiyesinin genişletilmesi ve kaçak sigortalılığın önlenmesi yollarına gidileceği yerde, en kolay yol seçilmiş ve karşılıksız, hiçbir risk göze alınmadan vatandaştan prim kesilmesi yolu tercih edilmiştir. Zira maddenin son kısmında yer alan; Sosyal güvenlik destek primi ödenmiş süreler, bu Kanuna göre sigortalılık süresi olarak değerlendirilmez, ödenen primler 39 uncu madde hükmüne göre toptan ödeme olarak iade edilmez ve bu sürelerle ilgili olarak 24/05/1983 tarihli ve 2829 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun hükümleri uygulanmaz. hükmü bu kesintilerin hiçbir karşılığı olmadığını açıkça göstermektedir. B İptali istenen yasa maddesi Anayasanın 18. maddesine aykırıdır Anayasamızın 18. maddesi açıkça angaryayı yasaklamıştır. İptali istenen maddenin bütünü içinde yapılan düzenleme Anayasanın Angarya yasağına aykırılık teşkil etmektedir. Yasa koyucu, davacıya dayanışma destek primi ödeme zorunluluğu getirirken bunun hiçbir karşılığı olmadığını, sigortalılık süresi olarak değerlendirilmeyeceğini, toptan ödeme olarak iade edilmeyeceğini, sayılı Sosyal Güvenlik Kurumlarına Tabi Olarak Geçen Hizmetlerin Birleştirilmesi Hakkında Kanun hükümleri uygulanmayacağını. Belirtmektedir. Yani karşılıksız bir paranın tahsili söz konusudur. Yasa kendi lafzı içinde davacıdan prim tahsil edeceğini ancak bunun hiçbir şekilde karşılanmayacağını, karşılığında bir hizmet veya mütekabil bir semere hakkı tanınmayacağını açıkça belirtmiştir. Bunun Anayasanın angarya kavramı içinde olduğu ve açıkça yasaklanmış bulunduğu düşünülmüştür. C İptali istenen yasa maddesi Anayasanın 49, 60, 65. maddelerine aykırıdır. Madde 49 Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliğiEsas Sayısı : 2004/34 Karar Sayısı : 2008/94 3 önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır. Madde 60 Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar. Madde 65 (Değişik madde: 03/10/2001 4709 S.K./22. md.) Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Anayasa, bu düzenlemeleri ile, Devletin, sosyal Devlet yönünü açığa çıkarmış ve Devletin çalışanların hayat seviyelerini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek ve çalışanları korumak için düzenlemeler yapmak ve gerekli teşkilatları kurmak görevini belirtmektedir. Oysa, yapılan bu yasal düzenleme ile Devlet, işin sosyal boyutunu ihmal ederek, adeta emekli olarak çalışanları cezalandırma yoluna gitmektedir. Ayrıca yasa ile Devlet prim almasına karşın, Anayasa tarafından kendisine verilen ve yukarıda sayılan görevlerini yapmayacağını maddenin sonunda açıkça belirtilmiştir. Emekli Sandığının şimdilik, yaşlılık aylığı alıp ticarî kazanç veya serbest meslek kazancı dolayısıyla gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olanlardan sosyal destek primi kesilmesi konusunda bir uygulaması yoktur. Ancak böyle bir uygulamanın başlaması ile davacının bu kez iki kuruma birden ödeme yapmak zorunluluğunda bırakılacaktır. BAĞ KUR'u güçlendirmek için SSK ve Emekli Sandığı emeklilerinden kesinti yapılması Anayasaya aykırıdır. SSK emeklileri kendi kurumlarına sosyal destek primi ödemektedirler. Bu uygulama ile birde BAĞ KUR'a ödeme yapmaktadırlar. Emekli Sandığının da bu uygulamaya geçmesiyle, müvekkilimizin, bu defa iki kuruma birden DDP ödemesi söz konusu olacaktır. Nitekim, Yasada meslek ayrımı yapılmamış, sadece Diğer Sosyal güvenlik Kanunlarına göre yaşlılık ve maluliyet aylığı bağlananlardan ibaresi konulmuştur. SSK dan emekli olan bir avukat serbest çalışmasına devam etmekte ise, kendi kurumuna diğer işçiler gibi dayanışma destek primi öder. Ancak maddenin devamında gelen, ticarî kazanç veya serbest meslek kazancı dolayısıyla gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olanlar, ibaresi ile, bu defa bu avukatın kendi kurumu yanında bir de Bağ Kur'a mükerrer prim ödemesi söz konusu olacaktır. Bunun sosyal adalet ilkesine aykırı bir tutum olduğu mahkememizce dikkate alınmıştır. Gerekçe bölümünde etraflıca anlatıldığı biçimde, davacı vekili tarafından ileri sürülen Anayasaya aykırılık iddiası mahkememizce de ciddi bulunarak, Davacının bir kamu kurumunda eczacı olarak çalışmasından sonra TC Emekli Sandığından emekli olduğu, serbest meslek olarak kendi adına ve hesabına bağımsız olarak çalışmaya başlaması sonucu, Anayasaya aykırılığı iddia edilen Yasa Maddesi gereği, kendi sosyal güvenlik Kurumundan farklı olan Bağ Kur'a destek primi ödemek zorunda bırakıldığı, ödenen prim karşılığında Sağlık hizmeti, hizmetlerin birleştirilmesi ve hizmet artırımı gibi sosyal hak ve hizmetlerden yararlanamayacak olması, Evrensel Hukuk Kuralları, Anayasamızın temel prensiplerine aykırı olduğu, bu nedenleEsas Sayısı : 2004/34 Karar Sayısı : 2008/94 4 Anayasanın 153. maddesi ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunun 28/2 maddesi uyarınca; 4956 sayılı Kanunun 44. maddesiyle 1479 sayılı Kanunun Ek 20. maddesinin üçüncü fıkra olarak eklenen Diğer Sosyal güvenlik Kanunlarına göre yaşlılık ve malullük aylığı bağlananlardan, Ticari kazanç veya serbest meslek kazancı dolayısıyla gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olanlar, çalışmaya başladıkları ayı takip eden aybaşından itibaren çalışmalarının sona erdiği ay dahil bu kanunun 50. maddesine göre belirlenen 12. gelir basamağının % 10'u oranında Sosyal Güvenlik Destek Primi öderler hükmünün Anayasanın 2, 18, 49, 55, 60, 65, 73. maddelerine aykırılığı nedeni ile iptali için ANAYASA MAHKEMESİNE BAŞVURULMASINA, verilecek karara kadar DAVANIN GERİ BIRAKILMASINA, KARAR VERİLMİŞTİR. | 1,224 |
Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: III. GEREKÇE 1) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 3 üncü Maddesinin (b) Bendindeki bazılarını İbaresinin Anayasaya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin (b) bendinde 'mahalli idare birliği', Birden fazla mahallî idarenin, yürütmekle görevli oldukları hizmetlerden bazılarını birlikte görmek üzere kendi aralarında kurdukları kamu tüzel kişisi olarak tanımlanmıştır. Böyle bir tanımlama, belirsiz, ölçüsüz ve anlamsız bir tanımlamadır. Mahalli idare birlikleri, ancak belli bir amaç için kurulabilir. Nitekim Anayasa'nın 127 nci maddesinin son fıkrasında da, bu birliklerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile kurulacakları açık bir şekilde hükme bağlanmıştır. Bu nedenle, yapılan tanınma yer alan bazılarını ibaresi Anayasa'nın 127 nci maddesine aykırı düşmektedir. Çünkü bu ibare, mahalli idare birliklerinin görebileceği kamu hizmetlerinin hangileri olabileceği konusunda belirli tanımına uygun bir açıklık taşımamaktadır. Diğer taraftan Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk güvenliği, kurallarda <<belirlilik>> ve <<öngörülebilirlik>> gerektirir. Hukuk devletinde yargı denetiminin sağlanabilmesi için yönetimin görev ve yetkilerinin sınırının yasalarda açıkça gösterilmesi bir zorunluluktur. Bu durumda, iptali istenen ibare belirlilik, genellik, soyutluk ve öngörülebilirlik özellikleri taşımaması nedeniyle Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmamaktadır. Anayasa'nın 8 inci maddesi, yürütme yetki ve görevinin kanunlara uygun olarak kullanılıp yerine getirileceğini; 123 üncü maddesi idarenin kuruluş ve görevleri ile bir bütün olduğunu ve kanunla düzenleneceğini; 127 nci maddesi ise mahalli idarelerin kuracağı birliklerin görev ve yetkilerinin, merkezi idare ile karşılıklı bağ ve ilgilerinin kanunla düzenleneceğini ifade etmektedir. Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerinde yer alan söz konusu ifadeler idarenin kanuniliği ilkesini ortaya koymakta; 127 nci maddede ise bu ilke, mahalli idare birliklerinin yetki ve görevleri açısından somutluk kazanmaktadır. İdarenin kanuniliği ilkesi, idarenin tüm yetki ve görevlerini kanundan aldığını ortaya koymaktadır. Mahalli idare birliklerinin yetki ve görevleri bakımından işaret edilen belirsizliği yaratan bir düzenlemenin Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerinde ifade edilen idareninEsas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 2 kanuniliği ilkesi ile bağdaşmayacağı ortada olduğu gibi; Anayasa'nın 127 nci maddesinin son fıkrasında ifade edilen kanunla düzenleme gereğini karşılamayacağı da açıktır. Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 3 üncü maddesinin (b) bendindeki bazılarını ibaresi, Anayasa'nın 2, 8, 11, 123 ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 2) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 4 üncü Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı 5335 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin üçüncü fıkrasında; su, atık su, katı atık ve benzeri altyapı hizmetleri ile çevre ve ekolojik dengenin korunmasına ilişkin projelerin zorunlu kılması durumunda; ilgili mahallî idarelerin, bu amaçla kurulmuş birliğe katılmasına Bakanlar Kurulu'nun karar verebileceği ve yine bu fıkrada belirtilen birliklerden ayrılmanın da Bakanlar Kurulunun iznine bağlı olduğu hükme bağlanmıştır. Mahalli idare birlikleri, yerel yönetimler arasındaki işbirliğinin kurumlaşmış biçimidir. Yerel yönetimler, varlıklarını doğrudan seçmenden alan özerk idarelerdir. Bunların kendilerine verilmiş olan görevleri mahalli idare birliklerine devredip devredemeyeceklerine kendi organlarının karar vermeleri gerekir. Bu, hem Anayasa'nın yerel yönetimlere ilişkin düzenlemesinin, hem de Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın bir gereğidir. Anayasa'nın 123 üncü maddesinde; idarenin, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği ve idarenin kuruluş ve görevlerinin, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanacağı bildirilmiştir. İdare düzeninde yer alan varlıkların bir bütün olarak yönetim sistemi oluşturabilmeleri, hiyerarşi ve İdarî vesayet adını alan hukukî araçlarla gerçekleşebilmekte ve dolayısı ile çok sayıda tüzelkişilik, bunlardan çoğunun örgütsel alanı tüm ülkeyi kapsasa bile, bütün halinde ve sistem olarak işleyebilmektedir. İdarî vesayet, merkezî yönetimin yerinden yönetim üzerinde sahip olduğu bir denetim yetkisidir. Yerinden yönetim idareleri, kamu tüzel kişiliğine ve yönetsel özerkliğe sahiptirler ve hukuksal varlıkları ya doğrudan Anayasa'nın bir maddesinden, ya da yine Anayasa'nın 123 üncü maddesinin üçüncü fıkrasında ifadesini bulan ilke doğrultusunda, kanundan veya kanunun açıkça verdiği yetkiden kaynaklanır. Yerinden yönetimler, hizmet yerinden yönetimi (işlevsel yerinden yönetimler) ile mahallî idareler (yerel yerinden yönetimler) olmak üzere iki grupta toplanmaktadır. Ortak yanları, her ikisinin de idarî vesayet denetimine tâbi olmaları ve özerk bir yapıya sahip bulunmalarıdır.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 3 Genel anlamdaki tanımıyla özerklik, sosyal bir topluluğun ya da tüzelkişiliğin kendilerini yöneten kuralları ve yöneticileri bizzat saptayabilmeleri veya Anayasa ve yasaların çizdiği sınırlar içinde hareket edebilmeleri özgürlüğü ve yetkisidir. Anayasa'nın 127 nci maddesinin ikinci fıkrasında sözü edilen yerinden yönetim ilkesi, aslında özerklik kurumunun Anayasal bir temele oturtulması anlamındadır. Öğretide de işaret olunduğu üzere bu ilke, yerinden yönetimlerin tüzel kişiliğe sahip olmaları, görevli organlarını seçme hakkının verilmesi ve bu organlara karar verme yetkisinin tanınması gibi üç ana öğeden oluşur. (Bkz. E.1987/18, K. 1988/23, KY. 22.06.1988 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı). Anayasa'nın 127 nci maddesindeki, Mahallî idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezî idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. ifadesinin; birlik kurulması için mahalli idarelerin kendi aralarında bu doğrultuda irade beyan etmeleri ve bu doğrultuda Bakanlar Kurulundan izin alınması ve belirtilen tüm bu hususların kanunla düzenlenmesi anlamını taşıdığı açıktır. Merkezî yönetimin, yukarıda değinilen özellikleri taşıyan yerinden yönetim idareleri üzerindeki vesayet yetkisi, Anayasa ve Kanunla belirtilen hallerde ve yine Anayasa ve kanunda gösterilen yöntemlere göre kullanılabilecek bir yetki olup; sınırsız ve takdire bağlı değildir. Vesayet denetimi, genellikle hukuka uygunluk ve bazen de yerindelik bakımından yapılan bir denetim niteliğindedir. Kural olarak vesayet makamı, doğrudan doğruya yerinden yönetim idaresinin yerine geçecek bir işlem yapamaz. (Bkz. E.1984/12, K.1985/6, K.T. 01.03.1985 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı). İdarî vesayet, merkezî idareye, tüzel kişiliğe sahip bir yerinden yönetim idaresinin özerkliğini zedeleyecek yetkiler kapsayamaz. (Bkz. E.1987/22, K. 1988/19, K.T. 13.06.1988 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı) ve merkezî idarenin yerinden yönetim idaresinin yönetim işlerine ve işlemlerine karışmasını haklı göstermez. Açıklanan nedenlerle, Bakanlar Kurulu kararıyla bir mahalli idareyi bir birliğe katılmaya zorlamak veya ayrılma iradesini elinden almak, seçimle gelmiş yerinden yerel yönetimlerin özerkliğine aykırı düşmekte; vesayet makamının vesayeti altındaki idarenin sahip olması gereken yetkileri bizzat kullanmasına imkan tanımaktadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın Yerel Yönetimlerin Birlik Kurma ve Birliklere Katılma Hakkı başlığını taşıyan 10 uncu maddesinde, 1. Yerel makamlar yetkilerini kullanırken, ortak ilgi alanlarındaki görevlerini yerine getirebilmek amacıyla, başka yerel makamlarla işbirliği yapabilecekler ve kanunlar çerçevesinde birlikler kurabileceklerdir. 2. Her devlet, yerel makamların ortak çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi için birliklere üye olma ve uluslararası yerel makamlar birliklerine katılma hakkını tanıyacaktır.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 4 3. Yerel makamlar, kanunla muhtemelen öngörülen şartlar dahilinde, başka devletlerin yerel makamlarıyla işbirliği yapabilirler. denilmiştir. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı önce 3723 sayılı Kanun ile kabul edilmiş, ardından 6.8.1992 tarihinde ikinci ve üçüncü bentlerine çekince konularak Bakanlar Kurulunca onaylanmıştır (R.G. 3.10.1992, sa.21364). 5335 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin üçüncü fıkrasının Yerel Yönetimler Özerklik Şartının onaylanan hükmüyle çeliştiği açıktır. Çünkü yapılan bu düzenleme ile, bir mahalli idare Bakanlar Kurulu kararıyla kendi iradesi dışında diğer bir mahalli idarelerle işbirliği yapmağa mecbur bırakılmakta, bu işbirliğini sona erdirebilmek için de, yine Bakanlar Kurulundan izin almak zorunda bırakılmaktadır. Bu nedenle iptali istenen düzenleme, Yerel Yönetimler Özerklik Şartına ve dolayısıyla Anayasanın 90 ıncı maddesine aykırı düşmektedir. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Açıklanan nedenlerle, 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 4 üncü maddesinin üçüncü fıkrası Anayasa'nın 2, 11, 90 ve 127 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 3) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 6 ncı Maddesinin Anayasa'ya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinde, mahallî idare birliklerinin, birlik tüzüğünde birliğe devredilmesi öngörülen mahallî müşterek nitelikli hizmetlerin yürütülmesi konusunda, üye mahallî idarelerin sahip olduğu hak ve yetkileri haiz olduğu belirtilmektedir. Bir kamu tüzelkişisi olan (5355 sayılı Kanun m.3/b) mahalli idare birliğine, üye yerel yönetimlerin hak ve yetkileri aynen tanınamaz. Aksi taktirde bu hükümde olduğu gibi, adeta yeni bir yerel yönetim türü yaratılmış olur. Oysa yerel yönetim türleri, Anayasa'da tek tek sayılmıştır. Yerel yönetimler Anayasa'nın 127 nci maddesinde, il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kanunla belirlenen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir biçiminde tanımlanmış ve gösterilmiştir. İptali istenen 6 ncı madde hükmü ile, özel amaçlı yerel yönetimler yaratılmaktadır. Böyle bir düzenleme Anayasa'nın 127 nci maddesine aykırı düşer. Bu hükümle, mahalli idare birlikleri şirket kurma, borçlanma, yabancı kuruluşlarla işbirliğinde bulunma gibi uygulamalarda bulunabilecektir. Nitekim, Hükümet Tasarısı'nda var olan şirket kuramaz maddesi, Alt Komisyon'un; 5272 sayılı Belediye Kanununda, belediyelerin şirket kurmalarına olanak tanınmıştır. Belediyeler, gerekli görürlerse şirket kurma yolunu seçerek hizmeti yürütebileceklerdir. Birlik kurulduğunda, şirket yerine yeni bir örgütlenme yolu seçilmiş demektir. Kurulan birliğin şirket kurması, şirket kurmak amacıyla birlik oluşturması anlamına gelir ki, bu doğru bir uygulama değildir. Alt Komisyonumuz bu amaçla, birliklerin şirket kurmasını engelleyen Tasarının 20 nci maddesini 22 nci madde olarak aynen kabul etmiştir.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 5 şeklindeki görüş ve değerlendirmesine karşın, birliğin şirket kurmasını yasaklayan 22 nci madde İçişleri Komisyonu tarafından Yasa metninden çıkarılmıştır.(İçişleri Komisyonu Raporu 1/798). Kamu hizmetlerinin bu şekilde mahalli idare birliklerinin oluşturacağı şirketlerce görülmesine imkan tanıyan bir düzenleme, bu yönden de Anayasanın 127 nci maddede sözü edilen yerel yönetim ilkesi ile çelişir. Diğer yandan Anayasanın 47 nci maddesinde devlet ve kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerin özelleştirilebilmesine imkan tanınırken, bunun ancak kanunla ve kanunda da hangi hizmetlerin özelleştirilebileceğinin açıkça gösterilmesi yoluyla yapılabileceği bildirilmiştir. İptali istenen hükümde olduğu gibi, hangi hizmetleri görmek üzere şirket kurulabileceği belirtilmeden, genel bir yetkilendirme doğrultusunda mahalli idare birliklerine hangi hizmetleri kuracağı şirketler aracılığı ile yürüteceğini belirleme imkanını içeren yetkiler tanıyan bir düzenleme ise kuşkusuz, Anayasanın 47 nci maddesindeki özelleştirme ilkeleriyle uyum halinde olamaz. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Açıklanan nedenlerle, 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 6 ncı maddesi Anayasa'nın 2, 11, 47 ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 4) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 8 inci Maddesinin Birinci Fıkrasındaki veya belediye meclis üyeliğine seçilmeyi haiz kişiler arasından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla seçecekleri üyelerden oluşur. Ancak dışarıdan seçileceklerin sayısı mahalli idare meclisinden seçileceklerin üçte birini geçemez. İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun 8 inci maddesinde, Birliğin karar organı olan birlik meclislerinin nasıl oluşacağı düzenlenmekte; birlik üyesi mahallî idarelerin meclislerinin kendi üyeleri yanında, belediye meclis üyeliğine seçilme koşullarını haiz kişiler arasından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla dışarıdan seçileceklerin de birlik meclisi üyesi olabilmesine imkan tanımaktadır. Yine bu hüküm ile, dışarıdan seçileceklerin sayısına bir sınırlama getirilerek bunların mahalli idare meclisinden seçileceklerin üçte birini geçemeyeceği belirtilmektedir. Mahalli idare birlikleri, mahalli idareler arasındaki işbirliğinin kurumlaşmış biçimi olup mahalli idarelerin iradesi ile doğan kamu tüzelkişileridir. Bunların iradelerini açıklama yetkisine sahip temel karar organı olan birlik meclisi de, birlik üyesi mahallî idarelerin meclislerinin seçilmişlerinden oluşabilir. Birlik meclisinde başka kaynaktan üyelik olamaz. Birlik meclis üyeliği, kurucu mahalli idarelerin meclis üyelerine aittir. Birlik meclisi, bir tür ortaklık alanıdır. Ortakların başkalarını seçip kendileriyle eş yetkili olarak meclise almaları, birliklerin yerel yönetim birliği olmaktan çıkması demektir. Anayasa'nın 127 nci maddesinin öngördüğü mahalli idare birliklerinin Mahalli idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında kurulabilir olmaları, bunların karar organlarında dışarıdan üyelerin yer almasına izin vermez. Kaldı ki 127 nci maddenin birinci fıkrasında yerel yönetimEsas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 6 karar organlarının seçmenlerce seçileceği, ikinci fıkrasında da yerel yönetimlerin kuruluşunun yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği ifade edilmiştir. Birlik meclisi üyelerinin bir kısmının, seçmenlerce mahalli idare meclisi üyesi seçilmeden, fakat sadece Birliğe dahil mahalli idare meclislerinin üyelerince seçilerek göreve gelebilmeleri, Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrasında ifade edilmiş olan seçilerek göreve gelmek ilkesinin gereğinin karşılanmadığını ortaya koymaktadır. 5355 sayılı Kanunda, meclis üyeleri ile dışarıdan seçilenler arasında birlik meclis başkanlığı üstlenme ya da birlik encümeninde göreve getirilip getirilmeme konularında hiçbir fark yoktur. Böylece, meclis üyelerince birlik üyesi yapılacak olan kişiler, seçilmiş üyeler gibi yetkilerle donatılmış bulunmaktadır. Yerinden yönetim ilkesi de, yerel yönetim birliklerinin karar organlarının doğrudan halk tarafından seçilmesini gerektirmektedir. Yapılan düzenleme bu bakımdan 123 üncü maddesinde ifade edilmiş olan yerinden yönetim ilkesine de aykırıdır. İptali istenen düzenleme, yerel demokrasi alanını ve halkın kendi işlerini kendi temsilcileri eliyle kararlaştırıp yürütmesi ilkesini zedeleyeceğinden Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen demokratik hukuk devleti ilkesi ile de bağdaşmaz. Diğer taraftan böyle bir düzenlemeyi, demokratik temsille, ya da Anayasa'daki deyimiyle temsilde adalet ve eşit oy ilkeleriyle bağdaştırmak da olanaksızdır. Anayasa'nın 67 nci maddesine göre Seçim kanunları, temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenir. Anayasa'nın gözetilmesini istediği temsilde adalet ilkesi serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve döküm öğeleriyle özetlenmekte ve oyla orantılı temsilci sayısıyla yaşama geçirilmektedir (Anayasa Mahkemesi'nin 18.1.1995 gün ve E.1995/54, K.1995/59 sayılı kararı, AMKD., S.31, C.2). Demokratik hukuk devletinin anlamı, daha önce Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında yer almış, temsil ilkesinin demokratik hukuk devleti ile bağlantısı vurgulanmış ve genel ve eşit oy ilkelerinin de, Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki genel eşitlik ilkesinin değil, 2 nci maddedeki demokratik hukuk devletinin gereği olduğu belirtilmiştir. (Anayasa Mahkemesi'nin 18.1.1995 gün ve E.1995/54, K.1995/59 sayılı kararı, AMKD., S.31, C.2). İptali istenen düzenlemeye göre, Birlik Meclisine dışarıdan seçilecek üyeleri uygulamada genellikle birlik üyesi mahalli idare meclislerinde çoğunluğu elinde tutan siyasi partiye mensup üyelerin oyları belirleyecektir. Bunun sonunda da seçilecek yeni üyeler, söz konusu siyasi partilerden gelenler veya bu partilerin yandaşları olacaktır. Böyle bir durumun, yerel seçimlerde ortaya çıkmış olan oy dağılımına bağlı temsil tablosunu, çoğunlukta olan parti lehine çarpıtacağı ve temsil adaletini hatta eşit oy ilkesini Anayasa'nın 67 nci maddesine aykırı olarak zedeleyeceği; dolayısıyla bu bakımdan da Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen demokratik hukuk devleti niteliği ile çelişeceği de ortadadır.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 7 Diğer yandan söz konusu düzenleme, Birlik Meclisi üyelerinin bir kısmının seçiminde bunların mahalli idare meclisi üyesi seçilmiş olmalarını şart koşarken bir kısmının ise sadece mahalli idare meclisi üyesi seçilme koşullarını haiz olmalarını yeterli bulmakta ve üyeler arasında seçilme yeterli bakımından bir eşitsizliğe yol açmaktadır. Böyle bir eşitsizliğin hukuki dayanağını oluşturacak makul bir neden de yoktur. Anayasa'nın 127 nci maddesi, yerel yönetimlerin karar organlarının kanunda gösterileceğini ve seçmenler tarafından seçilerek oluşturulacağını bildirmiştir. Bu ilke, karar organlarının oluşumuna ilişkin olarak kanunla düzenleme yapılırken, yasa koyucunun tamamen serbest kalacağı anlamını taşımaz; aksine Anayasa'nın ve hukukun genel ilkeleri ile takdirinin sınırlı olduğunu ortaya koyar. İptali istenen düzenleme seçilecek Birlik Meclisi üyeleri arasında genel seçimde seçilerek gelme, yerel seçimde seçilebilecek yeterlikte olma nitelikleri bakımından ikili bir türleşme yaratarak eşitsizliğe yol açmış; yasa koyucu takdir yetkisini Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı bir biçimde kullanmıştır. Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K. 1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 8 inci maddesinin birinci fıkrasındaki veya belediye meclis üyeliğine seçilmeyi haiz kişiler arasından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla seçecekleri üyelerden oluşur. Ancak dışarıdan seçileceklerin sayısı mahalli idare meclisinden seçileceklerin üçte birini geçemez. ibaresi Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123 ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 5) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 17 nci Maddesinin İkinci Fıkrasındaki birliğin faaliyet alanında olmak ve sayısı üçü geçmemek üzere birlik meclisinin kararıyla kurulacak diğer birimlerden ibaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun 17 nci maddesinin ikinci fıkrasında; ülke düzeyinde kurulan birliklerle üye sayısı yüzden fazla olan birliklerin teşkilatlarında, birinci fıkrada belirtilen birimlerden başka yer alacak birimler gösterilirken diğer birimlerden söz edilmiş ve bu birimleri belirleme yetkisi de birlik meclisine yani idareye bırakılmıştır. Anayasa'nın 8 inci maddesi, yürütme yetki ve görevinin kanunlara uygun olarak kullanılıp yerine getirileceğini; 123 üncü maddesi idarenin kuruluş ve görevleri ile bir bütün olduğunu ve kanunla düzenleneceğini hükme bağlamıştır. Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerinde ifade edilen idarenin kanuniliği ilkesi, idarenin tüm yetki ve görevlerini kanundan aldığını ortaya koymaktadır. Bu hükümler, idarenin tüm birimlerinin açıkça kanunda belirtilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 8 Ülke düzeyinde kurulan birliklerle üye sayısı yüzden fazla olan birliklerin teşkilatlarında yer alacak birimlere ilişkin belirsizlik yaratan bir düzenlemenin; Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerindeki idarenin kanuniliği ilkesi ile bağdaşmayacağı açıktır. Diğer taraftan iptali istenen bu düzenleme, söz konusu birimleri kanunla göstermek yerine bu birimleri belirleme yetkisini, yani asli düzenleme yetkisini idareye vermektedir. Halbuki Anayasa'da belirtilen ayrık haller dışında idarenin asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki yasamanındır. Kuvvetler ayrılığının benimsendiği Anayasa'da, yasama, yürütme ve yargı organlarının görev ve yetki alanları ayrılarak düzenleme yapıldığından, Anayasa ile öngörülen ayrık durumlar dışında bunlar arasında yetki devri olanaklı değildir. Bu husus, Anayasa'nın 7 nci maddesinde açıkça ifade edilerek Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez denilmektedir. Devredildiği taktirde bu yetki, kökenini Anayasadan almayacağı için, Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerinin yanı sıra Anayasanın 6 ncı maddesine de aykırı olur. Yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi uyarınca, yürütme organına genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz bir düzenleme yetkisi verilemez. Yasa koyucu, belli konularda gerekli kuralları koyacak, çerçeveyi çizecek, eğer uygun ve zorunlu görürse, onların uygulanması yolunda sınırları belirlenmiş alanlar bırakacak, idare, ancak o alanlar içinde takdir yetkisine dayanmak suretiyle yasalara aykırı olmamak üzere bir takım kurallar koyarak yasanın uygulanmasını sağlayacaktır. Esasen Anayasa'nın 8 inci maddesinin, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir, hükmünün anlamı da budur (Anayasa Mahkemesinin 22.6.1988 tarih E.1987/18. K.1986/23, sayılı kararı, R.G. 26.11.1988, sa.2001). Bu hususlar, iptali istenen düzenlemenin Anayasa'nın 6, 7, 8 ve 123 üncü maddelerine aykırı düştüğünü göstermektedir. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Açıklanan nedenlerle, 5355 sayılı Kanunun 17 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki birliğin faaliyet alanında olmak ve sayısı üçü geçmemek üzere birlik meclisinin kararıyla kurulacak diğer birimlerden ibaresi Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 123 üncü maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 6) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 18 inci Maddesinin Birinci Fıkrasının Anayasa'ya Aykırılığı 5335 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin birinci fıkrası ile; tarım ürünlerinin üretim ve pazarlanması hariç olmak üzere, köylere ait hizmetlerin yürütülmesine yardımcı olmak, bizzat yapmak, yaptırmak ve kırsal kalkınmayı sağlamak üzere, tüm köylerin iştiraki ile ilçelerde o ilçenin adını taşıyan, köylere hizmet götürme birliği kurulması öngörülmüştür.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 9 Anayasa'nın 127 nci maddesinin son fıkrasında, yerel yönetim birliklerinin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile kurulacakları açık bir şekilde hükme bağlanmıştır. Köylere hizmet götürme birliklerinin yapacakları ve yaptıracakları köylere ait hizmetlerin hangi hizmetler olduğu yasada gösterilmediğinden, yapılan bu düzenleme, Anayasa'nın 127 nci maddesiyle bağdaşmamaktadır. Öte yandan, Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerinde ifade edilen idarenin kanuniliği ilkesi, idarenin tüm yetki ve görevlerini kanundan aldığını ortaya koymaktadır. Köylere hizmet götürme birliklerinin yetkilerinin neler olduğu yasada gösterilmediği için, yapılan bu düzenleme Anayasa'nın söz konusu maddelerine de aykırı düşmektedir. Yine bu düzenlemeye göre, köylere hizmet götürme birlikleri; tarım ürünlerinin üretim ve pazarlanması hariç olmak üzere, köylere ait her türlü hizmetlerin yürütülmesine yardımcı olmak, bu hizmetleri bizzat yapmak veya yaptırmak yetki ve görevleri ile donatılmıştır. Bu durumda, halen merkezi yönetime ait olan toprak yönetimi, su yönetimi, köy yolları ağı planlaması gibi temel devlet görev ve yetkileri bir bütün olarak köylere hizmet götürme birlikleri tarafından üstlenilip yapılabilecektir. Belli hizmetler çerçevesinde bir belirleme olmadığı, genel hizmetleri de içerecek yetki ve görevler tanındığı için böyle bir düzenleme Anayasa'nın 126 ncı maddesiyle de bağdaşmamaktadır. Anayasanın Merkezi idare başlığını taşıyan 126 ncı maddesinde, Türkiye, merkezi idare kuruluşu bakımından, coğrafya durumuna, ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre, illere; iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır. denilmiştir. Bu hükümden anlaşılacağı üzere, merkezi idarenin kuruluşu esas olarak coğrafi bakımdan düzenlenmiş, fakat merkezi idarenin üstleneceği kamu hizmetleri bakımından bir açıklık getirilmemiştir. Bu konuda maddede yapılan belirleme sadece kamu hizmetlerinin gereklerine göre ifadesidir. Bunun anlamı ise açıktır yani merkezi idare genel yetkilidir. Merkezi idarenin görev ve yetkileri, Anayasada belirlenen temel hak ve hürriyetlerden anlaşılmaktadır. Ancak, Anayasada örgütlenme ile ilgili düzenlemede görevler ve hizmetler sayılarak sınırlandırılmamıştır. Anayasanın 127 nci maddesinin beşinci fıkrasında Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahiptir denilmek suretiyle merkezi yönetimin yetkileri ayrıntıya varan bir titizlikle düzenlenirken merkezi yönetimin görev ve hizmetleri şunlardır şeklinde hiç bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Anayasanın 126 ncı maddesinde, merkezi yönetimin örgütlenmesine ilişkin ölçütler coğrafya durumu, ekonomik koşullar ve kamu hizmetlerinin gerekleri olarak sayılmıştır. Maddede, merkezi yönetimin görevlerini belirginleştiren ya da sınırlayan bir düzenleme yapılmamıştır. Buna karşın, Anayasanın 127 nci maddesinde, yerel yönetimlerin örgütlenmesi hem coğrafya hem de konu yönünden sınırlandırılmıştır. Maddeye göre, yerel yönetimler, ancak yöresel olarak örgütlenebilmekte ve yalnızca yerel ortak gereksinimlerin karşılanması yönünden görevlendirilebilmektedir.Esas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 10 İptali istenen 18 inci maddenin birinci fıkrasında yapılan düzenlemenin ise, Anayasanın 126 ve 127 nci maddelerindeki ilkeleri gözardı ederek, köylere hizmet götürme birliklerini genel görevli ve yetkili konumuna getirdiği açıktır. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Açıklanan nedenlerle, 5335 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin birinci fıkrası Anayasa'nın 2, 8, 11, 123, 126 ve 127 nci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir. 7) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 18 inci Maddesinin Son Fıkrasının Anayasa'ya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin son fıkrasında; köylere hizmet götürme birliklerinin bütçesine ilişkin esas ve usûller ile muhasebe ve raporlama standartlarının, harcama esas ve usûllerinin, çerçeve hesap plânı ile düzenlenecek raporların şekil, süre ve türleri ile bu birliklerin yapacakları ihalelere ilişkin esas ve usûllerin Maliye Bakanlığının görüşü alınarak İçişleri Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği öngörülmüştür. Anayasa'ya göre yürütmenin asli düzenleme yetkisi, Anayasa'nın gösterdiği ayrık haller dışında yoktur. Bu yetki Anayasa'nın 7 nci maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiştir ve devredilemez. Devredildiği taktirde bu yetki, kökenini Anayasadan almayacağı için, Anayasanın 7 ve 8 inci maddelerinin yanı sıra Anayasanın 6 ncı maddesine de aykırı olur. Yürütme, ancak yasayla asli olarak düzenlenmiş alanda kural koyabilir. Yürütme organının yasayla yetkili kılınmış olması, yasayla düzenleme anlamına gelmeyeceğinden, yürütmeye devredilen yetkinin Anayasa'ya uygun olabilmesi için yasada temel esasların belirlenmesi, sınırların çizilmesi gerekir. İptali istenen hüküm, yürütme organına(İçişleri Bakanlığına) genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi yasada gösterilmeden, genel ve kapsamı belirsiz bir düzenleme yetkisi verdiğinden Anayasa'nın 6, 7 ve 8 inci maddelerine aykırı olarak asli düzenleme yetkisini yürütmeye devretmiş bulunmaktadır. Diğer taraftan, Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Açıklanan nedenlerle, 5355 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin son fıkrası Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 8) 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 19 uncu Maddesindeki 8 inci maddede belirtilen doğal üyeler ile birliğin sulama faaliyetinden faydalanan ve belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan çiftçiler arasından birlik tüzüğünde gösterilen sayıda seçilecek üyelerden oluşur. İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 5355 sayılı Kanunun Sulama birlikleri başlıklı 19 uncu maddesindeki iptali istenen düzenleme ile; sadece sulama amaçlı olarak kurulan mahalli idare birliklerinde birlikEsas Sayısı : 2005/90 Karar Sayısı : 2008/146 11 meclisinin, 8 inci maddede belirtilen doğal üyeler ile birliğin sulama faaliyetinden faydalanan ve belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan çiftçiler arasından birlik tüzüğünde gösterilen sayıda seçilecek üyelerden oluşacağı hükme bağlanmıştır. 8 inci maddede belirtilen doğal üyeler ifadesi ile, birlik üyesi mahallî idarelerin meclislerinin kendi üyeleri yanında belediye meclis üyeliğine seçilmeyi haiz kişiler arasından, birlik tüzüğünde belirlenen sayıda ve gizli oyla dışarıdan seçileceklerin de amaçlandığı açıktır. Bu nedenle 8 inci maddede belirtilen doğal üyeler ibaresi, birlik meclislerine dışarıdan seçilecekler açısından yukarıda (4) numaralı başlık altında belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123 ve 127 nci maddelerine aykırıdır. Yukarıdaki ibarenin devamı olan ile birliğin sulama faaliyetinden faydalanan ve belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan çiftçiler arasından birlik tüzüğünde gösterilen sayıda seçilecek üyelerden oluşur. ibaresi ile de; birlik meclisine, birlik üyesi mahallî idarelerin meclislerinin seçilmişlerinin dışında bir kaynaktan, yani meclis üyesi olmayan ancak birliğin sulama faaliyetinden faydalanan ve belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan çiftçiler arasından seçileceklerin üye olması imkanı tanındığından bu ibare de, yine yukarıda (4) numaralı başlık altında etraflıca belirtilen nedenlerle Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123 ve 127 nci maddelerine aykırıdır. Bu nedenle, 26.5.2005 Tarih ve 5355 Sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunun 19 uncu maddesindeki Anayasa'nın 2, 10, 11, 67, 123 ve 127 nci maddelerine aykırı olan 8 inci maddede belirtilen doğal üyeler ile birliğin sulama faaliyetinden faydalanan ve belediye meclisi üyeliğine seçilme şartlarına sahip olan çiftçiler arasından birlik tüzüğünde gösterilen sayıda seçilecek üyelerden oluşur. ibaresinin iptali gerekmektedir. | 4,096 |
Esas Sayısı : 2015/33 Karar Sayısı : 2015/50 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASI VE GEREKÇESİ I Anayasa'ya aykırılığı itiraz yoluyla ileri sürülen hüküm Somut olayda Mahkememiz önündeki uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan ve fakat Anayasa'ya aykırı olduğu değerlendirilen hüküm 556 sayılı KHK'nin 7/1 i madde ve bendidir. 556 sayılı KHK'nin 7. maddesinde sayılan tescil engelleri kamu düzeni ile ilgilidir ve mutlak ret nedenleri olarak adlandırılırlar. Bu nedenle TPE tescil sürecinde mahkemeler ise yargılama sürecinde resen dikkate almalıdır (Yasaman, Marka Hukuku, 1. Bası İstanbul 2004, C. I, s. 224). Zira bu nedenler, herhangi bir ayırt edici gücü bulunmayan ya da ticaret alanında herkesin kullanımına açık tutulması gereken, yanıltıcı, kamu düzenine, toplumun dini ve ahlaki değerlerine aykırı olduğu kabul edilen işaretlerin tescil edilmemesi amacını taşırlar (Y. 11. HD, 26.11.1999 T. ve E. 99/5790; K. 9490). Mutlak red nedenleri arasında öngörülen 556 sayılı KHK'nin 7/1 i bendi ise Sahibi tarafından izin verilmeyen Paris Sözleşmesinin 1 inci mükerrer 6 ncı maddesine göre tanınmış markaların. tescil edilemeyeceği hükmünü amirdir. Bu düzenlemeden hareketle Türk marka hukukunda Paris Sözleşmesinin 1 inci mükerrer 6 ncı maddesine göre tanınmış markaların TPE tarafından aynı veya benzer mallar için tescil edilmeyeceği, bir başka ifadeyle re'sen korunacağı kabul edilir (Yasaman, age, s. 245). Bu nedenle TPE başvuruyu mutlak red nedenleri yönünden incelerken, KHK'nin 7/1 i bendini de gözetir. Diğer taraftan bu mutlak red nedeninin varlığı TPE tarafından bir şekilde atlanmış ve başvuru tescil edilmiş ise, 556 s. KK'nin 42. maddesi uyarınca tanınmış marka sahibi hükümsüzlük davası açarak tescil edilen sonraki markayı terkin ettirebilir. Bilindiği gibi, ülkemizin de taraf olduğu Paris Sözleşmesi'nin, 1 inci mükerrer 6 ncı maddesi, Birlik ülkeleri, tescilin talep edildiği ülkenin yetkili makamları tarafından söz konusu ülkede bu anlaşmadan yararlanacağı kabul olunan bir şahsa ait olduğu aynı veya benzer ürünlerde kullanıldığı herkes tarafından iyi bilindiği mütalaa edilen bir markanın karışıklığa meydan verebilecek surette örneğini, taklidini veya tercümesini yapan bir fabrika veya ticaret markasının tescilini gerek mevzuatı izin verdiği taktirde doğrudan doğruya gerekse ilgilinin isteği üzerine ret veya hükümsüz kılmayı taahhüt eder hükmünü taşımaktadır. Paris Sözleşmesi'nin 1. mükerrer 6. maddesinde düzenlenen herkes tarafından bilindiği kabul edilen marka, Birliğe üye bir ülkede maruf (tanınmış) hale gelmiş markayı ifade eder. Dolayısıyla dünya çapında tanınmışlık aranmaz. Sözleşmeye üye ülkelerden en az birinde veya bir kısmında tanınmış olma yeterlidir. Bu tür markaların Paris Sözleşmesinin 1. mükerrer 6. maddesinden yararlanabilmesi için, koruma talep eden markanın Türkiye'de herkes tarafından bilindiğinin kabul edilmesi yeterli olup, markanın ülkemizde fiilen kullanılması, başka bir deyişle bu marka ile üretim ve pazarlama yapılması zorunlu değildir. Yukarıda ifade edildiği üzere, bu tescil engeli 7. maddede düzenlendiğinden mutlak red nedenleri arasında yer alır ve re'sen gözetilir. Paris sözleşmesinin anılan hükmü ile getirilen korumanın kapsamı, tanınmışlığın kabul edildiği aynı veya benzer mallar ile sınırlıdır.Esas Sayısı : 2015/33 Karar Sayısı : 2015/50 2 Bununla birlikte, ülkemizin 1995 yılından bu yana taraf olduğu, Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları (TRİP's) Anlaşması'nın 16/2, 1. cümle hükmü, Paris Sözleşmesi'nin 1. mükerrer 6. maddesinin gerekli değişiklikler yapılmış olarak hizmetlere de uygulanacağını, 16/3 hükmü ise, korumanın uygun bulunduğu ölçüde, markanın tescil edildiği mal veya hizmetlere benzemeyen mal veya hizmetlere de uygulanacağını belirterek koruma kapsamını genişletmiştir. Ancak tanınmış markalara farklı sınıflardaki mal / hizmetler yönünden tanınan bu genişletilmiş korumanın uygulanabilmesi, tanınmış markanın her şeyden önce Türkiye'de (TPE'de) tescil edilmiş olmasını gerektirir. İkinci olarak sonraki başvuru veya markanın bu mal veya hizmetlerle ilgili kullanımının, tescilli (tanınmış) markanın sahibi ile bir bağlantı olduğu ve kullanımın tanınmış marka sahibinin menfaatlerine zarar verme olasılığının bulunması aranır. Diğer taraftan, TRİP's madde 16/2, 2. cümle hükmü, herkesçe biliniyor olma değerlendirmesinde halkın ilgili kesiminin dikkate alınmasının gerekli ve yeterli olduğunu kabul etmiştir. Şu halde, 556 sayılı KHK'nin 7/1 i ve 8/4 madde hükümleri, Paris Sözleşmesi'nin 1. mükerrer 6 ve bu sözleşmeyle getirilen korumanın sınırlarını genişleten TRİP's madde 16 hükümleri ile birlikte yorumlanmalıdır. Gerçekten de KHK'nin 8/4 hükmü, bir markanın aynı veya benzerinin, farklı mal ve hizmetlerde kullanılabileceği ilkesini açıkça ifade eder. Ancak tanınmış markalar bu ilkenin istisnasını oluşturur. Buna göre, toplumda tanınmışlık düzeyine ulaşmış olması koşuluyla, tescilli bir markanın, aynı veya benzerinin, farklı mal ve hizmetlerde kullanılması amacıyla yapılan marka başvurusu, tanınmışlığından haksız yarar sağlanabileceği, itibarına zarar verebileceği veya ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurabileceği durumlarda, itiraz üzerine ret edilir. Şu halde, bir markanın toplumda tanınmışlık düzeyine ulaşması, tek başına KHK 8/4 hükmü anlamında bir başvurunun reddi için yeterli değildir. Ayrıca başvuruya konu işaret ile tanınmış markanın aynı veya benzer bulunması ve anılan maddede sayılan üç halden en az birinin gerçekleşmesi gerekir. Bu haller, 1 Markanın tanınmışlığından haksız yarar sağlanabilmesi, şöhretini sömürmesi, 2 İtibarına zarar verebilmesi, 3 Ayırt edici karakterini zedeleyici sonuçlar doğurması bir başka deyişle sulandırmasıdır. Oysa, çağdaş marka hukuku ve 556 sayılı KHK'ya mehaz teşkil eden AB Marka Direktifi (Council Directive 89/104/EEC of 21 December 1988 to Approximate the Laws of the Member States Relating to Trade Marks) ve ilgili düzenleme itibariyle aynı içeriğe sahip olan anılan Direktifi değiştiren 2008/95/EC sayılı Direktif'te 556 s. KHK 7/1 i madde ve bendinin bir karşılığı yoktur. Zira marka başvuru ve tescili ile önceki marka ya da hak sahiplerinin bir başvuruya yönelik itiraz konuları, artık günümüzde tamamen liberal ve serbest piyasa koşullarının ihtiyacına göre, TC Anayasasının 48. maddesi kapsamında, çalışma ve sözleşme hürriyeti çerçevesinde düzenlenmektedir. Bu nedenle, tanınmış markalara ilişkin sadece 556 sayılı KHK'nin 8/4 hükmünün karşılığı, Direktifte, önceki haklara dayalı diğer red veya hükümsüzlük nedenleri başlığı altında 4. maddenin (3) bendinde ve nisbi red nedeni, bir başka ifadeyle önceki marka veya başvuru sahibinin itirazı halinde incelenebilecek bir itiraz gerekçesi olarak düzenlenmiştir. Esasen bu düzenleme biçimi, devletin (TPE'nin) kime hangi markanın verileceğini ya da devredileceğini temel hak ve hürriyetlerin, serbest piyasa ekonomisi ilkelerinin önüne geçerek kamusal yönü bulunmayan nisbi red nedenlerine dayalı olarak belirleme, hiç bir görev ve yetkisi olmadığı halde tescil edilmiş (bir kısım) markaları koruma ya da korumama, dahasıEsas Sayısı : 2015/33 Karar Sayısı : 2015/50 3 tüm bu uygulamaları 556 sayılı KHK ile yapılmış ve TBMM'nin onayından geçmeyen idari bir tasarruftan ibaret düzenlemeye dayalı olarak, 1995 yılından bu yana yaklaşık 20 yıldır devam ettirilmesi sonucunu doğurmuştur. Somut uyuşmazlıkta da TPE, başvuruyu önceki tanınmış markaya işaret olarak benzer olduğundan bahisle ve farklı sınıflarda da olsa, tescil istemini içeren başvuruya konu 43. sınıftaki restoran hizmetlerini 29, 30. Sınıflardaki mallarla benzer bularak reddetmiştir. Mahkememiz 556 sayılı KHK'nin somut uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan 7/1 i hükmünün, birbiriyle bağlantılı temelde üç noktada Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatindedir. Bunlar, mülkiyet hakkı kapsamında bulunan ve bir sınai hak türü olan marka hakkına ilişkin düzenleme ve sınırlandırmaların, kanun yerine bir Kanun Hükmünde Kararname ile yapılmış olması; marka hakkının doğumu, sınırlandırılması ve korunması hususlarıyla ilişkili nisbi nedenlerin, mutlak red nedeni olarak düzenlenmesi suretiyle, hukuk devleti ilkesine aykırılık yapılması ile çalışma ve sözleşme hürriyeti ilkelerine aykırılıktır. Dolayısıyla 556 sayılı KHK'nin 7/1 b bendine ilişkin düzenlemenin Anayasa'ya aykırılığı iki başlık altında açıklanacaktır. II Temel Hak ve Hürriyetlerden olan Marka Hakkına İlişkin Düzenlemenin KHK ile Düzenlenmesi TC Anayasası'nın Cumhuriyetin nitelikleri başlığını taşıyan 2. maddesi Türkiye Cumhuriyeti'nin, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğunu belirler. Dolayısıyla hukuk devleti olma vasfı Cumhuriyetin, insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir devlet olmasının temeli ve teminatıdır. Zira bir devlet hukuk devleti olduğu takdirde, hangi yetkinin hangi otorite tarafından ve nasıl kullanılacağı, açık, denetlenebilir ve öngörülebilir, adalet ve eşitlik ilkelerine uygun şekilde hukuk kuralları ile belirlenir. Dolayısıyla dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan hiç bir yetki kullanılamaz. Yasama yetkisi de Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılır. Bu yetki devredilemez (AY m. 7). Bununla birlikte AY m. 91 uyarınca, sınırlı ve belirli hallerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi verilemeyecek konular ise maddede, sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasî haklar ve ödevler olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla Anayasa'nın ikinci kısmının birinci bölümünde düzenlenen temel haklardan mülkiyet hakkının (AY:m.35) bir türü olan marka ve markadan doğan hakların kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenmesi mümkün değildir. Salt bu nedenle somut uyuşmazlığa uygulanması söz konusu olan 556 sayılı KHK'nin 7/1 i bendi Anayasanın 2., 35. ve 91. maddelerine aykırı olup iptalinin talep edilmesi gerekmiştir. Nitekim bu husus 556 sayılı KHK'nin 42/1 c hükmünün iptaline ilişkin AYM'nin 9.4.2014 tarih ve 2013/147 esas, 2014/75 karar sayılı kararı ile de benimsenmiştir. III Hukuk Devleti İlkesine ve Mülkiyet Hakkına Aykırılık Yukarıda belirtildiği üzere, hukuk devleti ilkesine TC Anayasası'nın Cumhuriyetin nitelikleri başlığını taşıyan 2. maddesinde yer verilmiştir. Bu ilke, Devletin her türlü eylem ve işlemlerinde uyması gereken hukuk kurallarının olduğu, böylece vatandaşlar yönünden tam bir hukuki belirliliğin ve güvencenin sağlandığı bir toplum düzenini ifade eder. Ancak hukuk devleti ilkesinin salt Anayasa'da yer alması yeterli olmayıp, ilkenin hayata aktarılması bazı somutEsas Sayısı : 2015/33 Karar Sayısı : 2015/50 4 koşulların gerçekleştirilmesine bağlıdır. Anayasa Mahkemesi 'Hukuk Devleti' ilkesi bir kararında tanımlamıştır. Buna göre, Anayasa'nın 2. maddesine göre, Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında sayılan hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu hakları koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir. Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması, temel hak ve özgürlüklerin, Anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır (Anayasa Mahkemesinin, 1.7.1998 tarih ve Esas 1996/74; Karar 1998/45 sayılı kararı). Şu halde hukuk devleti ilkesinin salt Anayasa'da yer alması yeterli olmayıp, devletin tüm organlarının yetkileri, yaptığı işlem ve aldıkları kararların, yasalarda objektif, açık ve herkese eşit uygulanabilir bir biçimde düzenlenmesi gerekir. Aksi halde vatandaşlar yönünden hukuki güvenliğin yeterince sağlandığını söylemek olanaklı değildir. Bunun yanında, öncelikle yasa koyucu, norm koyarken insan hak ve özgürlüklerine getirilen sınırlandırmanın sınırı olarak ölçülülük ilkesi ile bağlıdır. Nitekim AY'nin. 5. maddesi, Devletin temel amaç ve görevleri arasında, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmayı da saymıştır. 13 maddesinde ise, Temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceğini; bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağını belirtmiştir. Temel hak ve hürriyetlerden birisi olan marka hakkına ilişkin düzenlemelerde bu hakkın elde edilmesine getirilen sınırlandırmalar, açık, net, denetlenebilir, herkese eşit uygulanabilir ve ölçülülük ilkesi ile bağdaşır bir düzenleme ile yapılmak gerekir. Somut uyuşmazlıkta uygulanması söz konusu olan KHK'nin 7/1 i hükmü ile yapılan düzenleme anılan bu ilkelere tamamen aykırıdır. Zira madde ile nisbi red nedeni olarak, önceki marka veya tanınmış marka sahiplerince TPE veya mahkemeler önüne getirilmesi gereken bir hususun, mutlak red nedeni olarak öngörülmesi suretiyle, amaca uygun, bu amaçla sınırlı ve ölçülü, öngörülebilir ve tüm marka başvurusunda bulunan vatandaşlara eşitlik ve adaletli bir şekilde uygulanabilir bir düzenleme yapıldığını kabule imkan yoktur. Oysa 556 sayılı KHK'nin 7/1 i bendi Tanınmış markalara, esas olarak aynı, aynı tür, benzer veya ilişkili mal ve hizmetler yönünden koruma sağlamaktadır. Bu tür bir düzenleme, kamusal hiç bir yönü olmayan, bu nedenle nisbi (önceki tanınmış marka sahiplerinin) itirazı üzerine verilmesi gereken bir korumanın, oldukça geniş ve amacı aşar şekilde sağlanması anlamını taşımaktadır. Nitekim bu geniş koruma TPE'nin Marka Başvurularının İncelenmesine uygulanması beklenilen kılavuzda da kabul ve; önceki markanın tanınmışlık düzeyi ve ayırt edicilik gücü dikkate alınarak karışıklığa neden olabilecek mal ve hizmetlerin kapsamı geniş tutulabilir şeklinde açıkça ifade edilmiştir. Anılan değerlendirme ise, somut olayın tüm koşulları, çekişmeli mal ve hizmetlerin niteliği ve ortalama tüketicilerinin algısına göre yapılması gereken ve daha önemlisi tarafların eşit koşullarda görüş ve delillerini sunabildiği bir itiraz incelemesi sonrası yapılabilecek bir değerlendirmedir. Bu nedenledir ki, uygulamada bir başvurunun KHK 7/1 i bendindeki tescil engeline takılıp takılmayacağı tamamen incelemeyi yapan görevlinin sübjektif değerlendirme ve tutumuna bağlı olarak gerçekleşmektedir. Bu durum, başvuru sahipleri bakımından, nisbi redEsas Sayısı : 2015/33 Karar Sayısı : 2015/50 5 nedeni olarak ve itiraz halinde tartışılması gereken durumları, kamu otoritesinin re'sen ve ilgili tarafların görüş ve kanıtlarını dahi dikkate almadan, başvuruyu reddetmesi anlamına gelmekte, marka hakkının elde edilmesi sürecinde, hakkın özünü zedeleyen, ölçüyü aşan, kişi hak ve hürriyetlerine demokratik bir ülkede beklenebilecek müdahaleyi aşan bir sınırlamaya zemin oluşturmaktadır. Oysa, somut olayın şartlarına ve takdire bağlı iltibas ve tanınmış markalara farklı sınıfları da kapsayacak daha geniş koruma sağlanması konuları, KHK 8/1 b ve 8/4 hükümlerinde düzenlenmiş olan bir nisbi red nedeni sorunudur. Anılan red nedeninin değerlendirilebilmesi için de önceki bir marka veya hak sahibinin itirazının bulunması gerekir. Esasen KHK m. 7/1 i bendinin benzer işaretlerle, benzer mal ve hizmetleri de içerecek şekilde nisbi red nedenleri alanına taşan genişletilmiş bir mutlak red gerekçesine yer vermesi ölçülülük ilkesine aykırı düştüğü gibi, başvuru sahipleri bakımından da, belirsiz, öngörülemeyen, hukuki güvenlikten yoksun bir uygulama anlamını taşımaktadır. Görüldüğü üzere, demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülkede, kamu otoritesinin markaların verilmesi sürecine maksadını aşar şekilde müdahalesine gerekçe ve zemin oluşturan bu düzenlemenin esasen mehaz AB Marka Direktifinde öngörülmemesi yeni marka hukuku anlayışı ve sistematiği ile ilgili bir durumdur. Dolayısıyla 1995 tarihinde kabul edilen 556 sayılı KHK ile benimsenen yeni marka sitemiyle de çelişen bu düzenleme, Anayasa'nın 2, 5, 13 ve 35. maddelerine de aykırıdır ve iptali gerekir. Yukarıda açıklanan gerekçelerle, T.C. Anayasasının 152. maddesi uyarınca somut olayda uygulanması söz konusu olan 556 sayılı KHK'nin 7/1 i hükmünün Anayasa'nın 2, 5, 13, 35, 48 ve 91. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşılmakla, anılan maddelerin itiraz yoluyla iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, yapılan başvuruya esas olmak üzere tüm belgelerin birer örneği ile yazılacak gerekçeli kararın Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, tahkikat duruşmasının 5 aylık süre dolduktan sonra devam edilmesine karar vermek gerekmiştir. KARAR: 1 T.C. Anayasasının 152. maddesi uyarınca somut olayda uygulanması söz konusu olan 556 sayılı KHK'nin 7/1 i hükmünün Anayasa'nın 2, 5, 13, 35, 48 ve 91. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşılmakla, anılan maddelerin itiraz yoluyla iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 2 1 nolu bent uyarınca yapılan başvuruya esas olmak üzere tüm belgelerin birer örneği ile yazılacak gerekçeli kararın Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 3 1 ve 2 nolu bent sonucuna göre tahkikat duruşmasının 5 aylık süre dolduktan sonra devam edilmesine, Karar verildi. | 2,314 |
Esas sayısı:1969/52 Karar sayısı:1972/21 1 A İPTAL GEREKÇESİNİN ÖZETİ : (Dâva dilekçesine ve davacının 6/1/1970 günlü açıklama dilekçesine göre.) 1 Dâva konusu yasa ile Yüksek Mühendislik ve Mimarlık Akademisi adı akında kurulan yüksek öğretim kurumları, gerek benimsedikleri öğretim yöntemi, gerekse bunları bitireceklere sağladıkları haklar ve olanaklar bakımından üniversite görevini yerine getiren örgütlerdir. Ancak bunlar, Anayasa'nın 120 nci maddesine aykırı olarak yönetim özerkliğinden yoksun bırakılmışlardır. Bu nedenle yasanın tümü Anayasa'nın 120 nci maddesine aykırı bulunmakta ve iptali gerekmektedir. 2 Yasanın l ve 2 nci maddeleri Anayasa'nın 120 nci maddesindeki yönetim özerkliği ilkesine aykırıdır. 3 Yasanın 3, 4, 5,. 6, 7, 8, 9, 10, 11 inci maddeleri Akademi bölümlerine ve akademilerin organlarını ve bunların yetkilerini göstermekte olup, bu organlara öneride veya dilekte bulunmaktan başka yetkiler tanınmış değildir; Anayasa'nın 120 nci maddesi uyarınca bu organların örgütlerin yönetim ve işlemesi konularında örgüt dışında herhangi bir etki söz konusu edilmeksizin geçerli kararlar verme yetkisiyle donatılmış olması gerektiğinden söz konusu maddeler, Anayasa'ya aykırıdır. 4 Yasanın 12 nci maddesi, Üniversiteler Yasasındaki Üniversitelerarası Kurula karşılık olan Akademilerarası Kurulu düzenlemektedir. Ancak bu kurala katılanların niteliği bakımından bunun kuruluşu Anayasa'nın 120 nci maddesindeki üniversitelerin kendilerince seçilen üyelerden kurulu organları eliyle yönetilmesi ilkesine aykırı bulunmaktadır. 5 Yasanın 13 16, 17 21 inci maddeleriyle geçici 4, 5, 6, 7, 8, ve 10 uncu maddeleri, profesörlük ve doçentlik konularını düzenlemektedir. Anayasa'nın 120 nci maddesinin birinci ve ikinci fıkraları birlikte incelendiğinde anlaşılacağı üzere öğretim üyeliği, başka deyimle doçentlik ve profesörlük sanlarının ancak bilim ve yönetim özerkliği bulunan üniversitelerce verilebilmesi öngörülmüşken buradaki düzenlemede bu sanların verilmesi sonuçta Millî Eğitim Bakanlığına bırakılmıştır; ayrıca geçici kurallarla kendilerinde öğretim üyeliği niteliği bulunmayan kimselere dahi bu sanların verilmesi öngörülmüştür. Bundan dolayı anılan kurallar, Anayasa'nın 120 nci maddesine aykırıdır. 6 Yasanın 22 ve 23 üncü maddesi asistanlık konusunu, anayasal deyimle öğretim üyesi yardımcılarının hukukî durumlarını düzenlemektedir. Bu düzenleyiş dahi yukarıdaki bentte anılan gerekçelerden ötürü Anayasa'nın 120 nci maddesine aykırıdır. 7 Yasanın geçici 13 üncü maddesinde üniversiteyi bitirmiş olanlara başka deyimle yüksek mühendis ve yüksek mimarlara özgü olan haklar, üniversite niteliğinde bulunmayan akademileri bitirmiş olanlara da tanınmış ve böylece Anayasa'nın 120 nci maddesinin ereğine aykırı bir durum yaratılmıştır. 8 Yukarıdaki bentlerde anılanların dışında kalan maddeler yukarıda sıralanan maddeler iptal edildiğinde uygulanamaz duruma gireceklerinden, yan kuralları kapsayan bütün bu maddelerin dahi iptali gerekecektir.Esas sayısı:1969/52 Karar sayısı:1972/21 2 | 376 |
Karar Sayısı:1978/35 Karar sayısı:1978/51 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ: Davacının ileri sürdüğü iptal isteminin gerekçesi özet olarak şöyledir: l Normal ve olağan bir üniversite hizmetinin temelinde üniversitenin öğrenci ile olan ilişkileri yer alır. Bu ilişkilerin düzenlenmesinin yalnız üniversitelerin yetki alanı içinde kalması zorunluluğu vardır. Öğrencisi ile olan ilişkilerini kendisi düzenleyemeyen bir üniversitenin ne yönetimsel ve ne de akademik özgürlüğünden sözetmek olanağı vardır. Oysa sözü edilen (E) bendi, üniversitenin yönetimsel özgürlüğüne açık bir müdahaledir. 2 Üniversiteden, işledikleri disiplin suçları nedeniyle ve disiplin yönetmeliklerinin uygulanması yoluyla çıkarılmış bulunan öğrencilerin de üniversiteye yeniden dönmelerine olanak tanınması, üniversitenin kendi öğrencisi üzerindeki disiplin yetkilerine üniversite dışı bir organın müdahalesi anlamını taşır. Kanun koyucu, üniversitenin verdiği disiplin cezalarını fiilen iptal etmek suretiyle, üniversite yönetimine müdahale etmiş olmaktadır. Böyle bir yasa Anayasanın 120. maddesinin sözüne ve özüne aykırıdır. 3 Kaydı silinmiş öğrenciler kanun hükmü uyarınca ayrıldıkları sınıf ya da sömestreye sanki hiç sınıfta kalmamış gibi kaydolunacaklar, aynı sınıf ve sömestrede okuyan, öğretim süresi ve sınav hakkını hiç kaybetmemiş olan öğrencilerin statüsüne tabi tutulacaklar ve böylece aynı sınıf ya da sömestrede yıl ve sömestre kaybetmiş öğrencilerden ayrıcalıklı bir duruma getirileceklerdir. Bu durum Anayasanın 12. maddesine aykırıdır. | 189 |
Esas Sayısı: 1991/9 Karar Sayısı: 1991/36 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin kararının gerekçe bölümü özetle şöyledir : Davacı, hazine aleyhine tapu iptali ve tescil davasını, on yıllık hak düşürücü süre ile 3402 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesinde gösterilen ek süre geçtikten sonra açtığından, olayda mahkemece, Anayasa'ya aykırılığı iddia edilen 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 12. maddesinin üçüncü fıkrası uygulanacaktır. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti olduğu, 35. maddesinde herkesin mülkiyet hakkına sahip bulunduğu, bunun yalnızca kamu yatarı amacıyla yasa ile sınırlanabileceği ve 23. maddesinde de herkesin istediği yere yerleşip seyahat edebileceği öngörülmüştür. Dava konusu taşımaza davacı kadastro tespitinden önce 24.3.1964 gün ve 45 sayılı tapu ile malik olmuş, kendisi ilçeye uzak bir köyde iki met ederek taşınmaz üzerindeki dükkânı kiraya vermiş, 1990 yılı Ağustos ayına kadar kiralarını almış böylece asli zilyet olmuştur. Ancak, 1987 yılında kadastro tespiti yapılırken, komisyonca, sahibi bilinmediğinden taşınmaz, hazine adına tespit ve tescil edilmiştir. Tapu kayıtlarının açıklığı ilkesi uyarınca, hiç kimse ve bilhassa tapu kayıtlarını tutmakla yükümlü olan devlet, tapu kaydını bilmediği savıyla kendisine hak sağlayamaz. Esasen Anayasa'nın 23. maddesi karşısında, davacının taşınmazının bulunduğu yerde ikamet etmesi istenemez. Anayasa'nın 35. maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı gereğince sahip olduğu taşınmazın, sahibi bilinmiyor gerekçesi ile hazine adına tespit edilerek, on yıl geçtikten sonra gerçek mal sahibinin dava açmasını engellemek sosyal hukuk devleti ilkeleri ve mülkiyet hakkı ile bağdaşmaz. Bu durumda devletin kendi kusurundan dolayı hak sahibi olması sağlanarak hukuk devleti ve mülkiyet hakkı ilkeleri zedelenerek Anayasa koyucunun istemediği bir sonuç oluşur. Öte yandan aynı hükmü içeren, yürürlükten kaldırılmış 14.12.1934 gün ve 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu'nun 22/H maddesi de Anayasa Mahkemesinin 10.2.1970 günlü, Esas: 1969/60, Karar: 1970/8 sayılı kararıyla iptal edilmiş olduğundan, Anayasa değişmiş ise de, bu konudaki maddelerinin içerikleri değişmediğinden, aynı biçimde yasa, çıkarılması da Anayasa'nın 153 maddesinin son fıkrasına aykırıdır. Bütün bu nedenlerle, 3402 sayılı Yasa'nın 12. maddesinin üçüncü fıkrasının; 'kadastro tespitinden önce tapulu olan ve sahibi belirlenemediğinden hazine adına tespit ve tescil edilen taşınmazlar yönünden' Anayasa' nın 2., 23., 35. maddeleri ile 153. maddesinin son fıkrasına aykırı olduğu kanısına varılmıştır. | 342 |
Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 1 İPTAL DAVALARININ KONUSU : 13.4.1994 günlü, 3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”un kimi maddelerini değiştiren 15.5.2002 günlü, 4756 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun, Basın Kanunu, Gelir Vergisi Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanununda değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1 2. maddesiyle değiştirilen 13.4.1994 günlü, 3984 sayılı Kanun'un 4. maddesinin ikinci fıkrasının: (b) bendinin “veya toplumda nefret duyguları oluşturan” bölümünün, (k) bendinin “veya korku salacak” bölümünün; (r) bendinde yer alan “ile ilgili” sözcüğünün, (v) bendinde yer alan “Yayınların karamsarlık, umutsuzluk eğilimlerini körükleyici nitelikle olmaması” bölümünün, 2 3. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 6. maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c) ve (d) bentlerinin, 3 5. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 9. maddesinin son fıkrasının, 4 7. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 12. maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinin, 5 8. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 13. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “33 üncü maddede belirtilen idari para cezaları da cezaların tahakkukunu müteakip ilgili yayın kuruluşları tarafından ödenir” bölümünün, 6 10. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 24. maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarının, 7 12. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 28. maddesinin altıncı fıkrasının ve sekizinci fıkrasının dördüncü tümcesinde yer alan “tazminat miktarı on milyar liradan az olmamak üzere” ibaresi ile altıncı tümcesinde yer alan “tensip kararı ile birlikte bilirkişiyi de tayin eder ve ” ibaresinin, 8 13. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 29. maddesinin (d) ve (e) bentlerinin, 9 14. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 31. maddesinin, 10 16. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Kanun'un 33. maddesinin birinci, ikinci ve beşinci fıkralarının. Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 2 11 17. maddesiyle 3984 sayılı Kanun'a eklenen Ek Madde 1, Ek Madde 2, Ek Madde 3'ün birinci fıkrasının (b) bendinin, 12 18. maddesinde yer alan “8 inci maddesinin (a) bendi ile” ibaresinin, 13 19. maddesiyle değiştirilen 15.7.1950 günlü, 5680 sayılı Basın Kanunu'nun 16. maddesinin birinci fıkrasının (1) numaralı bendinin, 14 20. maddesiyle değiştirilen 5680 sayılı Kanun'un 17. maddesinin birinci fıkrasının iki ve dördüncü tümcelerinin, 15 22. maddesiyle değiştirilen 5680 sayılı Kanun'un 20. maddesinin, 16 5680 sayılı Kanun'un kimi maddelerindeki para cezası miktarlarını değiştiren 25. maddesinin, 17 Geçici 4. maddesinin, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 5., 10, 13., 15., 26., 28., 29., 30., 38., 87., 133., 141., 166. ve 167. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri ve kimi maddelerinin de yürürlüklerinin durdurulması istemidir. I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet SEZER tarafından verilen 21.5.2002 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: “l 4756 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Yasa'nın 4. maddesinde, radyo, televizyon ve veri yayınlarında uyulması gereken yayın ilkelerine yer verilmiştir. Anılan maddenin ikinci fıkrasının, (k) bendinde, “korku salacak yayın yapılmaması”, (v) bendinde de “Yayınların karamsarlık, umutsuzluk, eğilimlerini körükleyici nitelikte olmaması”, yayın ilkeleri arasında sayılmıştır. a Anayasa'nın 38. maddesinin birinci fıkrasında, hiç kimsenin yasanın suç saymadığı bir eylemden dolayı cezalandırılamayacağı; üçüncü fıkrasında da, ceza ve ceza yerine geçecek güvenlik önlemlerinin ancak yasayla konulabileceği kurala bağlanarak, ceza hukukunun temeli olan “kanunsuz suç ve ceza olamayacağı” ilkesi benimsenmiştir. Bu ilkenin gereği olarak, yasaklanan ve yaptırım öngörülen eylemlerin öğelerinin yasada açık biçimde belirtilmesi ve bu eylemlerin, kuşkuya yer bırakmayacak belirginlikte düzenlenmesi zorunludur.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 3 Oysa, yukarıda belirtilen bentlerde düzenlenen yayın ilkeleri, başka bir anlatımla yasaklar açıkça tanımlanmamış, içeriği tartışmalı genel kavramlarla anlatılmıştır. Gerçekten, bir yayının korku salacak ya da karamsarlık ve umutsuzluk eğilimlerini körükleyici nitelikte olması kişilere göre değiştiğinden bu ilkeler, belirgin ve açık olmayan, nesnel içerikten yoksun ve soyut ilkelerdir. Üstelik, 3984 sayılı Yasa'nın 4756 sayılı Yasa ile değişik 33. maddesinde, yukarıda belirtilen ilkelere aykırı olarak yapılan yayınlar için uyarıdan, programın yayından kaldırılmasına, yayın ilkesi ihlalinin yinelenmesi durumunda yüksek tutarlarda idari para cezasına ve son aşamada yayının durdurulmasına kadar varan ağır yaptırımlar öngörülmüştür. Bu tür ağır yaptırımların yargı organlarınca hükmolunan cezalarla benzer etki ve sonuç yaratacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle, söz konusu bentlerdeki anılan kurallar, Anayasa'nın 38. maddesindeki “kanunsuz suç ve ceza olamayacağı” ilkesine aykırı düşmektedir. b Anayasa'nın 12. maddesinde, herkesin, kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu belirtilmiş; 26. maddesinde düzenlenen düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile 28. maddesinde düzenlenen basın özgürlüğüne temel hak ve özgürlükler arasında yer verilmiştir. Anayasa'nın 26. maddesinde, herkesin, düşünce ve kanaatlarını söz, yazı, resim ya da başka yollarla tek başına ya da toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğu; bu özgürlüğün, resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber ya da görüş almak ya da vermek serbestliğini de kapsadığı vurgulanmıştır. Yine, Anayasa'nın 28. maddesinde, basının özgür olduğu belirtilmiş; Devlet'e basın ve haber alma özgürlüğünü sağlayacak önlemleri alma görevi verilmiştir. Öte yandan, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü ile basın özgürlüğünün sınırları Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde gösterilmiştir. 26. maddenin değişik ikinci fıkrasına göre, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanılması, ulusal güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyet'in temel nitelikleri ve Devlet'in ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak yöntemince belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret ve haklarının, özel ve aile yaşamlarının ya da yasanın öngördüğü meslek sırlarının korunması ya da yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlandırılabilecektir. 28. maddesinde de, basın özgürlüğünün sınırlandırılmasında 26. madde kurallarının uygulanacağı belirtilmiştir. Bu anayasal kurallar, basın ve yayın kuruluşlarının, yukarıdaki sınırlamalar dışında, halkın haber alma özgürlüğüne uygun çalışma koşullarında hizmet vermelerini gerektirmektedir. Oysa, yukarıda da belirtildiği gibi açık, belirgin ve nesnel olmayan ilkelere uyulması zorunluluğu, yayın kuruluşlarında tedirginlik yaratacağından, radyo ve televizyonların doğru ve yansız yayın yapmalarına, yurt ve dünya gerçeklerinin halka duyurulmasına engel oluşturacaktır. Böylece, toplumun doğru ve yansız haber alma hakkı zedelenmiş olacaktır.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 4 Bu nedenle, anılan bentlerdeki düzenlemeler Anayasa'nın 26. maddesindeki “haber alma” ve 28. maddesindeki “basın” özgürlüklerine ilişkin kurallarla da bağdaşmamaktadır. 2 4756 sayılı Yasa'nın 3. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Yasa'nın 6. maddesinin birinci fıkrasında; “Üst Kurul, en az dört yıllık yüksek öğrenim görmüş, meslekleriyle ilgili konularda kamu veya özel kuruluşlarda en az on yıl görev yapmış, mesleki açıdan yeterli bilgiye, deneyime ve Devlet memuru olma niteliğine sahip, otuz yaşını doldurmuş kişiler arasından; a Siyasi parti gruplarınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı oluşum formülüne göre belirlenecek kontenjan doğrultusunda gösterilecek ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca seçilecek beş, Kişiden olmak üzere 9 üyeden oluşur.”; 4756 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesinde de, “Radyo ve Televizyon Üst Kurulunun Türkiye Büyük Millet Meclisince seçilecek beş üyesi, siyasi parti gruplarınca Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı oluşum formülüne göre belirlenecek kontenjan doğrultusunda Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren bir ay içinde bildirilir. Siyası parti gruplarınca gösterilen adayların; Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca işaret oyuyla ayrı ayrı oylanmaları suretiyle seçimleri yapılır. Seçilemeyen adaylar yerine ilgili siyasi parti gruplarınca yeni adaylar bildirilir.” denilmektedir. Görüldüğü gibi, 3984 sayılı Yasa'nın 4756 sayılı Yasa ile değiştirilen 6. maddesinin birinci fıkrasında, dokuz üyeden oluşan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nun beş üyesinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce seçilmesi öngörülmekte; 4756 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesinde de, yapılacak ilk seçimin yöntemi belirtilmektedir. Anayasa'nın değişik 87. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerinin, yasa koymak, değiştirmek ve kaldırmak; Bakanlar Kurulu'nu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kurulu'na belli konularda yasa gücünde kararname çıkarma yetkisi vermek; bütçe ve kesinhesap yasa tasarılarını görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilânına karar vermek; uluslararası andlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak; Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun kararı ile genel ve özel af ilânına, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine karar vermek ve Anayasa'nın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanmak ve görevleri yerine getirmek olduğu belirtilmiştir. Görüldüğü gibi, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri 87. maddede tek tek sayılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bu görev ve yetkilerin dışına çıkması olanaklı görülmemektedir. Nitekim, 87. maddenin gerekçesinde, “Anayasa'nın diğer maddelerinde öngörülen yetkileri kullanma ve görevleri yerine getirme şeklindeki hükümlerin genel nitelikteki görevleri düzenleyen bu maddeye alınması uygun görülmüştür. Zira bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Anayasa'da gerek bu maddedeEsas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 5 gerek diğer maddelerinde düzenlenmiş olan bütün görev ve yetkilerini kapsayacak şekilde düşünülmüştür.” denilerek, tüm görev ve yetkilerin bu maddede belirtildiği vurgulanmıştır. Anayasa'nın bu maddesinde ve diğer maddelerinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne kamu görevlilerini seçme ya da atama görev ve yetkisi veren açık bir kural bulunmamaktadır. Bu durumda, Anayasa'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri arasında sayılmayan kamu görevlisini seçme ya da atama konusunun yasa ile verilmesinin uygun olup olmadığının tartışılması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin 01.11.1990 günlü, 3677 sayılı “21.02.1967 tarih ve 832 sayılı Sayıştay Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine ve Bu Kanuna Bir Ek Madde Eklenmesine Dair Kanun”un kimi maddelerinin iptali istemiyle açılan dava sonunda verdiği 11.07.1991 günlü, E.1990/39, K. 1991/21 sayılı kararı bu konuya ışık tutacak niteliktedir. Anayasa Mahkemesi'nin söz konusu kararında, Sayıştay Yasası'nın Başkan ve üyelerin seçimine ilişkin 5. ve 6. maddeleri Anayasa'nın 87. maddesi yönünden incelenirken; “ Anayasa'nın T.B.M.M.'nin görev ve yetkilerini belirleyen 87. maddesi ile Sayıştay'ın görev ve yetkilerini düzenleyen 160. maddesinde Sayıştay Başkan ve üyelerinin seçimleri ile ilgili herhangi bir hüküm getirilmemiştir. Anayasa'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görevleri arasında sayılmayan bir konunun bir yasa ile Meclis'e verilmesinin Anayasa'ya uygun olup olmayacağı öncelikle belirlenmelidir. aa) Anayasa'nın 160. maddesinde, Sayıştay'ın Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetleme yapacağı öngörülmüştür. T.B.M.M. ile Sayıştay arasındaki bu ilişki, Sayıştay'ın kuruluşunu, üyelerinin seçimini, denetiminin kapsamını ve böylece hukuksal yapısını belirler. Anayasa Sayıştay Başkan ve üyelerinin seçimi konusunda açık bir kural koymamıştır. Ancak, bu konuda yasa ile yapılacak düzenlemenin de Sayıştay'a ilişkin Anayasa'nın 160. maddesi ile T.B.M.M.nin görev ve yetkilerini sayan 87. maddesinin özüne ve sözüne uygun olması gerekir. Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetim yapan anayasal bir organın Başkan ve üyelerinin seçimi Anayasa'da gösterilmemiş ise de, bu seçimlerin T.B.M.M. Genel Kurulu'nca yapılması anayasal sistemin, diğer bir anlatımla, T.B.M.M. ile Sayıştay arasındaki doğal ilişkinin sonucudur” yargısına varılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bu kararında; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkilerinin Anayasa'nın 87. maddesinde tek tek sayıldığı, bu görev ve yetkiler arasında yasama dışındaki organlara üye seçme görev ve yetkisinin bulunmadığı, böyle bir görev ve yetkinin yasa ile verilmesinin de ancak, o organla Türkiye Büyük Millet Meclisi arasında anayasal sistemden kaynaklanan bir ilişkinin olması durumunda Anayasa'ya uygun görülebileceği kabul edilmiş olmaktadır.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 6 3984 sayılı Yasa ile, izin sisteminin gereği olarak, radyo ve televizyon yayıncılığı ve bu yayınların iletiminde düzenleyici ve denetleyici olmak üzere bağımsız ve yansız bir Radyo Televizyon Üst Kurulu oluşturulmuştur. Bu Üst Kurul'un yürütme erki içinde yer aldığı kuşkusuzdur. Türkiye Büyük Millet Meclisi ile adı geçen Üst Kurul arasında, Anayasa Mahkemesi'nin yukarıda değinilen kararında söz edildiği gibi, anayasal sistemden kaynaklanan, doğal ve zorunlu bir ilişki bulunmamaktadır. Bu nedenle, 4756 sayılı Yasa'nın 3. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Yasa'nın 6. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendindeki, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyelerinden beşinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanının oluşum formülüne göre belirlenecek kontenjan doğrultusunda siyasi parti gruplarınca önerilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu'nca seçilmesini öngören kural ile 4756 sayılı Yasa'nın geçici 4. maddesindeki, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yapılacak ilk seçimin yöntemini gösteren kuralın Anayasa'nın 87. maddesine aykırı olduğu düşünülmektedir. 3 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Yasa'nın 28. maddesinin, 4756 sayılı Yasa'nın 12. maddesiyle değiştirilen sekizinci fıkrasında; “Gerçek ve tüzel kişilerin ayrıca genel hükümlere göre ilgili yayın kuruluşuna karşı tazminat davası açma hakkı saklıdır. Yayın kuruluşu ile birlikte şirketin yönetim kurulu başkanı da müştereken ve müteselsilen sorumludur. Zarar doğurucu fiilin işlenmesinden sonra yayın kuruluşunun devredilmesi, başka bir kuruluşla birleşmesi veya sahibi olan şirketin herhangi bir surette değişmesi halinde yayın kuruluşunu devralan, birleşen ve her ne suretle olursa olsun yayın kuruluşunun sahibi veya hissedarı olan şirket ve şirketin yönetim kurulu başkanı da bu fiil nedeniyle hükmedilen tazminattan yayın kuruluşu ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumludur. Tazminat talebinin haklı görülmesi halinde tazminat miktarı, on milyar liradan az olmamak üzere fiilin ağırlık derecesine göre belirlenir. On milyar liralık alt sınır her yıl Maliye Bakanlığınca ilân edilen yeniden değerleme oranında artırılır. Bu maddeye göre açılacak manevi tazminat davalarında hâkim tensip kararı ile birlikte bilirkişiyi de tayin eder ve davayı en geç altı ay içinde karara bağlar.” denilmektedir. Görüldüğü gibi anılan fıkrada, tazminat talebinin haklı görülmesi durumunda tazminat tutarının, on milyar liradan az olmamak koşuluyla fiilin ağırlık derecesine göre belirleneceği; bu maddeye göre açılacak manevi tazminat davalarında yargıcın uygunluk (tensip) kararı ile birlikte bilirkişiyi de atayacağı belirtilmiştir. Yapılan değişiklikte, hüküm altına alınacak tazminatın alt sınırı yasa ile belirlenmiş; böylece, yargıcın takdir hakkı sınırlandırılmış, hatta tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Kişinin, kişilik değerlerine saldırıyla oluşacak zarar tutarının yasa ile belirlenmesi, sorumluluk konusunu düzenleyen hukukun temel kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Manevi tazminat tutarı, her somut olayın özelliği ve istem gözetilerek yargıç tarafından takdir edilmektedir. Manevi tazminat davasına yol açan yayının gerçek olmasına karşın, kullanılan sözlerle sınır aşılmış olabilir ve bu aşma derecesi her olayda farklılık gösterebilir. Yine, böyle bir yayına, zarar görenin davranışı da neden olabilir. Bütün bu olgular, istenecek ve hüküm altına alınacak tazminat tutarının belirlenmesinde önemli etkenlerdir. Bu nedenle. Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 7 hükmedilecek tazminat tutarının alt sınırının yasayla belirlenmesi hukuk devleti ilkesine uygun düşmemektedir. Ayrıca, kişilik haklarına saldırıya ilişkin tazminat davaları Borçlar Yasası'nın 49. maddesinde düzenlenmiştir. Dava, özel hukuk alanında açılmış bir tazminat davası niteliğindedir. Türk Hukuku'nda, özel hukuk alanındaki tazminat davalarına yasakoyucunun karışması ve alt sınırı belirlemesi yolunda bir uygulama yerleşmemiştir. Bu tür alt sınır tutarını belirlemek ceza hukukuna özgü bir uygulamadır ve Devletin cezalandırma hakkından kaynaklanmaktadır. Özel hukuk alanındaki bu düzenleme, tazminat yaptırımını, gerçek zararı ve kimi durumlarda zarar gören kişinin istemini de aşan ve haksız zenginleşmeye neden olan bir tür ceza yaptırımı niteliğine büründürecektir. Öte yandan, yapılan değişiklikler, tazminat davalarında yargıca bilirkişi atama zorunluluğu getirmektedir. Oysa, teknik bir konuda da olsa, bilirkişilerin görüşü yargıcı bağlamamaktadır. Hukuk Usulü Muhakemeleri Yasası'nın 275. maddesine göre, yargıçlık mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuksal bilgi ile çözümlenmesi olanaklı konularda bilirkişi incelemesi yaptırılamaz. Bu nedenle, hükmedilecek tazminatın alt sınırını belirleyen ve tazminat davalarında bilirkişiye başvurulmasını zorunlu kılan fıkra kuralı Anayasa'nın 2. maddesindeki “hukuk devleti” ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Ayrıca, gerekli olmamasına karşın zorunlu bilirkişi atamasına ilişkin kural, Anayasa'nın 141. maddesinin son fıkrasındaki, “davaların en az giderle sonuçlandırılacağı” yolundaki ilkeye de uygun düşmemektedir. 4 4756 sayılı Yasa'nın 13. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Yasa'nın, radyo ve televizyon yayın izni verilen ya da verilecek anonim şirketlerin pay oranları ve şirket yapısıyla ilgili uyulması gereken diğer konuları düzenleyen 29. maddesinin (d) ve (e) bentlerinde; “d) Üst Kurul tarafından düzenlenecek yönetmeliğe uygun olarak her yıl yapılacak yıllık ortalama izlenme oranı ölçümlerine göre yıllık ortalama izlenme veya dinlenme oranı % 20'yi geçen bir televizyon veya radyo kuruluşunda bir gerçek veya tüzel kişinin veya bir sermaye grubunun sermaye payı % 50'yi geçemez. Gerçek kişinin hisselerinin hesaplanmasında üçüncü derece dahil olmak üzere üçüncü dereceye kadar kan ve sihrî hısımlara ait hisseler de aynı kişiye aitmiş gibi hesaplanır. e) Bir gerçek veya tüzel kişi veya bir sermaye grubu % 50'den fazla hissesine sahip olduğu bir televizyon veya radyonun yıllık ortalama izlenme veya dinlenme payı % 20'yi geçerse Üst Kurul tarafından yapılan bildirimden itibaren doksan gün içinde, ortağı bulunduğu televizyon veya radyodaki hisselerinin bir bölümünü halka arz ederek veya bir kısım hisselerini satarak, sermaye payını % 50'nin altına indirir. Yıllık izlenme veya dinlenme oranının aşımı birden fazla televizyon ve radyodaki hisselerin toplamı nedeniyle meydana gelmişse, bu oranı % 50'nin altına indirecek biçimde yeterli sayıda şirketi satar. Bu yükümlülüğün ihlâli durumunda kuruluşun yayın izni iptal edilir.” denilmektedir.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 8 Maddenin değiştirilmeden önceki metninde; Aynı özel radyo ve televizyon kuruluşunda bir ile üçüncü dereceye kadar (dahil) kan ve sihrî hısımların aynı zamanda pay sahibi olamayacakları, Bir hissedarın. bir kuruluştaki pay tutarının, ödenmiş sermayenin % 20'sinden ve birden fazla kuruluşta pay sahibi olanların bu kuruluşlardaki tüm paylarının toplamının da % 20'den fazla olamayacağı; bu kuralın, hissedarın bir ile üçüncü dereceye kadar (dahil) kan ve sihrî hısımları için de uygulanacağı, Belirli bir özel radyo ve televizyon kuruluşunda % 10'dan fazla payı olanların Devletten, diğer kamu tüzel kişilerinden ve bunların doğrudan ya da dolaylı olarak katıldıkları teşebbüs ve ortaklıklardan herhangi bir taahhüt işini doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak kabul edemeyecekleri ve menkul kıymetler borsalarında işlem yapamayacakları, kurala bağlanmıştı. Metinden çıkarılan kurallar ve yapılan yeni düzenlemeler ile, Sahip oldukları televizyon kanalları ya da radyoların yıllık ortalama izlenme ve dinlenme oranı % 20'yi geçmemek koşuluyla bir gerçek ya da tüzel kişi ya da sermaye grubuna, bir ya da birden fazla televizyon ya da radyo kuruluşunun tümüne ya da bir kısmına sahip olabilme, Televizyon ya da radyo kuruluşu sahiplerine kamu ihalelerine girebilme ve menkul kıymetler borsalarında işlem yapabilme, olanağı sağlanmaktadır. 4756 sayılı Yasa'nın 13. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Yasa'nın 29. maddesinin anılan bentlerindeki kurallar, özellikle büyük sermaye gruplarının radyo ve televizyon alanında tekelleşmelerine yol açacak içeriktedir. Sermayenin belli kişi ya da grupların elinde toplanmış olduğu gerçeği, bu kişi ya da grubun, çok sayıda televizyon ve radyo kuruluşunu sahiplenebilme olanağı ve ölçüsüz para cezaları uygulaması ile görsel ve işitsel medya alanında tekellerin oluşması kaçınılmaz olacaktır. Anayasa'nın 167. maddesinde, Devletin, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici önlemleri alacağı, piyasalarda eylemli ya da anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önleyeceği belirtilmiştir. Anayasa'nın anılan kuralı ile tekelleşme ve kartelleşme yasaklanmakla kalmamış, Devlete de bunu engelleyici önlemleri alma görevi verilmiştir. 4756 sayılı Yasa ile yapılan ve yukarıda belirtilen düzenlemelerle görsel ve işitsel medya alanında tekelleşme ve kartelleşmenin önlenmesi olanaksızdır. Düzenlemeler, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemek bir yana, dolaylı olarak olanaklı kılacak niteliktedir.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 9 Gerçi, televizyon ya da radyo kuruluşunun yıllık ortalama izlenme oranının % 20'yi geçmesi durumuna bağlı olarak bir sınırlama getirilmiştir. Ancak, bir televizyon kanalı ya da radyo yayını için getirilen % 20 yıllık ortalama izlenme ya da dinlenme oranı, kuramsal olarak olanaklı bulunsa da uygulamada ulaşılması çok güç bir orandır. Yapılan araştırmalar, Türkiye'de en yüksek izlenme oranının % 14 16 dolayında olduğunu ve bu orana da yalnızca bir yayın kuruluşunun ulaştığını ortaya koymaktadır. Ölçümleme güçlükleri de gözönünde bulundurulduğunda, getirilen sınırın uygulanabilir olmadığı açıkça anlaşılacaktır. Bu nedenledir ki, Batı'lı ülkelerde, yayının ulaştığı kişi sayısı ölçü olarak alınmış ya da bir kişinin sahip olacağı kanal sayısı sınırlandırılmıştır. Yayın izleme oranını ölçü alan ülkelerde ise bu oran çok düşük tutulmuştur. Söz konusu oranın yüksek tutulması ve hiçbir televizyon ya da radyo kanalının bu izlenme oranına ulaşamayacağı gerçeği karşısında, bu sınırlamanın tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemesi olanaklı görülmemektedir. Tekelleşen ya da kartelleşen görsel ve işitsel medya, bir yandan ekonomik alanda haksızlık yaratabilecek bir güce ulaşırken, öte yandan da haber alma özgürlüğünü kısıtlayabilecektir. Yukarıda (l/b) ve (3/a) bölümlerinde de belirtildiği gibi, Anayasa'nın 26. maddesinde, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün haber almak ve vermek özgürlüğünü de kapsadığı; 28. maddesinde de, basının özgür olduğu, Devlet'in, basın ve haber alma özgürlüğünü sağlayacak önlemleri alacağı vurgulanmıştır. Basın özgürlüğü, düşünce ve kanaat özgürlüğünü tamamlayan ve onun kullanılmasını sağlayan bir özgürlüktür. Düşünce özgürlüğü, düşüncelerin özgürce açıklanması yanında bunların yayılması ve öğrenilmesi özgürlüğünü de içermektedir. Bu nedenle, basın özgürlüğünün, okuyucuların, izleyicilerin ya da dinleyicilerin haber alma ve görüşleri öğrenme olanağından yoksun kalmaları yönünden de değerlendirilmesi gerekir. Haber alma ve verme hakkı ya da haberlere ulaşma özgürlüğü, izleyici ya da dinleyicinin bireysel hakkı olarak düşünülemez ve düzenlenemez. Bunlar, izleyicilerin ve dinleyicilerin kollektif hak ve özgürlükleridir. Basın özgürlüğü, kamu güçleri karşısında olduğu kadar özel güçlere karşı da korunmalıdır. Bu bağlamda, medya tekelinin oluşmasına karşı gerçek sınırlamalar koymak, medyanın çoğulculuğunu koruyucu önlemler almak Devlet'e düşen bir ödevdir. Bağımsız ve yansız yayıncılığın sürdürülebilmesi için alınacak önlemler de bu ödev kapsamındadır. Sosyal görevini yerine getirebilmesi için basın özgürlüğü ile donatılan medyanın sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gereklidir. Tekelleşerek, sorumluluk bilincinden uzaklaşacak bir medya, her sorumsuz güç gibi er geç amacından sapabilecek ve toplum yaşamını, ulusal güvenliği tehlikeye sokan bir güç durumuna gelebilecektir. Bunu önlemek de Devlet'in görevidir. Öte yandan, yapılan düzenlemeyle, bir gerçek ya da tüzel kişiye ya da sermaye grubuna bir radyo televizyon kuruluşunun tümüne ya da birden çok radyo televizyon kuruluşuna sahip olabilme olanağının yaratılmasının yanı sıra, bu kişi ya da sermaye grubuna kamu ihalelerine girme ve menkul kıymetler borsalarında işlem yapma yasağının getirilmemesi, medya gücününEsas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 10 kullanılarak ihalelerde haksız rekabete, borsada çeşitli işlem oyunları yapılmasına neden olabilecektir. Her ne kadar, 4756 sayılı Yasa'nın 2. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin, yayın ilkelerine yer verilen ikinci fıkrasında; “c) Yayıncılığın, gerek yayın organı, gerekse hisse sahipleri ve üçüncü derece dahil olmak üzere üçüncü dereceye kadar kan ve sihrî hısımları veya bir başka gerçek ve tüzel kişinin haksız çıkarları doğrultusunda kullanılmaması, j) Yayıncılığın haksız bir amaç ve çıkara alet edilmemesi ve haksız rekabete yol açılmaması,” denilerek, medyanın haksız rekabete neden olabilecek gücü engellenmeye çalışılmış ise de, bu soyut anlatımlı ilkelerin, kamu ihalelerinde yaratılabilecek haksız rekabeti ve borsa işlemlerinde oynanacak oyunları engellemesi olanaksızdır. Ayrıca, düzenlemelerin karşıt kavramından, yayın kuruluşlarının “haklı çıkarları” destekleyici içerikte yayın yapabileceği sonucuna varılmaktadır. Konuya yayın kuruluşlarının kamu ihalelerine giren sahipleri yönünden bakıldığında, bu tür destekleyici yayınların “haklı çıkarı” savunduğu kolaylıkla öne sürülebilecektir. Böylece, kamu hizmetleri sözkonusu olduğunda kamu çıkarını ön planda tutması gereken medyanın bireysel çıkarlara hizmet edecek ticari nitelik kazanmasının önündeki tüm engeller kaldırılmıştır. Oysa, günümüzde medya serbest piyasa ilişkilerinin demokrasiler için yozlaştırıcı tehlike ve tehditlerinden sözedilmektedir. Ülkemizde olduğu gibi henüz demokrasisi yeterince gelişmemiş, sağlam temellere oturmamış, özelleştirmesini tamamlayamamış ülkelerde medya sahiplerinin Devlete karşı yüklenmeye girememesi yaşamsal önem taşıyan bir ilke olarak görülmektedir. Devletle ticari ilişkilere giren medya sahiplerinin, siyasal iktidar lehine yayın yaparak ya da tam tersine baskı oluşturarak kamu ihalelerini alma avantajını sağlayabileceği kuşkusu, yukarıda sözü edilen ilkenin korunmasının ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Serbest piyasa ekonomisinin en büyük özelliği rekabet ortamının yaratılmasıdır. Bir çok radyo ve televizyon kuruluşuna sahip olan kişi ya da sermaye grubuna kamu ihalelerine girebilme hakkının tanınması bu özellikle de bağdaşmamaktadır. Görsel ve işitsel medyanın kamuoyunu etkileme gücü, dolayısıyla bu gücün kötüye kullanılması olasılığının yüksekliği, Batı'lı ülkelerde medya sahipliğinin diğer iş alanlarından ayrılmasına, bu ayrımı sağlayacak önlemler alınmasına neden olmuştur. Medya gücünü kötüye kullanma olasılığı kamu yararı ve kamu düzeni ile doğrudan ilgilidir. Devletin bu gücü dengeleyecek önlemleri alması, kamu yararı ve düzenini sağlamanın gereğidir. 3984 sayılı Yasa'nın 29. maddesinin değişiklikten önceki onuncu fıkrasında yer verilen özel radyo ya da televizyon kuruluşlarında belli oranın üzerinde pay sahibi olanların kamuEsas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 11 ihalelerine girebilme ve menkul kıymetler borsalarında işlem yapabilmesine ilişkin yasağın, korunması gerekirken tümüyle kaldırılmış olması, yasaların kamu yararı amacıyla çıkarılması gerektiği ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Bu nedenlerle, 4756 sayılı Yasa ile değiştirilen 3984 sayılı Yasa'nın 29. maddesinin (d) ve (e) bentleri, Anayasa'nın 2. maddesindeki “demokratik hukuk devleti” ilkesine, 26. maddesindeki “haber alma” ve 28. maddesindeki “basın” özgürlüklerine ilişkin kurallara, tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi yasaklayan 167. maddesine aykırı düşmektedir. 5 4756 sayılı Yasa'nın 16. maddesiyle değiştirilen 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Yasa'nın 33. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında; “Üst Kurul, öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen, izin şartlarını ihlâl eden, yayın ilkelerine ve bu Kanunda belirtilen diğer esaslara aykırı yayın yapan özel radyo ve televizyon kuruluşlarını uyarır veya aynı yayın kuşağında açık şekilde özür dilemesini ister. Bu talebe uyulmaması veya aykırılığın tekrarı halinde ihlâle konu olan programın yayını, bir ilâ oniki kez arasında durdurulur. Bu süre içinde programın yapımcısı ve varsa sunucusu hiçbir ad altında başka bir program yapamaz. Yayını durdurulan programların yerine, aynı yayın kuşağında ve reklamsız olarak, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarına Üst Kurulca hazırlattırılacak eğitim, kültür, trafik, kadın ve çocuk hakları, gençlerin fiziksel ve ahlakî gelişimi, uyuşturucu ve zararlı alışkanlıklarla mücadele, Türk dilinin güzel kullanımı ve çevre eğitimi konularında programlar yayınlanır. Aykırılığın tekrarı halinde; a) Ulusal düzeyde yayın yapan kuruluşlara ihlâlin ağırlığına göre, yüzyirmibeş milyar liradan az olmamak kaydıyla ikiyüzelli milyar liraya kadar, b) Yerel, bölgesel ve kablo ortamından yayın yapan kuruluşlara; 1. Kapsadığı yayın alanı itibariyle, bir milyondan fazla nüfusa ulaşan il ve ilçelere yayın yapanlara, ihlâlin ağırlığına göre, altmış milyar liradan az olmamak kaydıyla yüz milyar liraya kadar, 2. Kapsadığı yayın alanı itibariyle, beşyüz bin ilâ bir milyon arasında nüfusa ulaşan il ve ilçelere yayın yapanlara ihlâlin ağırlığına göre, otuz milyar liradan az olmamak kaydıyla altmış milyar liraya kadar, 3. Kapsadığı yayın alanı itibariyle, ikiyüzelli bin ilâ beşyüz bin arasında nüfusa ulaşan il ve ilçelere yayın yapanlara, ihlâlin ağırlığına göre, yirmi milyar liradan az olmamak kaydıyla kırk milyar liraya kadar, 4. Kapsadığı yayın alanı itibariyle, ikiyüzellibinden az nüfusa ulaşan il ve ilçelere yayın yapanlara, ihlâlin ağırlığına göre, beş milyar liradan az olmamak kaydıyla on milyar liraya kadar, c) Radyo yayınları için yukarıdaki miktarların yansı kadar, İdari para cezası uygulanır.” denilmektedir.Esas Sayısı : 2002/100 Karar Sayısı : 2004/109 12 a Maddenin birinci fıkrasında, Üst Kurul'un, öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmeyen, izin koşullarına uymayan, yayın ilkelerine ve bu Yasa'da belirtilen diğer esaslara aykırı yayın yapan özel radyo ve televizyon kuruluşlarını uyaracağı ya da aynı yayın kuşağında açık biçimde özür dilemesini isteyeceği; bu isteme uyulmaması ya da aykırılığın yinelenmesi durumunda ilgili programın yayınının bir ile oniki kez arasında durdurulacağı; bu süre içinde programın yapımcısı ve varsa sunucusunun hiçbir ad altında başka program yapamayacağı kurala bağlanmıştır. Bu düzenlemede, uyarının içeriği konusunda bir açıklığa, özür dileme konusunun ayrıntılarına yer verilmemiştir. Bu belirsizlik, uygulanan yaptırımın onur kırıcı ve teşhir edici bir özellik taşımasına neden olabilecektir. Fıkraya göre, Üst Kurul'un özür istemine uyulmaması durumunda programın yayını bir ile oniki kez arasında durdurulabileceği gibi, bu süre içinde programın yapımcı ve sunucusu hiçbir ad altında başka program yapamayacaktır. Katkısı, başkalarınca hazırlanmış bir programı sunmaktan ibaret olan sunucu hakkında böyle bir yaptırım öngörülmesi haksız uygulamalara yol açacak niteliktedir. Bu düzenlemelerle, idari nitelikteki Üst Kurul'a basın ve haber alma özgürlüğünü sınırlayıcı yetkiler verilmekte, yargı alanına giren konularda yönetim yetkili kılınmaktadır. Yönetimin, düzenleme ve denetleme alanındaki konularda, kamu düzeni, genel güvenlik, | 4,203 |
Esas Sayısı:1980/62 Karar Sayısı:1980/67 . 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin gerekçesi özet olarak şöyledir: Türk Ceza Yasasının 536. maddesinin tümü 2248 sayılı Yasa ile değiştirilirken, yapılan değişikliklerden biriyle, maddenin ilk dört fıkrasında yazılı suçlara ilişkin cezaların ertelenememesi ve 647 sayılı Yasanın 4. maddesinde belirtilen ceza ve tedbirlere çevrilmemesi öngörülerek, aynı türden ve eşit süreli hürriyeti bağlayıcı cezalara çarptırılan kişilere uygulanacak kurallar yönünden eşitsizlik yaratılmıştır. Bu durum, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır. Örneğin; sahtekârlık, dolandırıcılık, hırsızlık, rüşvet, irtikâp, ihtilâs gibi yüz kızartıcı suçlardan dolayı hükümlendirilen kişilere verilen hürriyeti bağlayıcı cezaların, 647 sayılı Yasanın 6. maddesinde yazılı koşulların oluşması halinde ertelenmesi, 4. maddesinde yazılı koşulların oluşması halinde de ceza tedbirine çevrilebilmesi olanağı vardır. Belirli bir suç yönünden bu olanağı kaldıran itiraz konusu yasa kuralı, yasaların (objektif) olma niteliği ile bağdaşmadığı gibi, hâkimin takdir yetkisini kısıtlamakta ve bu niteliği ile yargı yetkisine el atmaktadır. Bundan başka, Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair 1918 sayılı Yasanın 58. maddesinde yer alan, anılan Yasaya göre verilecek cezaların ertelenemeyeceğine ilişkin kural, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı görülecek 2248 sayılı Yasa ile yürürlükten kaldırıldığı halde, aynı Yasanın bu kez Türk Ceza Yasasının 536/6. maddesinde cezaların ertelenmesini öngörmesi, hak, adalet ve insaf kuralları ve yasaların objektifliği ile çelişmektedir. | 200 |
Esas Sayısı: 1990/5 Karar Sayısı: 1990/28 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ: Başvuru kararında yer alan itiraz isteminin gerekçeleri aynen şöyledir: Davacının, üst gösterge tablosundan yaşlılık aylığı aldığı konusunda, taraflar arasında uyuşmazlık yoktur. Uyuşmazlık, üst gösterge tablosunun hangi derece ve kademesine tekabül eden göstergeden aylık alması gerektiği ve bu gösterge rakamının 3395 Sayılı K. Geç. M. 4 çevresinde hangi rakam olarak belirleneceği ve 3522 SK. m. 1 ve 2 uyarınca üst gösterge tablosundan aylık alanlara ödenen sosyal yardım zammının diğer gösterge tablosundan aylık alanlardan farklı biçimde belirlenip belirlenemeyeceği ve miktarının ne olacağı konusundadır. Üst gösterge tablosunun 6400 rakamına intibak ettirilerek, yaşlılık aylığının buna göre tesbitine ilişkin uyuşmazlığın çözümünde, 20.6.1987 tarih ve 3395 numaralı 506 Sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesine ve Bu Kanuna Ek ve Geçici Maddeler Eklenmesine Dair Kanunun 4 üncü maddesi, 14 üncü maddeyle değiştirilen ek m: l/2, ek m: 2, 3 ve 16 ncı maddesiyle eklenen ek m: 2 ve 3 ve 17 nci maddeyle eklenen geçici 4 üncü maddeleri davada uygulanacak hüküm niteliğini taşımaktadır. Çünkü, davacının hangi göstergeden ve ne miktarda yaşlılık aylığına hak kazandığı yönü, bu maddelerin uygulanmasıyla belirlenecek ve uyuşmazlık, bu maddeler tatbik edilerek çözülecektir. Gerçekten, 3395 Sayılı Kanun M. 4 ile değişik 506 sayılı Kanun M. 78/1'de, günlük kazanç üst sınırı üst gösterge tablosundaki en yüksek göstergenin katsayı ile çapımının l/30'udur sözcükleri kullanılmıştır. 3395 Sayılı Kanun M. 14 ile değiştirilen ek m. l/2'de, Göstergeler derece ve kademeler halinde gösterge ve üst gösterge tablolarında belirtilir ve aynı maddenin 4 üncü fıkrasında esas gösterge ve üst gösterge tabloları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca tesbit edilir. denilmiştir. Ek m: 2'de gösterge tesbit ve üst gösterge tesbit tablolarının düzenlenme biçimi anlatılmıştır. Bağlanacak gelir ve aylıkların hesabına esas alınacak göstergeler bakımından ek m: 3'de ek 2'nci maddeye atıf yapılmıştır. 3395 Sayılı Kanun M. 16 ile 506 Sayılı Kanuna eklenen ek m. 2'de kanunla kurulan sosyal güvenlik kuruluşları ile geçici 20'nci madde kapsamındaki sandıklarla ilk defa 9.7.1987 tarihinden sonra ilgilendirilenlerin aylıklarının hesabına esas olacak göstergenin tesbiti sırasında üst gösterge tablosuna yer verilmiştir. Ek m: 3 ile de üst gösterge tablosunun tavanı ile daha aşağıdaki derece ve kademelerden aylık alacakların aylık bağlama oranlarının farklı olması öngörülmüştür. M: 17 ile, 506 Sayılı Kanuna eklenen geçici m: 4 de 1.1.1988 tarihinden itibaren 5 takvim yılından az süre için düzenlenecek üst gösterge tesbit tablolarının oluşturulma biçiminden söz edilmiştir. Şöyle ki; bilindiği gibi sigortalılara farklı göstergeler uygulanması ve farklı aylıklar hesaplanması ve bağlanmasına 3395 Sayılı Kanunla başlanılmıştır. Zira 2422 Sayılı Kanundan beri mevcut normal gösterge cetveline, üst gösterge, geçici gösterge, birleşik gösterge tabloları bu kanunla eklenmiştir. Böylece, farklı göstergeler, ortalamalar, aylık oranlan, sosyal yardımEsas Sayısı: 1990/5 Karar Sayısı: 1990/28 2 ödenekleri ve hattâ Anayasa Mahkemesince iptal edilen sınırlı ve elverişli borçlanma yöntemleri sonucu, düşük aylıklı büyük bir sigortalı topluluğuna karşın, kimi sigortalılara TC. standartlarına göre aşırı farklı ve yüksek yaşlılık, malûllük ölüm aylığı bağlanması, bu kanunla mümkün olmuştur. Üst gösterge tablosundan aylık almayı mümkün kılan ve 3395 Sayılı Kanunla kurulan ve uygulamada süper emeklilik adıyla anılan sistem bir bütündür ve 3395 sayılı Kanunun bu konudaki hükümleri, bir bütünün vazgeçilmez, sıkı ilişkili parçaları niteliğindedir. Bu sistemle, sigortalılar normal, geçici, üst gösterge tablosuna tâbi olanlar şeklinde 3 gruba ayrılmışlardır. Geçici gösterge aylığına tâbi olanlara ilişkin 3395 Sayılı Kanun Geç. M. 5 Anayasaya aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesinin 26.10.1988 tarih ve 19/33 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Ancak iptal kararından önce geçici gösterge aylığı bağlanmış olanların haklan, 352 Sayılı KHK ve 3522 Sayılı Kanunla korunmuş olduğundan, bu grup pasif sigortalılar varlıklarını sürdürmektedirler. Enflâsyonist baskılara maruz ekonomilerde, katsayı esasına dayalı gösterge tablosu sistemi, aylıkların bağlanması, ayarlanması, yükseltilmesi ve primlerin toplanmasında nisbi bir kolaylık sağladığından, daha önceki taban ve tavan rakamlarından oluşan uygulamaya göre, ileri bir kurum sayılabilir. Sosyal Sigortalarda, ücretin prim alınacak kısmı, sosyal güvenliğin genel ilkeleri çevresinde belirlenmelidir. Buna göre, kazancın prim kesilecek kısmının, bir alt birde üst sınırı olur. Kazanç, alt sınırdan az olsa da bu alt sınır, üst sınırdan çok olsa da üst sınırla kayıtlı olarak prim kesilir ve aylık bağlanır. Yani, alt sınırdan az düşük kazanç, üst sınırdan çok yüksek kazanç nazara alınmaz. Anayasanın 65 inci maddesinde yazılı Devletin mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde, alt ve üst sınır belirlenir. Alt sınır, sigortalıya asgari geçim seviyesi, sağlayabilecek miktarda belirlenecektir. Üst sınır ise, Kurum'un aktüeryasını bozmayacak ölçüde ve alt ve üst dereceler ve kademeler arasında uçurum yaratmayacak bir seviyede ve dengeli bir sosyal güvenliği kuracak biçimde ve sosyal adalet ilkeleri çevresinde, tesbit edilecektir. Alt sınırdan az ve üst sınırdan çok kazançlar, primlendirme ve aylık bağlamada dikkate alınmayacaktır. Sosyal güvenliğin sigortalılar arasındaki dayanışma ve riziko iştirakine dayanması, passif sigortalıların gelir ve aylıklarının, büyük oranda aktif sigortalıların primleriyle karşılanması, bu sınırlamayı zorunlu kılar. Örneğin kimi sigortalılar, 20 milyon aylık ücretle çalıştıklarım herhangi bir şekilde belgeleseler ve bu miktar ücretten prim ödeseler ve ortalama bu miktardan oluşsa, bu miktar tavan kabul edilse ve aylık bağlansa, düşük kazançlı sigortalılar bu gibilerin aylıklarını bir çeşit finanse etmiş olacaktır. Büyük bir çoğunluk, küçük bir azınlığı yararlandırmış olacaktır. 3395 Sayılı Kanunun anılan maddeleri ile kurulan sistem, bu ilkelere uygun değildir. 3279 Sayılı Kanunla 506 Sayılı Kanuna eklenen geçici 3 üncü maddeye göre, 15.12.1986 tarih ve 86/11303 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla kabul edilen normal gösterge tablosu, 1.1.1987 tarihinden beri uygulanmakta olup taban 700, tavan 1400 rakamı arasında 12 derece ve 140 kademe halinde ve her kademe arasında 5 rakamlık, en alt kademe ile en yüksek kademe arasında bir kat fark olmak üzere düzenlenmiş olduğu halde, 22.7.1987 tarih ve 87/ 11994 Sayılı Kararname ile yürürlüğe konulan üst gösterge tablosu, 1700 taban, 6400 tavan rakamları arasında 10 derece ve 95 kademeden oluşturulmuştur. Kademeler arasında 50'şer puan, taban ve tavan arasında 3. 76 kat fark vardır. Bu gösterge tablosunun tabanı bile, normal gösterge tablosunun tavanından 300 puan yüksektir.Esas Sayısı: 1990/5 Karar Sayısı: 1990/28 3 Aynı Kararnameyle yürürlüğe konulan geçici gösterge tablosunun ise, taban rakamı 300, tavan rakamı 5000 olup, bu sayılar arasında 10 derece ve 95 kademeyi içermekte ve kademeler arasında 50'şer puan ve tavan ile taban arasında 16. 6 kat fark bulunmaktadır. Görülüyor ki, bu cetveller, prim matrahı ve aylık bağlama için bir alt ve üst sınır belirlerken, sigortalılar arasındaki dengeyi koruyamamış, aşırı farklılıklara yol açmış, uyum sağlayamamış, düşük kazançlıların statülerini korurken, yüksek kazançlı kimi sigortalılar yararına kurumun aktüeryal dengesini altüst edecek nitelikte bir uçurum yaratmış, düşük kazançlı sigortalıları, kimi yüksek kazançlı sigortalıların gelir ve aylıklarının finansörü mesabesine indirmiştir. Sosyal Sigortaların, sigortalılara yaşlılık, malûllük, ölüm riskinin gerçekleşmesinden önceki yaşam düzeylerini, aynen sağlamak şeklinde bir fonksiyonu yoktur. Aslında, bu mümkünde değildir. Bu nedenle Sosyal Sigortalar, sigortalıların serbest kazancını değil, kendi normlarına göre taban ve tavan gösterge ile sınırladığı kazançlarını, gerek prim tahsili, gerek aylık ve gelir ödemelerinde esas kabul etmeye ve bu sınırların alt ve üstündeki rakamları dikkate almamaya mecburdur. Fakat bunu yaparken, tabanı ve tavanı ve bu rakamlar arasındaki derece ve kademeleri adil bir şekilde düzenlemeye, aşırı farklılıklar ve ayırımlardan kaçınmaya, sosyal devlet ilkesine uygun ölçüyü ve insaflı davranışı gözönünde tutmaya da mecburdur. Aylıktan yararlanma konusunda sigortalılara yükletilen edimler açısından da bir denge kurulması zorunludur. Oysa yukarıda sözü edilen geçici ve ek maddelerde, bu dengenin kurulmadığı, sosyal adalet ve eşitlik kurallarına uygun bir düzenleme yapılmadığı anlaşılmaktadır. Öte yandan, sözkonusu maddelerle yapılan düzenlemeyle getirilen sistem, diğer sosyal güvenlik kurumlarından örneğin TC. Emekli Sandığında da yoktur. Böylece, sosyal güvenlik kurumları arasında da bir eşitsizlik ve farklılık yaratılmıştır. TC. Emekli Sandığında, tavan, Sosyal Sigortalar Kurumundakinden düşüktür. O kadarki, Sosyal Sigortalar Kurumunun tavan aylığı TC. Emekli Sandığındaki tavan aylığının 4 katına çıkmıştır. Ayrıca tabandan aylık alanla, tavandan aylık alan arasındaki denge de bozulmuştur. TC. Emekli Sandığında tayan aylık, taban aylığın 4. 6 katı iken, Sosyal Sigortalar Kurumunda 11, 10 katı olmuştur. Böylece bu sistem, hem Sosyal Sigortalar arasındaki dengeyi, hem de kurumlar arasındaki dengeyi aşırı biçimde bozmuştur. Tek ve normal gösterge tablosu ile yetinmek ve gerektiğinde onu ıslah edip geliştirmek yerine, çeşitli gösterge tabloları ihdas ederek ve kazancı düşük büyük bir sigortalı kütlesini, bu yeni tablolardan yararlandırmamaya karşın, yüksek kazançlı kimi sigortalıları faydalandırmak ve sistemin yükünü dışlananlara çektirmek, adalet, eşitlik ve nesafet ve hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmaz ve Kurumu, ağır malî külfet altına sokar, aktüeryal dengesini bozar ve onu diğer aktif ve passif sigortalılara karşı, görevlerini yapamayan göstermelik bir kurum haline getirir. Uygulanan finans sistemi icabı, yükün büyük bölümünü üst gösterge tablosundan yararlanmayan sigortalılar topluluğuna çektirmek yoluyla, yüksek gelir seviyesindeki kimi sigortalıların aylıklarının artırılması suretiyle, Anayasa ve sosyal güvenlik ilkelerine ters düşen bir düzenleme yapıldığı sonucuna ulaşmak zorunludur. Aylık tesbitine ilişkin ortalamalar bakımından da sigortalılar 5 gruba ayrılmıştır. Bunlardan birinci grup, 3395 Sayılı Kanun m: 16 ile 506 Sayılı Kanuna eklenen ek m: 2/l uyarınca 9.7.1987 tarihinde sonra sigortalı olanlardır. Bunlar için tüm sigortalı hizmetEsas Sayısı: 1990/5 Karar Sayısı: 1990/28 4 sürelerine göre ortalama yıllık kazanç bulunacak ve malûllük, yaşlılık, ölüm aylığının hesabına esas alınacak gösterge buna göre tesbit edilecektir. İkincisi, emekliliğine 5 yıldan fazla süre bulunanlarda üst gösterge tablosu uyarınca aylık bağlanacaklardır ki bunların yıllık ortalaması, 9.7. 1987 tarihinden sonra malûllük, yaşlılık, ölüm sigortası primi ödenecek tüm süre dikkate alınarak hesaplanacaktır. Üçüncü grup, emekliliğine 5 yıldan az süre kalanlar, özellikle 9.7. 1987 tarihine pek yakın bir tarihte malûllük, yaşlılık, ölüm sigortası aylığı istemeye hak kazanacaklar ile 9.7.1987 tarihi itibariyle malûllük, yaşlılık ve ölüm aylığı isteme koşulları oluştuğu halde aylık bağlanmasını istemeyenler veya 9.7.1987 tarihinden sonra isteyenler olup göstergeleri, 506 Sayılı Kanun M. 55, 61 ve 67 ile 3395 Sayılı Kanun M: 14'ün 506 Sayılı Kanuna eklediği ek m: 2/A b ve B/b ve ek m: 3/b uyarınca aylık, talep veya ölüm tarihinden önceki prim hesabına esas azami günlük kazançların 5 yıllık tutarının yıllık ortalamasına göre hesaplanacaktır. Dördüncü grup sigortalılarda ise: 1.1.1988 1.1.1991 yılları arasında 5 takvim yılından daha az süreler için ek m: 2/ B b'ye göre düzenlenecek üst gösterge tablosunun tesbitinde, 3395 Sayılı Kanun m: 17 ile 506 Sayılı Kanuna eklenen geçici 4 üncü madde uyarınca tavan sayısının tesbitine esas olan, sigortalının aylık talep ve ölüm tarihinden önceki 5 takvim yılında üst gösterge tablosunun en yüksek göstergesi üzerinden hesaplanacak günlük kazançların 5 yıllık tutarının ortalaması, l inci takvim yılı için l, 2 nci takvim yılı için 2, 3 üncü takvim yılı için 3, 4 üncü takvim yılı için 4 yıllık tutarlarının, yıllık ortalaması alınmak suretiyle saptanacaktır. Beşinci grup, geçici 5 inci maddenin kapsamına giren, passif emekliler (aylık alanlar) veya 9.7.1987 tarihi itibariyle aylık bağlanması için başvuranlardır. Gerçekten, 3395 Sayılı K. m: 17 ile 506 Sayılı Kanuna eklenen geçici 5 inci madde bu kanunun yürürlüğe girdiği 9.7.1987 tarihinde malûllük, yaşlılık ve ölüm sigortalarından gösterge tablosunun en üst göstergesinden aylık almakta olanlar ile, aylık talebinde bulunmuş olup henüz işlemleri tamamlanmamış olanlardan gösterge tablosunun en üst göstergesinden aylık bağlanmaya hak kazananlara, yeni bir borçlanma olanağı tanımakta, borçlanmanın koşullarını borçlanma primlerini ödeyenlerin geçici göstergelerini saptamakta ve bunlara nasıl aylık bağlanacağını düzenlemekte idi. Bu beşinci gruba ilişkin geçici m: 5 bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş ve bu yönden grup sayısı 4'e inmiştir. Ne var ki, sistemi oluşturan öteki maddelerin incelenmemesi ve iptal edilmemesinden ötürü yukarıdaki 4 grup halindeki ayırım kaldığı gibi, halen çalışan sigortalılar belirli bir süre sonra ve belirli koşullarla üst gösterge tablosundan yararlanabilir iken, eski emekliler ile 9.7.1987 tarihi itibariyle emeklilik için başvuranların üst göstergeye göre yaşlılık aylığı bağlanması sisteminden yararlanmaması şeklinde bir sonuç ortaya çıkmıştır. Bu durum, tam bir eşitsizliği meydana getirmektedir. Malûllük, yaşlılık, ölüm sigortalarından yararlanan veya yararlanacak olanları, normal emekli, süper emekli şeklinde ayırmak ve süper emekliliği mali gücü olanlara tanımak, sigortalılık aylık hesabına ilişkin ortalama kazançlar bakımından ve ayrıca aylık oranlarıEsas Sayısı: 1990/5 Karar Sayısı: 1990/28 5 açısından, sonuçları değişik bölümlere taksim etmek, değişik gösterge tabloları ihdas ederek ve aşırı farklılıklar yaratarak benzer durumda ve aynı sigorta kollarından yararlanacak olan sigortalılar arasında, eşitsizliğe yol açmak Anayasal eşitlik kuralına ters düşmektedir. Anayasanın 10 uncu maddesine açıkça aykırıdır. İptali istenilen maddelerle getirilen düzen sigortalıları bölmüş ve normal ve süper sigortalıları ve bunlar içerisinde yaratılan grupları, adeta birbirine düşman etmiştir. Böylece toplumsal huzur, millî dayanışma ve adalet anlayışı ve sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Bu nedenlerle anılan düzenlemeler Anayasanın 2 nci maddesine de aykırıdır. Bu maddeler, devletin, herkesin sosyal güvenlikten eşit şekilde yararlanmasını sağlayacak nitelikte olmadığı ve büyük bir sigortalı çoğunluğunun düşük aylık ve gelirlerine karşın, bunlara kıyasen çok düşük sayı ve orandaki varlıklı sigortalılara, imtiyaz mertebesinde ayırımlı büyük menfaatler sağlayarak, herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri gereken biçimde aldığını gösterir bir içerik taşımamasından dolayı, Anayasanın 60 inci maddesine de aykırı düşmektedir. Öte yandan, bu maddelerle getirilen sistemin, kurumun aktüeryal dengesini bozduğu, kaynaklarım haksız bir biçimde tükettiği ve giderek onu göstermelik bir hale getireceği anlaşılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin 17.10.1972 tarih ve 16/49 sayılı kararında belirtildiği gibi Sosyal Sigortalar Kurumu tüzel kişiliği olan ve kendi kanunundaki hükümler dışında özel hukuk hükümlerine tabi bulunan malî ve idarî bakımdan özerk bir devlet kurumudur. Yürütme içinde yer alır ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına bağlıdır. Finansmanı, işçi ve işverenlerden alınan ikili prim sistemiyle olmaktadır. 4792 Sayılı Kanun M: 19/9'da genel bütçeden yapılacak yardımlardan sözedilmekte ise de, bunun kurumun görevini yerine getirmesini engelleyecek bir durumla karşı karşıya kalması halinde, Devletin yükümlülüğünü belli eden bir hüküm olarak anlamak gerekir. Uygulamada şimdiye kadar genel bütçe yardımı gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmesi de yakın bir gelecekte olanaklı görülmemektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu aktüeryasında uygulanan kapitalizasyon yöntemi de fonların mevcut enflasyondan büyük çapta etkilenmesi de, sistemin aktüeryal dengeyi bozucu etkisini de artırmaktadır. Bu durum, sistemin, Devlet sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir diyen Anayasanın 65 inci maddesine aykırı olduğu ve bununda öteki tüm sigortalıların aleyhine olarak onların sosyal güvenliğini tehlikeye düşürme olasılığım yarattığı ortadadır. O halde, sözkonusu maddelerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmalıdır. SONUÇ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasanın 2, 10, 60 ve 65'inci maddelerine aykırı görülen 3395 Sayılı Kanun M: 4, 14 üncü maddesiyle değiştirilen Ek M: l/2, Ek M: 2, 3 ve 16 ncı maddesiyle eklenen Ek M: 2, 3, 17'nci maddesiyle eklenen Geçici 4 üncü maddesinin iptali için Anayasanın 152 ve 2949 Sayılı Kanunun 28/1 maddeleri uyarınca re'sen Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve davanın geri bırakılmasına 5.12.1989 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 2,297 |
Esas Sayısı: 1985/23 Karar Sayısı: 1986/2 1 II İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN MAHKEMENİN GEREKÇESİNİN ÖZETİ : Anayasa'nın 154. maddesinde, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciinin Yargıtay olduğu gösterilmiştir. Bu duruma göre, adliye mahkemelerince verilen kararların başka bir inceleme mercii yoksa Yargıtayca incelenmesi Anayasa buyruğudur. Yargıtay, böylece uygulamada birliğin sağlanmasının güvencesini oluşturmaktadır. Kimi karar ve hükümlerin Yargıtay denetimi dışında tutulması Anayasa'nın 154. maddesine ters düşer. Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen Anayasa'nın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir hükmü yer almıştır. Atatürk milliyetçiliğinin asıl amacı, Türk Devletini çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmaktır. Çağdaş medeniyet ilkelerinin başında hukuk devleti ilkesi bulunmaktadır. Yargı denetimi bu ilkenin temel unsurunu oluşturur. İtiraz konusu kural, bir kısım davalarda üst yargı denetimini ortadan kaldırmakla, kişilerin hukuksal güvencesini önemli ölçüde zedelemekte dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırı bulunmaktadır. Öte yandan, kişilerin maddî olanaklarını gözönünde tutmayarak, kesinlik sınırını yüzbin lira ile bağlı tutmak hem Anayasa'nın sosyal devlet ilkesine, hem eşitlik ilkesine aykırı düşmekte, toplumun büyük bir kesimini Yargıtay güvencesinden yoksun bırakmaktadır. İtiraz konusu kanun maddesiyle, asgari geçim seviyesinde ya da bunun altında geliri olan büyük bir kesimin hak arama hürriyeti ortadan kaldırılmaktadır. Bakılmakta olan davada olduğu gibi, iş ve çalışma konuları ile ilgili mevzuatın henüz oturmamış bulunduğu ve sık sık kanunların değiştirildiği gözönünde tutulursa, mahkemelerin benzer davalarda değişik kararlar verebilmeleri olasılığı her zaman mevcuttur. Uygulamada birliği sağlamak Yargıtay denetimi ile mümkün olabilir. Bu yol kapatıldığından değişik uygulamalar, halkın yargıya olan güvenini de sarsacaktır. | 265 |
Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ I. OLAY Anayasa Mahkemesi, 08.05.2003 tarihinde 4839 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun emeklilik yaşını 65'ten 61'e düşüren hükümlerinin esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar vermiştir. Hükümet, Anayasa Mahkemesinin bu kararı sonucunda 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda, Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı iştirakçilerinin zorunlu emeklilik yaş haddine ilişkin bir düzenleme kalmadığını ve kamu düzenini ihlâl edecek nitelikte bir hukuksal boşluk doğduğunu ileri sürerek yeni bir kanun tasarısı hazırlamıştır. Anayasa Mahkemesinin, konuyla ilgili iptal davası hakkında vereceği kararın gerekçeleri görülmeden, bu gerekçelere göre yeni bir düzenleme yapma gereği duyulmadan hazırlanan bu tasarı, pek çok bakımdan hakkında iptal davası açılmış olan 4839 sayılı Kanuna benzemektedir. Bu tasarıda da zorunlu emeklilik yaş haddi 61 olarak belirlenmiş; 61 yaşını dolduranlar ile 65 yaş arasında olanların, 3 aydan 6 aya kadar değişen süreyle, 61 yaşını doldurmalarına 1 ay ile 5 ay kalanların ise, 1 aydan 5 aya kadar değişen süreyle görevde kalabilmeleri öngörülmüştür. Bu tasarı TBMM'de, 08.07.2003 tarihinde kabul edilmiş ve Cumhurbaşkanı'nca 4919 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun olarak 15.07.2003 tarihli ve 25169 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 4919 sayılı Kanunda Anayasa'ya aykırı hükümler yer almaktadır. Anayasa'ya aykırı olan bu hükümlerin iptali ve uygulanmaları durumunda giderilmesi olanaksız hukukî durum ve zararlar ortaya çıkacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması istemi ile Anayasa Mahkemesi'ne iptal davası açılmıştır. Aşağıda önce, 4919 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun söz konusu dava çerçevesinde iptali istenen hükümlerine yer verildikten sonra, Anayasa'ya aykırılıklarının genel gerekçeleri ortaya konulmuş ve daha sonra da, iptali istenen hükümlerle ilgili olarak genel gerekçe dışındaki aykırılık gerekçeleri açıklanmıştır. II. İPTALİ İSTENEN HÜKÜMLER 1) 4919 Sayılı Kanunun Çerçeve 1 inci Maddesinin Değiştirdiği 5434 Sayılı Kanunun 40 ıncı Maddesinin Birinci FıkrasıEsas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 2 4919 sayılı Kanunun çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir: İştirakçilerin görevleri ile ilişkilerinin kesilmesini gerektiren yaş haddi 61 yaşını doldurdukları tarihtir. 61 yaşını dolduranların açıktan ve naklen tayinleri yapılamaz. Ancak, personel kanunlarındaki yaş hadlerine ilişkin hükümler ile 43 üncü madde hükmü saklıdır. 2) 4919 Sayılı Kanunun Çerçeve 2 inci Maddesinin 5434 Sayılı Kanuna Eklediği Geçici Madde 215 in Birinci Fıkrası Geçici Madde 215'in birinci fıkrası aynen şöyledir: GEÇİCİ MADDE 215. 40 ıncı madde kapsamında bulunan iştirakçilerden; a) Bu Kanunun yayımı tarihinde; 1. 61 yaşını doldurmuş olup 62 yaşını doldurmamış olanlar Kanunun yayımı tarihinden itibaren 6 ay, 2. 62 yaşını doldurmuş olup 63 yaşını doldurmamış olanlar Kanunun yayımı tarihinden itibaren 5 ay, 3. 63 yaşını doldurmuş olup 64 yaşını doldurmamış olanlar Kanunun yayımı tarihinden itibaren 4 ay, 4. 64 yaşını doldurmuş olup 65 yaşını doldurmamış olanlar Kanunun yayımı tarihinden itibaren 3 ay, b) Bu Kanunun yayımı tarihinde 61 yaşını doldurmalarına; 1. 1 ay ve daha az süre kalanlar 61 yaşını doldurdukları tarihten itibaren 5 ay, 2. 1 aydan fazla 2 ay ve daha az süre kalanlar 61 yaşını doldurdukları tarihten itibaren 4 ay, 3. 2 aydan fazla 3 ay ve daha az süre kalanlar 61 yaşını doldurdukları tarihten itibaren 3 ay, 4. 3 aydan fazla 4 ay ve daha az süre kalanlar 61 yaşını doldurdukları tarihten itibaren 2 ay, 5. 4 aydan fazla 5 ay ve daha az süre kalanlar 61 yaşını doldurdukları tarihten itibaren 1 ay, Süreyle ve 65 yaşını doldurdukları tarihi geçmemek üzere görevlerinde kalırlar. III. ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇESİ 1) Genel OlarakEsas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 3 Anayasa'nın 2 nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu bildirilmiştir. Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette, hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlüklerinin sınırları ve bunlar üzerinde yasakoyucuya tanınan sınırlandırma yetkisinin sınırlarının, kapsamının açık ve seçik bir biçimde hukuk kurallarıyla, özellikle anayasa ile belirlenmesi gerekir. Anayasa'mızın 13 üncü maddesinde bu konu: Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz ilkeleri ile hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 48 ve 49 uncu maddelerinde düzenlenen çalışma hak ve özgürlükleri ile Anayasa'nın 60 ıncı maddesinde düzenlenen sosyal güvenlik hakkının sınırlandırılmasında da bu hükme uyulması, hukuk devleti ilkesi kadar, Anayasa'nın 11 nci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin de gereğidir. Bu sınırlandırmalarda ve düzenlemelerde gözetilecek önde gelen hususlardan birisi de, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde ifade edilmiş olan kanun önünde eşitliktir. Anayasa'nın 5 inci maddesinde kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğunu öngören Anayasa'nın 60 ıncı maddesinin gerekçesinde, sosyal güvenlik hakkının, çalışanların yarını ve güvencesi olduğu belirtilmiştir. Sosyal güvenlik, bireylere ekonomik güvence sağlayan, onu belli olası zararlara karşı koruma işlevini üstlenen, sosyal zararlara karşı ekonomik yönden güçlü kılmayı amaçlayan kurumlar bütünüdür. Sosyal güvenliğin sağlanması, çağdaş toplumlarda insanların geleceğini güvence altına almaya, gönencini, huzurunu ve mutluluğunu sağlamaya yönelik etkinliklerin en önemlilerindendir. 4919 sayılı Kanunun çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrası ile, çerçeve 2 nci maddesinin 5434 sayılı Kanuna eklediği Geçici Madde 215'in birinci fıkrasında getirilen hükümler Anayasanın yukarıda belirtilen 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 11 inci, 13 üncü, 48 inci, 49 uncu ve 60 ıncı maddelerine açıkça aykırıdır. 2) 4919 Sayılı Kanunun Çerçeve 1 inci Maddesinin Değiştirdiği 5434 Sayılı Kanunun 40 ıncı Maddesinin Birinci Fıkrasının Anayasaya AykırılığıEsas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 4 4919 sayılı Kanunun çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrasında yapılan düzenleme ile Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı iştirakçilerinin görevleri ile ilişkilerinin kesilmesini gerektiren yaş haddi, 61 yaşını doldurdukları tarih olarak belirlenmiştir. Bu düzenleme Anayasa'nın pek çok maddesine açıkça aykırıdır. Anayasa'nın 2 nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyal bir hukuk devleti olduğu bildirilmiştir. Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan devlettir. Sosyal hukuk devleti, toplum ve çalışma yaşamında adalete ve eşitliğe dayalı bîr hukuk düzeni kurmak durumundadır. Böyle bir hukuk düzeni ise, her alanda olduğu gibi, sosyal güvenliğe ilişkin düzenlemelerde de, eşitlik, hukuk istikrarı, hukuk güvenliği ve kazanılmış hakların korunması ilkelerinin gözetilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette, hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Yaşlılık, gerçekleşmesi yönünden diğer sosyal risklerden ayrı bir özelliğe sahiptir. Yasalarda emeklilik yaşının kesin olması nedeniyle, sigortalı, yarınını bu güvenlik içinde planlamaktadır. Sosyal devlet, sosyal adaletin, refahın ve güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir. Sosyal güvenlik kuruluşları, çalışanların geleceğine ilişkin güvenini sağlamak durumundadır. Bu sağlanamadığı takdirde sosyal güvenlik kavramından da bahsedilemez. Bu nedenle, sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişikliklerin hukuk devletinde olması gereken hukuk güvenliğini zedelemeyecek biçimde adil, makul ve ölçülü olması zorunludur. Kişilerin koşulları kanunla belirlenmiş bir statüye, devlete ve hukukî istikrara güvenerek girmelerinden ve kamu görevlisi olmalarından sonra bu statüde kanunla makul nedeni olmayan ve ölçüsüz biçimde hakları kısıtlayıcı değişiklikler yapılması, hukuk güvenliğine, kazanılmış haklara ve dolayısı ile hukuk devleti ilkesine aykırı düşmektedir. Bu tür düzenlemeleri yapan kanunların, ancak yayınlandıkları tarihten itibaren işe girecekler için uygulanması veya getirdikleri yeni statüye, kazanılmış hakları koruyacak makul, adil ve ölçülü bir geçiş sağlanması halinde, değinilen aykırılıklar giderilebilir. Söz konusu 40 ıncı maddenin değiştirilen birinci fıkrasında ise, zorunlu emeklilik yaş sınırının halen çalışmakta olanları da kapsayacak biçimde ve yeterli bir kademeli geçiş olanağı sağlanmadan indirilmiş olması, aynı zamanda yapılan düzenlemenin makul, adil ve ölçülü olmaktan uzak bulunması, hukuk güvenliği, sosyal adalet, sosyal güvenlik ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Anayasa'nın 5 inci maddesinde ise kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır.Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 5 Herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğunu öngören Anayasa'nın 60 ıncı maddesinin gerekçesinde, sosyal güvenlik hakkının, çalışanların yarını ve güvencesi olduğu belirtilmiştir. Devlet, sosyal güvenlik işlevini Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı, Sosyal Sigortalar Kurumu ve Bağ Kur gibi sosyal güvenlik kurumları aracılığı ile yerine getirmektedir. Kuşkusuz, sosyal güvenliği sağlamak için kurumsal yapılaştırmayı gerçekleştiren devlet; onu korumakla da yükümlüdür. Devlet'in sosyal güvenlik sistemini ve kurumlarını koruma görevi, yasama organının kanunları kabul ederken, sosyal güvenlik kurumlarını güçlü bir malî yapıda tutmasını ve aktüeryal denge hesabını gözetmesini zorunlu kılmaktadır. Anayasa Mahkemesinin E.1999/42, K.2001/41 sayılı kararında; Türkiye'nin demografik yapısı konusunda veri olarak kabul edilen resmi belgelerde ortalama yaşam süresinin yükseldiği, buna karşın, sosyal güvenlik kurumlarına bağlı olarak çalışanların emeklilikleri için öngörülen yaş haddi ve prim ödeme gün sayısının düşürülmesinin kurumların finansman sorununun daha da büyümesine yol açtığı, sosyal güvenlik kuruluşlarının işlevlerini yerine getirebilmeleri için belirtilen olumsuzlukların ortadan kaldırılması amacı ile çalışanların emekli yaş haddi ve prim ödeme gün sayılarının belirli bir ölçü ve denge gözetilerek yükseltilmesinin sosyal güvenlik hakkını ortadan kaldıran veya onu kullanılamayacak ölçüde sınırlayan bir düzenleme olarak nitelendirilemeyeceği hususlarına dikkat çekilerek; emeklilik yaş sınırının yükseltilmesinin Anayasaya uygun olduğuna karar verilmiştir. 4919 sayılı Kanun ise, Anayasa Mahkemesi kararında ifade edilen görüşlere ters bir yaklaşımla, bu kez de evvelce 65 olan zorunlu emeklilik yaş haddini 61'e indirmektedir. Bu düzenlemenin, Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı'nın finansman sorununun daha da büyümesine yol açacağı, bu durumun ise, Anayasa'nın 65 inci maddesindeki Devlet'in sosyal güvenlik sistemini ve kurumlarını koruma görevi ile bağdaşmayacağı açıktır. Çünkü resmî istatistikler Türkiye'de nüfusun giderek yaşlanmakta olduğunu ve önümüzdeki yıllarda 60 yaş üstü nüfusun toplam nüfustaki payının yakın geçmişle karşılaştırılamayacak kadar yükseleceğini ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda da, yaşlanan nüfusun sosyal güvenlik harcamalarına getireceği yük, zorunlu emeklilik yaş sınırının düşürülmesi ile daha da artacaktır. Böyle bir durumun, Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı'nın aktüeryal dengelerini hızla bozacağı ortadadır. Zorunlu emeklilik yaş sınırının makul, adil ve ölçülü bir kademeli geçiş sağlanmadan aniden düşürülmesinin, kamu yönetimindeki insan kaynağının yetiştirilmesi, hizmette aksama ve yönetim boşluğu olmaması amacıyla yürütülen plan ve programların kesintiye uğramasına neden olacağı da yadsınamaz. Ülke yönetiminde görev ve sorumluluk üstlenmiş her meslek kesiminden deneyimli kamu görevlilerini söz konusu kanunla, daha erken emekli olmaya zorlamanın; ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış koşullar, ülke çıkarları ve kamu hizmetlerinin gerekleri, dolayısı ile kamu yararı ile bağdaştırılması da olanaksızdır. İktidar partisi yöneticilerinin yapmış olduğu bazı açıklamalar, bu düzenlemenin arkasında kamu yararından çok, iktidarın dünya görüşüyle uyumlu bir kadrolaşmayı gerçekleştirmek amacı bulunduğu kuşkusunun doğmasına yol açmaktadır.Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 6 Başbakan ve Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 18 Nisan 2003 tarihinde Ankara Sanayi Odası Genişletilmiş Meclis Toplantısında yaptığı konuşmada sarfettiği Bizim şu anda düşündüğümüz, gerçekleştirebilirsek olması gereken; siyasi iktidar, üst bürokrasisi ile gelmeli, üst bürokrasisi ile gitmelidir. Olması gereken budur. Niye' Benim frekansım tutacak, ilkeleri paylaşacağız. Hangi iş yerinde bir yönetim, istemediği bir adamı, Allahaşkına barındırır' Vücut dilini yakalayabilecek, hani Anadolu tabiriyle leb demeden leblebiyi anlayacak yöneticiyi yanında bulundurur. Bunun dışındakini oraya sokmaz sözleri de iktidarın bürokrasi ile ilgili emel ve düşüncelerini, bu tür kuşkuları doğrular biçimde ortaya koymaktadır. Söz konusu düzenlemenin kamu yararı amacı ile bağdaştırılmasını engelleyen bir husus da; bu düzenlemede, tıpkı 5434 sayılı Kanunun değiştirilen 40 ıncı maddesinin (b) fıkrasında yapıldığı gibi, temininde güçlük çekilen meslek gruplarından gelenler örneğin tıp doktorları ve üniversite öğretim üyesi sıfatını taşımayan üniversite öğretim elemanları, bilgi ve deneyimine ihtiyaç duyulan örneğin büyükelçi ve daimi temsilci sıfatıyla görevde bulunmayan Dışişleri Bakanlığı ve diğer bakanlıkların üst düzey bürokratları, valiler, toplumsal yaşama katkıları asla yaşla ölçülemeyecek olan sanatçılarımız ve benzerleri için, zorunlu emeklilik yaş sınırını 61'den yukarıya çeken özel hükümler getirilmemesidir. Çünkü toplumun gereksinimini bugün bile karşılayamayacak sayıda az eleman bulunan bu tür meslek gruplarından gelenlerin erken emekliliğe sevk edilmesinden en büyük zararı toplum görecektir. Diğer yandan iştirakçilerin görevleri ile ilişkilerinin kesilmesini gerektiren yaş sınırının 65'ten 61'e indirilmesi nedeniyle, Anayasamızın 48 ve 49 uncu maddesindeki çalışma hak ve özgürlüklerinin, Anayasanın 13 üncü maddesine aykırı bir biçimde sınırlandırıldığının da söylenmesi gerekmektedir. Bu düzenleme, demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırıdır. Çağdaş demokrasilerde görülen zorunlu emeklilik yaş sınırının altında bir yaş sınırı belirlenerek, kişilerin çalışma hak ve özgürlüğü ölçüsüzce sınırlandırılmaktadır. Bu sınırlandırma, aynı zamanda, Anayasada söz konusu hak ve özgürlüklerle ilgili maddelerde gösterilen sınırlandırma nedenlerine de uygun değildir. Ayrıca Anayasa'nın 13 üncü maddesi, hak ve özgürlüklerin ancak Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun biçimde sınırlanabileceğini ifade etmektedir. Anayasa'da yer alan ilkelerden biri de kanun önünde eşitliktir. Bu ilkenin düzenlendiği Anayasa'nın 10 uncu maddesinde; herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu ve hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı bildirilmektedir. 4919 sayılı Kanunla zorunlu emeklilik yaş sınırının 61'e indirilerek çağdaş demokrasilerde görülenlerden daha aşağı bir yaş sınırı belirlenmesi, bir yerde çalışma hak ve özgürlüklerinin, ölçüsüz bir yaşa dayalı ayırım anlayışıyla Anayasa'nın 10 uncu maddesine aykırı biçimde sınırlandırıldığını da göstermektedir. Avrupa Birliği'nin 2000/78/EC sayı ve 27 Kasım 2000 tarihli Konsey direktifinin 25 sayılı paragrafında, iş yaşamındaki yaşa dayalı ayrımcılığın kaldırılmasının gerekliliği ifade edilirken; söz konusu direktifin 18 inci maddesinde de üye devletlere bu konuda 2003 yılı sonuna kadar önlem almak görevi verilmiştir.Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 7 Avrupa Birliği üyeleri bu direktifler doğrultusunda gerekli önlemleri almaya ve düzenlemeleri yapmaya başlamışlardır. Bu bağlamda zorunlu emeklilik yaş sınırı düşük olan kimi ülkelerde, örneğin İngiltere'de, bu sınırın yükseltilmesi yoluna gidilmektedir. Bu gelişmeler, zorunlu emeklilik yaş sınırının indirilmesinin, çağdaş demokrasiler bakımından gerekli ve olumlu bir davranış olarak algılanmadığını da göstermektedir. 5434 sayılı Kanunun değiştirilen 40 ıncı maddesinin birinci fıkrasının, Anayasanın çeşitli hükümlerine aykırı olması, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerinin ve dolayısı ile Anayasa'nın 11 inci maddesinin de ihlâli sonucuna yol açmaktadır; Yukarıda açıklanan nedenlerle, 4919 sayılı Kanunun çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrası, Anayasanın 2 ıncı maddesindeki sosyal hukuk devleti ilkesine; 5 inci maddesindeki devletin temel amaç ve görevlerine; 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine; 11 inci maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine; 13 üncü maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülüğe uygun olarak sınırlandırılabileceği ilkesine; 48 inci maddedeki çalışma ve sözleşme hürriyetine; 49 uncu maddedeki çalışma hakkına ve 60 ıncı maddesindeki sosyal güvenlik hakkına aykırı olduğundan, iptali gerekmektedir. 3) 4919 Sayılı Kanunun Çerçeve 2 nci Maddesinin 5434 Sayılı Kanuna Eklediği Geçici Madde 215'in Birinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Geçici Madde 215'in birinci fıkrasındaki düzenlemeye göre, 61 yaşını dolduranlar ile 65 yaş arasında olanlar, 3 aydan 6 aya kadar değişen süreyle; 61 yaşını doldurmalarına 1 ay ile 5 ay kalanlar ise, 1 aydan 5 aya kadar değişen süreyle görevde kalabileceklerdir. Anayasa Mahkemesinin kimi hükümlerinin yürürlüğünü durdurduğu 4839 sayılı Kanundan farklı olarak 4919 sayılı Kanunda, emekli edilecekler için kademeli geçiş öngörülmüştür. Ancak öngörülen süreler makul, ölçülü ve adil değildir. Kademeli geçiş için öngörülen süreler fevkalade kısa tutulmuştur. Getirilen düzenlemeyle 61 yaşını dolduranlar ile 65 yaş arasında olanlar, 3 aydan 6 aya kadar değişen süreyle, 61 yaşını doldurmalarına 1 ay ile 5 ay kalanlar ise, 1 aydan 5 aya kadar değişen süreyle görevde kalabileceklerdir. Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan tüm işlem ve eylemlerinde hukuk kurallarına bağlı, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu hukukun temel ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinden uzaklaşmayan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir devlette hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur. Anayasa'nın 5 inci maddesinde ise kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak şekilde sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğunu öngören Anayasa'nın 60 ıncı maddesinin gerekçesinde, sosyal güvenlik hakkının, çalışanların yarını ve güvencesi olduğu belirtilmiştir.Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 8 Diğer taraftan Sosyal güvenlik kuruluşları, çalışanların geleceğine ilişkin güvenini sağlamak durumundadır. Bu nedenle, sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişikliklerin hukuk devletinde olması gereken hukuk güvenliğini zedelemeyecek biçimde adil, makul ve ölçülü olması zorunludur. Bu gerçeklere karşın, söz konusu 4919 sayılı Kanunla 5434 sayılı Kanunda yapılan değişikliklerle, zorunlu emeklilik yaşı aniden 65'den 61'e indirilmiş, hukuk güvenliği açısından makul ve ölçülü bir geçiş dönemi öngörülmemiş; halen görevde olanlar da yeni düzenlemenin kapsamına alınmıştır. Getirilen kademeli geçişe ilişkin süreler, herkesin makul bulacağı adil süreler değildir, 3 aydan 6 aya veya 1 aydan 5 aya kadar değişen sürelerle ölçülülüğün sağlanamayacağı açıktır. Söz konusu fıkranın, makul ve ölçülü bir düzenleme getirmeyişi, Anayasa'nın 48 ve 49 uncu maddelerinde yer alan çalışma hakkının da, Anayasa'da yer almayan nedenlerle ve ölçüsüzce, Anayasa'nın 13 üncü maddesine aykırı olarak sınırlandırılması sonucunu doğurmuştur. Getirilen düzenleme ile hukukî statüleri kanunla oluşturulan ve bu statü kurallarına güvenerek geleceklerini tasarlayan kamu görevlilerinin kazanılmış hakları, sosyal güvenlik beklentileri ve sosyal durumları zedelenmiştir. Böyle bir durumun sosyal bir hukuk devletinde olması gereken istikrar, kazanılmış haklara saygı, hukukî belirlilik ve hukuk güvenliği nitelikleriyle bağdaşmayacağı da açıktır. Kamu alanında, kamu görevlilerinin kamu görevlisi statüsüne girdikten sonra özlük haklarını kısıtlayan düzenlemelerin, ancak yürürlüğe girdikleri tarihten sonra işe gireceklere uygulanması, hukuk istikrarı ve hukuk güvenliğinin gereğidir. Ancak, 5434 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 215'in birinci fıkrasında halen çalışmakta olanlara da yeni yaş haddi uygulanmakta ve böylece hukuk güvenliğine, hukuk istikrarına, sosyal güvenliğe ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmaktadır. 1999 yılında 4447 sayılı Kanunun 26 ıncı maddesiyle 5434 sayılı Kanuna Geçici 205 ve 206 ncı maddeler eklenmiş ve kadın iştirakçilerden 20, erkek iştirakçilerden 25 fiili hizmet yılını dolduranlara istekleri üzerine emekli aylığı bağlanacağı hükme bağlandıktan sonra, emeklilik hizmet sürelerini doldurmaya 2 yıldan az kalan iştirakçilerle 10 yıldan az kalan iştirakçiler için 43 den 56 yaşına kadar değişen yaşları doldurmaları ve kadın iştirakçilerin 20, erkek iştirakçilerin 25 fiili hizmet sürelerini tamamlamaları halinde istekleri üzerine emekli aylığı bağlanacağı kuralı getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi yapılan kademeli geçişe ilişkin bu düzenlemeyi makul, adil ve ölçülü görmeyerek, Anayasa'nın 2, 5 ve 60 ıncı maddelerine aykırı bulmuştur. (23.02.2001 tarihli Anayasa Mahkemesi Kararı, E. 1999/42, K. 2001/41 ) Geçici Madde 215'de yapılan kademeli geçişe ilişkin düzenleme de, söz konusu iptal kararının dayandığı gerekçeler çerçevesinde makul, adil ve ölçülü olmadığından, Anayasa'nın 2, 5 ve 60 ıncı maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın çeşitli maddelerine aykırı bir düzenlemenin ise Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ve bu ilkelerin yer aldığı Anayasa'nın 11. maddesi ile çelişeceği açıktır. 4919 sayılı Kanunun, çerçeve 2 nci maddesi ile 5434 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 215'in birinci fıkrası yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 2 nci maddesindekiEsas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 9 sosyal hukuk devleti ilkesine; 5 inci maddesindeki devletin temel amaç ve görevlerine; 11 inci maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine; 13 üncü maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin ölçülülük ilkesi doğrultusunda ve bu hak ve özgürlüklerle ilgili maddelerde gösterilen nedenlerle sınırlandırılabileceği ilkesine; çalışma hak ve özgürlüklerini düzenleyen Anayasa'nın 48 ve 49 uncu maddelerine ve 60 ıncı maddesindeki sosyal güvenlik haklarına aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasa Mahkemesinin 4869 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun emeklilik yaşını 65'ten 61'e düşüren hükümlerinin esas hakkında karar verilinceye kadar yürürlüklerinin durdurulmasına ilişkin kararı yayınlanana kadar, 61 yaşını doldurdukları için emekli edilen kamu görevlileri büyük mağduriyetlere uğramışlardır. Bunların mağduriyetleri, Anayasa Mahkemesi'nin yürürlüğü durdurma kararından sonra sona ermiştir. 08.07.2003 tarih ve 4919 sayılı Kanunun çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesinin Anayasa'nın 2, 5, 10, 11, 13, 48, 49 ve 60 inci maddelerine açıkça aykırı olan birinci fıkrasının ve yine 4919 sayılı Kanunun çerçeve 2 nci maddesiyle 5434 sayılı Kanuna eklenen Geçici Madde 215'in Anayasa'nın 2, 5, 11, 13, 48, 49 ve 60 ıncı maddelerine açıkça aykırı olan birinci fıkrasının, uygulanması da, yine ileride giderilmesi güç hatta olanaksız bir takım hukuki durum ve zararlara neden olabilecektir. Bu durum ve zararların oluşmasını engelleyebilmek ve kamu görevlilerini, görevlerinin son yıllarında hiç haketmedikleri sıkıntıları yaşamaktan kurtarabilmek için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar, söz konusu hükümlerin yürürlüklerinin durdurulması gerekmektedir. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle: 1. 08.07.2003 tarih ve 4919 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un a Çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrasının Anayasa'nın 2, 5, 10. 11. 13, 48, 49 ve 60 ıncı maddelerine aykırı olduğu için iptaline b Çerçeve 2 nci maddesinin 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa eklediği Geçici Madde 215'in birinci fıkrasının, Anayasa'nın 2, 5, 11, 13, 48, 49 ve 60 ıncı maddelerine aykırı olduğu için iptaline, 2. 08.07.2003 tarih ve 4919 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun; çerçeve 1 inci maddesinin değiştirdiği 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununun 40 ıncı maddesinin birinci fıkrası ile 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanununa eklediği Geçici Madde 215'in birinci fıkrasının, açıkça Anayasa'ya aykırı olup uygulanmaları halinde giderilmesi hukukî zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına, karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz. 18.7.2003Esas Sayısı : 2003/67 Karar Sayısı : 2003/88 10 | 3,585 |
Esas Sayısı : 2002/101 Karar Sayısı : 2004/44 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 17 Ekim 2001 tarihinde yayınlanarak yürürlüğe giren T.C. Anayasası 38/son fıkrasının Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirilmemesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz hükmü karşısında: TCK.nun 8. faslında Karşılıksız yararlanma başlığı altında düzenlenmiş olan 521/a maddesinde yer alan ve özgürlüğü bağlayıcı ceza ihtiva eden hüküm Anayasa'ya aykırı hale gelmiştir. Zira 521/a maddesinde yer alan hükümler ile sözleşmeden doğan yükümlülükler korunmakta, sözleşmeden doğan alacak haklarını dolayısı ile mal varlığını korumaktadır. Maddenin konuluş gerekçesinde de: Madde de yer alan suçların ne hırsızlık ne dolandırıcılık ve ne de inancı kötüye kullanma suçlarını oluşturmayacaklarını ve mağdurların hukuk davası açmak suretiyle haklarına kavuşmalarının zorluğundan bahsedilerek bu maddenin ihdas edildiği açıklanmıştır. Tüm bu sebeplerle anılan maddede mevcut özgürlüğü bağlayıcı ceza ihtiva eden kısım T.C. Anayasası'nın 38/son maddesine aykırıdır ve iptali gerekmektedir. | 143 |
Esas Sayısı : 2007/58 Karar Sayısı:2008/178 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçesinin ilgili bölümü şöyledir: 5237 sayılı Yasanın 5 inci maddesinde Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır. denilerek, yeni ceza politikasının getirmiş olduğu kuralların, ceza öngören diğer yasalar hakkında da uygulanmasının zorunluluk arz ettiği ifade edilmiştir. Bundan başka, 5237 sayılı Yasa yürürlüğe girmeden önce, 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu ile, Yeni Türk Ceza Yasası'nın genel hükümleri arasında ortaya çıkabilecek olası problemleri aşmak maksadıyla 1632 sayılı Yasa'ya ek konulmuştur. 5329 Sayılı Yasa'nın 1 inci maddesi ile getirilen ek 8 inci madde de 26.9.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun genel hükümleri bu Kanunda .yer verilen suçlar hakkında da uygulanır. Ancak, bu Kanunun fer'î askerî cezalara ve cezaların ertelenmesine ilişkin hükümleri ile zamanaşımına ilişkin 49 uncu maddesinin (A) bendi hükümleri saklıdır. Sırf askerî suçlar ile bu Kanunun Üçüncü Babının Dördüncü Faslında yazılı suçlar hakkında, kısa süreli hapis cezasına seçenek yaptırımlar ile ön ödeme hükümleri uygulanmaz. denilmektedir. Görüleceği üzere, kanun koyucu, fer'i askeri cezalar, cezaların ertelenmesi ve zamanaşımı konusunda 1632 sayılı Yasa'nın özel hükümlerinin uygulanmasına devam edilmesi yönündeki iradesini açıkça ortaya koymuş fakat tekerrür bahsini anılan Kanuna konu etmeyerek, bu hususta 5237 sayılı Yasa'nın uygulanmasını amaçladığını zımnen ortaya koymuştur. 4.11.2004 tarihinde yürürlüğe giren Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un Geçici 1 nci maddesi ile Diğer kanunların, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelere aykırı hükümleri, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2006 tarihine kadar uygulanır. denilmek suretiyle, özel ceza yasalarında yer alan ve Yeni Türk Ceza Yasası'nın genel hükümlerine aykırı olan düzenlemelerin belli bir süre daha uygulanmaya devam edilmesine imkan tanınmıştır. Bu hüküm ile 5237 sayılı Yasanın 5 inci maddesinde ifade edilen zorunluluğa, diğer yasalarda yer alan ve yeni ceza yasası ile uyumlaştırılamayan hükümler için bir istisna getirilmiştir. Söz konusu geçici maddenin 31 Aralık 2006 tarihine kadar uygulanabileceği ifade edilerek, bu tarihe kadar özel ceza yasalarında yer alan ayrıksı hükümler hakkında yasal düzenleme yapılması amaçlanmıştır. 5252 sayılı Yasa'nın geçici birinci maddesinde geçen 31 Aralık 2006 ibaresi, 06.12.2006 tarih ve 5560 sayılı Yasa'nın 15 nci maddesi ile değiştirilmiş ve Diğer kanunların, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelere aykırı hükümleri, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2008 tarihine kadar uygulanır. şeklinde bir düzenlemeye dönüştürülmüştür. Dolayısıyla, özel ceza yasalarında yer alan ve 5237 sayılı Yasa'nın genel hükümlerine aykırılık teşkil eden kuralların, ilgili kanunlarda yasal değişiklikler yapılıncaya kadar ve en geç 31.12.2008 tarihine kadar uygulanmasına devam edilmesi sağlanmıştır.Esas Sayısı : 2007/58 Karar Sayısı:2008/178 2 İptal istemine konu olan dava dosyasında, önceki hava değişimi tecavüzü suçundan sonra, bu suça tekerrür teşkil edebilecek nitelikte olan izin tecavüzü suçu işlendiğinden, Askeri Ceza Kanunu'nun 42/2 nci ve 66/2 nci maddeleri uyarınca sanık hakkında tekerrür hükümlerinin uygulanması ve cezasının arttırılması gerekmektedir. Oysa yukarıda açıklandığı üzere, Yeni Türk Ceza Yasası, ceza politikasının bir gereği olarak, tekerrür halinde ceza artırımı yönteminden vazgeçmiştir. Ayrıca, 5 inci maddesi ile, genel hükümlerinin, ceza içeren özel ceza kanunları hakkında da cari olacağı hükmünü düzenlemiştir. Dolayısıyla Kanun, ceza içeren diğer özel kanunların tatbiki sırasında da, 5237 sayılı Yasanın 1 ila 75 inci maddelerinin amaçladığını ifade etmiştir. 1632 sayılı Yasa'ya eklenen ek 8 inci hükümleri bakımından bir istisna getirmemiştir. Fakat, özel ceza yasalarında; 5237 sayılı Yasaca ortadan kaldırılan, değiştirilen hükümler bulunduğu gibi, anılan yasaca ihdas edilen fakat özel ceza yasalarında bulunmayan kavramlar, kurallar ve yargılama argümanları da bulunmaktadır. 5237 sayılı Yasanın 5 inci maddesinin, özel ceza yasalarının 5237 sayılı Yasaya uyumlaştırılması için gerekli çalışmalar yapılmadan uygulanmasının ortaya çıkaracağı karışıklıktan çekinen yasa koyucu, 5252 sayılı Yürürlük Yasası ile 5 inci maddenin yürürlüğünü süreli olarak ertelemiş ve bu süre içerisinde özel ceza yasalarının, 5237 sayılı Yasa ile uyumlaştırılması için gerekli çalışmaların yapılmasını amaçlamıştır. Ancak bu durum, 1632 sayılı Yasa'nın 66/2 c nci maddesinin muhatapları bakımından bir eşitsizliğin ortaya çıkmasına imkan sağlamıştır. Zira, Yeni Yasa'nın tekerrür konusundaki siyasi seçiminin ceza artırımı yönünde olmadığı ortadadır. Yine bu seçimin, özel ceza yasaları bakımından da uygulanmasını amaçladığı aşikardır. Hal böyle iken, ceza yasalarında yapılması gereken, ama tamamlanamayan bir takım düzenlemelerin faturasının, 66/2 nci maddenin muhataplarına kesilmesi kanun önünde eşitlik ilkesine açık aykırılık teşkil etmektedir. Ceza kanunlarının genel hükümleri, o ülkede ceza uygulaması yapılırken göz önünde bulundurulacak en temel ilkeleri açıklayan hukuk kurallarıdır. Siyasi irade kanun yapımı sırasında, tekerrür konusunda doktrinsel tartışmalardan etkilenerek veya etkilenmeyerek siyasi bir seçim yapmış ve mükerrirlik durumunda ceza artırımına gidilemeyeceğini soyut hukuk kuralı haline getirmiştir. Bununla da yetinmeyen yasa koyucu, yeknesak uygulamaya temin için 5 inci maddeye özel hükmü koymuş ve taraftarı olduğu ceza politikasının tüm vatandaşları hakkında uygulanmasını sağlamak istemiştir. 5252 sayılı Yasanın geçici 1 inci maddesi bu aykırılığı ortadan kaldıracak nitelikte bir hüküm değildir. Zira, 1632 sayılı Yasa'nın 66/2 c maddesinde açıkça kanun koyucunun iradesine aykırı ve ceza politikası gereği yaptığı seçime zıt bir hüküm bulunmaktadır. Başkaca özel yasalarda bulunan fakat eşitlik ilkesine aykırılık taşımayan hükümler bakımından uygulama kabiliyetini haiz olabilecek hükmün, anılan yasa maddesi için açık aykırılık teşkil ettiği ortadadır. Örneğin Orman Yasası'nın 108 inci maddesinde özel müsadere hükmü düzenlenmiştir. Bu hüküm 5237 sayılı Yasanın 54 üncü maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Fakat 5252 sayılı Yasa'nın geçici 1 inci maddesi uyarınca 31 Aralık 2008 tarihine kadar uygulanması yasa hükmü gereğidir. Görüleceği üzere izaha çalıştığımız durumda bundan çok farklı ve hak kaybına yol açıp, eşitsizlik yaratan özel bir durum vardır. Belki 1632 sayılı Yasanın 66/2 c maddesinin genel hüküm niteliğinde olmadığı, Eski Yasa'nın 81 ve Yeni Yasanın 58 inci maddeleri kapsamında açıklanan tekerrür kavramınıEsas Sayısı : 2007/58 Karar Sayısı:2008/178 3 içermediği, bu maddenin sadece suçu ağırlaştıran bir sebep olduğu ileri sürülebilir. Ancak, bu fikrin bizce makul karşılanamayacak tarafları bulunmaktadır. Birincisi, bu yasa maddesinin uygulanması, aynı Yasanın 42 nci maddesinin düzenlemeleri ile mümkündür. Tekerrür hükümlerinin nasıl algılanıp uygulanacağını düzenleyen 42 nci madde genel hüküm niteliğindedir ve 5237 sayılı Yasa'nın 5 inci maddesinin kapsamına girmektedir. 42 nci madde yürürlükte olmadan 66/2 c maddesi uygulanamayacaktır. Dolayısıyla 66 ncı maddenin, 5237 sayılı Yasa'nın 5 inci maddesiyle ve dolayısıyla 58 nci maddesiyle izaha çalışılan hususlar yönünden çeliştiği sonucuna varmak gerekmiştir. İkinci olarak, 765 sayılı Yasa zamanında da, 66/2 c maddesinde olduğu gibi özel tekerrürden bahsedilen haller bulunmaktaydı. Yargıtay bu hali suçu ağırlaştıran bir sebep olarak kabul etmiyordu. Sadece özel tekerrür hükmü bulunduğu için Yasanın 81 inci maddesinin değil, özel yasa hükmünün uygulanması gerektiğini ifade ediyordu. Örneğin 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 36 ncı maddesinde böyle bir hüküm bulunmaktaydı. Yasa sürücü belgesi olmadan trafiğe çıkanların cezasını belirttikten sonra, tekrarı halinde şu kadar ceza verilir demek suretiyle 1632 sayılı Yasa'nın 66/2 c maddesinde yer alan tarife benzer bir durum yaratmakta idi. Yargıtay bu durumu ilişkin kararlarında, suçun tekrarı halinde Ceza Yasasının 81 inci maddesinin fail hakkında uygulanamayacağını, Zira, 36 ncı maddenin özel tekerrür maddesi olduğunu ve 81 inci madde karşısında öncelikle uygulanması gerektiğini ifade etmiştir. Görüleceği üzere Yargıtay, benzer olayda, 36 ncı maddeyi suçu ağırlaştıran hal olarak değil, genel tekerrür hükümlerinin tatbikini gerektiren bir durum olarak görmüş fakat özel hüküm nedeniyle genel hüküm olan 81 inci maddenin tatbik edilemeyeceğini söylemiştir. Zaten 5237 sayılı Yasa, 36 ncı madde türünden bir istisna da getirmemiştir. 2918 sayılı Yasa'nın 36 ncı maddesi ise 5348 sayılı Yasa ile kabahate dönüştürüldüğünden adli sahadan çıkmıştır. 765 sayılı Yasa'nın; 539, 541, 542, 543, 544, 546 ve 572 nci maddelerinde de aynı duruma rastlamak mümkündü. Anılan maddelerde, zikredilen kabahat fiillerinin tekrarı halinde, cezanın alt ve üst sınırlarının ağırlaştırıldığı bir fıkra bulunmakta idi. Yasa'nın uygulandığı süre boyunca, bu fıkraların özel tekerrür hükmü olduğu ve 81 inci maddeye tercihen uygulanması gerektiği yönünde doktrinde ve uygulamada görüş birliği bulunmaktaydı. SONUÇ 5237 sayılı Yasanın, tekerrür bahsini düzenleyen 58 inci maddesi, Ceza Kanunu'nun genel hükümlerinin diğer özel ceza yasalarında da uygulanacağına dair 5 inci maddesi, Yargıtay'ın 765 sayılı Yasa'nın lehe olduğu durumlarda dahi tekerrür hükümlerinin uygulanamayacağına ilişkin ilamları ve yeni ceza politikasının bir gereği olarak, tekerrür sebebi ile ceza artırımı yapılamayacağının anlaşılması karşısında; 1632 sayılı Yasa'nın 42 ve 66/2 c maddelerinin, kanun koyucunun iradesine aykırı olarak ve geçici bir madde ile uygulanmasına devam edilmesinin, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde düzenlenen (Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.) eşitlik ilkesine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından iptaline karar verilmesi arz ve talep olunur. | 1,386 |
Esas Sayısı:1969/8 Karar Sayısı:1969/37 1 II. İtiraz yoluna başvuran mahkemenin gerekçesi : 3005 sayılı Kanunun 1. maddesinde : Faili, suçu işlediği esnada veya pek az sonra yakalanan ağır ceza mahkemesinin vazife gördüğü yerlerdeki belediye sınırlan içinde işlenen ağır cezalı meşhut cürümler ile asliye teşkilâtı olan yerlerdeki belediye sınırları içinde ve panayırlarda işlenen ağır ceza mahkemelerinin vazifeleri dışındaki meşhut cürümlerin ve bu bentte sayılan kabahatlerin takip ve duruşmalarında bu kanun hükümlerinin uygulanacağı açıklanmıştır. Kanunun 1. maddede belirtilmiş sınırlar dışındaki yerlerde işlenen suçlara uygulanması mümkün değildir. Suç üstü hükümlerinin uygulanması olayın müştekileri yararınadır. Kanunun 1. maddesinin B bendine giren suçlarda şahsî davacıların zabıtaya şikâyette bulunmalariyle şahsî dâva hemen kamu dâvası niteliğini kazanmaktadır. Bunlar şahsî dâva külfetlerinden kurtularak şahsî haklarını kolayca elde ediyorlar. Re'sen takip edilen suçların müştekileri de müdahil sıfatını aldıklarında kişisel haklarını süratle kazanıyorlar, Suçüstüne göre yapılan yargılamalarla genel hükümlere bağlı yargılamalar sanıklar bakımından da değişik durumlar yaratmaktadır .Kısa süreli zaman aşımına bağlı suçların genel hükümler uyarınca yapılan yargılamalarında iş uzamakta ve sonunda zamanaşımı dolayısiyle kamu dâvasının ortadan kaldırılması gerekmektedir. Öte yandan suçüstü usulünde sanıkların masumiyetlerini daha çabuk ispat ederek temize çıkmaları olanağı vardır . Şu duruma göre 3005 sayılı Kanunun l. maddesi, Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ilkesini koyan 12. maddesine aykırıdır. | 202 |
Esas Sayısı : 1993/4 Karar Sayısı : 1993/3 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran mahkemenin başvuru kararındaki gerekçe özetle şöyledir. Türk Ticaret Yasası'nın hukuksal yönden, Borçlar Yasası'nın bir parçası olduğu, Borçlar Hukukunun temel ilkelerinin ticaret hukuku içinde geçerli bulunduğu, borçlar hukukunda kişilerin iradelerine çok önem verilmiş olup, ancak kamu düzeni, genel ahlak ve adaba aykırı hallerde iradelerin kanunla sınırlanabileceği, Türk Ticaret Yasası'nın 707. maddesinin bankaya sonradan ibraz edilmek üzere önceden çek keşide etmeyi engellediği ve bu durumun çek keşide edenlerin yakınmalarına neden olduğu, anılan yasa hükmünün temel hak ve hürriyetlerinin sınırlandırılabileceği halleri düzenleyen Anayasa'nın 13. maddesi ile sözleşme serbestisine ilişkin 43. maddesinin ikinci fıkrasına aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmesi istenilmiştir. | 114 |
Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ : Dava dilekçesinin gerekçe bölümünde aynen şöyle denilmektedir: A Genel Hukuk İlkeleri Açısından : İptalini istediğimiz 3825 sayılı Kanun ile ilgili görüşlerimizi belirtmeden önce söz konusu kanuni düzenlemenin getirdiklerini şöylece özetleyebiliriz: 1. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun atama ve nakillere ilişkin kararlarının müşterek kararnameye gerek kalmadan Resmi Gazete'de yayınlanması, 2. Adalet Bakanlığı üst düzey kadrolarındaki görevlere atamaların Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile yapılması, 3. Bakanlık Müşavirliklerine Bakan onayı ile atama yapılabilmesi, 4. Bakanlık Merkez kuruluşundaki hizmetlerde çalışan birinci sınıf hâkim ve savcılar ile diğer sınıflara mensup hâkim ve savcıların Adalet Bakanının teklifi üzerine, idari yargıdan gelmiş olanlar idari yargıda, adli yargıdan gelmiş olanlar adli yargıda durumlarına göre Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca uygun görülecek hâkimlik ve savcılık görevlerine teklif tarihinden itibaren en geç bir ay içinde atanmaları; 5. Bakanlık üst kademelerine birinci sınıfa ayrılmış ve Yüksek Mahkemeler üyeliğine seçilme koşullarını taşıyan hâkim ve savcılar arasından muvafakatları alınmak sureti ile Bakanın teklifi, Başbakanın onayı ile atama yapılması; 6. Birinci sınıfa ayrılmış ve bu sınıfa ayrıldığı tarihten itibaren altı yılını doldurmuş, yüksek mahkeme üyeliklerine seçilme hakkını yitirmemiş hâkim ve savcıların, birinci sınıf hâkim sayılmaları ve bunların birinci sınıf hâkim ve savcıların istifade ettikleri her türlü mali hak ve ödeneklerden yararlanmaları; 7. Bakanlık Merkez teşkilatında onbeş adet (Bakanlık Yüksek Müşavirliği) ihdas edilmesi ve buraya Bakanlık teşkilatındaki birinci sınıf hâkimlerin atanması; 8. Genel İdare Hizmetleri sınıfına mensup ve Bakanlık Makamına bağlı onbeş adet (Bakanlık Müşavirliği) ile (Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği) ihdas edilerek Yüksek Müşavirliklere Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile, Bakanlık Müşavirliğine sadece Bakanın onayı ile atama yapılması; 9. Bakanlık teşkilatında (Yayın İşleri Daire Başkanlığı) ve (Teknik İşler Daire Başkanlığı) adı ile iki yeni yardımcı birim kurulması; 10. 270 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 3. maddesi değiştirilerek Askeri Hakimler için emeklilik statüsünde hayatta oldukları sürece yarısı ödenen Yüksek Hakimlik Tazminatının tam'a iblâğı kıdemli albaylar yerine albayların ikamesi ve Yüksek Askeri Yargı Organları dışındaki görevlerde bulunan Askeri Hakim sınıfı General ve Amirallerin Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkanı seviyesinde Yüksek Hakimlik TazminatıEsas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 2 almaları, öngörülmüş, ayrıca 2802 sayılı Yasaya bağlı (1) ve (2) sayılı cetvellerde değişiklik yapılarak birinci sınıf Hakimler arasından Yargıtay Birinci Başkanlığı, İkinci Başkanlığı, Cumhuriyet Başsavcılığı ve Vekilliği, Yargıtay Daire Başkanlığı ve Yargıtay üyeliği, Danıştay Başkanlığı, Başkanvekilliği, Başsavcılığı, Daire Başkanlığı ve üyeliği çıkarılmıştır. Bir ülkenin medeniyet seviyesini o ülkede adaletin tevzi ediliş şekli ile ölçmenin mümkün olacağı hakkındaki sözün büyük bir gerçeği ifade ettiğine şüphe yoktur. Bilindiği gibi topluluk içinde adaleti temin, devletin en başta gelen görevlerinden birini teşkil eder. İyi adaletin başlıca şartı ise, onu tevzi edenlerin, yani hâkimlerin bağımsızlığıdır. Herhangi bir otoritenin baskı veya tesiri altında hüküm veren hâkimin adaleti yerine getiremeyeceğini söylemek bilinen bir gerçeği tekrar etmektir. Bu gerçeği kabul etmiş bulunan bütün hukuk Devletlerinde hâkimlerin bağımsızlığı bir temel prensip ve kaide olarak kabul edilmektedir. Hukukun üstünlüğünü gerçekleştirmenin, hukuk devletini oluşturmanın, temel hak ve özgürlüklerin güvencesini sağlamanın en önemli aracı olan Kuvvetler ayrılığı Demokratik rejimle yönetilen devletlerin çoğunun Anayasalarında kabul edilen bir ilkedir. Bu ilkenin esası egemenlik hakkının millete ait olduğudur. Egemenlik kudretini oluşturan yasama, yürütme ve yargı organları yetkilerini kullanırlarken bir taraftan birbirlerini sınırlandırırlar, bir yandan da birbirlerini denetlerler. Anayasamızdaki ifadesi ile Kuvvetler ayrımı; Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kulanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş birliğinden ibarettir. Kuvvetler ayrılığı, Yargı bağımsızlığı, Hakimlik Teminatı müesseseleri birbirine bağlı birbirini tamamlayan, biri olmadan diğerinden söz edilmesi mümkün olmayan hukuk müesseseleridir. Bunlardan birinin zaafa uğraması hukuk devletinin de zedelenmesi sonucunu doğuracaktır. Bizim Anayasamız da yukarıda belirttiğimiz gibi kuvvetler ayrımı ilkesine yer vermiş, yasama, yürütme ve yargı yetkisini hangi organların kullanacağını açıkça belirlemiştir. Yasama başlıklı 7. maddesi Yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir, bu yetki devredilemez, yürütme başlıklı 8. maddesi Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa'ya ve Kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir., Yargı yetkisi başlıklı 9. maddesinde ise Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. hükümleri yer almıştır. Bağımsız mahkeme denilince Hakimlik teminatı akla gelir. Yargı bağımsızlığı ve Hakim teminatı diğer kamu görevlilerine tanınmayıp sadece Hakimlere tanınan bir hak ve kurumdur. Yargı bağımsızlığı, hâkimlerin gerek yürütme, gerek yasama organına bağlı olmadıkları onlardan müstakil oldukları, bu iki organın hâkimlere talimat veremeyeceği ve tavsiyelerde bulunamayacağı anlamına gelir. Hakimlik teminatı ise hâkimlerin bağımsızlığını korumaya hizmet eden müesseselerden sadece biri ve fakat en önemlisidir. (BAKİ KURU , Hakim ve Savcıların Bağımsızlığı ve Teminatı, 1966, AÜHF Yayını) Alman Anayasa Hukukunda, hâkim bağımsızlığının üç aşamasından biri ŞAHSİ BAĞIMSIZLIK olarak nitelendirilmiş olup, görevden alınamama başka bir görev üstlenmesinin istenememesi, nakledilmeme ve emekliye ayırmama gibi esaslar şahsi bağımsızlığın kapsamına giren konular olarak yer almıştır.Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 3 Ayrıca Yüce Mahkemenizin bir kararında da Hakimlik teminatı, hâkimleri korumak için değil, yargı organını bağımsızlığa kavuşturmak yolu ile, adaletin gerçekleşmesini sağlamak için kabul edilmiştir. Bir taraftan idare, diğer taraftan Yüksek Hakimler Kurulu kararları ile mesleğini kaybedeceği endişesine kapılacak bir hâkim, görevini adalet icaplarına uygun şekilde yapmakta güçlüğe düşebilir. Bağımsızlığını kaybedebilir, sadece bir hâkimin bu duruma düşebilmesi ihtimali dahi, mahkemelerin bağımsızlığı esasının zedelenmesi için yeterlidir. Denilmektedir. Çok eski bir kurala ve geleneğe dayanan hâkimlik teminatı, sadece hâkimlerin azlolunmaması ile sağlanamaz. Eğer yürütme (veya yasama organı, azil dışında çeşitli yollarla bir hâkimin mesleki hayati ve özlük hakları üzerinde etkili olabiliyorsa, hâkimlik teminatı etkinliğini kaybeder. 1982 Anayasası'nı bu konuda sürekli eleştiren yargı bağımsızlığının korunmadığını her vesile ile iddia eden iktidar ortakları getirdikleri düzenleme ile hem yargıyı hem yürütmeyi Anayasa'nın açık hükmüne rağmen kendi tasarruflarına alet etmeye çalışmışlardır. Söz konusu Kanun parlamenter hukuk sistemimizde telafisi mümkün olmayacak tahribatlara yol açabilecek unsurları da beraberinde getirmiştir. Yargı bağımsızlığının yanı sıra yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanlığı makamını da zedeleyici hükümler taşıyan Kanun Anayasa'nın lafzına ve ruhuna aykırı hükümleri içermektedir. Şöyleki; 1982 Anayasası hazırlanırken özellikle güçlü bir yürütmenin gerekliliği üzerinde çeşitli vesilelerle açıklamalar yapılmış, yürütmenin güçsüz bırakılması idarenin zaafa uğraması sonucunu doğuracağından toplamda huzur ve güvenin Devlete olan inancın temini bakımından güçlü bir yürütmeyi teessüs ettirmek zorunluluğu vurgulanmıştır. Bu düşünce ile yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanının yetkileri de arttırılarak 1961 Anayasası'na göre daha güçlü ve aktif yetkileri içeren 104. madde 1982 Anayasası'na aktarılmıştır. Yani 1982 Anayasası'nın ruhu ve lafzı güçlü bir icradan ve icranın başı olarak nitelendirdiği güçlü bir Cumhurbaşkanlığı makamından yanadır. Gerek Anayasa'nın yürütme başlıklı 8. maddesinde gerekse görev ve yetkiler başlıklı 104. maddesinde açıkça yer alan bu husus madde gerekçelerinde de belirtilmiştir. 8. madde yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirileceğini, 104. madde ise Cumhurbaşkanının yetki ve görevlerini yasama, yürütme ve yargı ile ilgili olmak üzere üç bölümde düzenlemiştir. Yani Cumhurbaşkanının Devletin başı olduğu bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil ettiği Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözeteceği vurgulanmıştır. Burada açıkça görüldüğü üzere Cumhurbaşkanı icra i selahiyetin sahibi olan yürütme erkinin asli unsuru olup onun başıdır. Cumhurbaşkanı bu konumu ile idarede istikrarın en önemli teminatıdır. Genel idare esaslarına göre yürütülen önemli kamu hizmetlerine yapılacak atamaların Cumhurbaşkanının tasvibine sunulmaması Anayasa'nın 8. maddesi ile özellikle 104/b maddesinin kararnameleri imzalamak paragrafına aykırı olduğu gibi Anayasamız kadar önemli olan müesses tatbikatımız ve teamüllerimizle de bağdaşmamaktadır.Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 4 Bu Yasa Anayasa'nın ilgili maddeleri yanında eşitlik ilkesini de zedeleyici unsurları içermektedir. Zira Hakim ve Savcı olup da adalet hizmetindeki idari görevlerde çalışanlar herhangi bir Bakanlıkta görev yapan idari görevlilerden bile teminatsız hale getirilerek idari yargıya başvurma hakları dahi bulunmamaktadır. Yasama, Yürütme ve Yargı organları arasındaki ilişkiler ve bunlara ait görev ve sorumluluklar teorik olarak her zaman tartışılabilir özellikle hızla gelişen dünyamızda hukuk kurallarının da statik bir yapıda kalması düşünülemez. Parlamenter hukuk sistemimizin temel dayanağı olan Anayasa çizgisinde kalarak, yasal düzenlemelere gitmek, onları dinamik bir yapıya kavuşturmak hukukun üstünlüğü prensibinin gereğidir. Yürürlükte bulunan Anayasayı eleştirmek daima mümkündür. Ancak bu eleştiriler hiçbir zaman onu ihlal edici boyutlara ulaşmadan hukuk içinde cereyan etmelidir. Hiç kimse işine geldiği vakit Anayasal kurallara sığınıp işine gelmediği vakit bu Anayasanın çağdaş olmadığını öne sürerek kendi düşünceleri doğrultusunda yasaları yorumlayamaz. Bunu hukuk devleti anlayışıyla bağdaştırmak mümkün değildir. Beğeniriz veya beğenmeyiz ancak yürürlükte olduğu sürece mevcut Anayasa kurallarına bağlı hareket etmek zorundayız. Keyfi bir takım kural ve yorumlarla Anayasal düzen savunulamaz. Müesseseler kalıcı şahıslar gidicidir. Kişisel husumetlerle müesseseleri tahrip ederek hukuk devletini geliştirmek mümkün değildir. B Anayasa'nın Başlangıç Bölümü ve Maddeleri Açısından: Anayasa'nın Başlangıç bölümünün beşinci ve altıncı fıkraları Millet iradesinin üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı; Kuvvetler ayrımının, devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu; hükümlerini amirdir. İptali istemi ile başvurduğumuz 3825 sayılı Kanun aşağıda maddelere ilişkin aykırılık gerekçelerinde de görüleceği üzere genel olarak Anayasa'nın özüne ve başlangıcında belirtilen temel ilkelere aykırılığı beraberinde getirmektedir. Bu nedenle iptali gerekmektedir. Kanunun 1., 3., 8. ve 104. maddelerinin Anayasa'ya aykırılığı; Söz konusu yasa ile Anayasa ve parlamenter sistem gereği yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanı'nın atamalara ilişkin bir kısım kararnamelerdeki imza yetkisi bertaraf edilmek istenmektedir. Şöyleki: Yasanın birinci maddesi: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun atama ve nakillere ilişkin kararlarının müşterek kararnameye gerek kalmadan Resmi Gazete'de yayımlanması; Üçüncü maddesi: Adalet Bakanlığı üst düzey kadrolarındaki görevlere atamaların Bakanın teklifi Başbakanın onayı ile yapılması;Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 5 Sekizinci maddesi: Genel İdare Hizmetleri Sınıfına mensup ve Bakanlık Makamına bağlı onbeş adet (Bakanlık Müşavirliği) ile (Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği) ihdas edilerek Yüksek Müşavirliklere Bakanın teklifi ve Başbakanın onayı ile, Bakanlık Müşavirliğine sadece Bakanın onayı ile atama yapılması; Onikinci maddesi: Adalet Bakanlığında Hakim ve Savcı dışında kalan personelin atanmasının Bakan tarafından yapılması; gibi Anayasamızın ruhuna ve özüne ters idari hukuk sistemimizi tahrip edici unsurlar içeren hükümleri getirmiştir. Anayasa'nın 6. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarına göre Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eli ile kullanır. Egemenliğin kullanılması hiçbir suretle hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamaz. Sekizinci maddesine göre yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır. Ve yerine getirilir. 104. maddeye göre kararnameleri imzalamak Cumhurbaşkanının yürütme ile ilgili görev ve yetkileri arasındadır. Bu maddedeki (kararnameler) den anlaşılan nedir' Madde gerekçesinde bu açıklanmamıştır. Bilindiği üzere Hükümet dediğimiz Bakanlar Kurulu kararları ile Cumhurbaşkanı, Başbakan ve ilgili bakan veya Bakanların imzalarını taşıyan veya sadece Cumhurbaşkanının veya Cumhurbaşkanı ile Başbakanın imzasını taşıyan kararnameler vardır. Anayasamız bunların hangisini öngörmüştür' Bu durumda karşımıza bir yorum sorunu çıkmaktadır. Türk hukuk lügatında kararname, hükümet kararları olarak tanımlanmıştır. Bu manada bir yorum dar anlamda olup Anayasa'nın 105. maddesi ile bağdaşmaz. Bu maddenin gerekçesinde Devlet Başkanının (Cumhurbaşkanı) kararlarının uygulanabilmesi için TBMM. önünde işlemin sorumluluğunu kabul edip savunacak birinin bulunması gerekir. Bu da Başbakan ile ilgili bakandır. Her ikisi de gerektiğinde bütün Bakanlar Kurulunun Devlet Başkanının kararlarını imzalamaları gerekir. Esasen bu zorunluluktan dolayı kararlar Bakanlar Kurulu veya Bakan tarafından alınır ve Devlet Başkanı tarafından imzalanır. denmek suretiyle kararnameden maksadın sadece Bakanlar Kurulu Kararı olmadığı vaki ve ikili kararnameleri de kapsadığı tereddüde yer vermeyecek şekilde açıklanmış bulunmaktadır. Uygulama, Parlamenter sistemin gerekleri ve TC. Devletinin gelenekleri de bu doğrultudadır. Cumhurbaşkanını devre dışı bırakmak Anayasa'nın 104. maddesinde açıklanan Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek görev ve yetkisini de kısıtlamak demektir. Kanunun iptalini istediğimiz söz konusu maddeleri ile, Anayasa'nın açık hükmüne rağmen kararnameler, Cumhurbaşkanının imzası olmadan yürürlüğe konulmaktadır. Nitekim Anayasa'yı tanzim eden irade Cumhurbaşkanına kararnameleri imzalamakla ilgili bu yetkiyi verince aynı irade Hakim ve Savcıların atamalarıyla ilgili kararlarda da Cumhurbaşkanının imzasını şart görmüştür. Diğer taraftan Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda atama usulüne ilişkin 2451 Sayılı Kanunun Ekli cetvellerinde Müsteşarlar, Müsteşar Yrd., Genel Müdürler, Genel Müdür Yrd.,Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 6 Bakanlık Müşavirleri, Bakanlık Daire Başkanları, Cumhuriyet Savcıları ve Savcı Yardımcıları Cumhurbaşkanı imzasıyla ataması yapılabilecek makamlar olarak gösterilmiş olup, bu sıralama İl Şube Müdürlerini dahi Cumhurbaşkanı kararnamesi kapsamına almaktadır. O tarihte henüz yeni Anayasa yapılmamış bulunduğundan Cumhurbaşkanının yetki ve görevleri arasında kararname imzalamak sayılmamıştır. Buna rağmen kanun ile kararnameler Cumhurbaşkanınca imzalanmakta idi. 1982 Anayasası'yla getirilen değişiklikle kararnameler Cumhurbaşkanının imzasına sunulmak zorunluluğu doğmuş, Hakim ve Savcılar Kurulunun atamaya ilişkin bütün kararnameleri Cumhurbaşkanınca imzalanacak kararnameler arasında tabi olarak müteala ve buna göre Kanunlar Anayasa'ya paralel tanzim edilmiştir. Kararnameler, 2451 Sayılı Kanun ile sayıldığı gibi hukukumuzda çok eski bir teamül olarak yerleşmiştir. İl Şube Müdürlerinin kararnamelerinin Cumhurbaşkanınca imzalandığı bir hukuk sisteminde hâkim atamalarının Adalet Bakanlığı Müsteşar ve Genel Müdür atamalarının bunun dışında tutulmasının mantıklı bir izahı olamaz. 104. maddenin bu açık hükmü dışında yargı bağımsızlığı açısından da Cumhurbaşkanının imzası bir teminattır. Siyasi bir makam olan Bakana, taraf olan iktidara ve Başbakana nazaran tarafsız olan Cumhurbaşkanının imzası yargı sınıfı için bir teminattır. Hele bir Müsteşar ve Genel Müdür için ister atamada ister görevden almada hem teminattır, hem bir onur meselesidir. Kanunun Anayasa'nın 104. maddesine ve genel hukuk ilkelerine aykırılığı konusunda iktidarın da endişeleri olduğu inancındayız. Nitekim daha önceki açık beyanları dışında İktidar Partisi Grupları adına konuşan bir Milletvekilinin Meclis kürsüsünde mevcut Müsteşardan şikayet ederek onu almak için başka çare bulunmadığını ifade etmesi ve yine bir İktidar Milletvekilinin Bu Cumhurbaşkanı bunu haketti, bu Kanunu bizde içimize sindiremiyoruz, ama oyumuzu verip kanunlaştıracağız, o zata haddini bildireceğiz mealinde Meclis kürsüsünde sözler sarfederek Kanunun tamamen şahsa yönelik, şahsi düşmanlığa dayandığını, kanuna, hukuka aykırılığına rağmen kanunlaştıracaklarını zımmen de olsa ikrar etmişlerdir. Kanun, kanunlarda bulunması gereken nesnellik (Objektiflik) ilkesine aykırı bir görünüm içindedir. Yasalar, sürekli uygulama durumunda olduğundan, belli kişileri tasfiye etmek için değil, sürekli ihtiyaçları karşılamak için hazırlanır. Bu nedenle uygulanabilir ve objektif olmak zorundadır. Maddelerin gerekçesinde ise, Bakana kendi kadrosunu kurma imkanı sağlamak için bu tasarının hazırlandığı ifade edilmektedir. Yukarda da izah edildiği üzere kişisel husumetlerle müesseseleri tahrip ederek hukuk devletini korumak ve geliştirmenin mümkün olamayacağını belirtmek isteriz. 2 Kanunun 4. maddesinin Anayasa'nın 6., 9., 11., 138., 139., 140. ve 159. maddelerine aykırılığı: Kanunun dördüncü maddesinde öngörülen Bakanlık merkez kuruluşundaki hizmetlerde çalışan birinci sınıf hâkim ve savcılar ile diğer sınıflara mensup hâkim ve savcıların Adalet Bakanının teklifi üzerine idari yargıdan gelmiş olanlar idari yargıda, adli yargıdan gelmiş olanlar adli yargıda durumlarına göre Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca uygun görülecek hâkimlik ve savcılık görevlerine teklif tarihinden itibaren en geç bir ay içinde atanırlar. hükmü Anayasa'nın Egemenlik başlıklı 6. maddesinin üçüncü fıkrasına, Yargı Yetkisi başlıklı 9. maddesine, Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü başlıklı 11. maddesine, Mahkemelerin bağımsızlığı başlıklı 138. maddesine, Hakimlik ve Savcılık teminatı başlıklıEsas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 7 139. maddesine, Hakimlik ve Savcılık mesleği başlıklı 140. maddesine, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başlıklı 159. maddesine ve Anayasa'nın başlangıç ilkelerine aykırı olduğundan iptal edilmesi gerekmektedir. a) Anayasa'nın 6. maddesinin üçüncü fıkrasına aykırılık: Egemenlik başlıklı bu maddenin üçüncü fıkrasında, hiçbir kimsenin ya da organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı öngörülmektedir. Anayasa kendisi düzenlemedikçe, açıkça olur vermedikçe ya da bir yasa ile düzenlenebileceğini belirterek bu yolların kullanılacağını bildirmedikçe bir organ ya da kişi bir devlet yetkisini kullanamaz. Anayasa'ya dayanmayan, Anayasadan kaynaklanmayan devlete ilişkin yetki söz konusu olamayacağından böyle bir yetkinin de kullanılması düşünülemez. Sayın Mahkemenin Esas: 1988/32, Karar: 1989/10 sayılı kararında da belirtildiği gibi herhangi bir nedenle herhangi bir Anayasa maddesine aykırılık, her zaman Anayasa'nın 6. maddesine aykırılık oluşturmazsa da yetki kullanımına ilişkin bir aykırılık 6. maddeye aykırı olur denilmektedir. Bu nedenle söz konusu Kanun Anayasa'nın 6. maddesine aykırı hükümleri taşıdığından iptali gerekmektedir. b) Anayasa'nın 9. ve 11. maddelerine aykırılık : Anayasa'nın 9. maddesi Yargı yetkisi Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır demektedir. İptalini istediğimiz Kanunun 4. maddesi ile hukuk devletinin temelini oluşturan yargı bağımsızlığı ilkesini, hâkimlik teminatı ve mahkeme bağımsızlığını ortadan kaldıran bir düzenleme getirilmiştir. Böylece Anayasa'nın 11. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz hükmü de ihlal edilmiş olmaktadır. Bu nedenlerle Yasanın 4. maddesinin iptali gerekmektedir. c) Anayasa'nın 138., 139., 140. ve 159. maddelerine aykırılık : Kanunun 4. maddesi Anayasa'nın Başlangıç kısmına, 6., 9., 11., 138., 139., 140., 159. maddelerine aykırı bulunmaktadır. Bu maddeyle yüksek kurul Bakanlık Merkez Teşkilatında çalışan hâkimler, Bakanlık sekreteryası haline gelmektedir. Bakanlıkta çalışan bütün hâkim ve savcılar Bakanın talimatı üzerine bir ay içerisinde görevden alınmaktadırlar. Bir taraftan kurul talimatla çalışır hale gelirken diğer taraftan Müsteşar dahil bütün Bakanlık üst düzey görevlileri Başbakan ve Cumhurbaşkanı devre dışı bırakılarak, atamalardaki genel usul terk edilip görevden alınabilmektedirler. (Şu anda yalnız tetkik hâkimleri için Bakanın teklifi bir zamanla bağlı kalmaksızın kurul tarafından değerlendirilebilmektedir.) Bunların idari yargıya gitme hakları yoktur. Hakim teminatından da istifade edememektedirler. Tamamen Bakanın insiyatifinde görev yapmaktadırlar. Aynı Bakanın on gün önce göreve getirdiği tetkik hâkiminden müsteşara kadar bir görevliyi on gün sonra görevden uzaklaştırması ve hiçbir teminattan yararlandırılmaması sonucunu getiren bir sistem. Hani yargı bağımsızlığı' Hani hâkim teminatı' Hani Yüksek Hakim ve Savcılar Kurulunun bağımsız çalışması' Nitekim Kanun Tasarısının gerekçesinde hükümet adalet sınıfında çalışan hâkimleri, hâkim sınıfında saymamakta idari görevli demektedir. Bu gerekçe doğru ise bu görevlere hâkim atamak zaruri olmamalıdır. Halbuki başlangıçdan beri zorunludur ve Anayasamızın 140. maddesinin son fıkrası Bakanlık merkez teşkilatında çalışan hâkim ve savcıların hâkim sınıfından olduğu ve teminattan istifade edeceği yazılıdır buna rağmen Kanun Tasarısının gerekçesi Anayasa'nın bu hükmü ile açıkça çelişki halindedir. Hükümetin Kanun Tasarısındaki görüşü budur. Bunlar hakim sınıfındanEsas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 8 sayılmazlar. Anayasa ise 140. maddede bunlar hakimdir diyor. Anayasa'nın bu maddesinin Milli Güvenlik Konseyi, Anayasa Komisyonu gerekçesinde ve müzakerelerinde ele alınış tarzı, çok daha net olarak 3825 sayılı Kanunla taban tabana zıttır. Bu suretle tek teminatları Adalet Bakanının insaf ve takdiri olan Adalet Bakanlığı merkez teşkilatı hâkim ve savcıları da Müsteşar gibi kurulun mutlak üyesi olan, yokluğunda kurul teşekkül etmeyen bir makamın, Adalet Bakanının günlük takdirine bırakılmakla her an görevden alınıp taşraya hâkim ve savcı olarak atanabilmektedir. Bu husus, kurul açısından da düşündürücüdür. Hele bu iktidarın devamlı, siyasi iktidarın adamı olan müsteşar kurul üyesi olmamalıdır. Yargı bağımsızlığı zedelenir iddiaları ile bu durumu nasıl kıyaslayacağız' Dün müsteşar altmışbeş yaşına kadar siyasi iktirara karşı teminatlı idi. Buna rağmen siyasi iktidarın adamı deniyordu şimdi ise Bakanın günlük insiyatifindedir. Cumhurbaşkanı, Başbakan dahi devre dışıdır. Meclis müzakereleri esnasında iktidar kanadından şöyle bir iddia öne sürülmüştür. Efendim bunlar hâkim ve savcı değiller mi' Hakimlik ve Savcılık mesleğini küçümsüyorlar mı' Bu görevlerden alınıp hâkim ve savcı yapılacaklar hâkimlik ve savcılık görevini beğenmeyen Bakanlıkta çalışmasın, müsteşar, genel müdür olmasın bu düşünceye göre Sağlık Bakanlığındaki müsteşar doktor ise hastahanelere doktor olarak atandığında idari yargıda dava açamamalıdır. En şerefli meslek doktorluktur. Doktorluğu beğenmeyenin Sağlık Bakanlığında görev alması haksızlıktır veya Milli Eğitim Bakanlığında en şerefli görev öğretmenliktir. Çeşitli kademelerdeki idari görevlerde bulunan kimseler amirinin takdiri ile bu görevlerinden alınabilmelidirler. Bu düşünce her bakanlık için aynı şekilde ileri sürülebildiği gibi Adalet Bakanlığındaki her kademedeki hâkim ve savcıların Türk Bayrağının dalgalandığı her köşeye hiçbir şart ileri sürülmeksizin Bakan tarafından atanabileceği sonucunu getirir. Bunun Anayasal sistemimizde yeri olmadığı açıktır ve kesin bir demogojidir. Anayasa'daki hâkimlik teminatı ve Anayasa'nın 159. maddesi ile uyuşması mümkün değildir. Nitekim Yüce Mahkeme Esas: 1988/32, Karar: 1989/10 sayılı kararında bu konuya ilişkin görüşlerini çok açık bir şekilde ifade etmiştir: 140. maddenin ikinci fıkrasındaki, hâkimlerin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev yapacakları kuralının anlam ve kapsamı, Anayasa'nın 138. maddesinde düzenlenen mahkemelerin bağımsızlığı ile 139. maddesinde düzenlenen hâkimlik ve savcılık teminatının anlam ve amacının belirlenmesiyle açıklık kazanacaktır. Çağımızda hem öz, hem de yöntem olarak tanımlanan, öğretide ve uygulamada en ileri yönetim türü olarak üzerinde birleşilen demokraside erkler ayrılığı ilkesinin yaşama geçirilişi, yargının özel yerinin korunmasıyla değerini sürdürmektedir. Yargı erkinin varlığı yeterli olmayıp bağımsızlığı vazgeçilmez geçerli koşuludur. Yasama ve yürütme organlarına karşı bağımsızlığı korunan yargı, genelde yönetime karşı yönetilenlerin güvencesidir. Adaleti sağlamakla görevli bilinen yargı gücü, güven ve inanç sağlayarak kamusal düzeni koruyan hukuksal bir kaynaktır. Hukuk devletinin en belirgin özelliği, güçler ayrılığına anlam kazandıran yargı bağımsızlığıdır. Hukuk devleti kendisini bağımsız yargısıyla korur. Günümüzde insan haklarının ve özgürlüklerinin başlıca güvencesi bağımsız yargıdır. Bağımsız olmayan yargı, gerçek bir yargı olarak karşılanamaz. Bağımsızlık, yargının karakteridir. Bu temel nitelikten yoksun olan yargı güdümlüdür ve öbür güçlerin, yasama ve yürütmenin etkisinde, egemenliğindedir. Devlet olmanın koşulu kabul edilen yargı bağımsızlığı, uygarlık savaşının en önemli alanını oluşturmuştur. Demokrasinin öğesi durumuna yükselen yargı bağımsızlığı, yasama ve yürütme organının etki alanı dışına çıkarılarak sağlanmıştır. Yürütmenin gözetim ve denetimi altında gerçek bir yargı bağımsızlığından söz edilemez. Bağımsızlık, günlük devlet işlerinde yürütme karşısındaki durumla anlam kazanır ve adaletEsas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 9 ideali ancak bağımsız yargıyla gerçekleşir. Bu düşüncelerden esinlendiği anlaşılan Anayasa koyucu, yargı bağımsızlığını koruyacak önlemleri de gerekli kurallarla Anayasa'ya almıştır. Bağımsız yargı, mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkim güvencesinin temeli bulunduğundan çoğunlukla birisiyle öbürü de anlatılır ya da özetlenir. Anayasa'nın 9. maddesinde mahkemelerin bağımsızlığının, 138. maddesinde de hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarının öngörülmesi, zaman zaman mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkimlerin bağımsızlığı kavramlarının eşanlamlı olduğu izlenimini vermektedir. Mahkemelerin bağımsızlığı, yargının, yasama ve yürütme organlarına karşı bağımsız yapısını, yetkilerini kullanmayı, görevlerini yerine getirmeyi anlatmaktadır. Hakimlerin bağımsızlığı ise, yasama ve yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasa'ya, yasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanılarına göre hüküm vermelerini amaçlar. Öğretide objektif bağımsızlık ve kişisel bağımsızlık olarak ikiye ayrılan hâkim bağımsızlığında, kişisel bağımsızlık göreve ilişkin objektif bağımsızlığın güvencesi sayılmaktadır. Anayasa, bu doğrultuda bağımsızlık ve teminatı ayrı başlıklar altında düzenlemişse de, mahkemelerin bağımsızlığıyla hâkimlerin bağımsızlığı birbirini tamamlayan, birbirinden ayrılması olanaksız, biri olmayınca öbürü de olmayan, birbirini anlatan hukuksal kurumlardır. Bağımsızlıkla teminat da, birbirini var edip değerlendiren, birbirine anlam veren, ancak ikisi birlikte geçerlik kazanıp gerçekleşen iki anayasal ilkedir. 1 Bağımsızlığın amacı, her türlü etki, baskı, yönlendirme ve kuşkudan uzak kalınarak adaletin dağıtılacağı güven ve inancını yerleştirmektir. Bu nedenle Anayasa, bağımsızlığı, mahkemeler ve hâkimler için, bileşim niteliğinde, 138. maddesiyle düzenlenmiştir. Objektif bağımsızlığın bu anlatımı, yargılama çalışmalarında hâkimlerin hiçbir etki altında kalmamaları gereğine dayanmaktadır. Çekinme ve endişe duymadan, Anayasa'nın öngördüğü gereklerden başka hiçbir şeye bağlı olmadan yansız tutumla, özgürce karar verme durumunu sağlayan bağımsızlık, mahkemeler ve hâkimler için bütünlük taşıdığından 138. maddenin başlığı Mahkemelerin bağımsızlığıdır. Bağımsızlığın olumsuz yönde etkilenmesi kurallarla önlenmek istenmiştir. 138. maddenin getirdiği, hiçbir organ, makam, merci ya da kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı, görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılmasıyla ilgili soru sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı ya da herhangi bir beyanda bulunulamayacağı yönünden, yasaklar bunlardan başlıcalarıdır. Yasama ve yürütme organlarıyla idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda tutulmaları, bu organların ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştirememek ve yerine getirilmelerini geciktirmemekle yükümlü kılınmaları da yasaklarla önlenmek istenen sakıncaları tümüyle gidermeye yöneliktir. Bu durumlar, Anayasa'nın 140. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarında geçen bağımsızlığın anlamını açıkladığı gibi, maddenin öngördüğü öbür düzenlemeler, yaş sınırı, yasada belirtilenler dışında resmi ve özel hiçbir görev alamamaları ilkeleriyle de bağımsızlık pekiştirilmektedir. Ayrıca, Anayasa'nın 142. maddesinde mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin yasayla düzenleneceğinin öngörülmesi de bağımsızlığı güçlendirmektedir. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulup görev yapacağını öngören Anayasa'nın 159. maddesi de aynı amaca yönelik bulunmaktadır. Anayasa, bağımsızlık konusunda duyarlı olmayı ve özen göstermeyi gerektirdiğinden ödün niteliğinde bir düzenlemeye geçerlik tanımak olanaksızdır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun hâkimler ve savcılar için yetkili kılınması, yasama ve yürütme organına karşı bağımsızlığın korunması amacına bağlıdır. Kurulun oluşum biçimi ve kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olması Anayasa'dan kaynaklandığı için bu durumlar Anayasa'ya uygunluk denetiminde esas alınamaz. İlgili kuralların tümünün birlikte belirlediği olgu, bağımsızlığın mahkemeler ve hâkimler için en güçlü ilke bulunduğu gerçeğidir.Esas Sayısı : 1992/39 Karar Sayısı : 1993/19 10 Yüce Mahkemenin bu ve diğer kararlarında ısrarla savunduğu yargı bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve hâkim güvencesi prensiplerini açıkça ihlal eden bu Kanunun 4. maddesi Anayasa'nın 138., 139., 140. ve 159. maddelerine aykırı görüldüğünden iptal edilmesi gerekmektedir. | 3,851 |
Esas Sayısı : 2007/83 Karar Sayısı : 2010/28 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Dava; ' isimli davacının, Sağlık Bakanlığı'na bağlı Kayseri Sağlık Meslek Lisesi'nde Müdür Yardımcısı olarak görev yapmakta iken, 5450 sayılı Yasa uyarınca aynı okula (bulunduğu eğitim kurumu müdür yardımcılığı görevini vekaleten yürütmek üzere) Sağlık Meslek Dersleri Öğretmeni olarak atanmasına ilişkin 08.03.2006 tarih ve 24089 sayılı işlemin iptali istemiyle Milli Eğitim Bakanlığı'na karşı açılmıştır. Davacı tarafından; sözü edilen atama işlemi nedeniyle her yönüyle zarara uğradığı, bu anlamda maddi haklarında azalmaya sebep olunduğu ve statü kaybının ortaya çıktığı, işlemle memuriyet sınıfının da değiştiği ve genel idare hizmetleri sınıfından eğitim öğretim hizmetleri sınıfına geçirildiği, Sağlık Bakanlığı bünyesinde önceki görevine eş değer bir kadroya (hastane müdürlüğü, müdür yardımcılığı, şube müdürlüğü vs.) atanması mümkün olmasına rağmen isteği ve rızası dışında dava konusu işlemin tesis edildiği, öte yandan yeni görevine asaleten atanmasını olanaksız kılan bir yasal düzenlemenin de bulunmadığı, 1997 yılından beri sürdürdüğü idarecilik görevinde edindiği tecrübe ve birikimin bir anda yok sayıldığı, atamanın hukuk devletine ve kazanılmış hakların korunması ilkesine aykırılık teşkil ettiği, bu yönüyle işlemin dayanağı olarak gösterilen 5450 sayılı Kanun'un 5 inci maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğu ve iptali için Anayasa Mahkemesi'ne götürülmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Davalı Sağlık Bakanlığınca; davacının Kayseri Sağlık Meslek Lisesi'ne öğretmen olarak atanmasının 5450 sayılı Yasa'nın 5 inci maddesi hükmünden kaynaklanan zorunluluk nedeniyle gerçekleştirildiği, sözü edilen Yasa'nın ilgililerin özlük ve diğer haklarını koruyucu mahiyette düzenlemeler getirdiği, işlemin hukuka uygun olduğu ve davanın reddi gerektiği savunulmuştur. 2709 Kanun numaralı 1982 Anayasası'nın 152 nci maddesinde; 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır. Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmi Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.' hükümlerine yer verilmiş, belirtilen hükümlere paralel düzenlemeler 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'un 28 inci maddesinde yer almış bulunmaktadır.Esas Sayısı : 2007/83 Karar Sayısı : 2010/28 2 Öte yandan, Anayasa'mızın 2 nci maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu hükme bağlanmıştır. Hukuk devleti, en kısa ve öz tanımıyla, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarının hukuksal güvenliğini sağlayan devlet demektir. Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında da hukuk devleti benzer bir şekilde 'yönetilenlere en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvencenin sağlanması, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması' biçiminde tanımlanmaktadır. Bu haliyle, Anayasamızda yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Kazanılmış haklar, hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurdur. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasa'nın 2 nci maddesinde açıklanan 'Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.' hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Öte yandan; Anayasa Mahkemesi'nin 03.04.2001 tarih ve E. 1999/50, K.2001/67 sayılı kararında 'kazanılmış hak'; kişinin bulunduğu statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş hak olarak tanımlanmış bulunmaktadır. Öte yandan Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu'nun 14.06.1989 tarih ve E. 1989/1 2, K. 1989/2 sayılı kararında ise; gerek öğretide, gerekse uygulamada, kişilerin hukuki statülerini belirlemiş ve buna dayalı olarak da yeni hukuki durumların ve hakların elde edilmesine neden olmuş, bir başka deyişle hukuki sonuçlarını yerine getirmiş olan durumların, artık geriye dönülmez, vazgeçilmez haklar olduğu, yani kazanılmış hak teşkil ettiği belirtilmiştir. Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 5450 sayılı Kamu Kurum Ve Kuruluşlarına Bağlı Okulların Millî Eğitim Bakanlığına Devredilmesi İle Bazı Kanunlarda Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 5 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise; 'Devredilen okullar, eğitim merkezleri ve kurslar ile döner sermaye işletmelerinde ekli (1) sayılı listelerde yer alan kadrolar, 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin ilgili bölümünden çıkarılarak iptal edilmiştir. Bu Kanuna ekli (2) sayılı listelerde yer alan kadrolar ihdas edilerek 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin Millî Eğitim Bakanlığına ait bölümüne eklenmiştir. Okulların, eğitim merkezlerinin ve kursların okul müdürü, okul müdür yardımcısı, müdür, müdür yardımcısı, Turizm Eğitim Merkezi Müdürü, Turizm Aşçılık EğitimEsas Sayısı : 2007/83 Karar Sayısı : 2010/28 3 Merkezi Müdürü, Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi Müdürü, Meteoroloji Teknik Lise Müdürü, Meteoroloji Teknik Lise Müdür Yardımcısı unvanlı kadrolarında bulunanların görevleri, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte sona erer; bunlar, (2) sayılı liste ile ihdas edilen öğretmen unvanlı kadrolara (Turizm Eğitim Merkezleri Müdürleri, Turizm Aşçılık Eğitim Merkezleri Müdürleri, Tesis Müdürü unvanlı kadrolara), kadro ve görev unvanları değişmeyenler ise bu liste ile ihdas edilen aynı unvanlı kadrolara atanmış sayılırlar.' hükmüne yer verilmiştir. Değinilen Yasa hükmünün üçüncü cümlesi ile kamu kurum ve kuruluşlarına bağlı iken Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilen okullarda, eğitim merkezlerinde ve kurslarda okul müdürü, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadrolarında görev yapmakta olanların bu görevlerinin 5450 sayılı Kanun'un yürürlüğe girdiği 03.02.2006 tarihi itibariyle sona ereceği, bunların (2) sayılı liste ile ihdas edilen öğretmen unvanlı kadrolara atanacakları düzenlemesi getirilmiştir. Dava konusu olayda da, davacı Kayseri Sağlık Meslek Lisesi'nde Müdür Yardımcısı olarak görev yapmakta iken 5450 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girmesi üzerine bu görevi sona erdirilmiş ve Yasa gereği Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmiş bulunan aynı okula (Kayseri Sağlık Meslek Lisesi'ne) Sağlık Meslek Dersleri Öğretmeni olarak atanmış, ancak 08.03.2006 tarih ve 24089 sayılı atama kararnamesinin 'Atandığı Görev Yeri' bölümüne parantez içinde, 'bulunduğu eğitim kurumu müdür yardımcılığı görevini vekaleten yürütecektir' ibaresine yer verilmiştir. Bilindiği üzere, Milli Eğitim Bakanlığı Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği'nde yer verilen düzenlemelere göre genel idare hizmetleri sınıfındaki okul, eğitim merkezi ya da kurs müdürlüğü ve müdür yardımcılığı görevleri yönetim kademesindeki görevlerden olup, bu kadrolara değinilen yönetmelikte öngörülen genel ve özel şartlara haiz olanlar atanabilmektedir. Bu haliyle, bakılmakta olan uyuşmazlık kapsamındaki müdür yardımcılığı görevi, eğitim öğretim hizmetleri sınıfında yer alan 'öğretmenlik' görevinin dışında unvanlı bir görev olarak karşımıza çıkmakta olup yürürlükte bulunan mevzuata uygun olarak bu kadrolara atananların, başlangıçta aranılan atanma koşullarını kaybetmedikleri sürece belirtilen unvanların kendileri için kazanılmış hak teşkil ettiğini kabul etmek gerekmektedir. Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen yasal düzenlemeyle getirilen uygulama sonucunda, devredilen okul, kurum ve eğitim merkezlerinde müdür yardımcısı olarak görev yapmakta olanların bu görevleri sona erdirilmiş, bu kadrolarda görev yapanlar yasa öncesinde yönetici olarak görev yaptıkları okullara öğretmen olarak atanmışlardır. Ancak, 5450 sayılı Yasa ve ekinde yer alan I ve II sayılı listeler incelendiğinde, devredilen eğitim kurumlarına ilişkin müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadroları I sayılı liste ile iptal edilmiş olmasına rağmen II sayılı Listede bu okullar için devir sonrasında yöneticilik kadrosuna ilişkin müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadrolarının ihdas edilmediği görülmektedir. Oysa aynı Kanun ile iptal edilen devredilen eğitim kurumlarındaki öğretmen kadroları II sayılı Liste ile yeniden ihdas edilerek Milli Eğitim Bakanlığı'na ait kadrolara dahil edilmiş bulunmaktadır. Bu bağlamda, 5450 sayılı Yasa kapsamında bulunan okul, eğitim merkezi ve kurslara ilişkin 591 adet müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadrosu ile 5072 adet öğretmen kadrosu ilgili kurumların kadro cetvelleri bölümünden çıkarılarak iptal edilmiş buna karşılık 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı cetvelin Milli Eğitim Bakanlığı'na ait bölümüne eğitim öğretim hizmetleri sınıfında 5663 adet öğretmen kadrosu ilave edilmiş bulunmaktadır. 5450 sayılı Yasa ile getirilen uygulama sonrasında Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilen eğitim kurumlarının eğitim öğretim faaliyetlerine devam edeceklerinde kuşku bulunmamaktadır. Bu nedenle, sözü edilen eğitim kurumlarında devirden sonra da yöneticiEsas Sayısı : 2007/83 Karar Sayısı : 2010/28 4 sıfatıyla müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadro unvanlarında görev yapacak personele ihtiyaç duyulacağı tartışmasızdır. Ancak, 5450 sayılı Yasa ve ekindeki listelere bakıldığında, devredilen eğitim kurumları için Milli Eğitim Bakanlığı'na müdür, müdür başyardımcısı ve müdür yardımcısı kadrosunun tahsis edilmediği, bu yönde bir kadro ihdasının sağlanmadığı görülmektedir. Öte yandan, dava dilekçesinde de iddia edildiği üzere davacı 1997 yılından bu yana Kayseri Sağlık Meslek Lisesi'nde Müdür Yardımcısı olarak görev yapmakta olup, belirtilen tarihte yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerine uygun olarak atandığı bu kadro unvanının kendisi için kazanılmış hak teşkil ettiğini kabul etmek zorunludur. Bu unvanın kaybedilmesi ancak bu kadroya atanmak için mevzuatta öngörülen koşulların yitirilmesi veya görev yaptığı eğitim kurumunun kapatılması halinde mümkündür. Olayda ise, davacının görev yaptığı eğitim kurumu kapatılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı olarak faaliyetine devam etmek üzere anılan Bakanlığa devredilmiş bulunmaktadır. Her şeyden önce, yasa ile yapılan düzenlemelerde, Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ve hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve ilgililerin kazanılmış haklarına dokunulmaması gerekir. Kazanılmış hakların korunması hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi'nin 27.05.1999 tarih ve E.1998/58, K. 1999/19 sayılı kararında, 'Hukuk devletinde, yasama organını da kapsayacak biçimde devletin bütün organları üzerinde hukukun ve Anayasa'nın mutlak egemenliği vardır. Yasa koyucu her zaman hukukun ve Anayasa'nın üstün kuralları ile bağlıdır.' hükmüne yer vermek suretiyle hukuka bağlılığın Yasama organının da içerdiğini vurgulamış bulunmaktadır. Bütün bu açıklamalardan sonra, Anayasa'mızın 2 nci maddesinde ifadesini bulan hukuk devletinin en temel öğelerinden biri olan kazanılmış hakların korunması ilkesi gereğince, devre tabi kurumlarda yönetici pozisyonunda görev yapmakta olanların bu kapsamdaki kazanılmış haklarının devirden sonra da korunarak aynı isimle fakat başka bir bakanlık çatısı altında faaliyetlerine devam edecek olan kurumlara eski kadro unvanları ile atanmaları hukuk devleti ilkesine daha uygun düşecek olmasına rağmen, belirtilen durumda olanların kadro unvanlarının iptal edilerek bu kişilerin eğitim öğretim hizmetleri sınıfındaki 'öğretmen' kadrosu ile Milli Eğitim Bakanlığı'na devredildikleri anlaşıldığından, 5450 sayılı Kanun'un 5 inci maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü tümcesinde yer alan; 'Okulların, eğitim merkezlerinin ve kursların okul müdürü, okul müdür yardımcısı, müdür, müdür yardımcısı, Turizm Eğitim Merkezi Müdürü, Turizm Aşçılık Eğitim Merkezi Müdürü, Tapu ve Kadastro Meslek Lisesi Müdürü, Meteoroloji Teknik Lise Müdürü. Meteoroloji Teknik Lise Müdür Yardımcısı unvanlı kadrolarında bulunanların görevleri, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte sona erer; bunlar, (2) sayılı liste ile ihdas edilen öğretmen unvanlı kadrolara (Turizm Eğitim Merkezleri Müdürleri, Turizm Aşçılık Eğitim Merkezleri Müdürleri, Tesis Müdürü unvanlı kadrolara), atanmış sayılırlar.' biçimindeki ibarenin Anayasa'mızın 2 nci maddesine aykırı olduğu yargısına ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle, Anayasa'mızın 152 nci maddesinin birinci fıkrasında ifadesini bulan 'Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.' hükmü ile 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve görevleri Hakkında Kanun'un 28 inci maddesi gereğince, 5450 sayılı Kanun'un 5 inci maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü tümcesinin iptali için konunun ilgili belgelerin birer örneği ile birlikte itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 2949 sayılı Kanun'un 28 inciEsas Sayısı : 2007/83 Karar Sayısı : 2010/28 5 maddesinin beşinci fıkrası hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar dosyanın geri bırakılmasına 31.05.2007 tarihinde oybirliği ile karar verildi.' | 1,914 |
Esas Sayısı:1973/21 Karar Sayısı:1973/36 1 II. ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİASININ CİDDİ OLDUĞU KANISININ DAYANDIĞI GEREKÇE VE KARŞIOY ÖZETLERİ: 1. Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısının dayandığı gerekçe özeti.: 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 10., 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 3. Ve 211 sayılı Türk silâhlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 3. maddeleri kurallarına göre uzman jandarma çavuşları asker kişilerdendir. Bunlar öteki asker kişiler gibi disiplin suçlarından dolayı 477 sayılı Disiplin Mahkemeleri Kuruluşu, Yargılama Usulü ve Disiplin Suç ve Cezaları hakkındaki kanunun, 7. maddesi uyarınca disiplin mahkemelerinde, öteki askeri suçlar, asker kişiler aleyhine veya askeri mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlar dolayısiyle de 353 sayılı Kanunun 9 uncu maddesine göre askeri mahkemelerde yargılanmaktadırlar. Buraya kadar uzman jandarmalar öteki asker kişilerle bir tutuldukları halde ondan sonra ilkeden ayrılma görülmektedir. Şöyle ki: Askeri Ceza Kanununun 32. ve 35. maddelerine göre bir yıldan az hapis cczasiyle birlikte ihraç, bir yıl veya daha az hapis cezasiyle birlikte rütbenin geri alınması fer'i cezaları hükmolunabilir. Başka deyimle bu cezaların verilip verilmemesi mahkemenin takdirine bırakılmıştır.Öte yandan 6320 sayılı Çavuş ve Uzman Çavuş Kanununun 7. maddesi uzman çavuşlar hakkındaki ceza işlemlerini Askeri Ceza ve Askeri Muhakeme Usulü Kanunlarındaki kurallara bağlamıştır. 635 sayılı Kanunun 12. maddesi ise bunlara ters düşen bir ilke getirmektedir. Böyle olduğu için de Uzman Jandarmalar dışında öteki bütün asker kişiler Askeri Ceza Kanununun 85. maddesinin l sayılı bendine göre amire veya üste hakaret suçunu işlediklerinde 5 gün hapis cezası giyerek ihraç veya rütbenin geri alınması fer'i cezaları ancak mahkemenin takdirine göre uygulanabileceği halde bu durumdaki uzman jandarmanın kaydının 635 sayılı Kanunun 12. maddesinin II sayılı bendi uyarınca mutlaka silinmesi gerekmektedir. Sözü geçen kural böylece genellik ve eşitlik ilkelerine ve dolayısiyle Anayasa'nın 12. maddesine aykırı durumdadır. 2. Karşıoy Özeti: a) 1861 sayılı Jandarma Efradı Kanununda yer alan kural 635 sayılı yasanın 12. Maddesinin II sayılı bendinde aynen korunmuştur. Ortada yeni bir durum yoktur. b) Milli Savunma Bakanlığı emrinde 6320 sayılı Kanuna göre görevlendirilen çavuş ve uzman çavuşlarla İçişleri Bakanlığına bağlı jandarma uzman çavuşlarının durumları birbirine benzememektedir. Onun içindir ki bu iki ayrı Bakanlık personeli için ayrı yasalar çıkarılması gerekli görülmüştür. c) Uzman jandarma çavuşlarının Askeri Ceza Kanununun 85. maddesine göre hüküm giymeleri halinde kayıtlarının silinmesine karşılık ayru suçtan hüküm giyen çavuş ve uzman çavuşların kayıtları da 6320 sayılı Yasanın 7. maddesi aracılığı ile 14. maddesi gereğince silinebilmektedir.Esas Sayısı:1973/21 Karar Sayısı:1973/36 2 ç) Eşitlik aynı statüde aynı durumda bulunan personele ayrı işlemler uygulanmakla bozulur. Burada eşitsizliğe yol açılması söz konusu değildir | 411 |
Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 1 I İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ 2.1.1995 günlü dâva dilekçesinde şöyle denilmektedir: 28.12.1994 tarih ve Mükerrer 22155 Sayılı Resmi Gazete ile yayımlanan 23.12.1994 tarih ve 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 14, 15, 32, 33, 38, 39, 40, 55, 59, 62, 65, 66, 67 ve 72. maddeleriyle 4. maddesinin (b), 12. maddesinin (b), (c) ve (d), 41. maddesinin son, 47. maddesinin (f), 48. maddesinin (b) ve (d), 49. maddesinin (b), 50. maddesinin (c), (e), (f) ve (g) fıkraları ile K cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrası Anayasa'nın 2, 6, 7, 10, 55, 56, 73, 87, 88, 89, 90, 128, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırı olarak düzenlenmiştir. A 4061 Sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda Anayasa'ya aykırı olarak yer alan maddeler ve düzenledikleri konular: 1 1995 Mali Yılı Bütçe Kanun Tasarısının dördüncü maddesinin (b) fıkrasıyla 2886 Sayılı Devlet İhale Kanununda Bayındırlık ve İskan Bakanlığına verilmiş bulunan yetkinin Maliye Bakanlığına devredilerek Devlet İhale Kanunu kapsamında yer alan, ancak yapım ve hizmet işleri dışında kalan ve ilgili idarelerce tesbit edilmiş birim fiyatları bulunmayan, işler konusunda birim fiyatların asgari ve azami miktar ve oranları ile benzeri standartların tesbitinde Maliye Bakanını yetkili kılmaktadır. Bu düzenleme, 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun tadili niteliğinde olup mezkur kanunda öngörülen yetkilerden bir kısmını Maliye Bakanına veya Maliye Bakanlığına devredilmesini öngören yetki devri niteliğini de taşımaktadır. 2 1995 Mali Yılı Bütçe Kanun Tasarısının 12. maddesinin (b) fıkrası, resmi taşıtlar ile kiralanan taşıtların servis hizmetlerinde kullanılması halinde personelden belirli bir ücret alınmasını, (c) fıkrası resmi taşıtların şoför veya zatlarına tahsis edilenlerce kullanılmasını, (d) fıkrası da maddenin (b) ve (c) fıkralarına ilişkin usul ve esasların düzenleme yetkisini Maliye Bakanlığına tevdi etmektedir. 1991 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan ve aynı mahiyette olan bir hükmün; Anayasa Mahkemesince, bu nevi düzenlemelerin 237 sayılı Taşıt Kanunu ile Bakanlar Kuruluna tanınan yetkiler meyanında bulunması, Bütçe kanunu ile getirilen bu hükümlerin Taşıt Kanununun tadili mahiyetini taşıması sebebiyle iptal edilmiştir. 3 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 14. maddesiyle Devlet Memurlarının ve diğer kamu görevlileriyle bunların dul ve yetimlerinin tedavileri esnasında kullanılacak malzemelerinin birim fiyatlarıyla kullanım sürelerinin ve ilgililerince hangi oran ve miktarlarda ödeme yapılacağı gibi hususlarda, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 2802 sayılı Hakim ve Savcılar Kanunu, 2914 sayılı Üniversite Personel Kanunu ile 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununda yer alan hükümlere rağmen Maliye Bakanlığı yetkili kılınmaktadır. Bütçe Kanununun bu maddesi, yukarda sayılan kanunların konuya ilişkin hükümlerinin tadili niteliğini taşıdığı kuşkusuzdur. 4 1995 Mali yılı Bütçe Kanununun 15. maddesi ile memur ve emeklilerin ödemekle yükümlü bulundukları ilaç katılım paylarını % 30'a kadar artırma konusunda Maliye Bakanlığını yetkili kılmaktadır. Oysa bu konular ilgisine göre 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu ve 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanununun ilgili hükümleriyle düzenlenmiştir. Bütçe Kanununun bu maddesiyleEsas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 2 (Madde 15) Maliye Bakanlığı Kanun değiştirme veya Meclis adına kural koymakla donatılmaktadır. 5 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 32. maddesinde yapılan düzenleme ile, genel ve katma bütçeli idarelere bağlı döner sermaye işletmelerinin aylık gayri safi hasılatlarının % 10'nun genel bütçeye irad kaydedileceği öngörülmekte ve gerektiğinde bu oranın % 35'e kadar yükseltilmesine Maliye Bakanına yetki verilmektedir. 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 47. maddesinin (f) fıkrasıyla da 3402 sayılı Kadastro Kanununun 37. maddesine göre oluşturulan döner sermaye gelirlerinin harcama yerleri ve oranları sayılmakta ve bu kuruluşlarda çalışan personele ödenecek istisnai olarak ek ödemeler düzenlenilmektedir. Bu düzenleme, 3402 sayılı Kanunun döner sermaye kuruluşu ve gelirleriyle ilgili hükümlerini tadil edilmektedir. Nitekim, 1995 Mali Yılı Bütçe Kanun Tasarısının Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesi esnasında, Doğru Yol Partisince verilen bir önerge ile 47. maddesinin aynı mahiyetteki (e) fıkrası, Anayasa'ya aykırılık gerekçesiyle metinden çıkarılmıştır. 6 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 33. maddesi Kanun veya Kanun Hükmünde kararnamelerle kurulmuş bulunan ve değişik konu ve alanları kapsayan fonların her türlü gelirlerinin Merkez Bankasında Hazine Müsteşarlığı adına açılacak bir hesapta toplanması öngörülmektedir. Her fon ayrı bir kanun veya kanun hükmünde kararname ile kurulmuş olup, bu mevzuatında gelirleri, sarf yerleri ve hangi banka veya bankalarda hesap açacakları düzenlenmiştir. Bütçe Kanunu ile getirilmek istenilen bu hükümle muhtelif kanun veya kanun hükmünde kararname ile kurulan fonların kuruluş statüleri değiştirilmektedir. Geçmiş yıllarda da bu yılda bütçe kanunu ile yapılan düzenlemeler Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir. 7 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 38, 39 ve 40. maddeleri 31.5.1963 tarih ve 244 sayılı kanuna rağmen yabancı ülkeler, uluslararası kuruluşlar, yabancı bankalar ve yabancı ülkelerde yerleşik finans kuruluşlarıyla temas, müzakere ve borçlanma, ikraz vesaire gibi konularda Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanı yetkili kılmaktadır. Bu düzenleme Yap, İşlet, Devret Kanunu ile mezkur 244 sayılı Kanunu tadil niteliğinde olup Bakanlar Kuruluna ait bir yetkiyi sadece bir Bakana ve dolayısıyla bir idareye devretmektedir. Bu düzenleme açıkca bir yetki devri niteliği taşımaktadır. 8 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 41. maddesinin son fıkrasıyla yapılmak istenilen düzenleme ile hazine bonolarının faiz ve bedelleri ile bunlarla ilgili ödemelerin gelir ve kurumlar vergisi hariç olmak üzere her türlü vergi ve resimden muaf olacağı öngörülmektedir. Bu konu, her şeyden önce vergi mevzuatımızı ilgilendiren bir konu olup bütçe uygulamaları ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Vergi kanunlarının tadili niteliğindedir. Diğer taraftan 1991 Mali Yılı Bütçe Kanununda aynı mahiyetteki hüküm Anayasa Mahkemesince Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilmiştir. 9 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 48. maddesinin (b) fıkrasıyla 1615 sayılı Gümrük Kanununun 161, 164 ve 165. maddeleri değiştirilmekle birlikte hiç ilgisi bulunmadığı halde bu kanun gereğince elde edilen gelirlerden sadece Gümrük Müsteşarlığı memurlarına ödemeEsas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 3 yapılması gerekirken kapsam genişletilerek Maliye Bakanlığı personeline de ödeme yapılması ve bu ödemelerden damga vergisi hariç herhangi bir vergi, resim ve harcın kesilmeyeceği öngörülmektedir. (d) fıkrasıyla da Hazine ile Dış Ticaret Müsteşarlığı personeline Başbakanlık kuruluş ve görevlerine ilişkin kanunda yer alan esaslar dahilinde fazla çalışma ücreti ödenmesi düzenlenilmektedir. 10 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 49. maddesinin (b) fıkrası, Ordu Hasta Bakıcı ve Ebelerinin erler gibi kazandan iaşe edilmesine devam edilmesini, mümkün olmaz ise yazılı müracaatları üzerine bedelin iaşelerini öngörmektedir. Bu düzenleme konuya ilişkin 2528 sayılı Kanunun tadil eder niteliktedir. Bu konuda daha önce 1991 Mali Yılı Bütçe Kanununda yapılan bir düzenleme Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir. 11 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 50. maddesinin (c) fıkrasıyla 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile öğrenci okutmaya ilişkin diğer kanunlarda yer alan burslu öğrenci ve mecburi hizmet yükümlülüğü hakkında muhtelif kanunlar değiştirilmekte, müktesep haklar ihlal edilmektedir. (e) fıkrasıyla iş kanununda yer alan sakat ve eski hükümlülerin istihdamına ilişkin, (f) fıkrasıyla 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanun hükümleriyle (g) fıkrasıyla da 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkındaki Kanun hükmünde Kararname değiştirilmektedir. Bu düzenlemelerin bütçe uygulamaları ile alakası bulunmadığı gibi yukarıda zikredilen kanunlarda değişiklik mahiyetindedir. 12 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 55. maddesiyle 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun Geçici 5. maddesi ile (10) yıl çalıştırılması öngörülen geçici personelin çalışma süreleri uzatılmaktadır. Bu husus mezkur kanunda değişiklik niteliğinde olduğu kadar bütçe uygulamalarıyla da bir alakası bulunmamakla Bütçe Kanunu ile değil, mezkur kanunda değişiklik yapılmasını gerektirmektedir. 13 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 59. maddesiyle 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunuyla birlikte diğer ilgili mevzuatının saymanlara tahmil ettiği görev ve yetkilerden bir kısmının, Maliye Bakanlığınca gerekli görülmesi halinde ilgili mevzuatına aykırı olarak müdür yardımcılarına devrini 62. maddesiyle de Bakanların merkezde hangi kademelere kadar yetki devrinde bulunabileceğini tesbite Maliye Bakanının yetkili kılınmasını öngörmektedir. Bu düzenleme açıkca 1050 sayılı Kanunu değiştirdiği gibi kuruluşlara görev ve teşkilat kanunlarında değiştirilmesi niteliğini taşımaktadır. Keza 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 65. maddesi de aynı mahiyet ve nitelikte bir düzenleme getirmektedir. Bilindiği üzere Bakanlıkların teşkilatlanmaları, il, ilçe, bölge müdürlükleri kurmaları 3046 sayılı Kanunla düzenlenmiş olduğundan ayrıca maddede zikri geçen bazı birimlerin kanunla kurulabileceğinden hem 3046 sayılı Kanunu tadil eder nitelikte ve hem de kanun koyucunun iradesini kısıtlayıcı mahiyet taşımakla yasama yetkisine müdahale niteliği taşımaktadır. 14 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 66. maddesi, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu ile ilgili mevzuatta değişiklik niteliği taşımaktadır. 15 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 67. maddesi, a) Devlet Memurlarının yurtdışında eğitimlerini düzenleyen 657 sayılı Kanunun 78, 79, 80 ve 218. maddeleri ve buna dayalı olarak Bakanlar Kurulu kararı ile yürürlüğe konulan yönetmelikleri. Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 4 b) Öğretim elemanlarının yetiştirilmesini düzenleyen 2547 sayılı Kanunun 33 ve 35. maddelerini, c) Öğrencilerin yurtdışında yetiştirilmelerini düzenleyen 1416 sayılı Kanun hükümlerini, askıya almakla birlikte bu mevzuatı değiştirici nitelik taşımaktadır. 16 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun uygulanmayacak hükümler başlıklı 72. maddesinin (b), (c), (d), (e), (f), (g), (h), (i), (j), (k) ve (l) fıkraları, 233 sayılı KHK; 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibi; 2380 sayılı Belediyelere ve İl Özel İdarelerine Genel Bütçe vergi gelirlerinden pay verilmesi; 24.3.1988 tarih ve 3418 sayılı; 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye; 2886 sayılı Devlet İhale; 832 sayılı Sayıştay; 657 sayılı Devlet Memurları; 3218 sayılı Serbest Bölgeler; 12.6.1936 tarih ve 3054 sayılı; 24.6.1938 tarih ve 3488 sayılı; 1.5.1930 tarih ve 1601 sayılı Kanunla değişik 1379 sayılı; 29.8.1977 tarih ve 2108 sayılı; 1.7.1964 tarih ve 488 sayılı; 9.5.1985 tarih ve 3202 sayılı; 1615 sayılı Gümrük; 3234 sayılı Orman Genel Müdürlüğü Teşkilatı; 3.7.1968 tarih ve 1053 sayılı; 6245 sayılı Harcırah; 8.6.1959 tarih ve 7338 sayılı; 2547 sayılı Yüksek Öğretim; 351 sayılı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Kanunlarını tadil eder nitelikte bulunmaktadır. Bu tür hükümler geçmiş yıllara ait bütçe kanunlarında da yer almış ise de Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir. B 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan bazı maddelerin Anayasa kurallarına genel olarak aykırılıkları: 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun yukarıda (A) bölümünde arzedildiği üzere 4. maddesinin (b) fıkrasıyla 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu; 12. maddesinin (b), (c) ve (d) fıkralarıyla 237 sayılı Taşıt Kanunu; 14 ve 15. maddesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu, 926 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu, 5434 sayılı T.C. Emekli Sandığı Kanunu ile Sigorta mevzuatı; 32. maddesiyle 47. maddesinin (f) fıkrası ile Döner Sermaye mevzuatı ile 3402 sayılı Kadastro Kanununda; 33. maddesiyle ayrı ayrı Kanun veya Kanun Hükmünde Kararnamelerle kurulmuş bulunan fonların kuruluş mevzuatında; 38, 39 ve 40. maddeleriyle 31.5.1963 tarihli ve 244 sayılı Kanunda; 41. maddesinin son fıkrasıyla vergi mevzuatında; 48. maddesinin (b) ve (d) fıkralarıyla, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile vergi mevzuatı ve 1615 sayılı Gümrük Kanununda; 49. maddesiyle 2528 sayılı Er kazanından iaşe edileceklere ilişkin Kanun; 50. maddesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile burslu öğrenci okutmaya ilişkin mevcut mer'i kanunlar yanında 647 sayılı Cezaların İnfazı, 1475 sayılı İş Kanunu ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararname hükümlerinde; 55. maddesiyle 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununda; 59, 62 ve 65. maddeleriyle 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunu ile kuruluşların teşkilat ve görev kanunlarında; 66. maddesiyle 351 sayılı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Kanununda; 67. maddesiyle 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu ve 1416 sayılı Ecnebi memleketlere gönderilecek talebeler hakkındaki Kanunda; 72. maddesiyle de yine yukarıda (A) bölümünün 16 fıkrasında beyan edilen 22 ayrı kanunda değişiklik mahiyetinde düzenlemeler öngörülmektedir. K cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrası da 657 sayılı Kanunun değişik 176. maddesini askıya almaktadır. Bu düzenlemelerle bir çok kanunun muhtelif hükümleri ya askıya alınmakta, ya da zımnen ilga edilmekte veya belirli makam ve mercilere bırakılmış olan yetkiler Maliye Bakanlığında veya Maliye Bakanında toplanmak suretiyle yetki devri yapılmaktadır. Bu düzenlemeler bütünüyle Anayasanın 2, 6, 7, 10, 55, 56, 73, 87, 88, 89, 128, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir.Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 5 Zira; 1 Anayasanın ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk Devleti olduğunu vurgularken 6. maddesi Egemenliğin, Anayasanın koyduğu kurallar içerisinde yetkili organlar eliyle kullanılacağını, bunun hiç bir surette hiç bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağını ve hiç bir kimse veya organın da kaynağını Anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamayacağını öngörürken 7. maddesi de yasama yetkisinin devredilemeyeceğini öngörmektedir. Oysa 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun yukarıda sayılan bir çok maddesi yine Anayasanın 88 ve 89. maddeleri uyarınca müzakere edilerek değiştirilmesi zaruri ve Anayasa gereği olan bir çok kanunu değiştirmekte ve yetki devirlerini kapsamaktadır. Anayasanın 6, 7 ve 87. maddeleri muvacehesinde Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olan bir çok yetkiyi Maliye Bakanlığına veya Maliye Bakanına tanımaktadır. 2 Anayasanın 10. maddesinde ifadesini bulan eşitlik ilkesi hiç bir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağını, Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmelerini zorunlu görürken 55. maddesi ücretin emeğin karşılığı olduğunu ve Devletinde, çalışanların adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alacağını düzenlemektedir. Yine Anayasanın 128. maddesi memurların aylık, ödenek ve her türlü özlük haklarının kanunla düzenleneceğini, 73. maddesi herkesin gücü ve geliri oranında vergi mükellefi bulunduğunu ve bunun kanunla düzenleneceğini hükme bağlamışken bir kısım memurlara yukarıda arzedilen Anayasa hükümlerine rağmen diğer memurların istifade etmediği bir biçimde ve vergiden de muaf olarak fazla çalışma ücreti ödenmesi yanında ilgili kanunlarında bulunmadığı halde döner sermaye gelirinden pay ayrılması eşitlik, vergi adaleti ve adil ve eşit ücret anlayışıyla bağdaştırılamaz. Keza çalışanların veya emeklilerin ilaç katılım paylarının artırılması hususunda da bütçe kanunu ile yeni düzenlemeler yapılmasını ve bazı konularda Maliye Bakanlığının yetkili kılınmasını Anayasanın 56. maddesi yanında 2, 6, 7, 87, 88 ve 89. maddeleriyle de bağdaştırmak mümkün değildir. 3 Bilindiği üzere Anayasanın 2, 6 ve 7. maddeleri uyarınca kanun yapma yetki ve görevi yine Anayasanın 87. maddesine göre Türkiye Büyük Millet Meclisine tevdi edilmiştir. Anayasanın 88 ve 89. maddeleri de kanunların teklif ve görüşme usul ve esaslarıyla yayımlanmasını düzenlemiş, 162. maddeside kanunlardan ayrı olarak bütçe kanunlarının görüşme usul ve esaslarını öngörmüştür. Bu iki ayrı düzenleme de göstermektedir ki kanunlarla, bütçe kanunlarının görüşme usul ve esasları birbirinden farklıdır. Bir başka farklılıkta Cumhurbaşkanına tanınan veto konusudur. Bilindiği üzere Anayasanın 88, 89. maddelerine göre yapılan kanunlarda Cumhurbaşkanının veto yetkisi vardır. Oysa 162. madde çerçevesinde görüşülen bütçe kanunlarında böyle bir yetki de yoktur.Anayasanın 88 ve 89. maddeleri uyarınca görüşülerek yürürlüğe konulan bir kanun hükümlerinin, yine Anayasanın 162. maddesindeki usul ve esaslarla askıya alınması, kaldırılması veya değiştirilmesi mümkün değildir. Çeşitli kanunlarda yer alan hükümleri tadil edecek nitelikteki düzenlemeleri bütçe kanunlarıyla getirmek yukarıda söz konusu edilen Anayasa hükümleri dışında Anayasanın 153 ve 161. maddelerine de aykırıdır. Zira geçmiş yıllarda, bütçe kanunlarına konulan benzeri hükümler Anayasaya aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir. İdarelerin bu iptal kararlarına uymak mecburiyeti vardır. Kaldı ki Anayasanın 161. maddesindeki bütçe kanunlarına bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamayacağı yolundaki bu hükmünü mali nitelikte kurallar anlamında yorumlayarak başka kanunların öngördüğü kuralları kaldıran, tadil eden veya askıya alan veya mevzuatının başka makam ve mercilere tanıdığı yetkileri Maliye Bakanına veya Maliye Bakanlığına devreden nitelikte anlamak mümkün değildir. Anayasanın bu hükmünü bütçe kanunlarının uygulamasını açıklayıcı niteliktekiEsas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 6 hükümler olarak algılamak zorunluluğu vardır. Diğer taraftan Anayasanın 153. maddesi gereğince de idarenin ve bütün makamların Anayasa Mahkemesi kararlarına uymaları mecburidir. 4 Bazı kamu kurum ve kuruluşlarının geçmiş yıllardan beri gerek burs vermek suretiyle ve gerekse özel kanunlarındaki hükümler uyarınca açtıkları mesleki okullarda yatılı olarak okutulan öğrenciler bulunmaktadır. Bu hükümler gereğince 1994 1995 öğretim yılında da yeni öğrenciler alınmıştır. Burslu veya kendi özel okullarında okutulan öğrenciler ilgili kuruluşların belirli ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Diğer taraftan Devlet bu öğrencilere angaje olmuş durumdadır. Bu konunun tasarıda yer aldığı şekilde düzenlenmesi Devlet ciddiyetiyle ve hukuk Devleti anlayışıyla bağdaştırılamaz. Bu tutum hizmet akışını menfi yönde etkileyeceği gibi toplumsal problemlerinde doğmasına sebebiyet verecektir. Bu sebeplerle de 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 50. maddesinin (c) fıkrasında yer alan hükmü, 1994 1995 öğretim yılında ve daha önceki öğretim yıllarında burs verilen ve özel kanunlarına göre kurulmuş bulunan okullara alınmış bulunan öğrencilerin müktesep haklarını zedeleyerek hukuk Devleti anlayışıyla, yine Anayasamızın ikinci maddesinde ifadesini bulan sosyal devlet ilkesiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Diğer taraftan Anayasanın 123. maddesi esasları dahilinde idare kanunla kurulur. Bakanlıkların kuruluş esasları da yine kaynağını Anayasanın 113. maddesiyle 123. maddesinden alan 3046 sayılı bakanlık ve idarelerin kuruluş ve görev esaslarını belirleyen kanunla, bu kanun ve mezkur Anayasa hükümleri muvacehesinde yürürlüğe konulan Kamu Kuruluşlarının teşkilat ve görev kanunlarında, kuruluşların teşkilatlanma esasları, il, ilçe ve bölge kuruluşlarının nasıl teşekkül ettirileceği ve ayrıca bu kanunlarda kimlerin kimlere hangi hal ve şartlarda yetki devrinde bulunacağı açık olarak düzenlenilmiştir. Maliye Bakanlığına veya Maliye Bakanına bu kanunlarla tanınan bir yetki yoktur. Maliye Bakanlığı bir başka kuruluşun içerisinde yetki devrine müdahalede bulunamaz. Bütçe kanununa bu yönde bir hüküm konulamaz. Yasama organına ait yetkileri sınırlayıcı nitelikte hükümler keza bütçe kanunlarında yer alamaz. 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 59, 62 ve 65. maddelerindeki bu yoldaki düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğu düşünülmektedir. Bütün bu sebeplerle 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan hükümlere bakıldığında, 4. maddesinin (b) fıkrasında; 12. maddesinin (b), (c) ve (d) fıkralarında; 14., 15., 32., 33., 38., 39., 40. maddelerinde; 41. maddesinin son fıkrasında; 47. maddesinin (f) fıkrasında; 48. maddesinin (b) ve (d) fıkralarında; 49. maddesinin (b) fıkrasında; 50. maddesinin (c), (e), (f) ve (g) fıkralarında; 55., 59., 62., 65., 66., 67. ve 72. maddeleriyle (K) cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrasında yer alan hükümlerin Anayasanın 2., 6., 7., 10., 55., 56., 73., 87., 88., 89., 90., 128., 153., 161. ve 162. maddelerinde yer alan ilke ve esaslara aykırı olduğu gerekçesiyle iptali gerektiği düşünülmektedir. C 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanunu ile düzenlenen muhtelif maddelerinin Anayasanın maddeleri itibariyle Anayasaya aykırılıkları: 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 14, 15, 32, 33, 38, 39, 40, 55, 59, 62, 65, 66, 67 ve 72. maddeleriyle 4. maddesinin (b); 12. maddesinin (b), (c) ve (d); 41. maddesinin son; 47. maddesinin (f); 48. maddesinin (b) ve (d); 49. maddesinin (b) ve 50. maddesinin (c), (e), (f) ve (g) fıkralarıyla (K) cetvelinin I Ek Ders Ücreti Bölümünün (D) fıkrası Anayasanın 2, 6, 7, 10, 55, 56, 73, 87, 88, 89, 90, 128, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırılığı: 1 Anayasanın 2, 6, 7, 87, 88 ve 89. maddelerine ayrılık:Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 7 Anayasamızın 2, 6, 7. maddelerinde ifadesini bulan Türkiye Cumhuriyetinin sosyal bir hukuk devleti, 6. maddesindeki egemenlik hakkının ve yetkisinin Anayasanın koyduğu kurallar içerisinde yine Anayasanın yetkili kıldığı organları eliyle kullanılır hükmü yanında yasama yetkisinin devredilemeyeceğini öngören 7. maddesiyle 87. maddesi kanun koyma, kaldırma veya değiştirme yetkisini yine 88 ve 89. maddelerinde öngördüğü usul ve esaslar dahilinde Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir. Anayasanın bu kuralları içerisinde yürürlüğe konulmuş bulunan ve her biri ayrı bir hizmet alanını düzenleyen bir çok kanunun muhtelif madde veya hükümlerini Anayasanın yukarıda zikredilen maddelerinde öngörülen esas ve usullere uyulmaksızın ve Cumhurbaşkanının da veto yetkisini aşacak bir tarzda bütçe kanunu ile düzenlemek suretiyle bir çok kanunun bir çok maddesini tadil eden veya askıya alan bir yol izlemek, 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun iptal davasına konu edilen ve yukarıdaki bölümlerde sayılan madde ve fıkralarının tamamının Anayasanın 2, 6, 7, 87, 88, 89, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırı olduğu kuşkusuzdur. Zira Anayasanın 153. maddesi Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı olduğunu ve bütün organları, yasama, yargı organlarıyla idare makamlarını Anayasa Mahkemesi kararlarına uymakla yükümlü kıldığı halde ve geçmiş yıllarda bütçe kanunlarına Anayasanın 161. maddesinde yer alan bütçe kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz şeklindeki amir hükmü muvacehesinde Anayasanın bu hükmüne aykırı olarak bütçe kanunları ile yapılan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesince defaatle iptal edilmiş olduğu gözönünde bulundurulursa 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan ve yukarıdaki bölümlerde arzedilen hükümlerin Anayasanın bu hükümlerine de aykırı bulunduğu açık olup iptali gerektiği düşünülmektedir. 2 Anayasanın 10, 55, 56, 73 ve 128. maddelerine aykırılık : 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 14, 15. maddeleriyle 41. maddesinin son fıkrası, 47. maddesinin (f) fıkrası ile 48. maddesinin (b) ve (d) fıkraları ile (K) cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrası Anayasanın yukarıda sayılan maddeleri yanında 10, 55, 56, 73 ve 128. maddelerine de aykırıdır. Zira Anayasanın 10. maddesi hiç bir kişiye veya zümreye ayrıcalık tanınamayacağını, 55. maddesi ücrette adaleti, 56. maddesi sosyal devlet anlayışı içinde herkesin sağlığının devletçe korunacağı, 73. maddesi herkesin gücü oranında vergi mükellefi olacağı ve bu mükellefiyetin kanunla düzenleneceğini, 128. maddesi de devlet memurlarının hak ve yükümlülükleriyle aylık ve diğer özlük haklarının kanunla düzenlenmesini öngördüğü halde 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun bu bölümde sayılan maddeleriyle bir kısım gelirlerden vergi alınmayacağı öngörülerek vergi mevzuatı, eşitlik ilkesini de zedeleyecek tarzda değiştirilmektedir. Bazı kuruluşların personeline Devlet Memurları Kanununda öngörüldüğünün aksine ayrıcalıklı bir biçimde fazla çalışma ücreti ödemesini veya Gümrük Kanunu hükümlerine göre elde edilen gelirlerden, hakkı da olmadığı ve bu alanda bir görev ve sorumluluğu da bulunmadığı halde yine ayrıcalıklı olarak ödeme yapılmasını öngörmektedir. Bu düzenlemeler Anayasanın yukarıda sayılan maddelerine aykırı olup iptali gerektiği düşünülmektedir. Diğer taraftan Devlet Memurlarının tedavilerinde uygulanacak usul ve esaslar dava dilekçemizin (A) ve (B) bölümlerinde arzedildiği üzere ilgili mevzuatında sosyal devlet anlayışı içerisinde düzenlenmiştir. Bu defa bütçe kanununun 14. ve 15. maddeleriyle asli kanunlarındaki hükümler askıya alınarak bu konularda Maliye Bakanlığı yetkili kılınmaktadır. Bu düzenlemeyi Anayasanın 56. maddesiyle birlikte 128. ve (C) bölümünde zikrettiğimiz diğer Anayasa kurallarıyla bağdaştırmak mümkün görülmemektedir.Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 8 Dolayısıyla 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun bu maddelerinin Anayasanın yukarıda sayılan maddeleri yanında bu bölümde beyan edilen maddelerine de aykırı olduğu ve iptali gerektiği düşünülmektedir. 3 Anayasanın 90. maddesine aykırılık: 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 38, 39 ve 40. maddeleri uluslararası kuruluşlarla, yabancı ülkelerle anlaşmaları düzenlemektedir. Oysa uluslararası anlaşmaların nasıl yapılacağı Anayasanın 90. maddesiyle ve bu maddeye uygun olarak düzenlenmiş bulunan 31.5.1963 tarih ve 244 sayılı kanunla düzenlenmiştir. Dolayısıyla bütçe kanununun bu üç maddesinin Anayasanın yukarıda arzedilen diğer hükümleri yanında 90. maddesine de aykırı olduğu ve iptali gerektiği düşünülmektedir. Zira Anayasanın 90. maddesinin hükümete dahi tanımadığı yetkiler mezkur maddeler yerine göre sadece bir bakana veya bir bürokrata tanınmaktadır. Bu düzenleme Anayasa kurallarını aşmak suretiyle aykırılık teşkil etmektedir. 4 Anayasanın 153. maddesine aykırılık : Bilindiği üzere Anayasanın 153. maddesi Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama, yargı ve yürütme organlarıyla idare makamlarını bağlayacağını amir bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin, gerek Anayasanın bu maddesi ve gerekse 161 ve 162. maddelerinde yer alan kuralları muvacehesinde bütçe kanunlarına konulan ve fakat bütçe ile ilgili bulunmayan hükümlerini bir çok defa iptal etmiş olması karşısında idarenin ve yasamanın bu kararlara uymadığı görülmektedir. Böylece de Anayasanın 153. maddesindeki kural askıya alınmış olmaktadır. Bu sebeple 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun dava konusu edilen madde ve fıkraları Anayasanın yukarı bentlerde arzedilen hükümleri yanında 153. maddesine de aykırılığı kuşkusuz olup iptali gerektiği düşünülmektedir. 5 Anayasanın 161 ve 162. maddelerine aykırılık : Anayasanın 161 maddesi Bütçe Kanununa bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamayacağını amir bulunmaktadır. Bütçe ile ilgili hükümler deyimi mali nitelikte kurallar anlamında olmayıp doğrudan doğruya bütçenin uygulamasını kolaylaştırıcı ve açıklayıcı nitelikte hükümler olarak alınmaktadır. Bu husus Anayasa Mahkemesinin bir çok iptal kararlarında da zikredilmektedir. Başka, başka kanunların konusu olan düzenlemelerin bütçe kanunlarına konulamayacağı, gerekli görülüyorsa ilgili mevzuatında ihtiyaç duyulan düzenlemelerin usulüne göre çıkarılacak kanunlarla yapılması gerektiği yolunda müesses kararları vardır. Diğer taraftan Anayasanın 162. maddesi Bütçe Kanununun görüşülmesini diğer kanunlardan ayrı olarak düzenlemiş ve keza Cumhurbaşkanına diğer kanunlarda olduğu gibi veto hakkı tanımamıştır. Yani Bütçe Kanunu dışında kalan kanunların denetim yollarının bir kısmı bütçe kanunları için geçerli değildir. Cumhurbaşkanının veto yetkisine tabi olan bir kanunun veya bir maddesinin bütçe kanunlarıyla değiştirilmesi bu denetiminden kaçmayı oluşturur ve Anayasanın 88 ve 89. maddesinde yer alan kurallarına aykırılık oluşturur. Dolayısıyla 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan ve iptali için başvurduğumuz maddeleri yukarıdaki bölümlerde arzedilen Anayasa kuralları yanında 161 ve 162. maddelere de aykırılık teşkil etmekte ve iptal edilmesi gerektiği kanaatını taşımaktayız.Esas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 9 SONUÇ VE İSTEM : 28.12.1994 tarihli ve Mükerrer 22155 sayılı Resmî Gazete ile yayımlanmış bulunan 23.12.1994 tarihli ve 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununda yer alan ve Anayasanın 2, 6, 7, 10, 55, 56, 73, 87, 88, 89, 90, 128, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırı olduğu, geçmiş yıllar bütçelerinde de yer almaları dolayısıyla yüksek mahkemenizce de müteaddit defalar iptal edilmiş olmaları sebebiyle kuşkusuz olan 14, 15, 32, 33, 38, 39, 40, 55, 59, 62, 65, 66, 67 ve 72. maddeleriyle 4. maddesinin (b); 12. maddesinin (b), (c) ve (d); 41. maddesinin son; 47. maddesinin (f); 48. maddesinin (b) ve (d); 49. maddesinin (b) ve 50. maddesinin (c), (e), (f) ve (g) fıkralarıyla (K) cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrasında yer alan hükümlerinin; 1 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun mezkur maddelerinin; düzenledikleri konu ve alanlarla ilgili olarak mer'i mevzuatımızda gerekli ve yeterli hükümlerin bulunması sebebiyle iptal edilmeleri halinde hukuki bir boşluk doğmayacağı gibi kanun koyucunun gerçek iradesiyle tedvin edilmiş asli kanun hükümlerine dönülmüş olacağından yürütmelerinin durdurulması, 2 İptal gerekçelerimiz bölümünde açıklanan sebeplerle 23.12.1994 tarihli ve 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 14, 15, 32, 33, 38, 39, 40, 55, 59, 62, 65, 66, 67 ve 72. maddeleriyle 4. maddesinin (b); 12. maddesinin (b), (c) ve (d); 41. maddesinin son; 47. maddesinin (f); 48. maddesinin (b) ve (d); 49. maddesinin (b); 50. maddesinin (c), (e), (f) ve (g) fıkralarıyla (K) cetvelinin I Ek Ders Ücreti bölümünün (D) fıkrasında yer alan düzenlemelerin Anayasanın 2, 6, 7, 10, 55, 56, 73, 87, 88, 89, 90, 128, 153, 161 ve 162. maddelerine aykırı bulunmaları sebebiyle iptali, talebinden ibaret olup Anamuhalefet Partisi (Anavatan Partisi) Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu adına bu istikamette karar verilmesini arz ve talep ederiz. 20.1.1995 günlü, ek dava dilekçesinde de şöyle denilmektedir: 2.1.1995 tarih ve 23/95/427 sayılı iptal başvurumuzda yer alan gerekçeler de de izah edildiği gibi kanun yapma yetkisi T.B.M.M.nin'dir. Anayasanın 88 ve 89. maddeleri kanunların teklif edilme ve görüşme usul ve esasları ile yayımlanmasına ilişkin hususları düzenlemiştir. 162. maddesi ise kanunlardan ayrı olarak Bütçe Kanunlarının görüşme usul ve esaslarını öngörmüştür. Bu iki ayrı düzenleme de göstermektedir ki kanunlarla, bütçe kanunlarının görüşme usul ve esasları birbirlerinden farklıdır. Bir başka farklılık ise, Cumhurbaşkanına tanınan veto yetkisi konusundadır. Anayasanın 88, 89. maddelerine göre yapılan kanunlarda Cumhurbaşkanına tanınan veto yetkisi, 162. madde çerçevesinde görüşülen Bütçe Kanunları için söz konusu değildir. Ayrıca değişik kanunlarda yer alan hükümleri tadil edecek mahiyetteki düzenlemelerin bütçe kanunları ile yapılması Anayasanın 161. maddesindeki Bütçe Kanununun bütçe ile ilgili hükümler dışında hiç bir hüküm konulamaz hükmüne de aykırıdır. Anayasanın 153. maddesi ise Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesini emretmektedir. Geçmiş yıllarda yapılan benzeri düzenlemelerin yüce mahkeme tarafından iptal edilmiş olmaları karşısında idarenin bu iptal kararlarına uyma zorunluluğu mevcuttur. 28 Aralık 1994 tarih ve 4061 sayılı 1995 Mali Yılı Bütçe Kanununun 6. maddesine Plan ve Bütçe Komisyonunda eklenen bir fıkra ile Kamu Kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına ilgili mevzuatı gereğince genel bütçe gelirlerinden her ne ad ile olursa olsunEsas Sayısı : 1995/2 Karar Sayısı : 1995/12 10 aktarılan paraların, veriliş amacına uygun olarak harcanıp harcanmadığını incelemeye, amacına uygun harcama yapmadığı tesbit edilen kuruluşa aktarılacak tutarları gerektiğinde kesmeye ve durdurmaya Maliye Bakanı yetkilidir hükmü getirilmiştir. Anılan fıkrada adı söylenilmemekle birlikte kastedilen Kamu Kurumu Niteliğindeki Meslek Kuruluşları Türkiye Barolar Birliği ve Barolardır; Çünkü Maliye Bakanlığından kendilerine para aktarılan başkaca kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu bulunmamaktadır. Bilindiği üzere CMUK'nun 146. maddesi uyarınca Baro tarafından tayin edilen müdafilere ödenecek ücretler için Maliye Bakanlığınca Türkiye Barolar Birliği hes | 4,414 |
Esas Sayısı:1976/42 Karar Sayısı:1977/46 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ ÖZETİ : l Türkiye Cumhuriyeti bir Sosyal Hukuk Devletidir. Sosyal sınıflar arasında adil bir dengenin bulunmasında ve bu dengenin sürekliliğinin sağlanmasında üstün hukuk kuralları egemen olmalıdır. Kazanılmış hakkın korunması bu kuralların başında gelir. Böylece hukuk düzeninde kararlılık kurulabilir. İtiraz konusu hüküm bu ilkeleri zedelemektedir. 2 Anayasa'nın 40. maddesinde : Devlet, Özel teşebbüslerin millî iktisadın gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlilik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır. buyruğu yer almıştır, itiraz konusu kural bu buyruğa aykırıdır. Çünkü, böylece Devletin korumakla zorunlu olduğu özel girişimler güvenden yoksun, gelecekte çıkarılacak yasalarla kararlı çalışabilmekten endişeli bir hale getirilmişlerdir. 3 1927 sayılı Yasa Tasarısının Cumhuriyet Senatosundaki görüşmelerde Anayasa ve İçtüzüğe aykırı işlemler olmuştur. Bu nedenle Yasa biçim yönünden de aksaktır. Görüşmelerde Bütçe ve Plân Komisyonu raporu esas alınması gerekirken, Sağlık ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu esas alınmıştır, içtüzüğün 19. maddesine ve Anayasa'nın 85. maddesine aykırı işlem yapılmıştır. | 153 |
Esas Sayısı: 1993/27 Karar Sayısı : 1993/57 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Danıştay Altıncı Dairesi'nin 21.4.1993 günlü, Esas: 1992/1437 sayılı kararı aynen şöyledir: Adana Büyükşehir Belediyesinde Mülkiye Baş Müfettişince yapılan bir soruşturma sırasında düzenlenen rapor doğrultusunda 12.10.1990 günlü, 183 sayılı Belediye Meclisi kararı ile kabul edi len imar planı değişikliğinin 1580 sayılı Yasanın 74. maddesine göre iptali talebiyle dosyanın Danıştay'a gönderildiği ve anılan planın Danıştay Birinci Dairesince iptaline karar verilmesinden sonra, söz konusu karar gereğinin yerine getirilmesinin belediyeye bildirilmesi üzerine, belediye tarafından planın iptaline ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davaya ait dosya incelendi: 1580 sayılı Belediye Kanununun 74. maddesinde Adi ve fevkalade içtimalar haricinde veya vazife ve selâhiyeti kanuniye hilafına veya Devlet kanun ve nizamnamelerine mugayir olarak ittihaz olunan mülhakat meclisi kararları valinin talebi üzerine vilayet idare heyeti tarafından, vilayet merkezi olan mahallerde Dahiliye Vekilinin talebi üzerine Devlet Şurasınca tetkik olunarak tasdik veya iptal olunur. kuralı yer almaktadır. Anayasanın 125. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu belirtilmiş, 155. maddesinde ise Danıştay'ın, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olduğu, kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakacağı, Danıştay'ın, davaları görmek, Başbakan ve Bakanlar Kurulunca gönderilen kanun tasarıları hakkında düşüncesini bildirmek, tüzük tasarılarını ve imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerini incelemek, idari uyuşmazlıkları çözümlemek ve kanunla gösterilen diğer işleri yapmakla görevli bulunduğu açıklanmıştır. Öte yandan 2575 sayılı Danıştay Kanununun Birinci Dairenin görevlerini belirleyen 42. maddesinin (1) bendinde, Belediye Kanunu ile Danıştay'a verilip idari dâvaya konu olmayan işleri inceleyerek gereğine göre karara bağlayacağı veya düşüncesini bildireceği belirtilmiş bulunmaktadır. Danıştay Kanununun 42. maddesinin yukarıda yer alan hükmü ile Danıştay Birinci Dairesine verilen görevlerin Anayasanın 155. maddesindeki Kanunla gösterilen diğer işleri kapsadığı ve söz konusu görevlerin yargısal nitelik taşımayıp, idari görevler olduğu sonucuna varılmaktadır. Olayda ise, davaya konu olan imar planı değişikliği Danıştay Birinci Dairesinin kararı ile 1580 sayılı Yasanın 74. maddesine göre iptal edilmiştir. Hal böyle olunca, artık yargı kararı niteliğini kazanan bu kararın iptal davasına konu edilmesi mümkün olmamaktadır. Hukuk devletinin başlıca amacı, kamu gücü karşısında kişinin hak ve özgürlüklerini korumaktır. Bu amaca ulaşabilmek için kullanılan araçlar aynı zamanda hukuk devleti kavramının ögeleridir. Bunlardan en önemlileri devletin değişik işlevlerinin ayrı organlar eliyle yürütülmesi anlamına gelen kuvvetler ayrılığı ilkesi bağlamında idarenin hukuka bağlılığı ile zarar verici işlem ve eylemlerinden sorumlu tutulması ve yargı güvencesidir. Hukuk devle tinde, yönetimin tüm eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğu zorunlu dur. Bu nedenle hukuk devletinin vazgeçilmez koşullarından birisi İdarenin yargısal denetimidir.Esas Sayısı: 1993/27 Karar Sayısı : 1993/57 2 İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır kuralıyla Anayasa'nın amaçladığı işte bu etkili yargısal denetimdir. Bu denetimin en önde gelen araçlarından birisi de iptal davasıdır. İptal davası sonucunda verilecek olan hüküm ile dava konusu işlem iptal edildiği takdirde bütün sonuçları ile birlikte tesis edildiği andan başlayarak hukuk aleminden çıkarılırken, davanın reddi halinde ise işlemin hukuka uygunluğu yargısal bir kararla vurgulanmış olur. Bununla birlikte, 1580 sayılı Yasanın metni yukarıda yazılı 74. maddesi ile Danıştayca incelenerek tasdik veya iptal olunacağı öngörülen belediye meclisi kararlarının Birinci Dairece incelenmesinin yargısal denetimden geçmesi gerekli bir idari işleme karşı açılan davanın yargısal karar vermeye yetkisi bulunmayan anılan dairece karara bağlanması suretiyle yargı yolunun kapatılması sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Bu durumda 1580 sayılı Yasanın 74. maddesinde Devlet Şurasınca tetkik olunarak ifadesinden sonra gelen tasdik veya iptal olunur. sözcüklerinin yargı denetiminin ortadan kaldırılması sonucunu doğurması nedeniyle bu sözcüklerin Anayasanın 125. madde sine aykırı olduğu kanısına varıldığından, iptal istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına ve işin esasına ilişkin verilecek kararın Anayasa Mahkemesi kararının yayınlanmasına kadar ertelenmesine 21.4.1993 gününde oybirliğiyle karar verildi. | 596 |
Esas Sayısı : 2016/139 Karar Sayısı : 2016/188 1 “Estonya/Tallin Büyükelçiliğinde konsolosluk ve ihtisas memuru statüsünde ikinci katip olarak görev yapan davacı … tarafından, hakkında düzenlenen 2014 yılı 1. Dönem Performans Değerlendirmesi ile bu işlemin dayanağı olan 14/05/2012 tarihli Bakan Olur'u ile yürürlüğe giren Dışişleri Bakanlığı Personeli Performans Değerlendirme Yönergesinin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Dışişleri Bakanlığına karşı açılan davada; Danıştay Beşinci ve Onaltıncı Dairesi Müşterek Heyetince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 27/10/2015 günlü, E:2015/1674 sayılı karara, davacının itiraz etmesi üzerine oluşturulan dosya incelendi: 657 sayılı Devlet Memurları Kanunun “Başarı, üstün başarı değerlendirmesi ve ödül” başlıklı 122. maddesinde; “Görevli oldukları kurumlarda olağanüstü gayret ve çalışmaları ile emsallerine göre başarılı görev yapmak suretiyle; kamu kaynağında önemli ölçüde tasarruf sağlanmasında, kamu zararının oluşmasının önlenmesinde ve önlenemez kamu zararlarının önemli ölçüde azaltılmasında, kamusal fayda ve gelirlerin beklenenin üzerinde artırılmasında veya sunulan hizmetlerin etkinlik ve kalitesinin yükseltilmesinde somut olaylara ve verilere dayalı olarak katkı sağladıkları tespit edilen memurlara, merkezde bağlı veya ilgili bakan, illerde valiler, ilçelerde kaymakamlar tarafından başarı belgesi verilebilir. (Ek cümle: 22/5/2012 6318/44 md.) Türk Silahlı Kuvvetlerinde (Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı hariç) görevli Devlet memurları için Millî Savunma Bakanı bu yetkisini devredebilir. Üç defa başarı belgesi alanlara üstün başarı belgesi verilir. Üstün başarı belgesi verilenlere, merkezde bağlı veya ilgili bakan ve illerde valiler tarafından uygun görülmesi hâlinde en yüksek Devlet memuru aylığının (ek gösterge dâhil) % 200’üne kadar ödül verilebilir. Bu maddeye göre bir malî yıl içinde ödüllendirileceklerin sayısı, kurumun yılbaşındaki dolu kadro mevcudunun binde onundan, Gümrük Müsteşarlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü kadroları için binde yirmisinden fazla olamaz. Yıl içinde ödüllendirilen personel sayısı kurumlarınca izleyen yılın Ocak ayı sonuna kadar Devlet Personel Başkanlığına bildirilir. Kamu kurum ve kuruluşları yürütmekte oldukları hizmetlerin özelliklerini göz önünde bulundurarak memurlarının başarı, verimlilik ve gayretlerini ölçmek üzere, Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınmak kaydıyla, değerlendirme ölçütleri belirleyebilir.” hükmüne yer verilmiştir. Anılan hükme istinaden, Dışişleri Bakanlığının merkez ve taşra teşkilatlarında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi olarak çalışan Devlet memurlarının mesleki yeterlilik ve yetkinliklerinin nesnel, etkin ve mukayeseli bir şekilde değerlendirilmesi için performans değerlendirme sisteminin oluşturulması ve uygulanmasına ilişkin usul ve esasları düzenlemek üzere dava konusu Dışişleri Bakanlığı Personeli Performans Değerlendirme Yönergesi 14/05/2012 tarihli Bakan Olur'u ile yürürlüğe girmiş olup, Yönergenin 3. maddesinde dayanak olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 122. maddesinin 4. fıkrasının gösterildiği anlaşıldığından, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 122. maddesinin 4. fıkrasının uyuşmazlıkta uygulanacak kural haline geldiğinde kuşku bulunmamaktadır.Esas Sayısı : 2016/139 Karar Sayısı : 2016/188 2 Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini, 7. maddesi ise yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğunu ve bu yetkinin devredilemeyeceğini düzenlemektedir. Anayasanın 128. maddesinin ikinci fıkrasında da memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin Kanunla düzenleneceği kurala bağlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri olan hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin “Başlangıçla belirtilen temel ilkelere dayanan bir Devlet olduğu vurgulanmış, 176. maddesi ile Anayasa metni içinde olduğu açıklanan “Başlangıç” bölümünde ise, güçler ayrılığı ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke gereği yasama, yürütme ve yargı, bu yetkileri kullanacak organlar olarak belirlenmiş: Anayasa'nın 7. maddesinde; Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılacağı ve devredilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu kural karşısında, Anayasa'da yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa'da öngörülen ayrık durumlar dışında, yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemeyeceği açıktır. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının, Anayasa'nın 7. maddesine uygun olabilmesi için, temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekmektedir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırları çizmeden, yürütmeye düzenleme yetkisi veren bir kuralın, Anayasa'nın 7. maddesine aykırı düşeceğinde kuşku bulunmamaktadır. Yasa ile yetkilendirme Anayasanın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmeyeceği gibi, yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi de 7. maddenin bu şekilde değerlendirilmesini ve uygulamaya geçilmesini gerektirir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 122. maddesinin 4. fıkrasında yer alan düzenlemeye bakıldığında ise, memurların başarı, verimlilik ve gayretlerini ölçmek üzere, değerlendirme ölçütleri belirleme bu konuda düzenleme yapma yetkisi bütünüyle yürütme organına bırakılmıştır. Yasama organı tarafından, temel ilkeleri koyulmadan, çerçevesi çizilmeden, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı düzenleme yetkisinin yürütme organına bırakılması, Anayasanın 128. maddesine aykırı olduğu gibi, yasama yetkisininEsas Sayısı : 2016/139 Karar Sayısı : 2016/188 3 devredilemeyeceğine ilişkin Anayasanın 7. maddesine ve sonuçta Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı bulunmaktadır. Sonuç olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 122. maddesinin 4. fıkrasının, düzenleme yetkisinin bütünüyle yürütme organına bırakılmış olması nedeniyle Anayasanın 2., 7., 128. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, o davada uygulanacak bir yasanın Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini düzenleyen 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 40. maddesinin birinci fıkrası gereğince, 657 sayılı Kanun'un 122. maddesinin 4. fıkrasının Anayasa'nın 2., 7., ve 128. maddesine aykırı olduğu kanısına ulaşılması nedeniyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, bu kuralın Anayasa'ya aykırılığı ve uygulanması durumunda giderilmesi güç ve olanaksız zararlar doğabileceği gözetilerek esas hakkında bir karar verilinceye kadar yürürlüğünün durdurulmasının istenilmesine, dosyada bulunan belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 08/02/2016 gününde oyçokluğu ile karar verildi.” | 977 |
Esas Sayısı : 2002/92 Karar Sayısı : 2004/25 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Bergama Asliye Ceza Mahkemesi'nin 17.4.2002 günlü başvuru kararı şöyledir: Bergama C. Başsavcılığının 16.9.1999 tarih 1999/544 Esas sayılı iddianamesi ile mahkememize kamu davası açılmış sanıkların yargılamasının yapılarak TCK 64/1 madde aracılığı ile 556 Sayılı Markaların Korunmasına Dair KHK'de değişiklik yapan 4128 sayılı Kanunun 6 l/b maddesi uyarınca cezalandırılmaları talep edilmiştir. C. Savcısı mütalaasında Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 3.12.2001 tarih 4709 S.Y.nın 15. maddesi ile 32. maddesine eklenen 7. fıkrasında hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir hükümlülüğü yerine getirmemesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz hükmü getirilmiştir. 556 S. KHK'nin 61/A C maddesinin Anayasanın 38. maddesine 4709 S. Y.nın 15. maddesi ile eklenen 7. fıkrasının son cümlesine aykırı olduğunu belirtmiştir. Sanıklar hakkında her ne kadar iddianamede 556 Sayılı Markaların Korunması Hakkındaki Kanun Hükmünde Kararnamenin 4128 sayılı Kanunla değişik 6l/b maddesine göre kamu davası açılmışsa da; sanıkların eylemlerinin adı geçen Kanunun 61. maddesinin (d) bendinde marka sahibi tarafından sözleşmeye dayalı lisans yoluyla verilmiş hakları izinsiz genişletmek veya bu hakları 3. kişilere devir etmek şeklinde düzenlenen fiiline uygun düştüğü yine adı geçen Kanun Hükmünde Kararnamenin kanunla değişik ceza maddesi 61/A C maddesine göre hukuki tavsifin yapılması gerektiği ve bu maddede sanıklara 2 yıldan, 4 yıla kadar hapis ve 600.000.000. TL.den 1 milyara kadar para cezasının öngörüldüğü, dolayısıyla sanıklara yapılan isnadın bu madde kapsamında kaldığı kabul edilmiştir. Bu sebeple sanıklara ek savunma hakkı tanınması yönüne gidilmiştir. Ceza Hukukunun bir fonksiyonunda, diğer branşlardaki hukuki ilişkilerin hukuka uygun bir biçimde gelişmesini sağlayabilmek için, kendi sert müeyyidelerinden bu hukuk branşlarını da yararlandırmak olduğu ceza müeyyidesine başvuran bu hukuk branşları günümüzde öylesine çoğalmıştır ki adeta bu branşlar sayısınca ceza hukukunun özel bir takım kısımlarının ortaya çıktığı herkesçe bilinmektedir. Konumuzla ilgisi olması nedeniyle Ticari Ceza Hukuku terimi, ticaret hayati ile bir suretle ilişkisi olupta, ceza müeyyidesi ile korunan bütün hukuk kaidelerini kapsamına almaktadır. Böyle bir anlayış içerisinde vergi suçları, iş kanunları, sosyal sigortalar kanunlarında yer alan suçlar, bankalar kanunu, markalar kanunu gibi birçok kanunda düzenlen suçlar hep bu kategoriye girmektedir. Yine bu görüş sonucudur ki, ekonomik suçlar hukuki açıdan ticari ve sınai bir işletmenin ticarî işlerinin hukuka uygun bir tarzda cereyan etmesi ve sözü geçen işletmenin bu işlerden doğan menfaatlerinin korunması maksadı ile cezalandırılan ve sadece böyle bir işletme mensupları tarafından islenilebilen fiiller şeklinde, doktrinde tarif edilmiştir. (S. Erman, Ticari Ceza Hukuk, 1 Genel kısım. Sh. 4). XIX yüzyılın kapitalizmi, liberal ekonomi esaslarına sadık kalarak, çalışma ve ticaret hayatını tamamı ile özel hukuk alanına bırakmış, sadece bu alana vaki hukuka aykırı tecavüzleri ceza tehdidi altına almakla yetinmiştir. Bu sebepledir kî, ceza müeyyidesine iktisadi ve ticari alanda ihtiyaç varsada, bunu kullanmakta büyük bir dikkat ve itina gösterme ve bu müeyyideleri sağlam nazari temellere dayandırmak gerekir. Herhalde nazari esaslardan yoksun ya da genel prensiplere sırt çeviren ya da yönetimle adliye arasında gerekli iş birliğini kurmayan bir tatbikat semere veremez yahutEsas Sayısı : 2002/92 Karar Sayısı : 2004/25 2 sakat neticelere götürür. Herhalde, kazanç maksadıyla işlenen ticari suçlarda, en uygun müeyyidenin hürriyeti bağlayıcı cezalar olmayıp ticarî faaliyetten men ve para cezaları olduğu ve nispi para cezalarına üstünlük vermenin yerinde olacağını göz önünde tutmak gerekir. Bütün bunlara rağmen, bazı prensipleri ihmal etmek ve bir kenara atmak caiz değildir. Bir hukuk dalı, ceza hukukuna başvuruyorsa bu hukukun kaidelerini ve ana prensiplerini kabul etmek zorundadır. Ceza Hukukunun bir kısmı olur ve ceza hukukuna has ana prensiplere uygun bir biçimde tefsir ve tatbik edilir. Bu konuda yaşama yetkisinin de suistimal edilmekte olduğu göze çarpmaktadır. Ekonomik suçlarla mücadele için süratle hareket etmenin zorunlu olduğu bahanesiyle, kanun hükmünde olan ya da olmayan kararnamelerle bu alanın düzenlenmesine gidilmekte, meclisin bu konuda yasama fâaliyetini yerine getirmek hususunda ehliyeti ve yetkisi elinden alınmaktadır. Halbuki ceza hukuku alanında yasama organının verdiği yetki ferdi hürriyetin en temel bir prensibi ile açık çelişki halindedir. Gerçekten her suç ferdin suç haline getirilmiş olan fiili işlemek hürriyetini ortadan kaldırır ve sınırlar. Suç konusu olayda olduğu şekilde, suç konusu fiil 556 sayılı KHK.nin 61. maddesinde düzenlenmiş, kanuni bir düzenleme yapılmamıştır. Ancak müeyyidesi ise kanunla 61/A C maddesinde öngörülmüştür. Anayasanın 38. maddesinde ifâdesini bulan suç ve cezada kanunilik prensibi ihmal edilmiştir. Bu şekildeki yolun kabul edilmesi halinde çok daha sakıncalı ve tehlikeli olduğu şüphesizdir. Çünkü bu şekildeki bir atıf yetki devrine müncer olmakta, yürütme organına dilediği fiili suç hâline getirmek yetkisini veren beyaz hükümler ihtiva etmektedir. Bu şekildeki ikili durumda, suç konusu fiilin yürütme organının tanzim tasarruflarını ile suç ihda etmesine imkan tanımaktadır. Ancak bu durum, Anayasanın 7. maddesinde belirtildiği üzere TBMM'nin yasama yetkisinin başka bir organa devredileceği ve 13. maddesindeki temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla tahdit edilebileceğine, yine 33. maddesinde öngörülen suçların kanunla konulacağı ve 64. maddesindeki kanun yapmak yetkisinin TBMM'ne tanıdığı ve 91. madde KHK ile suç ihdas edilemeyeceği yönündeki Anayasa kurallarının ihlal anlamına gelmekte ve bu nedenle Anayasaya aykırı sayılmasını gerektirmektedir. Ayrıca yukarıda sayılan hususlardan başka, 17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 38. maddesine eklenen son fıkra uyarınca Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz hükmü ile getirilen düzenlemeye de iptali istenen KHK hükümleri aykırı bulunmaktadır. Söz konusu suç, sözleşme hukukundan doğmakta, sözleşmede öngörülen yükümlülük ihlalinden kaynaklanmaktadır. Sözleşmeden doğan borçlar kapsamına, para borcu, bir şeyi verme, yapma, yapmama gibi taahhütler de girmektedir. Buna göre, Anayasanın 38. maddesi sözleşmeden kaynaklanan borcunu yerine getirilmemesi durumunda hürriyetin kısıtlanamayacağı öngörülmekle, bu duruma engel olunmak istenmiştir. Dolayısıyla yeni değişiklikle getirilen düzenlemeye aykırılık söz konusu olmaktır. HÜKÜM yukarıda yazılı nedenlerle: Belirtilen nedenlerle 556 Sayılı Kamın Hükmünde Kararnamenin 6l. maddesinin (d) bendi ile buna dayalı olarak 4128 sayılı Kanunla değişik 61/A C maddesi, Anayasanın 7 13 33 38 64 ve 91. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varıldığından 2949 sayılı Yasanın 28. maddesinde öngörülen belgelerle birlikte Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasanın 152/1 maddesi gereğince Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına l7.4.2002 tarihinde karar verildi.Esas Sayısı : 2002/92 Karar Sayısı : 2004/25 3 | 969 |
Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: '1 5018 Sayılı Kanun'un 8 inci Maddesindeki 'yetkili kılınmış mercilere' İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 5018 sayı ve 10.12.2003 tarihli Kanunun 8 inci maddesinde 'hesap verme sorumluluğu' düzenlenmiştir. 8 inci maddeye göre; her türlü kamu kaynağının elde edilmesi ve kullanılmasında görevli ve yetkili olanlar, kaynakların etkili, ekonomik, verimli ve hukuka uygun olarak elde edilmesinden, kullanılmasından, muhasebeleştirilmesinden, raporlanmasından ve kötüye kullanılmaması için gerekli önlemlerin alınmasından sorumludur ve yetkili kılınmış mercilere hesap vermek zorundadır. Madde metnine bakıldığında 'yetkili kılınmış merciler' in tanımı konusunda herhangi bir açıklık olmadığı görülmektedir. Halbuki Anayasa'nın 8 inci maddesi, yürütme yetki ve görevinin Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağını ve yerine getirileceğini ifade etmektedir. Anayasa'nın 123 üncü maddesinde idarenin; 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmalarının, görev ve yetkilerinin, hakları ve yükümlülüklerinin kanunla düzenleneceği ilkeleri yer almaktadır. Söz konusu 8 inci maddede 'yetkili kılınmış merciler' denilirken, bu mercilerin hangi sıfatı taşıyan veya kimin tarafından ve nerede yetkilendirilmiş merciler olduğunun açıklanmamış olması, Anayasa'nın 8, 123 ve 128 inci maddelerine aykırı düştüğü gibi; idarede, Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacak bir keyfiliğe de zemin hazırlamaktadır. Diğer yandan, Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı olan bir hükmün, Anayasa'nın 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşmayacağı da açıktır. 5018 sayılı Kanun'un 8 inci maddesinde yer alan ve yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 2, 8, 11, 123 ve 128 inci maddelerine aykırı olan 'yetkili kılınmış mercilere' ibaresinin iptal edilmesi gerekmektedir. 2 5018 Sayılı Kanun'un 12 nci Maddesinin Anayasa'ya Aykırılığı Katma bütçe, Muhasebe i Umumiye Kanununun öngördüğü ve yapımına izin verdiği bir bütçe türüdür ve söz konusu Kanunun, 115 inci maddesinde tanımlanmıştır. Bu tanımlamaya göre, bir kuruluşun katma bütçe ile idare edilebilmesi için, kanun iki şart öngörmüştür. Kuruluşun masraflarını karşılayabilecek kendine özgü gelirlerinin olması ve genel bütçeden ayrı bir bütçe ile yönetilmesinde kamu yararı bulunması. Uygulamaya baktığımızda bu iki şartın ağırlıklarının değişkenlik gösterdiğini görmekteyiz. Katma bütçe kavramı, yalnız Muhasebe ' i Umumiye Kanunundan kökenlenen birEsas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 2 kavram değildir. Anayasa'nın 161 inci maddesinin ikinci fıkrasında, 162 nci maddesinin birinci fıkrasında ve 163 üncü maddesinde de katma bütçe kavramı yer almakta ve Anayasa'da yer alan bu hükümler çerçevesinde katma bütçenin tanımı ve bütçe ile ilgili diğer hususlar hakkında Muhasebe ' i Umumiye Kanununda düzenleme yapılmaktadır. 5018 sayılı Kanunun 12 nci maddesinde ise katma bütçeye, bütçe türleri arasında yer verilmemekte ve maddenin birinci fıkrasında, kamu idarelerince bunlar dışında herhangi bir ad altında bütçe oluşturulamayacağı bildirilmektedir. Bu düzenlemenin anlamı, Anayasa'nın 161, 162 ve 163 üncü maddelerinde yer alan hatta Anayasa'nın 130 uncu maddesine göre, üniversite bütçelerinin görüşülmesinde, yürürlüğe konulmasında ve uygulamasında usullerine tabi olunacak olan katma bütçenin, kaldırılmış olduğudur. 5018 sayılı Kanunun 81 inci maddesinin (f) bendi de bunu açıkça ifade etmektedir. Yasa ile bütçe türleri bakımından böyle bir düzenleme yapılırken Anayasa düzeyinde de bir değişikliğe gidilerek katma bütçe kavramının Anayasa'dan kaldırılmamış olması, yasa ile yapılan düzenlemeyi Anayasa'nın 161, 162 ve 163 üncü maddelerine aykırı bir konuma düşürmektedir. Anayasa'da yer alan bir kavramın, bir bütçe türünün kaldırılması isteniyorsa, bunun Anayasa değişikliği ile yapılması zorunludur. Normlar hiyerarşisi kuramı ve Anayasa'nın 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri bunu gerektirmektedir. 5018 sayılı Kanunun 12 nci maddesinde bütçe türleri arasında katma bütçeye yer verilmemesi bir başka deyişle katma bütçe türünün kaldırılması, yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 161, 162 ve 163 üncü maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. Anayasa'ya aykırı bir hükmün Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da düşünülemez. Bu yüzden söz konusu düzenleme Anayasa'nın 11 inci maddesine de aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 2, 11, 161 ve 163 üncü maddelerine aykırı olan 5018 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin iptali gerekmektedir. 3 5018 Sayılı Kanun'un 15 inci Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesindeki 'kısmen veya tamamen uygulanmayacak hükümler' İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 5018 sayılı Kanun'un 15 inci maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesindeki iptali istenen ibare, Anayasa'nın 161 inci maddesine aykırıdır. Şöyle ki;Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 3 Anayasa'nın 161 inci maddesinin son fıkrasında 'Bütçe Yasalarına bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz' denilmektedir. Maddenin gerekçesinde de belirtildiği gibi, bütçe yasalarının öteki yasalardan ayrı nitelikte olması nedeniyle, bir yasa kuralı nasıl aynı nitelikte bir yasa kuralıyla değiştirilebilirse, bütçe yasaları da aynı biçimde hazırlanmış ve kabul edilmiş bir bütçe yasası ile değiştirilebilir. Yasa konusu olabilecek bir kuralı kapsamamak koşuluyla 'bütçe ile ilgili hükümler' ifadesinin de bütçeyi açıklayıcı, uygulanmasını kolaylaştırıcı nitelikte düzenlemeler olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında açıklandığı üzere, bir yasa kuralının bütçeden harcamayı ya da bütçeye gelir sağlamayı gerektirir nitelikte bulunması, mutlak biçimde 'bütçe ile ilgili hüküm' sayılmasına yetmez. Her yasada değişik türde gidere neden olabilecek kurallar bulunabilir. Böyle kuralların bulunmasıyla örneğin eğitim, savunma, sağlık, yargı, tarım, ulaşım ve benzeri kamu hizmeti alanlarına ilişkin yasaların bütçeyle ilgili hükümler içerdiği kabul edilirse, bu konulardaki yasaların değiştirilip kaldırılması için de bütçe yasalarına hükümler koymak yoluna gidilebilir. Oysa, bu tür yasa düzenlemeleri, bütçenin yapılması ve uygulanması yöntemiyle ilişkisi bulunmayan, yasa koyucunun başka amaçla ve bütçeninkinden tümüyle değişik yöntemlerle gerçekleştirilmesi gereken yasama işlemleridir. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun 15 inci maddesinin ikinci fıkrasında 'kısmen veya tamamen uygulanmayacak hükümler yer alır' şeklinde yapılan düzenlemeye dayanılarak, bu hususlar olağan bir yasa yerine bütçe yasası ile düzenlenirse, Anayasa'nın 88 ve 89 uncu maddeleri bu tür yasalar yönünden uygulanamaz duruma düşürülür. (Anayasa Mahkemesi'nin 07.10.1996 tarih, E.1996/23, K.1996/36, sayılı kararı, R.G.08.06.2002, sa.24779) Bu nedenle, 5018 sayılı Kanunun 15 inci maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya bütçe ile ilgili olmayan hüküm konulmasına imkan hazırlayan birinci cümlesindeki iptali istenen ibare, Anayasa'nın 88, 89 ve 161 inci maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. Anayasa'ya aykırı bir hükmün Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da düşünülemez. Bu yüzden söz konusu düzenleme Anayasa'nın 11 inci maddesine de aykırıdır. 5018 sayılı Kanun'un 15 inci maddesinin ikinci fıkrasının yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 11, 88, 89 ve 161 inci maddelerine aykırı olan birinci cümlesindeki 'kısmen veya tamamen uygulanmayacak hükümler' ibaresinin iptal edilmesi gerekmektedir. 4 5018 Sayılı Kanun'un 31 inci Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin Anayasa'ya Aykırılığı Yapılan bu düzenlemede, harcama yetkililerinin görev unvanları itibariyle tespitine ve harcama yetkisinin devredilmesine ilişkin usul ve esasların Maliye Bakanlığı'nca belirlenmesi öngörülmektedir. Bu hüküm, Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11 ve 128 inci maddelerine aykırıdır. Anayasa'nın 7 nci maddesine göre, 'Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez'. Bu kural uyarınca yasama organı, herhangi birEsas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 4 alanı Anayasal sınırlar içinde düzenleyebilir. Kişinin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmekle görevli olan devlet, gerektiğinde demokratik hukuk devleti kurallarından ayrılmamak ve temel hak ve özgürlükleri zedelememek koşuluyla ekonomik alanda düzenlemeler yapabilir. Ancak, ekonomik olayların niteliğine zamanın gereklerine göre sık sık değişik önlemler alınmasına ve alınan önlemlerin kaldırılmasına ve yerine göre tekrar konulmasına gerek görülen durumlarda, yasama organının, yapısı bakımından ağır işlemesi ve günlük olayları zamanında önlemler almasının güçlüğü karşısında temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususların düzenlenmesi için yürütme organının görevlendirilmesi de yasama yetkisinin kullanılmasıdır. Bu gibi durumlar, yasama yetkisinin devri anlamına gelmez.(Anayasa Mahkemesi'nin 08.10.1998 tarih E.1997/53, K.1998/62 sayılı kararı, R.G.04.07.2001, sa.24452). Anayasa Mahkemesi'nin bu kararında; temel kuralların yasama organı tarafından tespit edilmesi lüzumu açıkça vurgulanmış ve ancak bundan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususlarda, yürütme organının görevlendirilebileceği belirtilmiştir. 5018 sayılı Kanunun 31 inci maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde Maliye Bakanlığı'nca belirlenmesi öngörülen alanın, ekonominin kendi kuralları içinde yürütülecek ve bunun dışına çıkıldığında ülkeyi büyük mali zararlara uğratabilecek olan ve teknik konuları kapsamamasının yanı sıra geciktirmeden zamanında önlemler alınması ve gerektiğinde derhal kaldırılması ve değiştirilmesi gereken bir alan olmadığı ve temel kuralların yasa ile gösterilmediği de çok açıktır. Anayasa'mızın 8 inci maddesine göre, yürütme yetki ve görevi Anayasa'ya ve yasalara uygun olarak yerine getirilir; yürütmenin, Anayasa'nın belirttiği ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur ve 5018 sayılı Kanunun 31 inci maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde belirtilen haller, Anayasa'nın ayrık olarak yürütmeye asli düzenleme yetkisi verdiği hallerden de değildir. Bu nedenle, söz konusu cümlede yürütmeye verilen düzenleme yetkisi, Anayasa'nın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devridir. Yürütmeye verilen yetki, Anayasa'dan kaynaklanmadığı için, Anayasa'nın 6 ncı maddesiyle de uyumsuzdur. Diğer taraftan yapılan düzenlemede, harcama yetkililerinin görev unvanları itibariyle tespitine ilişkin usul ve esasların belirlenmesi de Maliye Bakanlığı'na bırakılmıştır. Bu husus da, Anayasa'nın 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan 'Memurların ve diğer kamu görevlilerinin, nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri kanunla düzenlenir kuralına aykırıdır. Anayasa'nın 7 ve 128 inci maddelerine aykırı olan bu düzenleme; hukukun ve Anayasa'nın üstünlüğü ilkeleri ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddeleriyle de bağdaşmamaktadır. 5018 sayılı Kanunun 31 inci maddesinin ikinci fıkrasının yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11 ve 128 inci maddelerine aykırı olan birinci cümlesinin iptal edilmesi gerekmektedir. 5 5018 Sayılı Kanun'un 37 nci Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Üçüncü Cümlesinin Anayasa'ya Aykırılığı 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun iptali istenilen 37 nci maddesinin üçüncü fıkrasının üçüncü cümlesi ile, genel bütçe kapsamındaki idarelerde MaliyeEsas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 5 Bakanına, diğer idarelerde üst yöneticilere ödenek ekleme yetkisi tanınmıştır. Bu kural Anayasa'nın 163 üncü maddesine aykırıdır. Şöyle ki; Bütçenin uygulanması sırasında ortaya çıkan ek Ödenek ihtiyacının karşılanması konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden izin alınması zorunludur. Nitekim, Anayasa Mahkemesi'nin 27.3.2002 günlü E.2001/385, K.2002/40 sayılı kararında, 'Devletin ve diğer kamu kuruluşlarının bir yıllık gelir ve gider tahminleri ile bunların uygulanması (gelirlerin toplanması ' giderlerin yapılması) konusunda Hükümete Bütçe Kanunlarıyla izin verilmektedir. Devlet hizmetlerinin gerektirdiği harcamaların bütçedeki karşılıklarını ifade eden ödeneklerin miktarı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin onayından geçen bütçe kanunlarında gösterilir. Öngörülen bu ödeneklerin bütçe yılındaki tüm ihtiyaçları karşılayacak şekilde belirtilmesi gerekir. Ancak, söz konusu ödenekler tahmine dayalı olduğundan bunun çeşitli nedenlerle yıl içinde yetersiz kalması söz konusu olabilmektedir. Böyle durumlarda ortaya çıkacak ödenek ihtiyacı, 1050 sayılı Muhasebe ' i Umumiye Kanunu ile yılı bütçesi kanunlarında yer alan usullere uygun olarak Bütçenin kendi içinde gerçekleştirilecek ödenek aktarması yoluyla karşılanmakta, bu şekilde ödeneğin karşılanamaması durumunda ise çıkarılacak bir ek ödenek kanunuyla yapılması gerekmektedir. Anayasa'nın bütçelerde değişiklik yapılabilmesi esaslarını düzenleyen 163 üncü maddesinde, genel ve katma bütçelerle verilen ödeneğin, harcanabilecek miktarın sınırını göstereceği belirtilmiş, bu sınırın Bakanlar Kurulu kararıyla aşılabileceğine dair bütçelere hüküm konulamayacağı ve Bakanlar Kurulu'na kanun hükmünde kararname ile bütçede değişiklik yapma yetkisinin verilemeyeceği açıklanmış, yılı içinde tahsis edilen ödeneğin yetersiz kalması durumunda ise gereken ek ödeneğin öngörülen giderleri karşılayacak kaynağın gösterilmesi koşuluyla kanunla verilmesi esası benimsenmiştir. Böylece, bütçenin uygulanması sırasında ortaya çıkan ek ödenek ihtiyacının karşılanması konusunda Türkiye Büyük Millet Meclisinden izin alınması zorunluluğu getirilmiştir.' denilmiştir. Halbuki 37 nci maddenin üçüncü fıkrasının üçüncü cümlesinde bakana ve üst yöneticilere TBMM'nin izni olmaksızın ödenek ekleme imkanı tanınmıştır. Anayasa'nın 163 üncü maddesine aykırı olan bu düzenleme; hukukun ve Anayasa'nın üstünlüğü ilkeleri ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddeleriyle de bağdaşmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, Maliye Bakanı'na ve üst yöneticilere ödenek ekleme yetkisi veren 37 nci maddenin üçüncü fıkrasının Anayasa'nın 2, 11 ve 163 üncü maddelerine aykırı olan üçüncü cümlesinin iptali gerekmektedir. 6 5018 Sayılı Kanun'un 49 uncu Maddesinin İkinci Fıkrasının Son Cümlesinin Anayasa'ya Aykırılığı 5018 sayılı Kanunun 49 uncu maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde, genel yönetim kapsamındaki idarelerde uygulanacak muhasebe ve raporlama standartlarını belirleyecek kurulun yapısı, çalışma usul ve esasları ile diğer hususların Maliye Bakanlığı'nca çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği bildirilmiştir. Anayasa'nın 123 üncü maddesinde idarenin; Anayasa'nın 128 inci maddesinde ise memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetki ve görevlerinin kanunla düzenleneceği ifade edilmiştir.Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 6 Anayasa'nın kanunla düzenleneceğini bildirdiği bir hususta Maliye Bakanlığı'na yönetmelikle düzenleme yetkisi verilmesi, Anayasa'nın 123 ve 128 inci maddelerine aykırıdır. Böyle bir durum, Anayasa'nın 8 inci maddesinde ifadesini bulan yürütmenin kanuniliği ve 6 ncı maddesinde yer alan, 'hiç kimsenin kökenini Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı' ilkesi ile de bağdaşmaz. Diğer yandan 'diğer hususlar' adı altında sınırları ve ilkeleri yasada gösterilmeden yürütmeye verilen düzenleme yetkisinin, asli bir düzenleme yetkisi niteliğini taşıyacağı ve Anayasa'nın 7 nci maddesinde TBMM'ne verilmiş asli düzenleme yetkisinin Anayasa'nın açık hükmüne rağmen yürütmeye devredilmesi anlamına geleceği ortadadır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı olan bir düzenlemenin hukukun ve Anayasa'nın üstünlüğünü zedeleyeceği ve Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddeleri ile çelişeceği de açıktır. 5018 sayılı Kanunun 49 uncu maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinin yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11, 123 ve 128 inci maddelerine aykırı olan son cümlesinin iptal edilmesi gerekmektedir. 7 5018 Sayılı Kanun'un 61 inci Maddesinin Son Fıkrasının Son Cümlesindeki 'yetkileri' ve 'diğer hususlar' İbarelerinin Anayasa'ya Aykırılığı 61 inci maddenin son fıkrasında muhasebe mutemetlerinin görevlendirilmelerinin, yetkilerinin, . ve diğer hususlara ilişkin usul ve esasların Maliye Bakanlığı'nca çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği bildirilmiştir. Anayasa'nın 128 inci maddesinde, memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmalarının, görev ve yetkilerinin kanunla düzenleneceği hükmü yer almaktadır. Anayasa'nın bu açık hükmüne rağmen, muhasebe mutemetlerinin yetkileri ile ilgili düzenlemenin yönetmelikle yapılacağı yolunda bir hükmün getirilmesi, Anayasa'nın 128 inci maddesine aykırıdır. Anayasa'nın 8 inci maddesine göre yürütme Anayasa ve yasalar çerçevesinde yerine getirilen bir yetki ve görev olup; diğer yandan Anayasa'nın belirttiği sınırlı istisnai haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Yürütme ancak asli düzenlemeyi yasanın daha önceden yaptığı bir alanda düzenleme yapabilir. Asli düzenleme yetkisi Anayasa'nın 7 nci maddesine göre TBMM'nindir ve devredilemez. Sınırları ve esasları yasada gösterilmeden 'diğer hususlar' olarak ifade edilen bir alanda yürütmeye bırakılan düzenleme yetkisinin, bir asli düzenleme yetkisi niteliği taşıdığından kuşku yoktur. Böyle bir yetkilendirmenin ise Anayasa'nın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devri niteliğini taşıdığı açıktır. Böyle bir yetki devri, kaynağını Anayasa'dan almadığı için Anayasa'nın 6 ncı maddesi ile de uyum halinde değildir. Anayasa'nın herhangi bir maddesine aykırı bir hüküm, Anayasa'nın ve hukukun üstünlüğü ilkelerini zedeler ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı bir görünüme girer.Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 7 5018 sayılı Kanunun 61 inci maddesinin son fıkrasının son cümlesindeki, yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11 ve 128 inci maddelerine aykırı olan 'yetkileri' ve 'diğer hususlar' ibarelerinin iptal edilmesi gerekmektedir. 8 5018 Sayılı Kanun'un 71 inci Maddesinin Son Fıkrasının Anayasa'ya Aykırılığı 71 inci maddenin son fıkrasında, kamu zararlarının tahsiline ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceği bildirilmiştir. Anayasa'nın 8 inci maddesine göre yürütme yetki ve görevi Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir. Yürütmenin, Anayasa'nın belirttiği istisnai haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki Anayasa'nın 7 nci maddesinde TBMM'ne verilmiştir ve devredilemez. 71 inci maddenin son fıkrasında ise, sınırları, esasları ve ilkeleri yasada belirtilmeden tamamen asli bir düzenleme yetkisi niteliğinde olarak, kamu zararlarının tahsiline ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi yürütmeye bırakılmıştır. Bu, Anayasa'nın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devridir ve kaynağını Anayasa'dan almadığı için Anayasa'nın 6 ncı maddesi ile de bağdaşmamaktadır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasa'nın ve hukukun üstünlüğü ilkelerini zedeler ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı düşer. 5018 sayılı Kanunun 71 inci maddesinin, yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olan son fıkrasının iptal edilmesi gerekmektedir. 9 5018 Sayılı Kanun'un Geçici Madde 4'ünün Birinci Fıkrasının Anayasa'ya Aykırılığı Yapılan bu düzenlemede, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünde gerekli değişikliklerin 31.12.2004 tarihine kadar yapılması öngörülmüştür. Bilindiği gibi, yasama meclislerinin kendi iç çalışmalarını düzenlemek amacıyla; koydukları kurallara içtüzük denir. Anayasa'mızın 95 inci maddesinin birinci fıkrası 'Türkiye Büyük Millet Meclisi, çalışmalarını kendi yaptığı içtüzük hükümlerini yürütür' demektedir. Yasama meclislerinin kendi içtüzüklerini bizzat yapmaları onların diğer devlet organları özellikle yürütme organı karşısındaki bağımsızlıklarının bir göstergesidir. Buna yasama meclislerinin 'yöntemsel bağımsızlığı' denir. Anayasa'da açık bir hüküm olmasa bile meclislerin kendi içtüzüklerini yapma yetkisine sahip oldukları kabul edilmektedir. Bu yasama meclislerinin özerkliği ilkesinin bir sonucudur. İptali istenilen kuralı içeren yasanın 83 üncü maddesinde de açıklandığı üzere, bu yasayı yürütmekle görevli organ, Bakanlar Kuruludur. O halde yasama meclisini içtüzük değişikliği konusunda zaman bakımından sınırlandıran yasa kuralının da, yasama meclisinin yukarıda açıklanan 'yöntemsel bağımsızlığını' zedelediği açıktır ve dolayısıyla Anayasa'nın 95 inci maddesine aykırıdır. Anayasa'nın 95 inci maddesine aykırı olan bu düzenleme; hukukun ve Anayasa'nın üstünlüğü ilkeleri ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddeleriyle de bağdaşmamaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 2, 11 ve 95 inci maddelerine aykırı olan Geçici madde 4'ün birinci fıkrasının iptal edilmesi gerekmektedir.Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 8 10 5018 Sayılı Kanun'un 'Geçici Madde 11' inin Son Fıkrasının Anayasa'ya Aykırılığı 'Geçici Madde 11' in son fıkrasında, döner sermaye işletmeleri ve fonların tasfiyesine ilişkin esas ve usullerin yönetmelikle belirleneceği bildirilmiştir. Anayasa'nın 123 üncü maddesi idarenin kanunla düzenleneceğini ifade etmektedir. Anayasa'nın 8 inci maddesinde ise yürütme yetki ve görevinin Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği bildirilmektedir. Yürütme yetkilerini kanundan almakta; Anayasa'ya ve kanunlara uygun biçimde kullanmaktadır. Anayasa'nın kanunla düzenleneceğini belirttiği bir hususta, yürütmenin yetkilerinin ve döner sermaye ile fonların tasfiyesinin yönetmelikle düzenlenmesine imkan tanımak, Anayasa'nın 8 ve 123 üncü maddelerine açıkça aykırıdır. Diğer yandan, Anayasa'nın açıkça belirttiği istisnai haller dışında yürütmenin asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki Anayasa'nın 7 nci maddesine göre TBMM'nindir ve devredilemez. Halbuki 'Geçici Madde 11' in son fıkrasında döner sermaye ve fonların tasfiyesine ilişkin esas ve hususları belirlemek konusunda yürütmeye asli bir düzenleme yetkisi tanınmıştır. Çünkü bir hususun yönetmelikle düzenleneceğine belirtmek, yasa ile yapılacak asli düzenleme gereksinimini karşılamamaktadır. Bu nedenle de böyle bir yetkilendirme Anayasa'nın 7 ve 8 inci maddelerine aykırı bir yetki devri niteliğini taşımaktadır ve kökenini Anayasa'dan almadığı için, Anayasa'nın 6 ncı maddesi ile de uyum halinde değildir. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasa'nın ve hukukun üstünlüğünü zedeler ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine de aykırı düşer. 5018 sayılı Kanun'un Geçici Madde 11 inin yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11 ve 123 üncü maddelerine aykırı olan son fıkrasının iptal edilmesi gerekmektedir. 11 5018 Sayılı Kanun'un Geçici Madde 13'ünün Anayasa'ya Aykırılığı Anayasa'nın 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelere dayanan bir devlet olduğu vurgulanmış; 176 ncı maddesi ile Anayasa metni içinde olduğu açıklanan 'Başlangıç' bölümünde güçler ayrılığı ilkesine yer verilmiş; yasama, yürütme ve yargı yetkilerini kullanacak organlar da Anayasa'nın 7, 8 ve 9 uncu maddelerinde gösterilmiştir. Bu bağlamda, Anayasa'nın 7 nci maddesinde, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılacağı ve devredilemeyeceği öngörülmüştür. Yasada temel kurallar konmadan, ölçüsü ve sınırı belirlenmeden yürütme organına yetki verilmesi Anayasa'nın 7 nci maddesine aykırı düşer. 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun Geçici 13 üncü maddesinde, bir kamu idaresinin kuruluş kanununda belirlenmemiş olması halinde bu kuruluşun bütçesinin Kanuna ekli cetvellerden hangisine dahil olacağını, diğer bir anlatımla ne tür bütçeli bir kuruluş olacağını belirleme yetkisi doğrudan Maliye Bakanlığı'na verilmiştir. Bu hüküm ile esasen yasa ile düzenlenmesi gereken bir alanda, yürütmeye kural koyma yetkisi verilmektedir ki, böyle bir düzenleme de yasama yetkisinin devri anlamına geleceğinden Anayasa'nın 7 ve 8 inci maddelerine açıkça aykırıdır.Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 9 Kaldı ki Anayasa'nın 123 üncü maddesi, idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğunu ve kanunla düzenleneceğini açıkça ifade etmekte; bir kamu idaresinin hangi bütçede yer alacağının belirlenmesi ise Anayasa'nın hiçbir hükmünde, yürütmenin asli düzenleme yetkisi kullanacağı bir alan olarak gösterilmemiş bulunmaktadır. Bu nedenle söz konusu Geçici Madde 13'de Maliye Bakanlığı'na verilen yetki, Anayasa'nın 123 üncü maddesine de aykırıdır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme, Anayasa'nın ve hukukun üstünlüğünü zedeler ve dolayısı ile Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine de aykırı düşer. Bu yetki dayanağını Anayasa'dan almadığı için, Anayasa'nın 6 ncı maddesi ile bağdaşması da beklenemez. 5018 sayılı Kanunun yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11 ve 123 üncü maddelerine aykırı olan Geçici Madde 13'ünün iptal edilmesi gerekmektedir. 12 5018 Sayılı Kanun'un (I) Sayılı Cetvelindeki '41 Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü', '42 Karayolları Genel Müdürlüğü', '43 Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü', '46 Tarım Reformu Genel Müdürlüğü', '47 Orman Genel Müdürlüğü', '48 Petrol İşleri Genel Müdürlüğü', '49 Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü' İbarelerinin Anayasa'ya Aykırılığı 5018 sayılı Kanuna bağlı (I) sayılı cetvelde; Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri yer almaktadır. Cetvelde yer alan 54 adet kamu idaresinin bir bölümü eskiden de genel bütçeli idare olarak varlığını sürdüren kamu idareleridir. Buna karşılık (I) sayılı cetvelde yer alan idarelerin bir bölümü ise, eskiden katma bütçeli idare olarak varlıklarını sürdürmekte idiler. 5018 sayılı Kanuna bağlı (I) sayılı cetveldeki: Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, 6200 sayılı Kanunla; Karayolları Genel Müdürlüğü, 5539 sayılı Kanunla; Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 3202 sayılı Kanunla; Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, 3155 sayılı Kanunla; Orman Genel Müdürlüğü, 3234 sayılı Kanunla; Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, 6326 sayılı Kanunla; Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü 2828 sayılı Kanunla kurulmuştur. Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 6200 sayılı Kanun'un 1 inci maddesine göre; DSİ, Bayındırlık Bakanlığı'na bağlı, tüzel kişiliğe haiz, katma bütçeli bir kuruluştur. Karayolları Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 5539 sayılı Kanun'un 1 inci maddesine göre; Karayolları Genel Müdürlüğü, Bayındırlık Bakanlığı'na bağlı, tüzel kişiliğe haiz, katma bütçeli bir kuruluştur. Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 3202 sayılı Kanun'un 1 inci maddesine göre; Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı'na bağlı katma bütçeli ve tüzelkişiliği haiz bir kuruluştur. Tarım Reformu Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 3155 sayılı Kanun'un 1 inci maddesine göre; Tarım Reformu Genel Müdürlüğü, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı'na bağlı kamu tüzelkişiliğine sahip katma bütçeli bir kuruluştur.Esas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 10 Orman Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 3234 sayılı Kanun'un 1 inci maddesine göre; Orman Genel Müdürlüğü, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığı'na bağlı, kamu tüzelkişiliğine sahip, katma bütçeli bir kuruluştur. Petrol İşleri Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 6326 sayılı Kanun'un 17 nci maddesine göre; Petrol İşleri Genel Müdürlüğü, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na bağlı, katma bütçeli ve tüzel kişiliğe haiz bir kuruluştur. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü'nün kuruluşuna ait 2828 sayılı Kanun'un 5 inci maddesine göre; Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü, Başbakanlığa bağlı, kamu tüzelkişiliğine sahip, katma bütçeli bir kuruluştur. Kısaca ifade etmek gerekirse, yukarıda sözü edilen kuruluşların hepsi de çeşitli bakanlıkların bağlı kuruluşu olup, katma bütçeli ve tüzel kişiliği olan kuruluşlardır. 5018 sayılı Kanunun 12 nci maddesinde, genel yönetim kapsamındaki idarelerin bütçeleri; merkezî yönetim bütçesi, sosyal güvenlik kurumları bütçeleri ve mahallî idareler bütçeleri olarak tasnif edilmiştir. Aynı maddede merkezî yönetim bütçesinin, bu Kanuna ekli (I), (II) ve (III) sayılı cetvellerde yer alan kamu idarelerinin bütçelerinden oluştuğu belirtilmiştir. 5018 sayılı Kanuna bağlı (I) sayılı cetvelde, 'Genel bütçe kapsamındaki kamu idareleri'; (II) sayılı cetvelde, 'Özel bütçe kapsamındaki idareler'; (III) sayılı cetvelde, 'Düzenleyici ve denetleyici kurumlar'; (IV) sayılı cetvelde, 'Sosyal güvenlik kurumları' yer almıştır. 5018 sayılı Kanunun 12 nci maddesinde, 'genel bütçe'; Devlet tüzel kişiliğine dahil olan ve bu kanuna ekli (I) sayılı cetvellerde yer alan kamu idarelerinin bütçesi şeklinde tanımlanmıştır. Aynı maddede 'özel bütçe' de tanımlanmıştır. Özel bütçe: Bir bakanlığa bağlı veya ilgili olarak belirli bir kamu hizmetini yürütmek üzere kurulan, gelir tahsis edilen, bu gelirlerden harcama yetkisi verilen, kuruluş ve çalışma esasları özel kanunla düzenlenen ve bu Kanuna ekli (II) sayılı cetvelde yer alan her bir kamu idaresinin bütçesidir. Anayasa'nın 161 inci maddesinin ikinci fıkrasında, genel ve katma bütçelerin nasıl hazırlanacağı ve uygulanacağının kanunla belirleneceği yazılıdır. Anayasa'nın 162 nci maddesinin birinci fıkrasında ise, Bakanlar Kurulu'nun genel ve katma bütçe tasarılarını, mali yıl başından en az yetmişbeş gün önce, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunacağı hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 162 nci maddesinin dördüncü fıkrasına göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Genel Kurulda, bakanlık ve daire bütçeleriyle katma bütçeler hakkında düşüncelerini açıklarlar. Anayasa'nın 163 üncü maddesinin ilk cümlesine göre, genel ve katma bütçelere verilen ödenek, harcanabilecek miktarın sınırını gösterir. Anayasa'nın 123 üncü maddesine göre, idarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Yukarıdaki Anayasa hükümlerinden de anlaşılacağı üzere, Anayasa'nın bütçe ile ilgili düzenlemelerinin hepsinde; genel ve katma bütçe ibareleri vardırEsas Sayısı : 2004/10 Karar Sayısı : 2009/68 11 Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu öncesinde, bütçe sistemimizin önemli bir unsuru olan katma bütçe, idarenin farklı işlevleri haiz bazı kamu kuruluşları için gerekli bir bütçe sistemi idi. Katma bütçeli kamu kuruluşları, sistem gereği birer 'kamu tüzel kişiliğidir'. Bu kuruluşlar 'Devlet Kamu Tüzel Kişiliğinin' dışında, ancak Devletin tabi olduğu kurallara tabi ve yine Devletin bir organı olarak sorumluluk taşırlar. Bağlı kuruluşlar, hizmetleri sırasında bir gelir elde etmektedir. Bu kuruluşlar giderlerini bu gelirlerden karşılarlar. Gelir fazlası Hazineye devir olur, ancak gelirler kuruluşun giderlerini karşılayamazsa aradaki fark hazine yardımı ile kapatılır. Bu yüzden bu tür bütçelere 'Katma Bütçe' denmektedir. Katma bütçe uygulaması Muhasebe ' i Umumiye Kanunu'nda bütçenin genellik ilkesinin bir istinası olarak yer almıştır. 1050 sayılı Muhasebe ' i Umumiye Kanunu'nun 115 inci maddesi, katma bütçeleri; giderleri özel gelirleri ile karşılanan ve genel bütçe dışında yönetilen kuruluş bütçeleri olarak tanımlamıştır. Katma bütçelerin açığı, genel bütçelerin açığı, fazlası da geliri sayılır. 1050 sayılı Muhasebe ' i Umumiye Kanunu'nun 118 inci maddesine göre, katma bütçeli kuruluşların hesapları ve işlemleri hakkında kendi özel kuruluş yasalarında yer alan hükümler uygulanır. Özel yasalarda hüküm olmayan d | 4,206 |
Esas Sayısı : 1984/11 Karar Sayısı : 1984/11 1 “… II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Danıştay 10. Dairesinin Anayasa'ya aykırılık gerekçesi özetle şöyledir : 27/2/1980 günlü, 2269 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1980 Yılı Bütçe Kanunu'nun 6. maddesi Mazbut vakıflarda ilgililerin intifa hakları, 2762 sayılı Kanun'un 39 uncu maddesinin uygulanmasını`gösterir Tüzükte değişiklik yapılıncaya kadar Vakıflar Nizamnamesine ek 23/12/1937 ve 13/10/1939 tarihli Nizamnamelere göre ödenir. hükmüne yer vermiştir. Söz konusu 6. madde hükmünün bütçe ile bir ilgisi bulunmadığı ve ayrı bir kanun hükmüne konu olabileceği kuşkusuzdur. Gerek 334 sayılı ve gerek 2709 sayılı Anayasalar, kanun konulması, değiştirilmesi ve kaldırılması ile Devletin bütçe ve kesinhesap kanun tasarılarının görüşülmesi ve kabul . edilmesini birbirinden ayırmış ve bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamayacağı kuralına. yer vererek, bu suretle bütçe uygulaması ile ilgisi bulunmayan konuların bütçe kanununda yer almasını önlemek istemiştir. Belirtilen bu nedenlerle 27/2/1980 günlü, 2269 sayılı Vakıflar Genel Müdürlüğü 1980 Yılı Bütçe Kanunu'nun 6. maddesi, söz konusu kanunun kabul edildiği ve yürürlüğe girdiği. tarihteki 334 sayılı Anayasa'nın 64. ve 126. yine daha sonra yürürlüğe giren 2709 sayılı Anayasa'nın aynı nitelikteki 87. ve 161. maddelerine aykırı görüldüğünden, Anayasa'nın 152. ve Anayasa Mahkemesi'nin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri gereğince, Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda vereceği karara kadar, bakılan davanın geri bırakılmasına karar verilmiştir.” | 215 |
Esas Sayısı : 2005/125 Karar Sayısı : 2005/74 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “Anayasa'nın 87. maddesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev ve yetkileri belirtilirken bütçe yasa tasarısını görüşmek ve kabul etmek dışında diğer yasaları koymak, değiştirmek ve kaldırmak biçiminde bir ayrım yapılmıştır. Bütçe yasalarını öteki yasalardan ayrı tutan bu Anayasa ilkesi karşısında, herhangi bir yasa ile düzenlenmesi gereken bir kanunun bütçe yasası ile düzenlenmesine veya herhangi bir yasada yer alan hükmün bütçe yasaları ile değiştirilmesine ve kaldırılmasına olanak yoktur. Anayasa'nın 88. ve 89. maddelerinde yasa tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce görüşülmesi usul ve esasları ile yayımlanması düzenlenirken, bütçe yasa tasarılarının görüşülme ve esasları 162. maddede ayrıca belirtilmiştir. Bütçe yasa tasarılarının görüşülmesinde ayrı bir yöntem kabul edilmiştir. Anayasa'nın 89. maddesinde, Cumhurbaşkanı'na bütçe yasalarını bir daha görüşülmek üzere geri gönderme yetkisi tanımazken, 163. maddesinde de, bütçelerde değişiklik yapılabilmesi esasları ayrıca düzenlenmiştir. Anayasa'da birbirinden tamamen ayrı ve değişik biçimde düzenlenen bu iki yasalaştırma yönteminin doğal sonucu olarak birinin konusuna giren bir işin, ötekiyle ilgili yöntemin uygulanması ile düzenlenmesi, değiştirilmesi ve kaldırılması olanaksızdır. Anayasa'nın 161. maddesinin son fıkrasında; “Bütçe kanununa, bütçe ile ilgili hükümler dışında hiçbir hüküm konulamaz” denilmektedir. Bu hüküm karşısında mevcut yasaların hükümlerini açıkça veya dolaylı değiştiren veya kaldıran hükümler getirmesine olanak görülmeyen bütçe yasalarına ancak bütçeyi açıklayıcı, uygulanmasını kolaylaştırıcı nitelikte düzenlemeler konulabilir. Başka bir deyişle bütçe yasaları, yasa konusu olabilecek kurallar içeremez. Gelir ya da giderle ilgili bir konuyu olağan bir yasa yerine bütçe yasası ile düzenlemek Anayasa'nın 88. ve 89. maddelerini bu tür yasalar bakımından uygulanamaz duruma düşürür. Anayasa'nın 161. ve 162. maddelerinin getiriliş amacı, bütçe yasalarında yıllık bütçe kavramı dışındaki konulara yer vermemek, böylece bütçe yasalarını ilgisiz kurallardan uzak tutarak kendi yapısı içinde bütünleştirmektir. 2004 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 29. maddesinin (b) bendi ise, Anayasa'nın 87. maddesinde öngörülen kurala göre ayrı yasa konusu olabilecek T.C. Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğü mülkiyetindeki işletmecilik fazlası taşınmazların satış veya devrine olanak tanımaktadır. Böylece, bütçe yasası dışında ayrı yasa konusu olabilecek bir satış veya devir yetkisi, bütçe yasası ile tanınarak Anayasa'nın 87. maddesinde öngörülen ayrım gözardı edilmiş, 88. ve 89. maddeleri işlemez duruma getirilerek, 161. ve 162. maddesinde öngörülen bütçe kurallarına da aykırı düzenleme yapılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 2004 Malî Yılı Bütçe Kanunu'nun 29 uncu maddesinin “b” bendinin Anayasa'nın 87, 88, 161 ve 162. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığındanEsas Sayısı : 2005/125 Karar Sayısı : 2005/74 2 anılan hükmün iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, … oybirliği ile karar verildi.” | 402 |
Esas Sayısı:1978/8 Karar Sayısı:1978/8 1 II. İTİRAZIN GEREKÇESİ ÖZETİ : Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarını iptal etmiş ve bu karar yayımlanmıştır. Bu durumda kamulaştırma için aynı ilkeleri öngören 1757 sayılı Toprak ve Tarım, Reformu Kanununun 36. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü Anayasal dayanaktan yoksun bulunmaktadır. Bu hüküm mülkiyet hakkının özünü zedelemekte ve emlâk beyannamesi verenlerle vermeyenler arasında eşitsizlik yaratmakta olduğundan Anayasa'nın 11., 12., 36. ve 2. maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edilmelidir. | 75 |
Esas Sayısı : 1997/14 Karar Sayısı : 1997/27 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuruda, itiraz konusu kuralın, Anayasa'nın 10. ve 60. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür. | 26 |
Esas Sayısı : 2006/169 Karar Sayısı : 2007/55 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir. “(…) 6831 sayılı Orman Kanunu'nun 3373 sayılı Yasa ile değiştirilen 17. maddesinin üçüncü fıkrasında; Turizm alan ve merkezleri dışında kalan devlet ormanlarında kamu yararına olan her türlü bina ve tesisler için gerçek ve tüzel kişilere, Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığınca bedeli karşılığı izin verilebileceği öngörülmüş iken anılan hüküm Anayasa Mahkemesi'nin 17.12.2002 günlü, E:2000/75, K:2002/200 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin sözü edilen gerekçeli kararında özetle; “Anayasa'nın 169. maddesinde, ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Bu özel ve ayrıntılı düzenlemenin, ülkemizde orman örtüsünün sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Maddenin birinci fıkrasında, Devletin, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyacağı ve tedbirleri alacağı, bütün ormanların gözetiminin Devlete ait olduğu, ikinci fıkrasında, Devlet ormanlarının mülkiyetinin devrolunamayacağı, Devlet ormanlarının kanuna göre, Devletçe yönetileceği ve işletileceği, bu ormanların zamanaşımı ile mülk edinilemeyeceği ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamayacağı, üçüncü fıkrasında da, ormanlara zarar verebilecek hiç bir faaliyet ve eyleme izin verilemeyeceği hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 7. maddesinde ise, Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez” denilmektedir. Orman Kanunu'nun 17. maddesinin üçüncü fıkrasının ilk tümcesi uyarınca, Anayasa ile korunan ve yasaklanan alanlar, kapsam dışı bırakılmaksızın ve kamu yararının zorunlu kıldığı durumlarla ilgili herhangi bir çerçeve çizilmeksizin, turizm alan ve merkezleri dışında kalan Devlet ormanlarında kamu yararına olan her türlü bina ve tesis yapılması için Orman Bakanlığı'nca gerçek ve tüzelkişilere bedeli karşılığı izin verilebilmektedir. Bu durumda, orman arazilerinin bedeli karşılığında tahsisi için sadece kamu yararının varlığı yeterli görülmekte, ancak bu kavramın sınırlarının belirlenmemesi ve çerçevesinin çizilmemesi nedeniyle idareye çok geniş takdir yetkisi tanınmış olmaktadır. Anayasa'nın 169. maddesinde öngörülen “kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz” tümcesine dayanılarak kamu yararının bulunduğu gerekçesiyle gerçek ve tüzel kişilere bina ve tesisler yapmak üzere orman arazileri tahsis edilemez. Devlet ormanlarının gerçek ve tüzelkişilere tahsisinin, karayolları, telefon, elektrik, su, gaz, petrol boru isale hatları, savunma tesisleri, sanatoryum gibi öncelikli kamu hizmetlerinin ormandan geçmesi ya da anılan bina ve tesislerin orman arazileri üzerinde yapılması zorunluluğu bulunduğu hallerle sınırlı olması gerekir. Başka bir anlatımla, kamu yararının bulunması ve zorunluluk hallerinde Devlet ormanları üzerinde ancak irtifak hakkı tesisine olanak tanınabileceği, öte yandan, Anayasa'nın 169. maddesiyle ormanların özel olarak korunduğu gözetilerek bu maddede geçen “kamu yararı” kavramının hangi durumları kapsadığının yasayla belirlenmesi gerekirken, bu yola gidilmeyerek söz konusu kavramın kapsam ve içeriğinin tespitinin idareye bırakılması, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.” denilerek itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 7. ve 169. maddelerine aykırı olduğuna ve iptaline karar verilmiştir.” (…) Hazineye ait olan yerlerde, ormanların turizme ayrılması ve yatırımcılara tahsisi, kiralanması ya da üzerine irtifak hakkı tesisinde yukarıda yer alan Anayasa Mahkemesi kararında belirtilen biçimde kamu yararı kavramının hangi durumları kapsadığınınEsas Sayısı : 2006/169 Karar Sayısı : 2007/55 2 belirtilmediği, sınırlarının belirlenmediği ve çerçevesinin çizilmediği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda turizm bina ve tesislerinin orman arazileri üzerinde yapılması amacıyla anılan tesislerin anılan yerlerde yapılması zorunluluğu bulunduğu hallerle sınırlı olarak ve ancak üstün kamu yararı bulunması halinde orman arazilerinin tahsisinin olanaklı olması belirtilen durumlar dışında ise orman arazilerinin turizm yatırımlarına ayrılmaması gerektiği açıktır. Sonuç olarak belirtmek gerekirse, (…) Hazineye ait olan yerlerdeki ormanların hiçbir çerçeve çizilmeksizin ilgili kuruluşlarca yatırımlarda tahsisi, kiralanması ve bunlar üzerinde irtifak hakkı tesisinin hukuken olanaklı hale getirilmesi yukarıda sözü geçen Anayasa Mahkemesi kararında belirtilen ilkelere ve Anayasanın 169. maddesine aykırılık oluşturur. Başka bir anlatımla ormanların turizm amaçlı yatırımlara tahsisinin ancak üstün kamu yararı bulunması ve zorunluluk halinde mümkün olabilmesi aksi halde orman arazilerinin turizm yatırımlarına hiç ayrılmaması Anayasal bir zorunluluk olduğu halde, (…) 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununun 8. maddesinin c bendiyle; anılan yerlerin, Orman Kanunu'ndaki kurallara bile tabi kılınmadan ve hiçbir çerçeve çizilmeden turizm yatırımlarına tahsisine, kiralanmasına ya da irtifak hakkı tesisine olanak tanındığından 2863 sayılı Yasanın söz konusu hükmü Anayasanın 169. maddesine aykırıdır. Her ne kadar orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsisinde de kamu yararı bulunduğu düşünülebilirse de ormanların orman olarak korunmasındaki kamu yararının daha öncelikli ve üstün nitelikte olduğu açıktır. Öte yandan orman alanlarının turizm yatırımlarına tahsisine ilişkin olarak tesis edilen bireysel işlemlerin idari yargı yerlerinde denetlenebilecek olması Anayasaya uygunluk denetiminin yapılabilmesine engel teşkil etmez. Zira idareye çok geniş takdir yetkisi tanıyan 8. madde ormanlara özel bir önem veren ve bu konuda çok ayrıntılı hükümler içeren 169. maddenin ruhuyla da bağdaşmaz. Çünkü sürdürülebilir ekolojik dengenin sağlanabilmesi için ormanların öncelikle orman olarak korunması Anayasal bir zorunluluktur. Kaldı ki yasama organının ormanların hangi hallerde turizm yatırımlarına tahsis edileceğine ilişkin hiçbir belirleme yapmaksızın, herhangi bir sınır koymaksızın konuyu idareye bırakması Anayasa'nın 7. maddesine de aykırıdır. (…)” | 753 |
Esas Sayısı : 2021/119 Karar Sayısı : 2022/48 “… Anayasa Mahkemesi’nin yerleşmiş hukuk devleti tanımına göre; Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. (Anayasa Mah. 2001/406 E. 2004/20 K. sayılı kararı). Anayasanın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması” başlıklı 13. maddesinde; “Temel hak ve hürriyetlerin özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak kanunla sınırlandırılabileceği ve bu sınırlamaların Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı” düzenlenmiştir. 6183 sayılı Kanun’da öngörülen düzenlemelerin amacı; kamu alacaklarını en kısa sürede, en az masrafla, en etkili şekilde ve gerekirse zor kullanılarak tahsil edilmesi olup (Adnan Gerçek, Kamu Alacaklarının Tahsil Hukuku, Ekin Yayınları, 6. Baskı, Bursa, 2020, s.165), bu nedenle devlet, kamu alacağının tahsilini 6183 sayılı Kanun’da özel olarak düzenlemiştir. Kamu alacaklarının tahsilini farklı usullere tabi tutmanın nedeni kamu yararının özel yarardan üstün olması ilkesidir. Kamu hizmetlerinin mali kaynağını teşkil eden vergi, resim, harç gibi alacakların zamanında ve düzenli bir biçimde ödenmesi sağlanamaz veya tahsil edilemezse, idarenin yerine getirmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinde aksamalar yaşanacak olması açıkça kamu yararına aykırı bir durumdur. Bu nedenle kamu mallarının ayrı bir hukuki rejime tabi tutularak korunmasında olduğu gibi kamu alacakları özel hukuk alacakları ayrımı yapılarak, idarenin kamu alacakları için farklı bir hukuki takip ve tahsil rejimi öngörülmesi gerekir (İsmet Giritli/Tayfun Akgüner, İdare Hukuku Dersleri II, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1987, s. 85). Diğer taraftan bu konu hukuk devletinin alt ilkelerinden ölçülülük ilkesiyle de ilintilidir. Anayasa Mahkemesinin bir kararında ölçülülük ilkesinin elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluştuğu, elverişliliğin; öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmasını; gerekliliğin; ulaşılmak istenen amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün olmamasını; orantılılığın ise hakka getirilen sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade ettiği belirtilmiştir. (Anayasa Mahkemesi’nin 15.5.2019 tarih ve E. 2018/142, K. 2019/38 sayılı kararı). Ölçülülük ilkesine Anayasanın 13. ve 15. maddelerinde ayrıca yer verilmiş olup; temel hak ve özgürlüklerin maddede belirtilen şartlara uymak ve ölçülü olmak suretiyle sınırlanabileceği ve savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde maddede belirtilen şartlara uymak ve durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının kısmen veya tamamen durdurulabileceği veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabileceği kurala bağlanmıştır.Esas Sayısı : 2021/119 Karar Sayısı : 2022/48 2 Olağanüstü durumlarda bile temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının tamamen veya kısmen durdurulmasına ancak durumun gerektirdiği ölçüde izin verildiğine göre, bu ölçünün olağan dönemde evleviyetle geçerli olması gerekir. Danışma Meclisi Anayasa Komisyonunun 13. madde gerekçesinde de bu husus “…öngörülen amaçlar yahut nedenler bahane edilerek başka bir amaca ulaşmak için hak ve hürriyetler sınırlanmayacak yahut meşru amaç güdülerek sınırlanmış olsalar bile, getirilen sınırlama bu amacın zorunlu yahut gerekli kıldığından fazla olmayacaktır. Diğer bir deyimle, amaç ve sınırlama orantısı herhalde korunacaktır” şeklinde açıkça ifade edilmiştir. Gerek Anayasanın amir hükmü ve gerekse Anayasa Mahkemesinin yerleşik hale gelmiş kararları uyarınca kanunların hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz unsuru ölçülülük ilkesine aykırılık taşımaması gerekir. Haksız çıkma zammı, ölçülülük ilkesine aykırılık teşkil ettiği gibi hem hak arama hürriyeti, hem de eşitlik ilkelerine de aykırılık taşımaktadır. Şöyle ki; 213 sayılı Vergi Usul Kanununa tabi vergiler açısından; verginin yanında tek kat veya üç kat vergi ziyaı cezası dışında vergilerin gecikmeli tahakkuk etmesi nedeniyle gecikme faizi ve gecikmeli olarak tahsil edilmesi nedeniyle gecikme zammı öngörülmüş olup, sayılan cezalar ve gecikme faizi ile gecikme zammı vergi alacağını zamanında ödemeyen mükellefler yönünden oldukça ağır ve yeterli müeyyideler olup, ayrıca ödeme emrine karşı açılan davanın esastan reddi sonrasında haksız çıkma zammı istenilmesinin korunmak istenen amaç ile kullanılan araç arasında mükellef aleyhine ölçüsüz şekilde bir müdahale olduğu düşüncesindeyiz. Diğer taraftan haksız çıkma zammı, özel hukuk alacakları için öngörülen icra inkâr tazminatının kamu alacaklarına ilişkin bir benzer uygulaması olup; 2577 sayılı Kanun’un 27. maddesi uyarınca vergi, resim, harç ile benzeri mali yükümlere karşı dava açılmakla tahsil işlemleri kendiliğinden durmakta ve mahkemece davanın reddedilmesi durumunda düzenlenecek iki nolu ihbarname sonrasında ödeme emri düzenlenmektedir. Yani; vergi alacağının bulunup bulunmadığı konusunda mahkemece verilen karar sonrasında düzenlenen ödeme emrine karşı açılan davanın reddedilmesi durumunda haksız çıkma zammı hesaplanmakta olup; dava açılmakla tahsil işlemleri durmayan vergi dışında kalan kamu alacakları (ecrimisil, para cezası vb.) yönünden ihbarnameye karşı dava açılması tahsil işlemlerini durdurmaması nedeniyle vade tarihinde ödenmeyen kamu alacağının tahsili amacıyla, ihbarnameye karşı açılan davanın akıbeti beklenilmeden düzenlenen ödeme emrine karşı açılan davaların tekemmül etmesi ve karara bağlanması aynı süreçte gerçekleşmekte ve vergi dışındaki kamu alacakları yönünden ihbarnameye ilişkin yargı süreci beklenilmeden düzenlenen (yasal olarak bekleme zorunluluğu yok) ödeme emirlerine ilişkin davanın reddi sonrasında haksız çıkma zammı uygulaması Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesi yönünden de aykırılık taşımaktadır. Dava açılmakla tahsil işlemleri durmayan kamu alacakları yönünden, inkâr edilen bir borç değil ihtilaf konusu bir borç söz konusu olduğundan özel hukuk alacaklarına ilişkin icra inkâr tazminatına paralel nitelikteki haksız çıkma zammı uygulamasının Kanunun amacıyla bağdaştığı da söylenemez. Öte yandan Anayasanın 36. maddesinin birinci fıkrasında; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarakEsas Sayısı : 2021/119 Karar Sayısı : 2022/48 3 iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne; 125. maddesinin birinci fıkrasında ise; “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” ifadeleri yer almaktadır. İdari yargının varlık sebebi hukuk devleti ilkesinin gereği olarak idarenin hukuka uygun hareket edip etmediği yönünden yargısal denetimini sağlamak olup, ölçüsüz olduğunu düşündüğümüz haksız çıkma zammı uygulamasının, kamu borçlularının dava haklarını kullanırken bir kez daha düşünmelerini gerektiren bir müeyyide niteliğini haiz olması nedeniyle hak arama özgürlüğü açısından da bu hakkın kullanımını sınırlandırdığı ve dolayısıyla yargısal denetimin de önüne bir engel teşkil ettiği düşüncesindeyiz. Bu açıklamalar çerçevesinde, kamu alacaklarına ilişkin haksız çıkma zammı uygulamasının mevcut haliyle, vergiler açısından; verginin yanında tek kat veya üç kat vergi ziyaı cezası, gecikme faizi ve gecikme zammı dışında bir de haksız çıkma zammının istenilmesinin özellikle ölçülülük ilkesi yönünden; vergi dışı kamu alacakları yönünden ise; eşitlik ilkesi yönünden Anayasaya aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır. 4. SONUÇ Yukarıda açıklanan nedenlerle, 1982 Anayasasının 2., 13., 36. ve 125. maddelerine aykırılık teşkil ettiği değerlendirilen 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun’un 58. maddesinin beşinci fıkra hükmünün iptali için Anayasanın 152. ve 6216 Sayılı Kanun’un 40. maddeleri gereğince Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, Anayasaya aykırılığın değerlendirilmesi için, gerekçeli başvuru kararının aslı, başvuru kararına ilişkin tutanağın onaylı örneği ve dava dilekçesi ile dosyanın diğer ilgili bölümlerinin onaylı örneklerinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, 1982 Anayasasının 152. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü gereğince dosyanın Anayasa Mahkemesine gelişinden başlamak üzere 5 (beş) ay içerisinde karar verilmesinin beklenilmesine, bu süre içerisinde karar verilmezse davanın yürürlükteki Kanun hükümlerine göre sonuçlandırılmasına, 30/09/2021 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 1,127 |
I REDDİ HÂKİM, İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ A Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir: 'I. HAKİMİN REDDİ TALEBİ Anayasanın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36 ncı maddesinde, 'adil yargılanma hakkı' düzenlenmiş; 138 nci maddesinde ise, 'Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.' denilmiştir. Yargıçların bağımsızlığına gerekçe oluşturan, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermesine ilişkin bu kuraldan yargıçların tarafsızlığı anlaşılmalıdır. Yargıçlara yönelik 'meslek ahlakı standartlarını' oluşturmak amacıyla belirlenen ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun 27.06.2006 gün ve 315 sayılı kararıyla benimsenen, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul ettiği 2003/43 sayılı 'Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkeleri' de yargıcın bağımsızlığı ile tarafsızlığına ilişkin bağlayıcı hükümler içermektedir. Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri şöyledir: 'Değer 1: BAĞIMSIZLIK İlke: Yargı bağımsızlığı, hukuk devletinin ön koşulu ve âdil yargılanmanın temel garantisidir. Bundan dolayı hâkim, hem bireysel hem de kurumsal yönleriyle yargı bağımsızlığını temsil ve muhâfaza etmelidir. Uygulama: 1.1 Hâkim, doğrudan ya da dolayısıyla her hangi bir sebeple ya da her hangi bir yerden gelen müdâhale, tehdit, baskı, teşvik ve tüm hâricî etkilerden uzak, hâkimin olayları değerlendirmesi temelinde, vicdânî hukuk anlayışı ile uyum içerisinde bağımsız olarak yargısal işlevini yerine getirmelidir. 1.2 Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. 1.3 Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiîlen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. 1.4 Hâkim, yargısal görevlerini yerine getirirken, tek başına karar vermek zorunda olduğu hususlarda diğer yargıçlardan da bağımsızdır. 1.5 Hâkim, yargının kurumsal ve eylemsel bağımsızlığını sürdürmek ve arttırmak için, yargısal görevlerinin ifasına yönelik koruma tedbirlerini almalı ve bunları artırmalıdır. 1.6 Hâkim, yargı bağımsızlığını sürdürmede esas olan yargıya yönelik kamusal güveni güçlendirmek amacıyla, yargı etiği ile ilgili yüksek standartlar sergilemeli ve bunları ilerletmelidir.Değer 2: TARAFSIZLIK İlke: Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Uygulama: 1. Hâkim, yargısal görevlerini tarafsız, önyargısız ve iltimassız olarak yerine getirmelidir. 2. Hâkim, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde olmalıdır. 3. Hâkim, duruşma ve karar aşamalarında, kendisini yargılamadan zorunlu olarak el çektirecek olasılıkları makul ölçüler içerisinde asgariye indirecek şekilde hareket etmelidir. 4. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır. 5. Hâkim, tarafsız olarak karar veremeyeceği durumda veya makul olarak düşünme yeteneği olan bir kişide tarafsız olarak karar veremeyeceği izlenimi yaratması halinde, yargılamanın her hangi bir aşamasına katılmaktan çekinmelidir. Sınırlı sayıda sayılmamakla birlikte bu durum aşağıdaki ihtimâllerde söz konusu olur: 6. Hâkimin, yargılama aşamasında delil kâbilinden tartışılan olaylarla ilgili kişisel bir bilgiye sahip olması veya davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olması veya, 7. Hâkimin ihtilâf konusu davada, olaya ilişkin bir tanıklığının olması ya da daha önceden bu konuda avukat olarak hizmet vermiş olması veya, 8. Hâkim ya da hâkimin ailesinden birisinin ihtilâf konusu dava sonuçlarıyla ilgili ekonomik bir çıkarının olması. Davaya bakmaya devam edecek yeni bir mahkemenin kurulamaması halinde veya hiçbir şeyin yapılmamasının durumun aciliyeti nedeniyle ciddi şekilde adaletsizliğe yol açacağı halde hâkime, görevden el çektirmek gerekmez.' Birleşmiş Milletler Bangolar Yargı Etiği İlkelerinin yukarıda aynen yer verilen 'Bağımsızlık' ve 'Tarafsızlık' değerleri hiçbir yoruma ve ek açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek derecede açıktır. Kamuoyunda Wikileaks belgeleri olarak bilinen ve bir internet sitesinde (http://www.wikileaks.ch/origin/186_18.html) yer alan 03 ANKARA 4862 kodlu yazıda, ' 4. (C) Kapsamlı reformların önde gelen savunucularından, Anayasa Mahkemesi Hakimi Haşim Kılıç, 1 Ağustos tarihinde bize özel olarak CHP'nin mevcut problemleri için kendini suçlaması gerektiğini aktarmıştır. CHP, muhalefet etmek görüntüsünü vererek ya da çok çekişme yarattıktan sonra isteksizce 'her şeyi' ' demokrasi yanlısı ortaya atılan tüm reformları kabul ederek, kendisi için prensipsiz ve erişilemez bir imaj yaratmakta. CHP, Hükümet doğru şeyi yapsa bile, sanki tek işinin AK Parti Hükümetinin yaptığı her şeyemuhalefet etmek gibi davranmak olduğunu söylemiştir. Bu da seçmenleri kaçırıyor demiştir.' ifadeleri yer almaktadır. Kamuoyuna yansıyan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç tarafından da yalanlanmayan belgeye dayalı bilgilere göre, Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisi hakkında Amerika Birleşik Devletlerinin Ankara Büyükelçiliği yetkililerine olumsuz değer yargılarında bulunduğu anlaşılmış, bu konudaki gizli görüşmenin kamuoyuna yansıması ile de Sayın Başkanın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu bir davada tarafsız karar veremeyeceği izlenimi doğmuştur. Yasama ve yürütme organlarının siyasi söylemlerinden ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmesi de gereken bir yüksek yargıcın, hem de yabancı bir ülkenin Büyükelçiliğine iç siyasete ilişkin değerlendirmelerde bulunmasındaki tuhaf ötesi gariplik bir yana, yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü, Anayasaya şekil ve esas bakımından; Anayasa değişikliklerini ise şekil bakımından denetlemek ve bireysel başvuruları karara bağlamakla Anayasal olarak görevli Anayasa Mahkemesinin bir üyesinin, TBMM'nin çıkardığı yasaları, yasa gücünde kararnameleri, TBMM İçtüzüğünü ve Anayasa değişikliklerini gerek gördüğü durumlarda Anayasa Mahkemesine taşımakla Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet Partisi hakkında şikayetvari olumsuz görüş beyan etmenin de ötesinde, hiç kimseyi yüceltmeyecek sözler söylemesi; yargıcın bireysel bağımsızlığını koruyamadığını, karar vermek zorunda olduğu ihtilafın taraflarından bağımsız kalamadığını, sadece bizatihi karar için değil, aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerli olan tarafsızlık ilkesiyle bağdaşmayan eylemler içinde bulunduğunu, mahkemede ve mahkeme dışında, yargı ve yargıç tarafsızlığı açısından kamuoyu, hukuk mesleği ve dava taraflarının güvenini sağlayacak ve artıracak davranışlar içerisinde bulunmadığını; önüne gelme ihtimâli olan davalar hakkında, yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça adilanelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak yorumlarda bulunduğunu, hiçbir yoruma ihtiyaç göstermeyecek açıklıkta ortaya koymaktadır. Somut olayda, ekte yer alan belgeler ve bu belgeler çerçevesinde kamuoyu önünde yapılan aleni tartışma ve değerlendirmeler karşısında, Sayın Başkan Haşim Kılıç'ın derin bir sessizliğe bürünerek, usulen yalanlama yoluna dahi gitmemiş olması, kamuoyunda ABD Ankara Büyükelçiliğine Cumhuriyet Halk Partisini şikayet eder mahiyetteki sözleri söylediği ve olumsuz değerlendirmelerde bulunduğu ve dolayısıyla davanın bir tarafıyla ilgili gerçek bir önyargı veya tarafgirlik içerisinde olduğu şeklinde anlaşılmış ve Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu işbu davada bir yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin ciddi kuşkuların yerleşmesine yol açmıştır. 25 Nisan 2011 tarihinde Anayasa Mahkemesinin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde yapılan açılış konuşmasındaki şu sözler de Sayın Haşim Kılıç'a aittir: 'Anayasanın 175 inci maddesinde Anayasa değişikliği için öngörülen nitelikli çoğunluk anlayışının içinde, uzlaşmaya dönük örtülü bir yaklaşım olduğu düşünülebilirse de, bu, çoğunluğu elde edenlerin azınlıkta kalan diğer görüşleri ve farklılıkları yok sayma, dışlama ya da dayatma yolunu haklı kılamaz. Ancak, nitelikli çoğunluk dışındaki görüş sahiplerinin de bu gücü bloke etme, etkisizleştirme gibi davranış sergilemelerine de izin verilemez. Doğal hukukla örtüşen evrensel değerler üzerinde geniş katılımlı bir iradeyi oluşturmak zor değildir. Yeter ki demokrasinin müzakere imkânlarından faydalanarak çözüm bulma iradesi samimiyetle ortaya konulabilsin. Toplumun tanıklığında ortaya konulan bu samimi duruşlar, çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptımoldu' noktasındaki düşünce sahiplerinin haksızlığını açıkça ortaya koyacaktır. Siyaset kurumları, geçmişte yaşanan fahiş hatalarla hesaplaşarak, sorunlara çözüm önerilerini cesaretle sunabilmelidirler. Ümit ediyorum ki bu gayret, Anayasa Mahkemesi'ne dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığını da ortadan kaldıracaktır.' Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı Haşim Kılıç'a göre, Anayasanın 175 nci maddesinde aranan nitelikli çoğunluk, uzlaşmaya dönük açık bir kural değil, sadece örtülü bir yaklaşım olarak düşünülebilir ve Anayasal olarak yetkilendirilmiş Anamuhalefet partisinin, siyasal iktidarın çoğunlukçu, dayatmacı ve 'ben yaptım oldu' anlayışıyla çıkardığı yasal düzenlemeleri, iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine götürmesi, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı'dır. CHP'nin Anayasa Mahkemesine dava açmasına ilişkin olarak kamuoyunda kahve sohbeti düzeyinde sürdürülen güncel siyasi tartışmalar esnasında, sadece Anayasa Mahkemesine iptal davası açma yetkisi bulunan Anamuhalefet Partisini aşağılamayı ve toplum nezdinde itibarsızlaştırmayı değil, aynı zamanda Başkanı olduğu Yüksek Mahkemenin demokratik sistem içindeki işlevi ile Anayasal varlık nedenini de sorgulayan bu sözleri, herhangi bir siyaset insanı değil, Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanı söyleyebilmiştir. Dahası bu sözler, günümüz Türkiye'sinin kâbusu olduğu üzere, dostlar arasında yapılan özel bir sohbetin ortam veya telefon dinlemesi suretiyle elde edilmesi ve medyaya servisi yoluyla kamuoyuna yansımamış; yazılı ve görsel tüm medyanın takip ettiği Yüksek Mahkemenin 49 ncu Kuruluş Günü Töreninde 6223 sayılı Yetki Yasasının siyasal iktidarın sayısal çoğunluğuna dayalı olarak kabul edildiği 06.04.2011 tarihinden 20 gün sonra 25.04.2011 tarihinde yapılmıştır. Demokratik siyasal sistemlerde bir siyasi partinin muhatabı, diğer siyasi partilerdir. Bu bağlamda, herhangi bir siyasi parti hakkında siyasi değerlendirme, eleştiri ve suçlamaları yapacak olanların da halkın oylarına talip olan diğer siyasi partiler olacağında kuşku yoktur. Anayasasında demokratik hukuk devleti ile kuvvetler ayrılığı ilkelerini benimsemiş ve yargıç bağımsızlığı ile tarafsızlığına yer vermiş bir ülkede, Anayasa Mahkemesi Başkanının herhangi bir siyasi partiyi bırakınız suçlamayı, eleştirmesi dahi hiçbir şekilde mümkün olamaz. Hele bu suçlamanın, Başkanı olduğu Mahkemenin demokrasilerdeki işlevi ile varlık nedenini de yok sayarak Anayasa Mahkemesine dava açmak gibi Anayasal bir hakkın kullanımı, muhalefet görevinin bir parçası ve temel hak ve özgürlükler ile halkın çıkarlarını korumanın gereği ile ilgili olması, açıklanabilir olmanın uzağındadır. Anayasa Mahkemesinin Sayın Başkanının amacı ve hedefi, 'kör kör parmağım gözüne' kadar açık ve herhangi bir yoruma ihtiyaç duymayacak kadar belirgin bir şekilde Anamuhalefet Partisini, 'Anayasa Mahkemesine dava açmak suretiyle sorun çözme kolaycılığı' ile suçlaması; hukuksal konumu ve statüsü ile mesleki deneyimi göz önüne alındığında, ancak, Anamuhalefet Partisine karşı alt benliğe yerleşmiş katı önyargının, üst benliğin kontrol işlevini parçalayarak açığa çıkacak derecede güçlü olmasıyla mümkün olabilir ve bu durum tarafsızlığın yitirildiğinin en belirgin göstergesidir. Öte yandan, Sayın Haşim Kılıç Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildiği 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali başvurularına üye ve başkan sıfatıyla katılmıştır. Bu Yetki Yasaları ve Anayasa Mahkemesi kararları ile Sayın Haşim Kılıç'ın kullandığı oylar şöyledir:1) 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sosyaldemokrat Halkçı Parti'nin açtığı davada, AYM 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı Kararı ile 3755 sayılı Yetki Yasasını, Anayasanın 91 nci ve 153 ncü maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, karşıoy kullanmıştır. 2) 24.06.1993 günlü 3911 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı Kararı ile 3911 sayılı Yetki Yasası, 'verilen yetkinin belirsiz olduğu', 'yetki yasasında bulunması gereken öğeleri içermediği', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu olup olmadığının tespitinin olanaksız olduğu', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 3) 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı Kararı ile 3990 sayılı Yetki Yasası, 'verilen KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olmadığı', 'yasama yetkisinin devri niteliğinde olduğu', 'öngörülen amaç, konu ve kapsamın somut ve belirgin nitelikte olmadığı' gerekçeleriyle Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile İptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ, iptali yönünde oy kullanmakla beraber, KHK çıkarma yetkisinin ivedi, zorunlu ve önemli durumlara ilişkin olması gerektiği görüşüne katılmamıştır. 4) 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı Yetki Kanununun iptali için TBMM Üyeleri Hasan KORKMAZCAN, Bülent ECEVİT ve 113 Milletvekilinin açtığı davada, AYM 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı Kararı ile 4109 sayılı Yetki Yasasını, 'erkler ayrılığı', 'demokratik hukuk devleti' 'yasama yetkisinin devredilemeyeceği' ilkelerine aykırı olduğu, 'nerelerin il, nerelerin ilçe olacağı konusunda belirsizlik yarattığı', 'kapsam ve ilkelerinin belirsiz olduğu' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 5) 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı Yetki Kanununun iptali için Anavatan Partisinin açtığı davada, AYM 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı Kararı ile 4113 sayılı Yetki Yasasını, 'yetki yasasında, çıkarılacak KHK'lerin konu, amaç, kapsam ve ilkelerinin belirgin ve somut biçimde gösterilmemesi', 'yasama yetkisinin devrini doğurması' gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bulunarak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 6) 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı Yetki Kanununun iptali için Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman DEMİREL'in açtığı davada, AYM 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı Kararı ile 4183 sayılı Yetki Yasasını, 'amaç, kapsam ve ilkelerin belirsiz olduğu', 'Bakanlar Kurulu'na geniş kapsamlı KHK çıkarma yetkisi verildiği', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanındığı' gerekçeleriyle, Anayasanın 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak OYBİRLİĞİ ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 7) 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararı ile 4588 sayılı Yetki Yasasını, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelmesi', 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumlarıiçerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bulunarak OYÇOKLUĞU ile iptal etmiş; Sayın Haşim KILIÇ iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 8) 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Kanununun iptali için Fazilet Partisinin açtığı davada, AYM 20.03.2001 tarihli ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı Kararı ile 4615 sayılı Yasanın 1 nci ve 2 nci maddelerinde yer alan 'idari' ibaresini, 'idarî hak kavramının, memurların ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal hakları dışında kalan tüm haklarını ifade etmesi nedeniyle belirsizlik içermesi', 'idari haklara ilişkin düzenlemelerin Anayasanın 91 nci maddesindeki yasak alan içinde olması' 'Malî ve sosyal haklar dışındaki idarî hak kavramı içinde nitelenebilecek konuların önemli, zorunlu ve ivedi durumlar kapsamında düşünülemeyeceği' gerekçeleriyle Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 nci maddelerine aykırı bularak oyçokluğu ile iptal etmiş; Sayın Haşim Kılıç iptali yönünde oy kullanmış ve iptal gerekçelerinin tamamına katılmıştır. 9) 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı davada, AYM'nin 27.10.2011 tarihli ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oyun üstün sayılmasından dolayı iptal istemi reddedilmiştir. Her dosyanın kendi içinde değerlendirilmesi gerekeceği kural olmakla birlikte, Sayın Haşim Kılıç'ın Yetki Yasaları konusunda 1993 yılından bu yana istikrar kazanmış görüşünden ve bu görüşlerindeki, 'sınırlarının geniş ve belirsiz olması', 'yürütme organına, TBMM'ne ait bulunan yasama yetkisini sınırsız biçimde kullanma olanağı ve yürütmeye yasama karşısında üstünlük tanınması' 'verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemesi' gerekçelerinden dönerek iptal isteminin reddi yönünde oy kullanması, kamuoyunda AKP'yi Anayasa Mahkemesi Başkanının kurtarması şeklinde değerlendirilmiş ve bu değerlendirme Sayın Haşim Kılıç'ın Cumhuriyet Halk Partisinin tarafı olduğu davalarda yargıç tarafsızlığı ile karar veremeyeceğine ilişkin yerleşen ciddi kuşkuları pekiştirmiştir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 30.03.2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 59 ncu maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde yer alan, Başkan ve üyelerin istişari görüş ve düşüncesini ifade etmiş olduğu dava ve işlere bakamayacaklarına ilişkin kural ile 60 ncı maddesinin (1) numaralı fıkrasındaki, 'Başkan ve üyeler tarafsız hareket edemeyecekleri kanısını haklı kılan hâllerin olduğu iddiası ile reddolunabilirler.' hükmüne dayanarak Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç hakkında reddi hakim talebinde bulunuyoruz.' '' III GEREKÇELER 1) 11.10.2011 Tarihli ve 663 Sayılı 'Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin Tümünün ve Ayrı Ayrı Tüm Maddeleri ile Ekindeki (I) Sayılı Cetvel, (II) Sayılı Cetvel, (III) Sayılı Cetvel ve Listelerin Anayasaya AykırılığıAnayasanın Başlangıcının dördüncü fıkrasında, 'Kuvvetler ayırımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu;' belirtildikten sonra 2 nci maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında 'hukuk devleti' ilkesine yer verilmiş; 6 ncı maddesinde, hiç kimse ve hiçbir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı; 7 nci maddesinde, Yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak yerine getirileceği kuralları getirilmiş; 87 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna 'belli konularda' KHK çıkarma yetkisi verilmesi TBMM'nin görevleri arasında sayılmış; 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında ise, yetki kanununun, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılmayacağını göstereceği hükme bağlanmıştır. Anayasa Mahkemesinin 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında da vurgulandığı üzere, Anayasanın 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerinin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, yasama yetkisinin genel ve asli bir yetki olması, TBMM'ye ait bulunması ve devredilememesi karşısında KHK çıkarma yetkisinin kendine özgü ve ayrık bir yetki olduğu anlaşılabilmektedir. Dolayısıyla yetki yasalarının, yasama yetkisinin devri anlamına gelecek ya da bu izlenimi doğuracak biçimde yaygınlaştırılıp genelleştirilmemesi gerekir. KHK'ler ancak ivedilik gerektiren belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konulmak durumundadır. Anayasanın 91 inci maddesinin Danışma Meclisi'nde görüşülmesi sırasında KHK çıkarabilmesi için hükümete yetki verilmesinin nedeni, ' çok acele hallerde hükümetin elinde uygulanacak bir seri kural olmadığı için, acele olarak çıkarılıp ve hemen olayın üstüne gidilmesi gereken hallerde çıkarılması için bu düzenleme getirilmiştir ' biçiminde açıklanırken; Anayasa Komisyonu Başkanınca da, 'Kanun hükmünde kararname, yasama meclisinin acil bir durumda, kanun yapmak için geçecek sürede çıkaracağı kanun ihtiyacı, halledilmesi gereken meseleyi çözemeyeceğine; o zaman çok geç kalınacağı endişesinden kaynaklanan bir müessesedir ve bu müessese bunun için kurulmuştur.' denilerek aynı doğrultuda görüş bildirilmiştir. Yetki yasasında Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulunun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. KHK'nin, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla gösterilmemeli, değişik biçimlerde yorumlamaya elverişli olmamalıdır. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Anayasa Mahkemesinin 1990'lardan bu yana verdiği kararlarda, TBMM'nin Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi vermesi için, 'ivedilik, 'zorunluluk' ve 'önemlilik' gibi üç koşulun birlikte bulunması gerekeceğine yönelik içtihat oluşturduğu gözlenmektedir (06.02.1990 günlü ve E.1988/62, K.1990/3). Yüksek Mahkeme. 16.10.1993 günlü ve E.1993/26, K.1993/28 sayılı kararında ise, 'KHK'ler, ancak ivedilik isteyen belli konularda, kısa süreli yetki yasaları temel alınarak etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeler için yürürlüğe konur.' demiştir. İvedilik koşulu ile etkin önlemler ve zorunlu düzenlemeleri taşımayan hususlarda KHK çıkarma yetkisi verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geleceği açıktır. Nitekim; 1990 yılından bu yana, Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi veren 9 adet yetki yasasının iptali için Anayasa Mahkemesine yapılan başvurulardan, sonuncusu olan 6223 sayılı Yetki Yasası hariç, 06.06.1991 günlü ve 3755 sayılı, 24.06.1993 günlü ve 3911 sayılı, 18.05.1994 günlü ve 3990 sayılı, 31.05.1995 günlü ve 4109 sayılı, 08.06.1995 günlü ve 4113 sayılı 31.08.1996 günlü ve 4183 sayılı, 29.06.2000 günlü ve 4588 sayılı, 21.12.2000 günlü ve 4615 sayılı Yetki Yasaları; Anayasa Mahkemesinin sırasıyla 12.12.1991 günlü ve E.1991/27, K.1991/50 sayılı; 16.09.1993 tarihli ve E.1993/6, K.1993/28 sayılı; 05.07.1994 tarihli ve K.1994/44 2 sayılı; 04.07.1995 günlü ve E.1995/35, K.1995/26 sayılı; 19.09.1995 tarihli ve E.1995/39, K.1995/45 sayılı; 02.10.1996 günlü ve E.1996/61, K.1996/35 sayılı; 05.10.2000 tarihli ve E.2000/45, K.2000/27, 20.03.2001 günlü ve E.2001/9, K.2001/56 sayılı kararları ile iptal edilmiştir. Yüksek Mahkemenin anılan 05.10.2000 tarih ve E.2000/45, K.2000/27 sayılı Kararında; 'Anayasanın 87 nci maddesine göre, ancak, belli konularda KHK çıkarma yetkisi verilmesi gerekirken dava konusu Yasa'yla her konuyu kapsayacak biçimde genel bir yetki verilmiştir. Bakanlar Kurulu, ayrık tutulan iki kurum dışında tüm kamu kurum ve kuruluşlarını yeniden örgütleyebilecek, bunların görev ve yetkilerini yeniden düzenleyebilecek, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin ücret, aylık, disiplin ve cezaları ile emeklileri hakkında kanun ve KHK'lerde değişiklik yapabilecek, Devletin gelirleri ve harcamalarına ilişkin tüm mevzuatı 'kamu malî yönetimi' kavramı içinde değerlendirerek yeni kurallar getirebilecektir. Sınırları geniş ve belirsiz konularda düzenleme yapmak üzere Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasanın 87 nci maddesinde belirtilen 'belli konu'larda verilen yetki olarak değerlendirilemez. Öte yandan, yasa, Anayasanın 91 inci maddesinde belirtilen öğeleri de içermemektedir. Yasa'nın 1 inci maddesinde çıkarılacak KHK'lerin 'kapsam' ve konusu içiçe girmiş, kapsamının çok geniş ve sınırsız olması nedeniyle de verilen yetkinin 91 inci maddede öngörülen yasak alana girip girmediğinin denetimi olanaksız hale gelmiştir. Konu ve kapsamdaki bu sınırsızlık ve belirsizlik, TBMM'ne ait olan yasama yetkisinin yürütme organına devri anlamına gelir. Amaç, konu, ilke ve kapsamla ilgili sınırların belirli olması gerekirken bunlara uyulmadan KHK çıkarma yetkisi verilmesi Anayasanın 7 nci maddesine aykırılık oluşturur. Yasa'nın 2 nci maddesinde, Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin ivedi ve zorunlu hallerde kullanılması gerektiği belirtilmiştir. Yetkinin 'önemli, ivedi ve zorunlu' durumlarla sınırlandırılması, dava konusu Yetki Yasası'nda olduğu gibi bunun takdirinin Bakanlar Kuruluna bırakılmasıyla değil, amacın, kapsamın ve konunun içeriği yönünden ivedi ve zorunlu olduğunun yasakoyucu tarafından saptanmasıyla olanaklıdır. Niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeler ivedi ve zorunlu olarak nitelendirilemez. Dava konusu Yasa'nın amaç ve kapsamındaki genişlik ve sınırsızlık, verilen yetkinin önemli, ivedi ve zorunlu durumları içerip içermediğinin tespitine imkan vermemektedir.Açıklanan nedenlerle Yetki Yasası'nın 1 inci maddesiyle 2 nci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü paragrafı ile 2 nci, 7 nci, 87 nci ve 91 inci maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.' denilmiştir. 6223 sayılı Yetki Yasasının 'Amaç ve kapsam' başlıklı 1 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek;' denildikten sonra; (1) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine; (2) numaralı alt bendinde, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine; (3) numaralı alt bendinde, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına; (b) bendinde ise, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına; 'ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermektir.' gibi belirsiz ve sınırsız ifadelere yer verilerek Yetki Yasasının amacı ortaya konmak istenmiştir. Aynı maddenin (2) numaralı fıkrasında ise, Yetki Yasasının kapsamına ilişkin olarak, 'Bu Kanuna göre çıkarılacak kanun hükmünde kararnameler;' denilip, (a) bendinde, 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesine ilişkin olarak;' ifadesinden sonra, 19 alt bent halinde 19 yasa ve KHK sayılmış ve (20) numaralı alt bendinde, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin görev, yetki, merkez, taşra ve yurt dışında teşkilatlanma esasları, kadrolar, bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerine ilişkin hükümlerinde, (') yapılacak değişiklik ve yeni düzenlemeleri kapsar.' denilerek adeta teşkilatlanmaya ilişkin tüm yasa ve yasa gücünde kararnameler kapsama alınmak istenmiş; (b) bendinde ise, 'Kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin olarak;' denildikten sonra 6 alt bent halinde 5 yasa ve 1 KHK sayılmış ve (7) numaralı alt bendinde ise, 'Diğer kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin atanma, nakil, görevlendirme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin hükümlerinde' ifadesiyle de neredeyse tüm kamu personeli hakkında Bakanlar Kuruluna her türlü düzenlemede bulunma yetkisi verilmesi hedeflenmiştir. Oysa yetki yasalarının, Anayasanın belirlediği ögeleri belli bir içeriğe kavuşturarak somutlaştırması ve verilen yetkiyi hiçbir tartışmaya yol açmayacak açıklıkta belirleyerek Bakanlar Kurulu'na çerçeveyi çizmesi ve niteliği itibariyle uzun süreli ve çok yönlü çalışmayı gerektiren düzenlemeleri kapsamaması gerekmektedir.Çünkü, Yetki Yasası'nda Bakanlar Kurulu'na verilen yetkinin 'amaç', 'kapsam' ve 'ilkeleri'nin belirlenmesinden amaç, bu yetki ile Bakanlar Kurulu'nun neleri gerçekleştirebileceğinin açıklığa kavuşturulmasıdır. Ancak, 6223 sayılı Yetki Yasasının, amacı, kapsamı ve ilkeleri de konusu gibi geniş içerikli, her yöne çekilebilecek, yuvarlak ve genel anlatımlarla geçiştirilerek, her okuyanın değişik şekillerde yorumlamasına açık hale getirilmiştir. Verilen yetkinin konu, amaç, kapsam ve ilkeler yönünden belirgin duruma getirilmesi, başka bir anlatımla somutlaştırılması, yürürlüğe konulacak KHK'lerin yetki yasası kapsamı içinde kalıp kalmadıklarının, 91 inci maddede belirlenen yasak alana girip girmediklerinin, önemli, ivedi ve zorunlu bir durum için düzenlenip düzenlenmediklerinin saptanabilmesi yönünden gereklidir. Herhangi bir yetki yasasının Anayasaya aykırı olmaması için Anayasadaki öge ve ölçütlere, Anayasa Mahkemesi kararları ile getirilen yorumlara uygun olması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi kararlarda açıklanan gerekçelerin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Tüm bunlara ve kanun hükmünde kararnamenin, 12 Mart 1971 Askeri Müdahalesinden sonra 20.09.1971 tarihli ve 1488 sayılı Kanunun 1 nci maddesiyle Anayasanın 64 ncü maddesine girdiğinden bu güne kadarki Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına rağmen; 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı 'Kamu Hizmetlerinin Düzenli, Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesini Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu'nun iptali için Cumhuriyet Halk Partisinin açtığı iptal davası sonucunda 6223 sayılı Yetki Yasası, AYM'nin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı Kararı ile 14 üyenin oyunun 7'ye 7 çıkması nedeniyle, bu güne kadar istikrar kazanmış görüşünün aksine iptal isteminin reddi yönünde oy kullanan ve bu Dava Dilekçesinin 'Hakimin Reddi Talebi' bölümünde belirtilen nedenlerle reddi hakim talebinde bulunulan Mahkeme Başkanı Sayın Haşim KILIÇ'ın kullandığı oydan dolayı iptal istemi OY ÇOKLUĞU ile reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesinin 27.10.2011 günlü ve E.2011/60, K.2011/147 sayılı (Başkanın oyundan dolayı 6216 sayılı Kanunun 65 nci maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre çoğunluk sayılan) Kararına göre; '' 6223 sayılı Kanunun iki konuda Bakanlar Kuruluna KHK çıkarma yetkisi verdiği görülmektedir: Bunlardan birincisi özetle 'Kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenmesi'dir | 4,131 |
Esas Sayısı : 2013/10 Karar Sayısı : 2013/130 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Davacı . vekili . tarafından, müvekkilinin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkma istemiyle yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali istemiyle İçişleri Bakanlığı'na karşı açılan davada işin gereği görüşüldü. Anayasa'nın 152. maddesinde, Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Mahkeme, Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse bu iddia temyiz merciince esas hükümle birlikte karara bağlanır. Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır kuralı yer almaktadır. Öte yandan, Anayasa'nın 5. maddesinde, Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. hükmü, 10. maddesinin birinci fıkrasında, Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. hükmü aynı maddenin son fıkrasında, Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. hükmü, 12. maddesinde, Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder. hükmü, 13. maddesinde, Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz hükmü, 66. maddesinde, Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.Esas Sayısı : 2013/10 Karar Sayısı : 2013/130 2 Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz. hükmü. 72. maddesinde ise, Vatan hizmeti, her Türkün hakkı ve ödevidir. Bu hizmetin Silahlı Kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenlenir. hükmü yer almaktadır. 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu'nun Türk Vatandaşlığından Çıkma başlıklı 25. maddesinde, (1) Türk vatandaşlığından çıkmak için izin isteyen kişilere aşağıdaki şartları taşımaları halinde Bakanlıkça çıkma izni veya çıkma belgesi verilebilir. a) Ergin ve ayırt etme gücüne sahip olmak. b) Yabancı bir devlet vatandaşlığını kazanmış olmak veya kazanacağına ilişkin inandırıcı belirtiler bulunmak. c) Herhangi bir suç veya askerlik hizmeti nedeniyle aranan kişilerden olmamak. ç) Hakkında herhangi bir mali ve cezai tahdit bulunmamak. kuralı yer almaktadır. Dava dosyasının incelenmesinden, Türk vatandaşı olan davacının 19.05.2011 tarihinde aynı zamanda Alman vatandaşlığını kazanması üzerine Türk vatandaşlığından çıkma talebinde bulunduğu söz konusu başvurusunun 5901 sayılı Kanunun 25/c maddesi uyarınca davacının bakaya olup askeri hizmet nedeniyle aranan kişilerden olduğundan bahisle reddedildiği, bakılan davanın da söz konusu işlemin iptali istemiyle açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak, Anayasanın özüne ve ruhuna uygun olarak, Yasa ile sınırlanabilir. Bu sınırlamanın da o hakkın barındırdığı öze dokunmaksızın Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak yapılması ve ayrıca bu sınırlamanın Kanun önünde eşitlik ilkesine de aykırı bir yön taşımaması gerekir. Anayasanın temel hak ve ödevlere ilişkin ikinci kısmının siyasi hak ve ödevlere ilişkin dördüncü bölümü içerisinde Türk Vatandaşlığı başlığı altında 66. maddede uyuşmazlığın dayanağı Anayasal düzenlemenin yer aldığı görülmektedir. Vatandaşlık kişiler için öncelikle bir hak olması yanında bu hakkın yanında bir takım ödevleri de barındırdığı kuşkusuzdur. Ancak vatandaşlığın öncelikle bir hak olarak düşünülmesi siyasi bir hak ve ödev olan vatandaşlığın özüne daha uygun bulunmaktadır. Zira bu haktan yararlanmak istemeyen kişilerin belli koşullar altında bu haktan yararlanmamayı tercih etmeleri en doğal haklarındandır. Davacı da 5901 sayılı Kanunda vatandaşlıktan çıkmak için gerekli tüm şartları taşımasına karşın askerlik hizmetini yerine getirmemesi sebebiyle aranan kişilerden olduğu gerekçesine dayalı olarak vatandaşlıktan çıkma talebinin reddedildiği görülmektedir. Bu durumda, temel bir hak niteliği olduğu hususunda tereddüt bulunmayan vatandaşlıktan çıkmanın, Yasayla askerlik hizmeti nedeniyle aranan kişilerden olmamak koşuluna bağlanması ile birlikte bir şekilde askerlik hizmeti nedeniyle aranmayan ancak askerlik hizmetini yerine getirmemiş şahısların vatandaşlıktan çıkmaları için bir engel öngörülmemesine karşın yine askerlik hizmetini yerine getirmemiş ve fakat bu hizmet nedeniyle aranan kişilerden olan şahısların vatandaşlıktan çıkmalarına engel bir durum olarak öngörülmesinin Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine ve 13. maddesinde yerEsas Sayısı : 2013/10 Karar Sayısı : 2013/130 3 alan temel hak ve hürriyetlerin yasayla ve ancak özlerine dokunulmaksızın sınırlanabilir kuralına aykırı bir biçimde sınırlandırıldığı sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu'nun 25. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde yer alan veya askerlik hizmeti ibaresinin Anayasa'nın 10., 13. ve 66. maddelerine aykırı olduğundan bahisle iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, dava dosyasının esastan görüşülmesinin Anayasa Mahkemesi'nce bu konuda bir karar verilinceye kadar (5 ay süreyle) bekletilmesine 20/12/2012 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 839 |
Esas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 1 İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 2.8.2005 günlü dava dilekçesinin gerekçesi şöyledir: I. OLAY 24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı Kanunun, 3194 Sayılı İmar Kanununun ve 3621 Sayılı Kıyı Kanununun uygulamalarında ve Telekom A.Ş.nin özelleştirilmesi sırasında karşılaşılan sorunların giderilmesi amacıyla çıkarılan 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunda Anayasa'ya aykırı düzenlemelere yer verilmiştir. Aşağıda önce 5398 sayılı Kanunun iptali istenen hükümlerine yer verildikten sonra, iptali istenen hükümlerle ilgili olarak Anayasa'ya aykırılık gerekçeleri açıklanmıştır. II. İPTALİ İSTENEN HÜKÜMLER 1) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinde değişiklik yapan birinci fıkrasındaki devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra İbaresi, 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun iptali istenen ibareyi de içeren 5 inci maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir: 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinde yer alan Değer tespit sonuçları, kuruluşun özelleştirilmesine ilişkin ihale sonuçlarının onaylanmasını müteakip idare tarafından kamuoyuna duyurulur. ibaresi Değer tespit sonuçları, kuruluşun özelleştirme işlemi tamamlanarak devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra kamuoyuna duyurulur. şeklinde değiştirilmiş, (C) bendinin (c) alt bendinde yer alan Pazarlık usulü ibaresi ile başlayan paragrafın birinci cümlesinin sonuna Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz. ibaresi eklenmiş ve (c) alt bendinin son paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. İptali istenen, devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra ibaresidir. 2) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (C) bendinin (c) alt bendinde yer alan pazarlık usulü ibaresi ile başlayan paragrafın birinci cümlesinin sonuna eklediği Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz İbaresi. Esas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 2 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun iptali istenen ibareyi de içeren 5 inci maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir: 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinde yer alan Değer tespit sonuçları, kuruluşun özelleştirilmesine ilişkin ihale sonuçlarının onaylanmasını müteakip idare tarafından kamuoyuna duyurulur. ibaresi Değer tespit sonuçları, kuruluşun özelleştirme işlemi tamamlanarak devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra kamuoyuna duyurulur. şeklinde değiştirilmiş, (C) bendinin (c) alt bendinde yer alan Pazarlık usulü ibaresi ile başlayan paragrafın birinci cümlesinin sonuna Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz. ibaresi eklenmiş ve (c) alt bendinin son paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir. İptali istenen, Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz. İbaresidir. 3) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 10 uncu maddesi ile 4046 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 3 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun 10 uncu maddesi ile 4046 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 3 aynen şöyledir: Özelleştirme programına alınmış kuruluşlara ait veya bu kuruluşların müşterek maliki bulunduğu gayrimenkullerden varsa diğer malikler ile de anlaşarak, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunundaki şartlar aranmaksızın, İdarenin talebi üzerine yirmi gün içinde tapu sicil müdürlüklerince tapuda kat mülkiyeti kütüğüne bağımsız bölümler halinde tescil edilir. Bu işlemin yapılması sırasında kat mülkiyetine geçiş için kadastro müdürlüğünce zemindeki fiili durumu tespit eden plân, vaziyet plânı sayılır ve anılan Kanunun 12 nci maddesinin (b) bendinde yazılı fotoğrafın kuruluş temsilcisince tasdik edilmesi yeterli görülür ve başka bir belge aranmaz. 4) 03.07.2005 tarih ve 5398 Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 12 nci maddesinin 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununa eklediği Ek Madde 3. 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun 12 nci maddesi ile 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununa eklenen Ek Madde 3 aynen şöyledir: Özelleştirme programındaki kuruluşlara ait veya kuruluş lehine irtifak/kullanım hakkı alınmış arsa ve arazilerin, 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu kapsamında bulunması halinde bu yerlerde genel ve özel kanun hükümlerine göre imar plânlarını yapmaya ve onaylamaya yetkili olan kuruluşlardan, Bayındırlık ve İskân Bakanlığının uygun görüşü ve diğer yetkili kuruluşlardan (Kültür ve Turizm Bakanlığı, Denizcilik Müsteşarlığı, belediyeler ve il özel idareleri) görüş alınarak çevre imar bütünlüğünü bozmayacak her tür ve ölçekte imar plânlan ve imar tadilatları ile mevzi imar plânları Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca hazırlanarak Özelleştirme Yüksek Kurulunca onaylanmak suretiyle yürürlüğe girer. İlgili kuruluşlar bu arsa ve arazilerin imar fonksiyonlarınıEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 3 beş yıl süreyle değiştiremezler. İlgili kuruluşlar görüşlerini on beş gün içinde bildirir. Bu plânlara göre yapılacak yapılarda her türlü ruhsat ve diğer belgeler ile izinler ilgili mevzuat çerçevesinde ilgili kurum ve kuruluşlarca verilir. 5) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 13 üncü maddesinin, 04.04.1990 tarihli ve 3621 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin dördüncü fıkrasının (b) bendinden sonra gelmek üzere eklediği (c) bendinin ve bu fıkradan sonra gelmek üzere eklediği yeni fıkranın, 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun 13 üncü maddesinin, 04.04.1990 tarihli ve 3621 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin dördüncü fıkrasının (b) bendinden sonra gelmek üzere eklediği (c) bendi ve bu fıkradan sonra gelmek üzere eklediği yeni fıkra aynen şöyledir: c) Organize turlar ile seyahat eden kişilerin taşındığı yolcu gemilerinin (kruvaziyer gemilerin) bağlandığı, günün teknolojisine uygun yolcu gemisine hizmet vermek amacıyla liman hizmetlerinin (elektrik, jeneratör, su, telefon, internet ve benzeri teknik bağlantı noktaları ve hatlarının) sağlandığı, yolcularla ilgili gümrüklü alan hizmetlerinin görüldüğü, ülke tanıtımı ve imajını üst seviyeye çıkaracak turizm amaçlı (yeme içme tesisleri, alışveriş merkezleri, haberleşme ve ulaştırmaya yönelik üniteler, danışma, enformasyon ve banka hizmetleri, konaklama üniteleri, ofis binalar) fonksiyonlara sahip olup, kruvaziyer gemilerin yanaşmasına ve yolcuları indirmeye müsait deniz yapıları ve yan tesislerinin yer aldığı kruvaziyer ve yat limanları, Özelleştirme kapsam ve programına alınan ve sahil şeridi belirlenen veya belirlenecek olan alanlar ile kıyı ve dolgu alanlarında yapılacak yat ve kruvaziyer limanlarının ihtiyacı olan yönetim birimleri, destek birimleri, bakım ve onarım birimleri, teknik ve sosyal altyapı ve konaklama birimleri ile ilgili kullanım kararları ve yapılanma şartları imar plânı ile belirlenir. 6) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 19 uncu maddesinin 3194 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin sonuna eklediği fıkradaki imar mevzuatındaki kısıtlamalara tabi olmaksızın İbaresi 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun 19 uncu maddesinin 3194 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin sonuna eklediği iptali istenen ibareyi de içeren fıkra aynen şöyledir: 4046 sayılı Kanun kapsamında gelir ortaklığı modeli ve işin gereğine uygun sair hukuki tasarruflar yöntemine göre özelleştirme işlemleri yapılan hizmet özelleştirilmesi niteliğindeki yatırımların yapılacağı yerlerde hazırlanan veya hazırlattırılan plânları, Özelleştirme İdaresince değerlendirilmek ve sözleşmeye uygunluğu konusundaki görüşü de alınmak kaydı ile imar mevzuatındaki kısıtlamalara tâbi olmaksızın re'sen onaylamaya Bayındırlık ve İskan Bakanlığı yetkili olup, her türlü ruhsatı ilgili belediye en geç iki ay içinde verir. İptali istenen, imar mevzuatındaki kısıtlamalara tâbi olmaksızın ibaresidir. III. GEREKÇEEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 4 1) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinde değişiklik yapan birinci fıkrasındaki devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı Değişiklikten önceki düzenlemede, Özelleştirme Programına alınan kuruluşların değer tespit sonuçlarının kamu oyuna duyurulmasının ihale sonuçlarının onaylanmasını müteakip yapılması öngörülmekte iken, 5398 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin ikinci fıkrası ile yapılan bu düzenlemeyle; değer tespit sonuçlarının kamu oyuna duyurulması, devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesi sonrasına bırakılmaktadır. Satış, kiralama ve işletme hakkının verilmesi şeklindeki özelleştirme yöntemlerin uygulandığı bütün durumlarda özelleştirilen kuruluş devir işleminin bedel karşılığında yapılacağı (4046 sayılı Kanun m.18) ve bu bedelin de doğal olarak devir sözleşmesinde yer alacağı açıktır. Devir bedelinin taksitlerle ödenmesinin öngörüldüğü ve bu taksitlerin çok uzun vadelere bağlandığı durumlarda, devir sözleşmesinde yer alan ödeme yükümlüğü de, son taksitin ödenmesinden sonra yerine getirilmiş olacak ve dolayısıyla değer tespit sonuçlarının kamu oyuna bildirilmesi de, ancak bu tarihte gerçekleşebilecektir. Böyle bir durumun, özelleştirme uygulamalarında mutlaka dikkate alınması gereken şeffaflık ilkesi ile bağdaşmayacağı açıktır. Nitekim 4046 sayılı Kanunun İlkeler başlıklı 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (ı) bendinde Özelleştirme işlemlerinin değer saptaması da dahil aleniyet içinde yürütülmesi özelleştirme uygulamalarında esas alınacak ilkeler arasında gösterilmiştir. Söz konusu düzenlemenin öncelikle bu hüküm ile çeliştiği açıktır. Diğer taraftan kamu paylarının devrinde şeffaflık ilkesinin özenle korunup gözetilmesi, Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen demokratik hukuk devleti olmanın da bir gereğidir. Şöyle ki; Bilindiği gibi denetim, devletin asli görevleri arasında olup kamu adına yapılan vazgeçilmez bir görevdir. Kanun koyucu ne kadar iyi niyetli, kanunlar da ne kadar mükemmel olursa olsun; uygulayıcılar, konulan kuralları doğru uygulamadığı sürece, istenen verimin elde edilmesi, belirlenen hedefe ulaşılması mümkün değildir. Hataları en aza indirmenin ve belirlenen hedefe ilerlemenin yegane yolu, yapılanları gözden geçirmek, denetlemek, yanlışları bularak düzeltmek ve onları tekrarlamamaktır. Bu, fert için de, kurum için de millet için de aynıdır. Milletin demokratik denetim hakkını kullanması da, ancak yapılanın kamu oyuna duyurulması ve bu suretle toplumun bilgilendirilmesiyle mümkün olabilir. İptali istenen düzenleme toplumun zamanında bilgilendirilmesine imkan bırakmayarak milletin kamu işlemlerini etkin bir biçimde denetlemesini engellemekte; böylece Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen demokratik hukuk devleti niteliğine aykırı düşmektedir. Diğer taraftan, bir yasa kuralının Anayasa'nın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasa'nın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E. 1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225).Esas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 5 Açıklanan nedenlerle, 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (B) bendinin (c) alt bendinde değişiklik yapan birinci fıkrasındaki devir sözleşmesinde yer alan yükümlülüklerin yerine getirilmesinden sonra ibaresi Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir. 2) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (C) bendinin (c) alt bendinde yer alan pazarlık usulü ibaresi ile başlayan paragrafın birinci cümlesinin sonuna eklediği Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı İptali istenen ibare, Anayasa'ya aykırı nitelikler taşımaktadır. Çünkü bu ibare, sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde tek teklifle yetinilmesine imkan tanıyarak rekabet ortamının ortadan kaldırılmasına zemin hazırlamaktadır. Rekabet ortamının ortadan kaldırılmasının ise fiyatın daha düşük düzeylerde kalmasına neden olacağı ortadadır. Bu ise, özelleştirmeden beklenilen kamu yararını engelleyici nitelikte bir husustur. Bir hukuk devletinde tüm kamu erklerinin kullanılmasında nihai amaç, kamu yararıdır. Hiçbir kamu erki, Anayasa Mahkemesi'nin de kararlarında belirttiği gibi, kamu yararının gerçekleşmesini engelleyici biçimde kullanılamaz. Bu nedenle, söz konusu iptali istenen ibare, Anayasa'nın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Diğer yandan kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde uygulanacak kuralların, kamu payı yüzde onbeşin üstünde olan iştirak hisselerin özelleştirilmesinde uygulanacak kurallardan farklı tutulması, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine de aykırı düşmektedir. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerinde yer alan hukuk devleti, Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Bu nedenle 5398 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 18 inci maddesinin (C) bendinin (c) alt bendinde yer alan pazarlık usulü ibaresi ile başlayan paragrafın birinci cümlesinin sonuna eklediği ve Anayasa'nın 2, 10 ve 11 inci maddelerine aykırı olan Sermayesindeki kamu payı yüzde onbeşin altında olan iştirak hisselerinin özelleştirilmesinde birden fazla teklif alınması şartı aranmaz ibaresinin iptal edilmesi gerekmektedir. 3) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 10 uncu maddesi ile 4046 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 3'ün Anayasa'ya AykırılığıEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 6 5398 sayılı Kanunun 10 uncu maddesi ile 4046 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 3'de, Özelleştirme Programında bulunan kuruluşlara ait binaların ve sosyal tesislerin kat mülkiyeti kütüğüne bağımsız bölümler halinde tescil işlemlerinin 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunundaki şartlar aranmaksızın yapılacağı öngörülmektedir. Yapılan bu düzenlemede, söz konusu işlemler için zemindeki fiili durumu tespit eden planın yeterli görüleceği ve bunun vaziyet planı yerine geçeceği belirtilerek başka bir belge aranmayacağı ve 634 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (b) bendinde yazılı fotoğrafın kuruluş temsilcisince tasdikinin yeterli olacağı belirtilmektedir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununun 12 nci maddesinde kat mülkiyetinin kurulması için gerekli olan belgeler etraflı bir şekilde düzenlenmiş olup vaziyet planı bunlardan sadece biridir. Bu düzenleme, Anayasa'nın 10 uncu maddesinde açıklanan eşitlik ilkesine aykırıdır. Anayasa'nın 10 uncu maddesinde Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde «eşitlik ilkesi»ne uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. denilmektedir. Bu yasak, insan hakları belgelerinde olduğu gibi, birbirinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanmasını, ayrıca ve açıkça ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme, eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasa'nın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik değil hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik çiğnenmiş olmaz. Başka bir anlatımla, kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında, yasalara konulan kurallarla değişik uygulamalar yapılamaz (Anayasa Mahkemesi'nin 17.3.2004 gün ve E.2001/282, K.2004/34 sayılı Kararı). Özelleştirme programına alınmış kuruluşlar, başka yönlerden farklı statüde bulunsalar bile sahip oldukları ana gayrimenkullerinin kat mülkiyetine çevrilmesi konusunda, diğer bütün kişi ve kuruluşlar ile aynı hukuki durumda olduklarından söz konusu gayrimenkullerinin kat mülkiyetine çevrilmesinde uygulanacak işlemler ve gerekler açısından fark gözetilemez. İptali istenen kural, özelleştirme programına alınmış kuruluşlara ve dolayısıyla bunların sahip oldukları gayrimenkullerin paydaşlarına, aynı hukuksal durumdaki diğer kişilerin hiç birisine tanınmayan ve adalet duygusuyla bağdaşmayan bir biçimde ayrıcalık getirmiş; fotoğrafla, kat mülkiyetine geçiş işlemlerinin yapabilmesine, zemindeki fiili durumu tespit eden planın vaziyet planı yerine geçmesine imkan tanınmıştır. Halbuki özelleştirme programına alınmış kuruluşlar ve bunların sahip oldukları gayrimenkullerin paydaşları dışındakiler için, kat mülkiyetine geçiş ve tapuda kat mülkiyeti kütüğüne kayıt için 634 sayılı Kanunda belirtilen tüm koşulların yerine getirilmesi gerekli görülmüştür. Anayasa'nın çeşitli hükümlerine aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ile bağdaşması da düşünülemez. Bu nedenle, 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Kanunun 10 uncu maddesi ile 4046 sayılı Kanuna eklediği Ek Madde 3 Anayasa'nın 2, 10 ve 11 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekir. 4) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda veEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 7 Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 12 nci maddesinin 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununa eklediği Ek Madde 3'ün Anayasa'ya Aykırılığı 5398 sayılı Kanunun 12 nci maddesi 3194 sayılı imar Kanununa bir ek madde eklenmesini öngörmektedir. 3194 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin ikinci fıkrasının Belediye hudutları ve mücavir alanlar içerisinde bulunan ve özelleştirme programına alınmış kuruluşlara ait arsa ve arazilerin, ilgili kuruluşlarından gerekli görüş, alınarak çevre imar bütünlüğünü bozmayacak (Ek ibare 3/4/1997 4232/4 md.) imar tadilatları ve mevzi imar planlarının ve buna uygun imar durumlarının Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca hazırlanarak Özelleştirme Yüksek Kurulunca onaylanmak suretiyle yürürlüğe girer ve ilgili Belediyeler bu arsa ve arazilerin imar fonksiyonlarını 5 yıl değiştiremezler, ilgili belediyeler görüşlerini onbeş gün içinde bildirir. şeklindeki hükmünün kapsamı, 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve 2634 sayılı Turizm Teşvik Kanunu kapsamındaki yerleri de içine alacak şekilde genişletilmektedir. Anayasa'nın 127 nci maddesinin ilk fıkrasıyla tanımı yapılan Mahallî idareler; il, belediye veya köy halkının mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir. Bu hüküm ile; mahalli müşterek ihtiyaçların karşılanması görevi, belirtilen farklı nitelikteki mahalli idarelere verilmiştir. Bir başka ifade ile; mahalli müşteri ihtiyaçları ancak mahalli idareler karşılayabilecek ve bu konudaki hizmetler mahalli idareler tarafından yürütülecektir. 3194 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinde imar planlarının, Nazım İmar Planları ve Uygulama İmar Planları olarak hazırlanacağı belirtilmiş, 5 inci maddesinde de söz konusu imar planlarının tanımı yapılmıştır. Bu tanımlara göre; Nazım İmar Planı; varsa bölge veya çevre düzeni planlarına uygun olarak halihazır haritalar üzerine, yine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak çizilen ve arazi parçalarının; genel kullanış biçimlerini, başlıca bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, gerektiğinde yapı yoğunluğunu, çeşitli yerleşme alanlarının gelişme ve büyüklükleri ile ilkelerini, ulaşım sistemlerini ve problemlerinin çözümü gibi hususları göstermek ve uygulama imar planlarının hazırlanmasına esas olmak üzere düzenlenen, detaylı bir raporla açıklanan ve raporuyla beraber bütün olan plandır. Uygulama İmar Planı; tasdikli halihazır haritalar üzerine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak nazım imar planı esaslarına göre çizilen ve çeşitli bölgelerin yapı adalarını, bunların yoğunluk ve düzenini, yolları ve uygulama için gerekli imar uygulama programlarına esas olacak uygulama etaplarını ve diğer bilgileri ayrıntıları ile gösteren plandır. Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere, uygulama imar planlarının hazırlanmasına da esas alınan nazım imar planına Kentin gelecekte alacağı biçimi gösteren plandır denilebilir. Bu nedenle, imar planlarının yapılmasının mahalli müşterek ihtiyaçlardan olduğu kuşkusuzdur. Anayasa'nın 127 nci maddesinin ikinci fıkrası ise Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir. kuralını getirmiştir. Anayasa'nın 127 nci maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen yerinden yönetim ilkesi, yerel yönetimlerin özerkliğini pekiştirmektedir. Gerek bu fıkrada, gerek 123 üncü maddeninEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 8 birinci fıkrasında sözü edilen görevler sözcüğünün, yine Anayasa'nın 127 nci maddesinin birinci fıkrasında ifadesini bulan mahallî müşterek ihtiyaçları kapsadığı açıktır. Bu kavram, herhangi bir yerel yönetim biriminin sınırları içinde yaşayan kişi, aile, zümre ya da sınıfın özel çıkarlarını değil, aynı yörede birlikte yaşamaktan doğan eylemli durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve güncelleştirdiği, özünde yerel ve kamusal hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir. Bu gereksinimleri yerel planda karşılama olanak ve önceliklerini takdir yetkisinin o yörede yaşayan halkın yasalara dayalı olarak oluşturdukları organlara bırakılması, hem özerklik ilkesine, hem de demokratik yaşam biçimine daha uygun bir yoldur. Halbuki iptali istenen Ek Madde 3'ün birinci cümlesinde yer alan düzenleme ile; imar planı yapma, yaptırma ve onama yetkilerini düzenleyen yürürlükteki yasaları ve yasaların öngördüğü kurum ve kuruluşları bertaraf ederek, Özelleştirme Programına alınmış kuruluşların mülkiyetinde ya da kullanımında arsa ve arazileri üzerinde her türlü imar planı yapma ve değiştirme yetkisi, diğer bir anlatımla yerel ortak gereksinimlerin kapsam ve sınırının saptanması yetkisi, imar mevzuatı ile hiç bir ilgisi ve konusu olmayan Özelleştirme İdaresine verilmektedir. Böyle bir durumda bu yetkinin; siyasal yönlendirme, kayırma ya da caydırma amacıyla da kullanılabileceği ve sübjektif takdir ve tercihlerle bölgeler arasında dengesizliklere yol açılabileceği açıktır. Özelleştirme İdaresi Başkanlığınca özelleştirme programına alınan taşınmazlarda yapılan ve yapılacak planlar bölgenin, alanın veya belde halkının ihtiyaçlarına göre yapılmayacak, söz konusu taşınmazlar, gelir getirici bir unsur olarak görülecektir. Bu taşınmazlar üzerinde imar planı değişiklikleri ile sanayi alanları, rant odaklı kullanımlara dönüştürülecek. Alışveriş merkezleri, ticaret merkezleri, konut dışı kentsel çalışma alanları gibi kentsel rant alanları yaratılacak, kamunun ortak malı olan ve herkesin hakkı olan taşınmazlar kişilere rant amaçlı olarak aktarılacaktır. Kentin ihtiyaçları dikkate alınmayacak cazibe merkezi yaratılacaktır. Söz konusu taşınmazlar üzerinde bulunan planlarda yerel ve ülkesel kalkınmaya hizmet eden üretim yani sanayi alanları da yok edilecek, istihdam ve kalkınmada ciddi zaafiyetler ortaya çıkacaktır. Bu durumda bazı yerlerde yerel halk, bir kent etkilenecek, kentlerin yaşamsal faaliyetleri durma noktasına gelebilecektir Yapılan planlar farklı bir idare tarafından mülkiyete göre yapıldığından parçacı olacak, planlama süreci çok parçalı hale gelecek, kentlerin bütünlüklü planlama ve makro gelişmeleri çağdaş şehircilik anlayışına aykırı bir biçimde alt üst olacaktır. Açıklanan tüm bu nedenler, iptali istenen Ek Madde 3'ün birinci cümlesinde yer alan düzenlemenin kamu yararı dışındaki amaçlara yöneldiği ve hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri içinde yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesiyle bağdaşmadığını göstermektedir. Kamu yararına yönelik olmayan yasama eylemleri hukuk devleti anlayışı, dolayısıyla Anayasa'nın 2 nci maddesi ile çelişir. Yukarıda belirtildiği gibi, imar planları yapılması mahalli müşterek ihtiyaç niteliği taşıdığı ve bu nedenle belediyelerin görev alanı içinde kalması gerektiği halde, iptali istenen düzenlemenin özelleştirme programına alınan taşınmazlar için imar planı hazırlama görevini merkezi idareye vermesi Anayasa'nın 127 nci maddesine de aykırıdır. Diğer yandan, iptali istenen birinci cümle imar planları bakımından, özelleştirme programına alınan taşınmazlarla, bu niteliği taşımayan fakat aynı yerel yönetim alanında yerEsas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 9 alan diğer taşınmazlar arasında Anayasa'nın 10 uncu maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir ayrım yapmaktadır. Bir yasa kuralının Anayasa'nın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasa'nın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Bu nedenle, 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 12 nci maddesi ile 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununa eklediği Ek Madde 3' ün birinci cümlesi Anayasa'nın 2, 10, 11 ve 127 nci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. Ek madde 3'ün ikinci, üçüncü ve dördüncü cümlelerinde ise Anayasa'ya aykırı olan birinci cümledeki ilkenin uygulaması ilgili hususlar düzenlendiği için, bunlar da birinci cümlenin Anayasa'ya aykırılığına ilişkin yukarıda belirtilmiş olan aynı gerekçelerle Anayasa'nın 2, 10, 11 ve 127 nci maddelerine aykırıdırlar ve iptal edilmeleri gerekir. 5) 03.07.2005 tarih ve 5398 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanunun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunda ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 13 üncü maddesinin, 04.04.1990 tarihli ve 3621 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin dördüncü fıkrasının (b) bendinden sonra gelmek üzere eklediği (c) bendinin ve bu fıkradan sonra gelmek üzere eklediği yeni fıkranın Anayasa'ya aykırılığı 5398 sayılı Kanunun 13 üncü maddesiyle, 3621 sayılı Kıyı Kanununun 6 ncı maddesinin dördüncü fıkrasına (b) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (c) bendiyle, Organize turlar ile seyahat eden kişilerin taşındığı yolcu gemilerinin (kruvaziyer gemilerin) bağlandığı, günün teknolojisine uygun yolcu gemisine hizmet vermek amacıyla liman hizmetlerinin (elektrik, jeneratör, su, telefon, internet ve benzeri teknik bağlantı noktaları ve hatlarının) sağlandığı yolcularla ilgili gümrüklü alan hizmetlerinin görüldüğü ülke tanıtımı ve imajını üst seviyeye çıkaracak turizm amaçlı (yeme içme tesisleri, alışveriş merkezleri, haberleşme ve ulaştırmaya yönelik üniteler, danışma, enformasyon ve banka hizmetleri, konaklama üniteleri, ofis binalar) fonksiyonlara sahip olup, kruvaziyer gemilerin yanaşmasına ve yolcuları indirmeye müsait deniz yapıları ve yan tesislerinin yer aldığı kruvaziyer ve limanları'nı kıyılarda yapılması öngörülmektedir. Yapılan bu düzenleme ile; Anayasa, Medeni Kanun, Kıyı Kanunu ve Türk Hukukunda kamu malları üzerinde kabul görmüş içtihatlara rağmen Kıyı gibi herkesin kullanımına ve yararlanmasına açık doğal varlıklarımızın sırf ticari beklentiler uğruna, kamu ve toplum yararı dışında kullanılması öngörülmektedir. Kıyılarda, Medeni Kanunun 715 inci maddesi (Eski TMK. 641 inci md.)'ne göre sahipsiz mal olarak kabul edilen yerlerdendir ve Devletin Hüküm ve Tasarrufu altındadır. Diğer bir anlatımla, sahipsiz mallar, doğal nitelikleri gereği özel mülkiyete elverişli olmayan kamu mallarıdır. Türk Hukukunda egemen olan görüş, devletin kamu malları üzerindeki hakkının medeni hukuk anlamında mülkiyet hakkı olmadığıdır. Anayasa Mahkemesi'nin 18.9.1991 gün ve E. 1990/23, K. 1991/29 sayılı Kararında. Esas Sayısı : 2005/98 Karar Sayısı : 2006/3 10 Türk Medeni Yasası'nın 641 inci maddesinde, sahipsiz şeylerle, yararı kamuya ait olan mallar devletin hüküm ve tasarrufu altında kabul edilmiştir. Bu hüküm, 1961 Anayasası'nın 130 uncu maddesinde Tabii servetler ve kaynaklar, Devletin hüküm ve tasarrufundadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. biçiminde yer almıştı. 1982 Anayasası ise, kıyı rejimini belirlerken, kendisinden önce oluşturulan bu sistemi benimsemekle beraber, kıyının hukuksal konumunu, genel nitelikte doğal servet ve kaynaklarla ilgili maddeler dışında bağımsız ve ayrı bir maddede açıklamıştır. Anayasa'nın Kıyılardan yararlanma başlıklı 43 üncü maddesinde; kıyıların, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu; deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararının gözetileceği; kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanış amaçlarına göre derinliğinin ve kişilerin bu yerlerden yararlanma olanak ve koşullarının yasayla düzenleneceği öngörülmüştür. Kıyılar, doğal olarak, deniz, göl ve akarsuların devamı durumunda bulunduklarından bunlardan yararlanma, ancak, kıyının herkese açık olması ile olanak kazanabilecektir. Ayrıca, Anayasa'nın 46 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında Kıyıların korunması amaçlı kamulaştırmadan söz edilmiştir. Öte yandan Anayasa'nın 56 ncı maddesi, Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. kuralından sonra, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğunu belirleyerek, bu hükümle, kıyıların korunmasına ilişkin 43 üncü madde arasında yakın bir ilişki kurmuştur. Anayasa'nın 168 inci maddesinde, doğal servet ve kaynakların, kıyılarla ilgili 43 üncü maddede olduğu gibi, devletin hüküm ve tasarrufunda olduğu belirlendikten ve bunların aranması ve işletilmesi hakkının devlette bulunduğu vurgulandıktan sonra, bu hakkın, gereğinde, belli bir süre için gerçek ve özel kişilere devredilebileceği esası benimsenirken, kıyılar yönünden bu tür bir devir yetkisine yer verilmemiştir. Anayasa Mahkemesi'nin 16.2.1965 günlü, Esas 1963/126, Karar 1965/7 sayılı ile 25.2.1986 günlü, Esas 1985/1, Karar 1986/4 sayılı kararlarında, doğal servet ve kaynakların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olmasının ne anlama geldiği açıklanmıştır. Bu kararlara göre Anayasa | 4,148 |
Esas Sayısı : 2017/60 Karar Sayısı : 2017/27 1 “ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİAMIZ: Müvekkilin, a 02.08.2005 15.06.2011 tarihleri arasında yolcu naklinden dolayı vergi mükellefi kaydının olduğu, b Yine 05.08.2005 17.06.2011 tarihleri arasında Niksar Şoförler ve Otomobilciler Odasına kayıtlı olduğu, c Yine 08.08.2005 tarihinden itibaren Tokat Esnaf Sicil kaydının olduğu bilirkişi raporu ile doğrulanmıştır. ç Bu süre içinde kendi adına yolcu taşımacılığı yaptığı araç plaka kayıtlarıyla ortaya konmuştur. Buna göre müvekkil 1479 sayılı Kanunun 24, 25, 26. md.leri ve 5510 sayılı Yasanın 4/1 b maddesi kapsamında Bağ Kur sigortalısı olma hakkını kazandığı anlaşılmaktadır. Bilirkişi raporu da bu görüştedir. 1479 sayılı kanun, zorunlu sigortalılık şemsiyesi altına alman esnaf ve sanatkarlar ve diğer bağımsız çalışanlar için , kanunda yazdı sosyal güvenlik hükümlerini uygulama amacı taşımakta olup 26. md.sinde sigortalı olmak hak ve yükümlülüğünden vazgeçilemeyeceğini ve kaçınılamayacağını, bu kanuna göre sigortalı olarak başvuru halinde kayıt ve tescillerinin zorunlu olduğunu, aksi halde kurum tarafından resen tescil işleminin yapılacağını hükme bağlamıştır. 22.03 1985 tarihinde yürürlüğe giren 3165 sayılı Kanunla 1479 sayılı Kanunda yapılan değişiklikte de “Gerçek ve götürü usulde gelir vergisi mükellefi olanlar, Esnaf ve Sanatkarlar Siciline kayıtlı bulunanlar veya kanunla kurulu meslek kuruluşuna usulüne uygun kayıtlı bulunanlardan gelir vergisi mükellefi olanlar mükellefiyetin başlangıç tarihinden itibaren, gelir vergisinden muaf olanlarla vergi kaydı bulunmayanlar da Esnaf ve Sanatkar Siciline veya kanunla kurulu meslek kuruluşlarına kayıt oldukları tarihten itibaren kendiliğinden “sigortalı sayılmışlardır. Bu kanun hükmüne göre müvekkil yasal şartlan yerine getirmekle Bağ Kur sigortalısı olma hakkım kazanmıştır. Müvekkilin kamu kuruntuna başvurmamış olması onun Bağ Kur sigortalısı olması durumunda bir değişiklik meydana getirmemesi gerekir. Zira, söz konusu kanın, kendiliğinden başvurmama halinde kuruma res’en kayıt ve tescil etme mükellefiyeti yüklemektedir. DOLAYISIYLA MÜVEKKİL KANUNDAKİ YAZILI ŞARTLARI TAŞIMAKLA BİRLİKTE MÜKTESEP HAK KAZANMIŞTIR. BU HAKKIN DAHA SONRA ÇIKARILAN BİR YASA İLE ORTADAN KALDIRILMASI MÜKTESEP HAKKIN ORTADAN KALDIRILMASI DOLAYISIYLA HAK İHLALİ NİTELİĞİ TAŞIMAKTADIR. BU NEDENLE DE MÜKTESEP HAKKI ORTADAN KALDIRICI NİTELİKTE GÖRDÜĞÜMÜZ 5510 SAYILI YASANIN GEÇİCİ 8. MD.SİNİ ANAYASAYA AYKIRI BULMAKTAYIZ. Bu nedenle müvekkili mağdur duruma düşüren ve hak ihlaline yol açan söz konusu kanunun iptali gerekir.Esas Sayısı : 2017/60 Karar Sayısı : 2017/27 2 5510 sayılı Yasanın geçici 8. md.si. müktesep hakkı ortadan kaldırması ve dolayısıyla hak ihlaline yol açması sebebiyle Anayasa’ya aykırılık iddiamızın mahkememizce kabul edilerek Anayasa Mahkemesi’ne söz konusu kanun hakkında Anayasaya aykırılık iddiasında bulunmasını talep etmek gereği doğmuştur. TALEP SONUCU : Yukarda arz ve izah edilen ve res’en gözetilecek nedenlerle; 5510 saydı yasanın geçici 8. md.si ,müktesep hakkı ortadan kaldırıcı nitelikte olması ve dolayısıyla hak ihlaline yol açması sebebiyle Anayasa’ya aykırılık iddiamızın mahkememizce kabul edilerek Anayasa Mahkemesi’ne söz konusu kanun baklanda Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulmasını saygı ile arz ve talep ederim.” | 429 |
Esas Sayısı:1974/42 Karar Sayısı:1975/62 1 II ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİASI İLE İLGİLİ GEREKÇE: Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesinin Anayasa'ya aykırılık iddiası ile ilgili gerekçesi özet olarak şöyledir: Anayasa genel esaslar bölümünün 5., 6., 7. maddelerinde Devlet kuruluşunu belirlerken yerinde bir ayırımla yasama, yürütme, yargı yetkisini ve bunların ayrılığı ilkesini benimsemiştir. Bu görüşe uygun olarak yargı başlığı altındaki üçüncü bölümünün, (Yüksek Mahkemeler) başlığı altındaki (B) bölümünde sırasıyle Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Uyuşmazlık Mahkemesinin (C) ve (D) bölümünde de Yüksek Hâkimler Kurulu ile Anayasa Mahkemesinin Kuruluş biçimi ve görevlerini belirtmiştir. Konu yönünden önemli olan, 20/9/1971 de 1488 sayılı Yasa ile gerçekleşen değişiklikten önce ve sonra, Anayasa'nın 114. ve 140. maddelerinin kişiye verdiği ve onun özüne dokunulamıyacak haklarından olan hak arama hakkı ve özgürlüğünün gerçekleşme biçimine ilişkin kurallarının niteliği, dayandığı ilkelerdir. Kuşkusuz hak arama hakkı ve özgürlüğü ve buna ilişkin yasa kuralları ancak Anayasa'nın uygulamaya ilişkin ilkelerinde beliren yöntemlere uygun olan yasalarla sağlanacaktır. Şayet bu özgürlüğün nasıl gerçekleştirileceğini gösteren uygulama ve belirleme konusundaki Anayasa kurallarının amacına ve sözüne aykırı bir kullanma biçimi getiren yasa kuralı varsa, bu kural, Anayasa Kurallarına aykırılığı ölçü ve derecesinde iptal edilebilirlik durumuna girecektir. Anayasa bu hak arama özgürlüğünün hangi yollardan hangi tür yargı organı önünde kullanılacağını göstermiş olmasına rağmen Yasa bu yola aykırı bir yol getirmişse bu durumda Anayasa'ya ve sözüne açık bir aykırılık var demektir. Fakat bu kullanmanın sözle veya sınırlı bir biçimde Anayasa'da belirtilmiş olmamasına rağmen Anayasa'nın kurallarının düzenleniş biçiminden veya dayandığı ilkelerden yahut hukukun genel esaslarından bu sonuca varılması gerektiği kuşkusuz olan durumlarda da Yasa bunlara açıkça aykırı kural getirmişse yine ortada yasanın Anayasaya aykırılığının benimsenmesi gerekir. Çünkü, temel hak ve özgürlüklerin hangi amaç ve nedenlerle ve hangi koşullarla sınırlanabileceğini yine Anayasamız göstermiştir. 11. maddesinde yer alan esasa göre, bu sınırlama, ancak Anayasa'nın öteki maddelerinde gösterilen özel nedenlerle (Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak) yasa ile sağlanabilir. O halde sınırlama Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olmaz veya Anayasa'nın öteki maddelerinde gösterilen özel nedenler dışına taşarsa ortada Anayasa'ya aykırı yasa var demektir. Saptanan bu görüşün ışığı altında olay incelenirse aykırılık belirgin biçimde ortaya çıkacaktır. A) 1961 Anayasa'sı tartışmasız bir ön koşul olarak yargı organını kişilerin arasında doğacak uyuşmazlıkları inceleyip çözümlemek üzere Adalet Yargı Organı ve idarenin yargısal denetimi için Yüksek İdare Mahkemesi (Danıştay) ve Askeri Kaza Organı olarak Askerî Yargıtay olmak üzere üçe bölmüştür. Anayasa'nın esinlendiği ve (İstanbul tasarısı) olarak tanımlanan ön tasarıda (bu tasarının 113. maddesi) yönetimin Yargısal denetimi konusunda aynı ilkeyi benimsemiştir. Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonunun 113. maddesinin (sonradan yapılan görüşmeler sonucu madde numarası 114 olmuştur) gerekçesinde şu düşünce yer almıştır:Esas Sayısı:1974/42 Karar Sayısı:1975/62 2 (..Kazai merci vasfında olmayan mercilerin kararlarına karşı, genel idare mahkemesi olarak kabul edilen üyeleri tam bir hâkimlik statüsüne kavuşturulan Danıştaya müracaat hakkı kanunlarla önlenemeyecektir İdari eylem ve işlemlerden dolayı, hak ve menfaatları muhtel olanların idarî yargı mercilerine başvurmalarında) Demek ki, Danıştay Anayasanın amaç ve kurallarına göre idare mercilerinin kararları nedeniyle idareye karşı başvurulabilecek ve bu başvurma hakkı yasalarla önlenemiyecek bir yüksek idare mahkemesidir. Kuruluşun kurulmasının dayandığı bu ana düşünce tasarının görüşülmesi sırasında açıklanan düşüncelerle de benimsenmiştir. Bu esas, değişiklikten önceki 1961 Anayasa'sının 140. maddesinde şöylece yer almıştır. Danıştay, kanunların başka idarî yargı mercilerine bırakmadığı konularda ilk derece ve genel olarak üst derece idare mahkemesidir. Yasaların başka idare yargı mercilerine bırakmadığı (örneğin ilçe ve il idare heyetleri, vergi itiraz ve temyiz komisyonları, gümrük eksperler heyeti, disiplin kurumlan gibi) konularla görevlendirilmiş genel üst idare mahkemesidir. B) Anayasa'nın 1488 sayılı Yasa ile Eylül 1971 değişikliğinde, 114. madde ile 140. maddenin dayandığı ilkeler yönünden yeni bir esas getirilmiş değildir. Ancak 140. maddeye eklenen son fıkranın birinci cümlesiyle bir idare mahkemesi olan Danıştay'ı ikiye bölmüş, askerî idarenin eylem ve işlemlerinin denetimini Danıştay'dan alarak bir (Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) kurmuştur. Yeni kuruluşu öngören kural şöyledir: (Asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askeri Yüksek İdare Mahkemesince yapılır.) Anayasa'nın bu yeni kuralıyla meydana gelen tek değişim, Askerî İdare ile onun dışında kalan genel idarenin eylem ve işlemlerinin yargısal denetiminin ayrılmasından ibaret olup bunun dışında Anayasa değişikliği konumuz yönünden hiç bir yenilik getirmemiştir. Bu yön, Anayasa değişikliğinin hazırlık ve yasama çalışmalarının incelenmesinden de anlaşılmaktadır. Gerçekten 1488 sayılı Yasa'nın sağladığı değişiklik Meclisten 430 imzalı bir öneri ile gelmiştir. Ne bu öneride ne de Anayasa Komisyonlarının genel gerekçesinde ışık tutacak bir açıklık bulunmamakla beraber, 140. maddenin gerekçesinde (maddeye ilâve edilen son fıkra ile, asker kişilerle ilgili idarî davaların, askerî hizmetin özelliğinin gereği olarak Askerî Yargıtay'da kurulacak özel bir dairede incelenmesi ve bu dairenin kuruluşu ile üyelerinin atanmalarının kanunla düzenlenmesi esası kabul edilmiştir.) ve 141. maddenin gerekçesinde (birinci fıkraya eklenen ve 140. maddenin son fıkrasına uygun olan hükümle, askerî nitelikteki idarî eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî Yargıtay bünyesinde kurulacak özel bir daireye bırakılmıştır. Askerlik mesleğinin özelliği ve diğer mesleklerden farklı hiyerarşi düzeni dolayısiyle bu hükmün fıkraya eklenmesinde zorunluk görülmüştür.) denilmektedir. Burada açıklanan düşünceye göre Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kurulmasının önerilmesi nedeni yine yukarıda (A) bendinde açıklandığı gibi, yalnızca Askerî İdarenin eylem ve işlemlerinin denetlenmesi olup bu hiyerarşide yönetici durumunda olanın kişisel kusurundan doğan ve tamamen özel hukuk kurallarının uygulanmasını gerektiren konular dışında ki işlem ve eylemleridir. Başka yönden öneri 334 sayılı Yasa'daki hükmün kapsam ve sınırlarını değiştirmemiş, fakat bu sınırlar içinde kalan yargısal denetim alanını ikiye bölerek iki ayrı yüksek yargı organını görevlendirmiştir. Önerinin 114. maddesine ilişkin gerekçesinde de bu esası değiştirecek hiç bir aykırı düşünce ileri sürülmüş değildir.Esas Sayısı:1974/42 Karar Sayısı:1975/62 3 C) Yukarıdan beri (A) ve (B, bölümlerinde yapılan inceleme sonunda saptanan yön; Anayasa'nın 114. maddesinin (özel hukuk gerçek veya tüzel kişisine) idarenin eylem ve işlemlerine karşı sağladığı hak arama hakkı ve özgürlüğünün bir tüm 334 sayılı Yasa'daki biçimiyle Danıştay katında gerçekleşebileceği idi. Oysa 1488 sayılı Yasa değişikliği ile genel idare içinden bir bölüm ayrılarak askerî idarenin eylem ve işlemlerine karşı hak aranmasiyle Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, fakat bunun dışında kalan idareye yönetilecek isteklerin eskisi gibi Danıştayın görevli kılındığı ilkesinden ibaret olmaktadır. Anayasa bunun dışında bir kural getirmiş değildir. Buna karşın Adalet Mahkemeleriyle bu cümleden olan Yargıtay'ın görev alanı yönünden Anayasa'nın 1961 de kabul edilerek yürürlüğe konulduğu sırada tartışmasız biçimde benimsenen ilkelere hiç değinilmemiştir. Bu konuda hiç bir değişiklikten söz edilemez. Ç) 4/7/1972 günlü, 1602 sayılı Askerî Yüksek İdare Mahkemesi yasası, yukarıdan beri açıklananlara oranla bir yenilik getirmiş, (Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin ve organlarının görevleri) başlıklı 4. bölümünün 24. maddesinin (b) bendinde Askerî hizmetin ifası dolayısiyle Askerî görevin kural ve gereklerine uyulmadığı iddia edilerek üçüncü şahıslar tarafından asker kişiler aleyhine şahsî kusur isnadı ile açılacak tam yargı davalarına. bu Mahkemenin Üçüncü Dairesinde bakılacağını belirtmiştir. Bu kural açıkça bütün asker kişiler tarafından askerî hizmetin yapılması sırasında askerlik hizmetini düzenleyen yasa, tüzük, yönetmelik, yönerge ve buyruklara uyulmayarak üçüncü kişilerin zarara uğratılması halinde açılacak davaların bu mahkemede görüleceğini buyurmaktadır. Asker kişinin görevini yaparken kişisel kusurlu davranışı halinde doğan zararın, öteki idare organlarını yöneten kişilerin ayni durumdaki eylemlerinde farklı bir kaza organı önünde yargılanmasının aynı durumda ve ayni hukukî esaslara göre sorumlu olan kişilere göre bir eşitsizlik yarattığı ve bunun Anayasaya aykırı bir durum gösterdiği de düşünülebilir. Konuyu doğrudan doğruya ilgilendirmemekle beraber öğretide belirlenen Tam yargı davası kavramı karşısında kişiye karşı açılacak zararın ödetilmesi davasının da tam yargı davası olarak nitelendirilmesi olanaksızdır. 1602 sayılı Yasa'nın yasalaşma çalışmalarına göz atılacak olursa Hükümet gerekçesi, S. Sayısı 666, Sh. 4 Yüksek Mahkemenin (Anayasa'nın 140. maddesine eklenen fıkrada belirtildiği gibi asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerden doğan uyuşmazlık ve davaların) görülmesi için kurulduğu, (Kuruluş nedeni, asker kişiler için özel bir mahkeme teşkili değil, sadece askerî hizmetin yürütülmesi için ilgili kurum ve Komutanlıklarca tesis edilmiş işlem ve eylemlerin yargı denetiminde hizmet özelliklerinin de gözönünde tutulmasını sağlamaktadır. Bu nedenle bu mahkemenin görevi, asker kişileri ilgilendiren ve askerî hizmetin yürütülmesini teminen askerî kuruluşlarca yapılan işlem ve eylemlerle kayıtlanmıştır.) denildiği görülmektedir. Bu yön Yasanın birinci maddesinde de açıklanmıştır. Yasa'nın 21. maddesinin gerekçesinde (İdare eylem ve işlemlerin ne olduğu Anayasa'nın 114. ve 521 sayılı Kanunun 30. maddelerinin gerekçelerinde belirtilmiş ve bugün Danıştay'ın kararları ile tebellür etmiş olması nedeniyle fazla teferruata girişilmemiştir.) denildiği halde 22/25. maddelerin gerekçesinde (ayrıca şahsî kusur ve iddialarına müstenit olsa dahi asker kişiler aleyhine açılacak davalarının askerî hizmetle yakın ilişkisi nedeniyle Askerî Yüksek İdare Mahkemesinde görüşülmesi esası benimsenmiştir. Burada görevin tayininde davalının kişiliği ve askerî hizmetlerden mütevellit oluşu karine olarak alınmıştır.) sözleriyle Anayasa'nın 140. maddesinin belirttiği görev sınırı aşılmıştır. Buna rağmen farksız sözler Cumhuriyet Senatosu Geçici Komisyon Raporunda gerekçe olarak yer almıştır.Esas Sayısı:1974/42 Karar Sayısı:1975/62 4 1602 sayılı Yasa'nın 24. maddesinin (b) bendi Anayasa'ya aykırıdır. Çünkü: 1 Anayasa'nın 7. maddesinde yargı yetkisinin bağımsız mahkemelerce kullanılacağını söylerken bunun ayrıntılarını ve uygulama biçimini 139/142. maddelerinde belirtmiştir. 140. maddesiyle kurduğu Danıştay'ın görevlerini 1488 sayılı yasa ile değişiklikten önceki biçimiyle sınırlandırmıştır. Bu sınırlı görev Anayasa'nın 114. maddesinde tanımlanan görevdir. 140. maddeye bu yasa ile eklenen fıkra ile kurulan Askerî Yüksek İdare Mahkemesine yeni bir görev verilmiş olmayıp Danıştay'ın görevlerinin bir bölümü aktarılmıştır. Bu da askerî idarenin eylem ve işlemlerinin denetlenmesidir. Söz konusu (b) bendi 140. maddeye eklenen fıkra ile sınırlanan alanı aşması itibariyle 140. maddenin açık buyruğuna, amacına aykırıdır. 2 İdare hukuku alanında tam yargı davası öteki koşullardan başka idareye karşı eylem ve işleminden doğan zararın giderilmesi amacıyla açılır. Özel hukuk gerçek kişilerine karşı tam yargı davası açılması öğretide benimsenen hukuk ilkelerine aykırıdır. 3 Kişisel kusur ile işlenen haksız eylemlerden doğan ve kişilere yönelen tazminat davaları yine öğretide benimsenen ve pek eskiden beri yerleşmiş görüşlere göre genel mahkemelerde incelenir. 4 Bütün ayrıntılariyle aynı biçimde işlenmiş bir haksız eylemden ötürü Yasa kurallarının halele uğratılması durumunda haksız eylemi işleyenin hiç bir sıfatı yoksa eylemin incelenmesi Adalet yargı yerinde eylem sivil bir idare kademesinde görevli kişi tarafından işlenmiş ise yine kişisel kusuru nedeniyle Adalet yargı yerinde incelenecek fakat asker veya asker sayılan kişi tarafından kişisel kusurla işlenirse bu takdirde Askerî Yüksek idare Mahkemesinde incelenecektir ki, bu da farklı olmayan eylemleri işleyenlere karşı hak arama hakkı ve özgürlüğü açısından eşitsizlik doğuracaktır. Bu farklı işlemin bir imtiyaz olup olmayacağı tartışılabilirse de salt biçimde eşitsizlik doğurduğu bunun da Anayasa'ya aykırı düştüğü kuşkusuzdur. 5 Yukarıda açıklanan nedenler karşısında bu kuralın Anayasa'nın 32. maddesinde yer alan (Kanunen tabi olduğu mahkeme) kuralına aykırı düşüp düşmediğinin tartışılmasına girişilmemiştir. Sonuç: 1602 sayılı Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Kanununun 24. maddesinin (b) bendinin Anayasa'ya aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. | 1,657 |
Esas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru gerekçesi şöyledir: I İtiraza Konu Kanun Maddeleri Olağanüstü Bir Yasal Düzenleme Olduğundan Anayasa'nın 2'nci Maddesinde Yer Verilen Hukuk Devleti İlkesine Aykırıdır. A Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana uygulamalarla kurulan bütçe geleneği özel yasaları bulunan vergilerin alınması (toplanması)na her yıl bütçe yasalarıyla izin verildiğini kanıtlamaktadır. Ancak, 29.12.1993 gün ve Mükerrer 21803 sayılı Resmi gazetede yayımlanan ve 24.12.1993 günü kabul edilen 3941 sayılı 1994 Mali Yılı Bütçe Kanunu'nun B Cetveli (Genel Bütçenin Gelirleri) cetvelinin Vergi Gelirleri Gelirden Alınan Vergiler Bölümünde yalnızca gelir vergisi ve kurumlar vergisi kesimine yer verilmiş olup, 3986 sayılı kanun ile konulan itiraz konusu Net Aktif Vergisine ise yer verilmemiştir. 1927 Yılında yürürlüğe konulan 1050 sayılı Muhasebe i Umumiye Kanunu'nun 6 ncı maddesinde Bütçe, devletin ve ona bağlı kamu kuruluşlarının yıllık gelir ve giderlerinin tutarlarını gösteren ve bunların uygulanması ile yerine getirilmesine izin veren bir yasa olarak tanımlanmış ayrıca doktrinde; Gelecek yıl içinde toplanacak gelirlerin ve yapılacak giderlerin tahmin edilmesini tazammum eden bir tasarruf (İsmail H. ÜLKMEN, Mahalli İdareler Maliyesi, Ankara 1960 s. 196) olan bütçeye aynı zamanda gelir ve gider ler ile kamu gelir ve giderleri kollektif gereksinimlerin saptanması ve karşılıklarının bulunması dışında, ekonomik istikrarın kurulması, ödemeler bilançosunun, kişisel gelir dağılımının denkleştirilmesi, iktisadi kalkınmanın sağlanması (İsmail TÜRK, Maliye politikası Amaçlar Araçlar ve Çağdaş Bütçe Teorileri, Ankara=1969 s.311) gibi fonksiyonlar yüklenmekte, giderek bir mali denge aracı olmaktan çıkan bütçe ekonomik denge aracı olma yapısına bürünmektedir. Doğruluk, samimiyet, yıllık olma gibi ilkeleri bulunan bütçenin gelir türleri; vergi gelirleri, vergi dışı normal gelirler, özel gelirler ve fonlardan oluşmakta ve o mali yıl bütçesi için elde edilmesi tahmin edilen miktarlarla gelir bütçesinin (B) cetvelinde yer almaktadır. Bu gelirlerin en önemlisi; vergi gelirleridir. Devlet gelirlerinin her biri bir yasaya dayanır. Ancak, bu gelirlerin tahsili bütçe yasası ile, o mali dönem içinde yapılabilir. Nitekim bütün devlet gelirlerinin yasal dayanağı bütçe yasalarının C cetvelinde gösterilmektedir. Bütçe Yasası ile B cetvelinde görüldüğü ve tahmin edildiği miktarlarda gelirlerin toplanması sağlanır. Gelirlerin toplanmasına ilişkin esas ve ilkeler 1050 sayılı Muhasebei Umumiye Kanunu (9 6 1927 tarih ve 606 sayılı RG.) ile belirlenmiştir. Bu Kanunun Üçüncü Fasıl Varidat Bütçesi başlıklı 39. maddesinde Kanuna müsait olmadıkça hiçbir vergi ve resim tarh ve tevzi ve tahsil edilemez. Vergi ve resimlere müteallik tarh ve cibayet usulleri kanun ve nizamlarına tabidir. Muvazene i Umumiye Kanunu her sene vergi ve resimlerin tahsiline mezuniyet verir hükmü ile yürütme organı tarafınıdan gelir toplama yetkisinin ancak bütçe kanunuyla ve gelir doğuran kanuna göre yapılacağını belirtmiştir. Yine bunun yanı sıra 1050 sayılı Kanunun 40. maddesinde Bir senei maliye içinde tahakkuk eden varidat ve hasılat o sene bütçesinin varidatını teşkil eder. Ancak senei maliye gayesinde kalacak bakaya gelecek sene bütçesine mal edilir hükmüne yer verilmiş olup 42. maddesinde ise Muvazane i Umumiye Kanuniyle verilen mezuniyet haricinde her ne nam ile olursa olsun Devlet nam ve hesabına vergi ve resim cibayeti için emir verenler ve tahakkuk evrakı ve tarifeler tanzim edenler veEsas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 2 fiilen tahsilat yapanlar Ceza Kanunu mucibince mücazat olunurlar hükmü ile bütçe yasasında öngörülmeyen bir verginin tahsili yoluna gidilemeyeceği vurgulanmıştır. Bütün bu düzenlemeler gereğince, bir verginin ihdas edilebilmesi ve hukuki sonuçlar doğurabilmesi için o mali yıl bütçesinin B cetvelinde yer verilmesi ve dayanağının ise C cetvelinde gösterilmesi zorunludur. Durum böyle iken, gelirden alınan vergiler kesimine girebilecek yapı arzeden itiraz konusu 3986 sayılı Kanunun Net Aktif Vergisine ilişkin kısmına yukarıda da aktarıldığı üzere 3941 sayılı Bütçe Kanunu'nda yer verilmediği tartışmasız bir şekilde açık olup 3986 sayılı kanunun 5 7 nci maddelerinde düzenlenen Net Aktif Vergisinin olağan bir yapıya haiz olduğu söylenemez, demek ki, 1994 mali yıl bütçesinde yer verilmeyen Net Aktif Vergisi olağan bir düzenleme olmayıp olağanüstü bir vergidir. B İtiraz konusu 3986 sayılı Kanunun Genel Gerekçesinde; Kamu finansman açıkları ekonomimizin en önemli konularının başında gelmektedir. 1980'li yılların ikinci yarısından günümüze kadar kamu finansman açıklarında sürekli bir artış eğilimi görülmüştür. Bu durum, iç finansman yapımızı bozmuş ve dış ticaret açıklarının büyüme eğilimine girmesine neden olmuştur. Yıllarca biriken sorunlar ve bozulan ekonomik dengeler, bu konuda ciddi tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmıştır. Kamu finansman açıklarının hızla aşağılara çekilmesi, enflasyonun düşürülmesi, dış ticaret açıklarının kapatılması, sağlıklı ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesi, kamunun ekonomi içindeki yerinin yeniden tanımlanması ve sonuç olarak ekonominin yeniden istikrara kavuşturulması amacıyla alınması gereken tedbirlerin en önemlilerinden birisi de vergi gelirlerini artırmaktır. Bu düşünceden hareketle, bir defaya mahsus olmak üzere ilave bir vergi alınması için bu Tasarı hazırlanmıştır. Tasarı tümüyle değerlendirildiğinde, bir defaya mahsus olmak üzere alınması öngörülen vergilerin Bu tasarı, ekonomik darboğazın aşılmasında toplumdaki her kesimin mali gücüne göre özveride bulunmasını sağlayacağı gibi, ekonomik istikrarın sağlanmasında da önemli bir etken olacaktır. (Ekonomik Denge İçin Yeni Vergiler İhdası İle Bazı Vergi Kanunlarında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı ve Plan Bütçe Komisyonu Raporu 1/681, TBMM, Dönem 19, Yasama Yılı 3, S. sayısı 648) denilmektedir. Görüldüğü gibi 3986 sayılı Kanunun bozulan ekonomik dengeler, bu konuda ciddi tedbirler alınması, ekonominin yeniden istikrara kavuşturulması, ekonomik dar boğazın aşılmasında ve ekonomik istikrarın sağlanması gibi gerekçelerle ihdas edilmiştir. Denilebilir ki, 3986 sayılı Kanunun konuluş gerekçeleri bahsedilen ifadelerin birleşme noktası olan ağır ekonomik bunalımın aşılması doğrultusundadır. Ekonomik bunalım hali olağan bir durum olmadığı gibi bu halin aşılması için olağan üstü düzenlemelere başvurulması kaçınılmaz olacağından, anılan gerekçeyle ihdas edilen itiraz konusu verginin olağanüstü bir düzenleme olduğunda da tartışmaya mahal yoktur.Esas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 3 C. Yukarıda aktarılan itiraz konusu Kanunun Genel Gerekçesinde ve itiraza konu Kanunun Net Aktif Vergisine ilişkin 11 nci bölümü 5 nci maddesinin 2 nci fıkrasının son cümlesinde belirtildiği üzere, Net Aktif Vergisi Bir defaya mahsus olmak üzere ihdas edilmiştir. Vergilemede, özellikle gelir üzerinden alınan vergilerde olağan ve mutad olan; vergilerin süreklilik arzetmesi ve belirlenen matrah üzerinden sürekli alınmasıdır. Oysa Net Aktif Vergisi bir defaya mahsus olmak üzere alınmakla olağan ve mutat olmayıp aksi bir teknikle olağan dışı bir yöntemle mükelleflere yükümlülük getirmektedir. Bütün bunların sonucu olarak, 3986 sayılı Kanun ile getirilen yasal düzenlemenin olağanüstü hükümleri içerdiğine şüphe yoktur. Hukuk Devleti, kendi Anayasasında yer verdiği hükümlere uyan ve bu Anayasa ile çizilen hukuki yapıyı özümseyerek gerçek anlamıyla uygun davranan devlettir. Bu hukuk devleti ilkesinin zorunlu bir yansıması olmalıdır. Ancak hukuk devleti ilkesine anayasası bünyesinde yer veren bir devlette olağanüstü düzenlemelerin yeri, olağanüstü halin ilanı durumunda gündeme alınabilir. Nitekim 2. maddesi ile Hukuk devleti ilkesini tescil eden Anayasanın 111. Olağanüstü Yönetim Usulleri, A Olağanüstü Haller, 1 Tabii Afet ve Ağır Ekonomik Bunalım Sebebiyle Olağanüstü Hal İlanı başlıklı 119. maddesinde Tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım hallerinde, Cumhurbaşkanı Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir hükmüne yer verilerek ancak olağanüstü hal ilanından sonra olağanüstü düzenlemelere gidilmesinin Anayasal çerçevesi çizilmiştir. Bunun yanı sıra 25 Ekim 1983 tarih ve 2935 sayılı Olağanüstü Hal Yasasının 3. maddesine göre Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, doğal afet, tehlikeli salgın hastalık ya da ekonomik bunalım hallerinden birinin ya da birden fazlasının görülmesi durumunda olağanüstü hal ilan edebilir denilerek konuya açıklık getirilmiş ve yasal boyut belirlenmiştir. Ağır ekonomik bunalım nedeniyle olağanüstü hal ilan edildiği durumlarda ekonominin düzenlenmesi ve iyileştirilmesi amacı ile mal, sermaye ve hizmet piyasalarını yönlendirici vergi, para, kredi, kira, ücret ve fiyat politikalarını belirleyici kanun hükmünde kararnameler çıkarılabilir. (AÜlkü AZRAK, Yurt Ansiklopedisi, 144. fasikül s. 8002) Olağanüstü halin uygulanmasında, olağanüstü hal bir ili kapsıyorsa il valisi bir bölge valiliğine bağlı birden çok ili kapsıyorsa bölge valisi, birden çok bölgeyi ya da bütün yurdu kapsıyorsa koordinasyon ve işbirliği başbakanlıkça sağlanmak üzere, bölge valileri görevli ve yetkilidir, denilerek olağanüstü halin çerçevesi oluşturulmuştur. Gerek Anayasal, gerekse yasal düzeyde ayrı ayrı belirlenen olağanüstü hal kurumu Anayasa içi bir kurum olup Hukuk Devleti ilkesi ile şüphesiz bağdaşmaktadır. Ancak, Anayasa ve özel yasası ile öngörülmüş bulunan düzenlemeye uyulmak suretiyle. İşte, yukarıda belirtildiği üzere Anayasa ile belirlenen ağır ekonomik bunalım durumunda olağanüstü halin ilanı gerekirken bu kurum işletilmeden, yani ülke genelinde (Her ne kadar ülkenin bir kısmında terörün önlenmesi için olağanüstü hal uygulaması sürmekte iseEsas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 4 de) ağır ekonomik bunalım nedeniyle olağanüstü hal ilan edilmeden olağanüstü bir vergi olan 3986 sayılı Ekonomik Denge Vergisi Kanununun anılan maddeleri ile getirilen düzenleme Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır. II Davaya Konu Net Aktif Vergisine İlişkin 3986 Sayılı Kanunun 5, 6 Ve 7 inci Maddeleri Anayasanın 73 üncü Maddesine Aykırıdır. Anayasanın 73 üncü maddesinin 1 inci ve 2 nci fıkralarında; Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır. hükmü yeralmaktadır. Ekonomi ve vergi politikasında malî gücün bilimsel göstergeleri gelir, sermaye ve harcamalar olarak gösterilmiştir. Mali güç, ödeme gücünün kaynağı, dayanağı, nedeni ve varlık koşuludur. Ekonomik değer düzeyini de kapsayan, vergi ödeme gücünü ortaya koyan, sahip olunan değerler toplamıdır. Yasakoyucu vergi salarken mali güç ve kişilerin ekonomik değer düzeyine göre kurallar koyar. 3986 sayılı Yasanın 6 ncı maddesinde; Net Aktif Vergisinin, bilanço esasına tabi olan mükelleflerin bilançolarının aktifinde, diğer mükelleflerin envanterlerinde yeralan varlıkların net değeri veya bunların dönem içindeki gayrisafi hasılatları üzerinden hesaplanacağı, varlıkların net değerinin Vergi Usul Kanununa göre değerlenmiş varlıkların değerinden sadece aynı Kanuna göre ayrılmış amortisman ve karşılıkların indirilmesi sonucu bulunan değer olduğu, gayrisafi hasılatın ise toplam satış tutarından sadece satış indirimleri düşülmek suretiyle hesaplanacağı belirtilmiştir. Bu durumda, Net Aktif Vergisinin matrahı hesaplanırken ticari işletmenin bilançosunun aktif toplamından veya işletme hesabı esasına göre defter tutan mükelleflerin envanterlerindeki varlıklarından borçlar düşülmemekte, bu suretle işletmenin borçları üzerinden de bu vergi alınmaktadır. Bunun sonucu olarak mükelleflerin bilançosunun aktif toplamından veya envanterindeki varlıklarından borçlar düşülmeyerek mali gücün göstergesi olarak kabul ettiğimiz gelir, servet ve harcamalar net olarak ortaya çıkmadığından Anayasanın 73 üncü maddesinde belirtildiği üzere mali güçle orantılı bir vergilendirme yapılmamaktadır. Kaldı ki, mükellefin 1994 yılındaki kazanç durumu, zarar edip etmediğine bakılmaksızın 1993 yılı hesap dönemi sonu itibariyle düzenledikleri bilançolarında yer alan Net Aktifleri veya gayrisafi hasılatları esas alınarak anılan vergi alınacağından bu yönüyle deAnayasanın vergilendirmenin mali güçle orantılı olarak yapılması gerektiği yönündeki hükmüne aykırıdır. Bunun yanında, 3986 sayılı Kanunun Net Aktif Vergisinin konusu mükellefi ve sorumlusunu düzenleyen 5 inci maddesinde; Net Aktif Vergisinin mükelleflerinin, bilanço esasına göre defter tutmak mecburiyetinde bulunan gelir veya kurumlar vergisi mükellefleriyle işletme hesabı esasına göre defter tutan gelir veya kurumlar vergisi mükellefleri ve serbest meslek erbabı olduğu görülmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere Net Aktif Vergisinin mükellefi aynı zamanda gelir veya kurumlar vergisinin de mükellefidir. 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 92 nci maddesi ile, o yıla ait gelir vergisi beyannamesinin ertesi yılın Mart ayı içinde verileceği belirlenmiştir. Bu verginin mükellefleri o dönem içerisinde mali güçlerine göre faaliyetlerini sürdürürler ve bu faaliyetleri sonucunda oluşan safi kazançlarını yıllık beyanname ile vergi dairesine matrah olarak beyan ederler maliEsas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 5 gücü oranında vergisinin matrahını kanuni hükümler doğrultusunda belirleyen mükellef, dönem sonunda işlemlerini tamamlamış ve mali gücünü matrah olarak yansıtmıştır. 1993 vergilendirme dönemini kapatan mükellef, vergi kanunlarında belirtilen yükümlülüklerini yerine getirerek vergisini ödemiş olup, 04.05.1994 tarihinde kabul edilen 3986 sayılı Kanunun itiraza konu maddeleri uyarınca aynı dönem gelirlerinden, anılan Kanunda belirtilen oranlarda ilave vergi alınması mükerrerlik doğurmaktadır. Bu durumda Net Aktif Vergisinin matrahı hesaplanırken borçlar düşülmediği için işletmenin borçları üzerinden de vergi alınacağı, diğer bir ifade ile mükellefin borcu ne kadar çok ise ödeyeceği vergi de o kadar çok olacağından, kapatılan bir dönemin ikinci kez vergilendirilmesi anlamına gelen ve mali gücü yansıtmayan bu düzenleme Anayasanın 73 üncü maddesine aykırıdır. III İtiraza Konu Kanun Maddeleri Kişinin Hukuki Güvenliğini Düzenleyen Anayasanın 19 uncu Maddesine Aykırıdır. Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına bağlı olması hukuk devletinin en önemli özelliğidir. Yalnız devlet değil idare edilenlerde önceden konmuş olan genel, objektif ve soyut hukuk kurallarına uymak zorundadırlar. Hukuk devleti anlayışının idareye getirdiği bir ilke, düzenli yönetim ilkesidir. Bu ilke ile anlatılmak istenilen; idarenin üst hukuk kaynaklarının, en başta Anayasa ve yasanın kendi yetki ve takdirine bıraktığı konuları, bunların nitelikleriyle eldeki olanakların izin verdiği ölçüde bazı objektif kurallarla düzenlenmiş olması ve bunun uygulamaya konulmasıdır. Böylesi bir hukuki düzenleme idarenin hem rasyonel işleyişine hem de yönetilenlere karşı hizmet dışı düşüncelere yer vermeyen eşit, objektif ve güvenilir bir tutum gütmesine yarar. Diğer yandan, düzenli devlet, belirlilik ve geçmişe yürümezlik öğelerini içeren hukuki güvenlik ilkesine de uygun davranmak zorundadır. Anayasamızda, geçmişe yürür vergi yasaları yayınlamayacağına ilişkin açık bir düzenleme bulunmamakla birlikte, Anayasa Mahkemesinin bir çok kararında belirtildiği üzere, geçmişe yürümezlik, hukuk devleti ilkesinin en doğal ve zorunlu sonucudur. Nitekim Danıştay Vergi Dava Daireleri Genel Kurulu'nun 09 04 1993 gün ve E=1992/299, K=1993/63 sayılı kararında Vergilendirme dönemi başlamadan önce ihracat istisnası oranını belirleyen Bakanlar Kurulu kararı yayımlanarak ilgililere duyurulmuş ve buna göre işlem yapılmışken, dönemin ilk yarısından sonra aynı oranın düşürülmesine ilişkin kararın, hukuki güvenlik ilkesini zedeleyeceği (Danıştay Dergisi = Yıl = 24, Sayfa = 88, 1994, s.113/117) belirtilerek mükelleflerin önceden belirlenmiş mevcut hukuki düzenlemeye göre kendilerine yön verdikleri, kapatılan bir dönem sonrasında, geçmişe ilişkin olarak yeni bir düzenleme konulması mükellefin hukuki güvenliğini zedeleyeceği bir uygulama olduğu vurgulanmıştır. Konumuz açısından ise, daha önceki açıklamalarda yer verdiğimiz gibi itiraz konusu 3986 sayılı Kanun maddeleri ile kapatılan bir dönem olan 1993 takvim yılına yönelik olarak 1994 yılının 5. ayından bir düzenleme getirilmiştir. Yani mükellef 3986 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 07/05/1994 tarihinden önceki dönemde yürürlükte olan hukuki düzenlemeye göre kendini ayarlamış ve vergisini ödemiştir. Mükellefin belirli bir dönemde ödeyeceği vergi miktarını bilmesi onun en doğal hakkıdır. Bu zaten hukukun var oluş nedenidir. Yine bu doğrultuda mükellef kendi öznel koşullarına uygulanacak hukuk normunu bilmek durumundadır.Esas Sayısı : 1995/7 Karar Sayısı : 1995/35 6 İşte, mevcut hukuki duruma göre kendine yön veren ve bu hukuki yapı uyarınca dönemini kapatan mükellefe, dönem sonrasında, geçmişe yönelik olarak yükümlülük getirecek bir hukuki düzenlemede bulunulması, mükellefin hukuki güvenliğini zedeleyecek bir uygulamadır. Bu durumda, kapatılan bir dönemin hukuki düzenlemesinden farklı olarak, bu döneme uygulanmak üzere sonradan ihdas edilen 3986 sayılı Kanun, kişinin hukuki güvenliğini zedelediğinden Anayasa'nın 19. maddesine aykırıdır. | 2,260 |
Esas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 1 I İPTAL DAVASI ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ ile İTİRAZ BAŞVURUSUNUN GEREKÇELERİ A Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 1 ) 18.06.2014 tarihli ve 6545 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 15. maddesinin dördüncü fıkrasını değiştiren 15. maddesinde geçen: kararın düzeltilmesi veya . Sözcük grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi: Bu düzenleme ile, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun İlk inceleme üzerine verilecek karar: kenar başlıklı 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan kararın düzeltilmesi veya temyiz yoluna; tek hâkim kararına karşı ise itiraz yoluna ibâresi, ilgisine göre istinaf ya da temyiz yoluna şeklinde değiştirilmiştir. Buna göre, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 15. maddesinin dördüncü fıkrası; İlk inceleme üzerine Danıştay veya mahkemelerce verilen; bu maddenin 1/a bendinde belirtilen idari yargının görevli olduğu konularda davanın görev ve yetki yönünden reddine ilişkin kararlarla, 1/c bendinde yazılı gerçek hasma tebliğ ve 1/d bendindeki dilekçe red kararları dışında, kararın düzeltilmesi veya temyiz yoluna; tek hakim kararına karşı ise itiraz yoluna başvurulabilir. Biçiminde iken, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesiyle; İlk inceleme üzerine Danıştay veya mahkemelerce verilen; bu maddenin 1/a bendinde belirtilen idari yargının görevli olduğu konularda davanın görev ve yetki yönünden reddine ilişkin kararlarla, 1/c bendinde yazılı gerçek hasma tebliğ ve 1/d bendindeki dilekçe red kararları dışında, ilgisine göre istinaf ya da temyiz yoluna başvurulabilir. Şekline dönüşmekte ve böylece; 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi hükmünce 2577 sayılı Kanunun 54. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını öngören (aşağıda, dava dilekçemizin [IV.] Bölümünün [9]. numaralı başlığı altında Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerine yer verdiğimiz) dava konusu düzenleme doğrultusunda, ilk inceleme üzerine Danıştay veya mahkemelerce verilen kararlar hakkında, tarafların kararın düzeltilmesi yoluna gidebilme hakkı ortadan kaldırılmak suretiyle, dava konusu ibârenin yer aldığı Kural, yeniden kodifiye edilmektedir (Bu meyânda, yukarıda, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında madde metninden çıkarılan ve değiştirilen ibâreler içerisinde yer alan dava konusu ibâre, tarafımızdan koyu ve italik yazılmıştır. Bu bapta dava konusu yaptığımız ibâre, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile 2577 sayılı KanununEsas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 2 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklikle anılan fıkra hükmünden çıkartılan kararın düzeltilmesi veya . ibâresine münhasırdır). Şüphesiz, dava dilekçemizin işbu bölümünde dava konusu yaptığımız ibârenin, aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi kenar başlıklı 54. maddesini yürürlükten kaldıran 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde yer alan dava konusu . ve 54 üncü . ibâresi hakkında ileri sürdüğümüz Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerinin, bu bapta dava konusu yaptığımız ibâreden ayrı düşünülebilmesi ve değerlendirilebilmesi mümkün değildir. Zirâ, 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde yer alan ve 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenleme hakkında Yüksek Mahkemenizce verilecek olası bir iptal Kararı, 6545 sayılı Kanun hükümleri uyarınca 2577 sayılı Kanunda yapılan Kararın düzeltilmesi ile ilgili diğer değişiklikleri de etkileyecek mâhiyettedir. Bu bakımdan, 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi kenar başlıklı 54. maddesini yürürlükten kaldıran 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde yer alan dava konusu . ve 54 üncü . ibâresi hakkında aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında ileri sürdüğümüz Anayasaya aykırılığı nedeniyle bütün iptal gerekçelerini, dava dilekçemizin iş bu bölümünde dava konusu yaptığımız kararın düzeltilmesi veya . ibâresi hakkında da aynen tekrar ediyoruz. Aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız üzere, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesi, 6545 sayılı Kanunun yayımı tarihinde (28.6.2014 tarihinde) yürürlükten kaldırılmıştır. Buna göre; 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi ile yürürlükten kaldırılan 2577 sayılı Kanunun 54. maddesinin birinci fıkrası uyarınca; Danıştay dava daireleri ve İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurullarının temyiz üzerine verdikleri kararlar ile bölge idare mahkemelerinin itiraz üzerine verdikleri kararlar hakkında, taraflar, a) Kararın esasına etkisi olan iddia ve itirazların, kararda karşılanmamış olması, b) Bir kararda birbirine aykırı hükümler bulunması, c) Kararın usul ve kanuna aykırı bulunması, d) Hükmün esasını etkileyen belgelerde hile ve sahtekarlığın ortaya çıkmış olması, Hâlleri tahakkuk etse dahî, bundan böyle, kararın düzeltilmesini isteme yoluna gidemeyeceklerdir. İşte, bu yasal düzenlemenin zorunlu ve kaçınılmaz bir uzantısı olarak, yasakoyucu, bu kez, ilk inceleme üzerine Danıştay veya mahkemelerce verilen kararlar hakkında gidilebilecek kanun yolları bakımından, 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan kararın düzeltilmesi veya temyiz yoluna; tek hâkim kararına karşı ise itiraz yoluna ibâresini, kararın düzeltilmesi yolunu kapatır biçimde, sâdece, ilgisine göre istinaf ya da temyiz yoluna gidilebilme şeklinde değiştirmektedir. Anayasanın Hak arama hürriyeti kenar başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veyaEsas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 3 davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. denilmekle, herkesin gerekli araç ve yollardan yararlanarak yargı organları önünde davacı ya da davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmektedir. Buna göre, hak arama özgürlüğünün en önemli iki öğesini oluşturan iddia ve savunma haklarının kısıtlanması, bu hakların noksansız kullanımının ve âdil yargılanma hakkının engellenmesi, Anayasanın 36. maddesine aykırılık oluşturur. Zirâ, 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde öngörülen ve Danıştay dava daireleri ve İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurullarının temyiz üzerine verdikleri kararlar ile bölge idare mahkemelerinin itiraz üzerine verdikleri kararlar hakkında, tarafların, kararın düzeltilmesini isteme haklarının ortadan kaldırılması biçiminde tezâhür eden bu yasal düzenlemenin zorunlu bir yansıması olarak ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlara karşı, taraflara (az yukarıda açıklanmaya çalışılan) karar düzeltme / tashihi karar yolunu kapatmak, bu tür uyuşmazlıkların taraflarını hak arama hürriyetinden ve dolayısı ile, hak arama hürriyetinin doğal bir yansıması olan âdil yargılanma hakkından mahrum etmek anlamına gelmektedir. Başka bir ifade ile, davanın taraflarından kararın düzeltmesi yolunun esirgenmesi, demokratik toplumların en temel değerlerinden olan hak arama hürriyeti ile âdil yargılanma hakkına yönelik ağır bir müdâhale anlamı taşımaktadır. Bu da, şüphesiz, hak arama hürriyetini ve âdil yargılanma hakkını güvence altına alan Anayasanın 36. maddesinin ihlâli sonucunu doğurmaktadır. Bu itibarla, 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen dava konusu ibârenin yer aldığı Kural'da, aynı maddenin 1/a, 1/c ve 1/d bentlerine yapılan atıflar nedeniyle, İlk inceleme üzerine Danıştay veya mahkemelerce verilen; bu maddenin (2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin) 1/a bendinde belirtilen (görev ve yetki konusunda idarî yargının görevli olduğu konularda görevli veya yetkili olmayan mahkemeye açılan davanın görev veya yetki yönünden reddedilerek dava dosyasının görevli veya yetkili mahkemeye gönderilmesine ilişkin kararlar), 1/c bendinde yazılı (husûmet yönünden davanın hasım gösterilmeden veya yanlış hasım gösterilerek açılması halinde, dava dilekçesinin tespit edilecek gerçek hasma tebliğine ilişkin kararlar) ve 1/d bendindeki (idarî davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gereken bir işlem olup olmadığı konusunda) dilekçe red kararları dışında, bundan böyle, ilgisine göre yalnızca istinaf ya da temyiz yoluna başvurulabilecektir. Başka bir deyişle (dava konusu ibârenin yer aldığı), 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklik nedeniyle, ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlara karşı kararın düzeltilmesi yoluna gidilemeyecektir. Anılan kararlara karşı kararın düzeltilmesi yoluna gidilememesi, tarafların, bu tür kararlar yönünden kararın düzeltilmesini isteme haklarını ortadan kaldırdığından, hak arama özgürlüğünü sınırlamakta ve dolayısı ile Anayasanın 36. maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Diğer yandan, Anayasanın Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması kenar başlıklı 13. maddesinde, Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. denilmektedir. Dava konusu ibârenin yer aldığı, 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile yapılan değişiklik, ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar yönünden, tarafların, kararın düzeltilmesini isteme haklarını ortadan kaldırarak hak arama hürriyetinin özüne dokunması veEsas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 4 idarî yargıda karar düzeltme yoluna gidememek suretiyle hak arama hürriyetinin kullanımını imkânsız hâle getirmesi nedeniyle, demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaşmadığından, mezkûr düzenleme, Anayasanın 13. maddesine uygun bir sınırlama olarak kabûl edilemez. Anayasanın 36. maddesinde Hak arama hürriyeti Anayasamız tarafından teminat altına alındığına göre, kararın düzeltilmesi yoluna başvurmanın, hak arama hürriyeti kapsamında davanın taraflarına tanınan bir hak olduğu âşikârdır. Kararın düzeltilmesi yoluna başvurmak suretiyle hak arama hürriyetinin kullanılması da hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Bu meyânda, Anayasamızda teminat altına alınan hak arama hürriyeti ile âdil yargılanma hakkı hakkının özüne dokunacak her türlü sınırlama ya da kısıtlamanın Anayasanın Cumhuriyetin nitelikleri kenar başlıklı 2. maddesinde tanımlanan hukuk devleti ilkesini de zedeleyeceği âşikârdır. Zirâ, Anayasanın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir. denilmiştir. Aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerine yer verdiğimiz 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi hükmünce 2577 sayılı Kanunun 54. maddesinin yürürlükten kaldırılmasını öngören dava konusu düzenlemeye koşut biçimde kodifiye edilen, ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar hakkında, tarafların, kararın düzeltilmesi yoluna gidebilme hakkını ortadan kaldıran 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi ile yapılan değişiklik, kararın düzeltilmesini istemek suretiyle bir hakkın elde edilmesini zorlaştırdığından, Anayasamızın 2. maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar hakkında, tarafların, kararın düzeltilmesini isteme hakkını engelleyen 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi uyarınca 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklikte geçen kararın düzeltilmesi veya . ibâresi, Anayasanın 2., 13. ve 36. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir. Şüphesiz, anılan Kural'da yer alan kararın düzeltilmesi veya . sözcük grubunun (ibâresinin), 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi ile yürürlükten kaldırılan 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesi hükmünden ayrı düşünülebilmesi mümkün değildir. Bu itibarla, 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi ile yürürlükten kaldırılan 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin olarak aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri dava dilekçemizin işbu bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi uyarınca 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklikte geçen kararın düzeltilmesi veya . ibâresi hakkında da geçerli olup, Kural'da yer alan bu ibâreye de sirâyet etmekte ve anılan bu düzenlemenin de (yâni, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesi uyarınca 2577 sayılı Kanunun 15. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan dava konusu ibârenin yer aldığı değişikliğin de) kaçınılmaz bir biçimde sakatlanması ve yine, dava dilekçemizin işbu (IV). Bölümünün (1) numaralı başlığı altında ileri sürdüğümüz bütün iptal gerekçelerine binâen Esas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 5 Anayasanın 2., 13. ve 36. maddelerine aykırılığı sonucunu doğurmaktadır. Zirâ, 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi ile yürürlükten kaldırılan 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesi ile, bu bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri açıklanmaya çalışılan 6545 sayılı Kanunun 15. maddesinde yer alan dava konusu ibâre arasında âdetâ organik bir bağ mevcuttur; az yukarıda da değinildiği gibi, dava konusu yapılan ibâre, 2577 sayılı Kanunun mülgâ 54. maddesinin zorunlu bir uzantısı mâhiyetindedir. Diğer yandan yüksek malûmları olduğu üzere , 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Dosya üzerinden inceleme ve gerekçeyle bağlı olmama başlığını taşıyan 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası aynen şu hükmü âmirdir: Başvuru, kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün sadece belirli madde veya hükümleri aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya hükümlerin iptali kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün diğer bazı hükümlerinin veya tamamının uygulanamaması sonucunu doğuruyorsa, keyfiyeti gerekçesinde belirtmek şartıyla Mahkeme, uygulama kabiliyeti kalmayan kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis konusu öteki hükümlerinin veya tümünün iptaline karar verebilir. 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendi ile yürürlükten kaldırılan 2577 sayılı Kanunun Kararın düzeltilmesi: kenar başlıklı 54. maddesinin ilgâ olunmasına ilişkin 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde yer alan . ve 54 üncü . ibâresi hakkında, Yüksek Mahkemenizce verilecek olası bir iptal kararı, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesinde geçen dava konusu kararın düzeltilmesi veya . ibâresinin de (yâni, ilk inceleme üzerine Danıştay veya idare ve vergi mahkemelerince verilen kararlar hakkında, tarafların, kararın düzeltilmesini isteme hakkını engelleyen 6545 sayılı Kanunun 15. maddesinde öngörülen dava konusu düzenlemenin de) uygulanamaması sonucunu doğuracaktır. Bu durumda, şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere aşağıda, dava dilekçemizin (IV). Bölümünün (9) numaralı başlığı altında dava konusu yapılan, 6545 sayılı Kanunun 103. maddesinin (b) bendinde yer alan . ve 54 üncü . ibâresinin Yüksek Mahkemenizce, iptal başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde, 6545 sayılı Kanunun 15. maddesinde yer alan ve uygulama kâbiliyeti kalmayan dava konusu kararın düzeltilmesi veya . ibâresinin de (6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43. maddesinin dördüncü fıkrası hükmünce) iptaline karar verilmesi gerekmektedir. 2 ) 18.06.2014 tarihli ve 6545 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 20/A maddesinde öngörülen Kuralın Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi: A Dava Konusu Kuralın Anlam ve Kapsamı Bu düzenleme ile, İdarî Yargılama Hukukumuzda İvedi Yargılama Usûlü adı altında yeni ve istisnâi bir muhâkeme yöntemi getirilmektedir. 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin birinci fıkrasında, anılan yargılama yönteminin hangi işlemlerden doğan uyuşmazlıklarda uygulanacağı hükme bağlanmıştır. Buna göre, İvedi yargılama usûlü aşağıda sayılan işlemlerden doğan uyuşmazlıklar hakkında uygulanır:Esas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 6 a) İhaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, b) Acele kamulaştırma işlemlerinden, c) Özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, d) 12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, e) 9/8/1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idari yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sonucu alınan kararlardan, f) 16/5/2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından, Doğan uyuşmazlıklar hakkında, bundan böyle ivedi yargılama usûlü adı verilen yeni ve istisnâi bir muhâkeme yöntemi uygulanacaktır. İvedi yargılama usûlünün ne anlama geldiği ve kapsamına aldığı uyuşmazlıklarda nasıl bir yargılama rejimi getirdiği ise, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin ikinci fıkrasında açıklanmaktadır. Buna göre; ihaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, acele kamulaştırma işlemlerinden, özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idari yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sonucu alınan kararlardan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından kaynaklanan uyuşmazlıklar hakkında uygulanacağı öngörülen İvedi yargılama usûlünde: a) 2577 sayılı Kanunun 7. maddesinin birinci fıkrasına göre idare mahkemelerinde altmış gün olan dava açma süresi otuz güne düşürülmüştür. b) 2577 sayılı Kanunun İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilmesini öngören Üst makamlara başvurma başlıklı 11. maddesi hükümleri uygulanmayacaktır. c) Yedi gün içinde ilk inceleme yapılacak ve dava dilekçesi ile ekleri tebliğe çıkarılacaktır. d) Savunma süresi dava dilekçesinin tebliğinden itibaren on beş gün olup, bu süre bir defaya mahsus olmak üzere en fazla on beş gün uzatılabilecek; savunmanın verilmesi veya savunma verme süresinin geçmesiyle de dosya tekemmül etmiş sayılacaktır. e) İvedi yargılama usûlüne tâbi olan uyuşmazlıklarda yürütmenin durdurulması talebine ilişkin olarak verilecek kararlara itiraz edilemeyecektir. f) Bu davalar dosyanın tekemmülünden itibaren en geç bir ay içinde karara bağlanacak; ara kararı verilmesi, keşif, bilirkişi incelemesi ya da duruşma yapılması gibi işlemler ivedilikle sonuçlandırılacaktır.Esas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 7 g) Verilen nihaî kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde temyiz yoluna başvurulabilecektir. h) Temyiz dilekçeleri üç gün içinde incelenecek ve tebliğe çıkarılacaktır. Kezâ, 2577 sayılı Kanunun, Danıştay dava dairelerinin nihâi kararları ile bölge idare mahkemelerinin verdikleri kararlara karşı Danıştay'da yapılacak olan temyizin şeklini ve yöntemini düzenleyen Temyiz dilekçesi başlıklı 48. maddesinin, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin bu maddeye aykırı olmayan hükümleri kıyasen uygulanacaktır. ı) Temyiz dilekçelerine cevap verme süresi on beş gün olarak belirlenmiştir. i) Danıştay, evrak üzerinde yaptığı inceleme sonunda, maddî vâkıâlar hakkında edinilen bilgiyi yeterli görürse veya temyiz, sadece hukukî noktalara ilişkin ise yahut temyiz olunan karardaki maddî yanlışlıkların düzeltilmesi mümkün ise işin esası hakkında karar verebilecek; aksi hâlde, gerekli inceleme ve tahkikatı kendisi yaparak esas hakkında yeniden karar verecektir. Ancak, ilk inceleme üzerine verilen kararlara karşı yapılan temyizi haklı bulduğu hâllerde kararı bozmakla birlikte dosyayı geri gönderecektir. Danıştay'ın, temyiz üzerine verdiği kararlar kesin olacaktır. j) Temyiz istemi en geç iki ay içinde karara bağlanacak ve kararlar, en geç bir ay içinde tebliğe çıkarılacaktır. Görüldüğü gibi, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümleri bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde, ihaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, acele kamulaştırma işlemlerinden, özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idarî yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sonucu alınan kararlardan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından kaynaklanan uyuşmazlıklar hakkında uygulanacağı öngörülen İvedi yargılama usûlünde, dava açma, açılan dava üzerine Danıştay, bölge idare veya idare mahkemesinin ilk inceleme, savunma, dosyaların tekemmülünden itibaren karara bağlama, temyiz yoluna başvurma, temyiz dilekçelerini inceleme ve tebliğe çıkarma, temyiz dilekçelerine cevap verme ve temyiz istemini karara bağlama ve kararın tebliğe çıkarılma süreleri kısaltılmakta; dava açanın, idarenin savunmasına karşı cevap hakkı tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Bunun yanında, İvedi yargılama usûlünde, 2577 sayılı Kanunun 11. maddesinde hükme bağlanan Üst makamlara başvurma yolu kapatılmaktadır. Nitekim, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (b) bendinde, 2577 sayılı Kanunun 11. maddesinin uygulanamayacağı Kural'ı getirilmekle, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklarda, ilgililer, dava açmadan önce, idarî işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idarî dava açma süresi içerisinde isteyemeyecektir. Zirâ, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun Üst makamlara başvurma: kenar başlıklı 11. maddesi. Esas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 8 1. İlgililer tarafından idari dava açılmadan önce, idari işlemin kaldırılması, geri alınması değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idari dava açma süresi içinde istenebilir. Bu başvurma, işlemeye başlamış olan idari dava açma süresini durdurur. 2. Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. 3. İsteğin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması halinde dava açma süresi yeniden işlemeye başlar ve başvurma tarihine kadar geçmiş süre de hesaba katılır. Hükmünü âmirdir. Buna göre, ilgililer, ihaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, acele kamulaştırma işlemlerinden, özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idarî yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sonucu alınan kararlardan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından kaynaklanan uyuşmazlıklar hakkında, idarî dava açmadan önce, esâsa ya da usûle yönelik açık bir hukuka aykırılık belirlemiş olsalar dahî, idarî işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idarî dava açma süresi içinde isteyemeyecektir. İdarî işlemdeki hukuka aykırılık, telâfisi güç veya imkânsız zararlara yol açabilecek nitelikte olsa bile, ilgililer, idarî işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan talep edemeyecektir. Sözgelimi, koordinat hatası yapılarak acele kamulaştırma konusu yapılması düşünülmeyen bir alan, sehven acele kamulaştırma konusu yapılsa dahî, ilgililer, bu yanlış idarî işlemin kaldırılmasını, geri alınmasını, değiştirilmesini veya yeni bir işlem yapılmasını üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan isteyemeyecekler; dava açmaya zorlanacaklardır Başka bir deyişle, idarî dava açılmadan önce, idarî işlemin kaldırılması, geri alınması, değiştirilmesi veya yeni bir işlem yapılması için üst makamdan, üst makam yoksa işlemi yapmış olan makamdan, idarî dava açma süresi içinde talepte bulunma hakkı ortadan kaldırılmaktadır (Ömer Aykul, Danıştay Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair kanun Tasarısı Hakkında İnceleme, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl:2014 [111], sh.489). Diğer yandan, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (e) bendinde, yürütmenin durdurulması talebine ilişkin olarak verilecek kararlara itiraz edilemeyeceği hükme bağlanmaktadır. Buna göre, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümleri bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde, ihaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, acele kamulaştırma işlemlerinden, özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idarî yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) sonucu alınan kararlardan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından kaynaklanan uyuşmazlıklar hakkında yürütmenin durdurulması talebine ilişkin olarak verilecek kararlara itiraz edilemeyecektir. B Dava Konusu Kuralın Anayasaya Aykırılık SorunuEsas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 9 aa ) 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (a), (c), (d), (f), (g), (h), (ı) ve (j) bentlerinin Anayasaya aykırılıkları nedeniyle iptal gerekçesi: Az yukarıda da açıklandığı üzere, İvedi yargılama usûlünde, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 20/A maddesinin ikinci fıkrasının, (a) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 7. maddesinin birinci fıkrasına göre idare mahkemelerinde altmış gün olan dava açma süresi otuz güne düşürülmüş, (c) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 14. maddesinin dördüncü fıkrasının son cümlesi hükmünce onbeş gün olan ilk inceleme süresi yerine, yedi gün içinde ilk inceleme yapılacağı ve dava dilekçesi ile eklerinin tebliğe çıkarılacağı öngörülmüş, (d) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 16. maddesinin üçüncü fıkrasının birinci cümlesi hükmünce otuz gün olan savunma (cevap) süresi on beş güne düşürülmüş, bu sürenin bir defaya mahsus olmak üzere en fazla on beş gün uzatılabileceği; savunmanın verilmesi veya savunma verme süresinin geçmesiyle de dosyanın tekemmül etmiş sayılacağı hükme bağlanmış, anılan madde hükmünce davanın taraflarına tanınan, davacının savunmaya karşı ikinci dilekçe verme ve davalının da davacının ikinci dilekçesine karşı ikinci savunma yapma hakkı ortadan kaldırılmış, (f) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinin beşinci fıkrasının son cümlesi hükmünce dosyaların tekemmülünden itibaren en geç altı ay içinde sonuçlandırılacağı Kural'a bağlanmış iken, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklarda dosyanın tekemmülünden itibaren en geç bir ay içinde karara bağlanacağı; ara kararı verilmesi, keşif, bilirkişi incelemesi ya da duruşma yapılması gibi işlemlerin de ivedilikle sonuçlandırılacağı öngörülmüş, (g) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 46. maddesinin birinci fıkrası hükmünce temyiz süresi kararın tebliğinden itibaren otuz gün iken, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklarda temyiz süresi verilen nihaî kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren on beş güne düşürülmüş, (h) bendi uyarınca, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklarda temyiz dilekçelerinin, ilgisine göre Danıştay veya bölge idare mahkemesince üç gün içinde inceleneceği ve karşı tarafa tebliğe çıkarılacağı ve kezâ, 2577 sayılı Kanunun, Danıştay dava dairelerinin nihâi kararları ile bölge idare mahkemelerinin verdikleri kararlara karşı Danıştay'da yapılacak olan temyizin şeklini ve yöntemini düzenleyen Temyiz dilekçesi başlıklı 48. maddesinin, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin bu maddeye aykırı olmayan hükümlerinin kıyasen uygulanacağı Kural'a bağlanmış, (ı) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 48. maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci cümlesi hükmünce karşı tarafın tebliğ tarihini izleyen otuz gün içinde cevap verebilme süresi, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklarda on beş gün olarak belirlenmiş, (j) bendi uyarınca, 2577 sayılı Kanunun 46. ve devamı maddeleri hükümlerinde temyiz isteminin Danıştay'ca karara bağlanması konusunda herhangi bir âzamî süre öngörülmemiş iken, ivedi yargılama usûlüne tâbi uyuşmazlıklar sonucunda verilecek kararlara karşı temyizEsas Sayısı : 2014/146 Karar Sayısı : 2015/31 10 isteminin en geç iki ay içinde karara bağlanması ve kararların, en geç bir ay içinde tebliğe çıkarılması, Hükme bağlanmıştır. Görüldüğü gibi, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen İvedi yargılama usulü kenar başlıklı 20/A maddesinin birinci fıkrası ile ikinci fıkrasının, bu bapta Anayasaya aykırılıkları nedeniyle iptal gerekçeleri açıklamaya çalışılan (a), (c), (d), (f), (g), (h), (ı) ve (j) bentleri hükümleri bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde, ihaleden yasaklama kararları hariç, ihale işlemlerinden, acele kamulaştırma işlemlerinden, özelleştirme Yüksek Kurulu kararlarından, 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanunu uyarınca yapılan satış, tahsis ve kiralama işlemlerinden, 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca, idarî yaptırım kararları hariç, çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan kararlardan, 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararlarından kaynaklanan uyuşmazlıklar hakkında uygulanacak olan İvedi yargılama usûlünde, dava açma [(a) bendi], açılan dava üzerine Danıştay, bölge idare veya idare mahkemesinin ilk inceleme, dava dilekçesi ile eklerini tebliğe çıkarma [(c) bendi], savunma [(d) bendi], dosyaların tekemmülünden itibaren karara bağlama [(f) bendi], temyiz yoluna başvurma [(g) bendi], temyiz dilekçelerini inceleme ve tebliğe çıkarma [(h) bendi], temyiz dilekçelerine cevap verme [(ı) bendi] ve temyiz istemini karara bağlama ve kararın tebliğe çıkarma [(j) bendi] süreleri kısaltılmakta ve dahası, dava açanın, idarenin savunmasına karşı cevap hakkı tamamen ortadan kaldırılmaktadır. İdarî yargının amacı, idarenin işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğunu denetlemek, yürütmenin hukuk devleti sınırları içerisinde kalmasını sağlamak ve idare karşısında zayıf olan yurttaşların hukukunu güvence altına almak iken, 6545 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 20. maddesinden sonra g | 4,203 |
Esas Sayısı : 1995/13 Karar Sayısı : 1995/51 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin itiraz gerekçesi şöyledir: Dava konusu parselin 16.9.1992 tarihli tesbit tutanağının dayanağı olan 2981 sayılı Yasanın 3290 sayılı Yasa ile değişik geçici 2. maddesinin (e) bendinde, 31.12.1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini kayıp etmiş yerlerden, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerleşim alanları orman sınırları dışına çıkartılmış sayılır. Bu yerler hakkında bu kanun hükümlerine göre işlem yapılır hükmü getirilmiştir. Her ne kadar kadastro tesbit tutanağında dava konusu taşınmaz orman sınırları dışarısına çıkartılmamış ise de, kadastronun yapılış nedeni ve beyanlar hanesindeki şerh bu hükme göre düzenlenmiştir. Buna göre, 31.12.1981 tarihinden evvel orman niteliğini kaybetmiş yerler hakkında 6831 sayılı Orman Kanunu'nun değişik 2. maddesinin (b) bendi gereğince orman sınırı dışına çıkartma işleminin yapılmasına gerek yoktur, bu gibi yerlerde belediye veya valinin istemi üzerine 3402 sayılı kanun hükümleri uygulanarak tesbiti yapılacaktır. Akbaz Belediyesinde bu Kanuna dayanarak Yasa gereği orman sınırları dışına çıkmış sayılan Akbaz Zafer mahallesinde fıkranın son cümlesinde belirtilen bu yerler hakkında bu Kanun hükümlerine göre işlem yapılır hükmüne göre aynı Yasa'nın 10. maddesinin (b) bendine göre kadastro çalışmalarının yapılmasını istemiş ve yapılan çalışma sonucunda dava konusu parselin tesbit tutanağı düzenlenmiştir. 3402 sayılı Kadastro ve 6831 sayılı Orman Yasalarının ilgili hükümleri, orman sınırlandırılması kesinleşmiş yerlerde ikinci bir kez kadastro yapılamayacağı, ayrıca bir yerin orman sınırları dışarısına çıkartılmasının orman tahdit komisyonlarınca gerçekleştirileceği kuralını getirmiştir. Bu durum karşısında yapılan tesbit tutanağının yasal dayanağı, 2981 sayılı Yasa'nın 3290 sayılı Yasa ile değişik geçici 2. maddesinin (e) bendidir. Aksi takdirde Akbaz Belediyesi'nin kadastro tesbit çalışmaları istemesi söz konusu olamayacağı gibi, yapılan kadastro çalışmalarında 3402 sayılı Yasa'nın 6831 sayılı Orman Yasası'nın ilgili hükümleri gereğince Yasa'ya aykırı olacağından davanın bu yasalara göre değerlendirilmesi gerekecektir. Dava konusu taşınmazın bulunduğu yer, çevresi ile birlikte 2. maddenin (e) bendinde belirtilen şekilde 31.12.1981 tarihinden önce toplu olarak konutlaştığından, bilim ve fen bakımından orman niteliğini kayıp ettiğinden İmar Kanunu'nun hükümlerinin uygulanması gerekecektir. Anayasamızın 169/2. maddesi ormanların zaman aşımı ile mülk edinilemeyeceği ilkesini getirmiş olup, bu husus Anayasa Mahkemesi'nin 3402 sayılı Yasa'nın 45/2. maddesinin iptaline ilişkin 1987/31 esas, 1988/13 karar sayılı kararı ile de teyit edilmiştir. Kadastro Yasası'nın 45. maddesinin birinci fıkrasına göre 20 yıllık zaman aşımına hak kazanmış olmasına rağmen ormanların özel mülkiyete konu olması yukarıda belirtilen karar ile Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilmesine rağmen 2981 sayılı Yasa'nın 3402 sayılı Yasa'ya göre değişik 2 (E) maddesine göre 31.12.1981 tarihinden önce üzerinde toplu yapılaşma meydana gelmiş yerlerin orman niteliğini kayıp edeceği belirtilerek, bu yerler hakkında İmar Kanunu'nun diğer hükümlerinin uygulanacağı düzenlenmiş olup, bu hükümlere göre ise de bu tür yerler üzerine gecekondu yapan şahıslar devredebilecektir. Bu sebeple iptali istenilen Yasa maddesi Anayasa'ya aykırıdır.Esas Sayısı : 1995/13 Karar Sayısı : 1995/51 2 Anayasamızın 170. maddesi orman köylüsünün korunması başlığını taşımakta olup bu maddeye göre 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini tamamen kayıp etmiş yerlerin orman sınırları dışına çıkartılması orman köyü halkının kısmen veya tamamen yerleştirilmesi için Devlet eliyle anılan yerlerin ihya edilerek, bu halkın yararlanmasına tahsis edildiği ilkesi getirilmiştir. İptali istenilen 2981 sayılı Yasa'nın değişik geçici 2. maddesinin birinci fıkrasına göre ise 31.12.1981 tarihinden önce orman niteliğini kayıp etmiş yerler hakkında İmar Kanununun diğer maddelerinin uygulanması gerekir ve İmar Kanunu'nda bu tür yerlerden belediyelerce yapılacak çalışmalar sonucunda zilliyetlerine tapu belgesi verileceğini düzenlemektedir. Ülkemizde özellikle büyük şehirlerdeki gecekondulaşmanın hazine arazileri üzerindeki etkileri kamuoyunun sürekli gündeminde iken İmar Kanunu'nun iptali istenilen maddelerine göre gecekondulaşma Hazine arazilerinden sonra ormanlar üzerinde de ormanların daraltılması ve yok edilmesi sonucunu doğuracaktır. Orman Kanunu'nun 2. (B) maddesinde göre orman niteliğini kayıp etmiş yerler orman kadastro komisyonları tarafından belirlenerek orman sınırları dışına çıkarılarak Hazine adına tescil edileceği hükmünü getirmiştir. Bu maddeye göre ormanlara orman niteliğini kayıp edip etmediğinin incelenmesi uzman orman kadastro komisyonları tarafından yapılacaktır. İptali istenilen maddeye göre ise de 31.12.1981 tarihinden önce üzerinde toplu konutlaşma meydana gelen ormanlar hiç bir denetime tabi olmaksızın orman sınırları dışına çıkartılmış sayılacaktır ve bu yerler hakkında yerel yönetimler ve uzman olmayan komisyonlar tarafından İmar Kanunu'nun diğer hükümleri uygulanacaktır. Milli varlık olarak kabul ettiğimiz ormanların bu şekilde hiç bir denetime tabi olmaksızın daraltılması ve yerel yönetimlerin tasarrufuna bırakılması Anayasa'ya aykırı olduğu açıktır. Yukarıda açıklanan sebeplerle ve Anayasa Mahkemesi'nin 1987/31 1988/13 sayılı karar 1.6.1988 tarihli kararında ve karara konu olan mahkeme gerekçesinde de belirtilen sebeplerle 2981 sayılı Yasa'nın 3290 sayılı Yasa ile değişik Geçici 2. maddesinin Anayasa'nın 169. ve 170. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varılarak Anayasa'nın 152. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verilmiştir. | 724 |
Esas Sayısı : 2015/111 Karar Sayısı : 2016/126 1 “Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yapan davacı … vekili Av. … tarafından, müvekkiline ödenen üniversite ödeneğinin ve sağlık hizmetleri tazminatının kesilmesine ilişkin işlemin iptaline ve söz konusu tazminatların 15/01/2015 tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI’na karşı açılan davada; dava konusu işleme dayanak teşkil eden 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun geçici 70. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesi ile üçüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğu iddiası ciddi bulunarak işin gereği görüşüldü: Anayasaya aykırılığı iddia edilen düzenleme; 2547 sayılı Kanun Geçici Madde 70 (Ek: 19/11/2014 6569/32 md.) “Tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olan öğretim üyelerinden, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel sağlık kuruluşlarında çalışmakta olanlara, bu faaliyetlerini sona erdirinceye kadar üniversite ödeneği ve ek ödeme ödenmez. Bu madde hükmü Gülhane Askeri Tıp Akademisi öğretim üyeleri hakkında da uygulanır. Ancak bu öğretim üyelerine üniversite ödeneği ile sağlık hizmetleri tazminatı ödenmez.” şeklindedir. Anayasamızın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu; “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesinde ise, herkesin, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, Devlet organlarının ve idare makamlarının, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda bulundukları, kurala bağlanmıştır. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Diğer taraftan, Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere, eşitlik ilkesinin amacı, hukuksal durumları aynı olanların kanunlarca aynı işleme bağlı tutulmalarım sağlamak ve kişilere kanun karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi zedelenmiş olmaz. Dava dosyasının incelenmesinden, davanın Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalında öğretim üyesi olarak görev yaptığı, mesai saatleri dışında mesleğini özel bir sağlık kuruluşunda EMG tetkikleri yaparak icra ettiği, 15/01/2015 tarihine kadar almaktaEsas Sayısı : 2015/111 Karar Sayısı : 2016/126 2 olduğu üniversite ödeneği ve sağlık hizmetleri tazminatının, aynı tarihten itibaren 2547 sayılı Kanun’un geçici 70. maddesi uyarınca kesilmesi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Uyuşmazlığın çözümünde uygulanacak olan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun geçici 70. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde; tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olan öğretim üyelerinden, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel sağlık kuruluşlarında çalışmakta olanlara, bu faaliyetlerini sona erdirinceye kadar üniversite ödeneği ve ek ödeme ödenmeyeceği, üçüncü fıkrasında ise bu madde hükmünün Gülhane Askeri Tıp Akademisi öğretim üyeleri hakkında da uygulanacağı ve bu öğretim üyelerine üniversite ödeneği ile sağlık hizmetleri tazminatı ödenmeyeceği, hükme bağlanmıştır. Dava konusu üniversite ödeneğinin ve sağlık hizmetleri tazminatının kesilmesi işleminin dayandığı olan 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun geçici 70. maddesinde yer alan söz konusu düzenleme Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zira hukuk devleti ilkesinin gereklerinden biri olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılmaktadır. Kanunlara güvenerek hayatını yönlendiren, hukuki iş ve işlemlere girişen bireyin, bu kanunların uygulanmasına devam edileceği yolunda oluşan beklentisinin mümkün olduğunca korunması hukuki güvenlik ilkesinin gereğidir. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Tam zamanlı çalışan öğretim üyelerinin, mesai saatleri sonrası serbest olarak çalışabilecekleri yönünde mevzuatımızda bir engel olmadığından bu öğretim üyelerinin üniversite dışındaki serbest çalışmalarını planladıkları, ekonomik ve sosyal hayatlarını bu koşulları öngörmek suretiyle belirledikleri açıktır. Tam zamanlı çalışan ve mesai saatleri dışında serbest çalışmak suretiyle hayatlarını planlayan öğretim üyelerine çalıştıkları kurum tarafından üniversite ödeneği, sağlık hizmetleri tazminatı adı altında ödenen maddi hakların devam edeceğine dair oluşan beklenti ve kanaat nedeniyle planladıkları faaliyet ve çalışmaları ile bunlar gereğince yaratılan hukuki durumlarım dava konusu kurallar gereğince, ya sadece kurumda çalışmaya devam edilmesi ya da kurum dışında çalışılması halinde hak etmiş oldukları maddi haklardan mahrum kalmak zorunda bırakılacak şeklinde uygulanmasının hakkaniyete aykırı olduğu değerlendirilmektedir. Öte yandan, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun geçici 70. maddesinde yer alan dava konusu düzenleme Anayasanın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira Anayasanın Kanun Önünde Eşitlik başlığı altında düzenlenen 10/5. maddesine göre, Devlet organları ve idare makamları, bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar. Bahse konu düzenlemeyle aynı kurumda tam zamanlı olarak çalışan ve aynı işi yapan öğretim üyeleri arasında, mesai saatleri dışında mesleklerini serbest olarak icra eden ve etmeyenler olarak farklı statüler yaratılmıştır. Somut olayda serbest çalışan davacı ile diğer öğretim üyeleri tamamen aynı mesai saatlerine ve aynı çalışma süresine tabi olduğu ve aynı görev ve sorumlulukları taşıdığı halde, davacıya salt mesai sonrasında serbest çalışıyor olması nedeniyle sağlık tazminatı ve üniversite ödeneği ödenmemektedir. Yani tam zamanlı olarak tüm mesaisini kurumda harcadığı halde, sırf mesai saatleri dışında ayrıcaEsas Sayısı : 2015/111 Karar Sayısı : 2016/126 3 mesleğini icra ettiği için farklı bir değerlendirmeye tabi tutularak; kendisi ile aynı işi yapan ve aynı sorumluluklara sahip diğer öğretim üyelerine ödenen üniversite ödeneği ve sağlık hizmetleri tazminatı ödenmeyerek aylık ücretinde haksız bir kayba yol açılmaktadır. Açıklanan nedenlerle, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun geçici 70. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde yer alan “Tabip, diş tabibi ve tıpta uzmanlık mevzuatına göre uzman olan öğretim üyelerinden, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel sağlık kuruluşlarında çalışmakta olanlara, bu faaliyetlerini sona erdirinceye kadar üniversite ödeneği ve ek ödeme ödenmez.” hükmü ile 3. fıkrasında yer alan “Bu madde hükmü Gülhane Askeri Tıp Akademisi öğretim üyeleri hakkında da uygulanır. Ancak bu öğretim üyelerine üniversite ödeneği ile sağlık hizmetleri tazminatı ödenmez.” hükmünün Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından, Anayasanın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddeleri uyarınca söz konusu hükümlerin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, 18/11/2015 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.” | 1,091 |
Esas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 9.10.2003 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü aynen şöyledir: “III. ANAYASA'YA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇESİ 1) 4971 sayılı Kanunun Birinci Maddesinin Birinci Fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 3 üncü Maddesinin İkinci Fıkrasının (ı) Bendinin Sonuna Eklediği “ve İdarenin hak, alacak ve borçları hakkında karar vermek” İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı Özelleştirme Yüksek Kurulunun görevlerini belirleyen 4046 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin (ı) bendine eklenen ibare ile, Özelleştirme Yüksek Kuruluna, İdarenin hak, alacak ve borçları hakkında karar verme görevi verilmiştir. Hükümet, kanun tasarısında; yaşanan ekonomik kriz nedeniyle, alacaklıların ihtiyati tedbir kararı aldıklarını, alacakların tahsilinin güçleştiğini, alacakların tahsilini hızlandırmak amacıyla Özelleştirme Yüksek Kuruluna İdarenin hak, alacak ve borçlarına ilişkin karar alma yetkisi verildiğini ileri sürmüştür. Özelleştirme Yüksek Kurulunun görevleri arasına bu hükmün ilavesiyle Kurula özelleştirme ihaleleri sonrasında, ihale şartlarını değiştirme yetkisi verilmiş olmaktadır. Kurumun hak, alacak ve borçları hakkında karar vermek; kesinleşmiş ihalelerle ilgili uyuşmazlıklar ortaya çıktığında, uygulanan ihale usul ve esasları dışındaki süreçleri devreye sokarak kararlar alabilme ve belirli süreçlerin sonunda uyuşmazlıklar çözülemediğinde, tarafların yargı yoluna başvurmasını engelleme anlamına gelmektedir. Kurula tanınan bu yetki, özelleştirme ihalelerinde daha da önem kazanan rekabet ortamını tamamen ortadan kaldırıcı nitelikte bir yetkidir. Kurulun vereceği kararlarla ilgili farklı beklentilerin, istekliler arasında haksız rekabet oluşturacağı şüphesizdir. Kurula tanınan bu yetkinin sınırları belirsizdir. Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında belirtildiği gibi, yürütme organına; asli, genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz ve takdir yetkisinin çok geniş olarak kullanılmasına yol açabilecek düzenleme yetkisi verilemez. Bunun nedeni, böyle bir yetkilendirmenin yürütmeye yasama yetkisinin devredilmesi anlamına gelmesi ve böyle bir yetki devrine Anayasa'nın 7 inci maddesinin imkan tanımamasıdır. Yürütmeye devredilen yetkinin Anayasa'ya uygun sayılabilmesi için yasada temel esaslar belirlenerek bir çerçeve çizilmesi, yürütme organına da bunun içinde kalan konuların düzenlenmesinin bırakılması gerekmektedir. Yürütmenin düzenleme yetkisi sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yetki devrinin yasayla yapılmış olması da yasayla düzenleme anlamına gelmez. Anayasa'nın 8 inci maddesinde, yürütme yetkisi ve görevi, Anayasa ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir biçiminde tanımlanan “idarenin kanuniliği” ilkesi de, birEsas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 2 konuda yapılacak düzenlemenin, yasama yetkisinin devrine yol açmayacak belirginlikte olmasını gerektirir. Oysa, dava konusu 4971 sayılı Kanunun 1 inci maddesinin 4046 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasının (ı) bendinin sonuna eklediği ibareyle; hak, alacak ve borçlarla ilgili hangi konularda ne tür kararlar alınacağına dair örneğin, idarenin yararına olmak üzere gibi hiçbir ölçüt ve koşul getirilmemiştir. Bu durumda, Özelleştirme Yüksek Kurulu; borç, alacak ve haklar konusunda herhangi bir sınırlamaya bağlı olmaksızın karar verebilecektir. İdareye tanınan bu geniş yetkinin açık bir yetki devri oluşturduğunda duraksamaya yer yoktur. Anayasa'nın Başlangıç'ının dördüncü paragrafında, “kuvvetler ayrımı”nın devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda bulunduğu; 2 nci maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu; 6 ncı maddesinde, kayıtsız şartsız milletin olan egemenlik hakkının, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı; 7 nci maddesinde, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisinin ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği; 9 uncu maddesinde de, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı kurala bağlanmıştır. Böylece egemenliğin kullanılmasında yetkili organlar belirlenmiş ve “kuvvetler ayrımı” Anayasa'nın temel ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Özelleştirme Yüksek Kuruluna tanınan bu yetki, Anayasa'nın kuvvetler ayrımı ilkesine de aykırıdır. Özelleştirme Yüksek Kurulunun kullanılacağı bu yetki; yasamanın yürütmeye verdiği sınırlayıcı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetki olmadığı gibi hak arama özgürlüğünü de ortadan kısıtlayıcı nitelikte bir yetkidir. Anayasa'nın 36 ncı maddesine göre; herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hak arama özgürlüğünün en önemli öğesini oluşturan “iddia” ve “savunma” haklarını kısıtlayacak, bu hakların eksiksiz kullanılmasını engelleyecek hükümler Anayasa'ya aykırıdır. Hak arama özgürlüğü kişiler için olduğu kadar kamu tüzel kişileri için de söz konusudur. Kurula tanınan bu yetkinin, kişilerin olduğu kadar kurumun hak arama özgürlüğünü de kısıtladığı çok açıktır. Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir.Esas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 3 Anayasa'ya aykırı bir hükmün Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da düşünülemez. Bu yüzden söz konusu düzenleme Anayasa'nın 11 inci maddesine de aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, 4971 sayılı Kanunun 1 inci maddesinin birinci fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasının (ı) bendinin sonuna eklediği “İdarenin hak, alacak ve borçları hakkında karar vermek” ibaresi, Anayasa'nın Başlangıç'ının dördüncü paragrafındaki kuvvetler ayrımı ilkesine; 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 6 ncı maddesindeki, egemenlik hakkının, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı kuralına; 7 nci maddesindeki, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği kuralına; 8 inci maddesindeki, idarenin kanuniliği ilkesine; 11 inci maddesindeki Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine ve 36 ncı maddesindeki hak arama hürriyetine aykırı olup, iptali gerekir. 2) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı Maddesinin Değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci ve İkinci Cümlesinin Anayasa'ya Aykırılığı Söz konusu maddenin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) Sayılı Cetvele tabi personelle ilgili özel bir düzenleme yer aldığından, birinci ve ikinci cümlelerdeki düzenleme esas olarak 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (II) Sayılı Cetvele tabi personeli ilgilendirmektedir. Bu düzenleme çerçevesinde, önceki kurumunda kazanılmış hak aylık derecesi 3 üncü derecenin 1 inci kademesi olan bir II nci Müdür veya Şef, 3 üncü dereceli, unvansız, düz bir memur kadrosuna atanabilecektir Birinci ve ikinci cümlelerde yer alan hükümlerle Devlet Personel Başkanlığına, personelin nakledileceği kadroların tespiti konusunda kapsamı, sınırları, koşulları belirlenmeden, mutlak bir yetki verilmektedir. Kanunla getirilen tek koşul, teklif edilen kadronun kazanılmış hak aylık derecesinden aşağı olmaması, koşuludur. Oysa, ataması yapılacak memurun statüsü ve görev unvanı, kazanılmış hak aylığı kadar önemlidir. Söz konusu düzenlemeyle personelin nakledileceği kadronun saptanmasında, Devlet Personel Başkanlığına, yasama organınca kullanılması gereken bir yetki verilmiştir. Oysa Anayasa'nın 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir, hükmü yer almaktadır. Anayasa'nın Başlangıcının dördüncü paragrafında, “kuvvetler ayrımı”nın devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda bulunduğu; 6 ncı maddesinde, kayıtsız şartsız milletin olan egemenlik hakkının, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı; 7 nci maddesinde, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme yetkisinin ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği yazılıdır.Esas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 4 Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. Yasama organı, kanunla düzenleme yaparken, Anayasa'nın 11 inci maddesi gereğince, Anayasa'nın diğer hükümlerine de uygun hareket etmek zorundadır. Sonuç olarak, yukarıda belirtilen nedenlerle, 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin ikinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlesi; Anayasa'nın Başlangıç'ının dördüncü paragrafındaki kuvvetler ayrımı ilkesine; 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine, 6 ncı maddesindeki, egemenlik hakkının, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı kuralına; 7 nci maddesindeki, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği kuralına; 8 inci maddesindeki, idarenin kanuniliği ilkesine; 11 inci maddesindeki Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine ve yasa ile düzenlenmesi gereken fakat yasa ile düzenlenmemiş bir konuda Devlet Personel Başkanlığına mutlak bir belirleme yetkisi verdiği için, Anayasa'nın 128 inci maddesine aykırı olup, iptali gerekir. 3) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı Maddesinin Değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci Maddesinin İkinci Fıkrasının Üçüncü Cümlesinin Anayasa'ya Aykırılığı 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 4046 sayılı Kanunun 22 inci maddesinde değişiklik yapılmış olup, yeni düzenleme: “Bu personelden 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) Sayılı Cetveldeki kadrolarda istihdam edilmekte olanlar ile burada sayılan unvanlarla çalışan diğer statülerdeki personelin atama teklifleri araştırmacı unvanlı kadrolara yapılır,” şeklindedir. Bu düzenlemeye göre, 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki (I) Sayılı Cetvelde yer alan, Genel Müdür; Genel Müdür Yardımcısı; Teftiş Kurulu Başkanı; Kurul Başkanı; Daire Başkanı; Müessese Müdürü; Bölge Müdürü; Fabrika Müdürü; İşletme Müdürü; Şube Müdürü; Müfettiş; Müfettiş Yardımcısı; Bölge Müdür Yardımcısı ve Şube Müdür Yardımcılarının atama teklifleri “Araştırmacı” unvanlı kadrolara yapılacaktır. Kanun değişikliğinden önceki düzenleme; “Bu bilgilerin Devlet Personel Başkanlığına bildirilmesinden itibaren en geç kırkbeş gün içinde bu Başkanlığın teklifi üzerine ilgili personel, kamu kurum ve kuruluşlarında durumlarına uygun boş kadro ve pozisyonlara atanırlar,” şeklinde idi. Görüldüğü üzere Kanunun eski hali, personelin durumlarına uygun kadrolara atanmasını gerekli kılarken, yeni düzenleme, farklı düzeydeki görevlilerin tümünün araştırmacı kadrosuna atanmasını öngörmektedir. 4971 sayılı Kanunun yayımı tarihinden itibaren aynı kurumda aynı unvanla çalışan personelden, ataması 4971 sayılı Kanundan önce yapılanların, unvan ve statülerine uygunEsas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 5 kadrolarda görevlendirilmesi yasal bir zorunluluk idi. Oysa, ataması 4971 sayılı Kanundan sonra yapılanlar, unvan ve statülerini kaybederek görevlendirileceklerdir. 399 sayılı KHK Eki (I) Sayılı Cetvelde yer alan personelin görev unvanları ile araştırmacı kadro görev unvanı arasında hiçbir benzerlik olmadığı gibi, bu kadrolarla araştırmacı kadrosu arasında ek gösterge ve tazminat oranları bakımından da büyük farklılıklar vardır. 657 sayılı Kanunda araştırmacı unvanlı kadroyla ilgili net bir tanımlama olmamasına karşın, araştırmacı kadrosunun; müsteşar, müsteşar yardımcısı, genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, bölge müdürü, bölge müdür yardımcısı, şube müdürü, şef gibi hiyerarşik kademe ve birimlerle ilgisinin olmadığı ve müfettişlik mesleği gibi bir kariyer meslek olmadığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. 3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında Kanunda gösterilen hiyerarşik kademe ve birimler arasında araştırmacı unvanı yoktur. Öte yandan, 657 sayılı Kanunun Ek Göstergeleri düzenleyen 43 üncü maddesinde 1 inci derecedeki müfettişlerin ek göstergesi 3600 olarak belirlenmiştir. Yine aynı maddede 1 inci derecedeki Banka Şube Müdürlerinin ek göstergesi 3000 olarak, Daire Başkanlarının ek göstergesi 3600 olarak belirlenmiştir. Buna karşılık, 1 inci derecede araştırmacı kadrosunda görev yapanların ek göstergesi, Genel İdari Hizmetler sınıfında olup da cetvelde sayılanların dışında kalanlar gibi olup, 2200'dür. Benzer şekilde, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) Sayılı Cetveldeki kadrolarda istihdam edilmekte olan personelin özel hizmet tazminatları ile araştırmacı kadrosunda görev yapanların özel hizmet tazminatları arasında da farklılıklar vardır. Örneğin, Daire Başkanının Özel Hizmet Tazminatı oranı % 200 iken, Araştırmacının Özel Hizmet Tazminatı oranı % 60 dır. Bu farklılıklar nedeniyle, 4971 sayılı Kanunla değiştirilen söz konusu 22 nci maddenin beşinci ve altıncı fıkrasında yapılan düzenlemeyle araştırmacı kadrosuna atananların eski görev aylıkları ile yeni görev aylıkları arasındaki fark kapanana kadar aradaki farkın, tazminat olarak ödenmesi, ancak fark ödemesine ilişkin tazminat ödemesinin 3 yıl ile sınırlandırılması hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 128 inci maddesi uyarınca, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Yasama organı, kanunla düzenleme yaparken, Anayasa'nın 11 inci maddesi gereğince, Anayasa'nın diğer hükümlerine de uygun hareket etmek zorundadır. Her şeyden önce yasa ile yapılan düzenlemelerde, Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ilkesine, hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve ilgililerin kazanılmış haklarına dokunulmaması gerekir. Kazanılmış hakların korunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Hukuk devletinde bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması önemli ve temel bir ilkedir. Anayasa'da yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devletEsas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 6 düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Kazanılmış haklar, hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurdur. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasa'nın 2 nci maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. Anayasa'nın 10 uncu maddesinde öngörülen kanun önündeki eşitlik ilkesi, yasama ve yürütmenin yetkilerini kullanırken uymak zorunda oldukları Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin en önde gelenlerindendir. Yasama ve yürütme, idare edilenler yönünden, hak yaratırken ve külfet getirirken, bu ilkeye uygun davranmakla yükümlüdürler. Anayasa'nın 10 uncu maddesi “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” şeklindeki amir hükmü ile bu hususu net olarak ifade etmektedir. Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ilkesine göre, kanunların uygulanmasında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilmeyecek ve bu nedenlerle eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Birbirlerinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması engellenmektedir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesi ile, hukukî statüleri kanunla oluşturulan ve bu statü kurallarına güvenerek geleceklerini tasarlayan kamu görevlilerinin kazanılmış hakları ve hukuk devletinin sağlamak istediği huzurlu ve istikrarlı bir ortamın sonucu olarak ortaya çıkan “Devlete güven” ilkesi zedelenmiştir. Örneğin, kamu bankalarında çalışan personel, 4971 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girmesinden önce, kamu bankalarının yeniden yapılandırılarak özelleştirilmesini öngören 4603 Kanun gereği, özel hukuk hükümlerine göre çalışmayı kabul edip bankada kalma veya bunu kabul etmeyip başka bir kuruma nakledilme konusunda kararını verirken mevcut yasal düzenlemeleri dikkate almıştır. Başka bir deyişle 4046 sayılı Yasa'nın 22 nci maddesi gereği “durumuna uygun boş kadro ve pozisyonlara atanacağı” beklentisiyle karar vermiştir. Yani, bu personel karar verirken yasalara ve hukuka güvenmiştir. Yürürlükteki bir kanuna göre gelecek hakkındaki kararını veren ve hak sahibi olan kişiler, haklarını ilerde çıkacak bir kanunla kaybedecekleri kuşkusu içinde yaşarlarsa ne hukuksal güvenceden, ne de hukuka ve devlete güvenden söz edilemez. Oysa Anayasa Mahkemesi'nin kararlarında da belirtildiği gibi, hukuk devletinin en önemli unsurlarından biri de “güvenilir” olmasıdır.Esas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 7 Bu personelden müfettiş sıfatını taşıyanların mağduriyeti; kanun önünde eşitlik, hukuk devleti ilkesine uygunluk ve kazanılmış hakların korunması ilkeleri bakımından daha da belirgindir. Bilindiği gibi müfettişlik mesleği, gerekli öğrenim şartını taşıyan ve mesleğe müfettiş yardımcılığı sınavı ile girebilen kimselerin, uzun bir yetiştirme döneminden sonra yeterlik sınavı ile kazanabildikleri kariyer bir meslektir. Bizim idari sistemimizde, müfettişlerin isteği dışında idari görevlere atanamayacakları yönetmeliklerle güvence altına alınmıştır. Bu konuyla ilgili çok sayıda yargı kararı, yönetmelik ve genelge vardır. 4971 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte, ataması yapılmış olan müfettişlerin kazanılmış hakları korunurken, atama işlemleri tamamlanmayan müfettişler, kazanılmış hakları dikkate alınmadan, görev yetki ve sorumluluğu açıkça belli olmayan araştırmacı unvanlı pasif görevlere atanacaklardır. Daha açıkçası, bir şekilde atama işlemini tamamlattıranlar hiçbir kayba uğramazken, iyi niyetle kanunların uygulanmasını bekleyenler zarara uğratılmıştır. 4971 sayılı Kanun yürürlüğe girdiğinde, aynı durumda olan müfettişlerden bir bölümünün ataması yapılmış, bir bölümünün ataması yapılmamıştır. Ataması yapılmayanlar, söz konusu kanuna göre hiçbir kusurları olmadığı halde pasif görevlere atanacaklardır. Bu durum; Anayasa'nın 10 uncu maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik ilkesine ve 2 inci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Kanun önünde eşitlik ilkesine ve kazanılmış hakların korunmaması nedeniyle hukuk devleti ilkesine aykırılık, müfettişler dışındaki diğer üst düzey kamu görevlileri için de söz konusudur. Bu görevlilerin çoğu, özverili çalışmaları ve belli mesleki kariyerleri nedeniyle bu kadrolara atanmışlardır. Bunların birikimlerinin, çalışma ve çabalarının ürünü olan unvanları, bir kalemde ellerinden alınmakta; gelecekteki yükselme şansları yok edilmektedir. Özelleştirilen kurumlarda görev yapanlara böyle bir fatura çıkarılması, Anayasa'nın sosyal hukuk devleti niteliği ile bağdaşmaz. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesi, Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesine aykırı olup, iptali gerekir. 4) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı Maddesinin Değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci Maddesinin Altıncı Fıkrasının Birinci Cümlesindeki; “ikinci fıkra uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile” ibaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin altıncı fıkrasının birinci cümlesindeki “ikinci fıkra uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile” ibaresiyle, başka kamu kurumlarına nakledilen personelin eski kadrolarına ait haklarının üç yıl süre ile sınırlı olmak üzere saklı tutulması öngörülmektedir. 4971 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmadan önce yürürlükte olan hükümlere göre, bu personelin hakları şahıslarına bağlı olarak atandıkları görevlerde kaldıkları sürece saklı tutulmakta idi.Esas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 8 4971 sayılı Kanunun bu düzenlemesine göre, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (1) sayılı cetvelde belirtilen personelin, eski kadrolarına ait aylık, ek gösterge, zam, özel hizmet tazminatı, makam tazminatı, temsil tazminatı ve görev tazminatı gibi hakları atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile şahıslarına bağlı olarak saklı tutulacak; üç yıl sonra ise, araştırmacı kadrosunun hakları geçerli olacaktır. Anayasa'da yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Kazanılmış haklar hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlarındandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasa'nın 2 nci maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal kararlılığı hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Cumhuriyetin nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa'nın bulunduğu bilinci olan devlettir. 4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin altıncı fıkrasının birinci cümlesindeki “ikinci fıkra uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile” ibaresi; kazanılmış hakların korunmasına süre sınırlaması getirdiğinden, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın bağlayıcılığı ilkesini ifade eden Anayasa'nın 11 inci maddesi ile bağdaşmayacağı da açıktır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı olan söz konusu ibarenin iptali gerekir. 5) 4971 Sayılı Kanunun “Geçici Madde 1”inin Anayasa'ya Aykırılığı Geçici 1 inci madde hükmü uyarınca; bu Kanunun yürürlük tarihinden önce 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesine göre Devlet Personel Başkanlığınca atama teklifi yapılmış olmakla birlikte kurum ve kuruluşlarca tekemmül ettirilemeyen atama işlemleri hakkında 4046 sayılı Kanunun bu Kanunla değiştirilen 22 nci maddesi hükümleri uygulanacaktır. Bir başka ifadeyle, 4971 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce atama teklifi yapılmış olanlardan işlemleri henüz tamamlanmayanlar da, durumlarına uygun kadrolara değil, araştırmacı unvanlı kadrolara atanacaklardır. 4971 sayılı Kanunla değiştirilmeden önce 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesi uyarınca kurumlar, en geç kırkbeş gün içerisinde Devlet Personel Başkanlığının teklifi üzerine ilgili personeli, kamu kurum ve kuruluşlarında durumlarına uygun boş kadro ve pozisyonlara atamakla yükümlü idi. Uygulamada Devlet Personel Başkanlığının atama teklifini yaptığı, ancak bazı kurumların azami süre içinde bazı atama işlemini tamamlama yükümlülüğünü yerineEsas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 9 getirmediği bilinmektedir. Bu konu, hem basında yer almış hem de yasanın parlamentoda görüşülmesi sırasında dile getirilmiştir. Bir haktan yararlanmış olma, kazanılmış hakkın ortaya çıkması için önemlidir. Danıştay'a göre, elde edilmiş bir hakkın bulunduğunun kabul edilebilmesi için, objektif bir hukuksal kuralın kişi hakkında uygulanması veya kendiliğinden uygulanacak hale gelmesi gerekmektedir 4971 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihte atama işlemleri tamamlanmayanlar bakımından farklı statüler olduğu görülecektir. Henüz hiç atama teklifi yapılmayanlar, atama teklifi yapılan ancak süresi içinde atama işlemleri tamamlanmayanlar, atama teklifi yapılan ve süresi geçtiği halde, ataması yapılmayanlar vardır. Bu farklı statüler içinde, durumlarına uygun kadrolara atama teklifi yapılan kişilerin bir bölümünün bu kadrolara atanmaları kendiliğinden uygulanacak hale geldiği halde, kurumların iyi niyetli olmayan ve yasaya aykırı uygulamaları nedeniyle atamaları gerçekleşmemiştir. Yasal düzenleme yapılırken bütün bu farklı statüler dikkate alınmamıştır. Dikkate alınmadığı için de, bu statüler arasında kazanılmış haklar bakımından farklılıklar olup olmadığı değerlendirilmemiştir. Anayasa'da yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Kazanılmış haklar hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlarındandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasa'nın 2 nci maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ilkesine göre, kanunların uygulanmasında birbirlerinin aynı durumunda olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılması olanaksızdır. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez. 4971 sayılı Kanun yürürlüğe girdiğinde, aynı durumda olan kamu görevlilerinden bir bölümünün ataması yapılmış, bir bölümünün ataması yapılmamıştır. Ataması yapılmayanlar, hiçbir kusurları olmadığı halde, pasif görevlere atanacaklardır. Bu durum; Anayasa'nın 10 uncu maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik ilkesine ve 2 nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4971 sayılı Bazı Kanunlarda ve Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun Geçici 1 inci Maddesi Anayasa'nın 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine, 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesine aykırı olup, iptali gerekir. 6) 4971 Sayılı Kanunun “Geçici Madde 2”sinin Birinci Cümlesinin Anayasa'ya AykırılığıEsas Sayısı : 2003/87 Karar Sayısı : 2005/110 10 “Geçici Madde 2” ile getirilen düzenlemeye göre: “Bu Kanunun yayımı tarihinden önce 24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesi gereğince şahsa bağlı hakları saklı tutulan ve halen bu haktan yararlanan personelin şahsa bağlı hakları bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren üç yıl sonra sona erer.” “Geçici Madde 2” ile 4971 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce eski hükümlere göre başka kurumlara nakli yapılan ve eski kadrolarına ait şahsa bağlı hakları saklı tutulan personelin bu haktan yararlanmasına da kanunun yayımı tarihinden itibaren üç yıllık bir süre getirilmiştir. 4971 sayılı Kanunun “Geçici Madde 2”sinin birinci cümlesi ile getirilen düzenleme, geriye yönelik atama işlemlerini kapsamaktadır. Eski kadrolarına ait kazanılmış haklarını atandıkları yeni görevde kaldıkları sürece almaya olanak veren eski hükümlere göre atama işlemleri tamamlanmış personeli de üç yıllık süre sınırlamasına tabi tutmak, kazanılmış hakların korunması, kanunların geriye yürümezliği ve dolayısıyla Anayasa'nın hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Hukukun temelinde “kanunların geriye yürümemesi” ilkesi vardır. Her olay, hangi kanun zamanında cereyan etmişse o zamanki hükümlere tâbi olacaktır. Bu, hukukun temel ilkelerinden biridir. Kanunların geriye yürümezliği ilkesi, hukuk istikrarı ve kazanılmış hakların korunması amacını güden bir ilkedir. Kanunların geriye yürüyememesi, geriye dönük sonuç doğurmaması hukuk devletinin gereği bulunan kazanılmış haklara saygıyı sağlamaktadır. Anayasa'da yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasa'nın temel ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan, adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin, kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması ilkesine bağlılık ile mümkündür. Kazanılmış haklar hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en önemli unsurlarındandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasa'nın 2 nci maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi toplumsal kararlılığı hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden olur ve kabul edilemez. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerini ifade eden Anayasa'nın 11 inci maddesi ile bağdaşması da beklenemez. Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4971 sayılı Kanunun “Geçici Madde 2”sinin birinci cümlesi, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine açıkça aykırı olup, iptali gerekir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ Anayasa'ya açıkça aykırı olan, 4971 sayılı Kanun'un: Birinci maddesinin birinci fıkrasının 4046 sayılı Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasının (ı) bendinin sonuna eklediği “ve İdarenin hak, alacak ve borçları hakkında karar vermek” ibaresinin, 6 ncı m | 4,120 |
Esas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 1 “1 5237 SAYILI TCK’NUN 6545 SAYILI YASA İLE DEĞİŞİK 191/8 a MADDESİNİN VE SON CÜMLESİNİN ANAYASAYA AYKIRILIK GEREKÇELERİ: 5237 sayılı TCK’nun 188/3. maddesi ticari amaçla uyuşturucu madde bulundurma suçuna 6545 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile 10 yıldan az olmamak üzere hapis ve yirmi bin güne kadar adli para cezası öngörmüştür. 5237 sayılı TCK’nun 28/06/2014 tarihinde yürürlüğe giren 6545 sayılı Yasa ile değişik 191/1. maddesi ise aynen “Kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alan, kabul eden veya bulunduran ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi, iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” şeklinde düzenlenmiştir. Ancak, uyuşturucu madde kullanma ve kullanmak amacıyla bulundurma suçlarına özgü olmak üzere kanun koyucu cezalandırmadan çok gerek uyuşturucuyu kullanan gerek ise çevresi için sosyal amaç güderek kullanıcıyı bilinçlendirme ve çevresini de bu kişiden ve zararlı alışkanlıktan koruyup kurtarma amaçlı olarak düzenleme getirmiş ve maddenin müteakip fıkralarında soruşturma aşamasında eylemi uyuşturucu madde kullanma ve bulundurma olarak nitelendirilen kişiler ile ilgili olarak Cumhuriyet Savcılığı’nca bazı tedbirlerin uygulanmasını ve ilk uyuşturucu kullanma eyleminde sanığa bir şans tanıyarak ceza verilmemesi ve tedbir uygulanması yönünde düzenleme getirmiştir. Kanun koyucunun bu düşüncesinin yansıması olarak 5237 sayılı TCK’nun 191/2. maddesi aynen “Bu suçtan dolayı başlatılan soruşturmada şüpheli hakkında 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 171 inci maddesindeki şartlar aranmaksızın, beş yıl süreyle kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilir. Cumhuriyet savcısı, bu durumda şüpheliyi, erteleme süresi zarfında kendisine yüklenen yükümlülüklere uygun davranmadığı veya yasakları ihlal ettiği takdirde kendisi bakımından ortaya çıkabilecek sonuçlar konusunda uyarır.” 3. fıkrası aynen “Erteleme süresi zarfında şüpheli hakkında asgari bir yıl süreyle denetimli serbestlik tedbiri uygulanır. Bu süre Cumhuriyet savcısının kararı ile üçer aylık sürelerle en fazla bir yıl daha uzatılabilir. Hakkında denetimli serbestlik tedbiri verilen kişi, gerek görülmesi hâlinde denetimli serbestlik süresi içinde tedaviye tabi tutulabilir.” 4. fıkrası aynen “Kişinin, erteleme süresi zarfında; a) Kendisine yüklenen yükümlülüklere veya uygulanan tedavinin gereklerine uygun davranmamakta ısrar etmesi, b) Tekrar kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alması, kabul etmesi veya bulundurması, c) Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanması hâlinde, hakkında kamu davası açılır.” 5. fıkrası aynen “Erteleme süresi zarfında kişinin kullanmak için tekrar uyuşturucu veya uyarıcı madde satın alması, kabul etmesi veya bulundurması ya da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanması, dördüncü fıkra uyarınca ihlal nedeni sayılır ve ayrı bir soruşturma ve kovuşturma konusu yapılmaz.”Esas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 2 6. fıkrası aynen “Dördüncü fıkraya göre kamu davasının açılmasından sonra, birinci fıkrada tanımlanan suçun tekrar işlendiği iddiasıyla açılan soruşturmalarda ikinci fıkra uyarınca kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı verilemez.” 7. fıkrası aynen “Şüpheli erteleme süresi zarfında dördüncü fıkrada belirtilen yükümlülüklere aykırı davranmadığı ve yasakları ihlal etmediği takdirde, hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilir.” şeklinde düzenlenmiştir. Dikkat edileceği üzere kanun koyucu yukarıda belirtildiği gibi uyuşturucu madde kullanan kişiler ile ilgili soruşturma aşamasında Cumhuriyet Savcısı’nın şüphelinin kullanıcılık eylemini ve bulundurduğu uyuşturucu maddeyi kullanmak amacıyla bulundurduğunu tespit etmesi ve bu kanaate varması halinde şüpheli ile ilgili olarak öncelikle yukarıda belirtilen madde hükümleri gereğince hareket etmesi ve öncelikle hakkında daha önce uyuşturucu madde kullanmak amacıyla uyuşturucu bulundurma suçundan kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilmemiş ve ilk kez bu eylemi gerçekleştiren kişi ile ilgili olarak Ceza Muhakemesi Kanununun 171. maddesindeki şartları aramaksızın 5 yıl süre ile kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilecek ve bu 5 yıl içerisinde şüphelinin kendisine yüklenen yükümlülüklere uygun davranmaması veya yasakları ihlal etmesi halinde veya ikinci kez kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma suçunu işlediği takdirde bu kez ikinci eylem Yasanın 191/5. maddesi gereğince ayrı bir kovuşturma konusu yapılmadan adeta iki farklı tarihteki kullanıcılık eylemi birleştirilip tek suç sayılarak şüpheli hakkında bir kez kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurmak suçundan TCK’nun 191/1. maddesi gereğince kamu davası açılacaktır. Esasen kanun koyucunun sosyal amaç güderek böyle bir düzenleme getirmesinde bir sorun yoktur. Mahkememizce Anayasa’nın hukuk devleti, kanun önünde eşitlik ve suçta ve cezada kanunilik ilkelerine aykırı görülen düzenleme TCK’nun 191/8. maddesinde bulunmaktadır. Zira, TCK’nun 6545 sayılı Yasa ile değişik 191/8. maddesi aynen; “Bu Kanunun; a) 188 inci maddesinde tanımlanan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, b) 190 ıncı maddesinde tanımlanan uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma suçundan dolayı yapılan kovuşturma evresinde, suçun münhasıran bu madde kapsamına girdiğinin anlaşılması hâlinde, sanık hakkında bu madde hükümleri çerçevesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilir.” 191/9. maddesi ise aynen; “Bu maddede aksine düzenleme bulunmayan hâllerde, Ceza Muhakemesi Kanununun kamu davasının açılmasının ertelenmesine ilişkin 171 inci maddesi veya hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin 231 inci maddesi hükümleri uygulanır.” şeklindedir. Görüldüğü üzere TCK’nun 191. maddesinin 2 ile 7. fıkraları arasındaki düzenleme ile aynı maddenin 8 ve 9. fıkralarındaki düzenleme arasında büyük fark, çelişki ve eşitsizlik mevcuttur. Zira, bir kişinin uyuşturucu madde ile yakalanması halinde bu kişinin eyleminin soruşturma aşamasında soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısınca kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olduğunun tespiti ve bu kanaatin Cumhuriyet Savcısında oluşması halinde yukarıdaki maddelerde de açıkça yazıldığı üzere bu kişi hakkında TCK’nun 191/2 ve 7. fıkraları arasındaki prosedür uygulanacak ve şüpheli hakkında iddianame düzenlenip dava açılmadan önce CMK’nun 171.Esas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 3 maddesindeki şartlar aranmaksızın şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilecek ve bu erteleme süresi zarfında kişiye belli yükümlülükler yüklenip asgari 1 yıl süre ile denetimli serbestlik tedbiri uygulanacak ve bu süre içerisinde kişinin bu yükümlülüklere uygun davranması ve tekrar uyuşturucu madde kullanmaması halinde soruşturma düşecek ve bir daha bu soruşturmadan ve eyleminden dolayı herhangi bir ceza tehdidiyle karşı karşıya kalması söz konusu olmayacaktır. Zira, bu kişi hakkında belirtilen süre sonunda kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilecektir. Bu, yasa maddesinin amir hükmüdür. Oysa, Cumhuriyet Savcısının uyuşturucu madde ile yakalanan kişinin eylemini soruşturma aşamasında TCK’nun 191. maddesi kapsamında kullanmak amacıyla bulundurma değil de TCK’nun 188/3. maddesinde düzenlenen satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak nitelendirmesi ve takdir hakkını bu şekilde kullanıp şüpheli hakkında TCK’nun 188/3. maddesi gereğince satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak değerlendirilip Ağır Ceza Mahkemesi’ne iddianame ile kamu davası açması ve yargılama yapan mahkemenin de sanığın eylemini TCK’nun 191/8 a maddesi çerçevesinde, satıcılık değil de, kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma suçu kapsamında değerlendirilmesi halinde TCK’nun 191/8 a maddesi delaletiyle sanık hakkında TCK’nun 191/1. maddesi gereğince 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası belirleyip yine sanık hakkında TCK’nun 191/8 son cümlesi ve 191/9. maddeleri gereğince CMK’nun 231. maddesi çerçevesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar vermek gerekecektir. Konuyu çarpıcı bir örnekle izah etmek gerekirse; İki farklı sokakta 500’er gram esrar maddesi ile yakalanan A ve B şahıslarından, A şahsının Cumhuriyet Savcısı X ve B şahsının ise Cumhuriyet Savcısı Y tarafından soruşturulduğu ve X Cumhuriyet Savcısının A şahsın eylemini soruşturma aşamasında kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak değerlendirmesi halinde A şahsı hakkında TCK’nun 191/2 7 maddeleri gereğince işlemleri yapılacak ve hakkında kamu davası açmadan kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verecek ve bu süre zarfında kişinin ancak tekrar uyuşturucu madde kullanması veya yükümlülüklere aykırı davranması halinde iki eylem tek kabul edilerek kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurmak suçundan TCK’nun 191/1. maddesi gereğince hakkında kamu davası açılacak, yükümlülüklere uygun davranması ve ihlalde bulunmaması halinde ise 5 yıllık süre sonunda hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilecek, B şahsının eylemini soruşturan Cumhuriyet Savcısı Y tarafından B şahsının eyleminin soruşturma aşamasında TCK’nun 188/3. maddesi kapsamında satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurmak olarak nitelendirilmesi ve değerlendirilmesi halinde Cumhuriyet Savcısı Y tarafından B şahsı ile ilgili TCK’nun 188/3. maddesi kapsamında cezalandırılması istemiyle Ağır Ceza Mahkemesi’ne kamu davası açılacak ve yargılamayı yapan mahkemece bu sanığın eyleminin de yargılama aşamasında TCK’nun 191/8. maddesinde öngörüldüğü şekilde eylemin münhasıran bu madde kapsamına yani satıcılık olarak değil de, bulundurma suçu kapsamına girdiğinin anlaşılması halinde sanık hakkında mahkemece önce 2 yıldan 5 yıla kadar ceza tertip edilip ardından CMK’nun 231/5. maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına mahkemece karar vermek gerekecektir. Görüldüğü üzere, eyleminin niteliği yargılama aşamasında satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma değil de, kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak yargılama aşamasında mahkemece belirlenen sanığın, soruşturma aşamasındaki Cumhuriyet Savcısının eylemin başlangıçta satıcılık olarak değerlendirmesi nedeniyle soruşturma aşamasında uygulanması gereken tedbirler ve kamu davasının açılmasının ertelenmesine ve bilahare kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi hakları adeta elinden alınmıştır. HukukiEsas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 4 durumları, kasıtları, amaçları, ister soruşturma aşamasında ister yargılama aşamasında tespit edilsin aynı olan A ve B şahıslarının kanun karşısındaki ve Cumhuriyet Savcısının takdiri ve uygulaması karşısındaki akıbetleri ve sonuçları farklı olmuş, eylemleri ve kasıtları aynı olan iki şahıs farklı yasal düzenlemeye tabii tutulmuştur. Hakkındaki eylem soruşturma aşamasında kullanıcılık olarak değerlendirilen A şahsının yükümlülüklere uygun davranması halinde ileride aynı konuda herhangi bir ceza tehditi ile karşı karşıya kalması söz konusu değil iken, aynı hukuki durumdaki B şahsı hakkında sırf Cumhuriyet Savcısının eylemi soruşturma aşamasında satıcılık olarak değerlendirmesi ve mahkemece eylemin yine TCK’nun 191. maddesi kapsamında kullanma suçuna dönüştürmesi nedeniyle 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıp hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmek suretiyle her an bir başka kasıtlı suç işlemesi halinde açıklanması geri bırakılan hükmün açıklanmasına karar verilmesi tehditi ile karşı karşıya bırakılması söz konusudur. Eşitsizliği ve adalete ve hakkaniyete aykırılığı yaratan husus sadece soruşturma ve yargılama aşamasında yüklenen suçun vasıflandırılması değil, aynı zamanda kamu davasının açılmasının ertelenmesine ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesinin hukuki sonuçlarıdır. Zira, TCK’nun 191/2. maddesinde Cumhuriyet Savcısının şüphelinin eylemini kullanıcılık olarak değerlendirilmesi halinde kişi hakkında CMK’nun 171. maddesindeki koşulları aramaksızın 5 yıl süre ile kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar vermesi söz konusudur. Kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararının kaldırılması ve kişi hakkında bu eylemi nedeniyle TCK’nun 191/1. maddesi gereğince bu eylemi nedeniyle kamu davası açılabilmesi için ya Cumhuriyet Savcısının belirlediği yükümlülüklere aykırı davranacak ve yahut da ikinci bir kez uyuşturucu madde kullanmak suretiyle ikinci bir eylem gerçekleştirecektir. İkinci kez uyuşturucu kullanması ve bulundurması halinde bu madde hükümlerine göre iki eylem tek sayılıp ikinci eylemin TCK’nun 191/5 son cümlesi gereğince birinci eylemin ihlal nedeni sayılıp ayrı bir soruşturma ve kovuşturma konusu yapılamaması söz konusu olacaktır. Bu süreyi iyi halli geçirmesi halinde ise, hakkında bir daha açılmamak üzere kovuşturmaya yer olmadığına dair Savcılıkça karar verilecektir. Görüldüğü üzere bu düzenleme şüphelinin son derece lehine olan sosyal amaçlı ve hukuki bir düzenlemedir. Oysa, yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği üzere şüphelinin eyleminin soruşturma aşamasında kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma değil de, TCK’nun 188/3. maddesi kapsamında satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak Savcılık tarafından değerlendirilmesi ve bu suçtan kamu davası açılmasından sonra yargılama aşamasında kişinin eyleminin satıcılık değil de, TCK’nun 191. maddesi kapsamında kullanmak amacıyla bulundurma olarak değerlendirilmesi halinde mahkemece CMK’nun 231/5. maddesi hükümlerine göre TCK’nun 191/8 a ve 9. maddeleri gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar vermek gerekecek ve hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına mahkemece karar verebilmek için ise mahkemece önce TCK’nun 191/1. maddesi kapsamından 2 yıldan 5 yıla kadar bir hüküm oluşturması ve bir ceza tertip etmesi gerekecektir. TCK’nun 191/9. maddesinde aynen “Bu maddede aksine düzenleme bulunmayan hallerde Ceza Muhakemesi Kanununun hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin 231. maddesi hükümleri uygulanır.” şeklinde düzenleme getirilmiş olup, mahkemece hakkında uyuşturucu madde satıcılığı suçundan kamu davası açılıp da yargılama sırasında eyleminin kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma yani TCK’nun 191. maddesi kapsamında kaldığının tespit edilmesi halinde TCK’nun 191/8 a son maddeleri gereğince hakkında 2 yıldan 5 yıla kadar ceza tertip edilip, CMK’nun 231/5. maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilen sanık hakkında CMK hükümleri gereğince 5 yıl denetim süresi belirlenecektir. Ancak sanığın bu 5 yıllık süre içerisinde en basit bir kasıtlı suç işlemesi halinde açıklanması geri bırakılan 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasının her an gündeme gelip açıklanması ve cezanın infazı kabil hale gelmesi söz konusu olacaktır. Oysa yukarıda ayrıntılıEsas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 5 olarak belirtildiği üzere eylemi başlangıçta soruşturma aşamasında Savcılık tarafından kullanıcılık olarak nitelendirilen şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilmesi ve ancak tedbirlere aykırı davranması veya tekrar uyuşturucu madde kullanması halinde hakkında dava açıldığı takdirde 2 yıldan 5 yıla kadar bir hapis cezası ile karşı karşıya kalması söz konusu iken eyleminin niteliği, yargılama aşamasında değiştiğinden söz edilerek başlangıçta hakkında TCK’nun 188/3. maddesi çerçevesinde satıcılıktan kamu davası açılan sanık hakkında mahkemece 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası tertip edilip hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmesinden sonra 5 yıllık denetim süresi içerisinde herhangi bir şahsa müessir fiil teşkil edecek basit bir tokat atma veya bir başka basit kasıtlı suç işlemesi halinde dahi hükmün açıklanması ve cezanın çekilmesi söz konusu olacak ve bu halde eylemlerinin niteliği aynı olan şahıslar hakkında kanun eliyle farklı uygulamaları yapılması söz konusu olacaktır. Ceza Muhakemesinin konusu suç teşkil eden eylemlerdir. Sanığın eylemi ne ise yargılama konusu da odur. Eylemin başlangıçta adli makamlar yani Savcılık tarafından kullanıcılık veya satıcılık olarak değerlendirilmesinin, nitelendirilmesinin ve Cumhuriyet Savcısının takdir hakkını farklı şekilde kullanmasının olumsuz sonuçlarına yasanın uygulandığı kişilerin farklı muamelelere ve yasal düzenlemelere tabii tutularak farklı hukuki sonuçlar yaratılması hukuk güvenliğini, Anayasa’daki eşitlik ilkesini ve suçta ve cezada kanunilik prensiplerini derin bir şekilde zedeler. Aynı kasıtla aynı eylemi gerçekleştiren kişilerin aynı hukuki sonuçlara ve müeyyidelere tabii tutulması Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasa’nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine ve Anayasa’nın 38. maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkesine uygunluk teşkil edecek, aksine düzenlemeler ise aykırılık teşkil edecektir. Kanun önünde eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusu olur. Hukuksal durumları aynı olan kişiler için aynı hukuki sonuçları yaratmak aynı zamanda hukuk devletinin bir ödevidir. Kişinin eyleminin Cumhuriyet Savcısı tarafından soruşturma başında kullanıcılık veya satıcılık olarak değerlendirilmesinin ve satıcılık olarak değerlendirilip satıcılıktan kamu davası açılan kişinin eyleminin yargılama aşamasında kullanıcılık olarak değerlendirilmesi halinde yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği üzere hukuki sonuçları çok farklı olan düzenlemelere tabi tutulmasının hukuk güvenliğine, ceza adaletine, kişilerin kanunlar önünde eşitliğine aykırı sonuçlar doğurması söz konusu olmamalıdır. Kişinin eylemi başlangıçta ne ise yargılama aşamasında da odur. Eylemin değişmesi söz konusu değildir. Zira, şüpheli eylemi yapmış, gerçekleştirmiş ve bitirmiştir. Yapılıp bitirilen bir eylemin niteliğinin sonradan değişmesi söz konusu değildir. Eylemin niteliğinin değişmesinden kasıt, yargılama aşamasında soruşturma aşamasındakine nazaran mahkemece farklı yorumlanmasıdır. Kaldı ki, ceza hukukunda belirleyici olan Cumhuriyet Savcısının takdiri değil, bağımsız mahkemelerce verilen kararlardır. Cumhuriyet Savcısının takdir ve kanaatinin yargılama aşamasında mahkemece benimsenmemesi ve sanığın eyleminin satmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma değil de, kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma olarak değerlendirilmesi halinde kişinin tabii tutulacağı hukuki sonuçlar da aynı olmalıdır. Aksinin kabulü hukuk devletine olan güveni ve dolayısıyla adalete olan inanç ve güveni zedeler. Yapılması gereken ister soruşturmanın başında isterse yargılama aşamasında olsun aynı eylemi gerçekleştiren kişilerin aynı hukuki sonuçlara tabi tutulacak düzenlemeleri yapmaktır. Bu cümleden hareketle mahkememizce Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilen TCK’nun 191/8 a son madde ve cümlesinin iptal edilerek kanun koyucu tarafından eylemi yargılama aşamasında da kullanıcılık olarak nitelendirilen kişilerle ilgili aynen soruşturma aşamasında olduğu gibi kamu davasının açılmasının ertelenmesine benzer hukuki düzenlemeler yapmanın ceza adaletine, hukuk devletine, kanun önünde eşitlik ilkesine ve suçta ve cezada kanunilik ilkesine uygun olacağı mahkememizce oybirliğiyle değerlendirilmiştir.Esas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 6 Anayasa’nın 2 nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti, hukukun üstün, etkin ve egemen olduğu, insan haklarının etkin biçimde korunduğu devlettir. Ayrıca hukuksal güvenliğin sağlandığı, düzenlemelerin açık, bilinebilir ve belirlenebilir olduğu bir devlettir. Kişilerin bir suç işlediğinde hangi müeyyide ile karşı karşıya kalacağını bilmeleri hukuksal güvenliğin ve hukuk devletinin ve esasen kanun önünde eşitliğin bir teminatıdır. Aksi halde, adli makamlar tarafından kanunu bilmemek mazeret sayılmaz prensibinin uygulanması da dayanaksız ve temelsiz bir ilke olarak kalacaktır. Hukuk devletinde kişilerin kanunu bilmemek mazeret sayılmaz prensibinden sorumlu tutabilmek için aynı eylemler için aynı hukuki sonuçlar yaratan düzenlemeler yapılması ve yasaların kendi içerisinde çelişmemesi gerekir. Kişilerin hukuka ve yasalara saygı duymalarını beklemek için de kendi içerisinde çelişen düzenlemeler yapılmaması gerekir. Kişi bir suç işlediğinde karşılaşacağı müeyyideyi öngörebilmeli ve bilebilmelidir. Örneğin; somut dosyamızda olduğu gibi başlangıçta Cumhuriyet Savcılığı’nın hakkımdaki eylemi kullanıcılık olarak değerlendirseydi Ağır Ceza Mahkemesi’nde bu suçtan yargılanmayacaktım, şeklinde bir düşüncenin kişide oluşmamasını sağlamak da kanun koyucunun görevidir. Yukarıda ayrıntılı olarak belirtildiği üzere, TCK’nun 191/8 a maddesinin somut yargılama dosyamızda uygulanma imkanı ve yeri mevcut olduğundan ve TCK’nun 191/8 a maddesindeki “Bu Kanunun 188. maddesinde tanımlanan uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, suçundan dolayı yapılan kovuşturma evresinde, suçun münhasıran bu madde kapsamına girdiğinin anlaşılması halinde, sanık hakkında bu madde hükümleri çerçevesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilir.” düzenlemesinin tümünü 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesi ve 38. maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkesine aykırı olduğuna ve iptali için itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına mahkememiz heyetince oybirliğiyle bu gerekçelerle karar verilmiştir. 2 5237 SAYILI TCK’NUN 6545 SAYILI YASA İLE EKLENEN 191/9. MADDESİNİN ANAYASAYA AYKIRILIK GEREKÇELERİ: Yine bu maddeye bağlı olarak 5237 sayılı TCK’nun 191/9. maddesindeki “Bu maddede aksine düzenleme bulunmayan hallerde, Ceza Muhakemesi Kanunun hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına ilişkin 231. maddesi hükümleri uygulanır.” düzenlenmesinin de TCK’nun 191/8. maddesine bağlı olarak uygulanması gerektiği ancak TCK’nun 191/8 a ve yukarıda gösterilen son cümlelerinin iptal edilmesi halinde 191/9. maddesindeki belirtilen bu düzenlemenin de konusuz kalacağı gibi esasen CMK’nun 231/5. maddesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için birinci koşul olarak en fazla 2 yıla kadar hapis cezası vermek gerektiği ve 2 yıldan fazla hapis cezasını hükmedilmesi halinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilemeyeceği ancak TCK’nun 191/9. maddesinde hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesi için öncelikle TCK’nun 191/1. maddesi gereğince 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası belirlemek gerektiği, örneğin; Mahkemece satmak amacıyla uyuşturucu bulundurma suçundan açılan kamu davasında suç vasfının yukarıda belirtildiği üzere yargılamayı yapan mahkemece TCK’nun 191/1. maddesi kapsamında kullanmak amacıyla uyuşturucu madde bulundurma suçu olarak değerlendirilmesi halinde mahkemenin çeşitli gerekçelerle örneğin, madde miktarının çokluğu, sanığın kastının yoğunluğu ve buna benzer TCK’nun 61. maddesindeki cezanın bireyselleştirilmesi ilkelerinde belirtilen kriterler gözetilerek 4 yıl veya 5 yıl hapis cezası belirlenmesi halinde dahi sanık hakkında CMK’nun 231/5. maddesi gereğince hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilebilmesinin yolu açılmış ve yine eşitlik ilkesine ve hukuk devleti ilkesine uygun olmayan yasaların kendi içerisinde çelişmesine neden olan düzenleme yapılmıştır. Dolayısıyla belirtilen bu düzenlemenin de Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ve özellikle 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkelerine aykırı olduğu mahkememizceEsas Sayısı : 2015/52 Karar Sayısı : 2016/1 7 değerlendirilmiş ve bu maddenin de itiraz yolu ile iptalini Yüksek Anayasa Mahkemesi’nden talep etmenin uygun olacağına mahkememizce oybirliğiyle karar verilmiştir. SONUÇ: Yukarıda ayrıntılı olarak belirtilen sebep ve gerekçeler ile 5237 sayılı TCK’nun 191/8. ve 9. maddelerinin yukarıda belirtilen bölümlerinin 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, 10. maddesindeki kanun önünde eşitlik ve 38. maddesindeki suçta ve cezada kanunilik ilkelerine aykırılık teşkil ettiği mahkememiz heyetince oybirliğiyle değerlendirilmiş olduğundan bahse konu düzenlemelerin gerek bu ilkelere gerekse Yüksek Anayasa Mahkemesi’nce re’sen tespit edilecek Anayasa hükümlerine aykırılık nedeniyle 6216 sayılı Yasanın 40/1. ve 2709 sayılı Anayasa’nın 152/1. maddeleri gereğince iptaline karar verilmesi Yüksek Anayasa Mahkemesi’nin yüce heyetinin takdirlerine İzmir 5. Ağır Ceza Mahkemesi olarak saygıyla arz ve talep olunur.” | 3,034 |
Esas Sayısı:2002/162 Karar Sayısı:2007/89 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 112/2. maddesinde; Mahkeme denetim makamının başvurusu üzerine tüzükte gösterilen sebeplerle duruşma yaparak yöneticileri görevden alabilir ve vakıf senedinde başka bir hüküm yoksa yenisini seçebilir hükmü getirilmişse de; Anayasa'nın 2. maddesine göre; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. Anayasa'nın 11. maddesine göre; Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa'nın 13. maddesine göre; Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Anayasa'nın 33. maddesinin son fıkrasına göre; Bu madde hükümleri vakıflarla ilgili olarakta uygulanır. Anayasa'nın 38. maddesine göre; Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez. Suç ve ceza zamanaşımı ile ceza mahkûmiyetinin sonuçları konusunda da yukarıdaki fıkra uygulanır. İdare, kişi hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuran bir müeyyide uygulayamaz. Silahlı Kuvvetlerin iç düzeni bakımından bu hükme kanunla istisnalar getirilebilir. Şeklinde düzenlenen maddelere göre vakıf yöneticilerinin hangi sebeplerle görevden alınacağı hususu kanunun yollaması ile düzenleyici bir idari işlem niteliğinde olan tüzükte gösterilmesi ve tüzük hükümlerine göre yaptırım uygulanması Anayasa'nın yukarıda anılan 2, 11, 13, 33 ve 38. maddelerine aykırı olduğu kanısına varılmıştır. SONUÇ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle davalılar vekili tarafından yapılan Anayasa'ya aykırılık iddiası mahkememizce de ciddi bulunduğundan, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 112/2. maddesindeki tüzükte gösterilen sebeplerle hükmünün, Anayasa'nın 2, 11, 13, 33 ve 38. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptaline karar verilmesi itirazen arz olunur.Esas Sayısı:2002/162 Karar Sayısı:2007/89 2 | 313 |
Esas Sayısı : 2017/138 Karar Sayısı : 2017/114 1 “04.06.2016 tarih ve 6719 sayılı Kanunun 26. maddesi ile eklenen geçici 20. maddesinin Anayasaya aykırı olduğu düşüncesi ile bu maddenin iptali için itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesine başvuru yapılmasına ve bekletici mesele yapılmasına karar verildi.” | 44 |
Esas Sayısı : 2019/112 Karar Sayısı : 2020/35 “… Anayasa'nın 127/son maddesi “Mahalli idarelerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Cumhurbaşkanının izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezi idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir. Bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır” şeklindedir. 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu yasasının 27. maddesinin ek 2. cümlesinde ise “Bu esaslara uygunluk bakımından belediye veya il özel idarelerinin sorumluluğunda bulunan içme sularının Türkiye Halk Sağlığı Kurumu tarafından yapılacak veya yaptırılacak her türlü tetkik ve tahlil bedelleri ilgili belediye veya il özel idare since karşılanır. Belediyelerce ödenecek tetkik ve tahlil bedelleri, Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarına belediyelerce tahakkuk ettirilecek su kullanım bedellerinden mahsup edilir.” düzenlemesi bulunmaktadır. Tarafların duruşmalardaki yazılı ve sözlü beyanlarında, davamıza konu fatura bedellerinin davalı il özel idaresinin talebi dışında gerçekleştirilip yukarıdaki kanun maddesindeki düzenlemeye istinaden davalı il özel idaresinden tahsilinin talep edilmiş olduğu ve değeri milyonla ifade edilen başka faturalar için de dava açma hazırlığında olunduğu anlaşılmakla davalı vekilinin somut norm denetimi yoluna gidilmesi talebi mahkememizce hukuka uygun bulunmuştur. Zira 127/son maddesinde idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynaklarının sağlanacağı belirtilmiş olduğu halde davalı il özel idaresine herhangi bir kaynak sağlanmadan, davacı kurumun da sorumluluk görevinde olan halk sağlığı konusundaki su analiz ücretlerinin il özel idaresinin bilgisi ve talebi dışında tek taraflı olarak davacı tarafça yapılan su analiz ücretlerinin talep edilebilmesini sağlayan söz konusu kanun maddesinin mahkememizce anayasaya aykırı olacağı değerlendirilmiştir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; 5996 sayılı Yasanın 27. maddesinin ek 2. cümlesinde yer alan hükmün Anayasanın 127/son maddesine aykırı olduğunun tespiti ile iptaline karar verilmesine arz olunur.” | 272 |
Esas Sayısı : 2018/122 Karar Sayısı : 2020/14 1 “Kocaeli PTT Başmüdürlüğü, Dilovası Merkez PTT Müdürlüğü dağıtıcısı olarak görev yapmakta olan davacı . tarafından, hakkında verilen 10 ay hapis cezasının kesinleşmesi üzerine, işe giriş koşullarını kaybettiği ileri sürülerek sözleşmesinin feshine ilişkin 16.11.2012 tarihli ve 28 (toplantı no:428) sayılı işlemin iptali istemiyle Posta ve Telgraf Teşkilatı Anonim Şirketi’ne karşı açılan dava sonucunda, Kocaeli 1. İdare Mahkemesi’nin 08/01/2014 tarihli ve E:2013/511, K:2014/4 sayılı kararı ile, davacı hakkında 10 ay hapis cezası verildiği, hükmedilen bu cezanın kesinleştiği ve infazına da başlanıldığı, davacının işe giriş koşullarından birini kaybettiği, dolayısıyla da işe giriş koşullarından birini kaybeden davacının sözleşmesinin feshine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen kararın temyizen incelenmesi istemi üzerine oluşturulan dosya, Danıştay Onikinci Dairesince, dava konusu sözleşme feshi işleminin dayanağı olan 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Karaname’nin “İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar” başlıklı 7. maddesinin (c) bendinde yer verilen “taksirli suçlar hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamaları” hükmündeki “6 aydan fazla” ibaresinin Anayasaya uygunluğu yönünden incelendi; gereği düşünüldü: Mahkemenin “davanın reddine” ilişkin kararının davacı tarafından, temyiz edilerek bozulması istenen davada, Danıştay Onikinci Dairesinin davaya bakmakta olan mahkeme konumuna sahip olduğu açıktır. Anılan 399 sayılı KHK’nın “İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar” başlıklı 7. maddesinin (c) bendinde yer verilen “6 aydan fazla” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğu kanaati ile incelenmesi ve iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması Dairemizce gerekli görülmüştür. Dayanılan Anayasa Kuralı: Madde 10 Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun davranmak zorundadır.Esas Sayısı : 2018/122 Karar Sayısı : 2020/14 2 İtiraz Edilen Yasa Kuralı: İtirazen iptali istenen 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Karaname’nin İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar başlıklı 7. maddesinin (c) bendinde “taksirli suçlar hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamaları gerekir” hükmüne yer verilmiştir. Yasa Kuralının Dayanılan Anayasa Kuralına Uygunluğu: Anayasa’mn 10. maddesinde, “ Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun davranmak zorundadır.” denilmektedir. Bu yasak, birbirinin aynı durumda olanlara aynı kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve topluluklar yaratılmasını engellemektedir. Aynı durumda olanlar için farklı düzenleme eşitliğe aykırılık oluşturur. Anayasanın amaçladığı eşitlik, mutlak ve eylemli eşitlik değil hukuksal eşitliktir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’mn öngördüğü eşitlik ilkesi çiğnenmiş olmaz. Başka bir anlatımla kişisel nitelikleri ve durumları özdeş olanlar arasında değişik uygulamalar yapılamaz. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48/A 5 maddesinde, “Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak” hükmüne yer verilmiştir. 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Karaname’nin “İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar” başlıklı 7. maddesinin (c) bendinde, “taksirli suçlar hariç olmak üzere, ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile” hükmüne yer verilmiştir. Her ne kadar, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname Kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilenler ile 657 sayılı Yasa kapsamında istihdam edilen diğer kamu görevlileriyle aynı konum ve statüde olmadığı, farklı statüde olan kamu görevlilerine farklı hükümler uygulanmasının doğal olduğu, dolayısıyla ortada eşitlik ilkesine aykırı birEsas Sayısı : 2018/122 Karar Sayısı : 2020/14 3 durum bulunmadığı düşünülebilir ise de, aynı kurumda görevli ve aynı işi yapan iki kamu görevlisinden 657 sayılı Yasa kapsamında istihdam edilenin ceza mahkemesince yapılan yargılamada 10 ay hapis cezası alması ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilenin 10 ay hapis cezası alması ile 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilenin 10 ay hapis cezası almasının kurumun disiplin ve düzenini bozma açısından tarkin etkiler doğuracağının kabulüne olanak bulunmamaktadır. Kuşkusuz istihdam şekilleri farklı olan kamu görevlileri hakkında özlük hakları vb. ekonomik konularda farklı hükümlere tabi tutulmaları mümkün ise de, sözleşme feshi ile göreve son verilmesi niteliğindeki işlemler bakımından farklı süreler içeren hükümlere tabi tutulmalarının itirazen iptali istenilen hüküm dışında herhangi bir dayanağı bulunmamakta olup, Anayasanın 10. maddesinde yer alan; “Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları” yönündeki Anayasa hükmüne aykırı hareket edilmesi sonucunu doğuracaktır ki, bu durumun da Anayasanın üstünlüğü prensibi karşısında kabulü mümkün değildir. İtiraz konusu kural Anayasa’nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine aykırıdır. Sonuç ve İstem: Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 152. maddesi ile 6126 sayılı Anaya Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesinin 1. fıkrası gereğince; 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünden Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Karaname’nin İşe Alınacaklarda Aranılacak Şartlar başlıklı 7. maddesinin (c) bendinde yer verilen “6 aydan fazla” ibaresinin, Anayasa’nın 10. maddesine aykırı olduğu kanaati ile iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, davacının temyiz isteminin Anayasa Mahkemesince karar verildikten sonra veya dosyanın Anayasa Mahkemesine ulaşmasından itibaren 5 ay geçtikten sonra incelenmesine ve dosyadaki belgelerin onaylı bir örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na gönderilmesine 14.03 2018 tarihinde oybirliği ile karar verildi.” | 1,128 |
Esas Sayısı : 2022/62 Karar Sayısı : 2022/95 1 “ Anayasanın 2. maddesi hukuk devleti ilkesini düzenlemektedir. Maddede belirtilen hu kuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla ken dini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinin temel unsurlarından biri de belirlilik ilkesidir. Bu ilkeye göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içer mesi gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, kanundan belirli bir kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlan dığını bilmelidir. Bu ilke, aynı zamanda, kanunun lafzına ilişkin tüm kuşkuları baştan engelle yen boşluksuz bir algılayışı ifade etmektedir. Anayasanın 10. maddesinde kanun önünde eşitlik ilkesine yer verilmiştir. Anılan mad dede belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapıl masını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle aynı durumda bulunan kimi kişi ve top luluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Ka nun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Du rumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Anayasanın 27. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğ renme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir” hük müne yer verilmek suretiyle bilim ve sanat hürriyeti güvence altına alınmıştır. Söz konusu gü vence herkes için öngörülmüş olmakla birlikte bilimsel özerkliğe sahip yükseköğretim kurum ları bünyesinde ifa edilen görevin kapsam ve niteliği gözetildiğinde öğretim elemanlığı ile bilim ve sanat hürriyeti arasında daha yakın bir ilişki bulunduğu görülmektedir. Anayasanın 128. maddesinde devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin ge rektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği ön görülmüştür. Anılan maddede geçen diğer kamu görevlileri kavramı söz konusu asli ve sürekli görevlerde kamu hukuku ilişkisiyle görev yapan fakat memur olmayan kişileri ifade etmekte olup yükseköğretim kurumları öğretim elemanları da bu kapsamda yer alan kamu görevlilerin dendir. Anayasanın 130. maddesinde üniversite, bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin öğ retildiği kurum olarak nitelendirilip bilimsel ve idari özerkliğe sahip kılınarak diğer kamu ku rumlarından farklı değerlendirilmiştir. Anılan maddenin öğretim elemanlarının Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamayacakları yönündeki yedinci fıkrası ile öğretim ele manlarının görevleri, atanmaları, yükselmeleri gibi birçok hususun kanunla düzenleneceğini belirten dokuzuncu fıkrası gözetildiğinde öğretim elemanları yönünden diğer kamu görevlile rine nazaran daha güvenceli bir personel rejiminin öngörüldüğü anlaşılmaktadır.Esas Sayısı : 2022/62 Karar Sayısı : 2022/95 2 Buna göre Anayasanın 130. maddesinde belirtilen ve bilimsel özerkliğe dayalı farklı konumları gereğince öğretim elemanları hakkında yapılacak düzenlemelerde söz konusu fark lılığın dikkate alınması gerektiği açıktır. 657 sayılı Kanunun 1. maddesinin üçüncü fıkrasında da, öğretim elemanlarının kendi özel kanun hükümlerine tabi olduğu ifade edilmiş ve aynı Kanunun disiplin kurallarını düzen leyen 125. maddesinin altıncı fıkrasında özel kanunların disiplin suç ve cezalarına ilişkin hü kümlerinin saklı olduğu belirtilmiştir. Bakılan davada, 2803 sayılı Kanunun 13/A maddesine göre, Jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından (sivil) olan öğretim elemanları için disiplin ve cezai hükümler açısından Jandarma Genel Komutanlığında görevli jandarma hizmetleri sınıfı dışın daki diğer devlet memurlarına uygulanan mevzuat hükümlerinin geçerli olduğu, 7068 sayılı Kanunun ise, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatlarında gö rev yapan subay, astsubay, sözleşmeli subay, sözleşmeli astsubay, uzman jandarma, uzman er baş, sözleşmeli erbaş ve sözleşmeli erler ile diğer sınıflardaki memurları kapsadığından, 2803 sayılı Kanunun 13/A maddesi ile anılan maddenin atıf yaptığı 7068 sayılı Kanunun 2. maddesi ve dolayısıyla da 8. maddesinin 5. fıkrasının ç 4 bendinin işbu davada uygulanacak kural nite liğinde oldukları görülmektedir. 657 sayılı Kanunun kamu personel rejimini düzenleyen temel kanun niteliği taşıması nedeniyle diğer kamu görevlilerine ilişkin özel kanunlarda hüküm bulunmayan hususlarda 657 sayılı Kanuna atıfta bulunmak suretiyle anılan Kanun hükümlerinin uygulanabileceği tabiidir. Ancak bu tür düzenlemeler yapılırken düzenlemeye konu kamu görevlileri hakkında Anayasa ile ortaya konulan ilke ve ayrımların kanun koyucu tarafından dikkate alınması gerekmektedir. 7068 sayılı Kanun ise, kolluk görevlisi olarak da adlandırılan Emniyet Genel Müdür lüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personeline ilişkin disiplin sizlik teşkil eden fiilleri ve bu fiillere karşılık gelen disiplin cezalarını, disiplin amirlerini ve kurullarını, disiplin soruşturma usulü ile diğer ilgili hususları düzenleyen, ayrıca, (kendisinde) hüküm bulunmayan hallerde 657 sayılı Kanunun disipline ilişkin hükümlerinin de uygulanaca ğını hükme bağlayan bir özel kanundur. Diğer taraftan, Anayasanın 130. maddesi, üniversite çalışmalarını, eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortamda yapılmasını sağ layacak biçimde düzenlemiştir. Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, 'Bilimsel özerklik', geniş bir kavramdır. Anayasa, bu ilkesiyle üniversiteleri, 2. maddesinde yer alan te mel niteliklere sahip bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde öğretim, araştırma ve yayın konularını belirlemek ve yürütmek serbestliğine sahip kılmış bulunmaktadır. Aynı mad denin dokuzuncu fıkrasında, öğretim elemanlarının atanmaları ve disiplin işleri de dahil olmak üzere üniversiteler ve öğretim elemanları ile ilgili birçok hususun kanunla düzenleneceği kura lına yer verilmiştir. Anayasanın 130. maddesi, üniversitelerin öğretim üyeleri ve yardımcılarını, bir meslek sınıfı olarak düşünmüş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır ve üniversite öğretim üyelerine belirli haklar ve yetkiler tanımıştır. Bilimsel özgürlük, serbestçe araştırmada ve ya yında bulunabilme, öğrenim ve öğretimi özgürlük ve güvence içinde sürdürebilme hak ve yet kileri bunlara örnek olarak gösterilebilir. Yukarıda açık metinlerine yer verilen mevzuat hükümlerini kısmen özetlersek, 2803 sa yılı Kanunda Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi (JSGA)'nin bir yükseköğretim kurumu olduğunun ve JSGA'nde jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfından veEsas Sayısı : 2022/62 Karar Sayısı : 2022/95 3 jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından öğretim elemanı istihda mının yapılabileceğinin; jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından öğretim elemanlarının disiplin ve cezai hükümler yönünden 7068 sayılı Kanuna (ve dolayısıyla anılan kanunda hüküm bulunmayan hallerde 657 sayılı Kanunun disipline ilişkin hükümlerine) tabi olduğunun hükme bağlandığı görülmektedir. Bu bağlamda, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'nde Jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından olan öğretim elemanları için disiplin hükümleri yönün den tabi olduğu 7068 sayılı Kanunun, kolluk görevlisi olarak da adlandırılan Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personeline ilişkin olduğu; 7068 sayılı Kanunun atıf yaptığı 657 sayılı Kanunun ise kamu personel rejimini düzen leyen temel kanun niteliği taşıdığı, dolayısıyla gerek 7068 sayılı Kanunda ve gerekse 657 sayılı Kanunda yer alan fiillerin, sivil öğretim elemanlarına uygulanması anayasal bakımdan sorun lara yol açacak niteliktedir. Şöyle ki, örnek vermek gerekirse, 7068 sayılı Kanunda Yetkili olmadığı halde basın, haber ajansları, radyo ve televizyon kurumları veya diğer iletişim kanalları vasıtasıyla kamuo yuna bilgi ya da demeç vermek. fiili On ay kısa süreli durdurma disiplin cezasını gerektiren fiiller arasında sayılmıştır. Söz konusu alt bentte herhangi bir ayrım ya da sınırlamaya yer ve rilmemesi nedeniyle bilimsel nitelik arz etmeyen konular ya da üniversite tüzel kişiliği adına yapılan açıklamalar dışında kalan bilimsel alana ilişkin açıklamaların da yaptırıma tabi kılındığı anlaşılmaktadır. Bir öğretim elemanının bilimsel faaliyet alanına ilişkin bir konuda basın veya medya aracılığıyla kamuoyuna açıklamada bulunmasının disiplin yaptırımına bağlanması Ana yasa’nın 27. maddesinde güvence altına alınan bilim hürriyeti ile bağdaşmamaktadır. Somut olayda, davacı hakkında Amirin usulüne göre verdiği emri yerine getirmemek. fiili Yirmidört ay uzun süreli durdurma cezasını gerektiren fiiller arasında sayılmıştır. 7068 sayılı Kanun esas olarak hiyerarşiye dayalı Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Genel Komu tanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personeli için öngörülmüş olduğundan, sırf bu fiil dahi, gerek içerik gerekse kullanılan kavram ve ifade tarzı itibarıyla öğretim elemanlığı (sivil) göre vinin kapsam ve niteliğiyle örtüşmemektedir. Sonuç olarak, hiyerarşiye dayalı ve sınırları daha net çizilebilen çalışma koşulları içinde bulunan, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı için Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatlarında görev yapan subay, astsubay, söz leşmeli subay, sözleşmeli astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş, sözleşmeli erbaş ve sözleş meli erler ile diğer sınıflarda görev yapan memurlar ile yürüttükleri hizmetin niteliği gereği Anayasada ayrıca düzenlenen ve bilimsel özerklik temelinde farklı bir konumda değerlendirilen öğretim elemanlarına (sivil) disiplin yönünden aynı ölçütlerin uygulanamayacağı açıktır. Öte yandan, Polis Akademisinin; Emniyet Teşkilâtının memur, amir ve yönetici ihtiya cını karşılamak üzere ön lisans, lisans üstü eğitim öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danış manlık yapan, bünyesinde fakülte, enstitü ve polis meslek yüksek okulları bulunan bilimsel özerkliğe sahip yüksek öğretim kurumu olarak faaliyet gösterdiği, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisinin de; Jandarma ve Sahil Güvenlik Teşkilatlarının subay ve astsubay ve diğer per sonel ihtiyacını karşılamak, önlisans, lisans ve lisansüstü eğitim öğretim, bilimsel araştırma, yayın yapmak üzere bünyesinde fakülte, enstitü, astsubay meslek yüksekokulları, eğitim ve araştırma merkezleri ve kurslar bulunan bir yükseköğretim kurumu olarak faaliyet gösterdiği, anılan yükseköğretim kurumlarının genel kolluk olarak adlandırılan sırasıyla Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığına personelEsas Sayısı : 2022/62 Karar Sayısı : 2022/95 4 yetiştirdikleri, dolayısıyla faaliyet alanlarının benzerliği ve söz konusu idari birimlerin İçişleri Bakanlığına bağlı oldukları ve 4652 sayılı Polis Yükseköğretim Kanununun 17. maddesinde, Akademide (Polis Akademisi) emniyet hizmetleri sınıfından öğretim elemanları dışındaki kad rolu öğretim elemanlarının disiplin (ve ceza) işleri hakkında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanu nunun ilgili hükümlerinin uygulanacağının hükme bağlandığı hususları, Anayasa'nın 10. mad desinde öngörülen kanun önünde eşitlik ilkesi ile birlikte dikkate alındığında, Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'nde görev yapan Jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hiz metleri sınıfı dışından olan öğretim elemanlarının farklı disiplin hükümlerine tabi tutulmaları nın haklılığı ve hukuken geçerliliğinin de belirsiz olduğu değerlendirilmiştir. Bu durumda; 7068 sayılı Kanunun (ve dolayısıyla 657 sayılı Kanunun) kapsamına, Jan darma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı için Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı teşkilatlarında görev yapan subay, astsubay, sözleşmeli subay, söz leşmeli astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş, sözleşmeli erbaş ve sözleşmeli erler ile diğer sınıflardaki memurlar ile birlikte Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi'nde görev yapan Jan darma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından olan öğretim elemanlarının, disiplin (ve cezai) yönünden, aynı kurallara tabi kılınması, bir başka ifadeyle JSGA'nde görev yapan sivil öğretim elemanlarının disiplin sorumluluğunun kapsamının 7068 sayılı Kanun (ve dolayısıyla 657 sayılı Kanun) ile belirlenmiş olması, Anayasa’da öğretim elemanları için öngö rülen güvencelerle örtüşmediği gibi gerek uygulayıcılar gerekse disiplin kurallarının muhatap ları yönünden birtakım belirsizliklere de yol açtığından, aşağıda açıkça yer verilecek olan kanun maddesinin Anayasa’nın 2., 10., 27. ve 130. maddelerine aykırı olduğu sonuç ve kanaatine va rılmıştır. 4 ) SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle, Anayasanın 152. maddesinin birinci fıkrası ile 6216 sa yılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca, bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu davada uygulanacak kanun hükümlerini Ana yasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa tarafların bu konudaki iddia ve savunmalarını ve kendisini bu kanıya götüren görüşünü açıklayan kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması öngörüldüğünden ve işbu da vada uygulanacak kural olan; 12.03.1983 tarih ve 17985 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 2803 Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanununun 13/A maddesinde yer alan, (Değişik fıkra: 15/8/2017/KHK 694/54 md.; Aynen kabul: 1/2/2018 7078/51 md.) Akademide istihdam edilen jandarma hiz metleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından olan öğretim elemanlarının görev sü releri, her türlü özlük hakları, izinleri, akademik unvanlarının yükselmesi ve korunması konu sunda 2547 sayılı Kanun ve 11/10/1983 tarihli ve 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu hükümleri uygulanır. Jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hizmetleri sınıfı dışından olan öğretim elemanları için disiplin ve cezai hükümler açısından Jandarma Genel Komutanlığında görevli jandarma hizmetleri sınıfı dışındaki diğer devlet memurlarına uygulanan mevzuat hü kümleri geçerlidir. şeklindeki düzenlemenin; Jandarma hizmetleri sınıfı ve sahil güvenlik hiz metleri sınıfı dışından olan öğretim elemanları için disiplin ve cezai hükümler açısından Jan darma Genel Komutanlığında görevli jandarma hizmetleri sınıfı dışındaki diğer devlet memur larına uygulanan mevzuat hükümleri geçerlidir. şeklindeki ibaresinin, disiplin yönünden sı nırlı olmak üzere, Anayasanın 2., 10., 27. ve 130. maddesine;Esas Sayısı : 2022/62 Karar Sayısı : 2022/95 5 Aykırı olduğu kanaatine varıldığından, anılan düzenlemenin iptali istemiyle itiraz yo luyla Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dava dosyasının onaylı bir örneğinin (ya da dava dosyasında mevcut olan tüm belgelerin UYAP'a taranmış olması kaydıyla UYAP üzerinden dava dosyasının Anayasa Mahkemesine erişime açılmasının) ve işbu kararın aslının Anayasa Mahkemesine gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar 5 (beş) ay süreyle davanın geri bırakılmasına, bu süre içerisinde Anayasa Mahkemesince bir karar verilmemesi halinde, mevcut mevzuat hükümleri ile dosyadaki bilgi ve belgelere göre davanın görülmesine, kararın bir örneğinin taraflara tebliğine, 12/04/2022 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.” | 2,078 |
Esas Sayısı : 1999/11 Karar Sayısı : 1999/29 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir : TCK'nda 272 ve 485. madde hükümleri birbirine paralel olarak düzenlenmiştir. 272. madde Devlet aleyhine cürümler babında, 485. madde ise kişi aleyhine cürümler babında düzenlenmiştir. Her iki madde de failin karşısındaki müşteki mağdur ya da müdahilin hareketi esas alınarak düzenleme yapılmıştır. TCK'nun belirtilen bu maddelerinde failin eylemine neden olan Memur suçlu ile Şahıs suçlunun eylemine göre failin cezası indirilerek, ıskat edilerek, tamamen kaldırılarak, müessir fiil nedeni ile eyleme neden olma halinde ise 485. maddeye göre cezayı mültelsim saymayarak, önceki maddelere göre verilen ceza, karşı tarafın eylemi esas alınarak düzenlenmiştir. Bu maddelere göre örneğin memur faili müessir fiil ika ediyor, fail memura bu nedenle hakaret ediyor. Sonuç; fail hakkında TCK'nun 266 ve devamı maddeleri uygulanıyor. 272. maddeye göre ceza indirilip ortadan kaldırılıyor. Cezanın tamamen ortadan kaldırıldığı halde dahi fail yargılama giderlerinden sorumludur. Ve bu bir mahkumiyettir. Örneğin; şahıs faile müessirfiil ika ediyor. Veya hakaret ediyor. Fail şahısa bu nedenle hakaret ediyor. Sonuç; fail hakkında TCK'nun 480 ve devamı maddeleri uygulanıyor, 485. madde ile ceza ıskat ediliyor, şahsın müessirfiili nedeni ile failin hakaret eylemi halinde ise eylem cezayı mültelsim olmuyor. Fail yargılama giderlerinden sorumlu olmadığı gibi bu bir mahkumiyet değildir. TCK'nun 272. maddesine, TCK'nun 485. maddesindeki bütün haller sığdırılmış olup 485. maddede yer alan karşılıklı hakaret ve müessir fiil halleri de Memurun keyfi ve haksız hareketi kavramı içine alınmıştır. Ancak 485. maddede yer alan, failin eylemini sebebiyet veren ilk ve karşı eylemde bulunanın müessir fiil ika ettiği hallerde, eylem cezayı mültelsim değildir. Memurun faile ilk müessir fiili halinde ise 272. madde uygulanırken ceza tamamen ortadan kaldırılmış olsa dahi bu bir mahkumiyettir. Fail yargılama giderlerinden sorumlu olduğu gibi hüküm sabıka kaydına işlenir. 272. maddenin cezanın tamamen kaldırıldığı hallerde, tamamen ortadan kaldırılan bir cezanın mahkumiyet hükmü olması Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Hukuk devleti ilkesine bu maddenin paralel olarak düzenlendiği TCK'nun 485. maddesi ile birlikte değerlendirildiğinde aynı durumdaki failler arasında eşitsizlik sonucunu yarattığından Anayasa'nın 10. maddesine, suç ve cezalara ilişkin esasların düzenlendiği 38. maddesine aykırıdır. 272. madde yasakoyucunun fail lehine koyduğu bir hükümdür. Ve kişi hürriyeti ile yakından ilgilidir. Kamu görevlilerinin görevlerini yasalara uygun yapmalarının bir teminatıdır. Bu madde, şahısların hürriyetini memurların suistimallerine karşı korumak için konulmuştur. 266 ve devamındaki maddelerde ise, 272 dışında memurlar ancak görevlerini yasalara uygun bir şekilde ifa ederlerken korunurlar. Nitekim böylesi durumlarda failin eylemi devlet aleyhine cürüm olması nedeni ile, 480 ve devamı maddelerinde düzenlenen şahıs aleyhine cürümlere göre daha ağır cezalandırılmaktadır. Ancak 272. maddenin uygulandığı hallerde yetki sınırlarını keyfi hareketleri ile aşan görevli Memur değil suçludur. Bu halde keyifi hareket eden kimseye karşı gösterilen tepki, devlet idaresine karşı tepki değildir. Görevini suistimal eden suçluya karşı tepkidir. Çünkü; keyfi ve haksız hareket ile görevi kötüye kullanma devletinEsas Sayısı : 1999/11 Karar Sayısı : 1999/29 2 bir hareketi sayılamaz. Kaldı ki herkesin görev hududunu aşan memura karşı kendi haysiyetini koruma ve savunma hakkı vardır. Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ile keyfi idare kavramı birbiri ile bağdaşmaz. Hukuk Devletinde otorite kadar meşruluğun da himayesi gerekir. Nitekim kanunkoyucu 272. maddede Keyifi ve haksız hareket kavramını yasadaki haksız tahrikten daha vahim bir hal kabul ederek, memurun keyfi ve haksız hareketinde, bu nedenle cezanın tamamen kaldırılabileceğini kabul etmiştir. Oysa haksız tahrikte, tahrik ne kadar ağır olursa olsun ceza sadece indirilebilir. 272. madde ve 485. madde birlikte değerlendirildiğinde, aynı nitelikteki eylemlerde, aynı keyfi ve haksız hareketi yapan, böylece olaya sebebiyet veren Memur suçlu ve Şahıs suçlu arasında keyfi idareyi önlemek için fail lehine konulmuş olan 272. maddede fail aleyhine sonuç doğmakta ve memur kategorisinin, artık görevle ve devlet otoritesi ile ilgisiz olan kötülüğü, ilk haksız eylemde bulunan suçlu memur lehine, fail aleyhine, eşitlik ilkesine aykırı bir şekilde, memurun haksız hareketi ile şahsın haksız hareketi karşısında kalan aynı durumdaki failler arasında, memur kategorisine, keyfilikte ve haksız harekette üstünlük tanındığı sonucunu doğurduğu ve böylece failler arasında da eşitsizlik yaratması nedeni ile, bu durum Anayasa'daki Eşitlik ve Hukuk Devleti ilkelerine aykırıdır. 272. madde ile cezanın tamamen kaldırıldığı hallerde, fail cezası 647 sayılı Yasa gereğince ertelenmiş failin konumuna gelmektedir. Failin cezası tamamen kaldırılsa bile ceza sabıka kaydına işlenmekte ve fail yargılama giderlerinden sorumlu olmaktadır. Bu durum 272. maddenin konuluş amacını ve işlevini aşmaktadır. Esasen tamamen kaldırılan bir cezanın aynı zamanda bir mahkumiyet hükmü olması Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Hukuk Devleti ilkesi ile 38. maddesine aykırıdır. Çünkü; kaldırılan bir cezanın mahkumiyet oluşu yasa metninde de yoktur. Sonuç: Açıklanan nedenlerle, TCK'nun 272. maddesinin Anayasa'nın 2, 10 ve 38. maddelerine aykırı olduğu sonuç ve kanaatine varılarak, iddianame ile sanık Turgut Yavuz lehine 272. maddenin uygulanması talebi ile dava açıldığından, itiraz yolu ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, | 766 |
Esas Sayısı : 1995/36 Karar Sayısı : 1995/56 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ İtiraz yoluna başvuran Danıştay 10. Dairesi'nin 12.4.1995 günlü başvuru kararında itiraz gerekçesi aynen şöyledir: 7 Haziran 1994 günlü, 21953 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 1.6.1994 günlü 3991 sayılı Yetki Yasası, Bankalar Kanunu, Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun bazı maddelerinin değiştirilmesi hususunda Bakanlar Kuruluna Kanun Hükmünde Kararname çıkarma yetkisi vermiştir. Bu Yetki Yasasına dayanılarak çıkarılmış olan 16.6.1994 günlü, 539 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile 21 Aralık 1959 günlü, 7397 sayılı Sigorta Murakabe Kanununun bazı maddelerinde değişiklik yapılmıştır. Anılan KHK'nin 8. maddesiyle Yasanın 9. maddesi, 19. maddesiyle de Yasanın 26. maddesi kapsamlı bir şekilde değiştirilmiştir. Dava konusu edilen 14.12.1994 günlü, 22141 sayılı Resmî Gazetede yayımlanarak 1.1.1995 gününde yürürlüğe giren Sigorta Acenteleri Yönetmeliği 3. maddesinde de açıklandığı üzere 7397 sayılı Yasanın 539 sayılı KHK ile değişik bulunan 9. ve 26. maddelerine dayanılarak hazırlanmıştır. 539 sayılı KHK'nin dayanağını oluşturan 1.6.1994 günlü, 3991 sayılı Bankalar Kanunu, Sigorta Murakabe Kanunu ve Türk Ticaret Kanununun Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yetki Kanunu ise Anayasa Mahkemesi'nin 29.11.1994 günlü, E:1994/68, K: 1994/80 sayılı kararıyla Anayasa'nın 7., 89. ve 91. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiş ve konuya ilişkin gerekçeli karar da 10.2.1995 günlü ve 22198 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış bulunmaktadır. Bu duruma göre 539 sayılı KHK'nin Anayasal dayanaktan yoksun kaldığı açıktır. Bu görüş Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında benimsenmiş bulunmaktadır. 22.12.1993 günlü ve 21796 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 510 sayılı KHK'nin iptaline ilişkin bulunan 25.11.1993 günlü, E: 1993/45, K: 1993/47 sayılı karar buna örnek gösterilebilir. Yukarıda açıklanan nedenlerle, Dairemizce dava konusu Yönetmeliğin dayanağını oluşturan Yasa maddelerini değiştiren 539 sayılı KHK'nin Anayasa'nın Başlangıç Hükümleri ile 2., 6. ve 91. maddelerine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan KHK'nin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına karar verildi. | 287 |
Esas Sayısı : 2004/55 Karar Sayısı : 2008/118 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Süheyla Öksüz tarafından, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Uzmanlığına yapılan atamalara ilişkin 7.8.2002 günlü, 2002/35 sayılı kararın ve bu karara dayalı olarak kurulan 8.8.2002 günlü, 574 sayılı işlemin iptali istemiyle Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'na karşı açılan davanın reddi yolunda Ankara 8. İdare Mahkemesi'nce verilen 30.5.2003 günlü, E:2002/1399, K:2003/697 sayılı kararın davacı tarafından temyizi üzerine oluşturulan dosya incelendi: Davacının, gerekli şartları yerine getirmediği için üst kurul uzmanlığına atamasının yapılmaması ile diğer çalışanların Üst Kurul Uzmanlığı'na atanmasına ilişkin işlem; Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Uzman Yardımcılığı ve Uzmanlık Sınav, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliğe göre tesis edilmiş olup, anılan Yönetmeliğin yasal dayanağını 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4756 sayılı Kanunla değişik 15. maddesini oluşturmaktadır. 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun ile kamu tüzel kişiliğine, idari ve mali özerkliğe sahip, tek başına icrai nitelikte kararlar alabilen ve yaptırımlar uygulayabilen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu oluşturulmuştur. Radyo ve televizyon faaliyetlerini düzenlemek amacıyla oluşturulan Kurul, sektör politikalarını belirlemek, idari düzenleme yapmakla görevli, kuruluş ve görev alanı itibariyle son yıllarda klasik idari örgütlenme modeli dışında kurulan, öğretide Bağımsız İdari Otoriteler olarak adlandırılan idari kuruluşlar arasında yer almaktadır. Kamusal yaşamı etkileyen belli kamu hizmetlerini düzenleme ve denetleme işlevini yerine getirmek üzere kurulan bağımsız idari otoriteler, klasik idari yapının dışında, kamu tüzel kişiliğine sahip kamu kurumu niteliğini taşımaktadırlar. Dolayısıyla anılan kuruluşların, kamu kurumu nitelikleri göz önüne alınıp, idarenin kuruluş ve faaliyetleriyle, personeline ilişkin Anayasa'da yer alan ilkeler doğrultusunda kurulması gerekir. 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun Üst Kurul personelinin hukuki durumunu düzenleyen 15. maddesinde Üst Kurulun, Kanunun kendisine verdiği görevleri yerine getirmek maksadı ile yeterli sayıda ve vasıfta personelden teşkilatını oluşturacağı belirtildikten sonra, Teşkilat personelinin istihdam şekli, özlük hakları, çalışma esas ve usullerinin Türkiye Radyo Televizyon Kurumu personeline uygulanan hükümlere tabi olduğu kurala bağlanmıştır. 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu'nun 53. maddesinde istihdam edilecek personel arasında uzman unvanına yer verilmiş, ancak bu uzmanların nitelikleri konusunda bir düzenleme getirilmeyip konu Kurum tarafından çıkarılacak Yönetmeliklere bırakılmıştır. 3984 sayılı Yasa'nın atıfta bulunduğu 2954 sayılı Yasa'da uzmanların nitelikleri konusunda düzenlemeye yer verilmemesi, aynı hizmet alanında farklı görevleri üstlenen Radyo ve Televizyon Üst Kurulu uzmanlarının göreve alınmalarında aranacak nitelikler seçilme usulü, yetişme koşulları, çalışma usul ve esaslarının bu kurumun özelliği de dikkate alınarak düzenlenmesini gerekli kılmaktadır.Esas Sayısı : 2004/55 Karar Sayısı : 2008/118 2 Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti vurgulanmış, 8. maddesinde, yürütme yetkisi ve görevinin Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp, yerine getirileceği belirtilmiş; 123. maddesinde de idare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın 128. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında ise; Devletin kamu iktisadi teşekkülleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle görevli oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, hakları ve yükümlülüklerinin, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. Hukuk devleti ilkesinin gerçekleşmesi için yasaların Anayasa'ya uygunluğunun sağlanması zorunludur. Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı, yasaların normlar hiyerarşisinde en üstte yer alan anayasaya bağlılığının denetlenmesini gerektirmektedir. Anayasa'nın 7. maddesinde; Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez. kuralı bulunmaktadır. Yasama yetkisi asli bir yetki olduğundan ve Türk hukukunda kanunla düzenleme alanı konu itibariyle sınırlandırılamadığından (yasama yetkisinin genelliği) yasama organı dilediği alanı Anayasa ilkelerine uygun olmak koşuluyla düzenleme yetkisini haizdir. (Anayasa Mahkemesinin E:1985/2, K:1985/6 sayılı kararı; Özbudun, Ergun:Türk Anayasa Hukuku 4. Baskı. Ankara 1995, s.164 165) Yasayla düzenlenmesi Anayasada öngörülen bir konuda yasama organının, temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir (Anayasa Mahkemesinin E:1993/5, K:1993/25 sayılı kararı). Bir başka deyişle yasama organı, sahibi olduğu yasama yetkisinin asli, devredilemez niteliğiyle birlikte yürütme ve idarenin türevsel, istisnai, sınırlı düzenleme yeteneğini dikkate almak suretiyle temel esaslarını düzenlediği konularda yürütme ve idareye düzenleme yetkisi tanıyabilir. Kamu görevlilerini ilgilendiren düzenlemeler söz konusu olduğunda, statünün yapıcı unsurlarının da kanunla düzenlenmesi gerekli olmaktadır. Yasama organının, idareye düzenleme yetkisi tanıdığı yasal düzenlemelerin, Anayasa'nın 7. maddesine uygun olup olmadığının belirlenmesinde Anayasa Mahkemesi'nin 4.7.1995 günlü, E:1995/35, K:1995/26 sayılı kararında ifade edildiği gibi hem Anayasa ile belirlenen ilkelere hem de Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortaya çıkan ölçütlere göre incelenmesi gerekmektedir. Anayasanın 7. maddesiyle ilgili olarak Anayasa Mahkemesi kararlarıyla ortaya çıkan ölçütler konusunda çok sayıda karar bulunmaktadır. Şöyle ki; Yasa koyucu temel kuralları saptadıktan sonra uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları düzenlemek üzere hükümete yetki verebilir. (Anayasa Mahkemesinin 10.12.1962 günlü, E:1962/198, K.1962/111 sayılı kararı)Esas Sayısı : 2004/55 Karar Sayısı : 2008/118 3 yasa düzenlemek istediği alanı yeterince düzenleyecek ve yürütmeye tanıyacağı yetkileri yine yeterince sınırlandıracak, yürütme ise yasanın tanıyacağı sınırları belli yetkinin nasıl kullanılacağını düzenleyecektir (Anayasa Mahkemesinin 23, 24, 25 Ekim 1969 günlü, E:1967/41, K:1969/57 sayılı kararı) Yürütmenin klasik düzenleme yetkisi, idarenin kanuniliği ilkesi çerçevesinde sınırlı ve tamamlayıcı bir yetki durumundadır. Bu bakımdan yasalarda düzenlenmemiş bir alanda yürütmenin sübjektif hakları etkileyen bir kural koyma yetkisi bulunmamaktadır. Yasa ile yetkili kılınmış olması da sonuca etkili değildir uygulamaya ilişkin esasların tespiti yönünden yürütmeye verilen yetkinin genişliği ve belirsizliği apaçık ortadadır. Yasada, esasla alakalı bir çok yönler düzenlenmemiştir. Bu durum, açıkça bir yetki devridir (Anayasa Mahkemesinin 13.6.1985 günlü, E:1984/14, K:1985/7 sayılı kararı) Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetiminin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Temel kuralları koymadan, ölçüsünü belirlemeden ve sınırı çizmeden yürütmeye düzenleme yetkisi veren kural, Anayasanın 7. maddesine aykırı düşer (Anayasa Mahkemesinin 6.7.1993 günlü, E:1993/5, K:1993/25 sayılı kararı) yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağlı bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yürütme organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi verilemez. Ayrıca yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakmaması gerekir. (Anayasa Mahkemesinin 18.1.1996 günlü, E:1995/25, K:1996/2 sayılı kararı) Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararlarında getirilen ölçütlere göre; temel esas ve hükümler yasada yer aldıktan sonra uzmanlık veya yönetim tekniğine ilişkin konuların yürütme organına bırakılabilmesi mümkündür. Temel esas ve hükümler ise düzenlenecek konuya göre değişiklik gösterebilir. Bu şekilde yürütme organına yetki tanırken de, idarenin yargısal denetiminin etkinliğini engellemeyecek objektif kuralların konulması zorunludur. (Anayasa Mahkemesinin 23 25.10.1969 günlü, E:1967/41, K:1969/57 sayılı kararı) Kamu kurumu nitelikleri gözönüne alınarak bağımsız idari otoritelerin de örgütlenme ve faaliyet alanlarına, kamu yönetim usulüne tabi bu kuruluşlarda hizmetlerin kimlerce yürütüleceğine ve personel rejimine ilişkin temel ilke ve esasların yukarıdaki kararlarda ortaya konduğu üzere yasayla düzenlemesi Anayasal bir zorunluluktur. Yasama organı belirtilen konuları, ölçütlerini belirlemek suretiyle idarenin düzenlemesine bırakabilir. 3984 sayılı Yasa'nın 5. maddesi ile kurulan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu'nun oluşumu, Üyelerin ve Başkanın seçimi, görev ve yetkilerinin yasal çerçevesi çizilmektedir. Ancak, Yasa'nın Üst Kurulun Teşkilatı ve Personeli konusunda düzenleme öngören 15. maddesinde; Daire Başkanlıklarının yeteri kadar uzman istihdam edecekleri ve uzmanlık esasına göre çalışacakları öngörülmekle birlikte, üst kurul personelinin özlük hakları, çalışma usul ve esasları ile personelle ilgili diğer hususların Türkiye Radyo Televizyon Kurumu personel rejimine tabi olduğu, üst kurulun çalışma usul ve esasları ile teşkilatı ve atama usullerinin, bu Kanuna uygun olarak üst kurul tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirleneceği kuralına yer verilmiştir. Görüldüğü gibi, hangi alanlarda uzman istihdam edileceği uzmanlarınEsas Sayısı : 2004/55 Karar Sayısı : 2008/118 4 nasıl bir yöntem izlenerek hangi ilke ve kurallara uyularak seçileceği, uzmanlarda aranacak öğrenim ve diğer atama koşullarının neler olacağı Yasayla düzenlenmemiş, belirtilen konular üst kurulun düzenlemesine bırakılmıştır. Böylece uzman istihdamı rejiminin, özel yöntem esas ve usullerinin belirlenmesi gerekirken, bu konuda hiç bir ilke ve kural konulmaksızın idareye bırakılması suretiyle yasama yetkisi, ölçüt ve sınırlama getirilmeksizin idareye devredilmiştir. Nitekim anılan düzenlemeye dayanılarak çıkarılan ve 7.11.1998 gün ve 23516 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Uzman Yardımcılığı ve Uzmanlık Sınav, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik ile belirtilen hususların düzenlendiği, 12.1.2000 gün ve 23931 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Yönetmelikle eklenen geçici madde 2 ile uzmanlık gerektiren bir alanda bir yüksek öğretim kurumunda öğrenci olanlara dahi belirli koşullarla bu hakkın verildiği görülmektedir. Sonuç olarak, Radyo ve Televizyon Üst Kurulunda istihdam edilecek uzmanların personel rejimini belirleme yetkisinin temel ilke ve esasları konulup, çerçevesi çizilmeden, sınırları gözetilmeden üst kurula devrine ilişkin 3984 sayılı Yasa'nın yukarıda irdelenen hükmü, 2., 8., 123. ve 128. maddelerine aykırı olduğu gibi; yasama yetkisinin devredilme sonucunu doğurması nedeniyle Anayasa'nın 7. maddesine de aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle ve bir davaya bakmakta olan Mahkemenin, o dava sebepleriyle uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasaya aykırı görmesi durumunda, bu yoldaki gerekçeli kararı ile Anayasa Mahkemesine başvurması gerektiğini düzenleyen 2949 sayılı Yasa'nın 28. maddesinin 2. fıkrası gereğince, 3984 sayılı Yasa'nın 15. maddesinin Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Uzmanlığı yönünden iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmasına, dosyada bulunan ilgili belgelerin birer örneğinin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davanın geri bırakılmasına, 31.3.2004 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 1,473 |
Esas Sayısı : 2017/141 Karar Sayısı : 2017/123 1 “… tarafından, davalı idare bünyesinde 17.12.2013 tarihinde Gümrük ve Ticaret Müfettiş Yardımcısı olarak göreve başlayan davacının, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle yapılan düzenleme nedeniyle 15.01.2012 tarihinden önce aynı göreve atananlarla bu tarihten sonra atanan kendisi arasında oluşan mali hak farklılıklarının eşitlenmesi ve mali hakların yeniden hesaplanması istemiyle yaptığı 17.12.2015 tarihli başvurunun reddine ilişkin 11.01.2016 tarihli ve 13030322 sayılı işlemin iptali ile idari işlemin tesis edildiği tarihten itibaren tüm mali, sosyal hak ve yardımların yasal faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle Gümrük ve Ticaret Bakanlığına karşı açılan davada, dava dosyası incelendi ve davacının Anayasa’ya aykırılık iddiası ciddi görülerek işin gereği görüşüldü: Öncelikle; usul yönünden, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin ve Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında yer alan personelin ücret ve tazminat göstergelerinin belirlendiği (III) sayılı Cetvelin 1. sırasının 07.09.2016 tarih ve 29824 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6745 sayılı Kanunun 76. maddesi ile kanunlaştırıldığı görülmekte ise de, 6745 sayılı Kanunun 76. maddesinin 07.09.2016 tarihinde yürürlüğe girdiği, Kanun Hükmünde Kararname maddesi bu tarihten itibaren yürürlükten kalkmış ise de iptal davalarının idari işlemin tesis edildiği tarihteki hukuki duruma göre çözüleceği ilkesi gereği bakılan davada uygulanacak kuralın mülga Kanun Hükmünde Kararname hükmü olduğu, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 152. maddesinin 1. fıkrasında yer alan “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.” hükmü yönünden Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapılmasında usuli açıdan bir engel bulunmadığı sonucuna varılmaktadır. İşin esasına yönelik olarak; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verme” başlıklı 91. maddesinde; “Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi haklan ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Yetki kanunu, çıkarılacak kanun hükmünde kararnamenin, amacını, kapsamını, ilkelerini, kullanma süresini ve süresi içinde birden fazla kararname çıkarılıp çıkarılamayacağını gösterir. Bakanlar Kurulunun istifası, düşürülmesi veya yasama döneminin bitmesi, belli süre için verilmiş olan yetkinin sona ermesine sebep olmaz.” kuralına yer verilmiştir. Anılan kural uyarınca; kanun hükmünde kararnamelerin, öncelikle yetki kanununa aykırı olmaması, yetki kanunu ile belirtilen çerçeve ve sınırları aşmaması gerekmektedir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin dayanağı olan, 3.5.2011 tarihli ve 27923 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6223 sayılı “Kamu Hizmetlerinin Düzenli Etkin ve Verimli Bir Şekilde Yürütülmesinin Sağlamak Üzere Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Teşkilat, Görev ve Yetkileri ile Kamu Görevlilerine İlişkin Konularda Yetki Kanunu”nun 1. maddesinde, Kanun’un amacı; kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesini sağlamak üzere; kamu hizmetlerinin bakanlıklar arasındaki dağılımının yeniden belirlenerek; mevcut bakanlıkların birleştirilmesine veya kaldırılmasına, yeni bakanlıklar kurulmasına, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkiliEsas Sayısı : 2017/141 Karar Sayısı : 2017/123 2 kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkilerine, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesine veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesine, mevcut bakanlıklar ile birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesine, taşrada ve yurt dışında teşkilatlanma esaslarına, kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam edilen memurlar, işçiler, sözleşmeli personel ile diğer kamu görevlilerinin çalışmalarında etkinliği artırmak üzere, bunların atanma, nakil, görevlendirilme, seçilme, terfi, yükselme, görevden alınma ve emekliye sevk edilme usul ve esaslarına ilişkin konularda düzenlemelerde bulunmak üzere, Bakanlar Kurulu’na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek olarak belirtilmiştir. Görüleceği üzere; 6223 sayılı Yetki Kanunu, amaç, kapsam ve ilkeleri bakımından kamu personelinin mali ve sosyal haklarına ilişkin olarak Bakanlar Kurulu’na doğrudan bir düzenleme yapma yetkisi vermediğinden, anılan yetki kanununa istinaden yürürlüğe konulan 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile, mevcut bakanlıkların birleştirilmesi veya kaldırılması, yeni bakanlıklar kurulması, anılan bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarıyla hiyerarşik ilişkileri, mevcut bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşların bağlılık ve ilgilerinin yeniden belirlenmesi veya bunların mevcut, birleştirilen veya yeni kurulan bakanlıklar bünyesinde hizmet birimi olarak yeniden düzenlenmesi söz konusu olmadığı sürece personelin mali haklarına ilişkin olarak doğrudan düzenleme yapılması mümkün bulunmamaktadır. Bakılan davada; davalı idare bünyesinde 17.12.2013 tarihinde Gümrük ve Ticaret Müfettiş Yardımcısı olarak göreve başlayan davacı tarafından, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle yapılan düzenleme ile 15.01.2012 tarihinden önce aynı göreve atananlarla bu tarihten sonra atanan kendisi arasında mali ve sosyal haklar yönünden farklılık oluşturulmasının eşitlik ilkesine ve hukuka aykırı olduğu, bu eşitsizliğe sebep olan 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin yetki kanunu kapsamında olmadığı ve bu Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “müfettiş” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülmektedir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 10. maddenin birinci fıkrasında; “Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı İdari Teşkilatı, Başbakanlık ve bakanlıklar ile bunların bağlı ve ilgili kuruluşları (Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı ile 2659 sayılı Kanunun 30 uncu maddesi ve 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 2 nci maddesi kapsamında bulunanlar hariç), sosyal güvenlik kurumlan, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, Yükseköğretim Kurulu, Üniversitelerarası Kurul ve Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığının; c) Merkez teşkilatlarında; (Burada yer alan ‘Merkez teşkilatlarında; ’ ibaresi Anayasa Mahkemesinin 5.5.2016 tarih ve E:2016/34, K:2016/30 sayılı kararıyla ‘uzman’ yönünden iptal edilmiş ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir.) Dışişleri Meslek Memuru ve Konsolosluk ve İhtisas Memurları, özel yarışma sınavı sonucunda mesleğe yardımcı veya stajyer olarak alınıp belirli süreli yetiştirme döneminden sonra özel bir yeterlik sınavı sonunda müfettiş, uzman, denetçi, kontrolör, aktüer ve stenograf unvanlı kadrolara (mevzuatı uyarınca söz konusu kadrolara atananlar dâhil) atananlar ve bunların yardımcı ve stajyerleri ile iç denetçilerden ekli (III) sayılı Cetvelde yer alan unvanlı kadrolarda bulunanlardan. Esas Sayısı : 2017/141 Karar Sayısı : 2017/123 3 aylıklarını 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa göre almakta olanlara anılan Cetvellerde kadro unvanlarına karşılık gelen gösterge rakamlarının memur aylık katsayısı ile çarpımı sonucu bulunacak tutarlarda ücret ve tazminat verilir. Bu ödemelere hak kazanılmasında ve bunların ödenmesinde aylıklara ilişkin hükümler uygulanır. Ekli (II) ve (III) sayılı Cetvellerde atandıkları kadro dereceleri esas alınarak belirlenen ücret ve tazminatlar, 657 sayılı Kanunun 45 inci maddesine göre atananlar ile haklarında aynı Kanunun 67 nci maddesi uygulananlar için kazanılmış hak aylık dereceleri dikkate alınarak ödenir. Tazminat damga vergisi hariç herhangi bir vergiye tabi tutulmaz. Bu madde kapsamına giren personele; bu Kanun Hükmünde Kararnamenin 1 inci maddesinin (D) bendi, 2 nci, 28 inci, ek 1 inci, ek 4 üncü ve ek 13 üncü maddeleri hariç olmak üzere diğer maddelerinde öngörülen her türlü ödemeler ile ek 9 uncu maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkralarında belirtilen mevzuat hükümlerine göre yapılan ödemeler, 4/6/1937 tarihli ve 3201 sayılı Kanunun ek 21 inci maddesinde öngörülen ödeme, 657 sayılı Kanunda ödenmesi öngörülen aylık, ek gösterge, zam ve tazminatlar ve makam tazminatı ile avukatlık vekalet ücreti ve temsil tazminatı Ödenmez Diğer kanunların bu maddeye aykırı hükümleri uygulanmaz. Bu maddenin uygulamasına ilişkin olarak ortaya çıkabilecek tereddütleri gidermeye ve uygulamayı yönlendirmeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.” hükmü yer almış, Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında yer alan personelin ücret ve tazminat göstergelerinin belirlendiği (III) sayılı Cetvelin 1. sırasında ise, “Kapsama dahil idarelerin merkez teşkilatına ait genel idare hizmetleri sınıfında yer alan başmüfettiş, müfettiş, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesinin “II Tazminatlar” kısmının “A Özel Hizmet Tazminatı” bölümünün (ğ) bendinde yer alanlardan merkez teşkilatına ait uzman unvanlı (Burada yer alan ‘ nün (ğ) bendi ’ibaresi ‘gelir uzmanı’ yönünden ve ‘ merkez teşkilatlarına ait’ ibaresi Anayasa Mahkemesinin 5.5.2016 tarih ve E:2016/34, K. 2016/30 sayılı kararıyla iptal edilmiş ve iptal kararının Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir.)” kadrolarda bulunanların kadro derecesine göre yararlanacakları ücret ve tazminat göstergeleri belirlenmiştir. 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile getirilen ve yukarıda aktarılan düzenlemelerin, mevcut veya yeni ihdas edilen ya da bir başka bakanlıkla birleştirilen bakanlıkların görev, yetki, teşkilat ve kadrolarının düzenlenmesiyle bağlantılı ve bunların zorunlu sonucu olmayıp doğrudan mali haklara ilişkin bir düzenleme niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla, dava konusu olayda uygulanması gereken, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “ müfettiş, ” ibaresi ile Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında yer alan personelin ücret ve tazminat göstergelerinin belirlendiği (III) sayılı Cetvelin 1. sırasında yer alan, “ müfettiş, ” ibareleri, 6223 sayılı Yetki Kanunu ile belirlenen çerçeve ve sınırları aşan nitelikte düzenleme olduğundan, Anayasa’ya aykırı bulunmaktadır. Açıklanan nedenlerle; Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 152. maddesinin 1. fıkrası ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddesi uyarınca, 666 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 1. maddesi ile 375 sayılıEsas Sayısı : 2017/141 Karar Sayısı : 2017/123 4 Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “ müfettiş,” ibaresi ile Ek 10. maddenin birinci fıkrasının (c) bendi kapsamında yer alan personelin ücret ve tazminat göstergelerinin belirlendiği (III) sayılı Cetvelin 1. sırasında yer alan, “ müfettiş, ” ibarelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 91. maddesine aykırı olduğu kanısına varıldığından, anılan hükümlerin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulmasına; davanın görüşülmesinin Anayasa Mahkemesi’nce bu konuda bir karar verilinceye kadar bekletilmesine, kararın taraflara tebliğine, 19.4.2017 tarihinde karar verildi.” | 1,529 |
Esas Sayısı : 1996/48 Karar Sayısı : 1996/41 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Mahkeme'nin başvuru kararındaki gerekçesi şöyledir: Davacı Kanal 6 Radyo ve Televizyon Yayıncılığı Ticaret Anonim Şirketinin ileri sürdüğü itirazı aşağıda özetlenmiştir. 3984 sayılı Yasanın 35. maddesinde; Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu bu kanunda öngörülen yayın ilke ve esaslarına uygun yayın yapmakla yükümlüdür. Yayın ilke ve esaslarının ihlali halinde Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu, ihlalin niteliği ve ağırlığı açıkca belirtilerek üst kurulca uyarılır. Durdurmayı gerektirecek şekilde yayın yapılması halinde, üst kurulun bu doğrultuda vereceği karar üzerine Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu Genel Müdürü ve Yönetim Kurulunun görevi düşer hükmüne yer verildiği, aynı nitelikteki yayın kuruluşlarından birine aynı yasanın 33. maddesi ile kapatma cezası öngörülmüş iken diğer yayın kuruluşu için çok daha hafif olan, genel müdürün ve yönetim kurulunun görevinin düşürülmesinin eşitlik ilkesine aykırı olduğu öne sürülmüştür. Bakılmakta olan davanın usulüne uygun olarak açılmış, görüm ve çözümü mahkememizin görev ve yetkisinde olduğu ve iptali istenen yasa kuralının bu davanın dayanağı olan kural olduğu saptanarak, kuralın Anayasa'ya aykırılık iddiasının ciddiyeti yönünden mevzuat incelemesine geçildi. Anayasanın temel hak ve hürriyetler ve haberleşme, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetine ilişkin maddeleri ile basın ve yayınla ilgili olan ve gerek yazılı basını ve gerekse görsel basını kapsamı içine alan maddelerinin bir bütün halinde tetkikinden, basın hürriyetinin sınırlanmasında 26 ve 27. maddelerin dikkate alınacağı açıklanmak suretiyle basın hürriyetinin belirtilen bazı şartların gerçekleşmesi halinde sınırlanabileceği kabul edilmiştir. Ancak bu sınırlamaların yerine getirilmesinde, gecikmesinde sakınca bulunan acil haller haricinde mutlaka hakim kararı aranmıştır. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de yine belli edilen süreler dahilinde hakimin kararı şart koşulmuştur. Oysa Anayasa'ya aykırılığı öne sürülen 3984 sayılı Kanunun 33. maddesinin ikinci fıkrasında, herhangibir şekilde bir mahkeme kararına gerek duyulmaksızın üst kurul'a görsel yayın kuruluşunu kapatma yetkisi verilmiştir. Kapatma kararları programın yayınlanmasından sonra verildiğinden programın yayın ilkelerine aykırılığının doğurduğu sakınca önlenmediği gibi hakim kararında gerek olmaksızın yayın izninin bir yıla kadar durdurulmasına veya iptaline ilişkin RTÜK'e verilen geniş yetki demokratik toplum düzeni gereklerine uymamaktadır. Bu sebeple 3984 sayılı Kanunun 4. maddesinde yer alan ilkelerin çerçevesinin genişliği de gözönüne alındığında 3984 sayılı Kanunun 33. maddesinin 2 ncı fıkrası ile RTÜK ne verilen yayın izni durdurulması veya yetkisi TC. Anayasası ile getirilen temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması haberleşme hürriyeti; düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti, basın hürriyeti ile ilgili genel temaya aykırıdır.Esas Sayısı : 1996/48 Karar Sayısı : 1996/41 2 Açıklanan nedenlerle 3984 sayılı Kanunun 33. maddesinin 2. fıkrasının Anayasanın 13, 22, 26, 28, 29 maddelerine aykırı olduğu kanısına varılarak 2949 sayılı Anayasa Mahmesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 28. maddesi 2. bendinde belirtilen belgelerin Anayasa Mahkemesi Başkanlığına gönderilmesine, 10.4.1996 tarihinde oybirliği ile karar verildi. | 431 |
Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN GEREKÇESİ 2.4.2004 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: III. GEREKÇE 1. 03.03.2004 Tarih ve 5102 Sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Burs, Kredi Verilmesine İlişkin Kanunun 2 nci Maddesinin Birinci, İkinci ve Üçüncü Fıkralarının Anayasa'ya Aykırılığı 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasında, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumunun yurt içinde yüksek öğrenim gören ve bu Kanuna göre çıkarılacak yönetmeliklerle belirtilen usul ve esaslar dahilinde yeterlikleri ve ihtiyaçları tespit edilen öğrencilere burs ve kredi verilebileceği belirtilmiştir. 5102 sayılı Kanunda öğrencilerin yeterlik ve ihtiyaçlarının belirlenmesine ilişkin ilkeler konusunda her hangi bir düzenleme yer almamaktadır. Bu nedenle, bu konudaki usul ve esasları belirleyen bir yönetmelik, asli düzenleme yapmış olacaktır. Halbuki Anayasa'ya göre, Anayasa'nın gösterdiği ayrık haller dışında, yürütmenin asli düzenleme yetkisi yoktur; yürütme Anayasa'ya ve kanunlara uygun olarak kullanılacak ve yerine getirilecek bir yetki ve görevdir. Anayasa'nın 8 inci maddesinde ifade edilmiş olan bu ilke, yürütmenin ancak kanun ile asli olarak düzenlenmiş bir alanda düzenleme yetkisi kullanabileceğini açıkça ortaya koymaktadır. Anayasa'nın 7 nci maddesine göre ise, asli düzenleme yetkisi, TBMM'nindir ve devredilemez. Kanunda bir hususun yönetmelikle düzenleneceğinin belirtilmesi, o hususun kanunla düzenlenmiş olduğu anlamına gelmez. Kanunla yapılmış bir düzenlemeden söz edilebilmesi için, o hususun en azından temel ilkelerinin kanunda gösterilmesi gerekir. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrası, yukarıda açıklanan nedenlerle, yürütmenin kanuniliği ilkesine aykırı olarak, yürütmeye asli düzenleme yapmak imkanı tanıdığı için; Anayasa'nın 8 inci maddesine; yasamaya ait olan asli düzenleme yetkisini yürütmeye devrettiği için, Anayasa'nın 7 nci maddesine; böyle bir yetki Anayasa'dan kökenlenmediği için Anayasa'nın 6 ncı maddesine aykırıdır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir kuralın Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ve Anayasa'nın 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle de bağdaşması beklenemez. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine aykırı olan birinci fıkrasının iptal edilmesi gerekmektedir. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında sayılan kurum ve kuruluşlar ile (belediyeler hariç) tüm diğer kamu kurum ve kuruluşlarının ilgili mevzuatları gereği burs, kredi verilmesini öngördükleri yüksek öğrenim öğrencilerine burs, kredi ve nakdi yardım adı altında doğrudan herhangi bir ödeme yapmaları yasaklanmakta ve ancak bildirimde bulunacakları Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu vasıtasıyla söz konusu ödemeleri yapabilmeleri hükme bağlanmaktadır.Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 2 Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü'ne gönderdiği B.30.0.İMİ.0.00.00.01/775 17 17451 sayı ve 14.08.2003 tarihli yazıda, 16.08.1961 tarih ve 351 sayılı Kanuna göre Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü'nce yürütülen barınma burs ve kredi verme işlerinde üniversitelerin ciddi sıkıntılar yaşadığı ve sayısı bir buçuk milyonun üzerine çıkmış bulunan yüksek öğrenim öğrenci sayısı ile bu tür işlerin merkezi yöntemle karşılanmasının olanaksız hale geldiği belirtilerek bu işlerin üniversitelere bağlı vakıflar tarafından yerine getirilmesinde sayısız yarar olduğuna dikkat çekilmiştir (Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı'nın söz konusu yazısı ekte sunulmuştur). Aynı yazıda, Anayasa'nın 130 uncu, 2547 sayılı Kanunun 4 ve 5 inci maddelerine atıfta bulunularak, bu hükümlerin öğrencilerin barınma, burs ve sosyal danışmanlık hizmetlerinin, öğrencileri en iyi şekilde tanıyan üniversiteler tarafından karşılanmasını zorunlu kıldığı ve üniversitelerin Anayasal ve yasal yetki ve görev alanında bulunan bu hizmetlere Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından müdahale edilmesinin, üniversitelerimizin bilimsel ve idari özerkliğine müdahale anlamına geleceği de ifade edilmiştir. Yükseköğretim öğrencilerine burs kredi verilmesinde, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü'nde merkezileşen tekelci bir sistemin sakıncalarının ve Anayasa'ya aykırılığının Yüksek Öğretim Kurulunca açıkça ifade edilmiş olmasına karşın, 5102 sayılı Kanunla böyle bir tekelci merkezi sistemin getirilmesi, 5102 sayılı Kanunun yöneldiği nihai amacın kamu yararı olup olmadığı hususunu tartışmaya açmaktadır. 5102 sayılı Kanun, hükümetin üniversite ve kamu yönetimi üzerinde baskı ve hakimiyet kurma ve kadrolaşma emelleri doğrultusunda yeniden yapılandırma girişimleri çerçevesinde şekillendirilmiştir. Burs kredi, gelir düzeyi düşük öğrenci için yaşamsal önem taşımaktadır. Ülkemizde ideolojik yaklaşımlarının laik Cumhuriyet anlayışına uygunluğu tartışmalı birtakım örgütlerin, burs vermek suretiyle öğrencileri ideolojik çizgilerine çekmeye çalıştıkları da yadsınamaz bir gerçektir. Burs ve kredilerin bu tür örgütler tarafından ve böylesi amaçlarla öğrencilere verilmesi kuşkusuz ülkenin ve gençlerimizin geleceği bakımından büyük bir tehlikedir. Ancak, burs ve kredilerin dağıtımının, iktidarın siyasal etkilerine, yönlendirme ve baskılarına (kendisini bu baskı ve etkilerden koruyacak özerk bir yapısı olmadığı için) açık bir kurum tarafından ve tekel olarak verilmesinin de, aynı ölçüde büyük bir tehlike oluşturacağı; burslar aracılığı ile iktidarın gençleri siyasal baskı altına alarak yönlendirmesine imkan hazırlayacağı ortadadır. Kaldı ki getirilen düzenleme, burs kredinin temel amacı olan eğitimde fırsat eşitliğini sağlamaktan, yoksulu korumaktan da uzak görünmekte; Anayasa hükümleri ile de çelişmektedir. Bütün bunlar 5102 sayılı Kanunun kamu yararı amacına değil, siyasal iktidarın siyasal sistemi ve toplumu etkisi altına alma amacını gerçekleştirmeye yönelik olduğunu göstermektedir. Bir yasama işleminin kamu yararını değil de siyasal iktidarın çıkarlarını karşılamak için yapılması durumunda ise, yasama yetkisinin saptırıldığını söylemek gerekmektedir. Böyle bir yetki saptırması da, hukuk devleti anlayışı ile bağdaşamaz.Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 3 Bu nedenlerle 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrası, yöneldiği amaç bakımından Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine aykırıdır ve iptal edilmesi gerekmektedir. Diğer yandan söz konusu ikinci fıkra, hukuk kuralları arasında bir karmaşaya da yol açmaktadır. Anayasa'nın Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler bölümünde yer alan Eğitim ve öğrenim hakkı ve ödevi başlıklı 42 nci maddesinin yedinci fıkrasında Devlet, maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır hükmüyle eğitim ve öğretim hakkının Devlete yüklediği ödevlerin konularını da belirtmiş olmaktadır. Anayasa'nın bu hüküm ile Devletin, eğitim ve öğretim alanında fırsat eşitliğini gerçekleştirme anlayışı ile hareket etmesi gerektiğini vurguladığını söylemek doğru olacaktır (Sabuncu Y., Anayasa'ya Giriş, Ankara 2002, s.148, 149). Eğitim ve öğretim alanında fırsat eşitliği anlayışı ile hareket etmesi ve fırsat eşitliğini sağlayacak tedbirleri alması, Devletin Anayasal bir görevi olmakla birlikte Devlet bu alanda tekel oluşturacak şekilde tek başına yetkili ve görevli kılınmamıştır. Maddede yapılan düzenleme bu yolda olmadığı gibi, bu düzenlemeye Sosyal ve Ekonomik haklar ve Ödevler bölümünde yer verilmiş olması da konunun sosyal içeriğini ve sosyal dayanışma ihtiyacının göz önüne alınmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Nitekim, fırsat eşitliğinin gerçekleştirilmesi konusuna çeşitli yasalarda yer verilerek değişik kamu kurum ve kuruluşlarına bu konuda görev ve yetki verilmiştir. 14.06.1973 tarihli ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanununun Fırsat ve imkan eşitliği başlığını taşıyan 8 inci maddesinde, Eğitimde kadın, erkek herkese fırsat ve imkan eşitliği saklıdır. Maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin en yüksek eğitim kademelerine kadar öğrenim görmelerini sağlamak amacıyla parasız yatılılık, burs, kredi ve başka yollarla gerekli yardımlar yapılır denilmiştir. 04.11.1981 tarihli 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanununun 4 üncü maddesinde yükseköğretimin amacı açıklanmış 5 inci maddesinde, Yükseköğretim, aşağıdaki Ana İlkeler doğrultusunda planlanır, programlanır ve düzenlenir denildikten sonra, (e) bendinde Yükseköğretim kurumlarında ve bu kurumlara girişte imkan ve fırsat eşitliği sağlayacak önlemleri almak. Yükseköğretim Kurulunun görevleri arasında sayılmıştır 2547 sayılı Kanunun Sosyal Hizmetler başlıklı 47 nci maddesinin (d) bendinde, Kamu kuruluşları adına, Üniversitelerde okuyacak öğrencilere bu kuruluşlarca verilecek bursların bilim dallarına dağılımı ve sayısı, insan gücü ihtiyacı ve öğretim elemanı yetiştirilmesi bakımından, devlet kalkınma planları ilke ve hedeflerine göre Yükseköğretim Kurulu tarafından belirtilir. Burslu öğrencilerin harçları ile laboratuvar, sınav ve diploma masrafları burs kapsamına girer hükmüne yer verilmiştir. Yine, 15.06.1989 tarihli 3580 sayılı Öğretmen ve Eğitim Uzmanı Yetiştiren Yükseköğretim Kurumlarında Parasız Yatılı veya Burslu Öğrenci Okutma ve Bunlara Yapılacak Sosyal Yardımlara İlişkin Kanun ile de öğretmenlik mesleğini ve eğitim uzmanlığını cazip hale getirerek eğitimin kalitesini yükseltmek; öğretmen ve eğitim uzmanıEsas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 4 yetiştiren yükseköğretim kurumlarına talebi artırmak için Milli Eğitim Bakanlığı adına mecburi hizmet karşılığı parasız yatılı veya burslu öğrenci okutmak ve bunlarla ilgili usul ve esaslar düzenlenmiştir. 5102 sayılı Kanun ile, yukarıda belirtilen kanunlar ve belirtilen hükümleri yürürlükte bulunmalarına karşın (Bu Kanunda mezkur kanunların veya bu Kanuna aykırı hükümlerinin yürürlükten kaldırıldığına ilişkin hiçbir hükme yer verilmediği gibi önceki kanun (3580 sayılı Kanun) özel kanun olduğu için zımni ilga da söz konusu değildir), bu kanunların hükümlerinin tam aksine düzenleme yapılmıştır. Zira, Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında sayılan kurum ve kuruluşlar ile (belediyeler hariç) tüm diğer kamu kurum ve kuruluşlarının, ilgili mevzuatları gereği burs, kredi verilmesini öngördükleri yüksek öğrenim öğrencilerine burs, kredi ve nakdi yardım adı altında doğrudan herhangi bir ödeme yapmaları yasaklanmakta ve ancak bildirimde bulunacakları Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu vasıtasıyla söz konusu ödemeleri yapabilmeleri hükme bağlanmaktadır. Yürürlükte olan bir kanun ortadan kaldırılmadan, o kanunda yer alan hususlar dikkate alınmaksızın ve yürürlükteki kanunun tamamen aksine bir hüküm getirilmesi, bir hukuk devletinde asla kabul edilemeyecek bir durumdur. Çünkü böyle bir durum, hukuk düzeninden beklenen belirliliği engeller. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenleme, bu bakımdan da Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenleme, aynı zamanda sosyal devlet ilkesine de aykırıdır. Bir sosyal hukuk devleti kurmuş olan Anayasa'mıza göre Devlete düşen görev, Anayasa'da düzenlenen sosyal ve ekonomik haklardan kişilerin yararlanmasını sağlamak ve olanakları ölçüsünde bu hakların kapsamını genişletmektir. Nitekim Devletin temel amaç ve görevleri başlığını taşıyan Anayasa'mızın 5 inci maddesinde kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmanın Devletin temel amaç ve görevlerinden olduğu belirtilmektedir. Sosyal devlet, sosyal adaletin ve sosyal güvenliğin yaratılması ve korunması ile yükümlü olacaktır. Sosyal adalet paylaştırma ilkesidir. Toplumdaki her tabaka ve gruba ekonomik ve kültürel yaşam yeteneği uygun bir düzeyde garanti edilmiştir. Bu garanti, eğitim ve öğrenimde, meslek sahibi olmada özellikle rol oynayan kişiliğin serbestçe geliştirilmesi konusunda, ekonomik sosyal şans eşitliğini de kapsamaktadır. Sosyal güvenlik bireye, önleyici ve destekleyici olarak, gerekli yardım ve tedarikleri güvence altına alan kurumların yaratılmasını istemektedir. Devlet bireye sosyal adalet ve sosyal güvenlik getirmek zorundadır. Olabildiğince kaliteli öğrenim olanaklarının sağlanması da, bu bağlamda verilebilecek hizmetlerin başında gelmektedir.Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 5 5102 sayılı Kanun, sosyal devlet ilkesinin yukarıda açıklanan içeriğinin aksine bir düzenleme yapmıştır. Zira, genel bütçeli idareler, üniversiteler ve diğer kamu kurum ve kuruluşları tarafından kendi mevzuatları dairesinde geniş bir fırsat eşitliği yelpazesi içinde ve bire bir ilişki kurularak yüksek öğrenim öğrencilerine burs ve kredi olanakları sağlanırken, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu devreye sokularak bu Kurumun müdahalesinin önü açılmakla kalınmamış: ayrıca bu Kanun uyarınca ve siyasi iktidarın tercihlerine göre çıkarılacak yönetmelikle yapılacak belirlemeler çerçevesinde burs verilmesi öngörülerek fırsat eşitliği yelpazesi de daraltılmıştır. Bu durum getirilen düzenlemenin Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen sosyal devlet ilkesine ve Anayasa'nın 5 inci maddesinde açıklanan devletin temel amaç ve görevlerine aykırı olduğunu ortaya koymaktadır. Anayasa Mahkemesi'nin 30.05.1990 tarihli E.1990/2, K.1990/10 sayılı kararında (AMKD.S.26, s.198 204), Anayasa'nın 130 uncu maddesi, üniversitelerin, bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde uygar ve evrensel karakterde öğretim eğitim, araştırma ve yayın konularında bilimsel özerkliğe sahip bir kamu tüzelkişisi biçiminde kurulmasını ve Cumhuriyetin temel organları içinde bu niteliği ile yer almasını istemiş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasında yapılan düzenleme, üniversite özerkliğini de zedelemektedir ve Anayasa'nın 130 uncu maddesine de aykırı düşmektedir. Anayasa'nın 130 uncu maddesinde, üniversitelerin, bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri olarak tanımlanması ve bunların ancak Devlet tarafından yasayla kurulabileceklerinin saptanması ile güdülen ereğin, siyasal çevrelerin, özellikle iktidarların ve ayrıca çeşitli baskı gruplarının, üniversite çalışmalarıyla öğretim ve eğitimini etki altında tutabilmeleri yolunu kapatmak ve bu faaliyetlerin bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka, herhangi bir dış etkiden uzak kalacak bir ortamda sürdürülmesini sağlamak olduğunda kuşku yoktur denilmiştir. Anayasa'ya uygunluk denetimi yapılırken, Anayasa'nın konuyla ilgili tüm hükümlerinden yararlanmak zarureti vardır. Çünkü, her yasa gibi Anayasa da bir bütündür ve tek bir kuralın yeterince açıklık getirmediği durumlarda bütün metnin göz önünde tutulması, başka bir anlatımla, sözün de açıklık olmayınca özüne gidilmesi ve bunun için de kuralların tümünün incelenmesi, öz yönünden yorum yapılırken ileriye dönük ve gerçekçi bir yolun izlenmesi gerekir (AYM. E.90/4, K.90/6, T.12.04.1990, R.G. 12.04.1990, Sa.26). Anayasa Mahkemesi'nin kararında açıkça vurgulandığı üzere, Anayasa'nın üniversiteler konusunda kabul ettiği temel ilke; çağdaş öğretim ve eğitime uygun çalışmalarla belirgin bilimsel düzeyde insan gücü yetiştirmekle görevli üniversiteleri, dışardan gelebilecek her çeşit baskı ve müdahaleden korumak üniversite eğitim ve öğretimini, bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka herhangi bir dış etkiden uzak tutmaktır. Hal böyle iken ve üniversitelerin fırsat eşitliği çerçevesinde öğrencilerine burs vermelerinin (üniversitelerin ihtiyaç duyabileceği bilimsel gereklerle herhangi bir bağ ve ilişkisi bulunmazken) Milli Eğitim Bakanlığının denetimine tabi Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumunun müdahalesine açık ve bu Kuruma bağımlı bir duruma getirilmiş olmaları, üniversitenin özerkliğini zedelemekte ve böylece Anayasa'nın 130 uncu maddesinin lafzına ve ruhuna aykırı düşmektedir. Böyle bir düzenlemeyi kamu yararı ile açıklamak da mümkün değildir. Çünkü gerekçede ifade edilen amaç yani mükerrer burs kredi tahsisinin önlenmesi, üniversiteEsas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 6 özerkliğini zedelemeyen yöntemlerle de sağlanabilir. Kaldı ki, düzenlemenin yöneldiği amacın ne ölçüde kamu yararı ile ilgili olduğuna ilişkin değerlendirmeler de yukarıda yapılmıştır. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, kanunlarla veya kanunların verdiği yetkiye dayanılarak kurulan kurumlarda Kanunun kapsamına dahildir. Anayasa'nın 130 uncu maddesinin ikinci fıkrasında Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilir denilmiştir. Bu çerçevede çeşitli vakıflar tarafından kanunla yükseköğretim kurumları (üniversiteler) kurulmuştur. Örneğin, 3785 sayılı Kanunla Ankara'da Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü Vakfı, Hacettepe Tıp Merkezi Vakfı, ve Hacettepe Üniversitesi Vakfı tarafından 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun vakıf yükseköğretim kurumlarına ilişkin hükümlerine tabi olmak üzere, kamu tüzelkişiliğini haiz Bilkent Üniversitesi adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Vakıf Üniversitelerinin kanunla kuruldukları için 5102 sayılı Kanun hükümlerine tabi olacakları açıktır. Anayasa'nın 130 uncu maddesinin son fıkrasında, mali ve idari konular dışındaki akademik çalışmalar, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumlarını bağlayan Anayasa hükümlerinin vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumlarını da bağlayacağı belirtilmiştir. Görüldüğü üzere Anayasa, söz konusu hükmü ile, mali ve idari konularda Vakıf Üniversitelerinin özerkliklerini pekiştirmişken; mali bir konu olduğu yadsınamayacak bir husus olan yüksek öğrenim öğrencilerine burs verilmesi konusunda 5102 sayılı Kanun ile yapılan düzenleme vakıf üniversitelerinin de özerkliğine ve dolayısıyla Anayasa'nın 130 uncu maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Anayasa'nın 133 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu'nun özerkliği ve yayınlarının tarafsızlığı esastır. Bu özerklik geniş bir kavramdır, mali ve idari özerkliği içerir. 11.11.1983 tarih ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunun Öğretim ve Eğitim başlığını taşıyan 54 üncü maddesinde Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, personeline, görevleri arasına giren konularda yurt içinde ve dışında eğitim, öğrenim ve ihtisas yapma imkanını sağlarlar, bu maksatla kurslar açar ve kendi maksatları için personel yetiştirmek üzere kendi kadrolu personeline veya 8 Nisan 1929 tarih ve 1416 sayılı Kanun hükümlerine göre öğrencilere burs verebilir. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasındaki düzenleme, mali ve idari özerkliğe sahip ve tarafsız bir Kurum olan Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu'nun burs verme konusunda, Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetimine tabi Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu'na bağımlı bir konuma girmesine yol açtığı için Anayasa'nın 133 üncü maddesine de aykırıdır. Diğer taraftan Anayasa'nın 167 nci maddesinin birinci fıkrası Devlet para, kredi, sermaye mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemesini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır, piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler kuralını içermektedir. Bu maddenin gerekçesinde piyasada fiili ve anlaşma sonucu tekelleriEsas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 7 önlemenin devletin görevi olduğu belirtildikten sonra Bu görev hem özel hem de kamu kesimi için öngörülmektedir denilmiştir. Yüksek öğrenim öğrencilerine burs, kredi verilmesi veya nakdi yardım yapılması, sosyal içerik ağırlıklı bir hizmetin topluma sunulmasıdır. 5102 sayılı Kanunun Genel Gerekçesi'nde de açıkça belirtildiği üzere söz konusu hizmete ilişkin dağıtım tek elden yapılacak yani bu hizmet kamu kesiminde (belediyeler dışında) tekel şeklinde sunulacaktır. Ancak yine 167 nci maddenin gerekçesinde açıklandığı gibi Tekelciliğin her türlüsünün zararından fertleri ve toplumu korumak, toplumun huzur ve refahı ile de ilgilidir. Bu nedenle mezkur düzenleme Anayasa'nın 167 nci maddesi hükmüne de aykırıdır. Anayasa'nın 131 inci maddesinde Yükseköğretim Kurulunun görev ve yetki alanı gösterilmiştir. Söz konusu 2 nci maddenin ikinci fıkrasındaki düzenleme, Yükseköğretim Kurulunun yetkilerine de doğrudan bir müdahale niteliğini taşıdığı için, Anayasa'nın 131 inci maddesine de aykırıdır. Anayasa'ya aykırı bir hüküm, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ve Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine de aykırılık teşkil edecektir. 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin üçüncü fıkrası ise kredi burs dağıtımında, yukarıda açıklanan gerekçelerle Anayasa'ya aykırı olan bir sistemin uygulaması niteliği taşıdığı için, yine aynı gerekçelerle Anayasa'ya aykırı düşmektedir. Yukarıda etraflıca açıklanan nedenlerle, 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları hükümleri ile yapılan düzenleme, Anayasa'nın 2 nci maddesindeki sosyal hukuk devleti ilkesine, 5 inci maddesinde belirtilen Devletin temel amaç ve görevlerine, 11 inci maddesindeki Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesine, Anayasa'nın 130 uncu, 131 inci, 133 üncü ve 167 nci maddeleri hükümlerine aykırı olup iptali gerekmektedir. 2. 03.03.2004 Tarih ve 5102 Sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Burs, Kredi Verilmesine İlişkin Kanunun Ek Ödeme Başlığını Taşıyan 5 inci Maddesinin Anayasa'ya Aykırılığı 5102 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde birinci cümlede, Devlet bütçesinden sağlanan ödenekler dışındaki Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu gelirlerinden karşılanmak üzere Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumunda çalışan 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi personele, görev unvanı esas alınarak Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kurulunca uygun görülen oran ve miktarlarda ek ödeme verileceği hususu hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 128 inci maddesinde memurların ve diğer kamu görevlilerinin niteliklerinin, atanmalarının, görev ve yetkilerinin, hakları ve yükümlülüklerinin, aylık ve ödenekleri ile diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği ilkesi yer almaktadır. 5102 sayılı Kanunun 5 inci maddesinde, Anayasa'nın 128 inci maddesine göre kanunla düzenlenmesi gereken ek ödemelerin oran ve miktarının Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kurulunun taktirine bırakılması, Anayasa'nın 128 inci maddesine aykırıdır. Ayrıca, kanunda herhangi bir asli düzenleme yapılmaksızın Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kuruluna, ek ödemelerin oran ve miktarını belirleme konusunda verilmiş olan yetki, bir yasama yetkisi devri niteliğini taşımaktadır. Çünkü Anayasa'nın 8 inci maddesine göre yürütme, Anayasa'nın kanunlara uygun olarak kullanılan ve yerine getirilen birEsas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 8 yetki ve görevdir. Yürütmenin Anayasa'da gösterilen ayrık haller dışında asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki, Anayasa'nın 7 nci maddesine göre TBMM'nindir ve devredilemez. Bu nedenle, Yönetim Kuruluna verilen söz konusu yetki, Anayasa'nın 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı olduğu gibi; Anayasa'dan kökenlenmediği için, Anayasa'nın 6 ncı maddesi ile de çelişmektedir. Ayrıca nesnel yasa kuralları ile sınırları gösterilmemiş bir yetkinin, keyfi uygulamalara yol açabileceği ve bu nedenle Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesi ile de uyumlu olamayacağı açıktır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasa'nın 11 inci maddesinde yer alan Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez. Bu nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 128 inci maddelerine aykırı olan söz konusu hükmün iptali gerekmektedir. Diğer yandan söz konusu 5 inci maddenin birinci, ikinci ve dördüncü cümlelerine göre, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu'nun bir yılda toplam gelirlerinden, bir yılda toplanan gelirlerin % 16'sını geçmemek ve her kişi için ayda 657 sayılı Devlet Memurları Kanununda tanımlanan en yüksek Devlet memuru aylığının brüt tutarının % 130'unu geçmemek üzere Kurum personeline ek ödeme yapılması imkanı getirilmiştir. Bu durumda, yüksek öğrenim gören öğrencilere personele yapılacak ek ödeme kadar az burs, az kredi verilmesi veya az nakdi yardımda bulunulacak demektir. Bunun anlamı ise, Genel Gerekçede açıklanan hizmetlerin merkezde ihtisaslaşmış Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu çatısı altında toplanmasıyla daha fazla sayıda ihtiyaç sahibi öğrenciye yardım yapılmasının gerçekleşeceği şeklinde, Kanunun kabulünde öne geçen tüm sebeplerin göz ardı edilmesidir. Bu husus da, Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen sosyal devlet ilkesiyle çelişmektedir. 5102 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin 3 üncü cümlesinde ise ek ödemeye ilişkin usul ve esasların Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kurulunca belirleneceği bildirilmiştir. Söz konusu usul ve esaslara ilişkin ilkelerin Kanunda düzenlenmemiş olduğu görülmektedir. Anayasa'nın 128 inci maddesine göre bu hususların kanunla gösterilmesi gerekmektedir. Kanunla herhangi bir düzenleme yapılmadığı için, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yönetim Kuruluna verilen yetki; asli bir düzenleme yetkisidir. Halbuki Anayasa'nın 8 inci maddesine göre yürütmenin kural olarak asli düzenleme yetkisi yoktur. Bu yetki TBMM'nindir ve devredilemez. Devredildiği taktirde bu yetki kökenini Anayasa'dan almayan bir yetki görünümüne girer. Bu nedenlerle, söz konusu 3 üncü cümlede yapılan düzenleme, Anayasa'nın 6, 7, 8 ve 128 inci maddelerine aykırıdır. Diğer yandan bu düzenlemenin özellikle özerk kurumların bütçe esasları bakımından ciddi bir takım sorunlara yol açacağı ortadadır. Çünkü mali özerklikleri nedeniyle gelirlerini hangi giderlerine tahsis edeceklerini kararlaştırmak yetkisine sahip olan kurumlar; burs kredi karşılığı olarak bütçelerinden ayırdıkları ve Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumuna yatırdıkları meblağın bir kısmı ile Kurum personelinin ek ödemelerini karşılamış olacaklardır.Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 9 Bu durum, bütçenin genelliğine de aykırı düşecektir. Böyle bir durumu üniversiteler bakımından, Anayasa'nın 130 uncu maddesinde ifade edilen katma bütçe ilkesi ile bağdaştırmakta mümkün değildir. Anayasa'nın 130 uncu ve 131 inci maddeleri, üniversitelerin, özerklik nitelikleri çerçevesinde, kendilerine tahsis edilecek kaynakları üniversitelerin yerine getirecekleri kamu hizmetlerine nasıl sarfedeceklerini kararlaştırmak yetkisiyle donatıldığını göstermektedir. Üniversitelerin burs kredi karşılığı olarak ayırdığı bir kaynağın bir kısmının Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu personeline ek ödeme olarak kullanılabilmesine imkan tanıyan bir düzenleme, üniversitelerin kararlarına ve mali özerkliğine bir müdahale niteliği taşımakta ve bu bakımlardan da Anayasa'nın 130 ve 131 inci maddelerine aykırı düşmektedir. Aynı durum özerkliği Anayasa'nın 133 üncü maddesinde ifade edilen Türkiye Radyo Televizyon Kurumu için de geçerlidir. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti, Anayasa'nın 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerine de aykırıdır. 5102 sayılı Kanunun yukarıda açıklanan nedenlerle Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11, 128, 130, 131 ve 133 üncü maddelerine aykırı olan 5 inci maddesinin iptali gerekmektedir. 3. 03.03.2004 Tarih ve 5102 Sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Burs, Kredi Verilmesine İlişkin Kanunun Geçici Madde 3'ünün Anayasa'ya Aykırılığı 5102 sayılı Kanunun Geçici Madde 3'ünde, 2003, 2004 öğretim yılında Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonundan ilk defa burs almaya hak kazanan öğrencilerin 01.01.2004 tarihinden itibaren burs ödemelerinin Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tarafından yapılacağı hükme bağlanmıştır. Hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminin temel unsurlarından birisi hukuki güvenliktir. Kanunlarla yapılan ve bu kanunların Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdiği tarihten önceki zamana yönelik düzenlemelerin, hukuki güvenliği zedeleyeceği ortadadır. Çünkü bir hukuk devletinde hukuka uymak zorunda olan kişi ve kurumların öncelikle hukukun ne olduğunu bilmeleri gerekir. Hukuk kurallarının geçmişe dönük olarak yapacağı düzenlemeler, özellikle yeni görev ve sorumluluklar getiriyor ve düzeni değiştiriyor ise, hukukun ne olduğunu bilmek olanağını ortadan kaldırır. Bu nedenle Geçici Madde 3'de getirilen ve geçmişe yönelik olarak hukuk düzenini değiştiren hüküm, Anayasa'nın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasa'nın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenleme Anayasa'nın 11 inci maddesindeki Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesiyle de çelişir.Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 10 Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı olan bu hükmün iptal edilmesi gerekmektedir. 4. 03.03.2004 Tarih ve 5102 Sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Burs, Kredi Verilmesine İlişkin Kanunun 7 nci Maddesinin Anayasa'ya Aykırılığı 5102 sayılı Kanunun yürürlükle ilgili 7 nci maddesinde, bu Kanunun 01.01.2004 tarihinden geçerli olmak üzere yayımı tarihinde yürürlüğe gireceği bildirilmiştir. 5102 sayılı Kanun 06.03.2004 tarihinde yayımlanmıştır. Hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminde temel unsurlarından birisi hukuki güvenliktir. Kanunların Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdiği tarihten önceki bir tarihten başlayarak geçerlik kazanmaları, hukuki güvenliği zedeler. 7 nci maddede getirilen düzenlemenin özellikle bir takım kurumların yükümlülükleri bakımından geçmişe dönük olarak hüküm ifade etmesi, bu zedelemenin boyutlarının daha da genişlemesine yol açmıştır. Hukuku geçmişe yönelik olarak değiştiren ve bu nedenle Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı olan bu hükmün, Anayasa'nın 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile bağdaşması da beklenemez. 5102 sayılı Kanunun Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine aykırı olan 7 nci maddesinin iptali gerekmektedir. IV.YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 03.03.2004 tarih ve 5102 sayılı Yüksek Öğrenim Öğrencilerine Burs, Kredi Verilmesine İlişkin Kanun'un iptali istenilen 2 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkraları ile 5 inci maddesinin, Geçici Madde 3'ünün ve 7 nci maddesinin hükümlerinin uygulanması halinde; başta Üniversiteler olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarının, kendi mevzuatları dairesinde belirleyecekleri yüksek öğrenim öğrencilerine burs ve kredi verememelerinin, nakdi yardımda bulunamamalarının uygulamada yaratacağı giderilmesi güç ve olanaksız durumları önlemek için, bir tedbir olarak iptal davası sonuçlanıncaya kadar söz konusu kuralların yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi gerekmektedir. V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelere binaen:Esas Sayısı : 2004/24 Karar Sayısı : 2008/165 11 1 a) 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının, Anayasa'nın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci maddelerine, b) 5102 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının, Anayasa'nın 2, 5, 11, 130, 131, 133 ve 167 nci maddelerine, c) 5102 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin Anayasa'nın 2, 6, 7, 8, 11, 128, 130, 131 ve 133 üncü maddelerine, d) 5102 sayılı Kanunun Geçici Madde 3'ünün Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine, e) 5102 sayılı Kanunun 7 nci maddesinin Anayasa'nın 2 ve 11 inci maddelerine, aykırı olduğu için iptallerine, 2. İptal davası sonuçlanıncaya kadar söz konusu hükümlerin yürürlüklerinin durdurulmasına, Karar verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz. | 4,091 |
Esas Sayısı: 1988/61 Karar Sayısı: 1989/28 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ : İtiraz yoluna başvuran Mahkemenin gerekçesi aynen şöyledir: 2981 sayılı Yasanın 14. maddesinde bu kanun hükmünden yararlanmayacak olan yapıları belirlemiş olup, 3290 sayılı yasa ile değiştirilen (f) bendi ile getirilen 10 Kasım 1985 tarihinden sonra yapılan yapılar gecekondular ile inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar ve İstanbul Boğazı sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular l Ekim 1983 tarihinden sonra inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar hükmü ile İstanbul Boğazı sahil şeridi ve öngörünüm bölgeleri ile Çanakkale Boğazında 2 Haziran 1981 tarihinden önce yapılan gecekondular, l Ekim 1983 tarihinden sonra inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapıların bu kanundan yararlanacakları düzenlenmiştir. Dava konusu uyuşmazlık, davacının 1.10.1983 tarihinden önce inşaasına başlandığı Boğaziçi öngörünüm bölgesinde bulunan yapının imar affı kapsamına girip girmediği hususuna inhisar ettiğinden, davanın karara bağlanmasında yukarıda yer alan 2981 sayılı yasanın 14. maddesinin 3290 sayılı yasa ile değişik (f) bendi hükmünün uygulanması gerekmektedir. 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu'nun 1. maddesinde yer alan Bu kanunun amacı İstanbul Boğaziçi alanının kültürel ve tarihi değerlerini ve doğal güzelliklerini kamu yaran gözetilerek korumak ve geliştirmek ve bu alandaki nüfus yoğunluğunu artıracak yapılanmayı sınırlamak için uygulanacak imar mevzuatını belirlemek ve düzenlemektir. hükmüyle kültürel tarihi ve doğal önemi nedeniyle İstanbul Boğaziçi alanındaki imar uygulamasının kamu yararı ilke olmak suretiyle Boğaziçinin bu niteliklerini korumaya, geliştirmeye ve nüfus yoğunluğunu arttıracak yapılanmayı sınırlamaya yönelik olacağı düzenlenmiştir. Buna uygun olarak getirilen anılan yasanın 3. maddesinin (g) bendinde Boğaziçi kıyı ve sahil şeridinde ve öngörüm bölgesinde konut yapılamaz, tevhit ve ifraz işlemleri yapılmasına izin verilemez hükmü 3194 sayılı yasa ile değiştirilmişse de bu değişikliğin Anayasa Mahkemesinin 11.12.1986 gün ve E: 1985/ 11, K: 1986/ 29 sayılı kararıyla iptal edilmesi sonucunda, yürürlükteki hükümleri itibariyle Boğaziçi Kanununda Boğaziçi kıyı sahil şeridi ve öngörüm bölgesinde konut yapılmasına cevaz veren hüküm bulunmamasına rağmen 3290 sayılı yasayla 2981 sayılı yasanın 14. maddesinin (f) bendinde yapılan değişiklikle İstanbul Boğazının sahil şeridi ve öngörüm bölgesinde l Ekim 1983 öncesinde inşaasına başlanmış olmak kaydıyla tüm yapılar herhangi bir sınırlama olmaksızın 2981 sayılı yasaesasları dahilinde af kapsamına alınmak suretiyle 2960 sayılı Boğaziçi Kanununun 1. maddesinde belirtilen amaca aykırı olarak Boğaziçi öngörünüm bölgesinin özel yapılanmaya açıldığı bu suretle kamu yararının gözetilmediği açıktır. Anayasa Mahkemesinin 22.6.1972 gün ve E: 1972/14, K: 1972/. 34 sayılı; 11.12.1986 gün ve E: 1985/ 11, K: 1986/29 sayılı kararlarında sarahaten belirtildiği üzere çıkarılması için kamu yararı bulunmayan bir yasa kuralı Anayasa'nın 2. maddesine aykırı düşecektir. Öte yandan, Anayasa'nın kıyılardan yararlanma başlıklı 43. maddesinde yer alan kıyıların Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu, deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararının gözetileceği hükmü karşısında, İstanbul Boğazı sahil şeridinde mevzuata aykırı olarak yapılanEsas Sayısı: 1988/61 Karar Sayısı: 1989/28 2 ve kamuya açık olmayan özel yapılanmalar için aftan yararlanma hakkı tanınmış olması Anayasanın belirtilen 43. maddesine de aykırı düşmektedir. Yukarıda açıklanan nedenlerle 2981 sayılı Yasanın 14. maddesinin (f) bendinde değişiklik yapılmasına ilişkin 3290 sayılı Yasanın 7. maddesinde yer alan, İstanbul Boğazı Sahil Şeridi ve öngörünüm bölgeleri . 2 Haziran 1981 tarihinden sonra yapılan gecekondular, l Ekim 1983 tarihinden sonra inşaasına başlanan imar mevzuatına, ruhsat ve eklerine aykırı yapılar. hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu kanaatına varıldığından konunun 2949 sayılı Yasanın 28. maddesi gereğince Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmesine 20.10.1988 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. | 556 |
Esas Sayısı : 2010/115 Karar Sayısı : 2011/154 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'A) İLGİLİ YASA MADDELERİ; TCK.nun iftira suçunu düzenleyen 267/1. maddesinde 'yetkili makamlara ihbar veya şikayette bulunarak ya da basın ve yayın yolu ile işlemediğini bildiği halde hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını yada idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden kişi bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.' hükmü getirilmiştir. TCK 267/4. maddesinde 'yüklenen fiili işlemediğinden dolayı beraat kararı veya kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiş olan mağdurun bu fiil nedeni ile göz altına alınması veya tutuklanması halinde; iftira eden, ayrıca kişi hürriyetinden yoksun kılma suçuna ilişkin hükümlere göre dolaylı fail olarak sorumlu tutulur', TCK 267/5. maddesinde 'Mağdurun ağırlaştırılmış müebbet hapis veya müebbet hapis cezasını mahkumiyeti halinde, yirmi yıldan otuz yıla kadar hapis cezasına; süreli hapis cezasına mahkumiyeti halinde, mahkum olunan cezanın üçte ikisi kadar hapis cezasına hükmolunur', TCK 267/6. maddesinde 'mağdurun mahkum olduğu hapis cezasının infazına başlanmış ise, beşinci fıkraya göre verilecek ceza yarısı kadar arttırılır', TCK 267/7. maddesinde 'İftira sonucunda mağdur hakkında hapis cezası dışında adli veya idari bir yaptırım uygulanmışsa; iftira eden kişi, üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır' TCK 268/1. maddesinde 'işlediği suç nedeni ile kendisi hakkında soruşturma ve kovuşturma yapılmasını engellemek amacı ile, başkasına ait kimliği veya kimlik bilgilerini kullanan, kimse, iftira suçuna ilişkin hükümlere göre cezalandırılır,' hükümleri 26/09/2004 tarih, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kapsamında konulmuştur. B) GEREKÇE VE ÖRNEKLER; Türk Ceza Kanununun 267. maddesinde birinci ve ikinci fıkrada suçun unsurları ve yaptırımı belirtilmiş 3, 4, 5, 6, 7. fıkralarda ise iftira sonucu mağdurun maruz kaldığı gözaltı, tutuklama, koruma tedbiri, kısa süreli ve uzun süreli mahkumiyet ve hapis dışında adli veya idari yaptırım hususlarına bağlı olarak ceza miktarlarının düzenlenmesi yoluna gidilmiştir. TCK 267/5. fıkrasında iftira nedeni ile mağdurun süreli hapis cezasına mahkumiyeti halinde, mahkum olunan cezanın üçte ikisi kadar sanık hakkında hapis cezasına hükmolunacağı belirtilmiştir. TCK 49/1. maddesi gereğince; süreli hapis cezasının kanunda aksi belirtilmeyen hallerde bir aydan az ve yirmi yıldan fazla olamayacağı, düzenlemesi karşısında; sanığın bir mağdura suç eşyasını satın aldığı yolunda iftira da bulunması halinde mağdurun asgari altı ay hapis cezasına mahkum olması halinde sanığın TCK 267/5. maddesi gereğince mahkum olunan cezanın 2/3 ü oranında cezaya mahkum edilmesi gerekeceğinden sonuçta 4 ay hapis cezası ile cezalandırılması ve buna benzer sonuçta TCK 49/1. maddesi gereğince; asgari bir ay hapisEsas Sayısı : 2010/115 Karar Sayısı : 2011/154 2 cezasını gerektiren suçlar nedeni ile iftirada bulunması ve sonuçta TCK 267/5. maddesi gereğince iftira edenin 2/3 oranında ve neticeten 20 gün hapis cezasından başlayan cezaları alması sonucu doğacaktır. Oysaki TCK 267/1. maddesi kapsamında suçun yalın hali itibari ile bir şahsın mağdura iftirada bulunması ve mağdur hakkında soruşturma veya kovuşturma başlamaması veya soruşturma veya kovuşturma başlayıp mağdur hakkında gözaltı, tutukluluk veya koruma tedbiri uygulanmaması halinde sanığın bir yıl ila dört yıl arası hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmüştür. Bu durumda iftira suçunu işleyen iki kişi düşünüldüğünde TCK 267/1. maddesi kapsamında suçun yalın hali ile iftirada bulunan bir sanık asgari bir yıl hapis cezası ile cezalandırılırken, iftira ettiği başlangıçta anlaşılmayan ve mağdurun hapis cezasına mahkum olmasına sebebiyet veren sanık hakkında TCK 267/5. maddesi gereğince asgari 20 günden başlayan hapis cezası uygulaması söz konusu olabilecektir. Yine TCK 267/5. maddesi gereğince, bir mağdura iftirada bulunan ve mağdurun hapis cezasına mahkumiyetine sebebiyet veren bir sanığın TCK 267/5. maddesi gereğince, asgari 20 günden başlayacak hapis cezasına mahkumiyeti söz konusu iken, bir mağdura iftira atan ve mağdur hakkında hapis cezası dışında adli veya idari bir yaptırım uygulanmasına sebebiyet veren sanık hakkında TCK 267/7. maddesi gereğince, asgari 3 yıl hapis cezası verilmesi gerekecektir. Buna ilişkin olarak yukarıda belirtildiği üzere, bir mağdura iftira atan ve hapis cezası ile cezalandırılmasına sebebiyet veren sanık hakkında hapis cezasının henüz infaz edilmemiş olması şartı ile asgari 20 günden başlayan hapis cezası verilmesi gerekecek ancak bir mağdura sadece idari para cezası verilmesini gerektiren suç isnat ederek iftira da bulunan sanık hakkında TCK 267/7. maddesi gereğince 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası verilmesi sonucu doğacaktır. Yukarıda belirtilen gerekçelerle; TCK 267/1 2. maddeleri ile TCK 267/5. maddesi arasında ve TCK 267/5 ile TCK 267/7. maddeleri arasında yaptırım miktarları bakımından dengesizlik bulunduğu bu durumun aynı suçun basit hali ile nitelikli hallerini işleyenler arasında hakkaniyete aykırı ceza uygulamalarına sebebiyet verdiği ve yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu, suç ile ceza arasında bulunması gereken adil dengenin korunamadığı ve bu yönü ile adalet duygularını zedeleyen düzenlemenin demokratik hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu kanaati ile Yüksek Anayasa Mahkemesine başvurulması yoluna gidilmiştir. SONUÇ VE İSTEM; TCK.nun 267/5, 267/6, 267/7. maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2, 10, 11, 38. maddelerine aykırılığı iddiası ile iptaline karar verilmesi arz ve talep olunur.' | 770 |
Esas Sayısı : 2003/55 Karar Sayısı : 2006/88 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: “Sanık hakkında mahkememizde beş ayrı silahlı gasp suçundan kamu davası açılmış, bu davalarla birlikte sanık hakkında ayrıca sarkıntılık ve ırza geçmeye eksik teşebbüs suçundan da davalar açılmış bulunmaktadır. Sanığın yargılaması sonunda suçu sabit görüldüğü takdirde her bir gasp olayı için 15 seneden 20 seneye kadar ağır hapis cezası olmak üzere beş ayrı suçtan 75 100 sene ağır hapis cezasına hükmedilmesi gerekmektedir. Ancak TCK 77/1. maddesi uyarınca neticeten cezalar içtima edilerek 36 sene ağır hapis cezasına hükmedilmesi gerekecektir. Kaldı ki bu sanığın aynı zamanda Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesinde de beş tane aynı neviden davası bulunmaktadır. Ayrıca bu sanığın, halen 4616 SK.a göre infazı ertelenmiş ağır hapis cezaları mevcuttur. Anayasanın 10. maddesinde ‘herkesin kanun önünde eşit oldukları' hüküm altına alınmıştır. Davamızın sanığına mahkememizce iki ayrı gasp fiilinden hükmedilecek ceza miktarı, TCK 77/1. maddesindeki içtima sınırlarını dolduracak, kalan sekiz adet gasp fiili, fiilen cezasız kalmış olacak; ırza geçmeye teşebbüs ve sarkıntılık fiilleri tamamen cezasız kalmış olacaktır. Yine Anayasanın başlangıç kısmının 6. fıkrasında da, ‘Her Türk vatandaşının eşitlik ve sosyal adalet gereklerince onurlu bir hayat sürdürme hakkı bulunduğu' hükme bağlanmıştır. Kendine karşı işlenen gerek mal aleyhine, gerekse ırz ve namus aleyhine cürümleri cezasız kalan mağdurların, sosyal adaletten ve onurlu hayat hakkından ne derece istifade edebilecekleri belirsizdir. On ayrı silahlı gasp olayından hükmedilmesi gereken 150 200 yıl ağır hapis cezası ictimaen 36 sene ağır hapse bağlanan ve af veya benzeri isimlerle çıkarılan atıfet kanunları olmasa bile infaz kanunlarından istifadeyle yaklaşık 2/5 süreli infaz suretiyle birkaç sene sonra bu kişinin tahliye edilmesi, cezalandırma adaleti, sosyal adalet, vatandaşların onurlu hayat sürme haklarıyla bağdaşmayacağı gibi, iki silahlı gasp suçu işleyen kişiyle, olayımızda olduğu gibi on ayrı silahlı gasp olayını gerçekleştiren kişinin aynı süre ceza çekmesi gibi çarpık bir eşitsizliği de doğuracaktır. Bu sebeplerle, TCK 77. maddesinin, Anayasanın başlangıç bölümünün 6. fıkrasıyla, 10. maddesine aykırı olduğu düşüncesiyle Yüksek Anayasa Mahkemesine müracaat kararı verilmiştir.” | 323 |
Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 1 I İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ A İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 25.12.2006 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 15 inci Maddesinin Birinci Fıkrasındaki 'Özel hukuk tüzelkişilerine' İbaresinin Anayasa'ya Aykırılığı 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 'Yetki devri' başlıklı 15 inci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında 'Bakanlık gerekli gördüğü hâllerde, 5 inci, 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerde belirtilen yetkilerini, kısmen veya tamamen Birliğe, kamu kurum ve kuruluşlarına, özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere; şartları belirlenmek kaydıyla, süreli veya süresiz olarak devredebilir.' denilmiştir. Bu hükme göre Tarım ve Köyişleri Bakanlığı; tohumlukların üretimine izin verilmesi(5553 sa.K. m.5), tohumluk sınıflarına göre yetiştirilen ve üretilen tohumluklar, sertifikasyon işlemine tâbi tutulması ve tohumlukların ithal edilmesi ve ihracına izin verilmesi(5553 sa.K. m.6), tohumlukları yetiştiren, işleyen ve satışa hazırlayan, dağıtan ve satan gerçek veya tüzel kişilerin yetkilendirilmesi ve denetlenmesi (5553 sa.K.m.7) ve ticarete arz edilen tohumlukların standartlara uygunluğu ile etiket ve ambalaj bilgilerinin doğruluğunun denetlenmesi (5553 sa.K.m.8), konularında haiz olduğu yetkilerini, gerekli gördüğü hallerde kısmen veya tamamen Türkiye Tohumcular Birliğine, kamu kurum ve kuruluşlarına, özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere; şartları belirlenmek kaydıyla, süreli veya süresiz olarak devredebilecektir. Tohumculuk sektörümüz; hububat, kimi yem bitkileri ve birkaç tarla bitkisi dışında 'üstün verimli ve üstün nitelikli bitki çeşitleri ıslahı ve bunların tohumlarının geliştirilerek üretilmesinin çok büyük ölçüde yabancı ülkeler tarafından yapılması' nedenleri ile esasen ileri ülke teknolojilerine bağımlı durumdadır. Ülkenin hububat tohumunun tümüne yakını ile yem bitkisi ve pamuk tohumunun bir kısmı Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı TİGEM işletmelerinde üretilmekte, geri kalan tüm tarla ürünleri ile bağ bahçe (sebze meyve) ürünleri tohum ve tohumlukları özel kesim tarafından üretilmektedir. Yerli koşullarımızda yeterince üstün çeşit ıslahı ve onların tohumluğunun üretimi başarılamadığı için, zorunlu olarak özel kesim yabancı ülkelerde ıslah edilmiş çeşitlerin tohumluklarını getirmekte ve üreticiye aktarmaktadır. Bir yandan ıslah edilmiş çeşitlerin ilk melezleri olan F 1 hibritleri ithal edilerek doğrudan üreticiye satılmakta, bir yandan da ana baba hatları, ebeveynleri getirilerek bunlardan ülke içerisinde F ' ler elde edilmekte ve pazarlanmaktadır.Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 2 Özetlenen bu süreç, çeşit ve çeşit tohumu geliştirme konusunda ülkemizin yeterince gelişememesi ve ileri ülkeler düzeyinde araştırma ve ıslah yapamaması, çeşit ve onların tohumlarını üretilmemesinin doğal sonucudur. Tanımlanan bu süreçte, ülke koşullarında tohum üretmek gibi önemli fonksiyon gören özel sektör olduğu gibi, sadece ithalat yapıp tohum satan özel sektör de vardır. Belirtildiği üzere bu işleyiş, bütünüyle tohum teknolojisinin yabancıların tekelinde olmasının sonucudur. Ancak bu konunun ekonomik bağımsızlıkla bağdaşmayan yanı, 'ülkede hangi tohumun üretileceğine kimin karar vereceği' noktasındadır. 5553 sayılı Kanunun on beşinci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında Kanunun 5 inci maddesine yapılan atıfla, tohumluk üretimiyle ilgili beşinci maddede kamuya tanınan 'üretim izni yetkilerinin', diğer kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, tohumculukla ilgili Birlikler ve 'özel hukuk tüzel kişilerine' devredilebileceği öngörülmektedir. Kamuda bulunan üretim izninin tohumculuk firmalarını tanımlayan özel hukuk tüzel kişilerine devredilmesi, bu alana egemen olan birkaç gelişmiş ülkenin uluslar üstü ve tekelleşmiş firmalarının ülke içi tohum üretimine karar vermeleri gibi, ekonomik dolayısıyla ulusal bağımsızlıkla bağdaşamayacak vahim sonuçlara yol açabilecektir. Her ne kadar dünya tohumculuğuna sayısı sınırlı bu ülke ve firmalar damga vuruyor ise de, Türkiye'de hangi ürünlerin hangi tohumluklarının, hangi koşullarda üretileceğine ulus adına Türkiye Tarım ve Köyişleri Bakanlığı karar vermektedir Anayasa'nın başlangıç kısmı Türk milli menfaatlerine aykırı hiçbir mülahazanın korunma göremeyeceğini ve 5 inci maddesi de Türk Milletinin bağımsızlığını vurgulamaktadır. Bu kavramlar dar bir çerçeve içinde yorumlanamaz. Bağımsızlık, Büyük Atatürk'ün dediği gibi tam bağımsızlıktır. Bunun içerisinde siyasal bağımsızlık yanında ekonomik bağımsızlık da mevcuttur. Oysa iptali istenen ibare, ülkede hangi tohumun üretileceğine karar verme yetkisini dünyada tekel kurmuş yabancıların ortağı olan veya Türkiye ofisi niteliği taşıyan ve bu niteliği gereği yabancının dediğini yapmak zorunda bulunan özel firmalara devredilmesine olanak tanımakta, gelecekte o tekellerin yararları neyi gerektiriyor ise o tohumların üretimine izin verilmesi gibi sonuçları da kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle söz konusu düzenleme, Anayasa'nın başlangıç kısmına ve 5 inci maddesine aykırı bir düzenlemedir. Öte yandan, Anayasamızın 2 nci maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ile Başlangıç kısmında yer alan Atatürk ilkeleri arasında köklü bir bağlantı bulunmaktadır. Anayasa'nın öngördüğü sosyal devlet, diğer nitelikleri yanında, ekonomik yaklaşımlarında kamu girişimlerine ağırlık veren ve milli ekonomiyi bu anlayışla düzenleyen bir devlettir. Prof. Dr. Suna KİLİ'nin Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli adlı yazısının sonunda ATATÜRKÇÜLÜK ve ATATÜRK DEVRİM MODELİ başlıklı bölümünde Atatürk Devrim mode1inin özellikleri birer birer sayılmakta; 'Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık anlatıldıktan sonra Atatürkçülük çağdaş olma amacında devleti baş görevli sayar. Devlet yasalarla, üst yapıda yapılan değişikliklerle sağlanan hakları, altyapıda gerçekleştirilecek değişikliklerle, sağlanacak olanaklarla desteklenmedikçe, güçlendirilmedikçe halkın korunması, geleneksel toplum yapısının değiştirilmesi o1anaksızdır. DEVLET EKONOMİYE HEM DÜZENLEYİCİ HEM DE İŞLETMECİ OLARAK GİRECEK, ekonomiyi tüm ulusun, halkın yararına yönlendirecektir' cümleleri yer almaktadır.Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 3 Prof. Dr. Hamza EROĞLU'nun Atatürk ve Devletçilik adlı yapıtının 102 nci sahifesinde 'Anayasamızda zikredilmese bile, devletçilik bir politik uygulama olarak sosyal devlet sıfatı ile varlığını devam ettirmektedir. Sosyal devletin Anayasamızda öngörülen görevleri yerine getirebilmesi, devlet yetkilerini arttırması, teşkilat kurarak hizmetleri gerçekleştirmesi gerekir. Türk Anayasasında yer alan sosyal ve iktisadi haklar ve ödevler, liberal bir devlet anlayışı ile yerine getirilemez' ifadesi yer almaktadır. 'Bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının 'kamu yararı' olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumları benimseyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasa'nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. <<Yasaların kamu yararına dayanması>> gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır. Ekonomik dolayısıyla ulusal bağımsızlıkla bağdaşamayan böyle bir düzenlemenin yöneldiği hedefin Ulusun genel yararları ve tarımın gelişme amaçları olmaması nedeniyle kamu yararına aykırı düşeceği açıktır. Kamu yararı amacına yönelmemiş olan bir düzenlemenin de, hukuk devleti ilkesine ve dolayısıyla Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırı düşeceği açıktır. 5553 sayılı Kanunun 'Tohumluk ticareti' başlıklı 7 nci maddesine göre; yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilmesi, tohumlukların ithal edilmesi ve ihracı Bakanlığın iznine tâbidir. Bu Kanunun on beşinci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında Kanunun 7 nci maddesine yapılan atıfla, Bakanlığa tanınan bu yetkilerin de, 'özel hukuk tüzel kişilerine' devredilebileceği öngörülmektedir. Üretim izninin devrine ilişkin olan ve yukarıda açıklanmaya çalışılan sakıncalar, tohumluk, ticareti, ithalatı ve ihracatı konusundaki yetki devrinde de aynen geçerlidir. Belirtilen gerekçelerle, tekelleşmiş yabancı firmaların yönetebileceği özel firmalara bu türden dış ticaret yetkilerinin devredilmesi, özel firma hatta yabancı özel firma yararına ithalat ve ihracat gibi sonuçları her zaman doğurabilir. Açıklanan nedenle, Kanunun 'altıncı maddesindeki ithalat ve ihracat izni verilmesi yetkilerinin özel hukuk tüzel kişilerine devrini öngören' düzenleme Anayasa'nın 2 nci ve 5 inci maddelerine aykırıdır. 5553 sayılı Kanunun 'Piyasa denetimi' başlığını taşıyan 8 inci maddesinin birinci fıkrasında, tohumlukları yetiştiren, işleyen ve satışa hazırlayan, dağıtan ve satan gerçek veya tüzel kişilerin Bakanlık tarafından yetkilendirilip denetleneceği; ikinci fıkrasında da ticarete arz edilen tohumlukların standartlara uygunluğu ile etiket ve ambalaj bilgilerinin doğruluğunun da yine Bakanlıkça denetleneceği hükme bağlanmıştır. Bu Kanunun on beşinci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında Kanunun 7 nci maddesine yapılan atıfla, Bakanlığa tanınan bu yetkilerin de, 'özel hukuk tüzel kişilerine' devredilebileceği öngörülmektedir.Yukarıda etraflıca açıklanan sakıncalar yani üretim izni yetkilerinin ve tohumluk, ticareti, ithalatı ve ihracatı konusundaki yetkilerin özel sektöre devrindeki sakıncalar, 'denetim görevinde de' aynen geçerlidir. Zira, bu tür bir yetkinin, süreçte tekelleşmiş yabancıların etkili olacakları bir özel kesim gurubuna bırakılması, denetimin o yabancı ve yerli firmaların yararları doğrultusunda işletilmesi sonucunu doğurabilir. Prof. Dr. Tarık Zafer TUNAYA Siyasal Kurumlar ve Anayasa, Hukuku adlı yapıtının 449 uncu sahifesinde SOSYAL DEVLETİ şöyle anlatmaktadır :Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 4 Sosyal devlet, kişiyi ekonomik hayatta yenik bırakmayan devlettir. Bu devlet ekonomik hayatı düzenler. Nitekim fiyat iniş çıkışlarını, yatırım oranlarını, insan gücü kullanımını, dış ticaret dengesini kontrol eder ve sorumluluk yüklenir. Plancıdır, kamu kesimine ağırlık verir. Bu Devleti, üretim araçlarının özel sahipleri tek ve hakim kudret olarak kontrol edemezler. Aksine Devlet onları kontrol etmekle ödevlidir. Yatırımları saptayan kararlara hakim olamazlar. Fakat, özel kesim vardır. Kamu kesimine oranla ikinci plandadır. Devlet özel kesimin kontrolü altına girmesi, sosyal niteliğini kaybeder. Bu nedenle, denetim yetkisinin Bakanlığın ve kamu kurum ve kuruluşlarının elinde bulunması söz konusu olayda sosyal devlet ilkesinin devlete yüklediği görevlerin yerine getirilmesi bakımından gerekli görülmektedir. Kanunun altıncı maddesinde tanımlanan 'sertifikasyon görevindeki yetki' tümüyle teknik nitelikli bir hizmet olduğundan, diğer yetkilerin özel sektöre devrinin iptal edilmesi halinde, bu tür bir yetkinin diğer yetkilerle donatılmadan özel hukuk tüzelkişilerine devri de açıkça görüleceği gibi sakıncalı olacaktır. Belirtilen nedenlerle söz konusu yetki devri Anayasa'nın 2 nci ve 5 inci maddelerine aykırı düşmektedir. Diğer taraftan, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların korunması ve desteklenmesi Devletin ödevidir. Bu ödev, Anayasa'nın 45 inci maddesinde düzenlenmiştir. Devletin bu konudaki görevinin amacı; Tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması yapmak, bu plana uygun bitkisel ve hayvansal üretimi artırmaktır. Tarımsal üretim planlamasının tohumlukların üretimini de kapsadığı açıktır. Bu bakımdan söz konusu yetki devri, Anayasa'nın 45 inci maddesine de aykırı düşmektedir. Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 15 inci Maddesinin birinci fıkrasındaki 'Özel hukuk tüzelkişilerine' İbaresi Anayasa'nın 2 nci. 5 inci ,11 inci ve 45 inci maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun15 inci maddesinin birinci fıkrasındaki 'Özel hukuk tüzelkişilerine' ibaresi, Anayasa'nın hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleri ilebağdaşmadığından ve ülkede hangi tohumun üretileceğine karar verme yetkisini dünyada tekel kurmuş yabancıların ortağı olan veya Türkiye ofisi niteliği taşıyan ve bu niteliği gereği yabancının dediğini yapmak zorunda bulunan özel firmalara devredilmesine olanak tanıyarak gelecekte o tekellerin yararları neyi gerektiriyor ise o tohumların üretimine izin verilmesi gibi sonuçları da kaçınılmaz kıldığından ekonomik bağımsızlığı zedeleyici sonuçlara da yol açtığı için, sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararların doğabileceğinden iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulması istemi ile Anayasa Mahkemesine iptal davası açılmıştır. Arz ve izah olunan nedenlerle, iptali istenen kurallar hakkında yürürlüklerinin durdurulması da istenerek iptal davası açılmıştır.Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 5 V. SONUÇ VE İSTEM Yukarıda açıklanan gerekçelerle 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 15 inci maddesinin birinci fıkrasındaki 'Özel hukuk tüzelkişilerine' İbaresi Anayasa'nın 2 nci, 5 inci, 11 inci ve 45 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.' B İptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini içeren 5.1.2007 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir: 'III. GEREKÇE 1) 31.10.2006 Tarih ve 5553 Sayılı Tohumculuk Kanununun 4 üncü Maddesinin Üçüncü ve Dördüncü Fıkralarının; 5 inci Maddesinin İkinci ve Dördüncü Fıkralarının; 6 ncı Maddesinin Üçüncü Fıkrasının; 8 inci Maddesinin Birinci Fıkrasının; 9 uncu Maddesinin İkinci Fıkrasının; 15 inci Maddesinin Dördüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı Anayasanın 8 inci maddesinde, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı ifade edilmiştir. Anayasada gösterilen ayrık haller dışında, yürütmenin yasa ile ilkeleri, genel kuralları belirlenmemiş bir alanda asli düzenleme yapma yetkisi yoktur. Asli düzenleme yetkisi Anayasanın 7 nci maddesinde yasama organına verilmiştir ve bu yetki devredilemez. Devredilmesi halinde ise, kaynağını Anayasadan almayan bir yetki görünümüne girer ve Anayasanın 7 nci maddesinin yanı sıra 6 ncı maddesine de aykırı düşer. Böyle bir durumun Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ve 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkeleriyle çelişeceği de açıktır. Yukarıda sıralanan hükümlerde belirtilen konularda yürütmeye düzenleme yetkisi verilmektedir. Ancak, yürütmeye düzenleme yetkisi bırakılan alanlarla ilgili olarak genel esasların, ilkelerin yasada gösterilmediği yani asli düzenlemenin yasa ile yapılmadığı da görülmektedir. Söz konusu hükümlerde yürütmeye düzenleme yetkisinin yasa ile verilmiş olmasının, bu alanlarda asli düzenlemenin yapılmış olduğu anlamına gelmeyeceği açıktır. Bu durumda, iptali istenen hükümlerde yürütmeye verilen düzenleme yetkisinin, yasamaya tanınmış ve devredilemez olan asli düzenleme yetkisinin devri niteliğini taşıdığında ve Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci ve 11 inci maddelerine aykırı düştüğünde kuşku yoktur. Bu nedenle söz konusu hükümlerin iptali gerekmektedir. 2) 31.10.2006 Tarih ve 5553 Sayılı Tohumculuk Kanununun 15 inci Maddesinin Birinci, İkinci ve Üçüncü Fıkralarının Anayasaya Aykırılığı 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 'Yetki devri' başlıklı 15 inci maddesinin birinci fıkrasında 'Bakanlık gerekli gördüğü hâllerde, 5 inci, 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerde belirtilen yetkilerini, kısmen veya tamamen Birliğe, kamu kurum ve kuruluşlarına. Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 6 özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere; şartları belirlenmek kaydıyla, süreli veya süresiz olarak devredebilir.' denilmiştir. Bu hükme göre Tarım ve Köyişleri Bakanlığı; tohumlukların üretimine izin verilmesi(5553 sa.K. m.5), tohumluk sınıflarına göre yetiştirilen ve üretilen tohumluklar, sertifikasyon işlemine tâbi tutulması ve tohumlukların ithal edilmesi ve ihracına izin verilmesi(5553 sa. K. m.6), tohumlukları yetiştiren, işleyen ve satışa hazırlayan, dağıtan ve satan gerçek veya tüzel kişilerin yetkilendirilmesi ve denetlenmesi (5553 sa.K.m.7) ve ticarete arz edilen tohumlukların standartlara uygunluğu ile etiket ve ambalaj bilgilerinin doğruluğunun denetlenmesi(5553 sa. K.m.8), konularında haiz olduğu yetkilerini, gerekli gördüğü hallerde kısmen veya tamamen Türkiye Tohumcular Birliğine, kamu kurum ve kuruluşlarına, özel hukuk tüzel kişilerine veya üniversitelere; şartları belirlenmek kaydıyla, süreli veya süresiz olarak devredebilecektir. Tohumculuk sektörümüz; hububat, kimi yem bitkileri ve birkaç tarla bitkisi dışında 'üstün verimli ve üstün nitelikli bitki çeşitleri ıslahı ve bunların tohumlarının geliştirilerek üretilmesinin çok büyük ölçüde yabancı ülkeler tarafından yapılması' nedenleri ile esasen ileri ülke teknolojilerine bağımlı durumdadır. Ülkenin hububat tohumunun tümüne yakını ile yem bitkisi ve pamuk tohumunun bir kısmı Tarım ve Köyişleri Bakanlığına bağlı TİGEM işletmelerinde üretilmekte, geri kalan tüm tarla ürünleri ile bağ bahçe (sebze meyve) ürünleri tohum ve tohumlukları özel kesim tarafından üretilmektedir. Yerli koşullarımızda yeterince üstün çeşit ıslahı ve onların tohumluğunun üretimi başarılamadığı için, zorunlu olarak özel kesim yabancı ülkelerde ıslah edilmiş çeşitlerin tohumluklarını getirmekte ve üreticiye aktarmaktadır. Bir yandan ıslah edilmiş çeşitlerin ilk melezleri olan F 1 hibritleri ithal edilerek doğrudan üreticiye satılmakta, bir yandan da ana baba hatları, ebeveynleri getirilerek bunlardan ülke içerisinde F ' ler elde edilmekte ve pazarlanmaktadır. Özetlenen bu süreç, çeşit ve çeşit tohumu geliştirme konusunda ülkemizin yeterince gelişememesi ve ileri ülkeler düzeyinde araştırma ve ıslah yapamaması, çeşit ve onların tohumlarını üretilmemesinin doğal sonucudur. Tanımlanan bu süreçte, ülke koşullarında tohum üretmek gibi önemli fonksiyon gören özel sektör olduğu gibi, sadece ithalat yapıp tohum satan özel sektör de vardır. Belirtildiği üzere bu işleyiş, bütünüyle tohum teknolojisinin yabancıların tekelinde olmasının sonucudur. Ancak bu konunun ekonomik bağımsızlıkla bağdaşmayan yanı, 'ülkede hangi tohumun üretileceğine kimin karar vereceği' noktasındadır. 5553 sayılı Kanunun on beşinci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında Kanunun 5 inci maddesine yapılan atıfla, tohumluk üretimiyle ilgili beşinci maddede kamuya tanınan 'üretim izni yetkilerinin', diğer kamu kurum ve kuruluşları, üniversiteler, tohumculukla ilgili Birlikler ve özel hukuk tüzel kişilerine devredilebileceği öngörülmektedir. Kamuda bulunan üretim izninin tohumculuk firmalarını tanımlayan özel hukuk tüzel kişilerine devredilmesi, bu alana egemen olan birkaç gelişmiş ülkenin uluslar üstü ve tekelleşmiş firmalarının ülke içi tohum üretimine karar vermeleri gibi, ekonomik dolayısıyla ulusal bağımsızlıkla bağdaşamayacak vahim sonuçlara yol açabilecektir. Her ne kadar dünya tohumculuğuna sayısı sınırlı bu ülke ve firmalar damgaEsas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 7 vuruyor ise de, Türkiye'de hangi ürünlerin hangi tohumluklarının, hangi koşullarda üretileceğine ulus adına Türkiye Tarım ve Köyişleri Bakanlığı karar vermektedir Anayasanın başlangıç kısmı Türk milli menfaatlerine aykırı hiçbir mülahazanın korunma göremeyeceğini ve 5 inci maddesi de Türk Milletinin bağımsızlığını vurgulamaktadır. Bu kavramlar dar bir çerçeve içinde yorumlanamaz. Bağımsızlık, Büyük Atatürk'ün dediği gibi tam bağımsızlıktır. Bunun içerisinde siyasal bağımsızlık yanında ekonomik bağımsızlık da mevcuttur. Oysa iptali istenen ibare, ülkede hangi tohumun üretileceğine karar verme yetkisini dünyada tekel kurmuş yabancıların ortağı olan veya Türkiye ofisi niteliği taşıyan ve bu niteliği gereği yabancının dediğini yapmak zorunda bulunan özel firmalara devredilmesine olanak tanımakta, gelecekte o tekellerin yararları neyi gerektiriyor ise o tohumların üretimine izin verilmesi gibi sonuçları da kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle söz konusu düzenleme, Anayasanın başlangıç kısmına ve 5 inci maddesine aykırı bir düzenlemedir. Öte yandan, Anayasamızın 2 nci maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ile Başlangıç kısmında yer alan Atatürk ilkeleri arasında köklü bir bağlantı bulunmaktadır. Anayasanın öngördüğü sosyal devlet, diğer nitelikleri yanında, ekonomik yaklaşımlarında kamu girişimlerine ağırlık veren ve milli ekonomiyi bu anlayışla düzenleyen bir devlettir. Prof. Dr. Suna KİLİ'nin Atatürk Devrimi Bir Çağdaşlaşma Modeli adlı yazısının sonunda ATATÜRKÇÜLÜK ve ATATÜRK DEVRİM MODELİ başlıklı bölümünde Atatürk Devrim mode1inin özellikleri birer birer sayılmakta; 'Cumhuriyetçilik, Ulusçuluk, Halkçılık anlatıldıktan sonra Atatürkçülük çağdaş olma amacında devleti baş görevli sayar. Devlet yasalarla, üst yapıda yapılan değişikliklerle sağlanan hakları, altyapıda gerçekleştirilecek değişikliklerle, sağlanacak olanaklarla desteklenmedikçe, güçlendirilmedikçe halkın korunması, geleneksel toplum yapısının değiştirilmesi o1anaksızdır. DEVLET EKONOMİYE HEM DÜZENLEYİCİ HEM DE İŞLETMECİ OLARAK GİRECEK, ekonomiyi tüm ulusun, halkın yararına yönlendirecektir' cümleleri yer almaktadır. Prof. Dr. Hamza EROĞLU'nun Atatürk ve Devletçilik adlı yapıtının 102 nci sahifesinde 'Anayasamızda zikredilmese bile, devletçilik bir politik uygulama olarak sosyal devlet sıfatı ile varlığını devam ettirmektedir. Sosyal devletin Anayasamızda öngörülen görevleri yerine getirebilmesi, devlet yetkilerini arttırması, teşkilat kurarak hizmetleri gerçekleştirmesi gerekir. Türk Anayasasında yer alan sosyal ve iktisadi haklar ve ödevler, liberal bir devlet anlayışı ile yerine getirilemez' ifadesi yer almaktadır. 'Bir hukuk devletinde, devlet erki kullanılarak yapılan tüm kamu işlemlerinin nihaî amacının 'kamu yararı' olması gerekir. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumları benimseyen, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. <<Yasaların kamu yararına dayanması>>gereği kuşkusuz hukuk devletinin temel değerlerinden birini oluşturmaktadır. Ekonomik dolayısıyla ulusal bağımsızlıkla bağdaşamayan böyle bir düzenlemenin yöneldiği hedefin kamu yararı olmadığıEsas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 8 ortadadır. Kamu yararı amacına yönelmemiş olan bir düzenlemenin de, hukuk devleti ilkesine ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesine aykırı düşeceği açıktır. 5553 sayılı Kanunun 'Tohumluk ticareti' başlıklı 7 nci maddesine göre; yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilmesi, tohumlukların ithal edilmesi ve ihracı Bakanlığın iznine tâbidir. Bu Kanunun on beşinci maddesinin birinci fıkrasında Kanunun 7 nci maddesine yapılan atıfla, Bakanlığa tanınan bu yetkilerin de, 'özel hukuk tüzel kişilerine' devredilebileceği öngörülmektedir. Üretim izninin devrine ilişkin olan ve yukarıda açıklanmaya çalışılan sakıncalar, tohumluk, ticareti, ithalatı ve ihracatı konusundaki yetki devrinde de aynen geçerlidir. Belirtilen gerekçelerle, tekelleşmiş yabancı firmaların yönetebileceği özel firmalara bu türden dış ticaret yetkilerinin devredilmesi, özel firma hatta yabancı özel firma yararına ithalat ve ihracat gibi sonuçları her zaman doğurabilir. Açıklanan nedenle, Kanunun 'altıncı maddesindeki ithalat ve ihracat izni verilmesi yetkilerinin özel hukuk tüzel kişilerine devrini öngören' düzenleme Anayasanın 2 nci ve 5 inci maddelerine aykırıdır. 5553 sayılı Kanunun 'Piyasa denetimi' başlığını taşıyan 8 inci maddesinin birinci fıkrasında, tohumlukları yetiştiren, işleyen ve satışa hazırlayan, dağıtan ve satan gerçek veya tüzel kişilerin Bakanlık tarafından yetkilendirilip denetleneceği; ikinci fıkrasında da ticarete arz edilen tohumlukların standartlara uygunluğu ile etiket ve ambalaj bilgilerinin doğruluğunun da yine Bakanlıkça denetleneceği hükme bağlanmıştır. Bu Kanunun on beşinci maddesinin iptali istenen ibareyi de içeren birinci fıkrasında Kanunun 7 nci maddesine yapılan atıfla, Bakanlığa tanınan bu yetkilerin de, 'özel hukuk tüzel kişilerine' devredilebileceği öngörülmektedir.Yukarıda etraflıca açıklanan sakıncalar yani üretim izni yetkilerinin ve tohumluk, ticareti, ithalatı ve ihracatı konusundaki yetkilerin özel sektöre devrindeki sakıncalar, 'denetim görevinde de' aynen geçerlidir. Zira, bu tür bir yetkinin, süreçte tekelleşmiş yabancıların etkili olacakları bir özel kesim gurubuna bırakılması, denetimin o yabancı ve yerli firmaların yararları doğrultusunda işletilmesi sonucunu doğurabilir. Prof. Dr. Tarık Zafer TUNAYA Siyasal Kurumlar ve Anayasa, Hukuku adlı yapıtının 449 uncu sahifesinde SOSYAL DEVLETİ şöyle anlatmaktadır: Sosyal devlet, kişiyi ekonomik hayatta yenik bırakmayan devlettir. Bu devlet ekonomik hayatı düzenler. Nitekim fiyat iniş çıkışlarını, yatırım oranlarını, insan gücü kullanımını, dış ticaret dengesini kontrol eder ve sorumluluk yüklenir. Plancıdır, kamu kesimine ağırlık verir. Bu Devleti, üretim araçlarının özel sahipleri tek ve hakim kudret olarak kontrol edemezler. Aksine Devlet onları kontrol etmekle ödevlidir. Yatırımları saptayan kararlara hakim olamazlar. Fakat, özel kesim vardır. Kamu kesimine oranla ikinci plandadır. Devlet özel kesimin kontrolü altına girmesi, sosyal niteliğini kaybeder. Bu nedenle, denetim yetkisinin Devletin elinde bulunması, söz konusu olayda sosyal devlet ilkesinin devlete yüklediği görevlerin yerine getirilmesi bakımından gerekli görülmektedir. Kanunun altıncı maddesinde tanımlanan 'sertifikasyon görevindeki yetki' tümüyle teknik nitelikli bir hizmet olduğundan, diğer yetkilerin özel sektöre devrinin iptal edilmesi halinde, bu tür bir yetkinin diğer yetkilerle donatılmadan özel hukuk tüzelkişilerine devri de açıkça görüleceği gibi sakıncalı olacaktır. Belirtilen nedenlerle söz konusu yetki devri Anayasanın 2 nci ve 5 inci maddelerine aykırı düşmektedir.Esas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 9 15 inci maddenin birinci fıkrasında Bakanlığa verilen özel hukuk tüzelkişilerine yetki devri imkanı, Anayasanın 8 ve 123 üncü maddeleri ile de bağdaşmamaktadır. Anayasanın 8 inci maddesi, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirileceğini; 123 üncü maddesi ise idarenin kuruluş ve görevlerinin merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığını ve kuruluş ve görevleriyle de bir bütün olduğunu ifade etmektedir. Buradan çıkan anlam yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, merkezden ve yerinden yönetim yönetsel birimleri tarafından kullanılabileceği, özel hukuk tüzelkişileri tarafından ise kullanılamayacağıdır. Bu nedenle Bakanlığa, yetkilerini özel hukuk tüzelkişilerine devretme bakımından tanınan imkan, Anayasanın 8 ve 123 üncü maddelerine de aykırı düşmektedir. 15 inci maddenin birinci fıkrasında yer alan yetki devri imkanı, yalnız özel hukuk tüzelkişilerine yapılacak yetki devirleri açısından değil, fakat tüm kamu kurum ve kuruluşları ve üniversitelere yapılacak yetki devirleri açısından da Anayasaya aykırı görünüm taşımaktadır. Anayasanın 123 üncü maddesi idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğunu ve kanunla düzenleneceğini ifade etmektedir. İptali istenen 15 nci maddenin birinci fıkrasında gösterilen yetkilerin hangilerinin, hangi kamu kurum ve kuruluşlarına devredileceğine veya devredilebileceğine ilişkin bir düzenleme 5553 sayılı Kanunda yapılmamıştır. Bu durumda yetki devri ile, kamu kurum ve kuruluşları kuruluş kanunlarında gösterilmemiş yetkilerle donatılacaklardır. Yetki devri imkanına 15 inci maddede yer verilmiş olması, devredilecek yetkiyi kullanacak kamu kurumunun görevleri açısından 'kanunda düzenlenmiş olma' gereğini karşılayamayacak ve Anayasanın 8 ve 123 üncü maddelerindeki idarenin ' yürütmenin kanuniliği ilkesine aykırı bir durumun ortaya çıkmasına yol açacaktır. Çünkü 'görevlerin kanunda gösterilmiş' sayılabilmesi için, kanunda hangi görevin hangi kamu kurum ve kuruluşuna veya üniversiteye verebileceğine ilişkin bir belirlemenin yapılmış olması gerekmektedir. İptali istenen fıkrada ise sadece devredilebilecek yetkiler toptancı biçimde gösterilmekle yetinilmiş; hangi yetkinin hangi kamu kurum, kuruluş veya üniversiteye devredilebileceği hususuna açıklık kazandırılmamıştır. Kaldı ki, 15 inci maddenin birinci fıkrasındaki yetkilendirme imkanı, aynı konuda birbirinden farklı zamanlarda farklı kurum ve kuruluşların veya üniversitelerin yetkilendirilmesine yol açabilecek; bu da idarenin görevlerinde belirsizlik, görevlendirme ve yetkilendirmede keyfilik gibi sonuçlara götürebilecektir. Böyle bir tablonun ise, hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırılabilmesi imkansızdır. Ayrıca 15 inci maddenin birinci fıkrasında devredilebilmesine imkan tanınan yetkilerin bir kısmı zaten Bakanlığa Yasanın Anayasanın 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı biçimde verdiği asli düzenleme yetkileridir. Bunların hangi yetkiler olduğu yukarıda (1) numaralı başlıktaki Anayasaya aykırılık gerekçesinde gösterilmiştir. Bunların özel hukuk tüzelkişilerine, kamu kurum ve kuruluşlarına veya üniversitelere devri, Anayasanın 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırılık niteliklerini ortadan kaldırmayacak, pekiştirecektir. Diğer taraftan, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların korunması ve desteklenmesi Devletin ödevidir. Bu ödev, Anayasanın 45 inci maddesinde düzenlenmiştir. Devletin buEsas Sayısı : 2007/2 Karar Sayısı : 2011/13 10 konudaki görevinin amacı; Tarım arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması yapmak, bu plana uygun bitkisel ve hayvansal üretimi artırmaktır. Tarımsal üretim planlamasının tohumlukların üretimini de kapsadığı açıktır. Bu bakımdan söz konusu yetki devri, Devletin Anayasada tarım konusunda kendisine verilen görevleri tam anlamıyla yerine getirmesine engel olarak Anayasanın 45 inci maddesine de aykırı düşmektedir. Bir yasa kuralının Anayasanın herhangi bir kuralına aykırılığının tespiti onun kendiliğinden Anayasanın 11 inci maddesine de aykırılığı sonucunu doğuracaktır (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16 sayılı kararı, AMKD., sa. 24, shf. 225). Açıklanan nedenlerle, 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 15 inci maddesinin birinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 5 inci, 6 ncı, 7 nci, 8 inci, 11 inci, 45 inci ve 123 üncü maddelerine aykırı olup, iptali gerekmektedir. 15 inci maddenin ikinci ve üçüncü fıkralarında ise yukarıda Anayasaya aykırılığını açıkladığımız birinci fıkrada tanınan yetki devri ile ilgili esaslar düzenlenmektedir. Yetki devri imkanı, açıkladığımız nedenlerle Anayasaya aykırı olduğu için, bu yetki devri ile ilgili esasları düzenleyen ikinci ve üçüncü fıkralar da, birinci fıkra için söz konusu olan nedenlerle Anayasaya aykırı nitelik taşımaktadırlar ve iptalleri gerekmektedir. IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ 31.10.2006 tarih ve 5553 sayılı Tohumculuk Kanununun 4 üncü maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkralarında, 5 inci maddesinin ikinci ve dördüncü fıkralarında, 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında, 8 inci maddesinin birinci fıkrasında, 9 uncu maddesinin ikinci fıkrasında, 15 inci maddesinin 4 üncü fıkrasında yürütmeye Anayasanın 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerine aykırı biçimde asli düzenleme yetkisi devredilmiştir. Bu yetkilerin kullanılması halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararlar doğabilecektir. 5553 sayılı Kanunun 5 inci, 6 ncı, 7 nci ve 8 inci maddelerinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığına tanınmış kimi yetkilerin Bakanlıkça Anayasaya yukarıda açıklanan nedenlerle aykırı biçimde özel hukuk tüzelkişilerine, kamu kurum ve kuruluşlarına ve üniversitelere devri imkanını getiren 15 inci maddeni | 4,126 |
Esas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 1 “ 1. 12.10.2017 Tarihli ve 7036 Sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3 üncü Maddesinin Birinci Fıkrasında yer alan “Arabulucuya Başvurulmuş Olması Dava Şartıdır” ibaresinin Anayasaya Aykırılığı 12.10.2017 tarihli ve 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 3 üncü maddesi ile bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurulmuş olması dava şartı olarak belirlenmiştir. Buna göre iş sözleşmesine dayalı alacak, tazminat ve işe iade ile ilgili uyuşmazlıkların arabulucu önüne götürülmesi zorunlu hale getirilerek, bu uyuşmazlıklarla ilgili doğrudan dava açma olanağı ortadan kaldırılmıştır. Bir davanın esastan görülüp karara bağlanmasını engelleyici bir işlevi yerine getiren, davanın her aşamasında mahkeme tarafından re’sen gözetilmesi gereken, taraflarca da davanın her aşamasında eksikliği ileri sürülebilen hususlara, “dava şartları” denir (Tanrıver, Süha.: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2016, s.622). Bu bağlamda dava şartı olarak arabulucuya başvurma zorunluluğunun belirlenmesini somutlaştırmak gerekirse; kanuna, bireysel veya toplu iş sözleşmesine dayanan işçi veya işveren alacağı ve tazminatı ile işe iade talebiyle açılan davalarda, arabulucuya başvurmamak davanın esastan görülüp karara bağlanmasını engelleyici niteliktedir. Yine bu davalarda mahkeme, davanın her aşamasında re’sen arabulucuya başvurulup başvurulmadığını değerlendirebilecektir. Taraflar da dava sürecinin herhangi bir aşamasında arabulucuya başvurulmamış olduğunu ileri sürebilecektir. Bir başka deyişle, tüm dünyada “alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerinden biri olarak kabul edilen arabuluculuk” (Allison, Jennifer, Alternative Dispute Resolution Research, 08/02/ 2017, Harvard Law School Library) iptali talep edilen düzenleme ile emsali görülmemiş şekilde Türkiye’de zorunlu tutulmuştur. Bu düzenleme aşağıda ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi sosyal devlet ilkesine aykırı olduğu gibi hak arama özgürlüğünü ve mahkemeye erişim hakkını ihlal edici niteliktedir. Sosyal Devlet İlkesine Aykırılık Anayasa’nın 2 nci maddesi devletin nitelikleri arasında “sosyal” hukuk devleti ilkesine yer vermiştir. Anayasa Mahkemesi’nin defaaten değerlendirdiği üzere sosyal bir hukuk devletinin anlamı, devletin güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği ve dolayısıyla toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü olmasıdır. “…Anayasa’nın 2 nci maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş ölçüde sağlayan ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran, toplumsal dayanışmayı üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak eşitliği, sosyal adaleti ve millî gelirin adil bir biçimde dağıtılmasını sağlayan devlettir. Hukuk devletinde, vergilendirmenin temel ilkelerinin gözetilmesi, vergilendirmeye ilişkin yasalarda bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması ve hukuk güvenliğinin sağlanması gerekir.” (Anayasa Mahkemesi Kararı, 15.10.2009 tarihli ve E.2006/119, K.2009/145) İptali talep edilen düzenleme ile dava şartı haline getirilen arabulucuya başvuru zorunluluğu, işveren karşısında daha güçsüz durumda olan işçileri, işini kaybetme endişesiyle haklarından vazgeçmeye zorlayacak ve eşit güce sahip olmayan taraflar arasında adaletsizliğiEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 2 arttırıcı işlev görecektir. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasanın 2 nci maddesiyle düzenlenen sosyal devlet ilkesine aykırıdır. İptali talep edilen düzenleme ile arabulucuya başvurulması zorunlu tutulan uyuşmazlıkların tarafları işveren ve işçilerdir. İşverenlerin sahip oldukları olanaklar bakımından güçlü, işçilerin ise tek geçim kaynaklarının emekleri olması ve hayatlarını sürdürmek için çalışmak zorunda oldukları için güçsüz konumda bulunduğu evrensel bir gerçektir. Sosyal devletin işlevi, eşit olmayanlar arasındaki iş ilişkisinde güçsüz durumda olan işçilerin sömürülmesini engelleyecek tedbirleri almaktır. Bu amaçla sosyal hukuk devletlerinde iş hukuku ve iş yargısı iki temel ilke üzerine inşa edilmiştir: işçinin korunması ve işçi yararına yorum. İş hukuku düzenlemelerinin temelini işveren karşısında güçsüz konumda olan işçinin korunması oluşturur. İş yargısı alanında ise mevzuatta belirsizlik veya boşluk olduğunda işçi lehine karar alınmasını öngören işçi yararına yorum ilkesi geçerlidir. İşçinin korunması ve işçi yararına yorum ilkeleri, iş hukuku ve yargısını diğer hukuk dallarından ayrıştırır ve özgün hale getirir. Bu ilkeler anayasal sosyal devlet ilkesinin iş hukuku alanındaki yansımalarıdır. Arabuluculuk bir alternatif uyuşmazlık yöntemi olup, bu tür çözüm yolları ancak “tarafların eşit” ve “sözleşme serbestisinin geçerli” olduğu hâllerde kendisinden beklenen faydayı sağlayabilir. Tarafların eşit konumda olmadığı iş hukukuna dair uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurunun dava şartı haline getirilmesi ile işçiler doğrudan işverenin karşısına çıkarılmaya zorlanmaktadır. Ampirik çalışmalar, arabuluculuk gibi alternatif çözüm yollarıyla elde edilen işçi alacaklarının, miktar olarak mahkeme önünde elde edilenlerden daha düşük olduğunu göstermektedir. Eşitler arasında olmayan ilişki zemininde arabulucuya başvurunun zorunlu olması, işçinin “uzlaşmaya”, “anlaşmaya” zorlanmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. İşten haksız olarak çıkarılan veya emeğinin karşılığını alamadığı için uyuşmazlık yaşayan işçiyi bir kez daha işverenin “kabulüne” mecbur bırakmaktadır. Arabulucuya başvuran işçi, işverenin kendisini işe kabul etmesi için ya da alacağının en azından bir kısmını kurtarabilmek için hakkı olandan çok daha azına “razı edilecektir”. Oysa işçi alacak ve tazminatlarına dair davalarda, mahkemeler alacak ve tazminat miktarının tespiti ve yapılan işlemlerin hukuka uygunluğu konularında bilirkişilere başvurarak objektif tespitler yaptırmakta ve bu objektif tespitler ışığında mahkemeler karar vermektedir. İşçinin arabuluculuk sürecinde böyle bir tespit yaptırma imkanı olmadığından, işverenin ekonomik gücü, bilgi üstünlüğü ve işten çıkarma tehdidi karşısında haklarını koruma imkanı bulunmamaktadır. İşe iade talebiyle açılan davalarda da aynı yöntem izlenmektedir. Eşitlik, ancak aynı konumda olanların aynı kurallara tabi tutulması halinde güvence altına alınabilir. Aynı imkan ve koşullara sahip olmayanların aynı kurallara tabi tutulması eşitliği sağlamaz, tam aksine eşitsizliği kurumsallaştırır. Aynı şekilde güçlü konumdaki işveren ile güçsüz konumdaki işçinin, işçiyi koruma amacı taşıyan iş hukukundan kaynaklanan haklarını koruma güvencesi içermeyen ve işçi lehine yorum ilkesine tabi olmayan arabuluculuk mekanizmasına zorlanması işçi ve işverenin eşit koşullara tabi tutulması anlamına gelmemektedir. Tam aksine sosyal devlet ilkesinin gereği olarak iş hukukuna ve iş yargılama hukukuna hakim olan güvencelerin işlevsiz hale getirilmesi anlamına gelecektir. Zira işçi ve işveren arasındaki uzlaşmazlıklarda çoğu zaman işçinin kendi beyanından başka dayanabileceği belge dahi olmamaktadır. İşçiler kendilerini güvencesiz, emeğinin karşılığını alamamış ama bunun da, ispatlamasının zor olduğunu düşündüğü bir ortamda, yasa koyucu tarafından bir kez daha güvencesiz bırakılmaktadır. Aslında, alternatif bir yol olmasıEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 3 gereken arabuluculuğa, zorlanarak alacağından daha azına razı olması beklenen işçiler, bu durumda dava açamayacak, hakkı olanı almak için yargıya başvuramayacaktır. Yasa Tasarısının gerekçesinde usul ekonomisi ve uyuşmazlıkların dava sürecinde anlaşma ile neticeleniyor olmasından hareketle düzenlemenin amacının dava öncesi anlaşma ortamı yaratmak olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu argümanların gerçekçi olmadığı ve uygulamada işçi aleyhine sonuç doğuracağı yukarıda açıklanmıştır. İşçi alacaklarına, tazminatlarına ve işe iadelerine ilişkin davalarda işçilerin hakları bilirkişi raporlarına dayanan tespitler doğrultusunda kolaylıkla belirlenebilmektedir. Bu yaygın uygulama aslında Anayasa tarafından güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün işçiler bakımından doğurduğu güvence mekanizmasının sonucudur. Arabuluculuk gibi alternatif uyuşmazlık yöntemleri, başvurulmasının iradi, “tarafların eşit” ve “sözleşme serbestisinin geçerli” olduğu hâllerde kendisinden beklenen faydayı gösterebilecektir. Bu şartları sağlamayan, işçi ve işveren arasındaki eşitsizliği daha da artıracak, işçilerin hakkı olandan daha azına razı edileceği ve bunun da hukuken zorunlu tutulduğu bir düzenleme, sosyal devlet ilkesi ile çelişmektedir. İptali talep edilen düzenlemenin gerekçesinde yer alan, yargının iş yükünü azaltacağı, uyuşmazlıkları uzlaşma ve sulh içinde çözeceği, âdeta tüm sorunları bir çırpıda ortadan kaldıracağı değerlendirmeleri gerçeği yansıtmamaktadır. Kaldı ki, emekçilerin hakkını aramak için dava yoluna başvuru haklarının, yargının iş yükünün azaltılması gerekçesiyle ortadan kaldırılması, anayasal güvenceler ile çelişmektedir. Nitekim “emek” salt bir ekonomik kavram değildir. İşçinin emeğinin güvencesini devletin sağlaması gerekirken, kanun koyucunun iradesini emeğin müzakere edilebilirliği yönünde kullanması kabul edilemez. İş yargısında arabuluculuğa bağlı müzakereci perspektif aynı zamanda sendikal haklar, iş yerindeki ayrımcılık yasağı gibi temel hak ve özgürlüklerin de dolaylı olarak müzakereye açılmasını beraberinde getirecektir. Temel hak ve özgürlükler müzakere edilebilir, vazgeçilebilir, devredilebilir, satın alınabilir nitelikte değildir. Kanun koyucu, takdir yetkisini kullanırken belirli sınırlamalara tabidir. Bu sınırlamalardan ilki kanun koyucunun takdir yetkisini kullanırken kamu yararını gözetmesi zorunluluğudur. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanun koyucu, Anayasa’ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma yetkisine sahip olup, düzenlemenin kamu yararına, başka bir anlatımla ülke koşullarına uygun olup olmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun koyucuya aittir. Anayasa’ya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı anlayışının isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup olmadığı incelenebilir. (29.3.2017 Tarihli, E: 2016/168, K:2017/82 sayılı Anayasa Mahkemesi Kararı). Ayrıca belirtilmesi gerekir ki, hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün kuralları ile kendisini bağlı sayması sonucunu yaratan bir niteliktedir. Bu bağlamda yasa koyucunun yasal düzenlemelerin yapılmasındaki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi olmayıp, hukuk devleti ilkesiyle sınırlıdır. Kamu yararını gözetmeyen iptali talep edilen hüküm, belirtilen nedenlerle Anayasanın 2. maddesi ile düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırıdır.Esas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 4 Ayrıca arabulucuya başvurunun zorunlu tutulması arabuluculuk müessesesinden beklenen faydanın sağlamasını da engelleyecektir. Eğer arabulucuya başvuru iradi olsaydı, dava masrafları ve dava süreçlerini göz önüne alan işverenler, işçinin dava açmak yerine arabulucuya razı olmasını sağlamak amacıyla işçi haklarını daha fazla gözeten önerilerle işçiye gidebilirdi. Böylece işçi dava açma imkanı ile arabulucuya başvuru arasında seçme hakkı olduğundan kendisini büyük bir baskı altında hissetmeden daha güçlü bir şekilde haklarını savunabilirdi. Oysa arabulucuya başvurunun zorunlu tutulmasıyla işçi, işverenin insafına terkedilmiş ve sömürüye açık hale getirilmiştir. Bu şekilde adaletsiz sonuçlara katlanmak zorunda bırakılan işçilerin huzurlu bir çalışma yürütmesi ve iş barışını sürdürmesi zorlaşacak ve yeni uyuşmazlıklara kapı aralanacaktır. Bu da yasadan beklenen uyuşmazlık sayısını azaltma hedefine katkıda bulunmayacak, tam aksine uyuşmazlık sayısını artıracaktır. Dolayısıyla yasa kamu yararı amacıyla çıkarılmamıştır, bu nedenle de Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hak Arama Özgürlüğü ve Mahkemeye Erişim Hakkına Aykırılık Hukuk devleti ilkesi, Anayasa’da güvence altına alınan diğer hakların gerçekleşmesi için bir nev’i önkoşuldur. Hukuk devleti ilkesi, kişiler lehine getirilen hak ve imkânların aynı zamanda erişilebilir olmasını da gerektirmektedir. Bu haklardan yararlanılmasını imkânsız kılan veya aşırı derecede zorlaştıran prosedür hakkın varlığını anlamsız kılacağından hukuk devleti ilkesine aykırı olur. (Anayasa Mahkemesi Kararı : 22.5.2014 tarihli 2014/73 E., 2014/98 K.). Hukuk devleti ilkesinin temel gereklerinden biri Anayasa’da düzenlenen hak arama özgürlüğüdür. Anayasa’nın 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz” denilmektedir. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birisini oluşturmaktadır. Hak arama özgürlüğü, hakları ihlale uğrayan bireylere, yapılan haksız müdahalelerin önlenmesi ve varsa olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması amacıyla yetkili merciler ile yargı makamlarına başvurabilme imkânının tanınmasını gerekli kılar. Toplumu oluşturan bireylerin hak sahibi olmalarının anlamlı hâle gelebilmesi, bunlara ilişkin kamu otoritesi tarafından oluşturulmuş koruma mekanizmalarının varlığına ve hak ihlalleri durumunda koruyucu sistemin harekete geçirebilmesine bağlıdır. Bu sebeple, hak arama özgürlüğü, genel olarak pozitif hukukça tanınmış hakların ön koşulu ve şekli bakımdan güvencesi olarak kabul edilmektedir.” denilmiştir. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 24.03.2010 tarih ve 2007/33 E., 2010/48 K.) Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 14.06.2017 tarih ve 2017/24 E., 2017/112 K., para.19) İptali talep edilen düzenleme işçilerin hak arama özgürlüklerine ve bu kapsamda mahkemeye erişim hakkına doğrudan bir müdahale anlamına gelmektedir. Arabulucuya başvurmanın dava şartı haline getirilmesi suretiyle, bir alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemineEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 5 başvuru zorunlu hale getirilmiştir. Bu düzenlemenin temel amacı işçilerin hak aramasını zorlaştırmak ve etkisiz hale getirmek suretiyle yargısal uyuşmazlık sayısını azaltmaktır. Arabuluculuk gibi alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleri, “tarafların eşit” ve “sözleşme serbestisinin geçerli” olduğu hâllerde kendisinden beklenen faydayı gösterebilir. Tarafların eşit konumda olmadığı iş hukukuna dair uyuşmazlıklarda arabulucuya başvurunun dava şartı haline getirilmesi, hak arama özgürlüğünü ve mahkemeye erişim hakkını sınırlamaktadır. Eşitler arasında olmayan ilişki zemininde arabulucuya başvurunun zorunlu olması, işçinin “uzlaşmaya”, “anlaşmaya” zorlanmasından başka bir anlam ifade etmemektedir. İşten haksız olarak çıkarılan veya emeğinin karşılığını alamadığı için uyuşmazlık yaşayan işçiyi bir kez daha işverenin “kabulüne” mecbur bırakmaktadır. Arabulucuya başvuran işçi, işverenin yeniden kendini işe almasını sağlamak ya da, alacağının en azından bir kısmını kurtarabilmek için hakkı olandan çok daha azına “razı edilecektir”. İşçi ile işveren arasındaki uyuşmazlıklarda çoğu zaman işçinin kendi beyanından başka dayanabileceği bir belge dahi olmamaktadır. Kendini güvencesiz hisseden, emeğinin karşılığını alamamış ama bunun da delilsiz, ispatlamasının zor olduğunu düşünen işçi böyle bir ortamda yasa koyucu tarafından bir kez daha güvencesiz bırakılmaktadır. Alternatif bir çözüm yolu olan arabuluculuğa zorlanarak alacağından daha azına razı olması beklenmektedir. Anayasa’nın 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı öngörülmüştür. Bu madde uyarınca, yapılacak yargılamanın kişiler yönünden gerçek bir güvence oluşturabilmesi için aranacak nitelikler de 36. maddesinde belirtilmiştir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Dava hakkının kullanılmasının haksız, eşitsiz bir önkoşula bağlanması hakkın özüne müdahale anlamına gelmektedir. Yargı yetkisinin doğrudan kullanımının kısıtlanması ve yargısal olmayan bir yöntemin zorunlu hale getirilmesi bu bakımdan da Anayasaya aykırıdır. Yargı yetkisinin kullanımında ara bir kurumun kararının yargı yolu için ön şart olarak konulmuş olması Anayasamızın 9 uncu maddesinde belirtilen kurala açık bir aykırılık oluşturmaktadır. Hukukun çağdaş ve evrensel ilkelerine uygun olarak, temellerini Anayasa’da bulan hukuk sistemimizde uyuşmazlıkların asıl çözüm yerinin bağımsız mahkemeler olduğu kabul edilmiştir. Mahkemenin dışında “zorunlu olarak” bir uyuşmazlık çözüm yeri belirlenmesi özünde eşitsiz bir ilişki olan iş ilişkilerinde ve özellikle iş akdinin feshinde yargı güvencesinin zedelenmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle 7036 sayılı Kanun’un 3 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” ibaresi Anayasanın 9 uncu maddesine aykırıdır ve iptali gerekir. Yine, Anayasa’nın 36 ncı maddesine göre, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Çeşitli istihkakları, tazminatları, alacakları ödenmeyen veya iş sözleşmesi sebep gösterilmeden veya geçerli bir sebebe dayanmadan feshedilen işçinin, iş mahkemesinde dava açma hakkı bulunduğu gibi, hukuka uygun diğer çözüm yollarına başvurma hakkı da olduğu tartışmasızdır. Bu husus adil yargılanma hakkının yurttaşın iradesi ile şekillenmesi gereken bir hak türü olduğunu hiçbir kuşkuya kapılmaksızın betimlemektedir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin 19/10/2005 tarihli ve E.2003/66, K.2005/72 sayılı kararıyla; 4857 sayılı İş Kanununun 20 nci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinin “Toplu iş sözleşmesindeEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 6 hüküm varsa veya” bölümü iptal edilmiştir. Cümlenin devamında yer alan «taraflar anlaşırlarsa uyuşmazlık aynı sürede özel hakeme götürülür.» ibaresinin iptal talebi ise reddedilmiştir. Anayasa Mahkemesinin ret gerekçesi şu şekildedir: “İşçinin, 20. maddenin birinci fıkrasındaki uyuşmazlığı özel hakeme götürme konusunda işverenle anlaşabilmesi yalnızca kendi iradesine ilişkindir. İşçi ancak özel hakeme gitme konusundaki iradesini kullandığında, dava açma seçeneğinden vazgeçmiş olacağından Anayasa’nın 36. maddesine aykırılıktan söz edilemez.” Anayasa Mahkemesi ihtiyari hakem modelini Anayasaya uygun bulurken, işçinin iradesi dışı zorlayıcı sözleşme hükmünü ve dolayısıyla zorunluluğu Anayasaya aykırı bulmaktadır. İptali istenen kural ise arabulucuya başvurmada işçiye özgür iradesiyle hareket etmek hususunda bir irade tanımamaktadır. 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasında işçi alacakları, tazminatları ve işe iade talebiyle açılacak davalarda arabulucuya başvurmayı bir dava şartı olarak belirlemek, “iradi” tercihi ortadan kaldırmakta ve gayri iradi bir aşama eklemektedir. Bu da Anayasa Mahkemesinin belirtilen kararında da vurgulandığı gibi serbestçe ve özgür irade ile kullanılması gereken hak arama hürriyetinin zedelenmesi anlamına gelir. Hak arama özgürlüğü yalnız toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri değil aynı zamanda bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme, haksızlığı önleme çabasının da aracıdır. Bu hakkın kullanılması, yerine getirilmesi olabildiğince kolaylaştırılmalı, olumlu ya da olumsuz sonuç almayı geciktiren, güçleştiren engeller kaldırılmalıdır. İptali talep edilen düzenleme ise tam tersi işleve sahiptir. Tarafsızlığı ve bağımsızlığından kuşku duyulmayacak şekilde oluşturulmuş bir mahkemeye başvuru olanağının arabulucuya başvurma zorunluluğu ile kısıtlanmasının adil yargılama ilkesine de uygun olmadığının kabulü gerekir. Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte Anayasa Mahkemesi çeşitli kararlarında, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları bulunduğunu, birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak, hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerektiğini belirtmiştir. Diğer taraftan Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin sınırını oluşturabileceği belirtilmiştir. Bu çerçevede adil yargılanma hakkının hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olmadığı ve hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu belirtilmiştir. Ancak, bu sınırlamaların Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamayacağı, bu kapsamda ölçüsüz olamayacağı ifade edilmiştir (Anayasa Mahkemesi Kararı, 14.06.2017 tarih ve 2017/24 E., 2017/112 K., para.12 17). Bu nedenle iptali talep edilen düzenleme hak arama özgürlüğünü ölçüsüzce sınırlaması bakımından Anayasanın 13. maddesine açıkça aykırıdır. Anayasa Mahkemesi hak arama özgürlüğü bağlamında alternatif uyuşmazlık çözüm yollarını 2013 yılında verdiği bir kararda değerlendirmiştir. Yüce Mahkeme; “Anayasa’nın 141. maddesine göre davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir. Bu görevin ağır iş yükü altında yerine getirilmesi zorlaştıkça, yargının iş yükünün azaltılması, adalete erişimin kolaylaştırılması ve usul ekonomisi gibi çeşitli nedenlerle yargıya ilişkin anayasal kuralların etkililiğinin sağlanması bakımından gerekli görülmesi durumunda uyuşmazlıkların çözümü için alternatif yöntemlerin yaşama geçirilmesi, yasama organının takdir yetkisi içindedir. Alternatif uyuşmazlık çözüm yollarına başvuru zorunluluğu, bu yollar sırf kişilerin hak aramalarını imkânsız hâle getirmek amacıyla oluşturulmuş etkisiz ve sonuçsuz yöntemler olmadığı sürece hak arama özgürlüğüne aykırı kabul edilemez.” tespitini yapmıştırEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 7 (Anayasa Mahkemesi Kararı, 10.07.2013 tarih ve 2012/94 E., 2013/89 K. sayılı kararı). İşçi alacaklarına, tazminatlarına ve işe iade talebine ilişkin arabulucuya başvurulma zorunluluğu yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere tarafların eşitsiz konumundan dolayı işçilere ölçülülük ilkesine aykırı aşırı bir yük getirmiştir. Yukarıda açıklandığı gibi getirilen arabuluculuk müessesesinin uyuşmazlık sayılarını azaltma ihtimali olmadığı gibi işçilerin hak aramasını da oldukça zorlaştırdığı, neredeyse imkansız hale getirdiği açık bir gerçektir. Bu nedenle iptali talep edilen düzenleme, yasada öngörülen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmadığı gibi, birey hakları ile kamu yararı arasında makul bir denge gözetmekten de uzaktır. Bu haliyle iptali istenen düzenleme ile mahkemeye erişim hakkına getirilen kısıtlamanın demokratik bir toplumda gerekli ve ölçülü olmadığı açıktır. Hatta, iptali talep edilen düzenleme hak arama özgürlüğünün özüne dokunur nitelikte olup hakkın kullanımını neredeyse tamamen imkansız hale getirmiştir. Bu haliyle düzenleme Anayasa’nın 36. ve 13. maddelerine açıkça aykırı olup iptali gerekir. Anayasa’nın 36. maddesi hak arama özgürlüğünü düzenlerken yargı mercileri vurgusu yanında, hemen ikinci fıkrasında hiçbir mahkemenin davaya bakmaktan kaçınamayacağını belirtmiştir. Anayasa bununla da yetinmemiş 37. maddesi ile hiç kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamayacağını öngörmüştür. Bu bakımdan “yargı mercii” kavramının içinde barındırdığı hukuksal konumun, sözleşmelerle yapılan belirlemelerden çok önce yasalarla saptanmış bir statüyü, uyuşmazlıkları çözen bir “makam”ı öngördüğünü söylemek doğal bir sonuçtur. Anayasa’nın 9. maddesinde ve yargı ile ilgili bölümünde mahkemelerden ve üst mahkemelerden söz edilmiş olması da, anayasal “yargı mercii” kavramına yönelik bu belirlemeyi desteklemektedir. Anayasal bu görünüme karşın, iptali istenen kuralla sonuç olarak yargı yolunun ve doğal yargıç ilkesinin, bu yola başvurmadan önce yeni bir zorunlu aşama tanımlanarak, sınırlanmasına neden olunmaktadır. Başka bir anlatımla, yetkin bir yargı incelemesi hak arama özgürlüğünün doğal bir sonucu olduğundan, irade sergilenmesine bile fırsat tanınmadan hak arama özgürlüğünün boyutu ve kapsamının bu nedenle de daraltılamayacağı kuşkusuzdur. Açıklanan nedenlerle 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 3 üncü maddesinin birinci fıkrasındaki “arabulucuya başvurulmuş olması dava şartıdır” ibaresi, Anayasanın 37. maddesine aykırıdır, iptali gerekir. Anayasa’nın 11. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan Anayasanın üstünlüğü ilkesi gereği Anayasa hükümleri yasama organını bağlayıcı nitelikteki temel hukuk kuralları olup kanunlar anayasaya aykırı olamaz. Bu çerçevede Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen sosyal hukuk devleti ilkesine ve 36. maddede güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve mahkemeye erişim hakkına açıkça aykırı olan düzenlemenin yasalaşmasının sağlanması Anayasanın 11. maddesinde düzenlenen güvenceye de aykırılık teşkil etmektedir. Açıklanan tüm bu gerekçelerle düzenleme Anayasa’nın 2., 9., 11., 13., 36. ve 37. maddelerine aykırılık teşkil eder, iptali gerekir. 2. 12.10.2017 Tarihli ve 7036 Sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 3 üncü Maddesinin 12 nci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan “Yargılama Giderinin Tamamından Sorumlu Tutulur” İbaresi ile Son Cümlesinde Yer Alan “Yargılama Giderleri” İbaresinin Anayasaya Aykırılığı İptali istenen kuralların bulunduğu 12. fıkrada taraflardan birinin ya da her ikisinin mazeretsiz olarak arabuluculuk toplantısına katılmaması dolayısıyla arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi halinde açılacak davada yargılama giderlerine nasıl hükmedileceği düzenlenmiştir. Buna göre toplantıya katılmayan taraf dava sonucunda kısmen ya da tamamen haklı çıksa bileEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 8 yargılama giderlerinin tamamından sorumlu tutulacak ve bu kişi lehine vekalet ücretine hükmedilmeyecektir. Diğer taraftan her iki tarafında toplantıya katılmamış olması nedeniyle arabuluculuk faaliyetinin sona ermesi halinde açılacak davada tarafların yaptıkları yargılama giderleri kendi üzerlerinde bırakılacaktır. Bu kural, arabulucuya başvuruyu zorunlu tutan birinci fıkra hükmünün devamı niteliğinde olup mazeretsiz olarak toplantıya katılmayarak arabuluculuk faaliyetinin sona ermesine neden olan tarafı, açılacak dava kısmen veya tamamen kendi lehine sonuçlanmış olsa bile, yargılama giderlerinin tamamının bu taraf aleyhine hükmedilmesi suretiyle cezalandırılmasını öngörmektedir. Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır. (Anayasa Mahkemesi Kararı, 14.06.2017 tarih ve 2017/24 E., 2017/112 K., para.19). Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte Anayasa Mahkemesi çeşitli kararlarında, her temel hak ve özgürlüğün doğasından kaynaklanan sınırları bulunduğunu, birlikte yaşamanın zorunlu sonucu olarak, hak ve özgürlüklerin başkalarının aynı hak ve özgürlüklerden faydalanmasını engelleyici, başkalarına zarar verici mahiyette kullanılmaması gerektiğini belirtmiştir. Diğer taraftan Anayasa’nın başka maddelerinde yer alan kuralların da temel hak ve hürriyetin sınırını oluşturabileceği belirtilmiştir. Bu çerçevede adil yargılanma hakkının hiçbir şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olmadığı ve hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırları bulunduğu kabul edilmektedir. Dava açma hakkının kapsamına ve kullanım koşullarına ilişkin bir kısım düzenlemelerin hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan sınırları ortaya koyan ve hakkın norm alanını belirleyen kurallar olduğu belirtilmiştir. Ancak, bu sınırlamaların Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan güvencelere aykırı olamayacağı, bu kapsamda ölçüsüz olamayacağı ifade edilmiştir (Anayasa Mahkemesi Kararı, 14.06.2017 tarih ve E.2017/24, K.2017/112 sayılı, § 12 17). Hak arama özgürlüğünün bir unsuru olan mahkemeye erişim hakkı da mutlak bir hak olmayıp, sınırlandırılabilen bir haktır. Bununla birlikte getirilecek sınırlandırmaların, hakkın özünü zedeleyecek şekilde kısıtlamaması, meşru bir amaç izlemesi, açık ve ölçülü olması ve başvurucu üzerinde ağır bir yük oluşturmaması gerekir (Anayasa Mahkemesi Kararı, B. No: 2013/1613, 2/10/2013, § 38). Ulaşılmak istenen kamu yararının gerekleri ile bireylerin temel hakları arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan ve başvuranlara çok yüksek bir külfet yükleyen düzenlemeler mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir. Anayasa Mahkemesinin içtihadına göre kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hale getiren, bir başka ifadeyle mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren sınırlamalar mahkemeye erişim hakkını ihlal edebilir (B.No: 2012/791, 7/11/2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında da yargılama giderleri ile bireylerin mahkeme kanalıyla iddiasını ispat etme menfaati arasında iyi bir denge sağlanması gerektiği belirtilmiştir (Ait Mouhoub/Fransa, 22924/93, 28/10/1998, § 57 58). Bu çerçevede AİHM yargılama giderlerinin çok yüksek olduğu ve adli yardımın verilmediği durumlardaEsas Sayısı : 2017/178 Karar Sayısı : 2018/82 9 hakkın özünün zedelendiğine ve mahkemeye erişim hakkına ölçüsüz bir sınırlama getirildiğine karar vermiştir (bkz. Asya Bakan/Türkiye 50939/99, 12/6/2007, § 73 77; Kaba/Türkiye, 1236/05, 01/03/2011, § 24). Ülkemizde, hukuk yargılama usulünde, pek çok başka ülkede olduğu gibi, “kaybeden öder” ilkesi geçerli olup, tarafların yargılamadaki başarı oranına göre kazanılan veya kaybedilen değer oranında lehine veya aleyhine mahkeme masraflarına hükmedilmesi düzenleme altına alınmıştır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 326. maddesine göre kanunda yazılı haller dışında yargılama giderlerinin, aleyhine hüküm verilen taraftan alınmasına karar verilir. Davada iki taraftan her biri kısmen haklı çıkarsa, mahkeme, yargılama giderlerini tarafların haklılık oranına göre paylaştırır. Aynı Kanun’un 327. maddesinde dürüstlük kuralına aykırı hareket eden, gereksiz yere davanın uzamasına veya gider yapılmasına sebebiyet vermiş olan tarafın, davada lehine karar verilmiş olsa bile, karar ve ilam harcı dışında kalan yargılama giderlerinin tamamını veya bir kısmını ödemeye mahkûm edilebileceği kuralına yer verilmiştir. Kaybeden öder ilkesinin amacı, gereksiz başvuruları önlemek ve muhtemel davacıları mahkeme önüne abartılı talepler getirmekten vazgeçirmek olup böylece dava sayısının azaltılarak mahkemelerin fuzuli yere meşgul edilmesinin önlenmesi, uyuşmazlıkların makul sürede çözülmesinin sağlanmasıdır. Ayrıca kural olarak dava açılmasına neden olan taraf davada haksız çıkan taraftır. Haksız çıkan tarafın yargılama giderlerini de ödemesi hakkaniyete daha uygundur. Anayasa Mahkemesi ve AİHM bu ilkenin uygulamada kişilerin mahkemeye erişimini zorlaştırmakla birlikte tek başına adil yargılanma hakkı ile çelişmeyeceğine ancak her olayın somut koşulları içinde değerlendirilmesi gerektiğine hükmetmişlerdir (bkz. Anayasa Mahkemesi Kararı, B. No: 2013/5367, | 4,027 |
Esas Sayısı : 2015/22 Karar Sayısı : 2015/37 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Hukuk Devleti İlkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri belirlilik ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Anayasa'nın 38. maddesinde yer bulan Suç ve Cezanın Kanuniliği ilkesi, Anayasa'nın yasaklayıcı ve buyurucu kuralları ile gerek toplum yaşamı, gerek kişi hak ve özgürlükleri yönlerinden getirdiği güvencelere aykırı olmamak koşuluyla bu konuda gerekli düzenlemeleri yapma yetkisinin yalnız yasa koyucuya ilişkin olmasını zorunlu kılar. Bu ilkenin esası, kişilerin yasak eylemleri ve bunlar karşılığında verilecek cezaları önceden bilmelerini sağlamak düşüncesine dayanmaktadır. Suç ve cezaların yalnızca yasayla konulup kaldırılması da yeterli olmayıp, kuralların kuşkuya yer vermeyecek biçimde açık ve sınırlarının da belli olması gerekir. Anayasa'nın 38. maddesinde idari ve adli cezalar arasında bir ayrım yapılmadığından disiplin cezaları da bu maddede öngörülen ilkelere tabidir. Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen Eşitlik İlkesinin amacı ise, aynı durumda bulunan kişilerin kanunla aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanunlar karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik ilkesi herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlardaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kurallara bağlı tutulursa Anayasa'nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz. 4458 sayılı Kanunun geçici 6. maddesinin 2. fıkrasında gümrük müşavirleri için öngörülen dört ayrı disiplin cezasının tanımlamasının yapıldığı, kınama cezasının, meslek mensubuna görevinde ve davranışında kusurlu sayıldığının yazı ile bildirilmesi şeklinde tanımlandığı, geçici olarak mesleki faaliyetten alıkoyma cezasının ise, altı aydan az ve bir yıldan çok olmamak üzere mesleki sıfat saklı kalmak koşuluyla mesleki faaliyetten alıkonulma olarak tanımlandığı, aynı maddenin 3. fıkrasında ise, hangi fiil karşılığında hangi cezanın verileceği hususunun düzenlendiği, buna göre, mesleki kurallara, mesleğin vakar ve onuruna aykırı fiil ve harekette bulunanlarla, görevin gerektirdiği güveni sarsıcı harekette bulunan meslek mensupları hakkında, ilk defasında uyarma, tekrarında ise kınama cezası uygulanacağının, öte yandan, görevini bağımsızlık, tarafsızlık ve dürüstlükle yapmayan veya kusurlu olarak yapan ya da bu Kanunda yer alan mesleğin genel prensiplerine aykırı harekette bulunan meslek mensupları için geçici olarak mesleki faaliyetten alıkoyma cezası uygulanacağının kurala bağlandığı görülmektedir.Esas Sayısı : 2015/22 Karar Sayısı : 2015/37 2 4458 sayılı Kanunun geçici 6. maddesinin 2. fıkrasında kınama cezası meslek mensubunun görevinde kusurlu sayılması şeklinde tanımlanmış olmasına karşın aynı maddenin 3. fıkrasında görevin kusurlu yapılmasının geçici olarak mesleki faaliyetten alıkoyma cezasını gerektirdiği kurala bağlanmıştır. Ayrıca, 4458 sayılı Kanunun geçici 6. maddesinin 3. fıkrasının ilk cümlesinde, mesleki kurallara aykırı fiil ve harekette bulunmanın ilk defasında uyarma tekrarında kınama cezasını gerektirdiğinin kurala bağlanmasına karşın aynı fıkranın ikinci cümlesinde 4458 sayılı Kanunda yer alan mesleğin genel prensiplerine aykırı harekette bulunmanın mesleki faaliyetten alıkoyma cezasını gerektirdiği kurala bağlanmıştır. Bu arada, gümrük müşavirliğinin mesleki kurallarının veya mesleğin genel prensiplerinin neler olduğu hususunda mevzuatta herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere, görevin kusurlu yapılması yahut aynı anlama gelen görevinde kusurlu sayılmanın hangi disiplin cezasını gerektirdiği hususunda Kanunda bir netlik olmadığı gibi, mesleki kurallara veya mesleğin genel prensiplerine aykırı harekette bulunanlara hangi disiplin cezasının uygulanacağı hususunda da bir karışıklık olduğu görülmektedir. Tüm bu veriler ışığı altında, hangi fiile hangi disiplin cezası verileceği hususunun açık ve net bir biçimde ortaya konulmaması hukuki belirlilik ilkesini zedelediği gibi suç ve cezaların kanuniliği ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Bunun yanında, idarenin aynı fiil için değişik disiplin cezası vermesinin Kanunun bu haliyle mümkün olması karşısında ilgili Kanun hükmü eşitlik ilkesine de ters düşmektedir. | 653 |
Esas Sayısı:1974/8 Karar Sayısı:1974/19 1 II ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASI İLE İLGİLİ GEREKÇELER : l Sanık vekilinin gerekçesi özeti : Anayasaya aykırılık iddiasında sanık vekilinin ileri sürdüğü gerekçe özet olarak şöyledir : Anayasanın 4. maddesi hiç bir organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisini kullanamıyacağı ilkesini koymuştur. Yine Anayasanın 138. maddesinin ikinci fıkrasına göre askerî mahkemeler asker olmayan kişileri ancak özel kanunda belirtilen askeri suçlarından dolayı yargılayabilirler. Anayasanın 136. maddesi değiştirilerek Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması öngörülünce askerî mahkemelerin yetkisinde bir daralma olmuştur. Çünkü asker olmayan kişilerin askerî suçları dahi, Devlet güvenliğini ilgilendiriyorsa sıkıyönetim ve savaş dışında Güvenlik Mahkemelerinin görevine girmektedir. Sanığa isnat olunan suç, Devlet güvenliğinin ihlâli iddiasını taşır; Anayasanın 136. maddesinin ikinci fıkrası ve 1773 sayılı Kanunun 9. ve 10. maddeleri kapsamı içindedir. Değişik 136. maddenin son fıkrası Güvenlik Mahkemelerinin görev ve yetki alanının düzenlenmesini kanuna bırakmıştır .Mahkemelerin görevi konusu kamu hukukunu ve kamu düzenini ilgilendirir. Yasa koyucu yalnızca görevi saptayabilir. Suçun işlendiği tarihe ve bölgeye göre şu veya bu mahkeme bakar diye bir ayrım yapamaz. Sözgelimi 10/7/1973 günü işlenen bir casusluk suçunda askerî mahkemenin görevli olmasına, 11/7/1973 de işlenen aynı nitelikteki suça ise beş hakimli Devlet Güvenlik Mahkemelerinin bakmasına ve üstelik iki davanın ayrı temyiz mercilerine gitmesine yol açacak bir düzenleme Anayasaya aykırı olur. Onun içindir ki 1773 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi Anayasanın 32., 136., 138. maddelerine ters düşmektedir. Bu madde tabiî hâkimimize, tâbiî mahkememize varacağımız yolu kapatmıştır. Sıkıyönetimin kaldırıldığı tarihte sıkıyönetim mahkemelerinde görülmekte bulunan davalar sonuçlandırılıncaya değin bu mahkemelerin görev ve yetkilerinin süreceğine ilişkin geçici 21. madde Anayasaya 1699 sayılı Kanunla eklenmiştir. 136. maddede Devlet Güvenlik Mahkemeleri kuruluşuna ilişkin değişikliği de aynı kanun oluşturmuştur. Anayasa Koyucu askerî mahkemelerin elindeki Devlet güvenliğini ilgilendiren işlerin yine askerî mahkemelerde sonuçlandırılmasını gerekli görseydi tıpkı böyle geçici bir düzenlemeye Anayasa'da yer vereceğine kuşku yoktur. Demek oluyor ki bugün suçları Devlet güvenliğini ilgilendiren sivil kişileri yargılama hakkının askeri mahkemelere tanınması anayasal bir kaynağa dayanmakta değildir. Sözkonusu kural Anayasanın 12. maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine de aykırıdır. 2 Askerî Yargıtay Daireler Kurulunun gerekçesi özeti: 1773 sayılı Kanunun geçici 1. maddesinin Anayasaya aykırılığı iddiasının ciddî olduğu kanısına varılması gerektiği konusunda Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun dayandığı gerekçe aşağıda: Özetlendiği gibidir:Esas Sayısı:1974/8 Karar Sayısı:1974/19 2 Anayasanın, kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisinin kullanılamaması, herkesin kanun önünde eşit bulunması, hiç kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaması (4., 12., 32. maddeler) yolundaki kuralları ve mahkemelerin görevlerini düzenleyen kuralların, kamu düzenini ilgilendirdiği için, geçmişteki olaylara uygulanmasının zorunluğunu belirleyen genel hukuk ilkesi ve yine Anayasanın 136., 138. maddeleri gözönünde bulundurularak konu ele alındıkta varılan sonuç şudur : 1773 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi, 1773 sayılı Kanun kurallarının bu Kanunun yürürlüğe girdiği 11/7/1973 gününden başlayarak işlenen ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevine giren suçlara uygulanmasını öngörmüştür. Böylece daha önce işlenmiş aynı nitelikteki suçlar için eski kovuşturma yöntemi sürdürülecektir. Bu, belirli bir günden önce ve sonra aynı suçu işleyenlerin iki ayrı yargı yerinde yargılanmaları demektir. Anayasanın değişik 136. maddesinin son fıkrası uyarınca çıkarılan 1773 sayılı Kanunun 10. maddesinin B işaretli bendinde Askeri Ceza Kanununun 55., 56. (sanığın cezasının dayandırıldığı madde) maddelerinde, 37. maddesinin son fıkrasında, 58. ve 59. maddelerinde yazılı suçlar asker olmayan kişilerce müstakillen veya asker kişilerle birlikte işlendikte sanıkların tümünün Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanmaları ilkesi benimsendiğine ve bu maddenin gerekçesinde Bu gibilerin Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanmalarının askerî yargıya istisnaî olarak bırakılmış bir görevin tabiî mahkemesine devri niteliğinde olduğu ndan söz edildiğine, Anayasa değişikliğinde eski İşler Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevi dışında bırakılmak işlenseydi sıkıyönetim mahkemeleri için tanınan istisnaî görev gibi Devlet Güvenlik Mahkemeleri yönünden de bir istisna kuralına Anayasada yer verilmek gerekirken bu yola gidilmemesinin belirlediği üzere Anayasa Koyucunun böyle bir erek ve yönergesi bulunmadığına göre 1773 sayılı Kanunun geçici 1. maddesi. Anayasanın 4., 12., 32., 136. maddeleri ile çatışır ve çelişir durumdadır. Her ne kadar kamu davası 25/10/1963 günlü, 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 11. maddesinin (A) fıkrasına dayanılarak açılmışsa da görev sorunu mahkemece duruşmanın her evresinde gözönünde bulundurulabileceği ve Anayasaya aykırılığı ileri sürülen geçici 1. madde mahkemenin uygulayacağı bir kural olup iptal edildikte mahkemece görevsizlik karan verilebileceği için sanık vekilinin Anayasanın 151. maddesi uyarınca ileri sürdüğü Anayasaya aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varılması gerekir. | 682 |
Esas Sayısı : 2022/33 Karar Sayısı : 2022/67 “Davacı vekili AV. ve AV. tarafından, Silopi 172. Zırhlı Tugay Komutanlığı emrinde sözleşmeli er olarak görev yapmakta iken güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması olumsuz sonuçlandığından bahisle sözleşmesinin feshedilmesine ilişkin 06/03/2021 tarih ve 4963483 sayılı işlemin iptali istemiyle MİLLİ SAVUNMA BAKANLIĞI’na karşı açılan davada, uyuşmazlığın konusu olan işlemin dayanağı olan 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun “Sözleşmenin idarece feshi” başlıklı 6. maddesinin 4. fıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmünün Anayasa hükümlerine aykırı olduğu düşüncesi ile 6216 sayılı Kanun'un 3. maddesinin 1/b bendi uyarınca Anayasa Mahkemesi'nce “somut norm denetimi” yapılmak üzere Anayasa'ya aykırılık itirazında bulunulması gerektiği sonucuna varılarak gereği görüşüldü: İtirazın Konusu: 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun “Sözleşmenin idarece feshi” başlıklı 6. maddesinin 4. fıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmünün Anayasaya aykırılık teşkil ettiği gerekçesi ile iptali istemidir. Anayasa Mahkemesi'ne Başvuru Şekli ve Nedeni: Anayasanın 152. maddesinin 1. fıkrasında “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.” hükmüne yer verilmiştir. Bakılan davada, 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun “Sözleşmenin idarece feshi” başlıklı 6. maddesinin 4. fıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmü uygulanacak yasal hüküm durumunda bulunmaktadır. İlgili Anayasa Maddeleri: 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın; 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmüne, 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmüne, 20. maddesinin 3. fıkrasında “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” hükmüne. 2 128. maddesinin 2. fıkrasında “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir.” hükmüne yer verilmiştir. Dava Konusu Olay: Davacının Silopi 172. Zırhlı Tugay K.Yrd.lığı Mknz. Komd. Tb. 2. Mknz. Komd. Bölük Komutanlığı'nda Piyade Sözleşmeli Er olarak görev yaptığı, 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun 6. maddesinin 4.f ıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmü gereğince davalı idare tarafından sözleşmesinin feshedilmesi üzerine bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Anayasa’nın 20. maddesinin 3. fıkrasında fıkrasında “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.” denilerek kişisel verilerin korunması özel hayatın gizliliğinin korunması kapsamında güvenceye kavuşturulmuştur. Anayasa’nın 20. maddesi uyarınca kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hâllerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Anayasa’nın 13. maddesinde de “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” hükmüne yer verilerek temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir. Anayasa’nın 13. ve 20. maddeleri uyarınca kişisel verilerin korunmasını isteme hakkını sınırlamaya yönelik kanuni bir düzenlemenin şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması gerekir. Anayasa’nın 129. maddesinin birinci fıkrasında memurlar ve kamu görevlilerinin Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunma yükümlülükleri düzenlenmiştir. Belirtilen husus gözetilerek kamu görevinde çalıştırılacak kişiler bakımından güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması yapılması yönünde düzenlemeler getirilmesi kanun koyucunun takdir yetkisindedir. Ancak bu alanda düzenleme öngören kuralların kamu makamlarına hangi koşullarda ve hangi sınırlar içinde tedbirler uygulama ve özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına yönelik müdahalelerde bulunma yetkisi verildiğini yeterince açık olarak göstermesi ve muhtemel kötüye kullanmalara karşı yeterli güvenceleri sağlaması gerekir. Bakılmakta olan davada, güvenlik soruşturması mülga 4045 sayılı Kanun kapsamında yapılmış iken, anılan Kanun 07.04.2021 tarihli ve 7315 sayılı Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanunu'yla yürürlükten kaldırılması üzerine anılan3 faaliyet 17.04.2021 tarihinden itibaren 7315 sayılı Kanun Hükümlerine göre yürütülmeye devam edildiğinden, itirazın konusu mülga 26.10.1994 tarihli ve 4045 sayılı Kanun uyarınca yapılan güvenlik soruşturmasını kapsamaktadır. İtiraz konusu kanun hükmünde, güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanması, sözleşmeli erbaş ve erlerin ön sözleşmelerinin, sözleşme süresinin bitiminden önce feshedilmesine imkan sağlamasına karşın güvenlik soruşturmasına konu edilecek kişisel veri niteliğindeki bilgi ve belgelerin ne şekilde kullanılacağına, hangi mercilerin soruşturma ve araştırmayı yapacağına, bu bilgilerin ne suretle ve ne kadar süre ile saklanacağına, ilgililerin söz konusu bilgilere itiraz etme imkânının olup olmadığına, bilgilerin bir müddet sonra silinip silinmeyeceğine, silinecekse bu sırada izlenecek usulün ne olduğuna, yetkinin kötüye kullanımını önlemeye yönelik nasıl bir denetim yapılacağına ilişkin herhangi bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Diğer bir ifadeyle güvenlik soruşturmasının yapılmasında, elde edilecek verilerin kullanılmasına ilişkin temel ilkeler belirlenmeksizin kuralla sadece güvenlik soruşturmasının olumsuz sonuçlanması sözleşmeli erbaş ve erlerin ön sözleşmelerinin, sözleşme süresi bitmeden feshine imkan tanımaktadır. Sonuç olarak, 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun “Sözleşmenin idarece feshi” başlıklı 6. maddesinin 4. fıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmünün; güvenlik soruşturması sonucunda kişisel veri niteliğindeki bilgilerin alınmasına, kullanılmasına, işlenmesine yönelik güvenceler ve temel ilkeler kanunla belirlenmeksizin bunların alınmasına ve kullanılmasına izin verilmesinin Anayasa’nın 13. ve 20. maddelerine aykırılık teşkil ettiği keza Anayasa Mahkemesi'nin 16.12.2021 tarih ve E:2020/41, K:2021/91 sayılı kararıyla 6191 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3 nolu fıkrasının 4045 sayılı Kanun yönünden iptaline karar verilmiş olması nedeniyle bakılan davada uygulanan hükümlerin de 4045 sayılı Kanun yönünden Anayasaya aykırı olduğu görüşüyle Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması gerektiği sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle; 6191 sayılı Sözleşmeli Erbaş ve Er Kanunu'nun “Sözleşmenin idarece feshi” başlıklı 6. maddesinin 4. fıkrasının (h) bendinde yer alan “Güvenlik soruşturması olumsuz sonuçlanmak.” hükmünün Anayasanın 13., 20. ve 128. maddelerine aykırı olduğu düşüncesi ile iptali için Anayasa Mahkemesi'ne gidilmesine, dava dosyasının tüm ekleriyle birlikte oluşturulacak suretinin Anayasa Mahkemesi'ne sunulmasına, iş bu karar ile dosya suretinin Anayasa Mahkemesi'ne ulaşmasından itibaren 5 ay süre ile karar verilinceye kadar davanın bekletilmesine, beş ay içerisinde karar verilmez ise davanın mevcut mevzuata göre sonuçlandırılmasına, 02/03/2022 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.” | 1,069 |
Esas Sayısı : 2009/93 Karar Sayısı : 2011/73 1 II İTİRAZIN GEREKÇESİ Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir: 'Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarında öğretim üyesi olarak görev yapmakta iken 01.07.1991 tarihinde kendi isteği ile emekliye ayrıldıktan sonra 17.10.2001 tarihinde vefat eden Hikmet Yasin Şimşek'ten dolayı 01.11.2001 tarihinden itibaren dul aylığı bağlanan, anılan şahsın eşi olan Nihal Şimşek tarafından, dul aylığının %25 oranında ödenmesi yönündeki davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı işleminin iptali istemiyle açılan davada, 5510 sayılı Yasanın Geçici 4. maddesi gereğince uygulanmaya devam edilen 5434 sayılı Yasanın mülga 71. maddesinde yer alan 'İştirakçi karı veya koca eşinden 30 yaş veya daha büyük ise ölümünde eşine yarı nispetinde aylık bağlanır. Ancak evlenme akdi en az 10 yıl evvel yapılmış veya çocukları olmuş ise bu indirme yapılmaz.' hükmündeki 'eşinden 30 yaş veya daha büyük ise eşine yarı nispetinde aylık bağlanır' ibaresinin Anayasaya aykırılık iddiası ciddi bulunduğundan işin gereği görüşüldü: 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 106. maddesi ile mülga olan 71. maddesinde; 'İştirakçi karı veya koca eşinden 30 yaş veya daha büyük ise ölümünde eşine yarı nispetinde aylık bağlanır. Ancak evlenme akdi en az 10 yıl evvel yapılmış veya çocukları olmuş ise bu indirme yapılmaz. Emekli olduktan sonra evlenenler hakkında dahi aynı hükümler uygulanır.' hükmü düzenlenmiştir. Öte yandan, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 5434 sayılı Kanuna ilişkin geçiş hükümlerini düzenleyen geçici 4. maddesinin 1. fıkrasında; 'Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla 8/6/1949 tarihli ve 5434 sayılı Kanuna göre; aylık, tazminat, harp malûllüğü zammı, diğer ödemeler ve yardımlar ile 8/2/2006 tarihli ve 5454 sayılı Kanunun 1 inci maddesine göre ek ödeme verilmekte olanlara, bu Kanunla yürürlükten kaldırılan hükümleri de dahil 5434 sayılı Kanunda kendileri için belirtilmiş olan şartları haiz oldukları müddetçe bunların ödenmesine devam olunur. Ancak, 5 ilâ 10 yıl arasında fiili hizmet süresi olan iştirakçilerden dolayı dul ve yetim aylığı almakta olanların, aylık ve diğer ödemeleri, bu Kanunun 32 nci, 34 üncü ve 37 nci maddelerindeki şartları haiz oldukları müddetçe devam edilir.' hükmüne, 5. fıkrasında ise: 'Bu madde kapsamına girenlerin aylıklarının bağlanması, artırılması, azaltılması, kesilmesi, yeniden bağlanması, toptan ödemeleri, ilgi devamı, ihya ve borçlanmaları, diğer ödemeler ve yardımlar ile emeklilik ikramiyeleri hakkında bu Kanunla yürürlükten kaldırılan hükümleri de dahil 5434 sayılı Kanun hükümlerine göre işlem yapılır ve bu maddenin uygulanmasında mülga 2829 sayılı Kanun hükümleri ayrıca dikkate alınır.' hükmüne yer verilmiştir. Hukuk devleti bütün faaliyetlerinde hukukun genel ilkeleri ile bağlayıcılığı ve üstünlüğü olan Anayasa hükümlerine uygun hareket etmek zorundadır. Anayasanın 5. maddesinde, kişilerin ve toplumun, refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlandıran ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak, yine Anayasanın 2. maddesinde sosyal hukuk devleti niteliği vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır.Esas Sayısı : 2009/93 Karar Sayısı : 2011/73 2 Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 2. maddesinde, 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.' hükmü, 10. maddesinde ise; 'Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.' hükmü yer almıştır. Yukarıda değinilen 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 106. maddesi ile mülga olan 71. maddesinde yer alan 'İştirakçi karı veya koca eşinden 30 yaş veya daha büyük ise ölümünde eşine yarı nispetinde aylık bağlanır.' hükmünün, anılan 5510 sayılı Yasanın geçici 4. maddesinin 1. ve 2. fıkrası gereğince uygulanmasına devam edildiği, söz konusu hükümde yer alan 'eşinden 30 yaş veya daha büyük ise ölümünde eşine yarı nispetinde aylık bağlanır' ibaresinin eşler arasında 30 yaş ve üzeri fark olması halinde evlenme akdinin en baştan muvazaalı olduğunu kabul ettiği, oysa muvazaanın ancak yargı yerince verilecek kararlarla tespit edilebileceği, ölüm halinde eşe bağlanacak aylık tutarında yaş farkına bağlı olarak farklı bir uygulama yapılmamasının, mülkiyet hukukuna, Anayasanın 2. maddesinde yer alan sosyal devlet ilkesine ve 10. maddesinde yer verilen kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Açıklanan nedenlerle, Mahkememizce bakılmakta olan davada uygulanması gereken 5434 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu'nun 71. maddesinde yer alan 'eşinden 30 yaş veya daha büyük ise ölümünde eşine yarı nispetinde aylık bağlanır hükmünün Anayasa'nın 2, 5 ve 10. maddelerine aykırı olduğu kanaatine ulaşıldığından, Anayasa'nın 152. ve 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 28. maddeleri uyarınca söz konusu ibarenin iptali istemiyle itiraz yoluyla Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına, 15.10.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.' | 787 |
Subsets and Splits