Dataset Viewer
Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
Adak nedir, dindeki yeri nedir?
|
Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak, fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılmasını” ifade eder. Diğer bir deyişle adak, “kişinin sorumlu olmadığı hâlde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılmasıdır” (Mevsılî, el-ihtiyâr, 4/76-77). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Dolayısıyla adağın yerine getirilmesi Kitap, Sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/90). Âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, Ona şükretmek için adak adanmasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevî amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.” (Buhârî, Eymân, 26 [6693]; Müslim, Nezir, 2 [1639]); “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26 [6692]; Müslim, Nezir, 3 [1639]) anlamındaki hadislerinden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır. Bazı âlimler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/450; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/3). Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda adağın yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82).
|
Adakla ilgili şartlar nelerdir?
|
Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde ve büluğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/81-82). Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şunlardır: a) Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Mesela namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma, adak konusu olmaz. Türbelerde şeker ve helva dağıtma, mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur. b) Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olan bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezân ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz. c) Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Örneğin kişinin kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu adak konusu olmaz. d) Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olmalı, adak mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunmalıdır. Bir kimsenin sahip olmadığı muayyen bir malı adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Mesela ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir. Adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili olmamalıdır. e) Adanan fiil Allah’a isyanı, bidat, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Böyle olması hâlinde adak geçersiz olur. “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım.” şeklinde gerçekleşmemesini istediği bir şarta bağlı olarak adakta bulunan kimse, bu şartın gerçekleşmesi durumunda dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin keffâreti öder. Hanefîler bu durumda yemin keffâreti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahitleşme, sözü kuvvetlendirme anlamı taşıdığından yemin sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/738-739).
|
Güç yetirilemeyecek bir şey adamak geçerli olur mu?
|
Adağın geçerli olması için adanan şeyin yerine getirilmesi fiilen ve dinen mümkün ve meşru olmalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82-92; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/229). Bu itibarla bir kişinin, başkasına ait olan bir malı veya hiçbir zaman güç yetirilemeyecek bir şeyi adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerli olur. Adakta bulunan kişinin, adağını kendi malıyla yerine getirmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/737, 741-742). Kendi malı yok ise tövbe etmeli, mal edindiğinde de adağını yerine getirmelidir. Bedenî ibadetler konusunda ise; oruç tutmayı adayıp da hastalık veya yaşlılık gibi mazeretleri sebebiyle adaklarını yerine getiremeyecek olan kişilerin, her bir oruç için bir fidye vermeleri gerekir. Aynı şekilde ömür boyu oruç tutmayı adayan kişi, sağlığı el verdiği ölçüde adağını yerine getirmeli, bunun mümkün olmaması hâlinde ise her gün için bir fidye vermelidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/91; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/77-78; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/209). Eğer namaz adanmışsa; îmâ ile de olsa adanan namaz kılınmalıdır. Buna da güç yetirilememesi hâlinde tövbe edilmelidir. Böyle bir kişi, daha sonra bu ibadetleri yapmaya gücü yeterse, adağını yerine getirmelidir.
|
Adak kurbanı kesmenin hükmü nedir? Etinden kimler yiyemez?
|
Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi bu adağı, bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, eşi, usûl ve fürûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları) yiyemeyeceği gibi bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez (Zeylaî, Tebyîn, 6/8; Bilmen, İlmihal, 304-305). Eğer kendisi veya bu sayılanlardan biri yerse, yenilen etin bedelinin yoksullara verilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203).
|
Adak kurbanı düğün vb. toplantılarda ikram edilebilir mi?
|
Adak kurbanının etinden, adağı yapan kişinin yemesi caiz olmadığı gibi; bu kişinin eşi, usûl ve fürûu (yani annesi, babası, nineleri, dedeleri, çocukları, torunları) ve dinen zengin sayılan kimseler de yiyemezler. (Zeylaî, Tebyîn, 6/8). Adak kurbanının etini bu sayılanlar dışında kalan ve dinen fakir olan kimseler yiyebilirler. Düğün vb. toplantılarda fakirlerin yanı sıra zenginler de bulunabileceğinden, adak kurbanının bu gibi yerlerde ikram edilmesi caiz olmaz. Eğer böyle bir durumda, adakta bulunan kişinin kendisi, usûl veya fürûundan birisi ya da zengin biri yemiş bulunursa, yenilen miktarın bedeli fakirlere tasadduk edilmelidir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203).
|
Adak kurbanında bulunması gereken nitelikler nelerdir?
|
Kurbanlık hayvanda aranan nitelikler, adak kurbanında da aranır. Kurbanlık hayvanda aranan şartlar ise şunlardır: a) Belirli yaşları tamamlamaları gerekir. Buna göre 5 yaşını dolduran deve, 2 yaşını dolduran sığır ve manda, 1 yaşını dolduran koyun ve keçi kurban edilebilir. Bu yaşa gelmiş kurbanlık hayvanın dişini değiştirip değiştirmediğine (kapak atmak) bakılmaz. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). b) Ayıplardan uzak, sağlıklı, azaları tam ve besili olması gerekir. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzları kökünden kırık, kuyruğu ve kulaklarının yarıdan fazlası kesik, memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, yemini bulmasına engel olmayacak derecede şaşı, kurban edileceği yere gitmesine engel olmayacak ölçüde topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine engel teşkil etmez (Kâsânî, Bedâi‘, 5/74-76).
|
Adak kurbanı ne zaman kesilmelidir?
|
Bir şarta bağlı olarak kurban kesmeyi adayan kişi, şart gerçekleşmesi hâlinde adağını ilk fırsatta yerine getirmelidir. Şarta bağlı olmayan adaklar ise herhangi bir vakitte yerine getirilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/735-738; 6/332-332). Ancak uygun olanı, ilk fırsatta yerine getirilmesidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/93-94). Eğer udhiyye yani kurban bayramı günlerinde kesilmesi gereken kurban adanmışsa bunun kurban bayramı günlerinde; hedy yani harem bölgesinde kesilecek bir kurban adanmışsa bunun da harem bölgesinde kesilmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/333). Bunların dışındaki adak kurbanlarının herhangi bir yer ve zamanda kesilmesi caizdir. Dolayısıyla adak kurbanlarının mutlaka kurban bayramı günlerinde kesilmesi şart değildir. Bu yöndeki kanaatler, dinî bir temele dayanmamaktadır.
|
Kurban kesmeyi adayan bir kimse bu adaktan vazgeçebilir mi?
|
Kur’ân’da değişik yerlerde; verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya masiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet bulunulmuşsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Bu itibarla kişinin gerçekleşmesini istediği bir şey için kurban adağında bulunması hâlinde o şeyin gerçekleşmesine bağlı olarak adağını yerine getirmesi gerekir. Yapılan bir adaktan vazgeçilmesi adak yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak adak maddî imkânı gerektiren türden ise kişi bu adağı maddî imkânı müsait olduğunda yerine getirir.
|
Bir koç kurban etmeyi adayan kişi mutlaka koç mu kesmelidir? Bir büyükbaş hayvana ortak olabilir mi?
|
Bir koç kesmeyi adayan kimse koç kesebileceği gibi koyun veya keçi de kesebilir. Çünkü bunlar aynı cinsten (davar) kabul edilmektedir. Aynı şekilde bu kişinin ibadet niyetiyle kesilecek olan bir sığıra hissedar olarak girerek adağını yerine getirmesi de mümkündür. Çünkü amaç kurban kesmektir. Bu şekilde de amaç yerine gelmiş olur. Ancak sığır kesmeyi adayan kişinin, koyun kesmesi ile adağı yerine gelmiş olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224). Cins belirlemeksizin “bir kurban keseceğim” diye adakta bulunan bir kimse ister koyun, isterse de sığırdan bir hisseye girerek dilediği cinsten bir kurbanlık hayvan kesebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224).
|
Rüyada kurban kesmeyi adayan kişi, bu adağını yerine getirmeli midir?
|
Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Bu itibarla rüyada kurban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını yerine getirmesi gerekmez.
|
Yemin ne demektir, dinî hükmü nedir?
|
Yemin, bir kimsenin Allah’ın ismini veya bir sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Mesela “Vallahi (Allah’a yemin ederim ki) şu işi yapmam”, “Billahi (Allah’a yemin ederim ki) şu yere gitmeyeceğim” şeklindeki beyanlar böyledir. Yemin etmek aslında mübah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Yerine getirilmesi mümkün ve mübah olan bir şeyi, ileride yapacağına veya yapmayacağına yemin eden kişi, bu yeminini yerine getirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/702-703). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözün yerine getirilmesi hakkında “Yeminlerinizi koruyunuz (yerine getiriniz)” (el-Mâide, 5/89), “Allah adına yaptığınız ahitleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir.” (en-Nahl, 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.
|
Ağız alışkanlığı ile yerli yersiz edilen yeminin hükmü nedir?
|
Gereksiz yere yemin etmek ve çok yemin etmeyi alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, çok yemin etmenin Yüce Allah’ın hoşuna gitmeyen işlerden biri olduğuna işaret edilerek, “Yemin edip duran kimseye boyun eğme!” (el-Kalem, 68/10) buyrulmuştur. Dil alışkanlığıyla söylenen, başka bir deyişle, herhangi bir işin yapılması veya yapılmaması yönünde bir içeriğe sahip olmayan “vallahi”, “billahi” şeklindeki sözler hükümsüz (lağv) yemin sayıldığı gibi yalan söyleme kastı olmaksızın, geçmiş veya şimdiki zamandaki bir husus üzerine doğru olduğunu zannederek yapılan yemin de "lağv yemini" sayılır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz.” (el-Mâide, 5/89) buyrularak bu tür yeminden dolayı keffâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakmaları gerekir. Hiçbir kasıt olmasa bile gelecekteki bir iş hakkındaki her türlü yemin, mün’akid yemin kapsamındadır ve yeminin gereği yerine getirilmediğinde keffâret gerekir. Yani bu tür yeminler kasıtsız söylense bile yemin-i lağv sayılmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 2/317).
|
Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?
|
Her ne şekilde olursa olsun geçerli (mün’akide) olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir (el-Mâide, 5/89).
|
Yemin keffâretini yerine getirmekten aciz olan kimse ne yapmalıdır?
|
Yemin keffâretini yerine getiremeyenler, keffâreti ertelerler ve imkân buldukları ilk anda bu keffâreti eda ederler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/112). Ancak keffâretini yerine getirmeden ölen kişi; vasiyet etmişse keffâret geriye kalan malından ödenir. Vasiyet etmemişse varisleri onun bu keffâretini kendiliklerinden ödeyebilirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/96).
|
Bozulan her bir yemin için ayrı ayrı mı yoksa hepsi için bir keffâret mi ödenmelidir?
|
Birden çok yemin edip sonra da bozmanın çeşitli şekilleri vardır: a) İster peş peşe isterse farklı zamanlarda, birden çok yemin edilerek, her bir yeminde diğerinden farklı bir işin yapılması veya yapılmamasından söz edilmesi durumunda, fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre her bir yeminin ihlalinden dolayı ayrı ayrı keffâret gerekir. Mesela, “Vallahi şu kimsenin evine girmeyeceğim”, “Vallahi onunla konuşmayacağım” şeklinde söylenen sözlerin her biri ayrı birer yemindir. Yemin bozulup söz konusu kişinin evine girilmesiyle bir keffâret, o kişiyle konuşmakla ayrı bir keffâret gerekir. İmam Muhammed’e nispet edilen bir keffâretin yeterli olacağı şeklindeki bir görüş bazı fıkıh kitaplarında ve ilmihallerde yer almışsa da bu görüş, başta erken dönem kaynakları olmak üzere diğer Hanefî kaynaklarında yer almayan ve sıhhatinde bazı kuşkular bulunan bir nakildir. Din İşleri Yüksek Kurulu da böyle bir yeminin bozulması durumunda her bir yemin için ayrı kefaret ödeneceği yönünde karar vermiştir (DİYK 28.05.1952 tarih ve 267 sayılı karar). b) Bir yemin cümlesinde, Allah’ın adı yemin için bir defa zikredilmekle beraber, yapılması veya yapılmaması söz konusu edilen işler sayıca birden fazla olursa, bunların hepsi birden ihlal edilse bile bir kefaret yeterlidir. Mesela, “Vallahi şunu yemeyeceğim, şunu içmeyeceğim” diyen kimse, hem yiyerek hem de içerek verdiği söze aykırı davranırsa, sadece bir keffâret gerekir. c) Bir yemin cümlesinin tamamı birden fazla mesela, “Vallahi şu işi yapmayacağım”, “Vallahi şu işi yapmayacağım” şeklinde tekrar edilir ve sonra da bu yemin bozulursa; Hanefî mezhebinde kabul gören görüşe göre, ne kadar tekrar edildiyse o kadar sayıda kefaret gerekir. Böyle bir yemin tekrarının aynı zaman ve ortamda veya farklı zaman ve ortamlarda yapılması hükmü değiştirmez. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde kabul gören görüşlere ve bazı Hanefîler'e göre ise bir keffâret yeterlidir. d) Bir yemin cümlesinde, yemin konusu olan iş bir defa zikredilmekle beraber, Allah’ın isminin tekrar edilmesi veya O’nun birden fazla isminin kullanılması hâlinde, başta İmam Muhammed olmak üzere fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre bu tek bir yemin sayılır ve bozulması durumunda bir keffâret yeterlidir (bkz. Sahnûn, el-Müdevene, 1/589-590; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/514; Kâsânî, Bedâi‘, 3/9-10).
|
Yemin keffâreti ödeyen bir kimse, aynı konuda tekrar yemin eder ve yeminini yine bozarsa, bunun için de yeni bir keffâret ödemeli midir?
|
Geçmişte ödenmiş ve zimmetten düşmüş bir keffâret, gelecekte yapılacak hataları örtmez. Bu sebeple geçmişte bozulan bir yeminden dolayı keffâret ödendikten sonra tekrar yemin edilir ve bu yemin de bozulursa, tekrar yemin keffâreti ödenmesi gerekir. Ancak bir konuda yemin edip yeminini bozan kişi keffâret ödemeden aynı konuda tekrar yemin etse ve bu yemini de bozsa hepsi için tek keffâret öder.
|
Dinî bir emri yerine getirmemeye veya bir haramı işlemeye yemin eden kişi ne yapmalıdır?
|
Farz veya vacip olan bir şeyi yapmamaya ya da haram ve günah olan bir şeyi yapmaya yemin etmek, Müslümana yakışan bir davranış değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, “İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah’ı siper yapmayın. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 2/224) buyurmaktadır. Bununla birlikte, bu tür bir yemin edildiğinde, yemini yerine getirmeyip bozmak ve ardından yemin keffâreti vermek gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/13). Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) , “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve keffâret ödesin. ” (Müslim, Eymân, 11-17 [1650]; bkz. Buhârî, Eymân, 1 [6622]) buyurmuştur.
|
Eşinin evine gitmeyeceğine yemin eden bir kadının ne yapması gerekir?
|
Nikâh akdinin kadın ve erkeğe yüklediği birtakım hak ve sorumluluklar vardır. Bir kadının eşinin evine gitmesi nikâh akdinin doğurduğu temel sonuçlardan biridir. Dolayısıyla eşinin evine gitmemeye yemin eden bir kadın, meşru bir mazeret olmadıkça eşinin evine gider ve yemin keffâreti öder.
|
“Sana sütümü helal etmem, hakkımı helal etmem” şeklinde söylenen sözler yemin sayılır mı?
|
Bir anne veya babanın, isyankâr bir çocuğuna karşı “sana sütümü/hakkımı helal etmem” ve benzeri sözleri yemin hükmünde değildir. Ebeveynlerin çocuklarına haksız yere manevî baskı kurmaları ve onların şahsiyetlerine saygı göstermemeleri doğru değildir. Esasen bu tür sözler hiçbir hüküm de ifade etmez. Öte yandan çocukların, anne ve babaya karşı dinî görevlerinden biri de meşru işlerde onlara karşı isyan etmemek ve daima saygı göstermektir. Nitekim “(Rabbin), anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle!” (el-İsrâ, 17/23) mealindeki âyet, anne babaya iyi davranmanın önemine işaret etmektedir.
|
Evlenme teklifi yapılan bir kadına bir başkasının teklifte bulunması caiz midir?
|
Kendisine evlenme teklifi yapılan bir kadına henüz karar aşamasında iken bir başkasının teklifte bulunması mekruh kabul edilmektedir. Nitekim konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biri sakın Müslüman kardeşinin dünür gittiği birine talip olmasın” (Müslim, Nikâh, 50 [1412]; bkz. Buhârî, Nikâh, 45 [5142]) buyurmuştur. Aksi yönde bir davranış taraflar arasında husumete sebep olabileceğinden istenmeyen neticelere yol açabilir. Kadının teklife olumsuz cevap vermesi hâlinde ise bir başkası ona evlilik teklifinde bulunabilir (bkz. Şâfiî, el-Ümm, 5/42; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/143-147; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/533-534).
|
Nişanlıların rahat görüşebilmek için dinî nikâh kıymaları uygun mudur?
|
Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden biri bu akitten önce genellikle bir nişanlanma döneminin geçirilmesidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir. Bu dönemde nişanlıların mahremiyet ölçülerini gözetmek kaydıyla birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla görüşüp konuşmalarında bir sakınca yoktur. Fakat nişanlıların dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları ve benzeri İslâm’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir (Tirmizî, Fiten, 7 [2165]). Günümüzde gençler, gerek velilerinden izinsiz olarak gerekse velilerin bilgisi dâhilinde nişanlılık döneminde güya dinî hassasiyetleri gözetmek amacıyla halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmakta ve sonuçta hiç de arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelmektedir. Bu tür olayların yaşanmaması için yapılan nikâh akitlerinin mutlaka kayıt altına alınıp hukuki güvenceye kavuşturulması, yani resmî olması gerekir. Çünkü dindar olduğunu söyleyen gençler veya aileleri, resmî tescilin olmadığı durumlarda çok kere, aralarında akdedildiği ifade edilen akitlerin gereğini yerine getirmemekte, taraflardan biri ve genellikle kız tarafı mağdur duruma düşmektedir. Böylece, dinimizin nikâh akdinden gözettiği ulvi gaye gerçekleşmek şöyle dursun, insanlar din adına birbirlerine zulmeder hâle gelmektedirler. Nikâh kıyıldığında dinen evlilik hayatı başlar ve karı-koca arasında mehir, nafaka, miras gibi birtakım haklar ve sorumluluklar tahakkuk eder. Günümüzde bu haklar, evlilik resmen tescil ettirilmeksizin korunamadığından, evlenecek kişilerin “resmî nikâh” kıyılmadan halk arasında “dinî nikâh” ya da “imam nikâhı” olarak bilinen geleneksel merasimi yapmaları uygun değildir.
|
Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?
|
Evlilik ciddi bir müessesedir. Evlenmek isteyen kimselerin öncelikle resmî muamele yaptırmaları, sonra halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmaları uygun olur. Bununla birlikte, evlenmek üzere nişanlanan kimselerin şartlarına uygun olarak yaptıkları nikâh akdi de dinen geçerlidir. Bu durumdaki bir kadın, nikâhlandığı kimsenin dinen eşi olduğundan, kocası kendisini boşamadıkça bir başka erkekle evlenemez. Daha sonra kız fiilen bir araya gelmekten vazgeçer; fakat erkek onu boşamazsa, dinen nikâh devam eder. Bu durumda yapılacak şey, bir şekilde erkeğin boşamasını sağlamak, bu yapılamadığı takdirde, hakemler aracılığıyla aralarını tefrik etmektir. Böyle bir durumda erkeğin, sırf kadına zarar vermek amacıyla kadını boşamamakta ısrar etmesi dinen doğru değildir (el-Bakara, 2/231). Dolayısıyla söz konusu olayda öncelikle sözü dinlenir, ilim ve fazilet sahibi bir kişi, karı-koca arasını ıslaha çalışmalı; bu mümkün olmazsa boşamamakta direnen kocaya bu tutumunun hiçbir yarar sağlamadığını, böyle bir nikâha son vermesi gerektiğini, nikâhın karşı tarafa zarar vermek amacıyla kullanılamayacağını, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu anlatarak erkeğin boşamasını sağlamaya çalışmalıdır. Buna rağmen erkek boşamamakta ısrar ederse, kadın ve erkeğin aileleri bu konuda bir sonuca varmak üzere birer hakem seçerler. Ailelerden biri direnir, hakem seçmezse karşı taraf onun yerine âdil ve tarafsız bir hakem seçebilir. Seçilen hakemler öncelikle arabuluculuk yaparlar. Lüzum ve zaruret bulunduğunda kocanın rızası olmasa bile ayrılmalarına karar verebilirler. Böylece taraflar arasında nikâh bağı sona ermiş olur.
|
Boşanan kadının mali hakları nelerdir?
|
Boşanan kadın, eğer halvet-i sahiha veya zifaf gerçekleşmişse hakkı olan mehrin tamamını alır. Ayrıca erkek eşini, onun talebi olmaksızın boşamışsa, müt‘a adı verilen gönül alıcı bir hediyenin verilmesi, Şâfiî mezhebine göre vâcip, Hanefî mezhebine göre müstehap görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/111; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 3/219-220). Şâyet nikâh esnasında veya sonrasında belirlenmiş bir mehir yoksa kadın, başta kız kardeşleri olmak üzere kendisine babası tarafından olan akrabalarından eğitim, güzellik, sosyal statü itibarıyla denk sayılacak bir kadının aldığı kadar bir mehri hak eder. Buna mehr-i misil denir. Ayrıca erkeğin, boşadığı kadının bekleyeceği iddet süresince, ona nafaka ve mesken temin etmesi gerekir (et-Talâk, 65/1, 6). Şâyet bir kadın henüz kocası ile cinsel birliktelik yaşamadan veya halvet-i sahîha meydana gelmeden boşanmışsa, belirlenen mehrin yarısını (el-Bakara, 2/237); mehir belirlenmemişse, fıkıh ıstılahında “müt‘a” denilen hediyeyi hak eder (el-Bakara, 2/236). Kur’ân ve sünnette müt‘anın ne kadar olduğu belirlenmemiş, bu konuda erkeğin sahip olduğu maddî imkânlar ve örf esas alınmıştır (el-Bakara, 2/236; Muvatta’, Talâk, 46). Ancak fakihler, ilgili naslardan ve uygulamalardan yola çıkarak, müt‘anın mehr-i mislin yarısını geçmemesi gerektiğini belirtmişlerdir (İbn Mâze, el-Muhît, 3/112). Bu sebeple mahkemenin mehr-i mislin yarısını aşan veya fahiş kabul edilebilecek bir tazminatı belirlemesi hâlinde kadının mezkûr miktardan fazlasını alması haksız kazanç sayılacağından fazla miktarı tekrar eski eşine iade etmesi gerekir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak, muayyen bir miktar belirlemişlerse, bu durumda müt‘anın mehr-i mislin yarısından fazla olmasında bir sakınca olmadığı da söylenmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/110, 111; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 6/365).
|
Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?
|
İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer.
|
Boşanmadan sonra çocukların bakım hakkı kime aittir?
|
Çocuğun doğumdan itibaren beslenmesini, bakım ve temizliğini belli bir süreye kadar en iyi bir biçimde annesi yerine getireceğinden bakım hakkı öncelikle anneye tanınmıştır. Annenin şefkat, merhamet ve bu işlere dönük fıtrî becerisinin bulunması da bunu gerektirmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/143; Merğinânî, el-Hidâye, 2/283; İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/237; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193). Bir kadın Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Ey Allah’ın Elçisi! Şu benim oğlumdur. Karnım ona yuva, göğsüm pınar, kucağım da sıcak bir kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istiyor.” diye şikâyette bulununca Resûl-i Ekrem; “Başkası ile evlenmediğin sürece onun üzerinde önce sen hak sahibisin.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276]) buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir de (r.a.) eşinden ayrılan bir babaya; “Annesinin okşaması, kucağına alması ve kokusu, çocuk açısından senin yanında kalmasından daha hayırlıdır. Sonra çocuk büyüyünce seçimini yapar.” (Abdürrezzâk, el-Musannef, 7/154 [12601]) demiştir. Çocuğun bakım ve terbiyesi sorumluluğu kendisine verilen kişinin akıllı, ergin, bu işi yapabilecek güçte ve çocuğu hayat, sağlık ve ahlakî bakımlarından koruma konusunda güvenilir olması gerekir. Hem kadın hem erkekte aranan bu ortak nitelikler yanında sadece kadında ve sadece erkekte aranan başka şartlar da vardır. Erkeğin Müslüman olması, bakacağı çocuk kız ise ona mahrem olması; kadının çocuğa yabancı yani mahrem olmayan biriyle evli olmaması bu tür özel şartlardandır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258 vd.; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 6/388-393 vd.; Bilmen, Kâmus, 2/432). Çocuğun bakımı ve yetiştirilmesinin süresi (hidâne) çocuğun buna olan ihtiyacı ile orantılıdır. Hukukçular bu süreyi çocuğun kendi başına yemek yiyip giyinebileceği yaşa ulaşmasını ölçü alarak belirlemişlerdir. Dolayısıyla bu süre erkek çocukta yedi-dokuz; kız çocukta dokuz-on bir yaşlarında sona erer. Mâlikîlere göre bu müddet, erkek çocukta ergenlik çağına, kız çocukta ise evlenmesine kadar uzamaktadır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258-259). Süre sona erince çocuğun sorumluluğu, hukukçuların çoğunluğuna göre babaya intikal ederken; Şâfiî ve Hanbelîler kararın çocuk tarafından verileceğini, anne-babasından hangisini seçerse onun yanında kalacağını söylemişlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/239; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/198). Hz. Peygamber’in (s.a.s.), anne-babası boşanmış bir erkek çocuğu, onlardan hangisini seçeceği konusunda muhayyer bırakması (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276-2277]; Tirmizî, Ahkâm, 21 [1357]) ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yukarıda naklettiğimiz sözü, bu son görüşü teyit etmektedir.
|
Boşanmadan sonra çocukların nafakası kime aittir?
|
Çocukların ve annelerinin nafakalarını/temel ihtiyaçlarını karşılama görevi, babaya aittir (el-Bakara, 2/233; et-Talâk. 65/6). Nafaka borcu, yükümlünün ekonomik gücüne göre tespit edilir (et-Talâk, 65/7). Baba, çocuğun nafakasını temin edemeyecek kadar fakirse babanın kardeşi veya anne bunu temin edebilecek maddî güce sahipse baba, gücü yettiğinde ödemek üzere, onlara borçlanarak nafakayı karşılar. Kız çocuklar büyük de olsa küçük çocuklar gibi olup, evleninceye kadar nafakaları babaya, evlendikten sonra kocaya aittir. Erkek çocuklar ise çalışıp kazanır hâle gelinceye kadar baba nafakalarını temin eder, çalışıp kazanabilecek hâle gelince nafaka sorumluluğu sona erer. Ancak çocuk büyük de olsa nafakasını kazanamayacak bir özre sahip olduğunda, nafakası yine babaya aittir (Serahsî, el-Mebsût, 5/208).
|
Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?
|
Yüce Allah, akrabaya yardım ve iyiliği emretmektedir. Kur’ân’da, “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver.” (el-İsrâ, 17/26); “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (en-Nisâ, 4/36) buyrulmuştur. Allah Resûlü de (s.a.s.) hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resûlü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 128 [5140]) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin câiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, 5/208). Buna göre erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması gerekir.
|
Süt haramlığının delili nedir? Süt akrabalığının oluşma şartları nelerdir?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Nesep yoluyla evlenilmeleri haram olanlar, süt yoluyla da haramdır.” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546).
|
Çocuğun süt gelmeyen memeyi emmesiyle süt akrabalığı oluşur mu?
|
Süt akrabalığının oluşması için emziren kadının sütünün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Dolayısıyla süt gelmeyen memeyi emmekle süt akrabalığı oluşmaz (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/138; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309).
|
Bir kadının kendi çocukları dışında farklı doğumlarda emzirdikleri arasında süt kardeşliği olur mu?
|
İster aynı doğumda ister başka doğumlarda olsun, bir kadından süt emen bütün çocuklar birbirleriyle süt kardeşi olurlar (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/343). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden süt emilen kadınlar “sütanne”, aynı kadından süt emen çocuklar da “süt kardeş” olarak isimlendirilmiş ve bunlar arasında süt akrabalığının meydana geleceği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/23; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/65-66).
|
"Süt bankası"ndan alınan sütle süt hısımlığı oluşur mu? Süt bankasındaki sütlerin karışmış olması hükmü etkiler mi?
|
Süt akrabalığı, bebeğin memeden sütü emmesiyle oluştuğu gibi kadından alınan sütün içirilmesiyle de oluşur. Dolayısıyla süt bankasından temin edilen sütün emme yaşındaki çocuklara verilmesiyle süt akrabalığı oluşur. Bu nedenle süt akrabalığında herhangi bir karışıklığa meydan vermemek ve dinen haram sayılan bir evliliğe sebep olmamak için süt verenlerle süt emenlerin kimliklerinin kayda alınması ve bu konuda titizlik gösterilmesi şarttır. Süt bankasına farklı kadınlar tarafından verilen sütlerin karıştırılmış olması bu hükmü değiştirmez. Bu durumda süt veren kadınların tamamıyla bu sütleri içen çocuklar arasında süt hısımlığı oluşmuş olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/343-344).
|
Göze veya kulağa damlatılan sütten dolayı süt akrabalığı meydana gelir mi?
|
Süt hısımlığının oluşması için sütün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Bunun sebebi, emilen sütün çocuğun beslenmesi ve büyümesindeki katkısıdır. Göze veya kulağa damlatılan sütün beslenme ve büyümede etkisi yoktur. Dolayısıyla bu organlara damlatılan süt sebebiyle süt akrabalığı meydana gelmez (Merğinânî, el-Hidâye, 1/245; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/313; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/344).
|
Süt sebebiyle oluşan mahremiyette ölçü nedir?
|
Aralarında süt hısımlığı bulunan kimseler birbirlerinin mahremidirler yani bunların birbirleriyle evlenmeleri ebediyen haramdır. Süt akrabalığı ile nesep akrabalığı arasında mahremiyet açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla bakma, dokunma, bir arada bulunma, beraber seyahat etme vb. konularda nesep akrabası için söz konusu olan kurallar süt akrabası için de aynen geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/113).
|
Bir kimse sütbabasının diğer hanımından olan çocuğuyla evlenebilir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Nesep bakımından haram olan süt bakımından da haramdır” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Bu yüzden kişi, kendi baba bir kardeşiyle evlenemeyeceği gibi sütbabasının diğer hanımından olan çocuğu da baba bir süt kardeşi olduğundan, onunla da evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, 5/242).
|
Bir kimse kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir mi?
|
Süt akrabalığı, sadece emziren ve emen arasındaki süt emme fiilinden doğduğu için sütanne ve bazı akrabaları ile; süt emenin kendisi ve öz çocukları ile sınırlı kalmakta, bunların dışındaki akrabalar arasında evlenme engeli meydana gelmemektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/130). Bu yüzden kişi, kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir.
|
Sütkardeş oldukları evlendikten sonra anlaşılan çiftlerin durumu ne olacaktır?
|
Süt emme ve emzirmenin evlilik engeli sayılabilmesi için emme olayının kesin olarak sabit olması gerekir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546). Kocanın, eşiyle süt kardeş olduğunu ikrar edip, ikrarında ısrar etmesi ya da âdil iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile süt kardeş oldukları sabit olan evli çiftlerin araları ayrılır. Bu durumda, çiftler arasında cinsel yakınlık olmuş ise kadın, belirlenen mehir ile mehr-i misilden en az olanı hak eder. Cinsel yakınlaşma olmamış ise kadın, mehir olarak bir şey alamaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/380-381). Şâfiî mezhebine göre süt akrabalığının varlığı, erişkin iki erkek, bir erkek iki kadın veya dört kadının şahitliğiyle ispat edilebilir. Yine bu mezhebin kuvvetli görüşüne göre, süt emmeye şahitlik etmek, mahremiyetin sabit olması için yeterli değildir. Şahitlerin; süt emme vaktini, emme sayısını ve sütün, emen çocuğun midesine ulaştığını söylemeleri gerekir (Şâfiî, el-Ümm, 6/94; Nevevî, el-Mecmû’, 20/260). Buna göre, evlendikten sonra süt kardeş oldukları ihtimali beliren çiftler, Şâfiî mezhebinde ileri sürülen şartlar gerçekleşmemişse bu mezhebin görüşü doğrultusunda evlilik hayatına devam edebilirler.
|
Ücretle sütanne tutmak caiz midir?
|
Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda çocuğa karşı yerine getirilmesi gereken önemli bir hak olarak görülmüştür. Allah Teâlâ “Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da babanın borcudur. Hiç kimse gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılınamaz. Ne ana çocuğu yüzünden zarara uğratılsın ne de babası çocuğundan dolayı zarar görsün” (el-Bakara 2/233) buyurmuş ve emzirmeyi bir vazife olarak annelere yüklemiştir. Ancak aile isterse çocuğu sütanneye de verebilir. Annenin çocuğu bizzat emzirmesinin sağladığı yararlar dikkate alındığında meşru mazeret olmadıkça annelerin emzirmeden kaçınmamaları gerekir. Çocuğun sütanneye verilmesi durumunda emzirme karşılığında bir ücret talep edilirse, bu ücret baba tarafından ödenir (el-Bakara 2/233, el-Talâk 65/6).
|
Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?
|
İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb, 33/4) meâlindeki âyetle kaldırılmış, ardından gelen âyette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslâm’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24 [6005]; Müslim, Zühd, 42 [2983]) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, ona öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi onu kanuni mirasçıları arasına katması ve aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından kendisine öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi; onu koruma altına almak, bakmak, büyütmek, maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir.
|
Koruyucu aile kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödediği paranın alınmasında dinen bir sakınca var mıdır?
|
Koruyucu aile programı uygulaması kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödeyeceği paranın çocuğa harcanması veya onun adına saklanması hâlinde koruyucu aile tarafından alınmasında dinî açıdan bir sakınca yoktur. Bununla birlikte, himaye eden ailenin fakir olması durumunda çocuk için verilen paradan makul şekilde istifade etmesi de câizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (bulâğa) erdiklerinde, eğer reşîd olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 4/6) buyrulmuştur. Öte yandan dinimizde çocuğun anne-baba ile olan nesep bağının koparılması onun duygu dünyasını yıkmak ve onu ruhen öldürmek sayılabileceğinden dolayı doğru bulunmamıştır (bkz. el-Ahzâb, 33/4-5; Buhârî, Megâzî, 57 [4326]; Müslim, Îmân, 114-115 [63]). Bu yüzden çocuk, Allah’ın emaneti olarak görülmeli, bu emanete hakkıyla riâyet için çaba ve gayret gösterilmeli, maddî sıkıntılar sebebiyle evlatlık verilip gerçek anne-baba şefkatinden mahrum bırakılmamalıdır.
|
İddet ne demektir? İddet süreleri ne kadardır?
|
“Saymak, miktar, adet” anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kavramı olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi hâlinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik bağını bir anda yok etmeme gibi hikmetleri bulunmaktadır. Evlilik, boşanma veya fesih yoluyla sona ermişse ve kadın da hamile değil ise âdet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler. “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler.” (el-Bakara, 2/228). Herhangi bir sebeple âdet görmeyenler ise üç ay süreyle iddet beklerler. “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (et-Talâk, 65/4). Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.” (el-Bakara, 2/234). Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer. “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (et-Talâk, 65/4). İddet beklemenin başlangıcı, tarafların fiilen birbirlerinden ayrı kaldıkları an değil, boşamanın veya ölümün gerçekleştiği andır. İddet beklemekte olan bir kadının başka biri ile nikâhlanmasının haram olmasının hikmeti, kendisinde hâlâ eski evliliğinin etkilerinin bulunabilmesi, eski kocasının haklarının korunması ve neslin birbirine karışma ihtimalinin bulunmasıdır.
|
Evlenmenin dinî hükmü nedir?
|
İslâm, evliliği ve evlilik yoluyla neslin devamını emretmiştir. Nitekim âlimlerimiz neslin devamını, İslâm’ın gerçekleştirmeyi hedeflediği beş temel zarurî esastan biri olarak görmüşlerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de evli olmayanların evlendirilmesi emredilmiş, fakir olsalar bile Allah’ın onları kendi lütfundan rızıklandıracağı bildirilmiş (en-Nûr 24/32); evlilik hükümleri detaylı bir şekilde anlatılmış (en-Nisâ 4/3, 23) ve insana kendi türünden huzur bulacağı eşlerin yaratılması da Allah’ın varlığının ve hikmet sahibi oluşunun delili olarak gösterilmiştir. (er-Rûm 30/21) Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanları evlenmeye teşvik ederek; “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” (Buhârî, Nikâh, 2-3 [5065-5066]; Müslim, Nikâh, 1 [1400]) ve “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh, 1 [1846]; bkz. Buhârî, Nikâh, 1 [5063]; Müslim, Nikâh, 5 [1401]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 6/173 [10391]) buyurmaktadır. Bu itibarla evlilik, meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet olarak görülmüştür (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/7). Bununla birlikte evlenmediği takdirde günaha girme ihtimali yüksek olan kimsenin evlenmesi vaciptir. Bir kimsenin davranışlarına yansıyan kişilik bozuklukları sebebiyle evleneceği eşine zulmetmesinden endişe edilmesi hâlinde ise evlenmesi mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/82).
|
Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar kimlerdir?
|
İslâm dininde evlenilmesi haram olan kadınlar âyet ve hadislerde belirtilmiş ve bunların dışındakilerle evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle evlenilmesi haram olan kadınlardan bahsederken öncelikle Câhiliye döneminde bir nikâh türü olan üvey anneyle evlenme âdetine şu âyetiyle yasak getirmiştir: “Geçmişte olanlar hariç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu ne kötü bir yoldur.” (en-Nisâ, 4/22). Bir sonraki âyette nesep ve süt hısımlığıyla sıhrî hısımlıktan dolayı evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanmıştır: “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın eşleri, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 4/23). Daha sonra evli kadınlarla evlenmenin de haram olduğu ifade edilmiştir: “…Evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır.” (en-Nisâ, 4/24). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de iddet bekleyen kadının başka biriyle evlenemeyeceği (el-Bakara, 2/235), tek kadınla evlilik esas olmakla birlikte şartlarına uyarak birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek için bu sayının dörtle sınırlı olduğu ve aynı anda dörtten fazla kadınla evli olunamayacağı bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/3). Bunun yanında kadın olsun erkek olsun müşriklerle evlenmek yasaklanmış (el-Mümtehine, 60/10); ancak Müslüman erkeklerin, Ehl-i kitaptan iffetli kadınlarla evlenmelerine izin verilmiştir (el-Mâide, 5/5). Nisâ sûresi 23. âyette geçen “İki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz de size haram kılındı.” ifadesi, “Bir kadın, halası veya teyzesi ile aynı anda (bir erkeğin nikâhı altında) bulunamaz” (Buhârî, Nikâh, 27 [5109-5110]; Müslim, Nikâh, 37-38 [1408]) hadisiyle; aynı âyette geçen “Sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz size haram kılındı” ifadesi de “Nesep sebebiyle haram olanlar süt emme sebebiyle de haram olur.” (Buhârî, Nikâh, 117 [5239]; Müslim, Radâʽ, 2 [1444]) hadisiyle açıklanmış ve böylece âyetin delâlet ettiği hükümlerin kapsamı genişletilmiştir.
|
Kişi hangi akrabaları ile evlenemez?
|
İslâm dininde evlenilmesi câiz olmayan hısımlar âyet ve hadislerde sayılmış ve bunların dışında kalanlarla evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar şunlardır: Anne, anne veya baba tarafından olan büyük anneler, kız, oğlan ve kızın çocukları yani torunlar, kız kardeş, kız ve erkek kardeşin kızları, hala, teyze, eşin annesi, kendisiyle birleşilen eşin başka kocasından olan kızı, oğlun eşi, evlilikleri devam ettiği sürece eşin kız kardeşi ile teyzesi ve halası (eşinden ayrılmadan bunlarla evlenemez), puta, ateşe, yıldıza tapanlar, sütanne, süt kız kardeş, süt hala, süt teyze ve başkalarının nikâhında bulunan kadınlar (en-Nisâ, 4/23-24; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/84-86). Bunların dışında kalanlarla, başka bir evlenme engeli de yoksa evlenilmesi câizdir. Nisâ sûresinde evlenilmesi yasak olanlar sayıldıktan sonra; “Bunların dışında kalanlarla ise evlenmek size helâl kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/24) buyrulmuştur. Yukarıda sayılanların dışındaki akrabalarla evliliği yasaklayan bir delil bulunmamaktadır. Bazı kitaplarda nakledilen “Yakın akrabalarla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf doğar.” (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]) şeklindeki hadis güvenilir kaynaklarda yer almamaktadır. Bu konuda zikredilen “Zayıf çocuklar dünyaya getirmektesiniz. Bu yüzden yabancı kadınlarla evlenin.” sözü Hz. Peygamber’e (s.a.s.) değil Hz. Ömer’e aittir (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]). Hz. Peygamber (s.a.s.) halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendiği gibi (el-Ahzâb, 33/36-38), kendi kızı Hz. Fâtıma’yı da amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir.
|
Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilir mi?
|
Dinî değer ve hayatın muhafazası, geliştirilip devam ettirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gibi önemli sosyal fonksiyonlar icra eden aile kurumuna hukuki meşruiyet kazandıran evlenme akdinin sınır ve şartları Kur'ân-ı Kerîm’de ve sünnette tafsilatlı bir şekilde yer almış, kimlerle evlenilip kimlerle evlenilemeyeceği detaylı olarak açıklanmıştır. Bu bağlamda dinimizde Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyan) kadınlarla evlenebileceği; Ehl-i kitap dışındaki gayrimüslim (ateist, deist, budist vb.) kadınlarla ise evlenemeyeceği belirtilmiştir (el-Bakara, 2/221; Maide, 5/5). Şu kadar var ki, eş seçiminde Müslüman hanımların tercih edilmesi aile huzuru, neslin korunması ve toplumsal uyum açısından daha uygundur.
|
Nikâhın tescili şart mıdır?
|
Dinî kurallara uygun olarak yapılan bir nikâh akdi geçerlidir. Ancak evliliğin bir düzene sokulması ve evlenecek olanların gerekli şartları taşıyıp taşımadığının denetlenmesi bakımından, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden bu yana nikâhlarda aile büyüklerinin hazır olması, bir hutbe îrâd edilmesi/dua yapılması ve bu arada bir düğün yemeği (velîme) verilmesi müstehap görülmüştür. Tescil gibi bir şekil şartı, ilgili naslarda yoksa da; vadeli borç ve hakların yazıyla tespitini ve şahit bulundurulmasını bildiren âyetin (el-Bakara, 2/282) delâleti, bir akit olması hasebiyle nikâhın da tescil edilmesinin uygun olacağını göstermektedir. Bu tescil, kadının haklarının korunması açısından önemli olduğu için ihmal edilmemelidir.
|
Resmi nikâh kıydıran kimse ayrıca dinî nikâh kıydırmalı mıdır?
|
İslâm’a göre nikâh, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin (veya vekillerinin) şahitler huzurunda “seni nikâhladım, seninle nikâhlandım, seni eş olarak kabul ettim, seninle evlendim.” gibi yoruma ve inkâra imkân vermeyecek sözlerle, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmelerinden (îcap ve kabul) ibarettir (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/82-83). Bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi gerekir. Bütün şartların yerine getirilmesi neticesinde icra edilen bu şekildeki bir resmî nikâh, dinen de muteberdir. Nikâh dairelerinde kıyılan resmî nikâhlarda nikâh memurunun “evlenmeyi kabul ediyor musun?” şeklindeki sözün tarafların “evet” veya “kabul ediyorum” şeklinde verdikleri cevaplar bu akdin dinen geçersiz olmasını gerektirmez. Çünkü yapılan nikâh akdinin kesin olduğu hem resmî tescille hem de ortam karinesi ile sabittir. Evlenecek kişiler resmî nikâhtan sonra, isterlerse evlerinde veya münasip bir yerde istedikleri kişilere Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm okutup dua ettirip nikâh kıydırabilirler. Kurulan yuvanın mutluluklar getirmesi, sâlih ve sağlıklı nesillere vesile olması için dua edilmesi elbette iyidir. Bu aynı zamanda örfümüze de uygundur. Ancak günümüzde resmî nikâh olmadan dinî nikâh yapılması kadının ve çocukların haklarının korunması açısından uygun değildir. Nitekim Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesinde de şehrin kadısına kayıt yaptırılması şart koşulmuş ve nikâhın tescili üzerinde ısrarla durulmuştur.
|
Nikâhta şahitliğin hükmü nedir?
|
Nikâh akdinin geçerli olmasının şartlarından biri de nikâhın şahitler huzurunda akdedilmesidir. En az iki şahit bulunmadan kıyılan nikâh akdi geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.); “…iki âdil şahit olmadıkça kıyılan nikâh (geçerli) olmaz.” (İbn Hibbân, es-Sahîh, 9/386 [4075]; bkz. Tirmizî, Nikâh, 15 [1104]) buyurarak nikâhtaki en önemli şartlardan birinin şahitlik olduğunu belirtmiştir. Nikâh akdinde şahitlerin; erkeğin şahidi ve kadının şahidi şeklinde bir ayrıma tabi tutulması şart değildir. Hanefî âlimleri dışındaki müctehidler, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşmuş, Hanefîler ise bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Nikâhta şahitliğin şart koşulması aleniliği sağlamak ve yapılan evliliğe şaibe karışmasını önlemek içindir. Ayrıca şahitlerin Müslüman ve tam ehliyetli (temyiz gücüne sahip, âkil baliğ) olması gerekir. Şu kadar var ki evlenilecek kadın Ehl-i kitaptan biri ise şahitler de Ehl-i kitaptan olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/185-186).
|
Gizli nikâhın hükmü nedir?
|
Tarafların şahitler huzurunda irade beyanında bulunmalarına rağmen ailelerinden ve yakın çevrelerinden gizleyerek yaptıkları akit, gizli nikâh olarak adlandırılır. Böyle bir akit, nikâhta bulunması gereken aleniyet niteliğini taşımadığından dinin nikâh ile ilgili genel ilkelerine aykırıdır. Sadece iki şahidin bildiği bir nikâh akdinin alenî olduğu söylenemeyeceğinden tarafların ailelerinin ve yakın akrabalarının muttali olmadığı bir akit gizli nikâh olmaktan çıkmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu nikâhı ilan edip duyurun...” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]); “Haram olan (ilişki) ile helal olanı (evlilik) ayıran şey, def çalmak ve duyurmaktır.” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1088]; Nesâî, Nikâh, 72 [3369-3370]) buyurarak alenîliğin gerekliliğine işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir de gizlenmesi şartıyla yapılan nikâh akdini geçersiz saymıştır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/129).
|
Tehdit altında yapılan nikâh akdi geçerli midir?
|
Nikâh, evlenmelerinde dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin veya vekillerinin şahitler huzurunda, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmeleriyle (icap ve kabulle) meydana gelen bir akittir. Bu sebeple tarafların ömür boyu birlikte yaşamaya ve hayatın iyi-kötü yanlarını birlikte omuzlamaya hür iradeleri ile karar vermeleri gerekir. Dolayısıyla evlenecek kişilerin rızalarının bulunması zorunludur. Nitekim fıkha istinaden hazırlanmış olan Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesi zorla ve tehdit altında yapılan nikâhı geçersiz saymıştır (HAK, Md. 57). Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir.
|
İki bayram arasında evlenmek caiz midir?
|
Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dinî yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Âişe (r.a.) iki bayram arasında yer alan Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikâh, 73 [1423]). Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır.
|
Boşama yetkisinin eşe veya başkasına devredilmesi mümkün müdür?
|
İslâm’da boşama yetkisi prensip olarak kocaya verilmiştir. Boşama yetkisini elinde bulunduran kocanın, bu yetkisini, nikâh akdi sırasında veya evlilik süresi içinde karısına veya bir başkasına devretmesi mümkündür. Buna “tefvîz-i talâk” denir. Tefvîz, nikâh akdi esnasında yapılabileceği gibi evliliğin devam ettiği bir zamanda da yapılabilir. Nikâh akdi esnasında tefvîz yapılacaksa bu, kadının o sırada bu hakka kendisinin de sahip olmasını şart koşmasıyla olur. Kadın bu hakka nikâh kıyılırken mesela “boşama yetkisi elimde bulunup, dilediğim zaman kendimi boşayabilme şartıyla evleniyorum” demesi ve erkeğin de bunu kabul etmesiyle sahip olur. Bu şekliyle boşama yetkisini alan kadın dilediği zaman boşanabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/387-390; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/242, 314-324, 329). Tefvîz-i talâk, evlilik devam ederken de olabilir. Erkek, eşine, “Sen muhayyersin. Beni veya boşanmayı tercih edebilirsin. İstersen kendini boşayabilirsin, evliliğe devam konusunda karar senin.” gibi sözler ile boşama hakkını verebilir. Kadın bu tür sözlerle kendisine verilen boşama yetkisini aynı mecliste kullanmazsa hakkını kaybeder. Ancak boşama yetkisi “kendini her ne zaman istersen boşayabilirsin” gibi umumi bir ifade ile verilirse, kadın bu hakkı sözün söylendiği meclisle sınırlı olmadan istediği zaman kullanabilir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 4/76-79). Kadın, ister nikâh esnasında isterse evlilik devam ederken elde ettiği boşanma yetkisini kullanmak zorunda değildir. Kadın kocasının verdiği bu yetkiyi baştan kabul etmeyeceği gibi sonradan kendi rızasıyla da iade edebilir. Bu yetkiyi kocasına iade eden kadın tefvîz yoluyla elde etmiş olduğu boşanma hakkını yitirmiş olur (Bilmen, Kâmus, 2/259).
|
Boşanma esnasında şâhit bulundurmak gerekir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (et-Talâk, 65/2) buyrulmaktadır. Bu âyetteki şahit tutma emrinin boşamaya mı yoksa ric‘î talâkla boşadıktan sonra dönmeye mi yönelik olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Hanefîler'e göre her ikisinde de şahit bulundurmak menduptur. Dolayısıyla boşama esnasında şahit tutma, boşama işleminin geçerlilik şartı değildir. Bununla birlikte fakihler bu buyruğun, hakların zayi olmaması ve ihtilafların önlenmesi gibi amaçlar taşıdığı noktasında birleşmektedirler.
|
‘Boşarım’ demekle boşanma meydana gelir mi?
|
Boşama, yetkili kişi veya kurumun kesin kararı ve bu kararın yoruma yer bırakmayacak şekilde açık sözlerle ifade edilmesiyle olur. Türkçede geniş zaman için kullanılan “Boşarım” sözü bu nitelikte olmayıp boşama tehdidi anlamına gelir. Dolayısıyla bu sözle boşama meydana gelmez. Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225-228; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/385-387, 397).
|
Bir defada iki veya üç talakla boşamanın hükmü nedir?
|
İslâm’a göre evli çiftler arasında üç bağ vardır. Buna göre koca, eşini en fazla iki defa boşamışsa onunla evliliğini sürdürebilir. Üçüncü kez boşamakla aralarındaki evlilik bağı tamamıyla ortadan kalkmış olur. İçlerinde Hanefî ve Şâfiîlerin de bulunduğu fukahâ çoğunluğuna göre aynı anda verilen “üç boşama”, “üç talâk” olarak geçerli olup, bu takdirde koca, eşini tamamen boşamış olur (Şâfiî, el-Ümm, 6/473; Sahnûn, el-Müdevvene, 2/3; Kudûrî, el-Muhtasar, 3/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 2/61). Ashap ve tâbiînden bu boşamayı üç sayanlar olduğu gibi tek sayanlar da vardır. Böyle bir boşamanın tek talâk olacağı görüşünü savunanlar, İbn Abbas’ın rivâyet ettiği “Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde, Hz. Ebû Bekir’in devrinde ve Hz. Ömer’in hilafetinin ilk iki senesinde üç talâk bir talâk sayılırdı” haberini (Müslim, Talâk, 15 [1472]) ve yine İbn Abbas’ın rivâyet ettiği, “Rükâne, karısını bir mecliste üç talâk ile boşamıştı ve bunun için çok üzülüyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona, “Onu nasıl boşadın?” diye sordu. Rükâne “üç talâk ile boşadım” dedi. Resûlullah (s.a.s.) ona, “Tek mecliste mi?” dedi. O da “evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “O bir talâktır. İstersen ona dönebilirsin” buyurdu anlamındaki hadisini delil getirmişlerdir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/265 [2387]; Ebû Dâvûd, Talâk, 9-10, 13-14 [2196, 2206, 2208]; Tirmizî, Talâk, 2 [1177]). Din İşleri Yüksek Kurulu’nun benimsediği görüşe göre, aynı anda veya ric‘at olmadıkça yapılan boşamalar tek boşama sayılır. Bu durumda boşama ric‘î (yeni bir nikâh akdi yapmaya gerek kalmaksızın kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) ise taraflar, iddet içinde yeni bir nikâha gerek olmaksızın, boşama bâin (geri dönüşü ancak yeni bir nikâh akdi yapmakla mümkün olan boşama) ise veya iddet bitmiş ise tarafların rızaları ile yeni bir nikâh kıyarak evliliklerini sürdürebilirler.
|
Boşama anlamına gelebilecek kinayeli sözlerle boşanma meydana gelir mi?
|
İslâm hukukuna göre boşama için kullanılan sözler iki türlüdür. Bunlardan birisi boşamadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, sadece boşama için kullanılan “Seni boşadım, boşsun, boş ol.” gibi sözlerdir. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşama anlamına gelebileceği gibi başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Bu tür ifadelere de kinayeli sözler denir. “Git babanın evine.”, “Defol git.”, “Sen benim karım değilsin.”, “Ben senin kocan değilim.” gibi ifadeler, boşamada kullanılan kinayeli sözlerdendir. Bu tür sözlerin boşanmada etkili olabilmesi için erkeğin bu sözleri boşama kastıyla söylemiş olması gerekir. Bu vb. kinayeli sözlerle boşamaya niyet edildiği takdirde bir bâin (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı vermeyip yeni bir nikâh akdi gerektiren) talâk meydana gelir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225). Şâfiîlere göre ise böyle kinayeli sözlerle yapılan boşamalar ric‘î (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) sayılır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/455-462).
|
Kadının, “ben ayrılmak istiyorum” deyip, erkeğin de “peki” demesiyle boşama meydana gelir mi?
|
Boşama kişinin kesin kararına ve bu kararın yoruma açık olmayacak şekilde ifadesiyle gerçekleşir. “Boşanalım, ayrılalım, ben ayrılmak istiyorum” gibi sözler temenniden ibarettir. Kadının bu tür temennilerine erkek “peki” diyerek olumlu mukâbelede bulunsa bu sözlerle boşama meydana gelmez. Şu kadar var ki, olur olmaz şeylerden dolayı boşama konusunun gündeme getirilmesi doğru bir davranış değildir.
|
Boşamada kullanılan sözler dille söylenmeden zihinden geçirilmekle boşama gerçekleşir mi?
|
Boşama, bu yetkiye sahip olan kişinin boşama için kullanılan sözlerden birisini kullanmasıyla gerçekleşir. Boşamanın meydana gelmesi için içteki niyetin söz olarak dışarıya vurulması lazımdır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bir hadiste, “Allah, söze ve tasarrufa dökmedikçe ümmetimi içinden geçirdiklerinden dolayı sorumlu tutmayacaktır.” (Buhârî, ʽItk, 6 [2528]; Eymân, 15 [6664]; Müslim, Îmân, 201-202 [127]) buyrulmuştur. Buna göre sadece içten geçirilerek veya söylemeksizin sadece talâka niyet etmekle boşama meydana gelmez.
|
Şarta bağlı boşamanın hükmü nedir?
|
Boşamanın meydana gelmesini “şâyet, ise zaman” gibi şart edatlarından birini kullanarak bir işin olup olmamasına bağlamaya ta‘liku’t-talâk denir. Bu şart kocanın kendi fiiline bağlanabileceği gibi eşinin veya bir başka şahsın fiiline ya da bir olayın vukuuna da bağlanabilir. Mesela “Şunu yaparsam/yapmazsam eşim boş olsun”, “Şunu yaparsan/yapmazsan boş ol”, “Falanca şöyle yaparsa/yapmazsa boşsun” yahut “Şöyle yaparsan/yapmazsan eşim boş olsun” gibi boşamanın eşlerden birinin veya üçüncü bir kişinin fiiline bağlandığı hallerin tamamı ta‘liku’t-talâk olarak değerlendirilir. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre şarta bağlanmış olan boşama, bu şartın yerine gelmesiyle gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/244; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/504, 514-515; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/451, 461-462). Bazı âlimlere göre ise bu şartlı ifadeler, kullanan kişinin maksadına göre farklı sonuçlar doğurur. Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir. Buna göre şarta bağlanan ifade; a) Eşi ile arasındaki nikâh bağını sona erdirmek niyeti ile söylenirse boşama olarak değerlendirilir. b) Boşama kastı ve niyeti olmaksızın söze kuvvet kazandırmak, bir işi teşvik etmek ya da bir işe engel olmak amacı ile söylenirse yemin olarak değerlendirilir. Bu durumda şart gerçekleştiğinde erkeğin yemin keffâreti vermesi gerekir (İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ, 33/46, 127-128). Ayrıca tehdit ve baskı (ikrah) altında kişinin rızası olmadan yapılan şartlı boşamalar ile “filan işi yaparsam/yapmazsam evleneceğim bütün kadınlar boş olsun” cümlesinde olduğu gibi ileride yapılabilecek nikâh akitlerinin başlar başlamaz boşanma ile sonuçlanmasını ileri süren şartlar hiçbir hüküm ifade etmez.
|
Boşamadığı hâlde yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söylemenin hükmü nedir?
|
Gerçekte eşini boşamadığı hâlde kendisine sorulduğunda yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söyleyen kimse eşini boşamış olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/238). Bu kişi yalan beyanı nedeniyle günahkâr olur, tövbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Nikâh ve boşama gibi konularda, söz söylerken oldukça dikkatli olunmalı ve Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen; “Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir; nikâh, talâk (boşama) ve talâktan sonra eşine dönme” (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]) hadisi unutulmamalıdır.
|
Niyeti boşama olmadığı halde eşe karşı tehdit unsuru olarak boşama sözlerini kullanma halinde boşanma gerçekleşir mi?
|
Boşama konusunun yerli yersiz gündeme getirilmesi doğru değildir. Bu durum ciddi sonuçlar doğuracağından Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda dikkatli davranmayı tavsiye etmektedir (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]). Kişinin tehdit için karısına “seni boşarım”, “seni boşayacağım” gibi ifadeleri söylemesiyle boşama meydana gelmez. Zira bu tür sözler geleceğe dönük tehditten ibarettir (Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 3/101).
|
Mehir ne demektir? Çeşitleri nelerdir?
|
Evlilik akdinin doğurduğu bir yükümlülük olarak erkeğin eşine vermesi gereken para ya da mala mehir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının câiz olmadığı konusunda âyetler bulunmaktadır (el-Bakara, 2/237; en-Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; el-Mâide, 5/5). Hanefîler'e göre mehir, nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır. Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehrin miktarı nikâh anında belirlenmişse buna “mehr-i müsemmâ/belirlenmiş mehir” denir. Nikâh esnasında mehrin miktarının belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması hâlinde, evlenen kadın “mehr-i misil/emsal mehir” hak eder. Bu durumda mehrin miktarı akrabaları arasında her bakımdan kendi konumuna denk olan kadınların aldığı mehrin miktarıdır. Mehir, ödenme zamanına göre, “peşin mehir/mehr-i muaccel” ve “vadeli mehir/mehr-i müeccel” olmak üzere ikiye ayrılır: Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mehrin kadına ödenmesi gerekir. Şâyet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma hâlinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm hâlinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir. Mehir olarak maddî veya malî değeri olan her türlü menfaat tespit edilebilir. Mehrin en az miktarı Hanefîler'e göre 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli), Mâlikîlere göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehrin alt veya üst sınırı yoktur. Mehrin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehre üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “…Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın...” (en-Nisâ, 4/20) âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir.
|
Kadın hangi durumlarda mehir alamaz?
|
Nikâh akdi yapıldıktan sonra eşler arasında cinsel birleşme veya sahih halvet (cinsel ilişkide bulunmalarına herhangi bir engel olmayan bir ortamda baş başa kalmaları) gerçekleşirse; erkek, kadına mehrinin tamamını vermekle yükümlüdür (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/331). Evlenme akdi sahih olur, fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vâki olur veya kadın mehri karşılığında eşinden ayrılma yoluna giderse (muhâlea) mehir hakkı düşer (İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/188-189; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/388; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/303-304).
|
Mehrini eşine bağışlayan kadın daha sonra bu bağışından dönebilir mi?
|
Mehrini aldıktan sonra eşine bağışlayan kadın bunu teslim etmeden önce bağışından dönebilir; zira teslim gerçekleşmediği için hibe akdi tamamlanmamış; yani bağış gerçekleşmemiştir. Ancak hibe edilen mehrin teslimi gerçekleşirse kadının bu hibeden vazgeçme hakkı yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/48, 52). Şâyet kadın mehrini almamış ve kocasının zimmetinde borç olarak bulunuyorsa bu mehrini bağışlar ve koca da kabul ederse artık geri dönemez. Çünkü borç kocanın zimmetinde olduğu için hibe akdiyle kabz (teslim alma) tamamlanmış olur. Şu da bilinmelidir ki, mehrin veya başka bir malın hibesinden maksat, eşler arasında bağlılığı ve kaynaşmayı güçlendirmektir. Hibeden dönmek ise bu bağlılığı ve kaynaşmayı koparmak anlamına gelir; eşler arasında sevgisizliğe ve soğukluğa sebep olur.
|
Mehri ödenmeden ölen kadının mehrinin hükmü nedir?
|
Mehir kadının nikâh ile kazandığı bir haktır (en-Nisâ, 4/4, 24). Kadın hayatta iken kocası bu hakkını vermemişse ölümünden sonra mirasçılarına vermek zorundadır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/102). Dolayısıyla kadın ölünce henüz almadığı mehri de dâhil olmak üzere kendisine ait mal varlığı, teçhiz ve tekfin işlemi yapılıp, borçları ödendikten ve vasiyeti şartlarına uygun olarak yerine getirildikten sonra, mirasçılarına intikal eder. Koca da diğer mirasçılar gibi hissesi oranında karısının mirasından pay alır.
|
Kadın mehir olarak mal olmayan bir şey isteyebilir mi?
|
İslâm’da satışı veya kullanılması mübah olan her şey mehir olarak verilebilir. Taşınır ve taşınmaz mallar, zinet eşyası, standart (mislî) olan şeyler ve hatta taşınır veya taşınmaz bir maldan yararlanma hakkı da bunlar arasındadır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 2/279). Mal olarak ekonomik karşılığı olmayan ve sadece dinen taat olan (sevap kazanmaya vesile olan amel) bir şeyin mehir olarak verilip verilemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’i veya dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında tartışılmıştır. Hanefîler mehrin maddî değeri olması ilkesinden hareketle bunu câiz görmezken (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/339); diğer bazı mezhepler Kur’ân ve fıkıh öğretimi gibi işlerin mehir olabileceğini söylemişlerdir (Şevkânî, es-Seylü’l-cerrâr, 2/277; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 9/6767-6768). Kadının evleneceği erkekten mehir olarak kendisini hacca götürmesini istemesi konusunda da aynı ihtilaflar geçerlidir. Ancak hacca götürme maddî bir külfet gerektirdiği ve burada amaç erkeğin kadına hizmeti değil, hac masraflarını karşılaması olduğu için bunun câiz olduğu görüşü tercih edilmelidir. Diğer taraftan evlenecek kadının mehir olarak muhatabının “namaz kılmasını, oruç tutmasını, sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıkları terk etmesini istemesi” -ki, bunlar zaten kişinin yerine getirmesi gerekli görevler olduğu için- mehir olmaz.
|
Düğünlerde verilen hediyeler boşanma durumunda kime kalır?
|
Düğünlerde, evlenen erkek ve kadının birbirlerine ve bunların anne, baba, nine, kardeş, amca, dayı, hala, teyze gibi mahrem akrabalarının kendilerine vermiş oldukları hediyeler hibe hükmünde olup tek taraflı olarak bunlardan dönmeleri câiz değildir. Ancak bunların dışındakiler, tahrîmen mekruh olmakla birlikte verdikleri hediyeyi geri isteyebilirler. Hediyeler ise eşlerden hangisine verilmiş ise ona ait olur. Kimin adına getirildiği bilinmemesi hâlinde, mümkünse getirenlerden sorulur ve onların sözüne göre hareket edilir. Bunun mümkün olmaması hâlinde bulunulan yerin örf ve âdetine göre hareket edilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 4/382-383). Damadın veya ana babasının geline taktıkları takılar örfen mehirden sayılıyorsa mehirdir; asla geri alınamaz.
|
Hac ayları hangileridir?
|
Hac ayları, hicrî takvimdeki Şevvâl ve Zilkade aylarının tamamı ile Zilhicce ayının ilk 10 günüdür. İhrama bu aylar içerisinde girilmesi gerektiğinden dolayı bu aylara hac ayları denilmiştir. Bu zamanlara hac ayları denmesi, hac menâsikinin bu aylardan herhangi birinde bitirilebilmesi açısından değil, haccın şartı olan ihrama Şevvâl’den itibaren girilebilmesi bakımındandır. Bu süre içerisinde ihrama girerek, haccın iki temel rüknünden biri olan ve sadece Zilhicce’nin dokuzuncu günü öğle vakti ile onuncu günü fecr-i sâdık arasında yapılabilen Arafat vakfesini yapan kimsenin haccı geçerli olur. Haccın diğer rüknü olan ziyaret tavafı ise kurban bayramı günlerinde eda edilmekle birlikte, bugünlerde yapılamaz ise cezasını yerine getirmek kaydıyla, daha sonra da yapılabilir ve bu tehir, o seneki haccın geçersiz sayılmasına sebep olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/132-133).
|
Hac kimlere farzdır?
|
Hac, İslâm’ın beş temel esasından biri olup bedenî ve malî yönü olan bir ibadettir. Sağlık, servet ve yol emniyeti yönünden haccetme imkânına sahip (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120), hür, (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 3/354 [14868]) akıl sağlığı yerinde ve büluğ çağına erişmiş Müslümanlara farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/132; Kâsânî, Bedâi‘, 2/120; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/453-454). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Hayatında bir defa hac yapmış olan Müslümanın bir daha haccetmesi gerekmez (Müslim, Hac, 412 [1337]); ancak nâfile olarak hac yapabilir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 1 [1721]; İbn Mâce, Menâsik, 2 [2886]). Günümüzdeki kota sınırlamaları sebebiyle müracaat ettiği hâlde kurada ismi çıkmadığı için hacca gidemeden ölen kimseler, hacca gitmeye imkân bulamadığı için borçlu olarak ölmüş olmaz. Kendisine hac farz olan kimsenin, haccını bizzat eda etmekle yükümlü olması için sağlıklı olması, tutukluluk veya yurt dışına çıkma yasağı gibi bir engelinin bulunmaması ve yolun güvenli olması şarttır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/141). Hac yolculuğuna katlanamayacak, ya da fiilen haccedemeyecek derecede hasta olanlar ile yaşlılar, hac kendilerine farz olsa bile, eda ile yükümlü değildirler. Bu durumda olanlar şartları oluştuğu takdirde bizzat haccederler. Eğer şartlar oluşmazsa kendi yerlerine bedel göndererek hac yaptırırlar (Merğinânî, el-Hidâye, 2/482). Hacca yazılıp da kurada ismi çıkmayan veya yurt dışına çıkışla ilgili başka engellerden dolayı gidemeyen kişiler için bu da bir mazerettir.
|
İmkân bulup Kâbe’yi gören veya umre yapan kişiye hac farz olur mu?
|
Haccın farz olması için hac günlerinde bu ibadetin ifa edileceği yerlerde bulunma imkânına sahip olmak gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120). Bu iki şarttan biri eksik olursa kişiye hac farz olmaz. Dolayısıyla haccın rükünlerini yerine getirme imkânı bulamayan kişilere haccın edası farz olmaz. Hac erkânının yapıldığı günlerde değil de başka bir vakitte Mekke’de bulunan bir kimse hac günleri başlamadan oradan ayrılmak zorunda kalır ve hac vaktinde tekrar gitme imkânı bulamazsa, sırf Mekke’de bulunmuş olmasından dolayı kendisine hac farz olmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/583-584). Kâbe’yi gören veya umre yapan kimse eğer hac günlerine kadar orada kalma imkân ve fırsatı bulursa, orada kalır ve haccını yapar.
|
Hac ibadetinin ifası için nisap miktarı mala sahip olma şartı var mıdır?
|
Bir insana haccın farz olması için zekât verecek konuma gelmesi şart değildir. Borcu ve aile fertlerinin her türlü ihtiyacı dışında hacca gidip gelecek kadar parası, malı mülkü ve imkânı bulunan kimseye, haccın farz olması için gerekli olan diğer şartları da taşıyorsa hac farz olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120, 122). Bir sahâbînin, “Hac yapmayı farz kılan şey nedir?” şeklindeki sorusuna Hz. Peygamber (s.a.s.), “Azık ve binit.” cevabını vermiştir (Tirmizî, Hac, 4 [813]; İbn Mâce, Menâsik, 6 [2896]). Dolayısıyla bir kimsenin aslî ihtiyaçları, varsa borcu ve bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakası dışında hacca gidip geleceği sürede kendisine yetecek kadar yeme, içme ve barınma giderleriyle yol parasına sahip olması durumunda kendisine hac yapmak farz olur. Ayrıca nisap miktarı mala sahip olması gerekmez.
|
Çocuklarını bırakacak güvenli bir yeri olmayan kimsenin hacca gitmesi farz mıdır?
|
Kendisine hac farz olan kimse, çocuklarını bırakacak hiçbir güvenli yer bulamaması hâlinde bu imkânı elde edinceye kadar hacca gitmekle mükellef olmaz. Böyle bir kimse imkân bulduğu ilk fırsatta gecikmeden bu görevini yerine getirmelidir.
|
Evlenme çağında bekâr çocuğu bulunan kişi hacca gitmeyi erteleyebilir mi?
|
Sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş Müslümanların, ömürlerinde bir defa haccetmeleri farzdır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/139). Bu şartları taşıyan kişinin, imkân elde edince, geciktirmeden bu farzı yerine getirmesi gerekir. Bu itibarla, kişinin evlenme çağında bekâr çocuğu da bulunsa, bu şartları taşıması hâlinde haccetmesi farzdır. Hacca gitmeyip de hac parasını çocuğunu evlendirmek için kullanırsa, hac yükümlülüğü üzerinden kalkmaz.
|
Borçlanarak hacca gitmek doğru mudur?
|
Bir Müslümanın hac ibadetiyle yükümlü olması için sağlık ve servet yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve buluğ çağına erişmiş olması gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/140). Bu itibarla maddî yönden haccetme imkânına sahip olmayan kişilerin borçlanarak hacca gitmeleri gerekmez. Ancak borçlanarak hacca gitmeleri hâlinde, hac ibadeti geçerli olur ve kendilerinden hac sorumluluğu da düşer. Diğer taraftan, haccın farz olması için gerekli şartları taşıdığı hâlde, hac mevsiminde hazır parası bulunmayan ve borç aldığı takdirde bunu daha sonra ödeme gücüne sahip olan kişilerin, bu görevi bir an önce ifa etmeleri için borç alarak hacca gitmeleri uygun olur.
|
Bankada vadeli hesapta bekletilen para ile hac yapılır mı?
|
İslâm dini kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan elde etmelerini emreder. İbadetler de helal kazanç ile ifa edilmelidir. Bankada vadeli hesapta bekleyen paranın aslı helal olduğu için bu para ile hacca gidilebilir. Ancak bu yolla elde edilen faiz gelirlerinin sevap beklemeksizin fakirlere veya hayır kurumlarına dağıtılması ve tövbe edilmesi gerekir.
|
Mekke’ye dışarıdan gelenlerin Arafat vakfesinden önce veya sonra Mekke’de bulundukları süre içinde seferîlik durumları nedir?
|
Mekke’de, Arafat vakfesi öncesinde Hanefî mezhebine göre on beş gün veya daha fazla, Şafiî mezhebine göre giriş ve çıkış günleri hariç dört gün veya daha fazla kalacak olan kimse, mukim sayılır; hem Mekke’de hem de Arafat’ta namazlarını tam kılar. Hac öncesi Mekke'de bu sürelerden daha az kalacak olan ise seferî sayılır ve dört rek'atlı namazları iki rek'at olarak kılar. (Kâsânî, Bedâi‘, 1/98; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/519) Buna göre; Arafat öncesi Mekke’de mukim olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de mukimdir. Bu kişi Mekke’ye döndükten sonra burada kaç gün kalırsa kalsın mukim olmaya devam eder. Arafat öncesi Mekke’de seferi olan kişi; Arafat ve Müzdelife'de de seferidir. Bu kişi Arafat'tan döndükten sonra Mekke’de 15 gün veya daha fazla kalacaksa mukim, 15 günden az kalacaksa seferi olur. (Hasen Şâh, Gunyetu'n-nâsik, 73; bk. Serahsî, el-Mebsût, 1/237; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/126). Cemaatle kılınan namazlarda imam mukim ise cemaat misafir de olsa imama uyarak namazını tam olarak kılar. Arafat, Müzdelife ve Mina’da da hüküm aynıdır.
|
Her umre için mîkâta gitmek gerekir mi?
|
Bir kimsenin umresini tamamladıktan sonra yeni bir umre yapabilmek için tekrar Harem bölgesi hudutları dışına (hill bölgesine) çıkarak orada ihrama girmesi gerekir. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Âişe Mescidi’nin bulunduğu Ten’îm’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167).
|
Âfâkîler Cidde’de ihrama girebilir mi?
|
Mîkâtın dışında kalan belde ve ülkelerde oturanlara “âfâkî” denir. Âfâkîlerden, hac veya umre yapmak maksadıyla Hicaz’a gidenler için geldiği bölge veya ülkeye göre ihrama girme yerleri bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından belirlenmiştir. “Mîkât” denilen bu yerler beş tanedir. İbn Abbas’ın (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s.), Medîneliler için Zülhuleyfe’yi, Şamlılar için Cuhfe’yi, Necidliler için Karnü’l-menâzil’i ve Yemenliler için Yelemlem’i mîkât olarak belirledi. Bunlar, belirtilen bölge veya ülke yönünden gelen diğer belde yolcuları için de mîkâttır.” (Buhârî, Hac, 7-13 [1524-1531]; Cezâü’s-sayd, 18 [1845]; Müslim, Hac, 11-18 [1181-1183]). Başka bir hadiste buna Iraklılar için “Zâtu ırk” ilave edilmiştir (Ebû Dâvûd, Menâsik, 8 [1739]; Nesâî, Menâsikü’l-hac, 19 [2653]). Eğer hac veya umre yolcusunun yolu, bu noktalardan geçmiyorsa yolcu, buraların hizalarında ihrama girer. Cidde, ulemanın cumhuruna göre Hill’den (mîkât içinden) sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/476). Buna göre âfâkîler Cidde’de ihrama giremez. İster deniz yoluyla ister hava yolu ile gelsinler, kuzey ve batı istikametinden gelenler Cuhfe hizasını geçmeden ihrama girmelidirler.
|
İhram namazının hükmü nedir?
|
İhrama giren kişinin iki rek'at ihram namazı kılması sünnettir. Şâyet kerâhet vakti ise ihram namazı kılınmamalıdır. Mîkât mahallinde unutularak kılınmaması hâlinde Mekke’ye geldikten sonra da kılınabilir. Bunun için maddî bir ceza gerekmez. İçinde bulunulan vaktin namazını kılmak da bu iki rek'at namazın yerine geçer. Bu namazın ilk rek'atında Fâtiha’dan sonra “Kâfirûn”, ikinci rek'atında ise “İhlas” sûrelerinin okunması faziletlidir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/226).
|
İhramsız olarak Mekke’ye girmenin hükmü nedir?
|
Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkâttan ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac menâsikinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, Hanefîler'e göre bulunduğu yerden ihrama girer ve bir koyun veya keçi kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-14). Buna "ceza hedyi" denir. Bu tür kurbanlar Harem sınırları içinde kesilmek kaydıyla, kurban bayramı günlerinde kesilebileceği gibi diğer günlerde de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/181; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499).
|
Umre ihramına girdiği hâlde, tavaf ve sa’y yapmadan elbise giyen kişinin ne yapması gerekir?
|
Umre ihramına girdiği hâlde, henüz tavaf ve sa’y yapmadan bir gündüz veya gece süresince elbise giyen kişinin, öncelikle elbisesini çıkartıp ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapması gerekir. Ancak ihramlı iken bir gündüz veya gece süresince elbise giymiş olduğu için küçükbaş hayvan kurban eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre ise cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmediğnden bu kişi küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/358; Dimyâtî, Hâşiyetü İ‘âneti’t-tâlibîn, 2/365; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382).
|
İhramlı kimsenin dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda ne yapması gerekir?
|
İhramlı kimsenin bir gündüz veya bir gece süresince dikilmiş elbise veya iç çamaşırı giymesi durumunda dem yani küçükbaş hayvan kurban etmesi gerekir. Giyim süresi bir gündüz veya bir geceden az olursa sadaka-i fıtır verir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre elbise giyen kişi, süresine bakılmaksızın dem, üç gün oruç ve altı fakire sadaka vermekten birisini seçmekte muhayyerdir. Cezânın gerekmesi için bir günün veya gecenin geçmesi gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382).
|
İhrama girmiş olan bir kişi hasta olduğu için tavaf ve sa’y yapmadan bir gün süreyle elbise giyerse ne yapması gerekir?
|
İhrama girdikten sonra hasta olduğu için en az bir gündüz veya bir gece elbise giyen kişi, iyileşir iyileşmez tekrar ihram bezlerine bürünerek tavaf ve sa’yini yapar. Bu durumdaki kişi bir küçükbaş hayvan kesmek, üç gün oruç tutmak veya altı fakire sadaka vermek seçeneklerinden birini tercih edebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/164; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 2/294; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/300).
|
İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişiye ne gerekir?
|
İhramdan çıkmak için saç tıraşı olmak gerekir. İhramdan çıkma aşamasına geldiği hâlde saç tıraşı olmadan elbise giyen kişi, ihram yasağı işlemiş olur. Eğer elbise giymesi bir gündüz veya bir gece devam etmişse dem (koyun veya keçi kesmek); giyim süresi bir gün veya bir geceden az olursa bir fitre miktarı sadaka vermesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/488). Şâfiî mezhebine göre küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 383; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429).
|
Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan saç tıraşı olan kimsenin ne yapması gerekir?
|
Hac için ihrama girdikten sonra hac menâsikinden hiçbirini yapmadan tıraş olan kişi, tıraş olmakla ihramdan çıkmış olmaz; ihram yasağı işlemiş olur. Böyle bir kimse saçının tamamını veya en az dörtte birini tıraş etmişse, dem (koyun veya keçi kesmek); daha azını tıraş etmişse, sadaka-i fıtır gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/549). İhrama girdikten sonra diğer hac veya umre görevlerine başlasın veya başlamasın vakti gelmeden önce yapılan bütün tıraşlar bu hükme tabidir. Şâfiî mezhebine göre ise saçından en az üç kıl koparmış veya tıraş etmişse küçükbaş hayvan kurban etme, üç gün oruç tutma veya altı fitre miktarı sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/429).
|
İhramlı iken saç tıraşı olan veya kasık ya da koltuk altlarındaki tüyleri temizleyen kişiye ne gerekir?
|
Hanefî mezhebine göre, ihramlı iken saç veya sakalın en az dörtte birini tıraş eden, koltuk altlarından en az birini ya da kasıklardaki tüylerin tamamını temizleyen kişiye ceza olarak dem (bir koyun veya keçi kesmek) gerekir. Bunlardan daha azının tıraş edilmesi durumunda bir sadaka verilmesi yeterlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/161-162). Şâfiî mezhebine göre ise en az üç kılın tıraş edilmesi halinde kişi; dem, üç gün oruç tutma veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini tercih edebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/247, 367-368, 371, 376; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/381-382).
|
Tavaf nedir ve kaç çeşit tavaf vardır?
|
Bir hac terimi olarak tavaf, Hacer-i Esved’in hizasından başlanarak ve Kâ’be sola alınarak Beytullah'ın etrafında yedi defa dönmek demektir. Bu dönüşlerin her birine şavt denir. Tavafın, Kâ’be’nin etrafında yapılması gerektiği şu âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır: “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29). Hükmü itibarıyla farz, vacip, sünnet ve nâfile olmak üzere dört çeşit; yapılışı itibarıyla “kudüm”, “ziyaret”, “veda”, “umre”, “nezir”, “nâfile” ve “tahiyye” olmak üzere yedi çeşit tavaf vardır. Hükümleri ve isimleri farklı olsa da bu tavafların hepsinin yapılışları, farzları (şartları ve rükünleri), vacipleri ve sünnetleri aynıdır. Yapılışı itibarıyla tavaf çeşitleri şunlardır: a) Kudüm Tavafı: “Kudüm”, sözlükte bir yere gelmek veya varmak anlamına gelir. Bir hac terimi olarak, “ifrad haccı” yapanların Mekke’ye vardıklarında yaptıkları ilk tavaftır. Bu tavafın yapılması sünnettir. İfrad haccı niyetiyle ihrama giren ancak Mekke’ye uğramadan doğrudan Arafat’a çıkan kimseler ile Arafat vakfesinden önce âdetleri kesilmeyen kadınların kudüm tavafı yapmaları gerekmez. b) Ziyaret Tavafı: Ziyaret veya diğer adıyla ifâza tavafı, haccın rüknüdür. “Ve Beyt-i Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (el-Hac, 22/29) âyetinde kastedilenin, bu tavaf olduğu hususunda fakihler arasında görüş birliği vardır. Âyette geçen “tavaf etsinler” emri genel bir ifade olduğu için Mekkeli olan ve olmayan her hacı adayının mutlaka bu tavafı yapması gerekir. Ziyaret tavafının geçerli olması için; Arafat vakfesinin yapılmış olması ve belirlenmiş olan vaktinde yapılması şarttır. Ziyaret tavafının vakti, Kurban Bayramının ilk günü; Hanefî ve Mâlikî mezhebine göre fecr-i sâdıkın doğması ile Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise gece yarısından sonra başlar. Ancak bu tavafın bayramın birinci günü Akabe cemresi taşlanıp, kurban kesip tıraş olduktan sonra yapılması daha faziletlidir. Cumhura göre, ziyaret tavafının son vakti için bir sınırlama yoktur. Ömrün sonuna kadar yapılabilir. Tavaf etmeden memleketine dönen kişi, sonradan geri döner ve tavafını yaparsa ziyaret tavafı farzı yerine gelmiş olur ve bu gecikmeden dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Mâverdî, el-Hâvî, 4/192; Kâsânî, Bedâi‘, 2/132; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/408; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 3/85). Fakat ziyaret tavafını yapıncaya kadar cinsel ilişki yasağı devam eder. c) Veda Tavafı: Âfâkî (mîkât sınırları dışından gelen) hacıların Mekke’den ayrılmadan yapmaları gereken son tavaftır. Buna sader (ayrılma) tavafı da denir. Veda tavafı, haccın aslî vaciplerinden biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden biri son olarak Kâbe’yi ziyaret etmeden ayrılmasın.” (Müslim, Hac, 379 [1327-1328]; bkz. Buhârî, Hac, 144 [1755]) buyurmuştur. Âdetli olup âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda olan veya lohusa olan kadınlar veda tavafı yapmazlar ve kendilerine bir şey gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 3/195; İbn Nüceym, el-Bahr, 2/377). d) Umre Tavafı: Umre tavafı bütün mezheplere göre umrenin farzlarından biridir. Umre tavafının vakti, umre ihramına girilmesinden sonra başlar. Son vakti için bir sınır yoktur. Umre ihramında iken herhangi bir vakitte yapılabilir. e) Nezir (Adak) Tavafı: Kâbe’yi tavaf etmeyi adayan kimsenin bu adağını yerine getirmesi vaciptir. Nezredilen tavaf belli bir zaman ile kayıtlanmış ise bu kayda uyulması gerekir. f) Nâfile Tavaf: Mekke’de bulunulan süre içinde farz ve vacip tavaflar dışında yapılan tavaflara nâfile (tatavvu) tavaf denir. Sahabeden Abdullah b. Abbas, tâbiînden Atâ b. Ebî Rebah, Said b. Cübeyr ve Mücâhid b. Cebr’in görüşlerine göre; Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları süre içinde Mescid-i Haram’da nâfile namaz kılmaktan çok, nâfile tavaf yapmaları daha faziletlidir. Yine Mekkeli olmayanların Mekke’de bulundukları sürece nâfile umre yerine nâfile tavaf yapmayı tercih etmeleri uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/502). g) Tahiyyetü’l-mescid Tavafı: Kudüm, ziyaret, umre, veda ve nezir tavafı yapmak durumunda olmayan kimselerin Mescid-i Haram’a her gittiklerinde, mescidi selâmlama olarak “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yapmaları müstehaptır. Yukarıda sayılan tavaflardan birinin yapılması hâlinde bu tavaf, “Tahiyyetü’l-mescid tavafı” yerine de geçer (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/447).
|
Ziyaret tavafı ihramsız yapılabilir mi?
|
Ziyaret tavafı (farz olan tavaf) ihramlı olarak yapılabileceği gibi ihramsız olarak da yapılabilir.
|
Tavafın şavtlarının eksik yapılması durumunda ne gerekir?
|
Hanefîler'e göre tavafın ilk dört şavtı farz, kalan üç şavtı ise vaciptir. Dolayısıyla ilk dört şavtı yapan kimsenin tavafı geçerli olur. Daha sonra eksik kalan şavtlar usûlüne uygun olarak yapılırsa herhangi bir ceza gerekmez. Vacip olan bu üç şavt yapılmazsa, vacip terk edildiği için dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/162). Diğer üç mezhepte ise tavafı yedi şavta tamamlamak farzdır. Aksi takdirde yapılan tavaf geçersiz olur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 89; Şirbînî, Muġni’l-muhtâc, 2/245).
|
Tavaf esnasında abdesti bozulan kişinin ne yapması gerekir?
|
Tavaf esnasında abdestli olmak Hanefîler'e göre vacip, diğer mezheplere göre rükün yani farzdır. Hanefilere göre abdestsiz olarak tavaf yapan kişi, Mekke’den ayrılmamışsa tavafı iade etmesi icap eder, memleketine dönmüşse dem gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/130; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162). Tavaf esnasında abdesti bozulan kişi, tavafı bırakıp abdest alarak kaldığı yerden tavafa devam eder, dilerse tavafı baştan başlayarak yeniden yapabilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/497-498). Diğer mezheplere göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243).
|
Harem-i Şerif’e girip çıkarken veya tavaf yaparken eli bir kadına değen kimsenin abdesti bozulur mu?
|
Hanefî mezhebine göre kadın ve erkeklerin birbirlerine ellerinin değmesinden dolayı abdestleri bozulmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/10). Şâfiî mezhebine göre ise bu durumda abdest bozulur. Ancak Şâfiî olanlar, bu konuda Hanefî mezhebini taklit edebilirler.
|
Umre tavafını yaparken abdesti bozulan, fakat abdestinin hangi şavtta bozulduğunu bilmeden hem tavafı hem de sa’yi tamamlayan kimsenin ne yapması gerekir?
|
Tavafın abdestli olarak yapılması ve sa’yin de muteber bir tavaftan sonra yapılmış olması gerekir. Abdestsizliğin hangi şavtta meydana geldiği bilinmediğinde abdestsizlik hâli ilk şavta hamledilir. Bu durumda kişi abdest alarak tavaf ve sa’yi iade eder. Tavafı iade etmediği takdirde Hanefîler'e göre dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/163; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olduğundan dolayı tavafın ve sa’yin iadesi gerekir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243) Ancak abdestli olarak tavafı yaptıktan sonra abdesti bozulup o şekilde sa’y yapmışsa yapılan sa’y geçerlidir. Zira sa’yde abdestli olmak sünnettir.
|
Umre tavafını abdestsiz yapan veya yaparken abdesti bozulup yeniden abdest almadan tavafa devam edip tamamlayan kişinin ne yapması gerekir?
|
Tavafın abdestli olarak yapılması vâciptir. Umre tavafının tamamını veya bir kısmını, hatta bir şavtını cünüp, abdestsiz, lohusa veya âdetli olarak yapmak dem gerektirir. Ancak ihramdan çıkmadan abdestli olarak yeniden tavaf yapılması hâlinde ceza ortadan kalkar. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/162) Şâfiî mezhebine göre ise abdestsiz yapılan tavaf geçersiz olup, bu şekilde yapılan tavaf mutlaka iade edilmelidir. (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/243)
|
Umre veya ziyaret tavafı esnasında eli, burnu veya başka bir yeri kanayan bir Hanefî, o esnada Şâfiî mezhebini taklit edebilir mi?
|
Hanefî mezhebine mensup olan bir kişinin tavaf esnasında bir yerinin kanaması hâlinde abdesti bozulur. Bu durumda yapması gereken şey, tekrar abdest alıp kaldığı yerden veya baştan başlayarak tavafını tamamlamaktır. Şâyet umre veya ziyaret tavafına abdestsiz olarak devam edecek olursa kendisine bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir; abdest alıp tavafı yeniden yaparsa ceza düşer. Hastalık, yaşlılık veya aşırı izdiham gibi sebeplerle yeniden abdest almanın zor olduğu durumlarda Hanefî olan kimse, Şâfiî mezhebini taklit ederek tavafına devam edebilir.
|
Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde tavaf namazı kılınabilir mi?
|
Hanefî mezhebine göre tavaf yapıldıktan sonra kerâhet vakti değilse ara vermeden tavaf namazı kılmak efdaldir. Mekruh vakitlerde ise daha sonraya tehir edilir (Haddâd, el-Cevhera, 1/69). Şâfiî mezhebine göre tavaf namazının kerâhet vaktinde kılınmasında hiçbir sakınca yoktur (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/57).
|
Tavaf, geri geri yürüyerek yapılırsa geçerli olur mu?
|
Tavaf geri geri yürüyerek yapılırsa iade edilmelidir. İade edilmezse Hanefîler'e göre bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise bu şekilde yapılan tavaf geçerli olmaz; yeniden yapılması gerekir (Remlî, Nihâyetu'l-Muhtâc, 3/280). Bazı şavtlarda böyle yapılırsa bu şavtların iadesi yeterlidir.
|
Akabe cemresi bayramın ilk günü fecr-i sâdıktan önce taşlanabilir mi?
|
Akabe cemresini taşlamanın zamanı Hanefî mezhebine göre, bayramın birinci günü fecr-i sâdıktan itibaren başlar, ikinci gün fecr-i sâdığa kadar devam eder. Buna göre fecr-i sâdıktan önce yapılan taşlama geçerli olmayıp vakti içerisinde iadesi gerekir. Taşlar bu zaman diliminde atılmazsa dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e göre, vaktinde atılamayan taşlar, bayram sonuna kadar kaza olarak atılabilir ve bundan dolayı ceza da gerekmez (Serahsî, el-Mebsût, 4/64). Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise Akabe cemresine taş atma, arefe gününü bayramın birinci gününe bağlayan gece yarısından itibaren başlar, aynı gün güneşin batışına kadar devam eder. Bu zaman diliminde atılması gereken taşlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar atılsa geçerli olur ve herhangi bir ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308). Günümüzde, organizasyon gereklilikleri, yaşanan izdiham ve diğer zorluklar sebebi ile bu görüşle amel edilebilir.
|
Vaktinde atılamayan taşların kazası nasıl yapılır?
|
Şeytan taşlamada, her günün taşının kendi vakti içinde atılması esastır. Ancak herhangi bir sebeple vaktinde atılmayan taşların taş atma süresi içinde kaza edilmesi vaciptir. Taş atma süresi, bayramın dördüncü günü, güneşin batması ile son bulur. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâlik’e göre, vaktinde atılmayan taşlar, şeytan taşlama günleri içinde kaza edilse bile cezası düşmez. Mazeretsiz olarak şeytan taşlamayı tamamen terk etmek veya bir günde atılması gereken taşların yarıdan çoğunu atmamak İmam Ebû Hanîfe’ye göre dem gerektirir. Bir veya daha çok günün taşının atılması terk edilse bile hepsi için bir dem yeterlidir. Her gün için atılması gereken taşların yarıdan fazlası atılmış ise eksik bırakılan her bir taş için sadaka gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, taş atma süresi içinde kaza edildiği takdirde cezası düşer (Serahsî, el-Mebsût, 4/64-65). Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise vaktinde atılmayan taşlar, bayramın dördüncü günü güneş batmadan önce atıldığı takdirde, kaza değil, eda sayılır. Bu gecikmeden dolayı ceza da gerekmez (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/307-308).
|
Mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kimsenin ne yapması gerekir?
|
Hastalık, yaşlılık, kötürüm olmak, çok zayıf olup izdihamdan zarar görecek durumda olmak gibi mazereti nedeniyle şeytan taşlamayı tamamlamadan Mekke’den ayrılmak mecburiyetinde olmak ve benzeri durumlar meşru mazerettir. Bu tür mazereti olan kimseler taşlarını vekâleten başkalarına attırabilirler. Vekil olanlar, önce kendi taşlarını, daha sonra vekil olduğu kimselerin taşlarını atarlar (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/243-245).
|
Hac ibadeti üzerine farz olan bir kimse, bu vazifesini yapmadan vefat ederse, varisleri bu durumda ne yapmalıdırlar?
|
Zengin olup da hacca gidemeden ölen bir kimse, bıraktığı maldan kendi yerine, hac yapılmasını vasiyet etse ve terekenin (ölenin bıraktığı mal) üçte biri bunun için yeterli ise varisleri tarafından bu vasiyet yerine getirilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605, 606, 609, 610). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), haccetmeyi adayıp da haccedemeden ölen kadının yerine haccetmek isteyen kızına izin vermiştir (Buhârî, Cezâü’s-sayd, 22 [1852]). Böyle bir vasiyette bulunmamışsa, varislerinden herhangi birisi kendi malından onun adına hac yapabilir. Bu durumda ölenin hac borcunun düşmesi umulur (Semerkândî, Tuhfe, 1/426; Kâsânî, Bedâi‘, 2/213).
|
Vekâlet yoluyla hac yapılabilir mi? Şartları nelerdir?
|
Kendisine hac farz olmuş bir kimse sağlık, yaşlılık vb. bir sorun sebebiyle bizzat hacca gidemeyecek durumda olursa, başka birisini vekil (bedel) göndererek, vekâlet yoluyla hac yaptırabilir. Böyle kişilerin, hayatta iken birini vekil olarak göndermesi mümkün olduğu gibi mirasçılarına, ölümünden sonra kendi adına bedel haccı yaptırılmasını vasiyet etmeleri de mümkündür (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212). Hz. Peygamber (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, söz konusu yakınları için hac yapabileceklerini belirtmiştir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bir kişinin kendi yerine vekil (bedel) göndererek hac yaptırabilmesi için şu şartların bulunması gerekir: a) Adına haccedilecek (vekil gönderen) kişiye, hac farz olmuş olmalıdır. b) Adına haccedilecek kişi vefat etmiş olmalı veya yaşlılık, iyileşme ümidi olmayan bir hastalık gibi sebeplerle, bizzat haccetmekten devamlı olarak âciz olmalıdır. c) Bedel gönderilecek kişi Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına ulaşmış bir kişi olmalıdır. d) Vekil gönderilen kişinin hac masrafı, gönderen tarafından karşılanmalıdır. e) Vekil için hac masrafları haricinde bir ücret şart koşulmamalıdır. f) Adına haccedilen kişi, kendisi için haccetmesini vekilden istemiş olmalıdır. İzin veya vasiyeti olmadan, bir kimse adına başkası tarafından yapılan hac ile o kimse üzerindeki hac borcu ödenmiş olmaz. Ancak mirasçının, mûrisi adına yaptığı hac, bu hükmün dışındadır. Ölmüş bulunan mûrisin vasiyeti bulunmasa bile, varisin onun adına yaptığı hac geçerlidir. g) Vekil, haccı bizzat kendisi yapmalıdır. h) Vekil, ihrama girerken sadece gönderen adına niyet etmelidir. i) Vekil, gönderenin isteğine uymalı, onun istediği haccı yapmalıdır. j) Vekil, gönderen adına yapılacak menâsiki tamamlamadıkça kendisi için umre yapmamalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/600). k) Vekil, müvekkilin memleketinden yola çıkmalıdır. Eğer vekil, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526).
|
End of preview. Expand
in Data Studio
README.md exists but content is empty.
- Downloads last month
- 7