Soru
stringlengths
9
201
Cevap
stringlengths
99
13.3k
Hacca gitmemiş bir kimse, başkasının yerine vekil (bedel) olarak hacca gidebilir mi?
Daha önce hac yapmamış bir kişi, vekil (bedel) olarak hacca gidebilir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), ölen yakınları veya yaşlı büyükleri yerine hac yapıp yapamayacaklarını soran kişilere, onların yerine hac yapabileceklerini belirtmesi ve vekil olarak gidecek kimsenin daha önce hac yapmış olması şartından bahsetmemesi, bu hükmü desteklemektedir (Buhârî, Hac, 1 [1513]; Cezâü’s-sayd, 22 [1852]; Eymân, 30 [6699]; Müslim, Hac, 407 [1334]). Bununla birlikte, hacca vekil olarak gönderilecek kimsenin, tecrübe edinmiş olması açısından daha önce hac yapmış bir kimse olmasını tercih etmek daha uygundur. Şâfiîlere göre ise daha önce hacca gitmemiş birisinin vekil olarak hacca gitmesi caiz değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213).
Bir kimse aynı yıl içinde hem kendisi için asaleten, hem de başkası için vekâleten hac yapabilir mi?
Bir sene içerisinde sadece bir hac yapılabilir ve bir hac, iki kişi adına geçerli olmaz. Dolayısıyla bir kimsenin aynı yıl kendi adına asaleten, başkası adına da vekâleten hac yapması geçerli değildir. Başkasından vekâlet alan kişi, kendisi için de hacca niyet ettiğinde, müvekkilinin emrinden çıktığı için vekâlet geçersiz hâle gelmiştir, kendisi için hac yapmış olur. Bu durumda müvekkilinden aldığı parayı iade etmesi gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/213-214).
Hac yapmaya sağlık nedeniyle gücü yetmeyen kişi, vekâleten hac yaptırmak yerine, bu parayı sadaka olarak vermekle hac sorumluluğundan kurtulur mu?
Farz ibadetlerde asıl olan, o ibadeti zamanında ve emredildiği şekliyle yapmaktır. Diğer bir ilke de kişinin bizzat kendisinin yapmasıdır. Ancak bazı ibadetler, bazı durumlarda vekâlet yoluyla yaptırılabilir. Hac ibadetini yapamayacak derecede sağlığı bozulan veya aşırı yaşlılık nedeniyle kendisi hacca gidemeyecek durumda olanlar kendi yerine haccetmesi için masraflarını karşılayarak vekil gönderebilirler. Fakat vekil gönderecek parayı fakirlere sadaka olarak vermekle veya bir hayır kurumuna yardım yapmakla hac görevini yerine getirmiş sayılmazlar. Böyle yapanın hac borcu düşmez, sadakasının sevabını alır (Merğinânî, el-Hidâye, 2/483).
Hacca bedel gönderilirken, vekilin, bedel gönderen kişinin kendi memleketinden gitmesi şart mıdır? Mekke veya Medine’de yaşayan biri vekil olarak tutulabilir mi?
Nasıl ki vekil gönderen kişi hac yapsaydı kendi memleketinden giderek hac yapacak idiyse, vekil olarak gidenin de vekil gönderenin memleketinden gitmesi gerekir. Dolayısıyla vekil gönderen kişi, yer belirlemeden, “Benim adıma hac yap.” demişse veya kendisine hac farz olduğu hâlde gidemeyip, “Benim için hac yapılsın.” diye vasiyet etmiş ise bu, “memleketimden hac yapılsın.” şeklinde anlaşılır. Eğer kişi, hac yolculuğu esnasında ölürse ve vasiyet de ederse; bedelin İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre, vefat ettiği yerden gönderilmesi gerekir. Ancak yerine haccedilmesini vasiyet eden kişinin miras bıraktığı malının üçte biri, memleketinden giderek hac yapmaya yetmiyorsa, istihsanen, terekenin üçte birinin yettiği yerden hac yaptırılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/524-526). Mekke veya Medine’den vekil tutulması konusu da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Arafat’tan önce komada olup ölmek üzere olan hacı adayı için bulunduğu yerden vekil tayin edilebilir mi?
İyileşme ve komadan çıkma ümidi kalmamış hastalar adına varisleri bulunduğu yerden vekil tayin edebilir.
Bedel hac için gelen kimse hangi hacca niyet etmelidir?
Vekil, gönderen kişinin (müvekkilin) belirlediği hacca niyet etmelidir. Müvekkil, hac çeşitlerinden birini belirtmeksizin, sadece “hac yapmasını” söylemiş ise; vekil ifrad haccına niyet etmelidir, “dilediğini yap” diyerek serbest bırakmış ise dilediğine niyet edebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/14-18).
Temettu haccı yapmak üzere vekil olan kimse, umreyi kendisi için yaparsa ne gerekir?
Vekil olarak gönderilen kişi, önce müvekkilin verdiği görevi yapmalı, gönderenin şartlarına muhalefet etmemelidir. Muhalefet etmesi hâlinde haccına devam eder ve dönüşte, aldığı parayı iade eder; haccı da kendi adına yapmış olur (Kâsânî, Bedâi‘, 2/212-215). Temettü haccı umre ile haccın birlikte yapıldığı bir ibadet olduğuna göre vekil umreyi kendi adına yaparsa artık bu haccı kendisi için yapmış olur; müvekkilin parasını iade etmesi gerekir. Ancak vekil olan kişi hac menâsikini tamamladıktan sonra ilave masrafları kendisi karşılaması şartıyla dilerse kendi adına umre yapabilir.
Vekil olarak hacca giden kişi kendi adına udhiye kurbanı kesmeli midir?
Mekke dışından hacca gelen kimseler, ister kendi adlarına isterlerse vekil olarak hac yapıyor olsunlar, udhiye kurbanı dediğimiz Kurban Bayramına mahsus kurbanı kesmekle mükellef değildirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/63). Ancak nâfile olarak udhiye kurbanı kesmek isteyen hacılar, bu kurbanı Mekke’de kesebileceği gibi memleketlerinde de kestirebilirler.
Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmanın hükmü nedir?
Hac ve umre ziyareti için Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Hz. Peygamber, Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın, Mescid-i Haram hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]). Halk arasında Medine’de sekiz gün kalıp kırk vakit namaz kılmanın gerekli olduğu kanaati yaygın hâle gelmiştir. Bu kanaatin dayanağı, sıhhati tartışmalı olmakla birlikte, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) rivâyet edilen şu hadistir: “Kim benim şu mescidimde, bir tek vakti geçirmeksizin kırk vakit namaz kılarsa, kendisi için cehennemden berat ve azaptan kurtuluş yazılır. O kişi nifaktan da uzak olur” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/155 [12605]). Hadis âlimleri, gerek senet gerekse metin açısından bu rivâyetin sıhhatinin tartışmalı olduğunu ifade etmişlerdir (bkz. Elbânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’z-zaʿîfe, 1/540-541 [364]; Rifâ‘î, el-Ehâdîsü’l-Vâride fî Fezâili’l-Medîne, 435-436). Fıkıh eserlerinde de hacı adaylarının Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namazı ihmal etmemeleriyle ilgili vurgulu hükümler yer almamıştır. Bu bağlamda kırk vakit namaz konusuyla ilgili şu hadisin metin itibarıyla daha sahih olduğu bilinmektedir: “Kim ilk tekbire yetişmek kaydıyla kırk gün cemaatle namaz kılarsa o kimse için iki şeyden beraat gerçekleşir: Cehennem ateşinden ve nifaktan.” (Tirmizî, Salât, 64 [241]). Buna göre Medine’de kalış zamanı yeterli olan kişilerin, sayı hesabı yapmaksızın Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mescidinde, onun Ravza’sının yanında cemaatle namaz kılmaya devam etmeleri yerinde bir davranış olacaktır. Fakat organizasyon açısından daha kısa süre kalmak zorunluluğu doğarsa, bu da anlayışla karşılanmalı ve kırk vakit kılamamanın bir eksiklik olacağı zannedilmemelidir. Zira Mescid-i Nebevî’de kırk vakit namaz kılmak, haccın ne farzı ne vacibi ne de sünnetidir. Dolayısıyla haccın tamamlanmasının bu namazlara bağlanmaması gerekir.
Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmek ve Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak haccın menâsikinden midir?
Hac ve umre için kutsal topraklara giden Müslümanların Medine-i Münevvere günlerinde Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmesi ve Mescid-i Nebevî’de namaz kılması, Peygamber sevgisini ve ona bağlılığı kuvvetlendirmenin önemli bir vasıtasıdır. Bu itibarla Medine-i Münevvere’de kalınan süre içinde beş vakit namazın Mescid-i Nebevî’de kılınmasına özen gösterilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Evimle minberimin arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir.” (Buhârî, Fadlu’s-salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 5 [1196]; Müslim, Hac, 502 [1391]; Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/534 [10921]; 6/289 [2651]; Nesâî, Mesâcid, 7 [696]) buyurmuş ve Mescid-i Nebevî’de kılınacak bir namazın Mescid-i Harâm hariç diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletli olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Fazlü’s-salât, 1 [1190]; Müslim, Hac, 505-506 [1394]) Bu fazilet, Mescid-i Nebevî’nin sadece Ravza-i Mutahhara kısmına has olmayıp mescidin tamamına şamildir. Nitekim Hulefâ-yi Râşidîn döneminden beri Mescid-i Nebevî, defalarca genişletilmiş ve müminler asırlardır bu genişletilen yerlerde aynı ihtimamla namaz kılmaya devam edegelmişlerdir. Kabir ziyareti ve özellikle Peygamberimizin (s.a.s.) kabrini ziyaret konusunda birçok hadis bulunmaktadır. (Muvatta’, Tahâret, 28, Müslim, Cenâiz, 102 [974]; Beyhakī, Sünen-i Kübrâ, 5/403 [10273-10274]; Şuabü’l-îmân, 6/46 [3855]; Dârekutnî, es-Sünen, 3/333 [2693]; 6/474 [2727]) Bu rivayetleri değerlendiren İslâm âlimleri, Resûlullah’ın (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmenin en faziletli menduplardan olduğunu ifade etmişlerdir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/175) Buna göre Medine’de bulunan kimseler, mümkünse Peygamberimizin Ravza’sında, imkân olmaması hâlinde Mescid-i Nebevî’nin herhangi bir yerinde namaz kılarlar ve Peygamberimizin (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret ederler. Fakat bilinmelidir ki Ravza-i Mutahhara’da namaz kılmak ve Allah Resûlü’nün (s.a.s.) kabrini ziyaret etmek, haccın veya umrenin farzı, vâcibi veya sünnetlerinden biri değildir. Dolayısıyla haccın veya umrenin tamam olması Mescid-i Nebevî’de namaz kılmaya veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kabr-i saâdetini ziyaret etmeye bağlanamaz. Bu itibarla bunları yapmadan Medine’den ayrılmak durumunda kalanların, hac veya umre ibadetlerinde herhangi bir eksiklik olmaz.
Hac ve umre görevlerini yaparken belli duaları okumanın hükmü nedir?
Kur’ân-ı Kerîm’de geçen veya Hz. Peygamber (s.a.s.) ile sahabeden rivâyet edilegelen duaları okumak, yerinde ve daha uygun olsa da bu duaları aynen okumak zorunlu değildir. Arzu edenler bu dualardan yararlanabileceği gibi önceden bildiği ve devam etmekte olduğu duaları da okuyabilirler. Arapça okumayı bilmediği için kitaplarda yer alan duaları telaffuz edemeyen veya telaffuzda güçlük çekenler, okumak istedikleri duanın tercümesini de okuyabilirler. Esasen kişinin Yüce Yaratıcıya gönlünü açıp yakarmasında en güzel yol, içinden geldiği gibi dua etmesidir.
Hacca giderken helallik almanın dinî hükmü nedir?
Dinimiz, kul haklarına çok önem vermiş ve inananların bu haklara karşı duyarlı ve saygılı olmalarını emretmiştir. Ayrıca kul hakkı ihlalinde, hakkı ihlal edilen kişi affetmedikçe, hiç kimse tarafından affedilemeyeceği de belirtilmiştir. Veda Hutbesi’nde Resûlullah (s.a.s.), “Ey insanlar! … Sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, bu beldeniz içinde, bu ayınızda, bu gününüzün haramlığı gibi Rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)…” (Buhârî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuştur. Resûlullah (s.a.s.) ayrıca şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında kardeşine ait bir hak varsa, o haksızlıktan dolayı hak sahibiyle helalleşsin. Gerçek şu ki, (kıyamette) asla dinar ve dirhem (altın ve gümüş) yoktur. Kardeşinin hakkı için kendi sevaplarından alınmadan evvel, (dünyada) onunla helalleşsin. (Ahirette) zalimin (o hakkı karşılayacak) sevapları bulunmazsa, kardeşinin günahlarından alınır da o zalimin üzerine atılır.” (Buhârî, Rikâk, 48 [6534]; Mezâlim, 10 [2449]). Bu ve benzeri gerekçeler nedeniyle hacca giden kişinin yolculuğa çıkmadan önce çevresindekilerle ve hukuku olan kimselerle helalleşmesi, haccın adabından sayılmıştır. Ancak helalleşme, haccın sıhhatinin şartlarından olmadığı için helalleşmeden hacca giden kişinin haccı geçerlidir.
Hac yapan kimsenin bütün günahlarının affedileceğine dair rivayetler sahih midir?
Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kim Allah için hacceder de (Allah’ın rızasına uymayan) kötü söz ve davranışlardan ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, annesinden doğduğu günkü gibi (günahlarından arınmış olarak hacdan) döner.” (Buhârî, Hac, 4 [1521]; Müslim, Hac, 438 [1350]) buyurmaktadır. Bu hadis muteber hadis kaynaklarında yer almaktadır. Bu ve benzeri hadisleri gerçek anlamında anlamak mümkün olduğu gibi hac ibadetinin önem ve faziletini vurgulamak ve bu vecibeyi ifaya teşvik olarak değerlendirmek de mümkündür. Bir başka hadiste; “Hacılar ve umre yapanlar Allah’ın (evinin) ziyaretçileridir. Kendisine dua ederlerse dualarına icabet eder, O’ndan bağışlanma dilerlerse onları bağışlar.” (İbn Mâce, Menâsik, 5 [2892]) buyrulmaktadır. Benzer ifadeler başka ibadetlerle ilgili olarak da kullanılmıştır. Mesela “Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı), Ramazan’dan Ramazan’a (tutulan Ramazan orucu), büyük günahlardan uzak kalındığı sürece, arada işlenen küçük günahların bağışlanmasına vesiledir.” (Müslim, Tahâret, 16 [233]); “Her kim Ramazan’ı (farz olduğuna) inanarak ve ecrini de umarak oruçla geçirirse, daha önce işlediği günahları bağışlanır.” (Buhârî, Îmân, 28 [38]; Savm, 6 [1901]; Fazlu leyleti’l-kadr, 1 [2014]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 175 [760]) buyrulmuştur. Bu hadislerden anlaşılması gereken; -namaz, oruç, zekât gibi farzları terk etmek; içki, kumar, zina, hırsızlık, adam öldürme gibi haramları işlemek anlamına gelen büyük günahlardan uzak kalındığı sürece- küçük günahların belirtilen iyi ameller vesilesiyle affedileceğidir. Kişilerin namaz, oruç, zekât borçlarını kaza etmeden, kul haklarını ödemeden veya helalleşmeden bir hac yapmakla tamamen günahsız olacağını düşünmek, çok da doğru görünmemektedir. Ayrıca büyük günahlar ancak tövbe ve istiğfarla bağışlanabilir.
Mekke ve Medine’nin kutsallığına inanarak oralardan toprak veya taş getirmenin bir sakıncası var mıdır?
Mescid-i Haram, Meş’ar-i Haram, Arafat başta olmak üzere Mekke, hac ile ilgili rükün ve şartların ifa edildiği yerler olması bakımından Müslümanların gönlünde belli bir kutsallığa sahiptir. Bu kutsallık o bölgelerin taşına, toprağına, bitkisine ve hayvanına değil; bizzat mekânların kendisine aittir. Dolayısıyla Hicaz’dan teberrük amacıyla toprak veya taş getirmenin herhangi bir dayanağı yoktur (Serahsî, el-Mebsût, 30/161). İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bunu doğru bulmamış ve bunun mekruh olduğunu söylemişlerdir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/454-455).
Hacer-i Esved’in selamlanması ve öpülmesinin hikmeti nedir? Bunların yapılmaması ibadete halel getirir mi?
Hacer-i Esved’i selâmlama ve öpmenin meşruiyeti Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ve ashâb-ı kirâmın uygulamalarıyla sabittir (Buhârî, Hac, 60 [1610-1611]; Müslim, Hac, 249-250 [1270]). Fıkıh âlimleri, bu uygulamalara dayanarak tavaf sırasında Hacer-i Esved’i sünnete uygun şekilde ziyaret etmenin (istilâm), ona el ile dokunup öpmenin sünnet olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/340; Cezîrî, el-Mezâhibü’l-erbe‘a, 1/592). Hacer-i Esved’i istilâm ederken tekbir getirilmesi de aynı gerekçe ile müstehap sayılmıştır (Buhârî, Hac, 62 [1613]). Tavaf esnasında Hacer-i Esved’e dokunulması ve onun öpülmesi yönündeki rivâyetlerden, bu taşın kutsallığı sonucunu çıkararak bu uygulamayı bizzat Hacer-i Esved’e karşı bir saygı ifadesi olarak görmek doğru değildir. Hac ibadetindeki birçok şekil ve merasim gibi bunun da Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) hatırasını canlandırma, haccı önemsemeyi ve Allah’ın bu konudaki emrine boyun eğmeyi vurgulama, kulluk ve itaat gibi ruhî ve derunî hâlleri, zahirî bazı davranışlarla ifade etme gibi sembolik ve taabbüdî bir anlam taşıdığı söylenebilir. Hacer-i Esved’le ilgili olarak Hz. Ömer’in “Allah’a andolsun ki senin zarar veya fayda vermeyen bir taş olduğunu biliyorum; eğer Resûlullah’ı (s.a.s.) seni istilâm ediyor görmeseydim ben de seni istilâm etmezdim.” (Buhârî, Hac, 57 [1605]; Müslim, Hac, 248-251 [1270]) şeklindeki sözü de bu yaklaşımı desteklemektedir. Tavaf mahalli tenha olur ve Hacer-i Esved’e yaklaşmak mümkünse öpülür; öpme imkânı bulunamaması hâlinde bu sünnet uzaktan eller kaldırılıp, “Bismillahi Allahu ekber” denilerek selâmlamakla yerine getirilmiş olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/493). İzdiham olması hâlinde Hacer-i Esved’i öpmek için başkalarına eziyet etmek, kadın erkek sıkışık hâlde bulunmak caiz değildir. Hacer-i Esved’e dokunamamak hiçbir surette tavafta bir eksikliğe sebep olmaz.
İfrad haccı ne demektir ve nasıl yapılır?
İfrad haccı, aynı yılın hac mevsimi içinde umre yapılmaksızın eda edilen hacdır. İfrad haccı yapmak isteyen kişi, hac mevsimi içinde; Mekke’de ikamet ediyorsa, bulunduğu yerde, mîkât dışından geliyorsa mîkâtta sadece hacca niyet ederek ihrama girer. Mekke’ye varınca kudüm tavafını yapar, ihramdan çıkmaz. Arafat ve Müzdelife vakfelerini yapıp bayram günü Akabe cemresine taş atar, sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Daha sonra ziyaret tavafını ve sa’yi yapar, cemrelere taş atar. İfrad haccı yapan kimsenin kurban kesmesi gerekmez (Zeylaʿî, Tebyînu'l-Hakâîk, 2/3).
Temettu haccı ne demektir ve nasıl yapılır?
Temettu haccı, aynı yılın hac mevsiminde, önce umre yapıp ihramdan çıktıktan sonra yeniden hac için ihrama girilerek yapılan hacdır. Temettu haccı yapmak isteyen kişi, mîkâtta veya daha öncesinde umreye niyet ederek ihrama girer, Mekke’ye vardıktan sonra umre yapar. Sonra tıraş olup ihramdan çıkar. Böylece umresi tamamlanmış olur. Arefeden önce hac için ihrama girer. Haccını eda ettikten sonra ihramdan çıkar. Temettu haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/153).
Kıran haccı ne demektir, nasıl yapılır?
Kıran haccı, aynı yılın hac mevsiminde umre ve haccın ikisine birden niyet edilip ihrama girilerek tek ihramla yapılan hacdır. Kıran haccı yapmak isteyen kişi, mîkâta varınca veya daha varmadan umre ve haccın her ikisine birden niyet ederek ihrama girer. Umreyi yaptıktan sonra, ihramdan çıkmayıp, aynı ihramla haccı da eda eder, sonra ihramdan çıkar. Kıran haccı yapanların şükür kurbanı kesmesi vaciptir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/152 vd.; Aynî, el-Binâye, 4/245).
Temettu haccı yapacak kişinin, umreyi yapıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girinceye kadar başka bir umre yapması caiz midir?
Temettu haccı yapan kişinin, hacdan önce yaptığı ilk umreden sonra umre yapamayacağını söyleyen fakihler varsa da bazı Hanefî eserlerinde, Kurban Bayramı günleri dışındaki diğer günlerde umre yapmanın caiz olduğu hükmüne istinaden, temettu haccı yapan bir kişinin, ihramdan çıktıktan sonra nâfile tavaf yapabileceği gibi umre de yapabileceği belirtilmektedir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/535).
Kudüm tavafını yapan kişi, ifrad haccını temettu veya kırana çevirebilir mi?
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin de içinde bulunduğu çoğunluğa göre, ifrad haccına niyet eden ve kudüm tavafını yapan kişi bu haccını temettu veya kırana dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise bu durumdaki kişi haccını temettu veya kırana dönüştürebilir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335).
Kıran haccına niyet eden kişi, tavaf ve sa’y yapmadan niyetini değiştirip temettu haccına dönüştürebilir mi?
Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî mezheplerine göre kıran haccına niyet eden kişi bu haccını temettu haccına dönüştüremez. Hanbelî mezhebine göre ise dönüştürebilir (bkz. İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/333, 335).
Temettu haccı için umreye niyet eden kişi, haccını kırana dönüştürebilir mi?
Hanefî mezhebine göre, umre için ihrama giren kişi, tavafın en az dört şavtını yapmadan hacca da niyet ederse haccı kırana dönüşmüş olur. Ancak dört şavt yaptıktan sonra hacca da niyet ederse niyeti geçersiz olup haccı temettu olarak devam eder (Zeylaî, Tebyîn, 2/74). Şâfiî mezhebine göre, umre niyetiyle ihrama giren bir kimse henüz tavafa başlamadan hacca da niyet edebilir ve bu durumda yaptığı hac kıran haccına dönüşür. Ancak bir adım bile olsa tavafa başlamışsa bu durumda ayrıca hac için niyet edemez. Ettiği takdirde bu niyeti geçersiz olur (Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 3/323). Mâlikî mezhebine göre ise temettu haccına niyet eden kişi, ihramdan çıkmadan önce niyetini değiştirip kıran haccına dönüştürebilir (Karâfî, ez-Zehîra, 3/289).
Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutabilir mi?
Temettu veya kıran haccına niyet eden bir kimse kurban kesme imkânına sahip olduğu hâlde bunun yerine oruç tutamaz. Kurban kesme imkânı bulamayıp oruç tutmuş olan bir kimse "eyyam-ı nahr" denilen kurban kesme günlerinde bu imkânı elde ederse, ayrıca kurban kesmesi de gerekir. Eyyam-ı nahrdan veya tıraş olduktan sonra bu imkânı elde ederse; orucu yeterli olup kurban kesmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/173).
Hacc-ı ekber ve hacc-ı asğar ne demektir?
“Hacc-ı ekber” ifadesi Kur’ân-ı Kerîm’de, “Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlü’nden bütün insanlara bir bildiridir.” (et-Tevbe, 9/3) şeklinde geçmektedir. Bu âyetteki hacc-ı ekberin hangi anlamda olduğu konusunda farklı görüşler vardır (Kur’ân Yolu, 2/724). Genel kabul gören görüşe göre, hac mevsimi dışında Kâbe’ye yapılan ziyarete (umreye) hacc-ı asğar; hac mevsiminde yapılan ziyarete de hacc-ı ekber denir. Bayramın birinci gününe de “hacc-ı ekber” denilir (Zeylaî, Tebyîn, 2/33). Hz. Ali (r.a.), “Resûlullah’a (s.a.s.) 'el-haccü’l-ekber hangi gündür?' diye sordum; ‘Bayramın ilk günüdür.’ buyurdular.” demiştir (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 10 [3088]). Halk arasında ve bazı kaynaklarda arefe günü veya Kurban Bayramının birinci gününün cumaya rastladığı dönemde yapılan hacca, “hacc-ı ekber” denildiğine dair bir anlayış vardır. Ancak bunun güçlü bir dayanağı yoktur.
Veda haccı ve veda hutbesi nedir?
Veda haccı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Medine’ye hicretinin 10. yılında (632) yapmış olduğu ilk ve son haccıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), yüz bini aşan sahabîye bu hac sırasında yaptığı konuşma ile veda etmiş, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan hac ibadetinin yapılış şeklini öğretmiştir. Hac sırasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) ashabına yaptığı tarihî konuşmasına “veda hutbesi” denir. Temel hak ve hürriyetler açısından, çok önemli olan bu hutbe, hadis kitaplarında bölümler hâlinde nakledilmiştir (Buhârî, Hac, 132 [1739-1742]; Müslim, Hac, 147 [1218]). İslâm tarihi kaynakları, hadis kaynaklarından bu rivâyetleri tek metin şeklinde aktarırlar (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/601-604). Hz. Peygamber (s.a.s.), İslâm’ın özeti olarak sunduğu veda hutbesiyle; câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün insanların Hz. Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek evrensel insan haklarına işarette bulunmuştur. Irk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa rehber olacak örnek bir eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinanın ve aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir. Aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinin bulunduğunu, kadınlara iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğratan fâizin haram kılındığını, her türlü kan davasının kaldırıldığını ilan etmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin her türlü tecavüzden korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını ve cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz bir şekilde orada bulunan insanlara öğütleyerek, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir. En sonunda orada hazır bulunanların, dinlediklerini başkalarına aktarmalarını istemiştir (İbn Hişâm, es-Sîre, 2/602-604).
Temettu haccı yapan kişi, umresini tamamlayıp ihramdan çıktıktan sonra hac ihramına girmeden nâfile bir tavafın ardından haccın sa’yini yapabilir mi?
Temettu haccı yapanlar mikatta sadece umreye niyet ettikleri için umrenin sa’yini tamamlayınca, tıraş olup ihramdan çıkarlar. Tekrar hac için ihrama girinceye kadar Mekke’de ihramsız kalırlar. Zilhicce ayının sekizinci (terviye) günü veya isterlerse daha önce hac için tekrar ihrama girerler. Hac için ihrama girdikten sonra yapacakları nâfile bir tavafı takiben isterlerse hac sa’yini Arafat’a çıkmadan önce yapabilirler. Bu takdirde, ziyaret tavafından sonra sa’y yapmaları gerekmez. Ancak bu kişiler, hac için ihrama girmeyip ihramsız bir şekilde yaptıkları nâfile tavaflardan sonra sa’y yapamazlar. Yaptıkları takdirde de bu sa’y, haccın sa’yi yerine geçmeyeceğinden bu kişilerin ziyaret tavafından sonra yeniden sa’y yapmaları gerekir (Haddâd, el-Cevheretü’n-neyyira, 1/165; İlmihal I: İman ve İbadetler, 536).
Hacda kurban kesmeden önce saç tıraşı olana ceza gerekir mi?
Hacda Akabe cemresine taş atmak, kurban kesmek ve saç tıraşı olmak arasında sırayı gözetmenin hükmü ihtilaflıdır. Bu sıraya uymak İmam Ebû Hanîfe’ye göre vaciptir, dolayısıyla sıralamanın bozulması, dem gerektirir. İmam Ebû Yûsuf, İmam Muhammed ve diğer mezhep imamlarına göre ise sünnettir. Bu sıraya uyulmaması hâlinde herhangi bir ceza gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/154). Günümüzdeki zorluklar dikkate alındığında bu görüşle amel etmenin uygun olacağı söylenebilir.
Umrenin tavaf ve sa’yini tamamlayan ancak henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlere ne gerekir?
Umrenin tavaf ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olup ihramdan çıkmadan önce cinsel ilişkide bulunan eşlerin umresi geçerli olur. Ancak ceza olarak her birisine ayrı ayrı bir dem; küçükbaş hayvan kesmesi gerekir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/245).
İhram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem dışında ödenmesi caiz midir?
Hanefî mezhebine göre, ihram yasaklarının ihlali sebebiyle verilmesi gereken sadakaların Harem’de ödenmesi daha faziletli olmakla birlikte Harem dışında ödenmesi de caizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/558). Şâfiî mezhebine göre ise bu sadakaların Harem bölgesinde ödenmesi zorunludur (Dimyâtî, İânetü’t-Tâlibîn, 2/368-370).
Kurban bayramının Suudi Arabistan’da Türkiye’den önce veya sonra başlaması halinde yapılan hac ibadeti geçerli olur mu?
Kur’ân-ı Kerîm’de güneş ve ayın bir hesaba göre hareket ettiği (er-Rahmân, 55/5), bunların diğer fonksiyonlarının yanında aynı zamanda birer hesap ölçüsü de kılındığı (el-En'âm, 6/96), yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için aya menziller tayin edildiği (Yûnus, 10/5), gökler ve yer yaratıldığı zaman on iki ay meydana gelecek şekilde bir nizam konduğu (et-Tevbe, 9/36), ayın, yeryüzünden hilal şeklinde başlayıp kademe kademe farklı şekillerde görülmesinin insanlar ve hac için vakit ölçüleri olduğu (el-Bakara, 2/189) belirtilmektedir. Fakihlerin çoğunluğuna göre; kamerî aylar, ayın güneş battıktan sonra, yeryüzünün herhangi bir yerinden hilal hâlinde çıplak gözle görülmesi veya görülebilecek durumda olmasıyla başlar. Günümüzde ayın hilal hâlinde nerede ve ne zaman görülebileceği, hatasız olarak, hesapla tespit edilebilmektedir. Yurdumuzda ve İslâm ülkelerinin çoğunda hesaplamalar, hilalin dünyanın neresinde olursa olsun görüleceği dikkate alınarak yapılmakta ve takvimler bu hesaplamalara göre düzenlenmekte; bayramlar da buna göre belirlenmektedir. Bazı İslâm ülkeleri ise kamerî aybaşlarının tespitinde, ayın hilal şeklinde gökyüzünde görülebilecek hâlde bulunması zamanını değil, kavuşum anını (ayın her dolanmasında bir kez güneş, ay ve dünyanın aynı doğrultuya gelmesi/içtima) esas almaktadırlar. Ayrıca kimi ülkeler, ihtilâf-ı metâli’a itibar etmekte yani hilalin dünyanın herhangi bir yerinde görülmesini veya görülebilirliğini değil, kendi ülkelerinde görülebilirliğini dikkate almaktadırlar. İslâm âleminde zaman zaman bizden bir gün önce veya bir gün sonra bayram yapan ülkelerin bulunması bu sebepledir. Bu tür ictihad farklılığından doğan farklı uygulamalar kimsenin ibadetine zarar vermez. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da bulunanlar o günlerde bu ülkenin uygulamalarına göre hareket ederler. Dolayısıyla söz konusu ülkenin hesabına göre yapılan hac ibadeti geçerlidir.
Hacca görevli olarak giden kişinin hac borcu düşer mi?
Görevli olarak hacca giden kimse, ister zengin ister fakir olsun yaptığı hac kendi adına geçerlidir. Yaptığı görev karşılığında ücret alması bunu değiştirmez. Eğer kendisine hac daha önceden farz olmuş idiyse, farz olan haccı eda etmiş olur. Kendisine daha önce hac farz olmamışsa haccın farz olması için şart olan “yol (imkân) bulma” şartı gerçekleştiği için farz haccı eda etmiştir. Daha sonra, maddî açıdan hacca gidecek güce sahip olsa bile yeniden hacca gitmesi gerekmez (Kâsânî, Bedâi‘, 2/120).
Kur’a sistemi dışında hacca gidebilmek için farklı yöntemlere başvurmak caiz midir?
Hac; belli zamanlarda, belli mekânlarda ve belli şekillerde yerine getirilen bir ibadettir. Bu ibadetin kabul edilmesinin şartları, hacca gidecek kişinin Müslüman, ergenlik çağına ulaşmış ve akıl sağlığının yerinde olması, hac mevsiminde Mekke’de bulunmasıdır. Bu şartları yerine getiren kimsenin hac ibadeti fıkhî ölçüler dâhilinde şeklen geçerli olur. Ancak kur’a yöntemiyle hacca gidemeyenlerin, gereğini yapmayacakları hâlde değişik meslek vizeleri almaları, yalan beyan anlamına geleceğinden dinen caiz değildir. Allah’ın emrine uyarak hac ibadetini yerine getirmek ile yine O'nun koyduğu yalan söyleme yasağını çiğnemek İslâm ahlakıyla bağdaşmayan açık bir çelişkidir. Ancak şoför veya kasap olarak gidenler mesleklerini icra ederken hac yapabilirler.
Hacda kurban ne zaman kesilir?
Hanefî mezhebine göre kurban, bayramın ilk üç gününde kesilir. Daha önce kesilemez. Tehir edilerek daha sonra kesilmesi durumunda, İmam Ebû Hanîfe’ye göre, ceza olarak ayrıca bir dem (koyun veya keçi kesmek) gerekir. İmam Muhammed ve İmam Ebû Yûsuf’a göre, tehirden dolayı ceza gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiî mezhebine göre temettu kurbanı, umreyi tamamladıktan sonra hac için ihrama girmeden önce kesilebilir. Bu kurbanın kesiminin son vakti yoktur. Ancak kurban bayramı günlerinde kesilmesi daha faziletlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/183-184). Nâfile olarak kesilen kurbanın, Hanefîler'e göre Kurban Bayramı günlerinde kesilmesi efdal olmakla birlikte daha önce de kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Bunların dışındaki adak ve ceza kurbanları, bunları vacip kılan sebebin oluşmasından sonra ister bayram günlerinde isterse diğer günlerde kesilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/492; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/616). Şâfiîlere göre ceza kurbanı, sebebin oluşmasından itibaren hem bayram günlerinde hem de başka zamanlarda kesilebilirken, adak ve tatavvu (mendup) kurbanları, ancak bayram günlerinde kesilebilir (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/498-500). Şâfiîlere göre fevat (ihrama girdiği hâlde Arafat vakfesine yetişemeyen kişinin ertesi yıl haccedip, kesmesi gereken) kurbanı, haccın kaza edildiği yılda kesilir. Hanefîler'e göre ise fevat dolayısıyla kurban kesmek gerekmez (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/499; Merğinânî, el-Hidâye, 2/478). Muhsar, ihrama girdikten sonra iradesi dışında gerçekleşen bir engel dolayısıyla umrede tavafı veya hacda Arafat vakfesini yapamayan kimsedir. Bu kişi o sene hac yapamayacağına kanaat getirdikten sonra hemen kurban keser ve ihramdan çıkar. Ancak Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre ihsar hedyi denilen bu kurban ancak bayramın ilk üç gününde kesilir. İmam Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî’ye göre bayramdan önce de kesilebilir. İhsar kurbanının Harem bölgesinde kesilmesi Hanefîlere göre gerekli iken Şâfiîlere göre gerekli değildir. (Merğînânî, el-Hidâye, 2/471)
Hacca giden kişinin hacla ilgili kurbanları memleketinde kesilebilir mi?
Temettu veya kıran haccına niyet eden hacıların, Cenâb-ı Hak kendilerine aynı mevsimde hac ve umreyi nasip ettiği için şükür olarak kesecekleri hayvanları Harem dâhilinde kesmeleri gerekir (el-Bakara, 2/196; el-Mâide, 5/95). Bu kurbanın, Kurban Bayramı’nda kesilen udhiyye kurbanı ile ilgisi olmadığından dolayı, Harem bölgesi dışında kesilmesi geçerli değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/493). Aynı şekilde hac ve umre ile ilgili ceza kurbanlarının da Harem Bölgesi’nde kesilmeleri gerekir.
Hac ibadetini yapan kişi, ayrıca memleketinde de kurban kesmekle yükümlü müdür?
Hac için ihramda olan kişi Mekke’de seferî ise kendisine udhiyye (kurban bayram günlerinde kesilen) kurbanının vacip olmadığı konusunda ittifak vardır. Seferî olmaması hâlinde ise udhiyye kurbanının vacip olup olmadığı konusunda Hanefî fakihleri arasında ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe göre haccetmekte olan kimse, ister seferî olsun ister olmasın udhiye kurbanı kesmekle yükümlü olmaz (bkz. Haddâd, el-Cevhera, 2/282; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/315). Ancak yolcu hükmünde bulunan kimsenin tek başına veya mukimlerle birlikte kurban kesmesine bir engel de yoktur. Şâfiî mezhebine göre ise udhiyye kurbanı, seferî olsun olmasın, hacda bulunsun bulunmasın, imkân bulan herkes için sünnet-i müekkededir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/383).
Kurban bayramı günlerinde umre yapılabilir mi?
Haccın ancak hac aylarında yapılabilmesine karşılık umre için belirlenmiş herhangi bir zaman yoktur. Arefe ve bayram günleri (teşrik tekbirlerinin getirildiği 5 gün) dışında her zaman umre yapılabilir. Arefe günü sabahından bayramın 4. günü güneş batıncaya kadarki süre içinde ise umre yapmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü bu günler hac menâsikinin yapıldığı günlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/227). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre hac yapmaya niyetli olmayanlar teşrîk günleri dâhil yılın her gününde umre yapabilirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/147-148; Karâfî, ez-Zehîra, 3/374). Mâlikî mezhebine göre hac yapmaya niyetli olanlar bayramın 4. günü güneş batıncaya kadar, Şâfiî mezhebine göre ise veda tavafı dışında haccın bütün menâsiki tamamlanmadıkça umre yapamazlar (Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 3/21-25).
Umre yapmak üzere ihrama girip Mekke’ye gelen kişi sağlık sorunları sebebiyle umresini erteleyebilir mi?
Umre yapmak üzere ihrama giren fakat umre yapacak kadar kendini sağlıklı hissetmeyen kişi, sağlığına kavuşuncaya kadar ihramlı olarak bekler; iyileşince tavaf ve sa’yini yaparak tıraş olup ihramdan çıkar. Tavaf ve sa’yini ertelemesinden ötürü de bir ceza gerekmez. Ancak bu bekleme süresi içinde ihram yasaklarına riâyet etmesi gerekir.
Bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kişiye ne gerekir?
Hanefî mezhebine göre, başladığı bir umreyi tamamlamadan ikinci bir umre için ihrama giren kimse henüz ilk umresinin sa’yini yapmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse ikinci umresini iptal ederek öncelikle ilk umresinin sa’yini yapıp tıraş olarak ihramdan çıkar. Daha sonra ise iptal ettiği umreyi kaza eder. İkinci umreyi iptal ettiği için dem gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). İlk umresinin tavafını ve sa’yini yaptıktan sonra henüz tıraş olmadan önce ikinci bir umre için ihrama girerse; bu durumda ikinci umresini de tamamlaması gerekir. Ancak iki umreyi birleştirdiği için dem gerekir. İkinci umreyi tamamlamadan önce tıraş olmuşsa bu durumda biri ihram yasağını çiğnediği, diğeri de iki umreyi birleştirdiği için iki dem icap eder (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/587). Mâlikî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre ise bu durumdaki kişinin iki ihramından sadece biri geçerli olur. Dolayısıyla bu kişi sadece bir umre yapar. Kendisine kaza ve fidye de gerekmez (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/269; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/143; Hattâb, Mevâhibü’l-celîl, 3/48).
Harem sınırları içerisindeki kişinin Hill bölgesine gitmeden bulunduğu yerden umre için ihrama girmesinin hükmü nedir?
Mekkeli olsun ya da olmasın Mekke’de bulunan kişiler umre yapmak istediklerinde Harem bölgesi hudutları dışına -yani Hill bölgesine- çıkarak oradan ihrama girerler. Bu konuda en çok bilinen yer, Hz. Aişe Mescidi’nin bulunduğu Ten‘im’dir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/167). Kişi şâyet bu kuralı ihlal ederek Harem bölgesinden ihrama girer ve tavafa başlarsa Hanefî, Şâfîi ve Hanbelîlere göre başlamış olduğu bu umreyi tamamlar ve ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban keser. Ancak tavafa başlamadan önce hatasının farkına varıp Hill bölgesine gider ve oradan ihrama niyet edip telbiye getirirse dem kesme sorumluluğu ortadan kalkar (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/248; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 2/229; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/478; Aliyyu’l-Kârî, Fethu bâbi’l-inâye, 3/72). Mâlikîlere göre kişi, Hill bölgesine gitmeden Harem bölgesinden ihrama girmiş ve tavaf ile sa’y yapıp tıraş olmuşsa yaptığı tavaf ve sa’yi geçersiz sayılır. Bu kişi ayrıca umresini tamamlamadan tıraş olmak suretiyle ihram yasağı işlediği için kendisine fidye gerekir. Fidye hususunda bir dem, üç gün oruç veya altı fakire sadaka verme seçeneklerinden birini yerine getirmelidir. Bu kişinin ayrıca Hill bölgesine çıkıp ardından tavaf ve sa’yini iade ederek umresini tamamlaması gerekir (Haraşî, Şerhu Muhtasari’l-Halil, 2/393; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 2/23; İlîş, Minehu’l-celîl, 2/226).
Kul hakkının önemi nedir ve ihlali durumunda nasıl ödenir?
İslâm’ın üzerinde hassasiyetle durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların başında kul hakkı gelmektedir. Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4). Bundan dolayı İslâm’da ırkı, rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate alınmış ve gözetilmiştir. Resûlullah (s.a.s.) veda hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız, Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741]) buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]). Dolayısıyla İslâm’da kul haklarına riâyet, İslâm’ı anlama ve özümseme göstergelerinden olup dünya ve ahiret saadetine ulaştıran temel vesilelerden birisidir. Kul hakkı ihlali durumunda; haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim din kardeşinin şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak kendisine yüklenir” (Buhârî, Mezâlim, 10 [2449]). Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda; mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Hak ihlali; hakaret etme, küfür, yalan, gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113).
Kadın şahsi ihtiyacını karşılamak için kocasının parasını rızası olmadan alabilir mi?
İslâm dini, kocaya vermiş olduğu hak ve yetkilerin yanında, birtakım görev ve sorumluluklar da yüklemiştir. Bunlardan birisi de kocanın eşinin temel ihtiyaçlarını makul ve normal ölçülerde karşılama ve giderme görevidir (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/6). Bu, evlilik akdinden doğan bir sorumluluk olup, kadının zengin veya fakir olması, Müslüman veya gayrimüslim olması sonucu değiştirmez. Ebû Süfyan’ın karısı Hind, Resûlullah’ın (s.a.s.) huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Ebû Süfyân cimri bir adamdır, ne bana ne de çocuklarına yeterli harcamada bulunuyor. O görmeden malından alabilir miyim?” diye sorduğunda Allah Resûlü (s.a.s.); “Maruf ölçüler içerisinde kendine ve çocuklarına yetecek kadarını alabilirsin.” (Nesâî, Âdâbü’l-Kudât, 31 [5420]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 95 [2211]; Müslim, Akzıye, 7-9 [1714]) buyurmuştur. Buna göre koca, eşinin normal şahsi ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal ederse, kadın onun malından ihtiyacı kadarını alabilir.
Çocuğa isim koyarken nelere dikkat edilmelidir?
Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel bir isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber, insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebu Davud, Edeb, 69) buyurmuştur. Konulacak isimlerin mutlaka Arapça olması ve bu ismin Kur’an-ı Kerim’de geçmesi gerekmez. Çocuğa isim koyarken dikkat edilecek husus, yadırganmayacak güzel anlamlı bir isim olmasıdır.
Ölen yakınının maaşını alabilmek için resmen boşanan ama evliliğini dinî nikâhla devam ettirenlerin aldıkları bu maaşlar helal midir?
Nikâh, aile birliği oluşturacak kimselerin Allah’ın emri gereği gerçekleştirdikleri bir sözleşmedir. Böylesine önemli bir sözleşmenin birtakım maddî kaygılarla sona erdirilmesi her şeyden önce ahlaken doğru değildir. Kaldı ki sevgili Peygamberimiz normal şartlar altında gerçekleşen boşama için bile “Allah’ın en hoşlanmadığı helâl şey evliliği sona erdirmektir” (Ebû Dâvûd, Talâk, 3 [2178]; İbn Mâce, Talâk, 1 [2018]) buyurmuştur. Bir yakını dolayısıyla kanun gereği dul hanımlara ödenen parayı almak üzere resmen boşanıp gerçekte birlikte yaşamaya devam etmek, hile niteliğinde olduğundan haramdır. Bu tür hileli yollarla elde edilecek gelirler kamu malını zimmetine geçirmek anlamına gelir. Bu nedenle hileli boşanma yolu ile alınan maaş helâl olmaz.
Mezarlıktaki ağaç, ot vb. bitkileri kesmek caiz midir?
Mezarlıkta bulunan yaş ot ve ağaçları, bakım amaçlı olmadıkça yolmak ve kesmek mekruhtur. Zira buradaki yaş bitkiler kendilerine has bir şekilde Allah’ı zikretmektedirler. Bu zikir sebebiyle orada yatan müminlere, Allah Teâlâ’nın rahmet edip azaplarını hafifletmesi umulur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir kabristanda bulunan iki kabir sahibinin azap içinde olduğunu anlamış, yanında bulunanlardan taze bir hurma dalı isteyerek, ikiye bölmüş ve her birini bir kabrin başına dikmiştir. “Ey Allah’ın Resûlü, niçin böyle yaptın?” diye sorulunca, “Umulur ki bunlar yaş kaldıkları sürece (azapları) hafifler” (Buhârî, Vudû’, 56 [218]; Müslim, Tahâret, 111 [292]) buyurmuştur. Mezarlıkta zayi olacağından endişe edilen kuru ot ve ağaçların kesilip satılmasında bir sakınca yoktur. Bu satıştan elde edilen paranın kamu yararına kullanılması gerekir. Ayrıca mezarlıkta bulunan ağaçların meyveleri de yenilebilir (el-Fetâva’l-Hindiyye 1/166-167; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/245).
Define aramak ve bulunduğunda sahiplenmek caiz midir?
Günümüzde define arama işlemleri “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu” ile diğer ilgili mevzuata göre yürütülmektedir. Bu mevzuata aykırı şekilde define aramak kamusal ve bireysel haklara tecavüz anlamına geldiğinden câiz değildir.
Buluntu eşya (lukata) ile ilgili hükümler nelerdir?
Başkalarının rızası olmadan mallarını ellerinden almak câiz olmadığı gibi kaybettikleri mal ya da eşyayı alıp sahiplenmek de câiz değildir. Bir kimse bir yerde bir miktar para veya eşya bulsa onu sahibine vermek üzere alabilir. Ancak kendine mal edinmek üzere alması başkasının malını gasp etmek hükmündedir. Bulunduğu yerde bırakıldığı takdirde telef olmasından korkulan bir şeyi sahibine vermek üzere almak vâcip; telef olmayacak şeyleri almak ise mubahtır. Bir kimse bulduğu bir şeyi alırken, onu sahibine teslim etmek üzere aldığına çevresindekileri şahit tutar. Bulunan eşyanın sahibi çıkar ve onun kendisine ait olduğunu ispat ederse eşyayı ona teslim eder (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/200-201). Buluntu eşya, onu sahibine vermek üzere alanın yanında emanet durumundadır. Bir kusuru olmaksızın bu mal kaybolsa veya telef olsa, sahibi çıktığında bedelini ona ödemekle yükümlü olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 5/162, 163). Buluntu eşyayı elinde bulunduran kimse bunu malın değerine göre uygun görülen bir süre ilan eder ve bekler. Sahibi çıkmazsa o malı yoksul kimselere sahibi adına tasadduk eder; kendisi muhtaç ise ondan istifade edebilir. Ancak daha sonra sahibinin çıkması hâlinde bedelini öder. Sahibinin aramayacağı düşük değerli şeyler ise beklemeye gerek kalmaksızın ihtiyaç sahiplerine verilebilir; bulanın ihtiyacı varsa o da kullanabilir (Serahsî, el-Mebsût, 11/2-3).
Herhangi bir sebeple kovandaki fazla ana arıların veya bunların larvalarının itlaf edilmesi caiz midir?
Yüce Allah, şifa kaynağı olarak balı insanların istifadesine sunmuştur. Bu hususa Kuran-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir: “Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.’ Onların karınlarından çeşitli renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir (toplum) için bir ibret vardır.” (en-Nahl, 16/68-69). Ekolojik dengeyi bozmamak kaydıyla, arıların istenmeyen ölçüde oğul vermemesi, verilen oğulların zayıf olmaması, fazla bal almak ve ana arıların birbirlerine zarar vermemesi için fazla ana arıların veya larvalarının itlafında bir sakınca yoktur.
Hasta olan ve tedavisi yapılamayan kedi, köpek gibi hayvanların veteriner tarafından uyutulması caiz midir?
Yüce Allah, diğer yeryüzü nimetleri gibi hayvanları da insanların hizmetine vermiş ve onlardan çeşitli şekillerde faydalanmayı helal kılmıştır (en-Nahl, 16/5, 6, 80). Bununla birlikte dinimiz bir canlı olarak hayvanlara karşı da şefkatli ve merhametli olmayı emretmiştir (Buhârî, Müsâkât, 10 [2365]; Müslim, Selâm, 151 [2242]). İnsanın, hizmetine verilen canlılara karşı merhamet ölçüleri ile muamele etmesi yanında onların sağlık ve temizliklerine de azami özen göstermesi gerekir. Bu sebeple hastalanan hayvanların imkân ölçüsünde tedavi edilmeleri gerekmektedir. Zira bu hem merhametin hem de sağlıkla ilgili tedbirlerin zorunlu bir sonucudur. Ancak ölümcül bir hastalığa yakalanmış, tedavi ederek iyileşme imkânı da olmayan ve şiddetli acılarla baş başa kalmış bir hayvanın veteriner gözetiminde uyutulmasında bir sakınca yoktur.
Hayvanların kısırlaştırılması caiz midir?
İnsanlar gibi tüm hayvanların da üreme ve çoğalma hakları vardır. Hayvanların yeme içme ihtiyaçlarının teminini engellemek uygun olmadığı gibi üreme özelliklerini ortadan kaldırmak da uygun değildir. Gerekli ve meşrû bir sebep bulunmadıkça hayvanların kısırlaştırılması da câiz değildir. Ancak gerekli ve meşrû sebeplerle; toplum menfaati gereği evde beslenen hayvanların gebe kalmalarını engelleyici ilaç ve benzeri şeylerin kullanılmasında ve ekolojik dengeyi bozmamak şartıyla kedi, köpek vb. başıboş hayvanların kısırlaştırılarak çoğalmalarının kontrol altına alınmasında dinen bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/357). İş gücünden, nesil ıslahından ve et verimliliğinden ziyadesiyle istifade edilebilmesini temin etmek amacıyla dana ve teke gibi bazı hayvanların kısırlaştırılması da câiz görülmüştür (Merğinânî, el-Hidâye, 4/380; İbn Mâze, el-Muhît, 5/375, 376).
Selâmlaşmanın İslâm dinindeki yeri ve hükmü nedir?
Selâmlaşma, Müslümanlardan birinin diğerine “Selâm sizin üzerinize olsun, Allah sizi her türlü kaza ve belâdan korusun” anlamına gelen “selâmün aleyküm/es-selâmü aleyküm” diyerek hayır duada bulunması; diğerinin de “ve aleyküm selâm/aleykümü’s-selâm” diyerek aynı duayla karşılık vermesidir. Nitekim Allah Teâlâ, “Size bir selâm verildiğinde ya daha güzeli ile ya da dengi ile karşılık verin” (en-Nisâ, 4/86) buyurarak verilen selâma güzel şekilde karşılık vermeyi emretmiştir. Hz. Peygamber de (s.a.s.) selâma güzel lafızlar eklemenin sevabı artırdığına dikkat çekmiş, “es-Selâmü aleyküm” sözüne, “ve rahmetullâh ve berekâtüh” (Allah’ın rahmeti ve bereketi) gibi sözcükler eklemek suretiyle ayrıca sevap kazanılacağını bildirmiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 143, [5195-5196]). Dinimiz Müslümanları kardeş ilan etmiş, kardeşlik bilincinin yerleşip devam etmesi için de onlara bazı görevler yüklemiştir. Bu görevlerden biri de selâmlaşmaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) selâmlaşmayı Müslümanın Müslüman üzerindeki hakları arasında saymıştır. (Müslim, Selâm, 5, [2162]). İslâm âlimleri selâm vermenin sünnet, almanın farz olduğunu ve selâm verenin alana göre daha fazla sevap kazanacağını belirtmiştir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/164). Allah Resûlü (s.a.s.) iki Müslümanın karşılaştığında söze önce selâmla başlamalarını öğütlemiş; küçüğün büyüğe, bir vasıta üzerinde gidenin yürüyene, yürüyenin veya ayakta olanın oturana, sayı bakımından az olan topluluğun çok olana selâm vermesinin uygun olacağını bildirerek selâmlaşma âdâbını öğretmiştir. Bunun yanında topluluk içerisinden bir kişinin selâm vermesini ya da verilen selâmı bir kişinin almasını yeterli görmüş ve bir topluluktan ayrılırken de selâmla ayrılmanın güzel olduğunu ifade etmiştir (Buhârî, İsti’zân, 4, [6231]; Müslim, Selâm, 1, [2160]; Ebû Dâvûd, Edeb, 150, [5208], 152, [5210]). Şâyet topluluktan hiç kimse verilen selâmı almazsa bu durumda toplulukta bulunan herkes günahkâr olur (İbn Âbidînzâde, el-Hediyyetü’l-ʿAlâʾiyye, 232; Nevevî, el-Mecmû‘, 4/594).
Yetkili makamlarda bulunanların hediye kabul etmeleri caiz midir?
Karşılıklı olarak hediyeleşmek insanlar arasında sevgi ve saygının oluşmasına katkı sağlar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), “Hediyeleşin ki aranızdaki sevgi artsın.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 16) buyurmuştur. Ancak yetkili makamlarda bulunan kişilerin, bu göreve gelmeden önce aralarında hediyeleşme âdeti olmayan kişilerden her ne ad altında olursa olsun; hediye ve bağış kabul etmeleri câiz değildir. Zira bu durum, rüşvet olarak değerlendirilebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/103; Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/86). Hz. Peygamber (s.a.s.), idari makamlarda bulunanlara verilen hediyelerle ilgili olarak; “Yetkililerin aldığı hediyeler, ganimetten aşırmak (kamu malını zimmetine geçirmek) gibidir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 10/233 [20474]) buyurmuştur. Yine Resûlullah (s.a.s.), zekât toplamakla görevlendirdiği memurunun hediye aldığını işittiğinde; “Benim gönderdiğim bir görevliye ne oluyor ki: ‘Bu zekât malıdır; bu da bana hediye edilmiştir.’ demektedir! Bu kişi babasının (yahut anasının) evinde oturup kalsa, acaba kendisine hediye verilir miydi? Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz o zekât malından bir şey alırsa kıyamet gününe o malı boynunda taşıyarak gelecektir.” (Müslim, İmâre, 26 [1832]; bkz. Buhârî, Eymân, 3 [6636]) buyurarak, kişinin yetkili bir makamda bulunmasından dolayı hediye almasının câiz olmadığını ifade etmiştir.
Sol elle yemek yemekte bir sakınca var mıdır?
Yeme-içmeyle ilgili genel ilkeleri belirleyen Hz. Peygamber (s.a.s.), sol elle yeme-içmeyi hoş karşılamamıştır. Nitekim o, bu konu üzerinde önemle durmuş; şeytanların sol elle yiyip içtiklerini haber vererek ümmetini uyarmış ve çocuklara sağ elle yemek yemeyi öğretmiştir (Buhârî, Etʽime, 2 [5376]; Müslim, Eşribe, 105-109 [2020-2022]). Hz. Peygamber’in sağ elle yeme ve içme konusundaki tavsiye ve irşadlarına uymak her Müslümanın vazifesidir. Bu nedenle anne ve babaların çocuklarına diğer yemek âdâbıyla birlikte sağ elle yeme ve içmeyi de öğretmeleri gerekir. Fizikî bir engel sebebiyle sağ eliyle yiyemeyen kimselerin sol elle yeme içmesinde ise bir sakınca yoktur (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 8/183).
Domuzdan üretilen jelatin caiz midir?
Jelatin; sığır, domuz, balık ve kümes hayvanları gibi omurgalıların kollajeninden elde edilen bir protein türüdür. Jelatin üretiminde başlıca hammadde olarak domuzun kemik ve deri altı tabakası ile sığırın kemik ve derileri kullanılmaktadır. İnsan sağlığına olumsuz etkisi olmadığı göz önüne alınarak helallik açısından jelatine yaklaşıldığında temel hareket noktası, menşeinin helal olmasıdır. Bunun yanında üretim aşamasında, jelatine kaynak teşkil eden hammaddenin yapısal özelliklerini yitirip yitirmemesinin, ürünün helalliğine etki edip etmeyeceği de tartışılmıştır. Öncelikle menşei itibariyle helal olan yani yenilebilir ve İslami usullere göre tezkiye edilmiş (kesilmiş) hayvanların derilerden ve kemiklerden elde edilen jelatinin tüketilmesinin helalliği noktasında herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Jelatinin dini hükmü konusundaki esas hareket noktası ise, haram bir menşeden elde edilmiş olması halinde, imalat aşamasında tam anlamıyla bir dönüşüm/değişim geçirip geçirmediği hususudur. Bu husus fıkıh literatüründe “istihale” kavramı çerçevesinde ele alınmaktadır. İstihale dinen necis sayılan bir maddenin yapı değişimine uğrayarak temiz bir maddeye dönüşümünü ifade etmektedir. Fıkıh kaynaklarında istihalenin dayandığı mantık, Allah Teala’nın bir maddenin necis olmasını, sahip olduğu yapısal duruma bağladığı düşüncesiyle açıklanmaktadır. Bu düşünceye göre maddenin yapısında gerçekleşen dönüşüm, ister istemez necaset niteliğinin de değişmesini gerektirmektedir. İstihalenin necis bir maddeyi temiz hale getirebileceği hususunu bazı fakihler onaylamasa da, aralarında Hanefilerin de yer aldığı birçok alim, istihalenin böyle bir işlevi olduğunu kabul etmektedir. Meseleye haram menşeden elde edilen jelatinin hükmü açısından yaklaşıldığında, üretim aşamasında bir istihale gerçekleşip gerçekleşmediği hususu önem taşımaktadır. Bu konuda farklı yaklaşımların olduğu görülmektedir. Jelatinin üretiminde kimyasal reaksiyonlar sonucunda istihale olduğunu söyleyen uzmanlar olduğu gibi, yaptıkları deneylerle jelatinin istihaleye uğramayan katkı maddelerinden biri olduğu sonucuna ulaşan uzmanlar da bulunmaktadır (bk. I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011; el-Beyanü’l-Hitami ve’t-Tavsiyat li’n-Nedveti’l-İlmiyye: el-İstihale ve’l-İstihlak ve Müsteceddatühüma fi’l-Ğıza ve’d-Deva (9-10 Şubat 2015, Cidde, s. 2-11; “İstihale”, DİA, EK 1, 674-676). Bu bağlamda jelatin üzerinde araştırma yapan birçok uzman, her ne kadar üretim aşamasında bazı amino asit ve karbonhidrat yapılarını kaybetse de kollajenin amino asit dizesini büyük oranda koruduğu, değişimin alfa sarmal yapısındaki hidrojen bağının değişiminden ibaret kaldığı, dolayısıyla kollajenin jelatine dönüşümünde gerçek anlamda bir kimyasal dönüşüm değil, bazı fiziksel ve kimyasal özelliklerde farklılaşma meydana geldiği sonucuna ulaşmışlardır (I. Ulusal Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi, Ankara, 2011, s. 86-93; 109; Ahmad Sakr, Jelatin, İstanbul 2008, s. 47; Harun Şimşek, A'dan Z'ye Hayvansal Kaynaklı Gıda Katkı Maddeleri, Almanya 2012, s. 72-73). Fıkıh kaynakların çizdiği çerçeveye göre istihale, necis veya kullanılması haram olan bir maddenin hakikatinin değişip ilgili maddenin isim, özellikler ve nitelikler itibariyle farklı bir maddeye dönüşmesidir. Bu açıdan bakıldığında klasik kaynaklarda “vasıf değişimi” bağlamında verilen örnekler, her kimyasal reaksiyonun geçerli bir istihale olmadığını ortaya koymaktadır. Zira söz konusu maddede bazı değişimler olsa da bu her zaman tam bir kimyasal değişim olmamaktadır. Oysa istihaleden bahsedebilmek için maddenin tam bir kimyasal değişime uğraması gerekmektedir. Şu halde yukarıdaki uzman görüşlerine de dayanarak, jelatinin geçirdiği işlemin bir istihaleden/dönüşümden ziyade bir ayrıştırma işlemi olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, kollajenin kaynağı olan hayvan helal değilse, ondan üretilen jelatin de helal olmamaktadır. Menşeinin helalliği bilinmeyen jelatinlerin Müslümanların tüketeceği gıdaların üretiminde kullanılması ve içinde domuz kaynaklı jelatin olduğu kesin olarak bilinen gıdaların tüketimi caiz değildir.
Üretim Aşamalarında Sentetik Alkol Kullanımının Hükmü Nedir?
İslâm, sarhoş eden keyif verici içeceklerin bu amaçla üretim, satım ve içimini kesin bir dille yasaklamıştır (Mâide 5/90-91; Müslim, Müsâkât, 67). Hz. Peygamber (s.a.s.) çok miktarı sarhoşluk veren maddelerin azının da haram olduğunu bildirmiştir (Buhâri, Vudû, 71; Müslim, Eşribe, 7; Ebû Dâvûd, Eşribe, 5: Tirmizî, Eşribe, 3). Bu hükümler, sarhoşluk vermesi için özel olarak ve belli usullerle üretilen içeceklerle ilgilidir. Bu yolla üretilen alkollü içeceğin tedavide kullanılması da ancak meşru bir alternatifin olmaması halinde zarureten caizdir. Dinî literatürde “hamr” olarak bilinen bu özellikteki içecekler dışında, sentetik olarak üretilen alkol veya bazı meyve ve gıdalarda kendiliğinden oluşan alkol, farklı değerlendirilmelidir. Nitekim meyvelerin bünyesinde doğal olarak (binde bir-binde beş) arasında alkol bulunabilmekte; ekmek dâhil birçok fermente (mayalanmış) ürünün üretim süreçleri sonunda az miktarlarda alkol ortaya çıkabilmektedir. Bazı gıda maddelerinin üretim aşamalarında aromatik bileşenlerin kullanılması durumunda son ürün içinde etil alkol (ethanol), keton, ester vb. bileşikler de oluşabilmektedir. Hal böyleyken içinde kendiliğinden ya da “eser” miktarda yani çok az ölçüde ilave edilen maddeler dolayısıyla alkol oluşan bu tür ürünlerin tüketilmesi haram olmaz. Zira burada söz konusu olan alkol, özellikle sarhoşluk vermesi amacıyla ve belli yöntemlerle üretilen alkol yani hamr değildir. Aksi halde bileşeninde belli oranlarda alkol bulunuyor gerekçesiyle birçok meyvenin ve ürünün de yenmemesi gerekirdi. Şu halde: 1. Sarhoşluk vermesi amacıyla üretilen içkilerin azını da çoğunu da içmek ve bunları gıda maddelerine katmak haramdır. 2. Gıda maddelerinde sarhoş etmeyecek ölçüde doğal olarak oluşan alkol, o gıda maddesini haram kılmaz. 3. Sentetik alkolün içki olarak tüketilmesi haram olmakla beraber, çözücü olarak kullanılması böyle değildir. Çünkü bu son durumdaki kullanım amacı sarhoş olmak veya keyif almak değil, aromatik maddelerin çözünürlüğünü sağlamaktır. 4. Sentetik alkolün temizlik ürünlerinde veya temizleyici olarak kullanılması da caizdir. Bu bağlamda mesela ispirto, kolonya vb. sıvılarla, temizlik amacıyla üretilen alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte (bk. Buhârî, Edep, 80; Müslim, Eşribe, 73) bunların temizlikte kullanılmaları caizdir. Bu özellikteki maddeler dinen necis de sayılmadığından, namaz kılmadan önce bu ürünlerin sürüldüğü yerlerin yıkanması da gerekmez (Kâsânî, Bedâî’, V, 115; Elmalılı, Hak Dini, II, 763-764). 5. Gıda maddelerinin helalliğinin tespitinde gıda sağlığı ve güvenliği ilkelerine riayet de dinî bir gerekliliktir. 6. Her konuda olduğu gibi sentetik alkol kullanılmasında da, zihinlerdeki şüpheleri gidermek gerektiğinden başka alternatif bileşenler aranmalı ve varsa öncelikle bunlar kullanılmalıdır.
Eti yenilip yenilmeyen hayvanların tespiti neye göre yapılmıştır?
İslâm, insanı maddî ve manevî her türlü zarardan korumak için birtakım kurallar koymuş ve insana zarar verebilecek pis ve iğrenç olan her şeyi (habâis) yasaklamış; temiz, güzel ve faydalı olanı da (tayyibât) helal kılmıştır (el-Bakara, 2/168; el-A’râf, 7/157). Kur’ân ve sünnette etleri yenilmeyen hayvanlarla ilgili bir liste verme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilenler yanında bazı hayvanlar için de belli ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’deki yasaklamaları teyit eden ifadelerin yanı sıra, “necis ve iğrenç” yiyeceklerin özelliklerine ilişkin detaylı açıklamaları da içermektedir. Mesela Hz. Peygamber (s.a.s.), yırtıcı hayvanların (parçalayıcı uzun ve sivri dişleri olan hayvanlar) ve yırtıcı kuşların (pençesi ile avını parçalayan kuşlar) etlerinin yenmeyeceğini özellikle belirtmiştir. Bununla birlikte Resûlullah’tan (s.a.s.), bazı hayvanların etlerinin yenilmesine dair hükümleri ihtiva eden başka hadisler de rivâyet edilmiştir (Müslim, Sayd, 15,16 [1933-1934] ; Ebû Dâvûd, Et’ime, 32 [3802]). Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi, İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. İslâm âlimleri, belirtilen amaç ve ilkeler ışığında ictihad ederek hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu tek tek ya da gruplandırarak belirlemeye çalışmışlardır. Bu belirlemelerde, bazı hadislerin sıhhati konusundaki farklı değerlendirmelerin ve yorumların yanı sıra insan tabiatının, örfün, mahallî alışkanlıkların ve söz konusu ilkeleri somut olaylara uygulamadaki değerlendirme farklılıklarının etkili olduğu bir gerçektir.
Kara hayvanlarından eti yenilip yenilmeyenler hangileridir?
Etlerinin yenmesinin helâl olduğu hususunda görüş birliği bulunan hayvanlar şunlardır: a) Sığır, manda, koyun, keçi, deve, tavşan, tavuk, kaz, ördek, hindi türünden evcil hayvanlar, b) Geyik, ceylan, dağ keçisi, yabanî sığır ve zebra gibi yabani hayvanlar, c) Güvercin, serçe, bıldırcın, sığırcık, balıkçıl gibi kuşlar. Bu hayvanların etlerinin helâl olduğunda fakihler görüş birliğindedir. Bu sayılanların bir kısmının helâlliği Kur'ân’da tasrih edilmiş, diğerleri de Kur'ân’ın “yiyiniz” dediği iyi ve temiz şeyler (el-Mâide, 5/1; el-Hac, 22/28, 30) (mübah) kapsamında görülmüştür. Etlerinin yenmesinin haram olduğunda görüş birliği bulunan hayvanlar ise şunlardır: a) Domuzun haram olduğu, Kur'ân’ın açık hükmüyle sabittir (el-Mâide, 5/3). Kur'ân’da ismi anılarak yasaklanan tek hayvan domuzdur. Kur'ân’da sadece domuzun etinin haramlığından söz edilse de İslâm âlimleri, En‘âm sûresinin 145. âyetinde geçen “rics” ifadesi ile A‘râf sûresi 157. âyetindeki “... onlara pis ve murdar olan şeyleri haram kılar.” ifadelerini birlikte değerlendirmişler ve domuzun her şeyinin haram olduğunu belirtmişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/133). b) Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın hükmüne dayanır: “(Kesim sırasında) üzerine Allah’ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyin.” (el-En'âm, 6/121). Bu ilke, İslâm’ın tevhid akidesine verdiği önemin ve şirke karşı aldığı kesin tavrın bir göstergesidir. c) Dinî usullere uygun olarak kesilmemiş veya kendiliğinden ölmüş olan hayvanın etinin haram olduğu da yine Kur'ân’ın açık hükmüne dayanır: “Allah, size ancak leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” (el-Bakara, 2/173); “Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan; (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç olmak üzere boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvan tarafından parçalanmış hayvanlar ile (tazim amacı ile) dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar size haram kılındı.” (el-Mâide, 5/3). Yukarıda zikri geçenler dışında kurt, aslan, kaplan gibi köpek dişleriyle; doğan, şahin, kartal gibi pençesiyle avlanan hayvanlar ile sinek, örümcek, akrep gibi haşeratın yenilmesi İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre caiz görülmemiştir.
At eti helal midir?
Kur’ân ve Sünnette at eti yemenin hükmü hakkında açık bir delil bulunmamaktadır. Hanefî mezhebinde İmam Ebû Hanîfe’den rivâyet edilip tercih edilen görüş ile Mâlikîlerden gelen bir görüşe göre at etinin yenilmesi tenzihen (helale yakın) mekruhtur. İmam Ebû Yûsuf ile İmam Muhammed’e, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleriyle Mâlikîlerden gelen diğer bir rivâyete göre ise at etinin yenilmesi mubahtır (Serahsî, el-Mebsût, 11/233; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/4; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/22). At eti yemenin mekruh, hatta haram olduğunu söyleyen âlimler de olmuştur (Karâfî, ez-Zehîra, 4/101). Şüphesiz mekruh ya da haram olduğu görüşünde, o dönemlerde atın gerek askeri gerekse sivil hizmetlerde yoğun bir şekilde kullanılan bir hayvan olması etkili olmuştur. Günümüzde atın etkinlik alanı eski dönemlere göre çok daralmış olsa da at etinin yenilmesi konusundaki mesafeli tutum özellikle Anadolu coğrafyasında devam etmektedir.
Yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi deniz ürünleri yenir mi?
İslâm dini ilke olarak insana maddî veya manevî yönden zararlı olan şeyleri yasaklamış, faydalı olanları da helal kılmıştır. Bu bağlamda, yiyecek ve içeceklerin prensip olarak helal olduğu belirtilirken az bir kısmının yasaklanması, genel olarak insanın beden ve ruh sağlığının korunması amacına matuftur. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de, genel hükmü ifade edecek şekilde insanlar şöyle uyarılmaktadır: “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helal ve temiz olan şeylerden yiyin ve şeytanın işlerini/adımlarını takip etmeyin…” (el-Bakara, 2/168), “Ey iman edenler! Gerçekten sadece Allah’a kulluk ediyorsanız size verdiğimiz temiz [ve helal] rızıklardan yiyin için ve Allah’a şükredin.” (el-Bakara, 2/172), “Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: temiz olanlar (tayyibat) size helal kılınmıştır...” (Maide, 5/4). Bu âyet-i kerîmeler, insanın yiyeceklerinin kendi nezahet ve mükerrem bir varlık olma durumuna uygun olarak temiz ve nezih yiyecekler olabileceğini bildirmektedir. Yeryüzündeki nimetleri insanoğlunun istifadesine sunan Yüce Allah, yiyecek olarak haram kılınan hayvanlar ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Allah size murdar eti (leş), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı…” (el-Bakara, 2/173). Bunun yanında En‘âm sûresinin 145. âyet-i kerîmesinde de aynı şeyler, niteliklerine atıfta bulunularak sayılmıştır. Bunların yanında Kur’ân-ı Kerîm’de deniz avlarının helal kılındığı ayrıca ifade edilmiştir: “Size ve yolculara geçimlik olmak üzere deniz avı ve yiyeceği helal kılındı…” (el-Mâide, 5/96). Yukarıdaki açıklamalarının yanında Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in (s.a.s) helal ve haramları açıklama/bildirme hususundaki görevi ile ilgili olarak şöyle bir ifade kullanmıştır: “…Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten sakındırır; yine onlara temiz olan şeyleri helal, pis olan şeyleri de haram kılar…” (A’raf, 7/157). Nitekim Hz. Peygamber, yenmesi helal ve haram olan hayvanlar ile ilgili açıklamalar yapmıştır. Bir rivâyette şunlar ifade edilmektedir: “Resûlullah (s.a.s.) azı dişi bulunan yırtıcı hayvanların ve pençesiyle avlanan yırtıcı kuşların etlerinin yenmesini yasaklamıştır.” (Müslim, Sayd, 15-16 [1933-1934]; Ebû Dâvûd, Et‘ime, 32 [3803]). Bunun yanında Hz. Peygamber’in, pis ve iğrenç olmaları nedeniyle bazı hayvanların yenmesini yasakladığı da bilinmektedir (Ebû Dâvûd, Et‘ime, 33 [3808]). Deniz ürünleri ile ilgili olarak ise Hz. Peygamber; “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Tahâret, 39 [83]). İslâm âlimleri, Kur'ân ve hadislerde belirtilen hüküm ve ilkeler ışığında hangi hayvanların etinin helal veya haram olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Kara ve deniz hayvanları hakkında gerek Kur'ân-ı Kerîm gerekse hadis-i şeriflerde -bazıları dışında- bütün türler isim olarak zikredilmediğinden, bu hususta farklı hükümler ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, bütün âlimlere göre balık türleri helaldir. Balık dışındaki ürünler, Hanefî âlimler tarafından helal kabul edilmemiştir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/35). Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî âlimleri ise Maide sûresinin 96. âyetindeki “deniz avı” ifadesinin kapsamlı oluşu ve Hz. Peygamber’in, “Denizin suyu temiz, ölüsü helaldir” ifadesine dayanarak, deniz ürünlerinin yenilmesi hususunda oldukça geniş bir yaklaşım ortaya koymuşlardır. Mâlikî ve Hanbelî âlimlere göre, deniz hayvanları prensip olarak helaldir. Ancak timsah gibi yırtıcı hayvanlar helal değildir (Kârâfî, ez-Zehîra, 4/96). Şâfiî mezhebinde ise aslen suda yaşadığı hâlde karada da yaşayabilen kurbağa, yengeç, kaplumbağa ve su yılanı gibi hayvanlar habis ve zararlı oldukları için helal değildir. Bunların dışında kalan midye, kalamar, ıstakoz, karides gibi deniz ürünlerinin yenmesi ise helaldir (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 8/113,150-152). Görüldüğü gibi Kur'ân ve Sünnette yenilmeyecek olan hayvanlar ile ilgili bir liste verilme yönüne gidilmemiş, domuz gibi ismi belirtilerek yasaklananların yanında diğer hayvanlar için ilke ve ölçüler konulmakla yetinilmiştir. Bu nedenle yenmesinin haram olduğu hususunda ittifak edilen hayvanlar oldukça sınırlıdır. Ayrıca sağlığa zararlı maddelerin tüketilmemesi İslâm’ın genel ilkelerinden kabul edilmiştir. Bunun dışında, hakkında açık hüküm bulunmayan ürünlerin hükmü hususunda âlimler, yukarıda da belirtildiği gibi ihtilaf etmişlerdir. Aslında bu tür ihtilaflar meselelerin daha iyi anlaşılmasına katkı sunduğu gibi mükellefler için uygulamada kolaylık da sağlamaktadır. Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde yengeç, ıstakoz, karides, kalamar ve midye gibi ürünlerin üretimi ve tüketiminin helal olduğu söylenebilir.
Kesilen tavukların içleri temizlenmeden sıcak suya sokularak yolum yapılması halinde etlerinin yenilmesi caiz midir?
Usûlüne göre kesilmiş olan tavukların kanı süzüldükten ve varsa üzerlerine bulaşabilen diğer pislikler iyice temizlendikten sonra kaynama derecesine ulaşmayan sıcak suda bir süre bekletilip müteakiben tüylerinin yolunmasında dinî açıdan bir sakınca bulunmamaktadır (İbnü’l- Hümâm, Feth, 1/210-211). Ancak bağırsakları çıkarılmadan kaynar suya atılmış olan tavuk ve emsali hayvanların içindeki pislikler ete sirâyet ederse temiz olmaktan çıkar. Günümüzdeki kesim fabrikalarında uygulandığı gibi banttan geçen kesilmiş hayvanlara temiz sıcak su püskürtülerek sulu yolum yapılması durumunda söz konusu sakınca ortadan kalktığı için yenmesinde bir mahzur bulunmamaktadır.
Bir hayvanın etinin helal olabilmesi için kesim nasıl olmalıdır?
Eti yenen kara hayvanlarının etlerinin helal olması için usûlüne uygun olarak kesilmesi gerekir. Usûlüne uygun kesim, Hanefîler'e göre besmele çekilerek, hayvanın nefes ve yemek boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde kesilen hayvanın eti Hanefîler'e göre haram olur. Ama unutarak terk edilirse helaldir. Şâfiîler besmelenin kasten terk edilmesi hâlinde de etin yenilebileceği görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/410). Sığır, manda, koyun ve keçi cinsinden hayvanlar yatırılıp çenelerinin hemen altından boğazlanmak suretiyle (zebh), deve ise göğsünün hemen üzerinden kesilir (nahr) ve hayvanın kanının iyice akması için bir süre beklenilir. Kesimden önce bıçak ve benzeri kesici aletlerin hayvanın gözünden uzak bir yerde bilenmeleri sünnettir. Hayvanlardan biri, diğerinin gözü önünde kesilmemelidir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/41). Kesilecek hayvanları kıbleye döndürerek kesmek sünnettir. Hayvanın canı çıkmadan boynunu kırmak, derisini yüzmek, bir uzvunu koparmak veya tüyünü yolmak gibi hayvanın acısını arttıracak işlerden kaçınılmalıdır (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/194). Hayvanın, kesim esnasında canlı olması kaydıyla, acıyı azaltmak maksadı ile düşük voltajlı elektrik şokuna tabi tutulması, ayrıca tavuk ve hindi kesimlerinde kullanılan otomatik kesim makinesini çalıştıran kişinin, düğmeye basarken besmele çekmesi hâlinde o seride kesilecek bütün hayvanlar besmele ile kesilmiş sayılmasına bazı ilim adamlarınca cevaz verilse de söz konusu uygulamalarda hayvanların kesim öncesi ölüm riski bulunduğundan el ile kesim tavsiye edilir.
Hayvan kesecek kimselerde bulunması gereken şartlar nelerdir?
Hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, Müslüman veya Ehl-i kitap olması gerekir. Putperest, ateşperest, ateist ve mürtedlerin kestikleri hayvanların eti yenmez. Ehl-i kitap olduğu bilinen kimse kesim yaparken Allah’tan başkasının adını anmamalıdır. Zira âyette Allah’tan başkası adına kesilmemesi şartı getirilmiştir (el-Bakara, 2/173). Kesim yapan kimsenin ergenlik çağına gelmiş olması şart değildir. Mümeyyiz olan kişinin kestiği de helaldir. Hayvanı kesen kimsenin kadın veya erkek olması fark etmediği gibi temiz, cünüp veya hayızlı olması arasında da bir fark yoktur; hepsinin kestiği yenir (Zeylaî, Tebyîn, 5/287; Nevevî, el-Mecmû‘, 9/77; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/404).
Ehl-i kitabın yemeklerini ve kestiği hayvanların etini yemek caiz midir?
Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hristiyan’ın), usûlüne uygun olarak kestiği hayvanın eti ve pişirdiği yemek yenilir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Bugün size temiz ve hoş şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir.” (el-Mâide, 5/5). Usûlüne uygun olarak kesim, hayvanın yemek ve nefes boruları ile iki şah damarının veya bu damarlardan birisinin kesilmesi şeklinde yapılır. Ehl-i kitaptan olan kimsenin, hayvanı keserken Hz. Mesîh’in veya Hz. Üzeyir’in adını andığı kesin olarak bilinirse o takdirde kestikleri helal olmaz. Çünkü Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar yenilmez (el-Mâide, 5/3).
Tavuk vb. kanatlıların yolum yöntemlerinin, etin helal olup olmamasına etkisi nedir?
Tavuk vb. kanatlılarda, kesim sonrası tüketime hazır hale getirilme aşamasında kuru ve sulu olmak üzere iki türlü yolum yöntemi uygulanmaktadır. Kuru yolum yöntemi buharsız ve buharlı olmak üzere iki çeşittir. Buharsız yöntem, kesim sonrası doğrudan elle yolum uygulamasıdır. Buharlı yöntem ise, kanatlı hayvanların buhar püskürten makineden geçirilerek tüy diplerinin yumuşatılmasıyla gerçekleştirilen işlemdir. Kuru yolumun her iki şeklinde de ete necaset sirayet etmemektedir. Bu itibarla usulüne uygun kesim sonrası kuru yolum yöntemlerinin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesi caizdir. Sulu yolum yöntemi ise, sıcak su püskürtme veya sıcak suya batırma işlemi olmak üzere iki şekilde uygulanmaktadır. Sıcak su püskürtmek suretiyle yapılan yolum işleminde, ete sirayet eden herhangi bir necaset söz konusu değildir. Dolayısıyla bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etinin yenilmesinde bir sakınca yoktur. Sıcak suya batırma suretiyle yapılan yolum işleminde ise; usulüne uygun kesim sonrası iç organları çıkarılan, kanı süzülen ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislik bulunmayan kanatlıların, sıcak suda kısa bir süre bekletildikten sonra tüylerinin yolunması halinde etlerinin yenilmesi caizdir. Ancak iç organları çıkarılmamış, kanı süzülmemiş ve üzerinde ete sirayet edebilecek pislikler temizlenmemiş kanatlıların 50 derece üzeri sıcak suda bekletilmesi, necasetin ete sirayet etmesine sebep olabilmektedir. Bu itibarla söz konusu bu yöntemin uygulandığı kanatlı hayvanların etlerine necaset sirayet ettiği tespit edilirse bu etlerin yenilmesi helal olmaz.
Spor müsabakaları üzerinden bahis oynamak caiz midir?
Nasıl sonuçlanacağı önceden belli olmayan bir işin öngörülen sonucu üzerinde bahse girmek ve isabet edilip edilememesine göre bahsi kazanmak ya da kaybetmek kumardır. Bu iş hangi yöntemle ve hangi ad ile yapılırsa yapılsın kumar olarak değerlendirilir. Kumar, haksız kazanç yöntemlerinden biri olup İslâm’da kesinlikle yasaklanmıştır. Bu itibarla, spor müsabakaları üzerinden taraflardan birine menfaat sağlayan bahis oynamak, Kur’ân-ı Kerîm’in yasakladığı kumar kapsamına girmektedir ve câiz değildir.
Yarışmalarda elde edilecek ödülleri almak caiz midir?
İki veya daha fazla kişinin aralarında doğrudan veya dolaylı olarak anlaşma sûretiyle bir tarafın kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği şansa dayalı her türlü oyun, kumar kapsamında olup haramdır. Kendi aralarında yarışacak kimselerden kazananın, üçüncü kişi tarafından vaat edilen ödülü alması ile kaybedenin bir zarara girmemesi esasına dayalı meşrû içerikli yarışmalara katılmak ve buradan kazanılacak ödülleri almak ise câizdir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/324). Ancak bu nitelikleri taşıyan bir yarışmaya katılabilmek için normal ulaşım ücreti dışında kontör göndermek vb. ilave ücret ödemek ya da bir ödeme taahhüdünde bulunmak, çekilişe katılmak için piyango bileti satın almak niteliğinde olduğundan yarışma bir tür kumara dönüşür.
Market ve mağazalarda alışveriş karşılığında verilen çekiliş kuponlarına çıkan hediyeler helal midir?
Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sadece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarara uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda iş yeri sahiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206). Çünkü müşterilerden birinin kazanması hâlinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi hâlinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur.
Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın dini hükmü nedir?
Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 8/554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır. Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi hâlinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir.
Kadınların ve erkeklerin saçlarını boyamaları caiz midir?
Kişinin temiz, bakımlı ve düzgün görünümlü olması, dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Saç, sakal ve bıyık bakımı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Saçı temizlemek, yıkamak, koku sürmek, taramak ve boyamak, Hz. Peygamber’in teşvik ettiği hususlardandır (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 50 [3462]; Libâs, 67 [5899]; Müslim, Libâs, 80 [2103]). Buna göre, başkalarını yanıltma kastı olmaksızın saç, sakal ve bıyık boyanabilir (Mübârekpûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 5/353-361 [1752-1753]). Erkeğin saçını, siyah dışındaki kına rengi gibi renklere boyaması câiz ise de siyah renge boyaması mekruh görülmüştür. Mekke’nin fethi günü, Hz. Ebû Bekir’in yaşlı babası Ebû Kuhâfe’nin saçlarının beyazlaştığını gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu beyaz saçın rengini değiştiriniz ve siyahtan sakınınız.” (Müslim, Libâs, 79 [2102]). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında da bir sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda siyaha boyanan saç tabii hâline dönüşmüş olacaktır. Nitekim Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahâbîlerin bunu uyguladıkları nakledilmektedir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 1/154-155 [143]). Kadınlar için ise bir sınırlama yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, kadının saçını ve vücudunun diğer mahrem yerlerini yabancı erkeklere göstermemesidir. Boya, saç üzerinde kimyasal bir tabaka oluşturup suyun temasına engel olmadıkça guslü ve namaz abdestini engelleyici bir unsur değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154).
Sakal bırakmanın ve kesmenin dini hükmü nedir?
Hz. Peygamber (s.a.s.) sakal bırakmayı fıtrata uygun davranışlar arasında saymıştır (Müslim, Tahâret, 56 [261]; bk. Buhârî, Libâs, 64-65 [5892-5893]). Nitekim kendisi de sakal bırakıp güzelce bakımını yapmış (Tirmizî, eş-Şemâil, 50 [33]), sakalını eninden ve boyundan kısaltmış (Tirmizî, Edeb, 17 [2762]), ashâbına da gerekli bakımı yapmalarını tavsiye etmiştir (Muvatta', Şaʿr, 7 ). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine tabi olma hususundaki titizliğiyle bilinen sahâbeden Abdullah b. Ömer de sakalının bir tutamdan fazlasını kesmiştir (Buhârî, Libâs, 64 [5892]). Bu ve benzeri rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerimiz, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/417-418, 550; 6/407; el-Fetâva’l-hindiyye, 5/358; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350). Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) de sakalını uzatanlara bir tutamdan fazlasını kesmelerini tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir (Aynî, Umdetü’l-kârî, 22/46-47). Konu hakkındaki hadisler ile sahabe uygulamalarını dikkate alan İslâm âlimleri sakal bırakmanın, yerine getirilmesi istenen doğal (fıtrî) bir fiil ve yapılması tavsiye edilen bir sünnet olduğunda ittifak ederken sakalı tamamen kesmenin hükmü konusunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler bunun haram olduğunu söylerken (Desûkî, Hâşiye, 1/90, 422-423) bazıları tahrîmen mekruh, diğer bazıları ise tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350; Dimyâtî, İ‘ânetü’t-tâlibîn, 2/386; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, 1/462). Genel olarak benimsenen “bir şeyin haram olması için onunla ilgili yasaklayıcı delilin sübût ve delalet açılarından kati yani ihtimale kapalı olması gerektiği” yönündeki usûl kuralı, sakalı tamamen kesmenin mekruh olduğunu söyleyen görüşün daha isabetli olduğu sonucunu vermektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak maksadıyla sakal bırakan ve sakalının sünnete uygun bir şekilde bakımını yapan kişinin bu amelinden dolayı sevap alacağını, ancak herhangi bir sebeple buna imkân bulamadıkları için sakalını tıraş edenlerin ise sünnete aykırı düşmekle birlikte bundan dolayı günaha girmeyeceğini söylemek mümkündür.
İslâm’ın müziğe bakışı nasıldır?
İslâm dini, müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine genel ilke ve amaçları belirlemekle yetinmiştir. Buna göre İslâm’ın ilke ve esaslarına aykırı, günaha sevk eden, haramı teşvik eden müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur. Kur’ân ve sünnette müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Aksine, Resûlullah’ın (s.a.s.), ilke olarak müziğin câiz olduğuna işaret sayılabilecek nitelikte ifadelerinin bulunduğu bilinmektedir. Nitekim o, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]). Yine bir bayram günü Hz. Âişe’nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki câriyeye çıkışmak isteyenlere “Bırakın bugün bayramdır” diye uyarıda bulunmuştur (Buhârî, ʽÎdeyn, 25 [987]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 17 [892]). Müzik yapmanın ve dinlemenin hükmünün ne olduğu konusu İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılmış, lehte ve aleyhte çok şey söylenmiştir. Tarafların ileri sürülen görüşleri, gerekçeleri ile birlikte değerlendirildiğinde müziğin mutlak anlamda yasaklanmadığı, aksine ilke olarak mübah kılındığı sonucuna ulaşılır (bkz. Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 4/222).
Satranç oynamak caiz midir?
Fıtrat dini olan İslâm, insan tabiatına uygun esaslar koymuş; maddî ve manevî gereksinimleri çerçevesinde eğlenme ihtiyacını da dikkate almıştır. Bu bağlamda spor, oyun veya eğlence gibi meselelerde İslâm’da asıl olan mubah olmaktır. Zekâ, taktik ve strateji oyunu olan satranç hakkında İslam âlimleri bir takım gerekçelerle farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Âlimlerin bir kısmı satrancı kumarla ilişkilendirip caiz olmadığını söylerken (bk. Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 5/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/171; Bâcî, el-Münteka, 7/278), diğer bir kısmı ise dinen sakıncalı unsurlar barındırmaması ve fesada vesile edilmemesi şartıyla caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/394-3; İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, 7/91; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 4/343; Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr, 17/178-179; İbnü’l-Hâcib, Câmiʿu’l-ümmehât, 566; İbn Abdülber, et-Temhîd, 13/181) Bu bağlamda satranç oynamakla ilgili kaynaklarda yer alan rivayetler ise satrancın mutlak anlamda caiz olmadığına hükmedilecek kuvvette değildir. (Dârekutnî, ʿİlelü’l-ḥadîs̱, 2/504 [906]; İbnü’l-Cevzî, el-ʿİlelü’l-mütenâhiye, 2/783 Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb, 4/24 [4638]; Zeylaî, Nasbü’r-râye, 4/274-275) Netice itibariyle satranç oynamak caizdir. Ancak bu oyun kumara aracı kılınmamalı, dinî ve dünyevî yükümlülükler ihmal edilmemeli, taraflar arasında kin ve nefrete yol açacak tutumlardan uzak durulmalıdır.
Erkeğin bakımını yapan kadının bu erkeğin mahrem yerlerine bakmasının hükmü nedir?
Bir kişi, zaruret bulunmadıkça, kendisine namahrem olan kişilerin avret sayılan yerlerine bakamaz (en-Nûr, 24/30-31). Buna göre bakıma muhtaç durumdaki bir erkeğin bakımının, öncelikle mahrem olan yakınları tarafından, yoksa erkek bakıcılar tarafından yapılması gerekir. Tüm bu kişiler arasında bakıcı bulunamadığı takdirde, bir kadın tarafından bakılması zaruret hâline gelmiş olur. Böyle bir durumda söz konusu kadının temizlik ve bakım için ve zaruret miktarınca, bakıma muhtaç erkeğin avret yerine bakmasında dinen bir sakınca yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/369).
Duanın önemi nedir ve dua nasıl yapılmalıdır?
Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır. Duada daima tâzim (Allah’ı yüceltme) ve bu tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, De‘avât, 2 [3371]) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir (el-En'âm, 6/52; el-Kehf, 18/28). Diğer bir âyette de; “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (el-Furkân, 25/77) buyrulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’ân’da ısrarla vurgulanmıştır (eş-Şuarâ, 26/213; el-Kasas, 28/88).
Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?
Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir: a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]). b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]). c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]). d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ). e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90). f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), 'Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?' Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499]).
Kur’ân-ı Kerim’de geçen dua âyetlerinin muhtevası nedir?
Kur'ân-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan dua ile ilgilidir. Ayrıca tesbîh, hamd, şükür, istiâne (Allah'tan yardım dileme), istiâze (kötü ve şerli olan her şeyden Allah'a sığınma), tazarru (kendi eksikliğini bilerek Allah'a yalvarma), tövbe ve istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve isteklerini ifade eden çok sayıda âyet de dua ile alakalıdır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (en-Nisâ, 4/32; el-A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; el-Mü’min, 40/60). Örneğin Allah Teâlâ; "Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): 'Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.'…" (el-Bakara, 2/186) buyurarak insanların dua ile kendisine yönelmelerini istemiştir. Bazı sûre ve âyetler dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir: "Rahmeti sonsuz, merhameti tükenmez olan Allah'ın adıyla. Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah'a yaraşır. O, sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan, rahmetiyle hey şeyi kuşatandır. Hesap gününün tek hâkimidir. (Rabbimiz) yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ulaştır. (Hidâyete erdirerek) nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil." (el-Fâtiha, 1/1-7). Bakara sûresinin 201. âyeti, dua olarak en çok okunan ayetlerdendir: “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabından koru.” Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) dua ederken sıkça bu âyeti okumuş (Buhârî, De‘avât, 55 [6389]; Müslim, Zikir, 26 [2690]) ve okunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Zikir, 23 [2688]). Peygamberimiz (s.a.s.), ümmet-i Muhammed’in her bir ferdini kuşatıcı mahiyetteki Bakara sûresinin sonundaki şu duaların her gece okunmasını tavsiye etmiş ve okuyan kişiye (sevap olarak veya kötülerin şerrinden muhafaza etmesi bakımından) yeteceğini ifade buyurmuştur (Buhârî, el-Meğâzî, 12 [4008]; Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 255 [807]): "…Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" (el-Bakara, 2/286). Âl-i İmrân sûresindeki; "Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla..." (Âl-i İmrân, 3/8), “…Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/16), “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz..." (Âl-i İmrân, 3/53) ayetleri, mü'minlere istikâmet üzere olmayı, bağışlanma dilemeyi ve hidâyete ulaşma yollarını öğreten dua ayetlerindendir. Yine Âl-i İmrân sûresinin 191-194. ayet-i kerîmelerinde; inananların her halükârda Allah Teâla'yı andıkları, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ettikleri belirtilmekte ve ardından yaptıkları dualarında; cehennem azabından Allah'a sığındıkları, günahların bağışlanıp kötülüklerinin örtülmesini, vefat ederken iyilerle birlikte canlarının teslim edilmesini, âhirette vadettiği nimetlere ulaştırmasını ve hesap gününde kişiyi rezil rüsvâ etmemesini niyazda bulundukları ifade edilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de her hususta Allah'a niyaz eden ve yakaran peygamberlerin duaları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva'nın cennetten çıkarıldıktan sonra bağışlanmaları için yaptıkları "…Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (A'râf, 7/23) şeklindeki duayı, mü'minler tevbe istiğfar ederken daima zikrederler. Hz. İbrahim’in (a.s.) duaları Kur'ân-ı Kerim'de bir hayli yer tutar. Bunların başında; “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ihsan et!” (es-Sâffât, 37/100), “Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.” (el-Bakara, 2/128) duaları gelir. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Rabbine ilticâ ederek çocuklarının ve zürriyetinin tevhid üzere olmaları, ibadet ve taat üzere yaşamaları için yaptığı dualar bizler için örnek mahiyettedir: "Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!" (İbrahîm, 14/40), "Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl… (İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur." (eş-Şuarâ, 26/83-89). Toplumu ifsat etmek isteyenlere karşı Hz. Lût (a.s.) şöyle dua etmiştir: "Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötü şeylerden kurtar." (eş-Şuarâ, 26/169), "...Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle." (el-Ankebût, 29/30). Hz. Yûsuf (a.s.) da kendisine tuzak kuranlara karşı şöyle dua etmiştir: "...Ey Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!" (Yûsuf, 12/33), "Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!" (Yûsuf, 12/101). Hz. Şuayb'ın (a.s.) kavminin hadsizliklerine karşı yaptığı; "…Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A’râf, 7/89), "… Başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (Hûd, 11/88) şeklindeki niyâzları, ilticâ ve tevekküle örnek teşkil eden dualardandır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın (a.s.) yaptığı birçok duayı görmekteyiz: "… Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla…" (el-Kasas, 28/16) "…Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar." (el-Kasas, 28/21). O, kavminin yaptığı hatalardan dolayı Allah'a şöyle yalvarmıştır: "…Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!" (A’râf, 7/151), "…Rabbim!... İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?… Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük..." (A’râf, 7/155-156). Firavuna dini, tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kendisine verilen görevin hakkıyla başarıya ulaşması için yaptığı şu niyazlar; özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur'ân’daki dua örneklerindendir: "…Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin." (Tâhâ, 20/25-35). Hz. Süleymân'ın (a.s.) yaptığı şu dua, yaratıcıya nasıl hamd ve şükredileceği hususunda örnektir: "…Ey Rabbim! Beni, bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat." (en-Neml, 27/19). Hz. Eyyûb (a.s.) de Rabbine şöyle niyaz eder: "…Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin." Bunun üzerine Yüce Allah onun duasını kabul ederek dert ve sıkıntılarını gidermiştir (el-Enbiyâ, 21/83-84). Yine denize atılan ve bir balık tarafından yutulan Hz. Yûnus'un (a.s.), karanlıklar içinde; "…(Rabbim!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) şeklinde yaptığı dua, bütün mü'minlerin dilinde tevbe ve istiğfâr duası olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimize (s.a.s.) ve mü’minlere yapmaları öğütlenen bazı dualar da zikredilmektedir: "… De ki! Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir." (et-Tevbe, 9/129), "…Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet, anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir." (el-Enbiyâ, 21/112), "…Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen, bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!" (el-Mü’minûn, 23/93-94), "…Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!" (el-Mü’minûn, 23/97-98), "…Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin." (el-Mü’minûn, 23/118), "…Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım eden bir kuvvet ver." (el-İsrâ, 17/80), "…Rabbim, benim ilmimi artır." (Tâhâ, 20/114). Kur'ân’daki dua örneklerinde, insanların sadece kendileri için dua etmemeleri; anne-babalarına, eşlerine, çocuklarına, diğer yakınlarına ve bütün mü’minlere de dua etmeleri istenir: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar (annem-babam) beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!..." (el-İsrâ, 17/24), "…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!" (el-Furkân, 25/74), "…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!" (el-Haşr, 59/10). Hz. Nuh ve Hz. İbrahim de kendilerinin, ana-babalarının, etraflarındaki mü'minlerin ve kadın-erkek tüm inananların bağışlanmasını için dua etmişlerdir (Nûh, 71/28; İbrâhim, 14/41). İnsan dua ederken elbette kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri ister. Ancak Kur'ân Kerim, insanın bazen hayır istediğini düşünerek şer olacak şeyi istediğine de dikkat çeker: "İnsan, hayır için dua ettiğini düşünerek (bazen) şerri ister. Zira insan pek acelecidir!" (İsrâ, 17/11). Nitekim Bakara sûresi 216. ayette; "…Bazen hoşlanmadığınız (kötü gördüğünüz) bir şey sizin için hayır olabilir. Arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." buyrulmaktadır. Hz. Nuh (a.s.) da duasında bu durumu dile getirmiştir: "…Rabbim! Senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ziyana uğrayanlardan olurum!" (Hûd, 11/47). Aynı zamanda inananlar için bir öğüt, hidayet, rahmet ve şifâ kaynağı olan Kur'ân Kerim'de, kulların maddî ve manevî hastalık, sıkıntı vb. durumlarda Yüce Allah’a sığınması öğütlenmektedir (et-Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; el-İsrâ, 17/82; el-Enbiyâ, 21/83-84; eş-Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44). Bununla birlikte Kur'ân Kerim, insanın darlıkta olsun genişlikte olsun daima dua etmesini ister. Sadece başı dara düştüğünde dua etmesini yeterli görmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..." (Yûnus, 10/12). Bir şeyin olmasını isteyen kişi hem elinden geleni yapacak hem de dua edecektir. Nitekim Kur'ân’da Mü’minlere, iman etmelerinden sonra ısrarla sâlih amel işlemelerinin emredilmesi, sözlü ve fiili duanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini göstermektedir: “İman edip salih amel işleyenlere, zemininden ırmaklar akan cennetler verileceğini müjdele…” (el-Bakara, 2/25). Bu itibarla akıl ve irade sahibi insan, ancak ortaya koyduğu en temel eylemlerden birisi olan kulluk ve dua ile Allah katında bir kıymete erişebilir: “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân, 25/77). Kur'ân-ı Kerim’de yer alan duaların sadece dünya hayatıyla sınırlı olmadığı, ahiret âleminde de devam edeceği anlaşılmaktadır. Cennetliklerin, ahirette kavuşacakları nimetlerden dolayı Allah’a samimi bir kalple yapacakları dualarda büyük bir mutluluğun ve huzurun izleri görünmektedir: "Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur." (Yûnus, 10/10). Sonuç itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, kulun; her hâlde Allah'a hamd-u senâ etmesi, O'na niyaz edip günahından afv ve mağfiret dilemesi, darlıkta ve genişlikte, hastalıkta ve sıkıntılı durumlarda O'ndan yardım istemesi, dünya ve ahiret saadeti için Allah'a yalvarması istenmektedir. Yine insanın; sadece kendisi için değil de anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları ve bütün mü'minler ve onların tevhid üzere kulluk edip, taatten ayrılmamaları için dua etmesi de öğütlenmektedir. Yapılan bu yakarışlar karşısında Yüce Allah'ın, kulunun her an yanında olduğu ve ona cevap verdiği, dualarını kabul edip sıkıntılarını giderdiği de Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamberimiz'e (s.a.s.) kadar bütün peygamberlerin her fırsatta Allah'a niyazda bulunup ona iltica ederken yaptıkları yakarışlar, bizler için en güzel dua örneklerini teşkil eder.
Duada ellerin durumu nasıl olmalıdır? Duadan sonra elleri yüze sürmenin dayanağı var mıdır?
Dua sırasında avuçlar yukarıya gelecek şekilde elleri açık tutmak, istek ve niyazın anlamına uygun bir haldir. Ellerin yukarıya, göğe doğru kaldırılması Allah’ın gökte, belli bir mekânda oluşundan değil, göklerin yücelik ve azameti temsil etmesi sebebiyledir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), dua ederken bazen koltuklarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırırdı (Buhârî, De‘avât, 23 [6341]). Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bela ve musibetler sırasında dua ederken avuçları yere bakacak şekilde dua ettiği (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/56 [16613]; Azîmâbâdî, ‘Avnü’l-ma‘bûd, 4/251 [1486]), yine Resûlullah’ın (s.a.s.) ellerini kaldırmadan da dua ettiği rivâyet edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/181 [12890]). Dua sırasında normal olarak omuz hizasına kadar kaldırılan ellerin (Buhârî, De’avât, 23 [6341]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâvi’l-vitr, 23 [1489]) arası normal aralıkta tutulur. “Hz. Peygamber (s.a.s.), dua sırasında ellerini bir araya getirdi.” (bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14 [5017]) şeklindeki rivâyet, “ellerini bir hizada tuttu; biri aşağıda, biri yukarıda değildi.” (Tahtâvî, Hâşiye, 317-318) şeklinde yorumlanmıştır. Bununla birlikte ellerin birleştirilmesi de mümkündür. Önemli olan husus, bu konuda taassup göstermemektir. Namazlardan sonra veya başka zamanlarda dua ederken elleri yüze sürmek, duada el kaldırıldığında sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). El kaldırmadan dua edildiği zaman, ellerin yüze sürülmesi gerekmez.
Her zaman dua edilebilir mi, dua için belirlenmiş özel vakitler var mıdır?
İslâm dinine göre dua için mutlaka uyulması gereken özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, Allah’ı tesbîh edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” (er-Rum, 30/17-18) buyurularak, ibadet ve duanın gün içine yayılmasının önemi vurgulanmıştır. Bununla birlikte Kur’ân ve hadislerden anlaşıldığına göre gece seher vaktinde yapılan dualar daha makbuldür (Tirmizî, Deavât, 80). Âl-i İmrân sûresi 16-17. âyetlerde cennetlikler şöyle müjdelenir: “(Onlar) ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru’ diyenler; sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” Bir başka âyette de şöyle buyrulmuştur: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hadis-i şeriflerde duaların kabul edileceği bazı vakitler belirtilmiştir: Ramazan geceleri, Arafat vakfesi, Berât ve Kadîr geceleri, Cuma günleri, gece vakitleri, ezân okunduğu ve kamet getirildiği vakitler ve farz namazların sonrası bunların bir kısmıdır (Buhârî, Cum`a, 37 [935]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 166 [757]; Cum`a, 13-15 [852]; Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Deʽavât, 79, 122 [3499, 3585]; 85 [3513]; İbn Mâce, Sıyâm, 48 [1752]; İkâmetü’s-salavât, 191, [1388-1390]).
Yatarak dua etmekte bir sakınca var mıdır?
Ayakta, oturarak veya yatarak Allah’ı anmakta, dua edilmesinde bir sakınca yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrulmaktadır. Berâ b. Âzib’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) yatağına uzandığında, sağ tarafı üzerine yatar ve şöyle dua ederdi: اللَّهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَا وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلَّا إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ، وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ. “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana ısmarladım. Yüzümü sana çevirdim. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247] Müslim, Zikir, 56-58 [2710]). Aynı sahabî, Resûlullah'ın (s.a.s.) kendisine; “Yatağına gireceğin zaman namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ yanın üzerine yat ve bu duayı oku ve bu duanın sözleri yatmadan önceki son sözün olsun.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247]; Müslim, Zikir, 56 [2710]) buyurduğunu nakletmiştir.
Duaların sonunda söylenen “âmin” sözü ne anlama gelir; bunun dinî dayanağı nedir?
Âmin, “kabul buyur” demektir. Dualardan sonra “âmin” deme uygulaması sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İmam ‘âmin’ dediği vakit siz de ‘âmin’ deyiniz. Zira kimin ‘âmin’ demesi meleklerin ‘âmin’ demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Ezân, 111-113 [780-782]; Müslim, Salât, 72 [410]) buyurmuştur. Namazda Fâtiha sûresi okunduktan sonra âmin demek de sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 14 [853-855]).
Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?
Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A'râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır.
Fiilî dua ne demektir?
Allah, kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Hem dünyada hem de içinde yaşanılan evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, onun sebeplerini de yerine getirmek zorundadır. Örneğin çocuk sahibi olmak isteyen kişinin evlenmesi, sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin derslerine çalışması fiilî dua sayılır. Kişi, Allah’tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip tamamlar, sonucunu da Allah’tan bekler. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (en-Necm, 53/39) mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir dua manasına geldiğine işaret edilmiştir. Hayvanı hasta olan ve iyileşmesi için sadece dua eden birisine söylenen “Duana biraz da katran ilacı ekle” sözü, fiilî dua için güzel bir örnektir. Bir işin gerçekleşmesi için dua edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise tüm çalışmaları yapıp gerekli tedbirleri aldıktan, yani fiilî duasını tamamladıktan sonra “Bu işi ben tamamladım.” diyerek sözlü dua etmeyenin yapmış olduğu davranış da o derece yanlıştır.
Ezan duasının dinî hükmü nedir ve nasıl yapılır?
Ezândan sonra, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salavat getirmek sünnet; vesile duasını yapmak menduptur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/397-398). Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ezânı işittiğiniz zaman, onun dediğini tekrarlayın. Sonra bana salât getirin. Çünkü gerçekten kim bana bir defa salât getirirse, Allah onu on rahmet ile anar. Sonra da benim için Allah’tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet’te bir makamdır ki, ancak Allah’ın kullarından bir kula layık görülmüştür, umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için Allah’tan vesile isterse, şefaatim ona helal olur.” (Müslim, Salât, 11 [384]). Konu ile ilgili olarak Buhârî’de yer alan rivâyet şöyledir: “Her kim ezânı işittiğinde ardından; اللَّهُم ربّ هذه الدَّعْوَة التَّامة والصَّلاة القَائمة آتِ محمدا الوَسِيلَة والفَضِيلة وابْعَثْه مَقَامًا محمودًا الَّذي وعَدْتَه. Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan bu namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ihsan et. Bir de kendisine va’d ettiğin Makam-ı Mahmûd’u verip oraya ulaştır’ derse, kıyamet gününde benim şefaatim ona helal olur.” (Buhârî, Ezân, 8 [614]). Bazı kaynaklarda, duanın sonuna “sen va’dinden dönmezsin.” ifadesi eklenmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/603-604 [1933]). Ezân bittiğinde onu duyanlar bu hadiste ifade edildiği şekilde dua ederler. Ayrıca “Ezân ile kamet arasında dua reddolunmaz.” (Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Salât, 44 [212]) hadisi gereği, vesile duasının ardından başka dualar da yapılabilir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/118).
Yetmiş bin kelime-i tevhid okumanın dinî dayanağı var mıdır?
Kelime-i tevhid sözlük anlamı ile “Allah’ı birleme cümlesi” demektir. “Lâ ilahe illallah” sözünden ibarettir ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” anlamına gelir. Bu cümlenin ifade ettiği mana İslâm’ın temel ilkesini oluşturur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kıyamet gününde benim şefaatim sayesinde en mutlu olacak insan, kalbinden içtenlikle, Lâ ilâhe illallah diyendir.” (Buhârî, İlim, 33 [99]; Rikâk, 51 [6570]) buyurmuştur. Zikir, hatırlamak ve hatırlatmak demektir. Kelime-i tevhidi zikir olarak okumak, okuyana ve dinleyenlere Allah’ı hatırlatacağı için sevap kazandıran bir ameldir, zikirlerin en güzelidir. Resûlullah (s.a.s.), “En faziletli zikir ‘Lâ ilahe illallah’; en faziletli dua da ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Tirmizî, Deʽavât, 9 [3383]; İbn Mâce, Edeb, 55 [3800]) buyurmuştur. Bunun yanında günde yüz defa “Lâ ilâhe illallah” diyenin çeşitli şekillerde mükâfatlandırılacağı yönünde hadisler bulunmaktadır (Tirmizî, Deʽavât, 37 [3430]; İbn Mâce, Edeb, 54 [3794]). Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir.
4444 gibi belli sayıda zikir çekme uygulamasının dinî bir dayanağı var mıdır?
Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması şart değildir (Mü’min, 40/65; Tirmizî, Deʽavât, 66 [3479]). Salât-ı tefrîciyenin ya da herhangi bir duanın 4444 defa veya belli zamanlarda okunması şart olmadığı gibi okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir âyet ve hadis de bulunmamaktadır. Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rek'at namaz kılması (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]), Allah’a hamd edip Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâmda bulunması (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu ebvâbi’l-vitr, 23 [1481]; Tirmizî, Deʽavât, 65 [3476-3477]), duadan önce tövbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir.
Mevlid-i Şerif okumanın dinî hükmü nedir?
Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” anlamına gelen mevlid kelimesi, İslâm kültür ve geleneğinde özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğumunu ve bu vesileyle onun hakkında yazılan medih ve naat türü manzum eserleri ifade eder. Tarihten günümüze İslâm toplumlarında başta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğum yıldönümü olmak üzere, mübarek kabul edilen gün ve gecelerin yanı sıra, doğum, ölüm ve düğün gibi çeşitli vesilelerle mevlid-i şerif okunması adet haline gelmiştir. Böylece hayatın bu önemli safhalarında insanların gönlünde Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.s.) sevgisinin daha canlı hale gelmesi amaçlanmış ve bu vakitlerin bereketli zaman dilimlerine dönüşmesi arzulanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) henüz hayatta iken, başta Kâ’b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’si olmak üzere, ona olan sevgi ve bağlılığı dile getiren şiirler yazılmış, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) de bunu hoşnutlukla karşılayarak sahiplerini hediyelerle taltif etmiştir. Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.s.) karşı olan sevgisi onun vefatından sonra da farklı edebi eserlerde sürekli olarak dile getirilmiş ve bu konuda günümüze ulaşan büyük bir literatür oluşmuştur. Mevlid merasimleri XI. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşadığı bütün bölgelerde kabul görmüş ve günümüze kadar kuvvetli bir gelenek hâlinde devam etmiştir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerîm tilaveti yanında, Süleyman Çelebi’nin Türk edebiyatının da şaheserlerinden kabul edilen Vesîletü’n-Necât adlı eseri öne çıkmıştır. Mevlid-i şerif merasimleri öteden beri genellikle Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ve "Vesîletu’n-Necât" adlı eserin Allah Teâlâ’yı anarak başlayıp Peygamber Efendimizin doğumu, miracı, vasıfları, ahlâkı ve vefatını anlatan bölümlerin okunması, salavat getirilmesi ve dualarla sona eren bir uygulama şeklinde devam edegelmiştir. Sonuç olarak Allah Teâlâ’yı anmayı, Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.s.) olan sevgiyi dile getirmeyi, bu sevgiyi kalben ve hissen yaşamayı ifade eden mevlid-i şerif, Müslümanların gönlündeki Allah ve Peygamber sevgisini pekiştirdiği gibi insanların kaynaşmasına, manevî bir ortam oluşmasına ve dinî duyguların canlı tutulmasına vesile olmaktadır. Bir Müslümanın kalben Allah ve Peygamber sevgisini yaşaması, Allah’ı anmanın en güzel yollarından biridir. Bu itibarla, dinî bir zorunluluk olarak görülmediği, anlam ve amacına uygun bir şekilde icra edildiği müddetçe mevlid okunmasının dînî-manevî duygular ve sosyal hayat açısından faydalı olduğu ve bu yönüyle salih ameller içerisinde değerlendirilebileceği söylenebilir.
Tövbenin dindeki yeri nedir, nasıl tövbe edilir?
Sözlükte pişmanlık ve dönmek anlamına gelen tövbe, dinî bir kavram olarak, kulun işlediği kötülük ve günahlara pişman olup, onları terk ederek Allah’a yönelmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’a sığınarak bağışlanmasını dilemesi demektir. Yüce Allah, bağışlanacak müminlerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135). Günahlardan dolayı tövbe etmek farzdır. Tövbe, kulluğun Hz. Âdem’le başlayan bir göstergesidir. Günahkâr kimse vakit geçirmeden tövbeye yönelmelidir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra hemen tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 4/17-18). Hz. Peygamber (s.a.s.) de; “Günahlarından samimi olarak tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30 [4250]) buyurmuştur. İslâm âlimleri bu ve benzeri âyetler ve hadislerden hareketle tövbenin geçerli olması için gerekli şartları belirlemişlerdir. Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için; işlenen günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda, hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Kul hakkından kurtulmak, ihlal edilen hakkı, sahibine veya varislerine iade etmekle ya da affını istemekle olur.
Tövbe ederken hangi dualar okunmalıdır?
Tövbe edecek kimsenin iki rek'at namaz kılması, akabinde Allah’a hamd, Resûlüne (s.a.s.) salât ve selâm getirdikten sonra tövbe ve istiğfar etmesi ve salavat ve hamd ile bitirmesi tövbenin adabındandır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bağışlanması için yaptığı pek çok duadan ikisi şudur: اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الغَفُورُ الرَّحِيمُ. “Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149 [834]; Müslim, Zikir, 48 [2705]). رَبِّ اغْفِرْ لِي خَطِيئَتِي وَجَهْلِي وَإِسْرَافِي فِي أَمْرِي كُلِّهِ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي خَطَايَايَ وَعَمْدِي وَجَهْلِي وَهَزْلِي وَكُلُّ ذَلِكَ عِنْدِي. اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ المُقَدِّمُ وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. “Ey Rabbim! Günahlarımı, bilmeden ve haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla! Allah’ım! Bilerek, bilmeyerek ve umursamadan yaptığım yanlışları! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim. Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin ve Senin gücün her şeye yeter.” (Buhârî, Deʽavât, 60 [6398]; Müslim, Zikir, 70 [2719]).
İstiğfar duası nedir?
İstiğfar, işlenen günahlardan ve hatalardan dolayı Allah’tan af ve mağfiret niyaz etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri kötülüklerden pişman olup tövbe-istiğfarda bulunanlar övülmektedir (Âl-i İmrân, 3/135). Kaynaklarda içeriği bakımından “istiğfar” anlamı taşıyan pek çok dua vardır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Seyyidü’l-istiğfâr” (İstiğfârın en güzeli) diye nitelediği dua şöyledir: اَللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ، خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ، وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ، وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي، فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ. “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla senin ahdin ve va’din üzere bulunuyorum. Yaptığım fenalıkların şerrinden sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim; günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü senden başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz.” (Buhârî, Deʽavât, 2, 16 [6306, 6323]). Aslında kişinin Rabbine yönelerek içinden geldiği gibi dile getirdiği her türlü bağışlanma duası zaten bir istiğfardır.
Mübârek gün ve geceler ile kandillerin İslam’daki yeri nedir?
Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına bakıldığında bazı gün ve gecelere özel önem verildiği görülür. (bk. Âl-i İmran, 3/16-17; İsrâ, 17/78) Örneğin Cuma gününün Müslümanlar için özel bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, Cum’a, 18 [854]) buyurmuştur. Bu itibarla o gün Müslümanların bir araya gelip cuma namazı kılmaları emredilmiş (el-Cum’a, 62/9) namaz öncesinde boy abdesti almaları ve güzel elbiseler giyinip güzel kokular sürünmeleri tavsiye edilerek (Buhârî, Cum’a, 2 [877], 3 [880], 6 [883], 7 [886]) bugün onlar için hidayet vesilesi ve adeta bayram kabul edilmiş, (Buhârî, Cum’a, 37 [935], Müslim, Cum’a, 19 [885]) gün içerisinde duaların mutlaka kabul edileceği bir anın bulunduğu haber verilmiştir. (Buhârî, Cum’a, 37 [935]) İçinde “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan ayı da Müslümanlar için mübârek zaman dilimlerindendir. Rahmet kapılarının açıldığı, cehennem kapılarının kapanıp şeytanların zincire vurulduğu (Müslim, Sıyâm, 1 [1079]) ve Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı bu ayın gündüzlerinde müminlere oruç tutmak emredilmiş, (el-Bakara, 2/185) gecelerini de ibadetler ile ihyâ etmeleri tavsiye edilmiştir. (İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1326-1328]) Ramazan gecelerini ihyâ etmeye önem veren Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, Allah Teâlâ, gündüzlerinde oruç tutmayı üzerinize farz kıldığı benim de gecelerini ibadetle ihyâ etmeyi sünnet kıldığım bir aydır. Artık kim inanarak ve sırf Allah rızasını dileyerek orucunu tutar ve gecelerini ihyâ ederse, anasından doğmuş gibi günahlarından temizlenmiş olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/191 [1660]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1328]; Nesâî, Sıyâm, 40 [2210]) Nitekim Allah Resûlü, yılın diğer gecelerinden farklı olarak Ramazan gecelerinde birkaç gün cemaatle nafile (terâvîh) namazı kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz olarak anlaşılır endişesiyle bu namazı cemaatle kılmaya devam etmeyeceğini ashâbına ifade etmiştir. (Buhârî, İ‘tisâm, 3 [7290]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1327]) Hz. Peygamber’in vefatıyla bu endişe ortadan kalkınca, Hz. Ömer (r.a.) döneminden itibaren teravih namazı cemaatle düzenli bir şekilde kılınmaya tekrar başlanmış, (Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadan, 3-5; Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]) böylece Müslümanlar tarafından Ramazan geceleri sünnete uygun bir şekilde ihyâ edilegelmiştir. Yine Müslümanlar Peygamberimizin (s.a.s.) sahur yapmaları yönündeki teşvik ve tavsiyeleri (Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) gereğince sahura kalkmaya önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) cömertliği Ramazan ayında daha da artardı. Peygamberimiz bu ayda çokça Kur’an okur ve Cebrail (a.s.) ile Kur’an-ı Kerim’i mukabele ederdi. (Buhârî, Savm, 7 [1902]) O’nun (s.a.s.) sünnetinden hareketle Müslümanlar asırlardır Ramazan ayında hatimler okumuş, camilerde itikâfa girmiş, infak ve tasadduklarını çoğaltarak sosyal dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Zilhicce ayının ilk dokuz günü de önemli günlerdendir. Bu günlerde oruç tutmak -Arafat’ta vakfe yapmakta olan hacılar dışında- sünnettir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha değerli bir amel yoktur.” buyurarak Zilhiccenin ilk dokuz gününü oruçlu geçirmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437-2438]) Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan arefe gününün de ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Ramazan ve Kurban bayramı günleri ve geceleri de mübarek zaman dilimlerindendir. Hadis-i şerifte bu günlerin Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara bayram kılındığı bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 244 [1134]) Bu gecelerde ihlasla yapılan duaların reddedilmeyeceği rivayet edilmiştir. (Abdurrezzâk, Musannef, 4/317 [7927]) Allah Resûlü (s.a.s.), bayramlarda Müslümanların bir araya gelmesine çok önem vermiş ve herkesi bayram namazları kılınan namazgâha davet etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 7 [957]; 15 [974]; Ebû Dâvûd, Salât, 246 [1136]) Yine Peygamberimiz (s.a.s.) Kurban bayramında kendi eliyle kurban kesmiş, gücü yeten mü’minlerin de kurban kesmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 4 [2792], 5 [2800]) Böylece Kurban bayramı günlerinde kurban ibadetini yerine getiren müminler, kurbanlarını paylaşarak bütün toplumun bayram sevincini yaşamalarını da sağlamış olurlar. (Buhârî, Îdeyn, 3 [951]|, 5 [954]) Mü’minler için bayram olması nedeniyle bu günleri oruçlu geçirmek yasak olduğundan (Buhârî, Îdeyn, 66 [1990]) asr-ı saadetten beri bu günlerde ikramlarda bulunulmuş, kutlamalar yapılmış, oyunlar oynanmış ve bu günler sevinç içinde geçirilmiştir. Peygamberimiz böyle günlerde insanların maddî ve manevî dayanışma içerisinde olmasını tavsiye etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 2 [949, 950], 3[952], 7 [961], 8 [964]; 9, 24 [986]) Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.) pazartesi ve perşembe günleri, kamerî ayların 13. 14. ve 15. günleri, Şevvâl ayından altı gün ve Muharrem ayında oruç tutmuş ve oruçlu geçirilmesini de tavsiye etmiştir. (bk. Müslim, Sıyâm, 194-198, 203, 204; Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437), 68 [2449], 69 [2451]) Bunların dışında halk arasında kandil olarak isimlendirilen bazı geceler daha vardır ki bunlardan bir kısmının önemine ayet ve hadislerde işaret edilmiş, diğerleri de ibadet etme, şükretme ve bir anma vesilesi olarak toplum tarafından kabul görmüştür. Bu gecelere “kandil” denilmesi, Osmanlı döneminde bu gecelerde camilerin kandille aydınlatılması sebebiyledir. Kandil geceleri şunlardır: Kadir gecesi, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı gecedir. Bu gece, Kadir sûresinde “bin aydan daha hayırlı” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kadir gecesinde, inanarak ve mükâfatını ancak Allah'tan bekleyerek namaz kılanların geçmiş günahlarının affedileceğini müjdelemiştir. (Buhârî, Savm, 6 [1901]) Bununla birlikte Kadir gecesinin Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayının son on gecesinin ihyâ edilmesine özel önem vermiş ve Kadir gecesinin de bu gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2018]) Kadir gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan ayının tamamında, son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivayetler de vardır. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]) Hz. Peygamber’in konuyla ilgili söz ve fiillerinden Müslümanları, Ramazan’ın tamamını, özellikle de son on gecesini Kadir gecesiymiş gibi ihyâ etmeye teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Mevlid kandili, Peygamberimizin (s.a.s.) doğum yıl dönümü olan Rebîulevvel ayının on ikinci gecesidir. Kur’an ve Sünnet’te bu gecede yapılması özel olarak emir ya da tavsiye edilen bir ibadet şekli yoktur. Bununla birlikte Müslümanlar, Allah Resûlü’ne olan muhabbetleri nedeniyle mevlid kandilinin gece ve gündüzünü nafile ibadetlerle ihyâ ederler. Mevlid kandili kutlamaları Müslümanların asırlardır uyguladığı bir gelenektir. Allah Resûlü’nün dünyayı teşrif ettiği günün yıl dönümlerinde Müslümanlar, öteden beri düzenleyegeldikleri çeşitli programlarla, Hz. Peygamber’in hayatını, mesajını ve güzel ahlakını dünyaya tanıtmak için gayret göstermekte ve ilmi-kültürel programlar düzenlemektedirler. Mevlid programlarında Kur’an-ı Kerim tilaveti, ilâhiler ve naatlar okunması ve dualar edilmesi Müslümanların gönlünde Allah ve Peygamber sevgisini canlı tutmaktadır. Regaib kandili, üç ayların başladığını vurgulamak ve toplumda farkındalık oluşturmak için ihyâ edilen Receb ayının ilk cuma gecesi kutlanır. Kur’an-ı Kerim’de, saygı gösterilmesi istenen ve savaşmanın yasaklandığı aylardan biri de Receb ayıdır. (bk. el-Bakara, 2/217; el-Mâide, 5/2; et-Tevbe 9/5, 36) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) belirli bir gün belirtmeden bu ayda oruç tuttuğuna dair rivayetler bulunmaktadır. (bk. Ebû Dâvûd, Savm, 55 [2430]) Ancak Receb ayının her günü oruç tuttuğuna ve Regaib gecesine mahsus namazın olduğuna dair kaynaklarımızda sahih bir rivâyet bulunmamaktadır. (İbnü’l-Cevzî, el-Mevzû‘ât, 2/434-438, 576-580) Bununla birlikte Şaban ve Ramazan ayından önce gelen Receb ayı, gerek manevî bir iklimin yaklaşması gerekse içerisinde Miraç gecesini de barındırması sebebiyle Müslümanlar için bir şükür ve sevinç kaynağıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in, Receb ayı girdiğinde “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua ettiği bilinmektedir. (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsât, 4/189 [3939]; Beyhâkî, Şuabü’l-îmân, 5/348-349 [3534]) Miraç kandili, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde yâd edilmektedir. Bu gecede Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş (el-İsrâ, 17/1) ve oradan da miraca yükseltilmiştir. Beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. (Buhârî, Salât, 1 [349]) Ayrıca Allah’a şirk koşulmadığı sürece ümmetin günahlarının bağışlanacağı müjdesi de miraçta verilmiştir. (Müslim, Îmân, 279) Bu geceye özel bir ibadet olmasa da Müslümanlar miraç kandilinin gecesini ve gündüzünü asırlardır nafile ibadetlerle ve anma programlarıyla ihyâ etmektedirler. Mü’minlerin mi’racı olan beş vakit namazın bu gece onlara hediye edilmesinin sevincini yaşamak, Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar için mübarek ve mukaddes olduğu şuurunu devam ettirmek ve gelecek nesillere bilinç kazandırmak için İsrâ ve Mi’rac hadisesi yâd edilmektedir. Berat kandili, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Bu gecede ibadetle meşgul olunması, gündüzünde oruç tutulmasına dair rivayetler bulunmakta ve Allah Teâlâ’nın kullarının günahlarını bağışladığı haber verilmektedir. (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 191 [1388]; Tirmizî, Savm, 39 [739]) “Berat” ismi de günahların affedilmesi anlamına gelir. Kandil gecelerinde gerçekleşen önemli hadiseler sebebiyle Müslümanlar, Allah’a şükürlerini ifade etmek ve bu önemli hadiseler hakkında farkındalık oluşturmak için bu geceleri ihyâ etmektedirler. Bu geceler, Müslümanların tövbe istiğfar edip dua etmeleri, kaza veya nafile namaz kılıp oruç tutmaları, Kur’an okuyup dinlemeleri, sadaka vermeleri, sıla-i rahim yapmaları gibi salih amellere ve maddî-manevî dayanışma içerisine girmelerine birer vesiledir. Bu tür zamanlarda oluşan manevî atmosfer, inananların maneviyatını güçlendirdiği gibi pek çok insanın günahtan el çekmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda kandil geceleri insanların camiyle buluşmaları ve dinin emir ve yasaklarını öğrenmeleri açısından da değerlidir. Ayrıca bu geceler, birlik ve beraberliğimize katkı sağladığı gibi toplumsal bir bilinç ve şuur oluşmasına da vesile olmaktadır. Öte yandan ibadetleri sadece bu gecelerde yoğunlaştırmak ve diğer zamanlarda bütünüyle terk etmek de yanlış bir davranıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) “Gücünüz nispetinde (nafile) amel ediniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az olsa da devamlı olanıdır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 315 [1368]) Dolayısıyla önemli olan, düzenli ve devamlı ibadet etmektir. Ayrıca sahih kaynaklarda bu gecelere mahsus bir ibadet şekli bildirilmemiştir. Ancak kandil gecelerinde kılınan namazların veya yapılan diğer sâlih amellerin -bu gecelere mahsus olduklarını iddia etmedikçe- bidat oldukları söylenmez. Çünkü bidat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra dinî bir delile dayanmadığı halde dinin emri olduğu inancıyla yerine getirilen uygulamalar için kullanılan bir tabirdir. (bk. Yaran, DİA, “Bid‘at”, 6/129-131) Kandil gecelerinde düzenlenen programlar öteden beri Müslümanlar arasında dini-kültürel bir nitelik kazanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe döneminde bayramlar ve farklı münasebetlerle kutlamalar yapıldığı bilinmektedir. Bütün toplumlar da millî ve manevî değerlerini canlı tutabilmek ve sonraki nesillere aktarabilmek için çeşitli zaman dilimlerini önemsemekte ve değerlendirmektedirler. Bununla birlikte mübarek gün ve geceler vesilesiyle yapılan faaliyetler, gayrimeşru eğlence kültürüne malzeme edilmemeli ve manevi anlamlarına halel getirecek davranışlardan uzak durulmalıdır.
Reenkarnasyon inancının İslâm’da yeri var mıdır?
Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre ruh, ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve bâtınî grupların içerisine sirâyet etmiştir. Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (el-Mü’minûn, 23/99-100; Ayrıca bkz. el-En‘âm, 7/27-28). Sonuç olarak; İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır.
Bebeğin göbek bağının cami, okul bahçesi gibi yerlere gömülmesi doğru mudur?
Göbek bağının cami, okul gibi mekanlara gömülmesine dair inanışın dini bir dayanağı bulunmamaktadır. Ancak insanın bir parçası olduğu için saygı gereği göbek bağının uygun bir yere gömülmesi tavsiye edilir.
Bebeğin doğumunun kırkıncı gününde dinen yapılması gereken işlemler var mıdır?
Bebeğin doğumunun kırkıncı gününe dair dinen yapılması gereken herhangi bir işlem bulunmamaktadır. Kırk gün boyunca bebeğin ve annenin evden dışarı çıkmaması, bebeğin kırkının çıkarılması gibi uygulama ve inanışların dini bir dayanağı yoktur.
Sihir veya büyü yapmanın ve yaptırmanın dini hükmü nedir?
Sihir kavramı iki anlamda kullanılmaktadır: Birincisi; cinler veya tabiatüstü olduğuna inanılan güçlerle yakınlık kurduğunu iddia ederek ve/veya gizli güçler atfedilen kemikler, cisimler, şekiller ve isimler gibi bazı nesneleri kullanarak iksir, tılsım, efsun vb. şeyler yapmak suretiyle ortaya koyulan işlerdir. İkincisi ise; el çabukluğu, göz boyama, renk ve duyu yanıltması, yaldızlı sözler söyleme, çeşitli ilaç, kimyasallar, teknik aletler kullanma gibi yollarla insanlarda farklı bir algı oluşturmayı amaçlayan işlemlerdir. İslâm geleneğinde bu tür uygulamalar da sihir kavramıyla ifade edilmektedir. Türkçede, sihir ve büyü kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kadîm toplumlarda yaygın olmakla beraber tarihin her döneminde insanların ilgisini çeken ve varlığını devam ettiren sihrin, yukarıda ifade edilen unsurları kullanarak birine iyilik ya da kötülük etmek veya onu zararlardan korumak, maddî-manevî bir menfaat sağlamak gibi amaçlarla yapıldığı görülmektedir. İslâm dini, sihirle uğraşmayı büyük günahlar arasında sayarak yasaklamıştır (Buhârî, Tıb, 48 [ 5764]). Kur’ân-ı Kerîm, sihirle uğraşanların âhirette nasibi bulunmadığını ve onların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini ifade etmiştir (el-Bakara, 2/102; el-Felak, 113/4). Zira şeytan, cinler, ruhlar ve yıldızlar gibi varlık veya nesnelere Allah’ın kudreti üstünde bir güç nispet eden, onlarda olağanüstü bilgi ve güç iddiası varsayan bütün sihir türleri, İslâm’ın tevhid ve tevekkül inancına aykırı olup kişiyi şirke kadar götürebilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, o günkü uygulamalardan biri olan düğüm yapıp sonra ona üflemek suretiyle sihir yapanların şirk koşmuş olduklarını ve nazar gibi etkilerden korunmak amacıyla bazı nesnelere sığınanların, Allah’ın yardımından mahrum kaldıklarını beyan etmektedir (Nesâî, Muhârebe, 19 [4084]). Zira Müslümanın, kendisini her an koruyan, gözeten, dualarına icabet eden ilahî kudreti bırakıp Allah’ın verdiğinden başka bir gücü olmayan âciz varlıklara sığınması, İslâm’ın ilkelerine aykırı bir davranıştır. Bunların dışındaki göz bağcılığı, el çabukluğu, telkin gibi çeşitli beceri, teknik ve yöntemlerin kullanılması suretiyle insanları yanıltmaya, aldatmaya, zarara uğratmaya ve maddî-manevî yönden istismar etmeye yönelik davranışlar ise günahtır. Bununla birlikte el çabukluğu ya da göz boyama gibi usulleri kullanarak sadece insanları eğlendirmek maksadıyla yapılan gösteriler dinen sakıncalı bir unsur barındırmadığı sürece bu kapsamda değerlendirilmez. Sonuç olarak müminlerin sihir veya büyü kapsamında değerlendirilecek her türlü davranıştan özenle kaçınması ve bu tür işlerle meşgul olanlara asla itibar etmemesi, sihirbazların, cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmemesi gerekir. Sihre maruz kaldığını düşünen kişiler, çare olarak alacakları tıbbî destek yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğrettiği dualarla Allah’a (c.c.) sığınmalıdır.
Büyü ve sihirden korunmak için ne yapılmalıdır?
İslâm dini, büyük günahlar arasında saydığı sihri şiddetle yasaklamış, Kur’ân-ı Kerîm’de sihir yapanların âhiretten nasibi olmadığı ve bunu yapanların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiği vurgulanmıştır (el-Bakara, 2/102; el-Felâk, 113/4). Hz. Peygamber (s.a.s.) de sihir yapmayı yedi büyük günah arasında saymıştır (Buhârî, Vesâyâ, 23 [2766]; Hudûd, 44 [6857]; Müslim, Îmân, 145 [89]). Câhiliye devrinde sihir/büyü çok yaygındı. Cincilik, kâhinlik, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına başvurmak, iplere düğüm atıp üflemek gibi işlemler yapılırdı. Müşrikler bu durumun da etkisiyle işi, Kur’ân’ın bir sihir eseri olduğunu ileri sürmeye kadar vardırmışlardı (Sâd, 38/4; ez-Zârîyât, 51/52). Sihre ve büyüye karşı en etkili çözüm, Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Hz. Peygamber (s.a.s.), her şeyin şerrinden Allah’a sığınarak sürekli Felâk ve Nâs sûreleri ile Âyete’l-kürsî’yi okumuştur (Buhârî, Vekâlet, 10 [2311]; Fezâilü’l-Kur’ân, 10, 14 [5010, 5016-5017]). Ayrıca o, torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) nazar, büyü ve benzeri olumsuzluklardan korumak için şu duayı okumuştur: أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]). Bunun yanında sihre maruz kaldığını düşünen bir kimsenin, şifayı Allah’tan umarak güvendiği insanlara müracaatla kendisine Kur’ân okutması ve dua ettirmesinde bir sakınca yoktur. Din İşleri Yüksek Kurulu 28 Eylül 1979 tarih ve 1883 sayılı kararında Cenâb-ı Hak’tan şifa umarak hastalara Kur’ân-ı Kerîm ve şifa ile ilgili dualar okumanın caiz, halkı kandırmak ve gaipten haber vermek amacıyla üfürükçülük yapmanın ise dinen yasak olduğunu belirtmiştir.
Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?
Nazarın mahiyeti ve keyfiyeti kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri dinen de kabul edilmektedir. Bir hadis-i şerifte, “(Nazardan) Allah’a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır.” (İbn Mâce, Tıb, 32 [3508]) buyrulmaktadır. Resûlullah’ın (s.a.s.) nazar değmesine karşı Âyete’l-Kürsî ile İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk, Nâs) sûrelerini okuduğu; ashabına da bunları okumalarını tavsiye ettiği; göz değmesinden kurtulmak için ayrıca doğrudan Allah Teâlâ’ya (c.c.) yakardığı rivâyet edilmektedir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Nazar konusunda Hz. Peygamber’in tavsiyelerini uyguladıktan sonra sonucu Yüce Allah’tan beklemek İslâm inancının gereğidir. Dinimizde nihai etkiyi Allah’tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklanmıştır. Bu sebeple nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir. Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Resûlullah (s.a.s.), “Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamama erdirmesin.” (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/154 [17440]) buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin Allah’a ortak koşmuş olacağı ifade edilmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/156 [17458]). Nazardan korunmak için böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber’in öğrettiği duaları yapmak gerekir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Bu çerçevede Felak ve Nâs sûreleri yanında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]).
Vefk nedir? Yapılması ya da yaptırılması caiz midir?
Türkçe’de uyum anlamına gelen vefk, bir dörtgen şekil içindeki bölümlere birtakım sayı ve harfler yazılarak meydana getirilen şekil olup, bunu yapanlar, vefk aracılığıyla Allah’ın kendilerini koruyacak bir cin görevlendireceğini iddia ederler. İslam dini, tevhid inancına zarar verdiği için falı, tılsımı ve büyüyü kesin olarak yasaklamıştır (el-Fetâvâ’l- Hindiyye, V, 459). Cinlerden ve şeytanlardan yardım isteme anlamına gelen ve manası anlaşılmayan sihir ve tılsımlar insanı şirke kadar götürebilecek işlerdir (Nevevî, el-Mecmu’, IX, 66). Zira bu gibi işlerde hep aldatma, kötülük ve zarar söz konusudur (Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 61).
Muska kullanmak caiz midir?
Muska; hastalık, göz değmesi, afetten korunmak veya kurtulmak gibi amaçlarla insanların yanlarında taşıdıkları, içinde bazı âyet, hadis ve duaların yazılı bulunduğu metindir. Çoğunlukla koruyucu bir malzemeye sarılı olarak kullanılır. Korku ve nazardan korunmak, bazı hastalıklardan şifa bulmak için dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okumak, caizdir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]; İbn Mâce, Tıb, 35-36 [3517-3525]). Âyet ve dua gibi metinlerin bir şeye yazılıp insanların bedenlerine asılması veya iliştirilmesi konusunda Hz. Peygamber’den bir rivâyet yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Sizden biriniz uykuda korkarsa ‘Allah’ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden, eksikliği olmayan Allah’ın sözlerine sığınırım.’ desin. O takdirde, hiçbir şey ona zarar vermez.” buyurduğunu bildirmiş ve kendisi de bu duayı temyiz çağına gelen çocuklarına öğretip, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp boyunlarına asmıştır (Ebû Dâvûd, Tıb, 19 [3893]; Tirmizî, De‘avât, 94 [3528]). Bazı âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerin yazılıp muska yapılarak takılmasında bir sakınca görmemektedir (Şâfiî, el-Ümm, 7/241; Zeylaî, Tebyîn, 1/58). Bununla birlikte muskadan medet umma, onu koruyucu olarak algılama, Allah’tan (c.c.) beklenilecek şeyleri muskadan bekleme gibi olumsuzluklara sebep olacaksa muska kullanılması caiz değildir. Bu bağlamda insanların duygularını istismar edenlere karşı da uyanık olunmalıdır.
Yoga yapmanın hükmü nedir?
Yoga, Hinduizm ve Budizm’de kişiye birtakım ilâhî bilgiler ve yetenekler kazandırarak onun arınmasına ve hakikate ulaşmasına aracı olması amacıyla uygulanan bir yöntemdir. Son yıllarda ülkemizde bedensel egzersiz ve psikolojik terapi faaliyetleri görünümünde yaygınlaşan yoga merkezlerinin önemli bir kısmı kendilerini bu dinlerden ayrıştırarak bağımsız yoga uygulayıcısı oldukları söylemiyle faaliyet göstermektedirler. Ancak yoganın dinî bir yönünün bulunmadığı ve zihinsel arınmayı amaçlayan alıştırmalar olduğu söylemi tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Hint dinlerinde yoga, dinî bir uygulama olarak varlığını sürdürmektedir (Tümer, “Brahmanizm”, DİA, 6/331). Buna göre bir Müslüman’ın, başka bir dinin inanç ve ibadetlerine dayandığını bilerek yoga yapması caiz değildir. Zira bir Müslümanın İslâm’ın inanç esaslarını ve temel prensiplerini göz ardı etmesi, başka dinlere ve inançlara ait ibadet şekillerinden medet umması ve bunları benimsemesi düşünülemez.
“Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?
İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, “en güzel isimler” anlamında Yüce Allah’ın isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8); “...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (el-Haşr, 59/24) meâlindeki âyetlerde ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemâl ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal nitelemelerdir. Allah Teâlâ’nın (c.c.) Kur’ân’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’ân’da, “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin...” (el-A‘râf, 7/180) buyrularak esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması istenmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delalet eder: “De ki: İster Allah deyin ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na aittir.” (el-İsrâ, 17/110).
Allah’ın 99 ismi hakkında bilgi verir misiniz?
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, Yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, De‘avât, 68, [6410]; Müslim, Zikir, 5-6 [2677]). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı olmayıp bunların dışında başka isimleri de vardır. Söz konusu hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamında değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce’nin rivâyet ettikleri hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, De‘avât, 83 [3507]; İbn Mâce, Duâ, 10 [3861]). Bu isimler şunlardır: Allah (اللَّهُ) : Tek yaratıcının özel ismi, varlığı zorunlu olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan hakiki ma‘bûd. er-Rahmân (الرَّحْمنُ) : Sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan. er-Rahîm (الرَّحِيمُ) : Rahmetiyle hey şeyi kuşatan. el-Melik (الْمَلِكُ) : Bütün varlıkların sahibi/hükümdârı. el-Kuddûs (الْقُدُّوسُ) : Eksiklik ve kusurlardan münezzeh/uzak olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan. es-Selâm (السَّلاَمُ) : Esenlik ve selamet veren, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh olan. el-Mü’min (الْمُؤْمِنُ) : Bütün mahlûkâta emniyet/güven veren ve kendisine güvenilen. el-Müheymin (الْمُهَيْمِنُ) : Kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, her şeyi hükmü altına alan. el-Azîz (الْعَزِيزُ) : Ulu, galip, her şeye üstün gelen izzet sahibi. el-Cebbâr (الْجَبَّارُ) : Dilediğini yaptırma gücüne sahip olan, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten. el-Mütekebbir (الْمُتَكَبِّرُ) : Büyüklüğünü izhar eden, son derece ulu, yüce. el-Hâlik (الْخَالِقُ) : Her şeyin yaratıcısı, hikmeti gereği her şeyi ölçülü yaratan. el-Bâri’ (الْبَارِئُ) : Yoktan yaratan, maddesi ve örneği olmadan îcat eden. el-Musavvir (الْمُصَوِّرُ) : Varlığa şekil ve sûret veren. el-Gaffâr (الْغَفَّارُ) : Kusur ve günahları örten, çokça bağışlayan. el-Kahhâr (الْقَهَّارُ) : Yenilmeyen, dilediğini yerine getiren, kendisine her şeyin boyun eğdiği yegâne kudret ve tasarruf sahibi. el-Vehhâb (الْوَهَّابُ) : Karşılıksız olarak çokça nimet veren ve ihsanda bulunan. er-Rezzâk (الرَّزَّاقُ) : Maddî ve manevî bol rızık veren, her türlü rızık imkânlarını yaratan. el-Fettâh (الْفَتَّاحُ) : Hayır kapılarını açan, hükmüyle adaleti sağlayan. el-Alîm (الْعَلِيمُ) : İlmi her şeyi kuşatan. el-Kâbız (الْقَابِضُ) : Her şeyi teslim alan, hikmeti gereği rızkı ve her türlü nimeti ölçülü veren, eceli gelenlerin ruhlarını teslim alan. el-Bâsıt (الْبَاسِطُ) : Rızkı ve her türlü rızık imkânını genişleten, ömürleri uzatan. el-Hâfıd (الْخَافِضُ) : Kâfirleri ve zalimleri alçaltan. er-Râfi` (الرَّافِعُ) : Müminleri yükselten, izzetli ve şerefli kılan. el-Muizz (الْمُعِزُّ) : Yücelten, güçlü ve aziz kılan. el-Müzill (الْمُذِلُّ) : Boyun eğdiren, değersiz kılan. es-Semî` (السَّمِيعُ) : Her şeyi işiten. el-Basîr (الْبَصِيرُ) : Her şeyi gören. el-Hakem (الْحَكَمُ) : Nihâî hükmü veren. el-Adl (الْعَدْلُ) : Adaletli, her şeyi yerli yerinde yapan. el-Latîf (اللَّطِيفُ) : En gizli ve ince hususları dahi bilen, lütufta bulunan, zâtı duyularla algılanamayan, fiillerini rıfk ile gerçekleştiren. el-Habîr (الْخَبِيرُ) : Gizli ve açık her şeyden haberdar olan, dilediğini haber veren. el-Halîm (الْحَلِيمُ) : Sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen, kudreti olduğu hâlde hemen cezalandırmayan. el-Azîm (الْعَظِيمُ) : Zat ve sıfatları bakımından pek yüce olan, azametli olan. el-Gafûr (الْغَفُورُ) : Çok affedici ve bağışlayıcı olan. eş-Şekûr (الشَّكُورُ) : Yapılan iyi amellerin karşılığını bolca veren. el-Aliyy (الْعَلِيُّ) : Yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan. el-Kebîr (الْكَبِيرُ) : Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar büyük ve ulu olan. el-Hafîz (الْحَفِيظُ) : Her şey gözetiminde olan, koruyan ve kainatı dengede tutan. el-Mukît (الْمُقِيتُ) : Mahlukatın gıdasını yaratıp veren, güç yetiren ve koruyup gözeten. el-Hasîb (الْحَسِيبُ) : Hesaba çeken, her şeyin neticesini bilen. el-Celîl (الْجَلِيلُ) : Hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibi, kıymeti ve mertebesi en yüce olan. el-Kerîm (الْكَرِيمُ) : Çok cömert, nimet ve ihsanı bol olan. er-Rakîb (الرَّقِيبُ) : Gözeten, koruyan ve bütün işler murakabesi/kontrolü altında olan. el-Mücîb (الْمُجِيبُ) : Dua ve dilekleri kabul eden. el-Vâsi` (الْوَاسِعُ) : İlmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan. el-Hakîm (الْحَكِيمُ) : Her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan. el-Vedûd (الْوَدُودُ) : Müminleri seven ve onlar tarafından da sevilen. el-Mecîd (الْمَجِيدُ) : Her türlü eksiklikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol olan. el-Bâis (الْبَاعِثُ) : Ölüleri dirilten, peygamberler gönderen. eş-Şehîd (الشَّهِيدُ) : Her şeye muttali olan, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan. el-Hakk (الْحَقُّ) : Bizzat ve sürekli olarak var olan, varlığı kendinden olan, ulûhiyet ve rubûbiyeti gerçek olan. el-Vekîl (الْوَكِيلُ) : Bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan. el-Kavî (الْقَوِيُّ) : Gücü ve kuvveti her şeye yeten. el-Metîn (الْمَتِينُ) : Acizliği, zafiyeti ve güçsüzlüğü olmayan, güçlü olan. el-Velî (الْوَلِيُّ) : Müminlere dost ve yardımcı olan. el-Hamîd (الْحَمِيدُ) : Çok övülen, bütün övgülere ve övgülerin en yücesine layık olan. el-Muhsî (الْمُحْصِي) : Gizli ve âşikâr her şeyin ölçü ve sayısını bütün ayrıntılarıyla bilen. el-Mübdi’ (الْمُبْدِئُ) : Her şeyi yoktan var eden. el-Muîd (الْمُعِيدُ) : Varlıkları ölümlerinden sonra tekrar yaratan. el-Muhyî (الْمُحْيِي) : Hayat veren, yaşatan ve dirilten. el-Mümît (الْمُمِيتُ) : Öldüren, canları kabzeden. el-Hayy (الْحَيُّ) : Ezelî ve ebedî olarak diri ve ölümsüz olan. el-Kayyûm (الْقَيُّومُ) : Varlığı kendinden olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden. el-Vâcid (الْوَاجِدُ) : Her şeyi bilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, emrini ve isteğini daima gerçekleştiren. el-Mâcid (الْمَاجِدُ) : Şânı yüce ve sonsuz kerem sahibi olan. el-Vâhid (الْوَاحِدُ) : Bir, tek, yegâne varlık; zâtında, ilah ve rab oluşunda ortağı olmayan. es-Samed (الصَّمَدُ) : Herkesin kendisine muhtaç olduğu, kendisi ise kimseye muhtaç olmayan, ezelî ve ebedî olan. el-Kâdir (الْقَادِرُ) : Her şeye gücü yeten. el-Muktedir (الْمُقْتَدِرُ) : Güç ve kuvvetinde hiçbir sınır olmayan. el-Mukaddim (الْمُقَدِّمُ) : Hikmeti gereği istediğini öne alan, ileri geçiren. el-Muahhir (الْمُؤَخِّرُ) : Hikmeti gereği dilediğini geriye bırakan. el-Evvel (الأَوَّلُ) : Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî olan. el-Âhir (الآخِرُ) : Varlığının sonu olmayan, ebedî olan. ez-Zâhir (الظَّاهِرُ) : Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından varlığı açık olan. el-Bâtın (الْبَاطِنُ) : Zâtı itibarıyla gizli olan, bütün gizlilikleri bilen. el-Vâlî (الْوَالِي) : Kainatı yöneten, onlar için gerekli olan her şeyi üstlenen. el-Müteâlî (الْمُتَعَالِي) : Noksanlıklardan berî, aşkın ve yüce olan. el-Berr (الْبَرُّ) : Çokça iyilik eden. et-Tevvâb (التَّوَّابُ) : Kullarını tövbelerini kabul eden. el-Müntakım (الْمُنْتَقِمُ) : Suçluları yaptıklarına karşılık cezalandıran. el-Afüvv (الْعَفُوُّ) : Çokça affeden. er-Raûf (الرَّؤُوفُ) : Merhameti ve şefkati çok olan. Mâlikü’l-mülk (مَالِكُ الْمُلْكِ) : Mülkün gerçek sahibi, tüm mevcûdâtı idare eden. Zü’l-celâli ve’l-ikrâm (ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ) : Sonsuz yücelik ve ikram sahibi olan. el-Muksit (الْمُقْسِطُ) : Adaleti gerçekleştiren, hakkaniyetle hükmeden. el-Câmi‘ (الْجَامِعُ) : Dünya ve ahirette bütün mahlûkâtı bir araya getirme kudretine sahip olan. el-Ganî (الْغَنِيُّ) : Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. el-Muğnî (الْمُغْنِي) : İhtiyaçtan kurtaran zengin kılan. el-Mâni` (الْمَانِعُ) : Hikmeti gereği engel koyan, mani olan. ed-Dârr (الضَّارُّ) : Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan. en-Nâfi` (النَّافِعُ) : hayrı ve faydayı yaratan ve veren. en-Nûr (النُّورُ) : Nurlandıran, her şeyi aydınlatan, kalplere nur ve iman veren. el-Hâdî (الْهَادِي) : Doğru yolu gösteren, hidâyete erdiren. el-Bedî` (الْبَدِيعُ) : Örneksiz ve benzersiz olarak yoktan yaratan. el-Bâkî (الْبَاقِي) : Varlığı sürekli olan, ebedî, sonsuz olan. el-Vâris (الْوَارِثُ) : Varlığının sonunun bulunmaması vasfıyla kâinatın gerçek sahibi. er-Reşîd (الرَّشِيدُ) : Yol gösteren, her işi isabetli olan. es-Sabûr (الصَّبُورُ) : Günahkârları hemen cezalandırmayıp onlara mühlet tanıyan. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلا هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ المَلِكُ القُدُّوسُ السَّلَامُ المُؤْمِنُ المُهَيْمِنُ العَزِيزُ الجَبَّارُ المُتَكَبِّرُ الخَالِقُ البَارِئُ المُصَوِّرُ الغَفَّارُ القَهَّارُ الوَهَّابُ الرَّزَّاقُ الفَتَّاحُ العَلِيمُ القَابِضُ البَاسِطُ الخَافِضُ الرَّافِعُ المُعِزُّ المُذِلُّ السَّمِيعُ البَصِيرُ الحَكَمُ العَدْلُ اللَّطِيفُ الخَبِيرُ الحَلِيمُ العَظِيمُ الغَفُورُ الشَّكُورُ العَلِيُّ الكَبِيرُ الحَفِيظُ المُقِيتُ الحَسِيبُ الجَلِيلُ الكَرِيمُ الرَّقِيبُ المُجِيبُ الوَاسِعُ الحَكِيمُ الوَدُودُ المَجِيدُ البَاعِثُ الشَّهِيدُ الحَقُّ الوَكِيلُ القَوِيُّ المَتِينُ الوَلِيُّ الحَمِيدُ المُحْصِي المُبْدِئُ المُعِيدُ المُحْيِي المُمِيتُ الحَيُّ القَيُّومُ الوَاجِدُ المَاجِدُ الوَاحِدُ الصَّمَدُ القَادِرُ المُقْتَدِرُ المُقَدِّمُ المُؤَخِّرُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ البَاطِنُ الوَالِي المُتَعَالِي البَرُّ التَّوَّابُ المُنْتَقِمُ العَفُوُّ الرَّؤُوفُ مَالِكُ المُلْكِ ذُو الجَلَالِ وَالإِكْرَامِ، المُقْسِطُ الجَامِعُ الغَنِيُّ المُغْنِي المَانِعُ الضَّارُّ النَّافِعُ النُّورُ الهَادِي البَدِيعُ البَاقِي الوَارِثُ الرَّشِيدُ الصَّبُورُ.