Soru
stringlengths
9
201
Cevap
stringlengths
99
13.3k
Borç İlişkilerinde Takas (Mahsuplaşma) Caiz Midir?
Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (Bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi, VI, 1 9; İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, III, 840; IV, 250; V, 266) . Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur.
Ödünç alınan malın iade masrafları kime aittir?
Ödünç alınan malın iade masrafları ödünç alan kişiye aittir. Ödünç alınan malın ne şekilde geri verileceği hususunda, yaygın olan örfün hükümleri geçerlidir. Bu kurallara uyulmazsa malda meydana gelecek zararın tazmini gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/220-221; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/58). Zira örfün belirlediği hüküm, baştan şart koşulmuş gibi geçerlidir (Mecelle, md. 43-45).
Yanında emanet mal bulunan kişi o maldan yararlanabilir mi?
Emanet olarak bırakılan maldan emanetçinin yanında iken doğacak menfaat mal sahibine aittir. Mesela, emanet bırakılan hayvandan elde edilen süt, yün vb. şeyler mal sahibine ait olur. Emanet alan bunlardan yararlanamaz (Mecelle, md. 798). Bu nedenle emanet alan kişi, kendi kusuru ile emanet mala zarar verdiğinde bunu tazminle yükümlü olduğu gibi bu maldan elde edilen menfaate zarar verdiğinde de zararı tazmin etmekle yükümlü olur.
Kendisine bir şey emanet edilen kişi emanet malı koruması karşılığında ücret talep edebilir mi?
Kendisine bir şey emanet edilen kişi, emanet malı koruması karşılığında ücret alamaz. Şâyet malı koruma işini ücretle yaparsa, bu akit emanet akdi olmaktan çıkar, hizmet akdine dönüşür. Bu durumda da emanet malın sahibine iade masraflarını, emanet edilen kişinin karşılaması gerekir. Mala gelebilecek zararlardan o sorumludur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/215).
Emanet bırakılan bir şey, sahibinin izni olmadan başka birisine emanet edilebilir mi?
Emanetin, bizzat kendisine emanet edilen kişi veya onun aile fertlerinden biri tarafından korunması gerekir. Dolayısıyla sahibinin izni olmadan korunması için başkalarına emanet olarak bırakılması caiz değildir. Şâyet emanet edilen kişi, emaneti bir başkasına bırakır ve bu emanette de zarar meydana gelirse zararın tazmin edilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/213). Bu durumda emanet veren, zararını dilerse emanet verdiği ilk şahsa dilerse de emaneti kabul eden ikinci şahsa tazmin ettirir. İlk şahsa tazmin ettirirse bu şahıs ikinciden tazmin talebinde bulunamaz. İkinci şahsa tazmin ettirirse bu ikinci kişi birinciden tazmin talebinde bulunabilir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/27). Ancak zarar, ikinci şahsın kasıt ve kusuru sebebiyle meydana gelmiş ve mal sahibi bu zararı ilk şahsa tazmin ettirmiş ise bu kişi ikinci şahıstan tazmin talebinde bulunabilir. (Mecelle, md. 790).
Alışveriş karşılığında firmalar tarafından verilen hediye puanı kullanmak caiz midir?
Firmalar, kendilerinden alışveriş yapan müşterilerine hediye puan vermektedirler. Helal ürünlerde yapılan harcamalar sonucu biriken hediye puanları kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak her ne kadar helal ürün alışverişi neticesinde hediye puan kazanılsa da, kazancının çoğu haram olan kurumların verdiği hediye puanları kullanmak caiz değildir. (Bkz. Mevsıli, İhtiyar, IV, 176)
Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi, bu malı daha yüksek bir fiyata satabilir mi?
Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı müvekkilinin hayrına olacak şekilde daha yüksek bir fiyata satıp bedeli de bütünü ile müvekkiline teslim ederse yaptığı bu işlem caiz olur (Kâsânî, Bedâʾi, 6/27). Fakat müvekkilin belirttiği fiyatın üstündeki miktarı kendisi alamaz. Ancak müvekkil “Şu kadara sat; üzerinde satarsan fazlası senindir.” derse bu fazlalığı alması caiz olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/108).
Kişinin bir borca kefil olması karşılığında ücret alması caiz midir?
Kefâlet, bağış (teberru) niteliğindedir. Dolayısıyla kefilin, kefâlet akdine karşılık ücret almayı şart koşması caiz değildir. Zira ücret almak teberru kavramına aykırıdır. Gerektiğinde asıl borçlunun borcunu ödeyeceği için kefil aynı zamanda borç veren konumundadır. Kefâlete karşılık ücret alması hâlinde faizli işlemde bulunmuş olur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77). Ancak günümüzdeki bazı ilim adamları ücretsiz kefil bulunmaması hâlinde, ihtiyaç sebebiyle maslahata binaen borçlunun teminat mektubunda olduğu gibi ücret karşılığı kefâlet akdi yapmasının caiz olacağı kanaatindedirler (bkz. Apaydın, “Kefâlet”, DİA, 25/177).
Kişinin borcunu ikinci bir şahsa devretmesi caiz midir?
Kişinin ödemekle yükümlü olduğu bir borcu, ikinci bir şahsa devretmesi caizdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden birinize bir borç havâle edilirse bunu kabul etsin.” (Buhârî, Havâlât, 1 [2287]; Müslim, Müsâkât, 33 [1564]) buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bazı hadislerinde de insanların sıkıntılarını gidermeyi teşvik etmiştir (Buhârî, Mezâlim, 3 [2442]; Müslim, Bir, 58 [2580]). Borcun ikinci bir şahsa devredilmesi hâlinde borçlu, alacaklıya karşı sorumluluktan kurtulur. Alacaklı, alacağını havâle edilen kişiden ister. Ancak borç kendisine havâle edilen kişi iflas eder ve bu durum mahkeme kararıyla tespit edilirse yahut kişi borcun kendisine havâle edildiğini inkâr eder, alacaklı da bunu ispat edemezse veya söz konusu kişi iflas ettikten sonra ölürse bu gibi durumlarda havâle edilen kişi, borcu ödeme yükümlülüğünden kurtulur ve borç kendisinden değil asıl borçludan talep edilir (Kâsânî, Bedâʾi, 6/18; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/4). Bununla birlikte bir borcun başkasına havâle edilmesi karşılığında ücret almak caiz değildir. Zira yardımlaşma amacı taşıyan akitler karşılığında, ücret almak caiz görülmemiştir (Serahsî, el-Mebsût, 15/116; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77).
Ortaklardan birinin şirket malından (hibe ve sadaka gibi) teberruda bulunması, ödünç veya zekât vermesi caiz midir?
Ortaklar ticari faaliyetlerde birbirlerinin vekilidirler. Bu vekâlet, ticari faaliyet dışındaki alanları kapsamadığı için her birinin diğeri adına bağış (teberru) yetkisi yoktur. Dolayısıyla diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından bağış yapmaları, sadaka, ödünç (karz) ve diğer ortakların zekâtını vermeleri caiz değildir. Zira ortaklıktan maksat, ticari faaliyette bulunarak şirkete gelir sağlamaktır. Söz konusu tasarruflar ise ticari ortaklıkta aranan bu amacı gerçekleştirmez (Merğinânî, el-Hidâye, 3/14; Kâsânî, Bedâʾi, 6/71-72).
Bireysel emeklilik sistemi caiz midir?
Bireysel emeklilik sistemi; aylık ödemelerle belli bir zamana kadar bir kurum veya kuruluşa yatırılan paranın, daha sonra meydana gelen artışla birlikte, toplu veya aylık maaş olarak geri alınması şeklinde oluşturulmuş bir uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminde dinî açıdan dikkat edilmesi gereken husus birikimlerin nerede ve nasıl değerlendirildiğidir. Zira bu sistemden elde edilecek kazancın helal olması gerekir. Kazancın helal olması, bunun kaynağının ve yönteminin dinen meşru olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu fonda toplanan birikimler değerlendirilirken İslâm’ın haram saydığı alan ve işlemlerden uzak durulması gerekir. Çalışanların, birikimlerinin kendi inanç ve değerlerine göre işletilmesini beklemeleri doğal haklarıdır. Bu bağlamda dini duyarlılığa sahip çalışanlar, birikimlerinin meşru alanda değerlendirilmesini talep etmelidirler. İsteğe bağlı olsun veya olmasın bireysel emeklilik sistemine dâhil olanlara devletin yapmış olduğu katkı alınabilir. Şu hâlde bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, birikimlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz aksi hâlde caiz değildir.
Çek, senet vb. kıymetli evrakın bedelinde indirim yapma karşılığında, gününden önce üçüncü şahıslara kırdırarak tahsili caiz midir?
Alacaklının, elindeki çek veya senedi, karşılığını erken tahsil etmek amacıyla vadesinden önce üçüncü şahıslara daha düşük bir bedelle satıp elden çıkarması (çek ve senet kırdırmak) caiz değildir. Zira bu işlemde, aynı cins kaydî paranın daha düşük nakdi parayla mübadelesi söz konusudur. Bu muamele “ribe’l-fadl” (fazlalık faizi) olarak değerlendirilmektedir (Merğinânî, el-Hidâye, 3I/61).
Kapora caiz midir? Alışverişten vazgeçilmesi halinde kaporanın geri verilmesi gerekir mi?
Kapora; satım veya kiralama akdinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması hâlinde toplam fiyattan düşülmesi; cayması durumunda ise mal sahibinde kalması şartıyla yapılan ön ödemedir. Müşterinin sözleşmeden cayması hâlinde kaporanın kendisine iade edilmesi şartıyla yapılan akdin cevazında bir ihtilaf yoktur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 171). Alıcının akitten cayması durumunda verdiği kaporanın yanması, yani satıcının mülkiyetine geçmesi şartıyla yapılan akdi fakihlerin çoğu caiz görmemişlerdir. Hanefîler böyle bir akdi fasit, Şâfiîler ve Mâlikîler ise batıl saymışlardır. Çünkü onlara göre bu tür bir akit fasit bir şart ve belirsizlik içermekte ayrıca haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu sebeple akdin sona ermesi hâlinde satıcı kaporayı müşteriye iade etmelidir (Senhûrî, Mesâdıru’l-hak, 2/93-94). Öte yandan bu görüşü savunan İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kaporalı satışı yasakladığına dair bir rivâyetini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 69 [3502]; İbn Mâce, Ticârât, 22 [2193]) zikrederler (Suğdî, en-Nütef, 1/472-473; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 3/63; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/31; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Buna karşılık Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Eslem, Mücahid ve Hasen-i Basrî gibi sahâbe ve tabiîn âlimleriyle Hanbelîlerin çoğunluğu kaporalı alışverişi caiz görmüşlerdir. Bu görüş sahipleri kaporalı alışverişi yasaklayan rivâyetin zayıf olduğunu ve akitlerde mubahlığın asıl olup imkân ölçüsünde şartlara riâyetin gerektiğini, Hz. Ömer zamanında Mekke valisi Nafi’ b. Abdulhâris'in, halife adına kaporalı bir işlem yapmış olduğunu (Buhârî, Husûmât, 8 [Bab Başlığı]) delil getirmişlerdir. Bazı Hanbelîler, kaporalı akitlerin kesinleşeceği belli sürenin belirlenmesini şart koşmuşlardır; bu süre içinde müşterinin cayması hâlinde kapora satıcının mülkiyetine girer, demişlerdir (Mustafa Suyutî, Metâlib, 3/77-78). İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Fıkıh Akademisi (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî) de bedellerden birinin veya ikisinin birden peşin olarak tesliminin gerektiği selem ve sarf gibi işlemler dışındaki kaporalı işlemler konusunda aynı görüşü benimsemiştir (Mecelletü Mecma‘i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 8/1 [1993], 540; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Müslümanların nasslara muhalif olmayan örf ve uygulamaları genel olarak caiz görülmüştür. Günümüzde kaporalı alışverişler özellikle bazı sektörlerde ticarî hayatın gereği ve esnafın örfü hâline gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) helali haram, haramı da helal kılmadığı müddetçe Müslümanların şartlarına bağlı kalmalarını öğütlemiştir (Tirmizî, Ahkâm, 17 [1352]; İbn Mâce, Ahkâm, 23 [2353]). Hanefî mezhebi de naslara muhalif olmamak kaydıyla toplumun örf ve uygulamalarında geçerliliği olan şartlara bağlanarak yapılan satım akitlerini geçerli saymıştır (Mecelle, md. 188). Akdin belirlenen sürede kesinleşmemesi hâlinde kaporanın satıcıda kalabileceği yönündeki görüşün bu ilkelere aykırı olmadığı görünmekte, aksine kaporanın müşteriye iadesini şart koşmak kapora uygulamasını anlamsız hâle getirmektedir. Bu sebeple akdin kesinleştirileceği sürenin baştan tespit edilmesi, tarafların her ikisinin de kapora uygulamasına rıza göstermesi ve işlemin selem ve sarf gibi bedellerden en az birinin peşin olması gereken bir akit olmaması şartlarıyla yapılacak kaporalı alışveriş akdi caiz olur.
İnternetten program, yazılım, kitap, müzik vb. indirmek ve bunları kullanmak helal midir?
Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük değer verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyurulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesi gerektiğini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Teknolojinin geliştiği, insan emeğinin çok değişik şekil ve ortamlarda tezahür ettiği günümüzde aynı ölçüde hak ve emek ihlalleri söz konusu olmaktadır. Bu hak ihlalleri dijital dünyada da yaşanmaktadır. Bu tür haksız davranışlar sadece bireylerin hakkını gasp etmiş olmamakta, aynı zamanda, o alanlarda emek harcayan insanların yeni ürünler üretme konusundaki şevkini kırmakta, bu da geniş anlamda kamu hakkı ihlaline dönüşmektedir. Bu sebeple birer emek mahsulü olarak internet ortamına geçirilmiş olan her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan elde edip kullanmak caiz değildir.
Başkasına ait bir markayı izinsiz kullanmak, bunun ticaretini yapmak, para kazanmak dinen caiz olur mu?
Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük önem verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde, “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Bu itibarla emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından İslâm ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir.
Leasing (Finansal kiralama) sistemi ile alışveriş caiz midir?
Leasing (finansal kiralama); makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri menkul veya gayrimenkul malların; bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında satışını esas alan orta vadeli bir finansman yöntemidir. Esasında burada yapılan işlem; malın taksitle satılıp, mülkiyetinin taksitin bitimine kadar ertelenmesi ve daha sonra devredilmesinden ibarettir. Nitekim bazı muasır âlimlere göre de bu uygulama, satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akittir. Buna göre günümüz ticaret örfünde önemli bir yeri olan ve taraflar arasında aldatma ve anlaşmazlığa neden olmayan leasing işlemi fıkhen yapılabilir.
Sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caiz midir?
Sosyal medya platformları, bilgi ve belge paylaşımı yapma, toplantı, sohbet ve yazışma üzerinden iletişim kurma imkânı sağlamanın yanı sıra günümüzde bir kazanç unsuru haline de gelmiş bulunmaktadır. Bir kazancın helal olabilmesi, kazanç unsuru olan mal veya hizmetlerin dinen meşru olmasına bağlıdır. Buna göre: a) Bu platformlardaki yazı, belge, fotoğraf, müzik, video, reklam vb. yayınlar, dinen meşru olmayan unsurlar içermemelidir. Bu kapsamda İslâm inanç esaslarını ve değerlerini inkâr eden veya alaya alan, Allah’a ortak koşma, batıl dinleri övme ve onaylama, bu dinlere ait sembolleri şirin gösterme gibi tevhit inancına aykırı olan, İslâm'ın haram kıldığı faiz, içki, domuz ürünleri, kumar, yalan, zina, müstehcenlik ve cinsel sapkınlık gibi unsurlara teşvik eden her türlü içeriğin yüklenmesi, paylaşılması, tıklanması, beğenilmesi, takip edilmesi ve reklamının yapılması meşru olmadığından bu tür yöntemler üzerinden kazanç elde etmek caiz değildir. b) Bu platformlara yüklenen içerikler dinen meşru olsa bile bunların izlenmesi veya tıklanması esnasında çıkan reklamların da dinen meşru olması için gerekli tedbirler alınmalıdır. c) Abone ve izlenme sayılarını yüksek göstermek için sahte hesaplar açmak veya satın almak, insanların aldatılmasına sebep olacağından, bu tür usuller kullanılarak kazanç elde edilmesi caiz değildir. d) Sosyal medya platformlarında çekilişe katılmak amacıyla bağışta bulunulması ve bu yolla toplanan paradan bağışçıların bir kısmına hediye verilmesi, kumar niteliğinde olup caiz değildir. e) Sosyal medya platformlarında içerik üretenlerin; suç unsuru barındıran, kul ve kamu haklarını ihlal eden, özel halleri ve mahrem bilgileri ortaya koyan yayınlar üzerinden kazanç elde etmesi caiz değildir. Yukarıda zikredilen hususlara dikkat edilerek sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caizdir.
Elektronik ürün senedi (ELÜS) alıp-satmak caiz midir?
Elektronik Ürün Senedi (ELÜS); lisanslı depolara teslim edilen saklanabilir tarım ürünleri karşılığında düzenlenen ve ürünün cins, sınıf ve kalitesi gibi detaylarını gösteren mülkiyet belgeleridir. İlgili kurum nezdinde elektronik olarak kaydı tutulan ELÜS, ticaret borsalarında alım-satıma konu olabilmektedir. Buna göre ELÜS; dinen meşru, fiziken mevcut ve aynı vasıfta teslim edilebilir bir ürünü temsil etmesi hâlinde bu senetlerin alım satımını yapmak caizdir. Ancak bu senetlerin organize teverruk işlemlerine konu edilmesi caiz değildir. Ayrıca iki ürünü temsil eden senetlerin birbiriyle mübadele edilmesi durumunda; aynı cins mallarda peşinlik ve eşitlik, farklı cins mallarda peşinlik şartına riâyet edilmelidir. İşlemin vadeli olması hâlinde ise bedellerden en az birinin peşin olması gerekir. ELÜS’ün, faizli işlemler dışında rehin vb. şekillerde teminat gösterilmesinde ve temsil ettiği ürünün sigortalanmasında da fıkhen bir sakınca bulunmamaktadır.
Banka Promosyonu caiz midir?
Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir. Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur.
Kıdem tazminatını almak caiz midir?
İslâm hukukuna göre işçi ve işveren arasında sözleşme serbestisi ilkesi vardır. Dolayısıyla Taraflar, hakkaniyet ve adalet başta olmak üzere dinî değerlere ve yasal mevzuata aykırı olmamak kaydıyla serbestçe bir iş sözleşmesi yapabilirler. İşçi ve işveren arasında kendi özgür iradeleriyle yapılan sözleşmeye devlet, bazı yararları hesaba katarak ilave maddeler veya çerçeve hükümler koyabilir. Sözleşmede açık bir hüküm bulunmayan hususlarda ilgili hukukî mevzuat ve genel örf esas alınır. Buna göre günümüzdeki iş sözleşmelerinde, işçinin bir kusuru olmadan işten çıkarılması durumunda ya da emeklilik hâlinde işveren tarafından yasal bir zorunluluk olarak “kıdem tazminatı” adıyla bir ödemenin yapılacağı açıkça yazılmakta veya herkesçe bilinmektedir. Şu hâlde ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışları nedeniyle değil de haksız yere işten çıkarılan işçinin, hakkaniyet sınırları içinde kıdem tazminatı alması hem sözleşmenin, hem kanunun hem de hâkim örfün onayına medâr olduğu için caizdir. Emekli olan işçinin bu adla alacağı tazminat ise yukarıdaki üç gerekçeye ek olarak aynı zamanda uzun süre çalıştığı için kendisine ödenen bir yıpranma payı olarak da değerlendirilebilir.
Banka kredisi almaya aracılık eden kişinin komisyon alması helal olur mu?
Kişi veya firmanın bankadan alacağı faizli krediye aracılık edilmesi karşılığında komisyon adı altında ücret alınması helal olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), faiz alan ve verenin yanı sıra yazmak, şahit olmak ve vekil olmak suretiyle faiz işlemine yardımcı olan herkesi sorumlu tutmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Eğer kredi faizsizse ve aracı olan kişi, bu işlemleri takip edip sonuçlandırmak için ücretle tutulmuşsa verdiği emeğin ve yaptığı hizmetin karşılığı olarak vekâlet/rehberlik ücreti alabilir.
Faizli kredi almak isteyen kişiye kefil olmak veya aracılık yapmak caiz midir?
İslam, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yoldan temin etmelerini emreder ve her türlü faizi kesin olarak haram kılar (al-i İmran, 3/130; Nisa, 4/161). Şahıslar veya kurumlarla yapılacak faizli kredi işlemleri de bu kapsamdadır. Bu itibarla haram olan bir işlemi yapmak caiz olmadığı gibi ona aracılık yapmak ve destek olmak da caiz değildir (Mevsili, el-İhtiyar, II, 406). Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.); faizi yiyene, yedirene, yazana ve buna şahitlik edenlere lanet etmiş ve hepsinin (günahta) eşit olduğunu bildirmiştir (Müslim, Müsakat, 106). Dolayısıyla faizli kredi alacak bir kişinin borcuna kefil olmak veya aracılık yapmak caiz değildir.
Mahkemenin hükme bağladığı kan bedelini almak câiz midir?
Tedbirsizlik ve dikkatsizlik gibi bir hata sonucu herhangi bir kişinin ölümüne sebep olan kişi, ölenin yakınlarının talep etmesi hâlinde, diyet (kan parası/tazminat) ödemekle yükümlü olur (Ebû Dâvûd, Diyât, 16-24 [4541-4588]; Tirmizî, Diyât, 1-4 [1386-1392]); Ayrıca bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 10/298-299). Dolayısıyla böyle bir olaydan dolayı mahkemenin takdir ettiği tazminatın tam diyet miktarını (yaklaşık 4250 gr altın karşılığı aşmayacak kadar kısmını), ölenin yakınlarının alması câiz ve alınan para helâldir.
Mahkemenin hükmettiği tazminatı almak caiz midir?
İslâm’ın kesin kurallarıyla çelişmeyen ve yürürlükteki hukukî mevzuata bağlı olarak yapılan iş akdinde, taraflardan birinin haksız uygulaması üzerine açılan davada mahkemenin, kendisine sunulan gerçek delil ve doğru beyanlara dayanarak hükmettiği tazminatı almak dinen caizdir.
Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir?
Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir? Trafik kazaları neticesinde ölüm, sakatlanma, yaralanma veya maddi zarar meydana gelebilmektedir. İslam’da, bunlara sebep olan suçlular için düzenlenmiş müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret vb.) bulunmaktadır. Buna göre kazada mağdur olan kişi, suçlu olan taraftan trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında tazminat talebinde bulunabilir. Söz konusu tazminat, suçlunun sigortasından karşılanabileceği gibi mahkeme yoluyla da talep edilebilir. Dolayısıyla sigortanın ödeyeceği veya mahkemenin hükmettiği miktar diyet yerine geçer.
Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?
Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hataen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir. Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun akılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kasani, Bedai‘, VII, 355; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 53; İbn Rüşd, Bidaye, II, 410; İbn Kudame, Muğni, VIII, 97) Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer. Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisa, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.
Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır?
Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır? İslam’da, din, can, akıl, nesil ve mal güvenliği korunması gereken beş temel esas (zarurat-ı hamse) olarak değerlendirilmiş, bir kimsenin malına gelen zararların giderilmesi, ana ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla trafik kazasında suçlu olan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında mağdur ettiği kişinin aracına verdiği maddi zararı ve araçta meydana gelen piyasa değerindeki azalmayı tazmin ile yükümlü olur. Sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat yerine geçer.
Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan kârlar tazmine konu olur mu?
Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan karlar tazmine konu olur mu? Telef edilen veya kısmen zarar gören bir mal misli (standart) ise misli ile, kıyemi ise kıymeti ile tazmin edilmesi temel ilkedir. Bununla birlikte fakihlerin bir kısmı, mala zarar gelme neticesinde mahrum kalınan karları mal olarak kabul etmediklerinden bunların tazmin edilemeyeceği kanaatindedirler. (Zeylai, Tebyin, V, 234; Ayni, Binaye, IX, 206) Bazı fakihler ise, mahrum kalınan ve elde edilmesi muhtemel karların da tazminde dikkate alınması gerektiğini ve buna hakimin karar verebileceğini söylemişlerdir. (Maverdi, el-Havi, VII, 152; Buhuti, Keşşafu’l-Kına‘, IV, 112; Zuhayli, Nazariyyetü’d-daman, s. 89-94) Buna göre mesela; trafik kazası neticesinde zarar gören bir ticari aracın tamirat süresince çalışamamasından ötürü meydana gelen kayıplar (mahrum kalınan karlar) mahkeme yoluyla talep edilebilir.
Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi?
Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi? İslam hukukunda bir şeyin itlaf edilmesi sonucu meydana gelen zararın faile isnat edilebilmesi ve bir tazmin sorumluluğu doğabilmesi için fiil ile zarar arasında illiyet bağının bulunması, yani zararın fiilin tabii sonucu olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bununla birlikte zararla fiil arasında esasen bir illiyet bağı mevcut olmakla beraber farklı bir faktörün devreye girmesi, failin tazmin sorumluluğunu düşürebilir. Söz konusu illiyet bağını kesen sebeplerin en başta geleni ise mücbir sebep denilen haldir. Fakihler fırtına, yangın, sel gibi mücbir sebeplerin bir zararı meydana getirdiği durumlardaki zarardan o fiilin failini bundan sorumlu tutmamışlardır. Mesela fırtına, yangın, sel, hastalık veya ani ölüm gibi nedenlerle hayvanın düşüp bir şeyi telef etmesi durumunda, binici tazmin ile sorumlu tutulmamıştır. (Şirbini, Muğni’l-muhtac, V, 542) Burada fiille zarar arasındaki illiyet bağını mücbir sebep ortadan kaldırmıştır. İlliyet bağını kesen bir diğer sebep ise zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurudur. Dolayısıyla zararın meydana gelmesine zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sebep olmuşsa failin yine tazmin borcu doğmaz. Bu husus, trafik ile ilgili mevzuatta şu şekilde zikredilmiştir. “İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.” (Karayolları Trafik Kanunu/KTK, md. 86) Buna göre; kurallara uygun bir şekilde trafikte seyreden bir sürücünün şiddetli yağmur, fırtına, sel, vb. nedenlerle iradesi/dahli dışında aracıyla bir şeyi telef etmesi veya zarar görenin yahut üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sonucu zarar meydana gelmesi durumunda tazmin ile sorumlu tutulmaz.
Alkol ve diğer haram ürünlerin satıldığı bir iş yerinde çalışmak caiz midir?
Dinimizde yasak olan şeyleri yapmak günah/haram olduğu gibi böyle şeylerin yapılmasına rıza göstermek ve yardımcı olmak da günah/haramdır. Hz. Peygamber, haram bir maddeyi kullanan ile birlikte onu imal eden, taşıyan, aracılığını ve sunumunu yapan kişilerin de aynı günaha girdiğini bildirmiştir (bkz. Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380]). Bu itibarla, bir kimsenin helâlinden kazanma konusunda alternatif imkânları bulunduğu sürece dinen yasaklanan şeylerin yapıldığı iş yerlerinde çalışması câiz olmaz. Ancak bütün çabalarına rağmen geçimini sağlayacak başka iş bulamadığı durumlarda zaruret sebebiyle bu tür iş yerlerinde çalışabilir. Zaruret durumunun ortadan kalkması yani yapılması helâl olan uygun bir iş veya iş yeri bulması hâlinde ise mevcut iş yerini terk etmesi gerekir.
Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?
Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi? Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen yaralama” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla yaralama) bağlamında değerlendirilir. Fıkıhta bu tür suçlar; “organların kesilmesi”, “organlardan sağlanan faydanın yok edilmesi”, “baş ve yüzde meydana gelen yaralar” ve “baş ve yüz dışında meydana gelen yaralar” olmak üzere dört kısımda değerlendirilmiştir. Bu yaralanmalara öngörülen diyet/tazminat miktarlarının bir kısmı hadislerde (bkz., Nesai, Kasame 45; Darimi, Sünen, I, 562) zikredilmiş olup diğerleri hakimin takdirine bırakılmıştır. (İbn Cüzey, el-Kavaninu’l-Fıkhiyye, s. 351; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 95; İbn abidin, Reddü’l-Muhtar, V, 415) İnsan vücudunda tekli (burun ve dil gibi), çiftli (iki el, iki ayak, iki göz gibi), dörtlü (göz kapakları ve kirpikler) ve onlu (el ve ayak parmakları) organlar bulunmaktadır. Tekli organların telef edilmesi veya fonksiyonunu tamamen kaybetmesi durumunda tam diyet, çiftli organlarda yarım, dörtlü organlarda dörtte bir, onlu organlarda ise onda bir diyet gerekir. Her bir diş için de diyetin yüzde beşi takdir edilmiştir. Miktarı naslarda belirlenmediği durumlarda hakimin takdir edeceği miktar (hükumetü’l-adl) gerekir. (İbn Kudame, Muğni, VIII, 35; Kasani, Bedai‘, VII, 311-324; Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, VI, 134; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 66; Desuki, Haşiye, IV, 278) Fıkıhta tam diyet, genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer.
Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde bankanın yaptığı hizmet karşılığında iş yeri sahiplerinden komisyon alması faiz olur mu?
Bir iş veya bir hizmet ya da mal karşılığında alınan bedel helaldir. Bankalar verdikleri kredi kartlarıyla bir hizmet sunmaktadırlar. Dolayısıyla kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, bankanın verdiği hizmet karşılığında anlaşma gereği iş yeri sahiplerinden komisyon adı altında almış olduğu ücret, faiz olarak değerlendirilemez.
Ön ödemeli banka kartlarının kullanılması caiz midir?
Ön ödemeli kartlar, bankacılık/finans sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar tarafından sunulan bir hizmettir. Bu hizmet gereğince müşteri, ön ödemeli kartına önceden yüklediği belli oranlardaki meblağı dilediği zaman harcamalarında kullanabilmekte, karta herhangi bir ön yükleme yapmadığı takdirde ise kart kullanılamamaktadır. Faizli işlem barındırmayan veya faizli işlemlere aracı kılınmayan ön ödemeli kartların kullanılmasında ise herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Ön ödemeli kartların belli bir mevzuat çerçevesinde çıkarılıp işleme konduğu ve her kuruluşun kendi koyduğu şartlar muvacehesinde bu hizmeti sunduğu anlaşılmaktadır. Mesela (x) kuruluşu para yüklemede herhangi bir bedel istemezken (y) kuruluşu bedel isteyebilmekte veya (x) kuruluşu ilgili kartı 5 TL’ye verirken (y) kuruluşu bu kartı 10 TL’ye verebilmektedir. Kartın ilk olarak müşteriye satımında, kullanımında ve yükleme yapıldığında kartı çıkaran kuruluş tarafından alınan bedeller, hizmet bedeli kapsamında değerlendirilmiş ücretlerdir.
Kredi kartı ile altın satışı caiz midir?
Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması hâlinde yapılan işlem faize (nesîe ribasına) dönüşür. Buna göre altının, vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Müslim, Müsâkât, 81 [1587]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 74-82 [2170-2187]). Altının kredi kartıyla satışı konusunda farklı görüşler ileri sürülebilir. Kart sahibi olan kurumun (bankanın), kredi kartı ile yapılan satışın bedelini, anında satıcının hesabına yatırması hâlinde, yapılan alışverişin sahih olacağı, dolayısıyla burada nesîe (veresiye) ribasının söz konusu olmayacağı söylenebilir. Altın bedelinin anında satıcının hesabına geçirilmeyip daha sonra ödenmesi durumunda yukarda belirtilen, sarf akdi şartına riâyet edilmediği ve altının para ile veresiye satışı söz konusu olduğu için caiz olmaz. Her halükarda altının peşin ödeme ile alım satımının yapılmasının daha doğru olduğu Müslüman olarak şüpheli şeylerden kaçınılması ve peşin para ile altın veya dövizin alınmasının daha isabetli ve ihtiyatlı olacağı kesindir.
Kredi kartı ile yapılan taksitli alışverişlerde peşin fiyata göre bir miktar fazla ücret ödenmesi caiz midir?
Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur. Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8). Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir.
Hac ve umre ibadetlerini yerine getirirken mal ve hizmet satın alımlarını kredi kartı ile peşin yahut taksitli olarak yapmanın dini hükmü nedir?
Hac ve umre organizasyonunda, konaklama, rehberlik, sağlık, iaşe vb. hizmetler, Diyanet İşleri Başkanlığı ve belirli şartlara sahip acenteler tarafından sunulmakta ve bunlar karşılığında bir bedel talep edilmektedir. Mal ve hizmet satın alımlarında bedel, nakden veya kredi kartı yoluyla peşin veya vadeli olarak ödenebilir. Ödemenin kredi kartıyla taksitli yapılması hâlinde müşterinin taksitlerini zamanında ödeyerek faizli işleme düşmemesi gerekir. Bunun yanında, mal veya hizmet satan tarafın, yapılan taksitlendirmeye uygun olarak alacağını zamanında ve tam olarak almak yerine, erken alma karşılığında bankadan eksik tahsil etmesi caiz değildir.
Önceden mezarlık olan bir alana cami veya başka bina yapılabilir mi?
Mezarlık olarak vakfedilen bir yerin, bu hizmette kullanılması mümkün olduğu sürece başka bir hizmete tahsisi uygun değildir. Uzun müddet cenaze defnedilmese bile, bu yerin kabristan olarak muhafaza edilmesi münasip olur. Zorunlu bir durum olmadıkça böyle bir kabristanı satmak, üzerine bina yapmak ya da benzer tasarruflarda bulunmak için ölü kemiklerini başka bir mezarlığa nakletmek doğru bir davranış değildir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 4/448-450). Ancak başka bir alternatifin olmadığı ya da kamu menfaatinin gerektirdiği durumlarda, mezarlık başka bir yere nakledilerek yeri, cami vb. amaçlar için kullanılabilir.
Kişinin mallarını tümüyle vakfetmesi caiz midir?
Kişi, sağlığında malları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mallarını yoksullara veya hayır kurumlarına bağışlayabilir. Vakfın sahih olması için vakfeden kişinin akıllı ve ergenlik çağına erişmiş olması ve vakfın ebedî olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Fedek ve Hayber arazilerindeki hisselerini Müslümanların yararına vakfetmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 1 [2739]; Ferâiz, 3 [6725]; Müslim, Cihâd, 52-54 [1759]). İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre; Hz. Ömer’in payına Hayber’den bir arazi isabet etmiş, Hz. Ömer de  (r.a.) Hz. Peygamber’e (s.a.s.), “Ya Resûlallah, Hayber’den elime öyle bir toprak parçası geçti ki şimdiye kadar bundan daha değerli bir mala sahip olmamıştım. Bana neyi tavsiye buyurursunuz?” demişti. Hz. Peygamber de  (s.a.s.); “İstersen aslını (kendine) bırakır, menfaatini tasadduk edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara intikal etmemek üzere; fakirler, akraba, köleler, misafirler ve yolcular için tasadduk etti. Onu idare edenin mülküne bir şey geçirmeksizin, normal ölçüler içinde yemesi ve yedirmesinin serbest olduğunu belirtti (Buhârî, Şurût, 19 [2737]; Vesâyâ, 22, 28-29 [2764, 2772-2773]; Müslim, Vasıyyet, 15 [1632]). Hz. Osman da Medine’deki Rûme kuyusunu satın alıp bütün Müslümanların yararına tahsis etmiştir (Tirmizî, Menâkıb, 19 [3699, 3703]; Nesâî, Cihâd, 44 [3182]). Ancak kişi malını vakfederken, mirasçıların mağdur olmamasına dikkat etmesi uygun olur.
Bir kimse hayatta iken mülkünü bir hayır kurumuna bağışlasa, ölümünden sonra çocukları bu bağışı iptal ettirebilirler mi?
Karşılık şart koşulmaksızın bir malın hayatta iken başkasına temlik edilmesine “hibe” denir. Hibe iki taraflı bir akit olup, tarafların irade beyanı ile kurulur; hibe edilen malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. Hibenin geçerli olması için bağışlama anında akit konusu malın mevcut olması, malum ve belirli bulunması, bağışlayana ait olması ve tarafların rızalarının bulunması şarttır (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 4/112; Merğinânî, el-Hidâye, 3/222). Usûlüne uygun olarak yapılan ve teslimi tamamlanan hibe akdinden dönmek kural olarak câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu kınamıştır (Buhârî, Hibe, 14 [2589]; Müslim, Hibât, 5-8 [1622]). Ancak Hanefîler hibeyi kabul eden kişinin rızası veya hâkim kararı ile hibeden dönülebileceğini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/227). Buna göre bir kimse hayatta iken yapmış olduğu hibeden geri dönme hakkına sahiptir. Ama onun ölümünden sonra çocuklarının bu hibeyi iptal etme hakları yoktur.
Camideki eski halıları veya diğer kullanılmayan eşyayı satarak caminin ihtiyaçları için kullanmak caiz midir?
Amacına hizmet etme imkânı kalmayan bir vakfın aynı amaca hizmet etmek üzere değiştirilmesi veya satılması câizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/376). Camilere ait olup da kullanılmayan halı, kilim vb. eşyanın çürümeye terk edilmesi uygun olmaz. Dolayısıyla antika değeri olmayanlarının, usûlüne uygun bir şekilde ihtiyacı olan başka bir cami veya mescide verilmesi; ihtiyacı olan başka bir cami veya mescidin bulunmaması hâlinde ise ilgili mevzuat çerçevesinde satılıp parasının demirbaş olacak şekilde caminin diğer ihtiyaçlarına harcanmasında dinen bir sakınca yoktur.
Bir vakfa ait olup resmî tescili bulunmayan gayrimenkuller hakkında dinen ne yapılması gerekir?
Bir malın vakıf olduğuna dair vakfiyenin bulunması veya resmî kayıt şart değildir. Güvenilir kişilerden müteşekkil şahitlerin şehâdeti ile de bir yerin vakıf olduğu dinen sabit olur. Ancak vakıf malının başkasının eline geçip zayi olmaması için ilgili mercilerce kayıt altına alınması ihmal edilmemelidir. Vakıf olduğu sabit olan bir yerin vakıf amacı dışında kullanılması, hibe edilmesi veya usûlüne uygun bir istibdâl işlemi (vakıf taşınmazın, aynı değerde veya daha değerli bir başka taşınmazla takası) dışında başkalarına satılması câiz değildir. Vakıf malını bedelsiz olarak zimmete geçirme konusunda vebal açısından şahıs veya kamu kuruluşu arasında dinen herhangi bir fark yoktur. Buna göre vakıf malını vakıf olmaktan çıkaran kişiler veya kurum ve kuruluş yetkilileri, bu konuda taksir ve ihmali olanlar veya buna göz yumanlar dinî yönden sorumludurlar. Kaldı ki, istibdâl şartlarına uymayan tasarruflar sonucunda herhangi bir vakıf malının vakıf olma özelliğini yitirmesi söz konusu değildir. Bu bağlamda camilere veya halkın hizmetine tahsisli olarak vakfedilen fakat zamanında resmî tescili yapılmadığından dolayı, sonradan çıkarılan yasalarla kamu/belediye mülkiyetine geçirilen taşınmazların vakıf niteliği sona ermez. Bu sebeple söz konusu taşınmazlar, vakfedildikleri cihete tekrar tahsis edilmelidir. Bunun için gerekli işlemleri yapmak hem kamunun hem de ilgili taşınmazın vakıf olduğunu bilen kimselerin görevidir. Girişimlere rağmen vakıf niteliği tekrar kazanılamaz ve o gayrimenkul, çeşitli yollarla özel ya da tüzel kişilerin mülkiyetine geçerse bu durumda o taşınmazı vakıf olmaktan çıkaran kişiler dinen sorumlu olurlar. Bu durumda vakıf malına, satın alma veya miras yoluyla sahip olan kişiler, imkânları nispetinde o malı aslî kimliğine kavuşturmaya çalışmalıdırlar.
Zekât nedir?
Zekât, dinen zenginlik ölçüsü kabul edilen miktarda (nisap) mala sahip olan kimselerin Allah rızası için muayyen kişilere vermesi gereken belli miktarı ifade eder. Zekâtın farz olması için; malların nisaba ulaşması yanında nâmî (hakikaten ya da hükmen üreyici/artıcı) olması, sahip olunduğu andan itibaren üzerinden bir yıl geçmesi, bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlardan fazla olması gerekir. Nisap, zekâtla yükümlü olmak için esas alınan zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçü, altında 20 miskal (80.18 gr.), devede 5, sığırda 30, koyun ve keçide 40 adettir. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntılı şekilde açıklanmış (et-Tevbe, 9/60), nisabı da hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, Zekât, 32, 38, 55 [1447, 1454, 1483]; Müslim, Zekât, 1-5, 7 [979, 981]). Buna göre temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişinin, yukarıda belirtilen diğer şartlar da yerine gelmişse bu mallarının zekâtını vermesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/4 vd.).
Zekâtın farz kılınmasındaki hikmetler nelerdir?
Hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmış olan zekât, Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok âyette namaz ile birlikte zikredilmiş (el-Bakara, 2/43, 110; el-Hac, 22/78; en-Nûr, 24/56); Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunun İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Zekât, 1 [1395-1398]; Müslim, Îmân, 31 [19]). Zekât malî bir ibadet olup ferdi ve toplumsal manada birçok hikmet ve faydayı kendisinde barındırmaktadır. Öncelikle zekât, alan açısından çok önemlidir. Zira zekât vasıtasıyla muhtaç kişilerin temel ihtiyaçları karşılanır. Bu yönüyle zekât ibadeti toplumsal barışa ve dayanışmaya da büyük katkı sağlamaktadır. Zekât zengin ile fakir arasında gönül köprülerinin kurulmasına vesile olur. Sevgili Peygamberimizin, “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (Taberânî, Mu’cemu’l-evsât, 8/380 [8937]) hadis-i şerifi de bu noktaya işaret etmektedir. Zekât vesilesiyle insanlar birbiriyle kaynaşır aralarında sevgi ve saygıya dayalı bir huzur ortamı oluşur. Zekât vermek kişiyi kalben, ruhen ve manen arındırır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların mallarından zekât al ki onları temizleyesin ve arındırasın…” (et-Tevbe, 9/103); “…Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder ve onları destekler, bir de Allah için karz-ı hasende bulunursanız andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım…” (el-Mâide, 5/12). Bir başka âyet-i kerîmede ise “…Rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A’râf, 7/156) buyrulmaktadır. Zekât veren kimse Allah’ın kendisine bahşettiği malından infakta bulunmak suretiyle kulluk şuuruna ve bilincine kavuşur. Başa kakmadan ve gönül incitmeden ifa edeceği bu ibadet sayesinde kişi içindeki mal sevgisini ve dünya hırsını dizginler. Böylelikle zekât, kişideki cimrilik hastalığını ortadan kaldırır. İnsanoğlu mala karşı gerçekten hırslıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10 [6436]; Müslim, Zekât, 116 [1048], 119 [1050]) buyurmuştur. Ancak kişi zekât vermek suretiyle malın, mülkün ve servetin gerçek sahibinin Allah olduğu inancını pratiğe dökmüş olur. Böylelikle ideal kulluk bilincine ulaşıp, hırstan, gururdan, bencillik ve kibirden uzaklaşmış olur. Zekât veren kimse diğer insanlara karşı şefkatli ve merhametli olur. Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 7/472 [11034]) şeklinde cevap vermiştir. Zekât, veren açısından bir borç, alan açısından da bir haktır. Kur'ân-ı Kerîm müminlerin mallarında hem isteyebilen hem de istemekten utanan yoksul için belli bir hak olduğunu ifade etmektedir (bkz. ez-Zâriyât, 51/19; el-Meâric, 70/24-25). Çünkü insan servet elde ederken içerisinde yaşadığı toplumun imkânlarını kullanır. Zekât sayesinde, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde toplanmasına engel olunur. Bu sayede sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılmasına katkıda bulunulur. Ayrıca bu sayede, ekonomik sıkıntı yaşayan kişiler ihtiyaçlarını, bir sömürü aracı olan faizli borca girmeden karşılama imkânı bulurlar.
Zekât kimlere farzdır? Geçerli olmasının şartları nelerdir?
Zekât ibadeti ile ilgili şartlar, zekâtın bir kimseye farz olmasının ve verilen zekâtın geçerli olmasının şartları şeklinde iki ayrı başlık altında ele alınır. Bir kimseye zekâtın farz olması için o kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve hür olması (Kâsânî, Bedâî’, 2/4-5), bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı nitelikte “nisap miktarı” mala sahip olması gerekir. Artıcı nitelikte olmakla kastedilen, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Zekâtın farz olması için ayrıca nisap miktarı mal ya da servete sahip olduktan sonra üzerinden bir kamerî yılın geçmesi ve yıl sonunda da nisap miktarını koruması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/13 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/73-74). Yıl içerisindeki artış ve düşüşlere itibar edilmez. Zekât bu süre dolmadan önce de verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/15). Zekâtın geçerli olmasının şartlarına gelince, öncelikle “niyet” şarttır. Zekât bir ibadet olduğu için niyetsiz yerine getirilemez (Kâsânî, Bedâî’, 2/40; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/88). Ayrıca fakire verilmesi ve teslimi demek olan “temlik” de şarttır (Kâsânî, Bedâî’, 2/39). Yemek hazırlayıp yedirmek gibi ibâha denilen yollarla fakire zekât verilmiş olmaz.
Havaic-i asliyye (temel ihtiyaçlar) nelerdir?
İslâm kişiyi güç yetirebileceği yükümlülüklerle sorumlu kılmıştır. Bu nedenle zekât ve diğer bazı mali yükümlülüklerle mükellef olmak için temel ihtiyaçlardan (havâic-i asliyye) fazla bir mala sahip olma şartı aranmıştır. Havâic-i asliyye; kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık temel ihtiyaçlarıdır. Hangi malların temel ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir. Bununla birlikte İslâm bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre belirlenmesi gerekir. Buna göre temel ihtiyaçlar; barınma, yiyecek, giyecek, sağlık ve güvenlik giderleri, ulaşım, eğitim, ev eşyası, meslek ve üretim için kullanılan arsa, bina, makine ve aletler ile elektrik, su, yakıt, aidat vb. cari giderlerdir.
Zekât hesaplanırken hangi borçlar düşülür?
Zekât vermekle yükümlü olan kişi, elindeki zekâta tâbi olan malından kul haklarına müteallik borçlarını düşer. Hanefî mezhebinin genel görüşüne göre, ödeme günü gelmiş veya gelmemiş olan borçlar bu konuda aynı hükme tâbidir. Ancak Hanefîlerden bir kısım âlimlerin görüşüne göre, sadece vadesi gelmiş olarak birikmiş ve alacaklısı tarafından talep edilen borçlar düşülür; henüz ödeme günü gelmemiş olan borçlar düşülmez. Zira bu tür veresiye borçlar genellikle alacaklıları tarafından istenmez; ödeme günü gelmiş olan borçlar istenir (Kâsânî, Bedâî’, 2/6). Şâfiî mezhebinin meşhur olan görüşüne göre ise hiçbir borç, zekâta tâbi olan malların hiçbirisinden düşülmez, dolayısıyla borçluluk hâli zekât vermeye engel değildir (Nevevî, el-Mecmû’, 5/344). Günümüzde ödeme planı uzun bir takvime bağlanmış olan ve ileriki yıllarda düzenli olarak ödenecek olan kamu, TOKİ, kooperatif, kredi türü borçlar, bütünüyle zekât malından düşülmemelidir. Zira bu ödeme takvimleri 10-20 yıllık çok uzun vadeleri kapsamakta ve insanlar bu borçları hemen o yılda ödeme durumuyla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Bu bakımdan kişinin elinde bulunan zekâta tabi mallardan, sadece o zekât yılına ait olan birikmiş borçlar, vadesi o yıl içinde dolmuş veya dolacak olan ve dolayısıyla o zekât yılı içinde hemen ödenmesi gereken borçlar düşülmelidir. Zira zekât, yıllık bir ibadettir.
İhtiyaç için kullanılan araç-gereç ve malzemelere zekât düşer mi?
Sanat ve mesleğin icrası için gerekli olan araç-gereç, makine ve malzemeler, aslî ihtiyaçlar kapsamında yer alır. Dolayısıyla bunların zekâtının verilmesi gerekmez. Ancak kişinin kendi mesleğinin icrası için değil de ticaret için üretilen veya alınıp satılan araç-gereç, malzeme ve makinelerin zekâtının verilmesi gerekir (Zeylaî, Tebyîn, 1/253; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/172).
Babası ile birlikte oturan kimse zekât ile mükellef midir?
İslâm’da mülkiyetin şahsiliği esastır. Buna göre bir kimse babasıyla birlikte oturuyor olsa bile zekâta tâbi nisap miktarı mala sahip ise zekât ile mükelleftir. Ancak babası ile mallarını ayırmamışlar da ortak kazanıp ortak harcıyorlarsa, bu takdirde ellerindeki birikim üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan kişi zekâtla yükümlü olur.
Büluğ çağına ermemiş zengin çocukların malından zekât vermek gerekir mi?
Bir kimsenin zekâtla mükellef olması için âkil ve bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, II, 9 vd.). Bu bakımdan Hanefîlere göre zengin de olsa büluğ çağına girmemiş çocukların mallarından zekât vermek gerekmez. Ancak, çocuklara ait tarım arazilerinden elde edilen tarım ürünlerinin öşrü yani zekâtının verilmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, III, 50; İbn Nüceym, el-Bahr, II, 255). Şâfiî mezhebine göre zekât vermek için akıl ve büluğ şart değildir. Çocuk ve aklî yeterliliği olmayan (mecnun) kimsenin de zekât vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 602).
Bir öğrencinin burs olarak aldığı para nisap miktarına ulaşırsa zekât vermesi gerekir mi?
Bir yıllık borcu ve temel ihtiyaçları dışında 24 ayardan 80,18 gr. veya daha fazla altına veya bu değerde para veya ticaret malına sahip olan bir kimse, buna mâlik olduğu günden itibaren üzerinden bir yıl geçtiğinde, zekât vermekle yükümlü olur. Zekâta tâbi olan paranın alınan yardımlardan ve burs paralarından oluşması durumu değiştirmez.
Kira gelirleri zekâta tâbi midir?
Bir yıllık borcu ve aslî ihtiyaçları dışında 80.18 gr. altını veya bu miktar değerinde malı yahut parası olan kimseler, dinen zengin sayılır. Kira gelirlerinin zekâta tâbi diğer mal ve gelirlerle birlikte, temel ihtiyaçlar ve borçlar çıktıktan sonra nisap miktarına (80.18 gr. altın veya değeri) ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi hâlinde kırkta bir (%2,5) oranında zekâtının verilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/165, 190-191).
Zekât kimlere verilir?
Zekâtın verileceği kimseler Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir. Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır (et-Tevbe, 9/60). Fakir ve miskin, temel ihtiyaçları dışında herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olmayan kimsedir. Ancak temel ihtiyaçları dışında, ister artıcı (nâmî) vasıfta olsun ister olmasın, herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olan kimse fakir veya miskin kapsamında olmadığından ona zekât verilmez (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/266). Borçlu, kul hakkı olarak borcu olan ve borcunu ödeyeceği maldan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimsedir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/268). Yolda kalmış kimse, sürekli yaşadığı yerde malı bulunsa bile, çıktığı yolculukta parasız kalıp parasına ulaşma imkânı bulamayan, başka bir deyişle, parasızlıktan yolda kalmış ve memleketine dönemeyen kimsedir. Bu kimseye, malının bulunduğu yere dönmesine ve dönünceye kadarki ihtiyaçlarını gidermesine yetecek kadar zekât verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/43- 46). Günümüzde yolcu olan kişi istediği zaman memleketindeki parayı banka kartı veya başka bir yöntemle alma imkânına sahipse ona zekât verilmez. “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi ise kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır.
Zekât kimlere verilmez?
Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara zekât ve fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Müslüman olmayanlara, e) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, f) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228).
Sütanne ve sütbabaya zekât verilir mi?
Usûl ve furûa yani anne, baba, dede ve ninelerle, çocuk ve torunlara zekât verilmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/381). Çünkü kişi bakmakla yükümlü olduğu bu kimselere zekât verecek olsa verdiği zekât dolaylı yoldan kendisine dönmüş olacaktır. Oysa zekât veren, verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat sağlamamalı ve ondan yararlanmamalıdır. Ayrıca bu durumda, zekât olarak verilen malın ihtiyaç sahibinin mülkiyetine geçirilmiş olması şartı da ihlal edilmiş olur. Sütanne ve sütbaba ise kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için onlara zekât verilebilir.
Fakir kardeşe zekât verilebilir mi?
Fakir olan kardeşe zekât verilebilir. Kardeş çocuğu, amca, dayı, hala ve bunların çocukları da böyledir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354). Hatta zekât verirken yoksul akrabalara öncelik verilmesi daha sevaptır. Çünkü bunda hem zekât borcunu ödeme hem de sıla-i rahim vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Fakire verilen sadaka için bir ecir vardır. Sadakasını hısımına veren için iki ecir vardır: Hısımlık ecri ve sadaka ecri.” (Nesâî, Zekât, 82 [2582]; İbn Mâce, Zekât, 28 [1844]; bkz. Buhârî, Zekât, 44 [bâb başlığı]) buyurarak bunu teşvik etmiştir.
Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara zekât verilebilir mi?
Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs normal durumlarda bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
Damat ve geline zekât verilebilir mi?
Fakir olan damada ve geline zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
Kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir mi?
Fakir olan kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
Evlat edinilen (bakımı üstlenilen) çocuğa zekât verilebilir mi?
Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuracak şekilde bir evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (el-Ahzâb, 33/4-5). Buna göre “evlat edinme”, evlat edinenle evlatlık arasında usûl-fürû ilişkisi meydana getirmez. Bu sebeple kişi, bakımını gönüllü olarak üstlendiği ve kendi soyundan olmayan bir çocuğa, fakir olması kaydıyla, zekât verebilir.
Geçimini maaş veya ücretle sağlayanlara zekât verilebilir mi?
İslâm’da zekât ve fitrenin kimlere verilip verilemeyeceği, kişilerin meslek gruplarına bakılmaksızın belirlenmiştir. Bu itibarla, belirli bir geliri bulunduğu hâlde, bu geliriyle asgari temel ihtiyaçlarını karşılayamayan veya temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra elinde 80,18 gram altın veya bu değerde bir mal bulunmayan kişilere zekât verilebilir. Bu kişilerin ücretli, memur, esnaf veya işsiz olması fark etmez. Ancak bu kadar malı olmasa bile kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olanlara zekât verilemeyeceği görüşünde olan âlimler bulunduğundan (Râfiî, el-Azîz, 7/377), zekât verirken daha yoksul olanlara öncelik verilmesi uygun olur.
Zekât âyetinde geçen “fî sebîlillah”ın kapsamına okullar, Kur’an kursları, camiler ve benzeri hayır kurumları girer mi?
Zekâtın sarf yerleri, Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Tevbe, 9/60) belirlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de toplanan zekâttan kendisine hisse verilmesini isteyen bir zata hitaben, “Yüce Allah, zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne razı olmadı, onunla ilgili hükmü kendisi verdi ve onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 23 [1630]) buyurmuştur. Bu itibarla, belirli şartları taşıyan Müslümanların yükümlü oldukları zekât ve fıtır sadakasının, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak tarafından belirlenen yerler dışında herhangi bir yere verilmesi veya cami, köprü, yol, okul, yurt, suyolu vb. hayır işlerine sarf edilmesi fakihlerin çoğunluğunca caiz görülmemiştir. Zira zekât ve fıtır sadakasının sahih olmasının şartlarından biri de temliktir. Temlik, eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Bu sebeple özellikle Müslüman fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı olan ve ancak temlik etmekle yükümlünün zimmetinden düşen zekât ve fıtır sadakasının, tüzel kişilere, hayır kuruluşlarına verilmesi caiz görülmemiştir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188). İlgili âyetteki “Allah yolunda” anlamına gelen “fi sebîlillah” ifadesi, kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır.
Fıtır sadakası nedir ve ne zaman verilir?
Halk arasında fitre diye bilinen fıtır sadakası (sadaka-i fıtır); insan olarak yaratılmanın ve Ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü olarak; dinen zengin olup Ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın, belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/103-105). Vacip oluşu, sünnetle sabittir (Buhârî, Zekât, 70-78 [1503-1512]; Müslim, Zekât, 12-21 [984-985]). Kişi, kendisinin ve küçük çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), köle-hür, büyük-küçük, kadın-erkek her Müslümana fitrenin gerektiğini ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât, 20 [1619]). Fıtır sadakasının vacip olma zamanı Ramazan Bayramının birinci günü olmakla birlikte, bayramdan önce de verilebilir. Hatta bu daha faziletlidir. Nitekim bayram namazından önce verilmesi müstehap kabul edilmiştir. Bununla birlikte, bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Ancak bayramdan sonraya bırakılması mekruhtur. Şâfiî mezhebinde ise; fitreyi, meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya bırakmak haramdır. Fitreyi Ramazan’ın ilk günlerinde vermek de caizdir (Nevevî,el-Mecmû’, 6/128). Fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması suretiyle onun bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır. Günümüzde fıtır sadakası miktarının belirlenmesinde, kişinin bir günlük (iki öğün) normal gıda ihtiyacını karşılayacak miktarın ölçü alınması daha uygundur. Kişi dinen zengin sayılanlara, usûlüne (anne, baba, dedeler ve nineler), fürûuna (çocuk ve torunlar) ve eşine fıtır sadakası veremez. Fitreler bir fakire verilebileceği gibi birkaç fakire de dağıtılabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224). Ancak bir kişiye verilen miktarın bir fitreden az olmaması evlâdır.
Kimler fıtır sadakası vermekle yükümlüdür?
Ramazan Bayramına kavuşan, temel ihtiyaçlarının ve bir yıllık borçlarının dışında nisap miktarı (80,18 gr. altın veya bu değerde) mala sahip olan Müslümanlar kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için fıtır sadakası vermekle yükümlüdürler (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Ancak fıtır sadakası ile yükümlü olmak için bulunması gereken nisap miktarı malın, “artıcı” özellikte olması ve üzerinden “bir kamerî yıl” geçmiş olması gerekmez. Kişi, kendisinin ve ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür (Kâsânî, Bedâî’, 2/70). Buna karşılık kişinin ana-babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fitre ödeme zorunluluğu yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Fakat vekâletleri olmadığı hâlde bu kişiler için ödeme yapsa geçerli olur. Şâfiî mezhebine göre ise fıtır sadakası vermek “farz”dır ve bununla yükümlü olmak için nisap miktarı mala sahip olmak şart değildir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Buna göre temel ihtiyaçlarının yanı sıra bayram günü ve gecesine yetecek kadar azığa sahip zengin-fakir her Müslüman fitre ile yükümlüdür (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Ayrıca varlıklı kimsenin Müslüman olan eşi, çocukları, ana-babası ve diğer yakınları için de sadaka-i fıtır vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/595; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/279-280).
Fıtır sadakası kimlere verilebilir, kimlere verilemez?
Fıtır sadakası, kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl ve fürûuna veremez. (Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürûu ise; çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır.) Ayrıca eşler de birbirlerine zekât, fitre ve fidye veremez. Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, e) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228). f) Şâfiîlere ve İmam Ebû Yûsuf’a göre fitre, Müslüman olmayana da verilemez (Mâverdî, el-Hâvî, 3/387; 10/519; Merğinânî, el-Hidâye, 2/223). Zikredilenlerin dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301).
Fıtır sadakasının buğday, arpa, hurma veya üzüm olarak verilmesi zorunlu mudur?
Fıtır sadakası, soruda sayılan maddelerden verilebileceği gibi bunların değeri para olarak da verilebilir. Ancak fakirin yararına olanı tercih etmek daha uygundur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366).
Fıtır sadakası cami inşaatı için verilebilir mi?
Fıtır sadakasının geçerlilik şartlarından biri de temliktir. Temlik eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Cami, okul, köprü, yol vb. yerlere temlik söz konusu olmayacağından fıtır sadakası verilemez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/368-369).
Vaktinde verilmeyen fıtır sadakası borcu nasıl ödenir?
Bütün ibadetlerde olduğu gibi sadaka-i fıtır yükümlülüğü de geciktirilmeyip zamanında yerine getirilmelidir. Bununla birlikte zamanında ödenmemişse, bu fitrelerin mümkün olan ilk fırsatta ödenmesi gerekir. Fitre yükümlülüğü, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve bir rivâyette İmam Mâlik’e göre Ramazan’ın son günü güneşin batmasıyla, İmam Ebû Hanîfe’ye ve diğer bazı müctehid imamlara göre ise bayram günü tan yerinin ağarmasıyla gerçekleşir. Böyle olmakla birlikte fitre Ramazan ayı içinde de verilebilir. Hatta fakirlerin bayram ihtiyaçlarını karşılamaları için bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Ancak bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Zamanında ödenmeyip sonraya kalan fitreler ise mümkün olan ilk fırsatta ödenmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/367). Şâfiî mezhebinde fitreyi, Ramazan’ın ilk günlerinde vermek caiz; meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya ertelemek ise haramdır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/128). Fakihlerin çoğunluğuna göre fitrenin ödenmesinin bayramdan sonraya bırakılması mekruh olmakla birlikte yapılan ödeme kaza değil edadır. Bazı fakihler ise fitreyi bayram sonrasına bırakmayı haram sayar ve yapılan ödemeyi kaza olarak nitelendirir (Cezîrî, el-Mezâhibüî-erbe‘a, 1/570).
Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?
Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/365-366). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı hâlde sadaka-i fıtrin ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir.
Fitre, yemin kefareti ve oruç fidyesinin askıda ekmek uygulaması yoluyla verilmesi caiz midir?
Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi gibi dinî yükümlülüklerin fakirlere ulaştırılması için günümüzde çeşitli yöntemler gündeme gelmektedir. Bu bağlamda gündeme gelen yöntemlerden biri de askıda ekmek uygulamasıdır. Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesinin, fakirin bir günlük gıda ihtiyacını karşılayacak miktarda ve vasıfta olması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366). Yemin kefâreti ve oruç fidyesinin miktarı da bir fitre miktarıdır. Askıda ekmek uygulamasında ise bir kişiye asgarî fitre miktarı çoğunlukla verilememektedir. Ayrıca bu usulle zekât, fitre ve fidyenin, verilmesi gereken yerlere ulaşıp ulaşmadığının tespit edilmesi de oldukça zordur. Görüldüğü gibi bu uygulamada bir fitre miktarının verilmesi ve verilen ekmeğin fitre verilebilecek yere ulaştığı garanti edilemediğinden fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi, askıda ekmek uygulaması yöntemiyle ödenmiş sayılmaz. Bu tür uygulamaların genel hayır ve hasenât kabilinden sayılıp diğer gönüllü bağışlar yoluyla yaşatılması tavsiye edilir.
Bebek için fitre vermek gerekir mi?
Fıtır sadakasının dinen gerekmesinin (vücub) sebebi, ilgili hadislere dayanılarak “sağ olma” (sağ olarak Ramazan bayramına kavuşmuş olma) şeklinde belirlenmiştir. Bu itibarla Ramazan bayramından önce doğan bebekler için fitre vermek gerekir.