Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
İdrarını yapan bir kimse abdest almadan önce bir miktar beklemeli midir?
|
İstibrâ; abdest bozduktan sonra idrarın tamamen kesildiğini anlamak için bir süre beklemeyi ve bu amaçla bazı davranışlarda bulunmayı ifade eder. İdrar yapıldıktan sonra idrar yollarında kalabilecek damla ve sızıntıların temizlenmesine özen gösterilmesi gerekir. Bu şekilde idrar yollarında tam kurulanma sağlanmışsa abdest alınabilir. Ancak bazen şahsa, şartlara ve yaşa bağlı olarak idrardan sonra idrar kanalında az veya çok sızıntı kalabilir. Bu sızıntıların kesildiğinden emin olunması için bir süre beklemek uygun olur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/344). İdrar yaptıktan sonra istibrâya dikkat etmeden abdest alan kişiden abdestten sonra akıntı gelirse abdesti bozulur ve yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/17-18). Ayrıca temizlik iyi yapılmadığı takdirde geriye kalan idrar sızıntısı elbiseye bulaşacak ve belli bir orana ulaşacak olursa (avuç ayası kadar bir alanı kaplarsa) namazın sıhhatine engel olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/31). İdrarın ardından tuvalette temizliğini yaptıktan sonra sızıntısı olmayan kişilerin, beklemeden hemen abdest almalarında bir sakınca yoktur. İstibrâ ve temizlik konusunda gerekli hassasiyeti gösteren kişinin, yersiz düşünce ve vesveseye itibar etmemesi gerekir.
|
Boya, oje, ruj ve jöle gibi maddeler abdest ve gusle engel olur mu?
|
Gusül veya abdest alırken, yıkanması gereken organların kuru yer kalmayacak şekilde yıkanması gerekir. Aksi hâlde gusül veya abdest geçerli olmaz. Dolayısıyla, gusledecek veya abdest alacak kimsenin bedeninde veya abdest organlarında suyun deriye ulaşmasına engel olacak bir madde bulunmamalıdır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/73). Ancak mesleğini icra ederken tırnaklarına boya yapışan boyacı veya tırnaklarının arasına çamur girip de çıkartamayan çiftçi ve benzeri meslek sahipleri bundan müstesnadır (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/4, 5; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154). Bu kimseler için cilde yapışan ve tırnak aralarında kalan hamur, mum, zamk, boya vb. şeyler abdest ve gusle engel olmaz. Fakat isteğe bağlı olarak vücuda sürülen ya da yapıştırılan ve suyun bedenle temasına engel olan boya, oje, ruj gibi maddeler, bu ruhsatın dışındadır. Böyle maddeler suyun bedenle temasına engel olursa abdest ve gusle de engel olurlar. Bunların abdest veya gusülden önce giderilmesi gerekir. Saça sürülen jöle ise bir tabaka oluşturmadığından abdest ve gusle engel olmaz.
|
Tedavi maksadı ile cilde sürülen ilaç vb. maddeler abdeste engel olur mu?
|
Abdest alırken yıkanması gereken bir organın üzerine tedavi maksadıyla sürülen ancak tabaka oluşturan merhem vb. maddelerin yıkanması, yapılan tedaviye engel teşkil etmiyorsa, bu organın yıkanması gerekir. Eğer yıkamak zarar veriyorsa, ıslak elle üzerine mesh edilir. Mesh etmek de zararlı ise o da terk edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102-281). Bu maddeler suyun deriye ulaşmasına engel bir tabaka oluşturmuyorsa, abdestin geçerliliğine etki etmez.
|
Gusül (boy abdesti) ne zaman gereklidir ve sünnete uygun gusül abdesti nasıl alınır?
|
Gusül; cünüplük, hayız ve nifas gibi hükmî kirlilik hâllerinin giderilmesi için ağız ve burun dâhil bütün bedeni yıkamak suretiyle yapılan hususi temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıkanın)” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.)sünnetinde de ihtilam olma veya cinsel ilişki sonucu cünüplük hâlinde veya hayız ve nifas sonrasında gusletmek emredilmiştir (Buhârî, Gusül, 22, 28 [282, 291]; Müslim, Hayız, 87-88 [348-349]; Ebû Dâvûd, Tahâret, 118, 127 [314, 359]). Gusül abdesti ağza su alıp boğaza kadar çalkalamak, burna su çekmek ve bütün vücudu hiç kuru yer bırakmayacak şekilde yıkamak suretiyle alınır. Burada sayılan işlemler Hanefîler'e göre guslün farzlarıdır. Birinin eksik bırakılması hâlinde gusül geçersiz olur. Guslün bu farzlarından başka bir de sünnetleri vardır. Sünnetleri de yerine getirilerek gusül şöyle alınır: Gusletmek isteyen kimse niyet ederek besmele çeker. Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset/maddî kirlilik var ise onu temizler, avret yerlerini yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına su vererek iyice çalkalar, daha sonra üç defa burnuna su çekerek temizler ve namaz abdesti gibi abdestini tamamlar. Sonra da vücudunun her tarafını iyice yıkar. Guslettiği yerde su birikiyorsa, son olarak ayaklarını yıkayıp guslünü tamamlar.
|
Oruçlu bir kimsenin guslederken ağza ve burna su vermesinin ölçüsü nedir?
|
Guslederken ağza ve burna su vermek farzdır. Ağza verilen suyu boğaza kadar ulaştırıp çalkalamak ve burna verilen suyu da iyice çekmek sünnettir. Bu hüküm oruçlu olmayan kimseler içindir. Oruçlu olanların, boğaza veya genze su kaçma ihtimali olduğu için böyle yapmaları uygun olmaz. Onlar gusülde ağza ve burna su verirken mübalağa etmeyip abdestte yaptıkları gibi yaparlar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/116, 156).
|
Besmele ve niyet unutulduğunda gusül veya abdest sahih olur mu?
|
Abdeste ve gusle başlarken niyet etmek ve besmele çekmek sünnettir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/15-17). Bu bakımdan niyet etmeden ve besmele çekmeden alınan abdest ve gusül geçerlidir. Ancak abdest ve gusülden önce besmele ve niyetin unutulması sünnet sevabından mahrum olunmasına neden olur. Şâfiî mezhebine göre, abdest ve gusülde niyet farz iken, gusle başlarken besmele çekmek ise sünnettir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/166-167, 222; Erdebilî, el-Envâr, 1/69-71).
|
Abdest veya gusül alırken konuşmanın sakıncası var mıdır?
|
Abdest alırken veya guslederken konuşmak abdeste veya gusle zarar vermez. Ancak bir ihtiyaç olmadıkça konuşmak uygun değildir. Abdest veya gusül almaya başlayan kişi, yaptığı ibadete odaklanmalı, dünyevi meşguliyet, duygu ve düşüncelerden mümkün olduğunca uzaklaşmalıdır (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 1/47).
|
Guslederken suyun küpe deliklerine ulaşması şart mıdır?
|
Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz, kapanmış küpe deliği gibi yerleri yıkamak farz değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/152-153). Gusül esnasında, küpelerin ve dar olan yüzüğün oynatılması gerekir. Bu konuda vesveseye kapılarak aşırıya gitmeye gerek yoktur, küpe deliklerinin ovuşturulması guslün geçerli olması için yeterlidir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154-155).
|
İhtilam olmak guslü gerektirir mi?
|
Bir kişi ihtilam olsa ancak uykudan uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görmese gusletmesi gerekmez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/164). Buna karşılık, rüya gördüğünü hatırlamamakla birlikte, uyandığında üzerinde veya çamaşırında ıslaklık görürse gusletmesi gerekir (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92-93 [236-237; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır: “Resûlullah’a, ‘Bir kimse uykudan uyandıktan sonra çamaşırında ıslaklık bulsa, ancak ihtilam olduğunu hatırlamasa (yıkanması gerekir mi?)’ diye soruldu. O da ‘Evet, yıkanmalıdır!’ diye cevap verdi. Sonra, ihtilam olduğunu hatırlayıp da ıslaklık farketmeyen kimsenin durumu soruldu: ‘Ona gusül gerekmez’ dedi. Ümmü Süleym (r.a.) sordu: ‘Bunu kadın görecek olursa, kadına gusül gerekir mi?’. Buna da: ‘Evet! Kadınlar, erkekler gibidir’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 92 [236]; Tirmizî, Tahâret, 82 [113]). Yine Âişe (r.a.) anlatıyor: “Ümmü Süleym (r.a.), Resûlullah’a (s.a.s.), ‘Rüyasında, erkeğin gördüğünü gören kadına, guslün gerekip gerekmeyeceğini sordu. Resûlullah, ‘Evet! Islaklığı fark ederse.’ cevabını verdi” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 93 [237]; Nesâî, Tahâret, 131 [196]; bkz. Müslim, Hayız, 32-33 [313-314]). Dolayısıyla kadınların da erkekler gibi ihtilam olmalarından sonra çamaşırlarında ıslaklık görmeleri hâlinde gusletmeleri gerekir.
|
Sezaryen yöntemi ile doğum yaptıktan sonra gusül gerekir mi?
|
Sezaryen yöntemi ile çocuk dünyaya getirmek lohusalık açısından normal doğum hükmündedir. Sezaryenden sonra rahimden kan gelmezse kadın ilk fırsatta guslederek lohusalık (nifas) hâlinden temizlenir. Rahimden kan gelirse, kanın kesilmesinden sonra gusletmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, 3/210; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/60-108).
|
Akupunktur bantları abdest veya gusle engel midir?
|
Akupunktur tedavilerinde kullanılan iğnelerin ve üzerlerindeki bantların tedavi süresince çıkartılıp takılmaları mümkün değilse ya da çok büyük zorluk gerektiriyorsa, kullanılması gerekli olduğu müddetçe gusül ve abdeste mani olmaz. Bu durumda sargı bezi üzerine mesh hükümleri geçerli olur.
|
Gusülden sonra tekrar abdest almak gerekir mi?
|
Gusül, abdesti de içerdiğinden abdesti bozacak bir durum meydana gelmedikçe daha sonra ayrıca abdest almaya gerek yoktur. Zira Hz. Âişe, Resûl Ekrem’in (s.a.s.) guslettikten sonra ayrıca namaz abdesti almadığını rivâyet etmiştir (Ebû Dâvûd, 96 [250]; Tirmizî, Tahâret, 79 [107]). Abdullah b. Ömer de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Hangi abdest gusülden daha umumidir ki!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 12/371 [13377]) buyurduğunu, dolayısıyla gusülden sonra ayrıca abdest almaya ihtiyaç olmadığını nakletmiştir.
|
Gusül veya abdest esnasında vesveseye düşen kişi ne yapmalıdır?
|
Vesvese, çeşitli sebeplerle insanın yaşadığı kararsızlık, şüphe ve kuruntu hâlidir. Bu, çoğu kere abdest ve guslün alınıp alınmadığı, tam olup olmadığı ya da bozulup bozulmadığı şüphesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Gusül veya abdest alan kişinin vesvese sebebi ile gusül ve abdestini tekrarlaması gerekmez. Hatta kişi bu tür vesveselere itibar etmemeli (İbn Mâce, Tahâret, 48 [421]), içine doğan şüphe ve tereddüt hâllerinin asılsız olduğunu kendine telkin etmeli, ihtiyaç duyulması hâlinde psikolojik tedaviye yönelmeli; ayrıca manevî destek olarak Felak ve Nâs sûrelerini, anlamlarını da düşünerek okuyup bu hâlden kurtulmak için Allah’a dua etmelidir.
|
Teyemmüm nedir, nasıl yapılır, teyemmümü bozan şeyler nelerdir?
|
Teyemmüm, su bulunmadığında ya da var olan suyu kullanma imkânı olmadığında abdestsizlik veya cünüplük gibi hükmî kirliliği gidermek amacıyla temiz toprak ya da toprak cinsinden bir şeye sürülen ellerle yüz ve iki kolun mesh edilmesi şeklinde yapılan hükmî temizlik demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Eğer hasta iseniz, yolculukta bulunuyorsanız, tuvaletten gelmiş iseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip, onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin (teyemmüm edin),” (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Teyemmüm edecek kimse, ne için teyemmüm edeceğine (abdeste veya gusle) niyet eder. Parmakları açık olarak ellerini temiz bir toprağa veya toprak cinsinden bir şeye vurur, ileri ve geri hareket ettirerek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzünün tamamını bir kere mesh eder. Sonra ikinci defa ellerini aynı şekilde toprağa vurur ve sol elin içiyle, dirseğiyle birlikte sağ kolunu mesh eder; daha sonra da sağ elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde mesh eder. Abdesti bozan şeyler teyemmümü de bozar. Ayrıca, abdest veya gusle yetecek suyun bulunması, hastalığın iyileşmesi, suyu kullanabilme imkânının elde edilmesi gibi teyemmüm etmeyi mübah kılan mazeretlerin ortadan kalkması da teyemmümü bozar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/22).
|
Hangi durumlarda abdest yerine teyemmüm yapılır?
|
Teyemmüm, bazı durumlarda abdest ve gusül yerine geçen istisnâî bir uygulama olup, ancak belli bir mazeretin bulunması hâlinde yapılabilir. Abdest ve gusül için su bulunmaz veya bulunur da kullanma imkânı olmazsa her ikisi yerine geçmek üzere teyemmüm yapılır. Teyemmümün su bulunmadığında yapılabileceği âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmiştir (en-Nisâ, 4/43; el-Mâide, 5/6). Teyemmümle ilgili hadisler de su bulunamadığında teyemmümün yapılabileceği yönündeki Kur’ân hükmünü teyit etmektedir. Nitekim bir kenara çekilip duran, cemaatle namaza iştirak etmeyen birini gören Resûlullah (s.a.s.), “Ey falan! Neden cemaate iştirak etmiyorsun?” diye sorduğunda adam, “Ey Allah’ın Resulü, cünüp oldum; su da yok” deyince Peygamber (s.a.s.), “Toprağı kullan, o sana yeterlidir” buyurdular (Buhârî, Teyemmüm, 9 [348]; Müslim, Mesâcid, 312 [682]). Teyemmüm şu hâllerde yapılır: a) Abdest veya gusle yetecek miktarda su bulunamaması, b) Su bulunduğu hâlde, suya ulaşma imkânının olmaması, c) Su bulunduğu hâlde, havanın çok soğuk oluşu, banyo yapacak yerin bulunmayışı gibi engellerle suyu kullanma imkânının bulunmaması, d) Sağlık açısından suyun kullanılmasının sakıncalı olması, e) Yıkandığı veya abdest azalarını yıkadığı takdirde hastalanması, hastalığının artması veya iyileşme süresinin uzaması, f) Vücudun veya abdest organlarının yarısından fazlasının yara, yanık vb. sebeplerle yıkanamaması. Uzuvlarının yarısından azında yara olan bir kimse ise sağlam olan organlarını yıkar, yaralı olanları mesh eder. Konu ile ilgili bir rivâyette ifade edildiğine göre, cünüp olan yaralı bir kişiye gusletmesi söylenmiş, o da yıkanmış ve bu sebeple ölmüştür. Haber Resûlullah’a (s.a.s.) ulaşınca, “Onu öldürmüşler! …Hâlbuki ona, teyemmüm yeterliydi.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 122 [336]) buyurmuştur.
|
Su mevcut olduğu hâlde abdest alıncaya kadar namaz vaktinin çıkmasından endişe eden kişi teyemmümle namaz kılabilir mi?
|
Abdest alma imkânı varken, cuma namazı ile vakit namazları gibi vaktinde kılınamadığı zaman kaza edilen namazların, vaktin çıkacağı endişesi ile teyemmüm ederek kılınması caiz değildir. Zira abdest alındığı takdirde bu namazlara yetişilemediğinde, cuma namazı yerine öğle namazı, vakit namazı yerine ise kazası kılınır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/29). Ancak abdest alması hâlinde kılınmakta olan cenaze ve bayram namazlarını kaçırmaktan endişe eden kişi teyemmüm ederek bu namazlara iştirak edebilir. Mâlikî mezhebinde tercih edilen görüşe göre, abdest alma imkânı varken, abdest veya gusül alındığı takdirde farz namazlardan birinin vakti geçecek ise bu namaz teyemmüm edilerek kılınabilir (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/153,154).
|
Hapsedilmiş olan kimse, temiz su veya teyemmüm edecek temiz toprak bulamayınca namazını nasıl kılar?
|
Bir yerde hapsedilen ve abdest alacak su veya teyemmüm yapacak temiz toprak cinsinden bir şey bulamayan kişi, Hanefîlerde tercih edilen görüşe göre vakte hürmeten namaz kılanların hareketlerini yapar, çıktığında da namazlarını kaza eder. (Kâsânî, Bedâi’, 1/50; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/80) Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüş de bu şekildedir (Nevevî, el-Mecmû‘, 2/323). Hanbelîlere göre ise bu haldeyken namaz kılınabileceğinden daha sonra kaza edilmesi gibi bir durum söz konusu olmaz (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/184).
|
Özür hâli ne demektir ve özür sahibi kimse ne zaman abdest alır?
|
Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında, sürekli devam eden abdest bozucu hâller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, kadınların istihaze durumları gibi abdesti bozan ve süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle bir özrü olan kimselere de özür sahibi denir (Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305). Bir kimsenin ibadet konusunda özür sahibi sayılabilmesi için özrünün, bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hâli, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/305-306). Özür sahibi kimse Hanefî mezhebine göre her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özür sahibi sayılan kimsenin, burnunun kanamasıyla veya yellenmesiyle abdesti bozulur. İmam Şâfiî’ye göre özür sahibi kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Özür sahibi kimsenin sabah namazı vaktinde veya güneş doğduktan sonra aldığı abdest ne zamana kadar devam eder?
|
Özür sahibinin abdesti Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namaz vaktinin çıkması ile bozulur. Buna göre sabah namazı için alınan abdest sabah namazının vaktinin çıkması (güneşin doğması) ile bozulmuş olur. Ancak sabah namazının vakti içinde özrünün geçici olarak kesildiği bir anda abdest alır ve henüz özrü tekrar ortaya çıkmadan ve abdestini bozacak başka bir şey de meydana gelmeden güneş doğarsa, bu durumda namaz vaktinin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz. Özür sahibi kişi güneş doğduktan sonra aldığı abdestle abdestini bozacak başka bir şey olmadığı sürece, Cuma namazı dâhil öğle vaktinin sonuna kadar dilediği namazları kılabilir. Çünkü vakit çıkmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Kâsânî, Bedâî’, 1/29). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Özür sahibinin elbise veya bedenine bulaşan özür kaynaklı necaset namaza engel midir?
|
İslâm dininde yükümlülükler mükelleflerin güçlerine uygun olarak belirlenmiştir. “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.” (el-Bakara, 2/286) âyeti, bu temel ilkeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, özür sahiplerinin ibadetlerini yerine getirebilmeleri için birtakım kolaylıklar getirmiştir. Bu çerçevede özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel olmaz. Ancak bunlar alınan birtakım tedbirlerle kişinin çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, necasetin temizlenmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307).
|
İdrar torbası kullanan hastalar özür sahibi hükmüne girer mi?
|
İdrarını tutamama veya başka rahatsızlıklar sebebi ile idrar torbası kullanmak zorunda kalan kimseler özür sahibi sayılırlar (bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/28, 29; Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Kalın bağırsak ameliyatından dolayı abdestini tutamayan kimsenin durumu nedir?
|
Özür sahibi kimsenin çamaşırına özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi şeyler özür hali devam ettiği müddetçe namaza engel değildir. Zira özür hâli devam ettiği için bundan kaçınılması mümkün değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307). Kalın bağırsak ameliyatı olup da sürekli dışkı çıkaran ya da bir namaz vakti hiç kesilmeden dışkı çıkarıp, sonra da her namaz vakti bu özrü en az bir kez tekrarlanan kişi özür sahibi sayılır. Böyle kimseler Hanefî mezhebine göre her vakit için bir abdest almak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu abdestle vakit içinde diledikleri kadar farz veya nâfile namaz kılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Hemoroid/basur hastalığı sebebiyle meydana gelen kanamadan dolayı abdest bozulur mu?
|
Hanefîler'e göre hemoroid kanaması ile abdest bozulur. Ancak çıktığı yerin dışına taşmayan kanamalar abdesti bozmaz. Kanamanın süreklilik taşıması hâlinde kişi, özür sahibi olur ve özür sahiplerine tanınan kolaylıktan istifade eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/9). Şâfiî mezhebine göre ön ve arkadan çıkan kan abdesti bozar. Ön ve arka hariç vücudun başka bir yerinden gelen kanamalar ise abdesti bozmaz (Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr, 1/199). Dolayısıyla bu mezhebe göre dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmazken iç basurdan gelen kan abdesti bozar. Mâlikî mezhebine göre ise hiçbir kanama abdesti bozmaz (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/40). Bu itibarla Mâlikîlere göre iç veya dış basurdan kaynaklanan kanama abdesti bozmaz. Bir kimsede bulunan basur hastalığının, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Kolostomi (kalın bağırsağın ameliyatla karın ön duvarına ağızlaştırılması) ameliyatı geçiren kişi abdest konusunda nasıl hareket etmelidir?
|
Kolostomi hastalığında doğrudan karın duvarına yapıştırılan bir torbaya gelen dışkının kontrolsüz bir şekilde boşaltılması söz konusudur. Bu durumda olan hastalar, özür sahibi olarak kabul edilip ibadetlerinde özür sahiplerine tanınan kolaylıklardan yararlanırlar. Abdest dışındaki diğer dinî görevlerde ise özür sahibi olmayan insanlar gibi davranırlar. Hanefî mezhebine göre özür sahibi, her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]). Özür sahibi, özrü dışında abdesti bozan farklı bir durum meydana gelmedikçe, vakit içinde aldığı abdestle dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir ve Mushaf’a dokunabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir. Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, 1/28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özürlü sayılan kimsenin, burnu kanamakla veya yellenmekle abdesti bozulur. Şâfiîlere göre özürlü kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nâfile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/282). Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/41; Desûkî, Hâşiye, 1/114-118). Bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir. Bu noktada ilave edilmelidir ki özürlü kimsenin çamaşırına, özür yerinden çıkarak bulaşan kan, irin, idrar, dışkı, cerahat gibi necis (pis) maddeler namaza engel değildir. Necasetin az veya çok olması hükmü değiştirmez. Özür devam ettiğinden dolayı bundan kaçınılması mümkün değildir. Ancak bu necis maddeler çamaşırına veya elbisesine tekrar bulaşmayacaksa, yıkanması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/306-307).
|
Özür sahibi bir kimse cemaate namaz kıldırabilir mi?
|
Abdest bakımından özür sahibi olan kişi, kendisi gibi özür sahibi olanlara imam olarak namaz kıldırabilir. Fakat bu kişi özür sahibi olmayanlara imam olamaz. Çünkü imamın durumu cemaatin durumundan aşağı olmamalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/58; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/163 vd.). Şâfiîlere göre ise özür sahibi olan kimse, özür sahibi olmayanlara imamlık yapabilir (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, 1/483).
|
Mest üzerine mesh nasıl yapılır ve bunun şartları nelerdir?
|
Mest, ayakları bilekleriyle beraber örten belli nitelikteki ayak giysilerine verilen isimdir. Mestler üzerine meshin caiz olabilmesi için gerekli olan şartlar şunlardır: a) Ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten sonra giyilmiş olması, b) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km. veya daha fazla yürünecek kadar dayanıklı olması, c) Mestlerin, ayağa giyildikten sonra bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, d) Mestlerin her birinde, en küçük ayak parmağının üç katı kadar genişlikte delik bulunmaması, e) Suyu emerek hemen ayağa geçirmemesi gerekir. Mesh, bir nevi hükmî temizlik olup; abdestte bir uzvun, ayağa giyilen mestin veya yaraya sarılan sargının üzerine ıslak elle; teyemmümde ise toprağa sürülmüş elle yüz ve kollar üzerine yapılır. Abdest alırken mestler üzerine mesh etmek Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetiyle sabittir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) abdest aldığını ve mestlerinin üzerine mesh ettiğini bildiren birçok rivâyet vardır (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]). Abdestli olarak ayağına mest giyen kimse, mest giydikten sonra abdestinin bozulmasından itibaren, mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün mestleri üzerine mesh edebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) misafir için üç gün üç geceyi, mukim için de bir gün bir geceyi mest üzerine mesh süresi olarak tayin etmiştir (Müslim, Tahâret, 85 [276]). Mestleri mesh ederek abdest aldıktan sonra, abdestli iken ayağından her iki mestini veya birisini çıkaran bir kişinin, abdestini bozmadan ayaklarını yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir. Bu kişi abdesti yokken mestlerini çıkarmışsa, tekrar abdest alırken ayaklarını yıkaması gerekir. Meshin süresi dolduğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdestsiz ise ayağını yıkayarak tam abdest almalıdır (Kâsânî, Bedâi’, 1/9).
|
Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekir mi?
|
Abdest aldıktan sonra giyilen meste ayrıca mesh etmek gerekmez. Fakat bu kişi, yeni bir abdest aldığında mestleri üzerine mesh yapar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24).
|
Çıplak ayak üzerine mesh edilebilir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de abdestle ilgili olarak “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- topuklarla beraber ayaklarınızı yıkayın.” (el-Mâide, 5/6) buyrulmaktadır. Ehl-i Sünnet mezheplerinin tamamı, bu âyet-i kerîmede emredilenlerin; yüzün, dirseklerle birlikte kolların ve topuklarla birlikte ayakların yıkanmasının farz olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/21-22). Hz. Peygamber ve ashabının abdest alırken ayaklarını yıkadıklarına dair tevatür derecesine yakın bir şekilde nakledilen hadisler (Buhârî, Vudû’, 7, 24, 28, 38-39, 41-42 [140, 159, 164, 185-186, 191-192]; Müslim, Tahâret, 3-4, 18 [226, 235]; bkz. Kettânî, Nazmü’l-mütenâsir, 59) ayakları yıkamanın farz olduğuna delildir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s.), abdest alırken ayaklarını mesh eder gibi yıkayıp da topuklarına su ulaşmayan kişileri gördüğünde, “Topukları ateşte yanacakların vay haline!” (Buhârî, Vudû’, 27, 29 [163, 165]; Müslim, Tahâret, 25-30 [240-242]) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.), abdest alıp da ayağı üzerinde kuru yer kalan birisi yanına geldiğinde ona, “Dön de abdestini tam al” (Müslim, Tahâret, 31 [243]) buyurmaları, abdestte ayakların yıkanmasının farz olduğuna delildir. Yukarıda verilen deliller, abdestte çıplak ayak üzerine mesh etmenin caiz olmadığını göstermektedir.
|
Mest üzerine giyilen çoraplara mesh edilebilir mi?
|
Mestler üzerine giyilen çoraplar, ince olup üzerine mesh edildiğinde, altına ıslaklığı geçirirse, bunlar üzerine mesh edilmesi caizdir. Islaklık alta geçmediği takdirde mesh gerçekleşmiş olmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32).
|
Çizme veya bot üzerine mesh caiz midir?
|
Ayakları aşık kemikleri ile birlikte mest gibi örten bot, çizme, potin vb. giyecekler de mest hükmündedir. Bu itibarla bir kimse, abdestli olarak giymiş olduğu çizme veya botların üzerine mesh edebilir ve bunları çıkarmadan namaz kılabilir. Ancak botun veya çizmenin üzerinde ya da altında namaza engel bir pislik varsa bunu temizlemesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/24).
|
Varis çorabı üzerine mesh yapılabilir mi?
|
Varis tedavisi için ayağa giyilen özel çoraplar, kırık-çıkık üzerindeki sargı hükmündedir. Kırık-çıkık üzerindeki sargıya mesh edilebilir (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657]; Ayrıca bkz. Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/278). Bu itibarla, abdest alırken varis çoraplarının üzerine mesh edilmesinde bir sakınca yoktur. Fakat ayağın yıkanması gereken yerlerinin bir kısmını örtmeyen bir varis çorabı giyilmişse açık kalan kısımların yıkanması gerekir.
|
Çorap üzerine mesh etmek caiz midir?
|
İslâm âlimleri, abdest alırken ayağa giyilen deri ve benzeri sert ve dayanıklı maddelerden yapılan mestler üzerine mesh etmenin, Resûlullah’ın (s.a.s.) sünnetiyle sabit olduğu (Buhârî, Vudû’, 35, 48 [182, 202]; Müslim, Tahâret, 72-73 [272-273]) konusunda görüş birliği içerisindedirler. Ancak çoraplar üzerine mesh etme konusunda görüş farklılıkları vardır. Bu ihtilaf, öncelikle Resûl-i Ekrem’den (s.a.s.), çorap ve ayakkabı üzerine mesh ettiğine dair gelen rivâyetlerin sıhhatindeki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in (s.a.s.) üzerine mesh ettiği çorapların keyfiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/25-27). Hanefî mezhebince tercih edilen görüşe göre, şu şartları taşıyan çoraplar üzerine mesh etmek caizdir: a) Ayağa giyilmiş olarak normal bir yürüyüşle yaklaşık 5 km (en az bir fersah) veya daha fazla yürüyecek kadar dayanıklı olması, b) Ayağa giyildiğinde bağsız olarak durabilecek kadar sağlam ve kalın olması, c) Ayakları aşık kemikleriyle beraber örtmesi, d) Suyu emerek hemen ayağa su geçirmemesi, e) İçini göstermeyecek kadar kalın olması gerekir. f) Mestlerin her birinde -ayak parmaklarının küçüğü ile- üç parmak kadar delik, yırtık ve sökük olmaması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/32; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 132, 133).
|
Abdestli iken mestlerin çıkarılıp giyilmesi abdesti bozar mı?
|
Abdestte ayaklarını yıkadıktan sonra mestlerini giyen kimsenin, bu abdesti devam ettiği sürece mestleri çıkarıp giymesiyle abdesti bozulmaz. Mestlerin üzerine mesh etmek suretiyle abdestini tamamladığı durumlarda ise daha sonra mestlerini çıkaracak olursa meshi bozulur. Bu durumda sadece ayaklarını yıkayıp mestlerini giymesiyle abdesti devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 1/31; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/90, 95).
|
Bedeninde veya bir uzvunda sargı, alçı ya da yara bulunan kimse nasıl abdest alır?
|
Kırılan veya yaralı olan bir organı yıkamak, yaraya zarar verirse veya yaranın iyileşmesini geciktirecek olursa üzerine bağlı olan alçı veya bez sargıya yahut bir şeyle bağlanan pamuğa abdestte veya gusülde bir defa mesh edilir. Sargı üzerine meshin meşruluğu sünnetle sabittir. Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bileklerimden biri kırılmıştı. Peygamber’e (s.a.s.) sordum, o da sargıların üzerine mesh etmemi emretti.” (İbn Mâce, Tahâret, 134 [657] 4). Vücudun herhangi bir yerinde kırık, çıkık veya yaradan dolayı sargı bulunduğunda, abdest alırken veya guslederken yaraya zarar vermiyorsa bu sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü mesh edilir. Ancak sargının çözülmesinin zararlı olması hâlinde sargı çözülmeden üzerine mesh edilebilir. Sargının üzerine bir defa mesh edilmesi yeterlidir. Yapılan bu mesh ile o uzuv hükmen yıkanmış olur. Sargının abdestsiz veya cünüp iken sarılmış olması meshe engel olmadığı gibi sargı üzerine meshin belirli bir süresi de yoktur; yara veya kırık iyileşinceye kadar aynı sargı üzerine mesh edilebilir. Bunun da zarar vermesi hâlinde mesh de terk edilir (Kâsânî, Bedâî’, 1/13-14). Üzerine mesh ettikten sonra sargının değiştirilmesi veya düşmesi hâlinde, mesh bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez. Ancak yaranın iyileşmesi hâlinde, sargı açılmış olsun veya olmasın, mesh bozulur. Sargı veya alçı eğer abdest veya gusül uzuvlarının çoğunluğunu kaplamış ise abdest almak yerine teyemmüm edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/102, 260, 280 vd.). “Eğer cünüp iseniz iyice (yıkanıp) temizlenin. Eğer hasta veya seferdeyseniz veya tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara dokunmuşsanız (cinsel ilişkiye girmişseniz), su da bulamamışsanız temiz bir toprağa yönelip onunla yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” (el-Mâide, 5/6) âyeti bu tür durumlarda teyemmüm edilebileceğini ifade etmektedir.
|
Özür sahibi bir kimse için mest üzerine meshin müddeti ne kadardır?
|
Özür sahipleri için mest üzerine meshin müddeti tıpkı sağlam kişilerde olduğu gibi mukim için 24 saat, yolcu için 72 saattir (Kâsânî, Bedâi’, 1/9; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/270, 271).
|
Kurumuş necasetin elbiseye değmesi ile elbise kirlenmiş olur mu?
|
Namazın sahih olması için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerekir. Dolayısıyla elbiseye veya bedene yapışık olan kurumuş necasetin bulunması namaza mani olduğundan temizlenmesi gerekir. Ancak necasetin, elbisede iz bırakmayıp sadece değmiş olması namaza mani olmaz.
|
Ötanazi caiz midir?
|
Tıbbî verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın, hayatına bir başkası eliyle son verdirmesi demek olan ötanazi, talepte bulunan kişi açısından intihar, bunu uygulayan açısından cinâyettir. İslâm dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!... Kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (en-Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (el-En‘âm, 6/151) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), acı ve sıkıntılardan dolayı ölümün temenni edilmemesini istemiştir (Buhârî, Merdâ, 19 [5671]; Müslim, Zikir, 10 [2680]). Temennisi bile yasak olan bir işi gerçekleştirmek elbette büyük bir cürüm olur. Bu deliller de gösteriyor ki Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz değildir (Tahtâvî, Hâşiye, 602-603). Çünkü bu, hem Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir. Çekilen dertler ve acılar, müminin günahları için kefarettir. Üstelik bugün, yaşamından ümit kesilen hasta için hızla gelişen tıpta yeni bir tedavi imkânının ortaya çıkması, ihtimal dışı değildir.
|
Çoğul gebeliklerde ceninlerden bir ya da birkaçının hayatının sonlandırılması caiz midir?
|
Hayatın korunması, İslâm’ın korunmasını emrettiği beş temel değerden biridir. Yaşama hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu aşamadan itibaren, annenin hayatının korunması dışında bir gerekçeyle gebeliğe son vermek caiz değildir. Ancak çoğul gebeliklerde ceninlerden yaşama perspektifi bulunmayana müdahale edilmediği takdirde diğerlerinin de kesin olarak öleceği durumlarda hasta olan cenine müdahale ile sağlıklı olanların hayatı korunabilir. Ceninlerden hepsinin sağlıklı olup birini diğerine tercih imkânı olmayan durumlarda ise bir canın yaşatılması için bir başka canın öldürülmesi dinen kabul edilemez.
|
Yaşam desteğinin sonlandırılmasının dinî hükmü nedir?
|
Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkansız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir (Din İşleri Yüksek Kurulu, 14.12.2006 tarihli mütalaası; Kararatu ve Tavsiyatu Mecmei’l-Fıkhi’l-İslami, BAE, 2011, Karar no: 17 (5/3), s. 114-115).
|
Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişilerin, tıbbî müdahale ile tedavi edilmelerinin dinî
hükmü nedir?
|
Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişiler (hünsa/interseks), yetersiz genital gelişim veya atipik/belirsiz genital görünüm nedeniyle erkek mi kadın mı olduğu tespitinde problem bulunan kimselerdir. Günümüzde bu tür kişilerin cinsiyeti tıbben belirlenebilmekte ve tıbbî müdahaleler ile düzeltilebilmektedir. Bu tür biyolojik problem ve genetik hastalıkların, cinsiyet düzeltme operasyonu veya hormonal yöntemlerle tedavi edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Burada esas olan, tıbbî müdahalenin aslî/baskın olan genetik ve biyolojik cinsiyet lehine yapılmasıdır. Dolayısıyla tıbbî müdahalenin aslî/baskın olmayan cinsiyet lehine yapılması caiz değildir. Tıbbî müdahale ile aslî/baskın genetik ve biyolojik cinsiyeti lehine tedavi edilen kimselerin dini yükümlülüklerini ve sosyal-beşeri ilişkilerini, bu cinsiyetlerine uygun olarak yerine getirmeleri gerekir. Diğer yandan cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde çevresel vb. etkenlerle oluşan cinsel kimlik bozulmaları nedeniyle kişilerin cinsiyetlerini değiştirmeye yönelik tıbbî müdahalede bulunulması caiz değildir.
|
Cinsiyet değiştirmek caiz midir?
|
İslâm’a göre insan, bedeni ve ruhu olan mükerrem bir varlıktır. Allah (c.c.), insanı maddî ve manevî kabiliyetleriyle inkişaf edebilecek şekilde yaratmıştır. İslam, bildirdiği hükümlerle insanın varlık amacına uygun toplumsal bir düzen içerisinde yaşamasını ve ahirette ebedi mutluluğu kazanmasını amaçlar. Bu nedenle insan, dünyada kendisine yakışan iyi ve faydalı işler yaparak ebedi hayatına hazırlanmalıdır. Esasen insanın varoluş gayesini gerçekleştirmesi, Allah’ın kendisinde yarattığı özellikleri dikkate alarak maddi-manevi ilerleme kaydetmesine bağlıdır. İnsanın başıboş bırakılmayıp birtakım mesuliyetler yüklendiğinin bilincinde olması gerekir. Bu sorumluluk bilinci insanı diğer canlılardan ayıran ve mükerrem bir varlık olmasını sağlayan temel vasfıdır. İnsanın varoluş amacına uygun olarak İslam; dinin, canın, neslin, aklın ve malın korunmasına yönelik hükümler koymuş ve bunlara zarar verecek hususları bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Kişinin doğuştan getirdiği cinsiyetinin muhafazası ve karşı cinse benzememe konusundaki kurallar, bu amaçları gerçekleştirmeye matuftur. Bu itibarla aslî genetik ve biyolojik cinsiyete müdahale edilmemesi esastır. Kişinin biyolojik ve genetik yapısında cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde birtakım çevresel vb. etkenlerle kendisini karşı cinse ait hissedip ona benzeme veya karşı cinsten olma isteği, cinsel kimlik bozukluğu (transseksüellik vb.) olarak tanımlanmaktadır. Bu tür kişilerin cinsiyet değiştirmesi ve buna yönelik bir cerrahi müdahale yaptırması caiz değildir. Bu şekilde bedene yapılan müdahale, hem doktor hem de yaptıran kişi açısından büyük günahtır. Zira bu tür kişiler genetik/biyolojik olarak tek bir cinsiyete sahiptirler. Bu tür düşünceleri sebebiyle ameliyat olan kişilerin biyolojik ve genetik cinsiyetlerinin değişmediği tıbben bilinen bir durumdur. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetinde bir kusuru olmadığı halde kendini karşı cinstenmiş gibi hisseden kişiler, bu duygunun fıtrata uygun olmadığını bilmeli, bedenlerine cerrahî müdahalede bulunmak yerine biyolojik cinsiyetlerini kabullenme yolunda tedavi yöntemlerine ısrarla devam etmelidirler. İnsan, erkek ve dişi olmak üzere iki ayrı cinsiyette yaratılmıştır. İnsan neslinin devamı da bu nizama bağlanmıştır. (en-Nisâ, 4/1) İnsanın, yaratılıştan sahip olduğu bu cinsiyeti ve fıtratı değiştirmeye çalışmasının dinen yasaklanmış olmasının en önemli nedenlerinden biri bu nizamın muhafaza edilmesidir. Zira cinsiyet değiştirmek doğal olmadığı gibi insanın buna ihtiyacı da yoktur. Böyle bir istek çevresel veya psikolojik telkin ve algılarla oluşan sunî bir durumdur. İslam’a göre esas olan, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde doğal cinsiyetiyle yaşaması ve ebedî saadeti kazanmasıdır. Bu tür cinsiyet değiştirme faaliyetleri insana maddî-manevî zarar verdiği gibi toplumun ve insan neslinin devamını tehdit ve ifsat eder. Kur’an-ı Kerim’de, bu şekilde fıtratı değiştirme girişimlerinin şeytanın bir telkini olduğu açıkça bildirilmiştir: “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım... Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (en-Nisâ, 4/119) İslam’da karşı cinse benzemek ve bu özentinin/temayülün önünü açacak tutum ve fiillerde bulunmak yasaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara Allah lanet etsin.” buyurmuştur. (Buhârî, Libâs, 61-62 [5885-5887]; Ebû Dâvûd, Libâs, 31 [4099]) Biyolojik cinsiyetine müdahalede bulunulan kimsenin, tıbben biyolojik ve genetik cinsiyetinin değişmediği bilinen bir durum olduğundan dinî açıdan da aslî cinsiyetinin değişmediği kabul edilir. Dolayısıyla bu kişinin biyolojik ve genetik aslî cinsiyetini bastırıcı tıbbî müdahale süreçlerini de hemen sonlandırması gerekir. Böyle kişiler dinî yükümlülüklerini, sosyal ve beşerî ilişkilerini biyolojik ve genetik aslî cinsiyetleri doğrultusunda yerine getirmekle mükelleftir.
|
Hayvanlara suni tohumlama ya da embriyo transferi yapılması ve bu işlem sebebiyle ücret alınması caiz midir?
|
Hayvan cinslerinin ıslahı, verimliliğin artırılması, maliyetin düşürülmesi ve yeni ihtiyaçların karşılanması gibi amaçlarla ilgili mevzuata uygun olarak yapılan suni tohumlama veya embriyo transferi işleminde dinen bir sakınca yoktur. İslam alimleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanların tabii yollarla döllenmesinden ücret almayı yasaklamasını (Buhari, İcare, 21), gebeliğin oluşup oluşmamasındaki belirsizliğe bağlı olarak taraflar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklarla ilişkilendirmişlerdir. (İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 130; Zeylai, Tebyin, V, 124). Günümüzde ise suni tohumlama; özel bir emeği, bilgi birikimini ve tekniği gerektirdiğinden bilimsel bir mahiyet kazanmıştır. Dolayısıyla suni tohumlama veya embriyo transferi işleminden ücret alınması caiz görülebilir.
|
Tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum yerine sezaryen ile doğuma yönlendirmek caiz midir?
|
Uzmanlara göre, anne ve bebek açısından sağlıklı olan normal doğum olup sezaryen sadece tıbbi zorunluluk halinde başvurulabilecek bir yöntemdir. Buna göre tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum risklerinden kaçınmak, maddi çıkar kaygısı veya meşru olmayan başka nedenlerle hastaları sezaryene yönlendirmek kul ve kamu hakkı ihlali olduğundan caiz değildir.
|
Pasif ötanazi caiz midir?
|
Pasif ötanazi, “tıbben iyileşmesi mümkün görünmeyen bir hastanın bir müddet daha yaşamasını sağlayan yaşam destekleyici tedavilerin sona erdirilerek hastanın ölüme terk edilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Pasif ötanazi hastanın rızasına bağlı olarak istemli olabileceği gibi, istemsiz de olabilir. İslam’a göre hayat, insana bahşedilen ve korunması gereken büyük bir emanettir. Bu yüzden “canın korunması”, vazgeçilmez hak ve değerlerin (zaruriyyat-ı hamse) başında gelmekte olup aynı zamanda dini bir sorumluluktur. Hastalıklara çare aranması ve tedavi cihetine gidilmesi bu sorumluluğun bir gereğidir. Bu itibarla tedavi olmadığı takdirde canını veya bir organını kaybetmesi konusunda zann-ı galip bulunan bir kimsenin tedaviyi reddetmesi ya da bu durumda olan kişiye gereken tedavinin uygulanmaması caiz değildir.
|
Otopsi caiz midir?
|
İslam’da ilke olarak ölü veya diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Kasani, Bedai‘, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahr, VI, 88). Ancak zaruret durumunda ve zaruretin miktarınca bu hüküm değişebilmektedir. (Mecelle, md. 21-22) İslam alimleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına, hastalıkların teşhis ve tedavisi amacıyla yakınlarının rızası alınmak suretiyle ölüler üzerinde araştırma yapılmasına cevaz vermişlerdir (Şafii, el-Ümm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; el-Fetava’l-Hindiyye, V, 360). Aynı şekilde ölüm sebebinin veya faillerinin ortaya çıkarılması amacıyla yetkili makamlarca otopsi yapılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak ceset üzerindeki çalışmalar esnasında ya da çalışmalar bittikten sonra insana olan saygının devamına özen gösterilmeli ve cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gibi dini görevler de yerine getirilmelidir.
|
Kadavra bağışı caiz midir?
|
Tıp biliminin gelişmesi ve tıp alanında hizmet verecek elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik insan cesedi (kadavra) üzerinde uygulamalı çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Bunların söz konusu amaca yönelik olarak kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. İslam’a göre insanın ölüsü veya ona ait bir organı da saygıya layıktır. Bu itibarla, söz konusu kadavraların eğitim amacı dışında kullanılmaları dinen caiz değildir. Ayrıca cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gerekir. Bu hususlara riayet edilmesi şartıyla kadavra bağışında bulunulmasında ve varislerin bu konudaki vasiyeti yerine getirmelerinde dinen bir sakınca yoktur.
|
DNR gibi ileriye dönük talimatların veya tıbbi vasiyetin dinen geçerliliği var mıdır?
|
İleriye dönük talimatlar, sağlıklı kişinin veya hastanın karar verme yeterliğini kaybettikten sonra kendisine nelerin yapılmasını istediği ya da istemediği ile ilgili sözlü, yazılı, hatta bazen şahitler huzurunda talebini bildirmesidir. İslam, kişiye canı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı vermez. Bedeni üzerindeki tasarruflarını ise “fayda” ve “zarar vermeme” ilkeleriyle sınırlandırır. Yani kişi bedeni üzerinde Yaratıcı’nın izin verdiği ölçüde tasarruflarda bulunulabilir. Hal böyle olunca kişinin isteği ile dahi olsa onu ölüme götürecek veya bedenine zarar verecek bir karar alması caiz değildir. Diğer yandan ileriye dönük talimatlarda kişi, gelecekte tıbbi gelişmelerin ve kendi durumunun ne olacağını bilmemektedir. İhtimaller üzerinden tecrübe edilmeyen bir husus hakkında söz söylemenin sağlıklı olmayacağı aşikardır. Ayrıca bu tür ileriye dönük talimatlar vasiyet ve vekalet açısından fıkhen uygun değildir. Sonuç olarak, sağlıklı veya hasta bir bireyin DNR gibi ileriye dönük talimatları dinen geçerli değildir.
|
Hayvanların tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılması caiz midir?
|
Ekosistemde önemli bir yeri olan hayvanlara İslam dininde özel bir değer verilmiş, onlara şefkat ve merhametle muamele edilmesi tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde günahkar bir kadının susuzluktan ölmek üzere bulunan bir köpeğe su verdiği için Allah tarafından bağışlandığını bildirmiş (Buhari, Şürb, 9, Edeb, 27; Müslim, Selam,153), başka bir hadiste ise kedisini açlıktan ölmeye mahkum eden merhametsiz bir kimsenin, bu davranışı nedeniyle cehenneme atılmayı hak ettiğini haber vermiştir (Buhari, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezail, 65). Yüce Allah yeryüzünün diğer nimetleri gibi bir kısım hayvanları da insanın hizmet ve yararına sunmuş, “Allah bir kısmına binesiniz, bir kısmını da yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Onlarda sizin için daha birçok faydalar vardır.” (Mü’min, 40/79; ayrıca bkz. Casiye, 45/13; Lokman, 31/20) ayetiyle bu hususa dikkat çekilmiştir. Hayvanların iyi bakılıp beslenmesi (Ebu Davud, İsti’zan, 39), birbiriyle dövüştürülmemesi (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30), nişan için hedef yapılmaması (Müslim, Zebaih, 58, 59), zevk için öldürülmemesi (Nesai, Dahaya, 42) yönündeki nebevi emir ve yasaklar, hayvanların hayat hakkını ve vücut bütünlüklerinin korunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde bazı hayvanlar bilimsel test ve deneylerde kullanılmaktadır. İnsan, hayvan veya bitkilerdeki hastalıkların teşhisi, tedavisi veya önlenmesi, fizyolojik bozuklukların incelenmesi, hayvanların refahı, tarımsal amaçlarla yetiştirilen hayvanların üretim şartlarının iyileştirilmesi, türlerin korunmasını amaçlayan araştırmaların yürütülmesi, yükseköğretimde mesleki becerilerin kazandırılması veya geliştirilmesi gibi maksatlarla hayvanlar kobay olarak kullanılabilmektedir. Bunların yanı sıra temizlik malzemeleri ve kozmetikler gibi tüketim ürünlerinin toksik özelliklerini belirlemek üzere deney amaçlı hayvan kullanımı da söz konusu olmaktadır. İslam’da genel kural; şer’an geçerli bir maslahat olmadıkça, hayvanların yaşam haklarının korunması ve bedenlerine acı çektirilmemesidir (Hattab, Mevahibü’l-Celil, III, 189; İbn Nüceym, el-Bahr, VIII, 232). Buna göre; hayvanlar üzerinde yapılan bu tür çalışmalar ancak aşağıdaki şartlar ile caiz olur: a. Söz konusu deneyler için canlı hayvan yerine bilimsel açıdan geçerli başka alternatif bir yöntemin ya da deneme stratejisinin olmaması, b. Deneylerin, insanlar ve diğer canlıların maslahatı için gerekli olması, c. Deneylerden elde edilecek yararın, hayvanın maruz kalacağı zarardan daha büyük olması, d. Deneylerde hayvanlara eziyet çektirilmemesi, anestezi gibi acı duyulmasına engel olacak önlemlerin alınması, e. Deneylerin, zorunluluğun dışına taşmaması ve istatistik için yeterli olacak en az sayıda hayvanla yapılması. Ancak bilimsel açıdan herhangi bir zorunluluk olmayan, kozmetik ve benzeri amaçlı yapılan hayvan deneyleri ise dinen caiz değildir.
|
Sigara içmenin dini hükmü nedir?
|
Son yıllarda yapılan birçok araştırma sigaranın insan sağlığı üzerinde pek çok zararlı etkisinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazıları ölümcül olmak üzere çok sayıda hastalığın sebebi olması itibariyle sigaranın mübah görülmesi düşünülemez. Bazı alimler; sigaranın "tahrimen/harama yakın mekruh” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde bir çok alim ve fetva meclisi, kişinin kendisini tehlikeye atmama ve öldürmeme, başkalarına zarar vermeme, zararı giderme, sağlığı koruma yönündeki temel ilkeleri esas alarak sigaranın haram olduğu görüşündedir. Dolayısıyla bir müslümanın, pek çok zararı bünyesinde barındıran sigarayı içmesi caiz değildir.
|
Tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olmak caiz midir?
|
İster kadın, ister erkekteki bir kusur sebebiyle, tabii ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde, Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.05.1992 tarihli kararına göre: a) Döllendirilecek yumurta ve spermin her ikisinin de nikâhlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi birisinin yabancıya ait olmaması; b) Döllenmiş olan yumurtanın, başka bir kadının rahminde değil de yumurtanın sahibi olan eşin rahminde gelişmesi; c) Bu işlemin, gerek anne-babanın gerek doğacak çocuğun maddî, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olmak şartıyla tüp bebek yöntemine başvurmakta bir sakınca yoktur. Başka bir kadının yumurtasının alınması veya kocası dışında yabancı bir erkeğin sperminin kullanılması ile bir kadının gebeliğinin sağlanması ise caiz değildir.
|
Doğal gebelikte yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak caiz midir?
|
Uzmanlardan alınan bilgiye göre, yetişkinlik çağından menopoz sürecine kadar bir kadının yumurtalıklarından her ay genellikle bir yumurta hücresi büyür, gelişir ve döllenmeye elverişli hale gelince fallop tüplerine salınarak rahme doğru hareket eder. Bu işleme yumurtlama (ovülasyon) adı verilir. Tabii süreç bu şekilde olmakla beraber yumurtanın olgunlaşmaması durumunda tedavi amaçlı olarak veya çoğul gebelik elde etme maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi uygulanabilmektedir. Yumurtalıklarda yumurta hücrelerinin kendiliğinden yeterli büyüklüğe ve olgunluğa erişemediği durumlarda doğal düzeyde yumurta üretmek ve olgunlaştırmak için çeşitli tedavi yollarına müracaat edilebilir. Dolayısıyla bu doğrultuda yumurta çatlatma iğnesi yapılması caizdir. Ancak yumurta hücresinin kendiliğinden oluştuğu, olgunlaştığı ve doğal yollarla gebe kalma imkânı olan kişilerde çoğul gebeliğin oluşabilmesi için daha fazla yumurta hücresi elde etmek maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak tedavi olarak değerlendirilemeyeceğinden ve fıtrata müdahale olacağından caiz değildir.
|
Araştırma amaçlı embriyo üretmek dinen caiz midir?
|
İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup ilk anından itibaren yaşam hakkının korunması gerektiğinden araştırma amaçlı embriyo üretilmesi, embriyonun deney aracı olarak kullanılması kesinlikle caiz görülemez. Bu, İslam’ın insan hayatının ve onun saygınlığının korunması ilkesine de aykırıdır.
|
Tüp bebek yönteminde yumurta alımı veya embriyo transferi sebebiyle gusül gerekir mi?
|
Tüp bebek uygulamasında yumurta alımı ya da embriyo transferinden sonra hastaya ve bu işlemi uygulayanlara gusül almak gerekmez.
|
Yumurta hücresinin dondurulması caiz midir?
|
Günümüzde yumurta hücresinin dondurulup uzun yıllar saklanabilmesi tıbbi teknolojinin ilerlemesiyle artık mümkün hale gelmiştir. Öyle ki, kadının yumurtalıklarından toplanan yumurta hücreleri ileriki yıllarda çocuk sahibi olabilmesi için dondurulup saklanabilmektedir. Özellikle kanser tedavisi, erken menopoz, yumurtalık rezervi azalması ve yumurtalıkların alınmasını gerektirecek ameliyatlardan önce bu yola başvurulduğu görülmektedir. Bu itibarla, yukarıda ifade edilen tıbbi zorunluluk hallerinde, yumurta hücresinin dondurulmasında ve dondurulan bu hücrenin, ileride yumurta sahibinin döllendirilme anındaki nikahlı eşinin spermiyle aşılanmasında dinen bir sakınca yoktur. Ayrıca nesil emniyeti açısından dondurulmuş yumurtaların başkalarının eline geçmemesi için her türlü yasal ve tıbbi tedbirlerin de alınması gerekir.
|
Tüp bebek yönteminde fazla embriyo üretilip dondurulması caiz midir?
|
Kadın veya erkekteki bir hastalık sebebiyle, cinsel ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde sperm, yumurta ve rahim aynı karı kocaya (evliliği fiilen devam eden çifte) ait olmak şartıyla tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak tüp bebek uygulamasında tıbben gerekli olan asgari miktarda yumurtanın döllenmesiyle yetinilmelidir. Bu nedenle gereğinden fazla embriyo oluşturmaktan ve bunları dondurmaktan kaçınılmalıdır.
|
Embriyonik kök hücrenin bilimsel araştırmalarda kullanılması caiz midir?
|
İslam dini, insan ve toplum yararına olan her türlü çalışmayı teşvik eder. Ancak bu çalışmaların dini, ahlaki ve manevi değerler açısından sorun oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini onaylamaz. Zira ahlaki ilkeler ve dini değerlerden soyutlanarak yapılan çalışmalar, insanlığa fayda yerine zarar getirir. Bu itibarla, insanlığın hayrına olan genetik araştırmalar, dinimizce tasvip edilmekle birlikte, bu araştırmaların insan neslini ve tabiatın dengesini bozacak şekilde yapılması kabul edilemez. İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup, ilk anından itibaren embriyonun yaşam hakkının korunması gerektiğinden onun deney aracı olarak kullanılması caiz görülemez. Ancak vücudun kemik iliği, yağ dokusu vb. bölgelerinden elde edilen kök hücrelerin ise tedavi amacıyla kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur.
|
Doğum kontrolünün dinî hükmü nedir?
|
Sağlığa zararlı olmamak şartıyla deri altına hormon düzenleyici yerleştirmek (implant), kondom kullanmak, azil (geri çekilmek) gibi yöntemlerle hamileliğin önlenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Bununla birlikte annenin hayatı söz konusu olmadıkça hamilelik gerçekleştikten sonra, hangi aşamada olursa olsun, kürtaj ve benzeri yöntemlerle çocuğun alınması caiz değildir. Çünkü hamileliğin başlaması ile doğacak çocuğun hayat hakkı gerçekleşmiş olur. Maddî ya da sosyal endişelerle ceninin hayatiyetini bir şekilde sona erdirmek hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ, “Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.” (el-En‘âm, 6/151) buyurmuştur.
|
Gebeliği engellemek için vazektomi, kordon bağlatma vb. yöntemlerin uygulanması caiz midir?
|
Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebelik arasındaki sürenin ayarlanması gibi konularda, karı-kocanın ortak isteğine göre, meşru çarelere başvurulması caizdir. Devamlı kısırlığa yol açan vazektomi, kordon bağlatma gibi yöntemlere başvurulması yani kadın veya erkeğin geri dönüşü olmayacak şekilde kısırlaştırılması ise fıtrata müdahale olarak değerlendirildiğinden sağlık açısından kesin bir zorunluluk olmadığı müddetçe caiz değildir.
|
Kürtaj yaptırmak caiz midir?
|
İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biridir. Zira en şerefli varlık olan insanoğlu saygındır ve dokunulmazdır. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup, artık bu safhadan itibaren anne baba da dâhil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Buna göre, annenin hayatının korunması gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın gebeliğe son vermek caiz değildir.
|
Spiral kullanmak caiz midir?
|
Gebeliği önleme yöntemlerinden biri de spiral adı verilen rahim içi araçlarıdır (RİA). Bu işlevinin yanı sıra uzmanların verdiği bilgiye göre spiral, rahim içi zarının incelmesini sağlayarak döllenmiş yumurtanın rahime tutunmasına da engel olabilmektedir. Öte yandan bu uygulama sırasında bir kadının mahrem yerlerine göz ve el teması söz konusu olmaktadır. Bu sebeple tıbbi bir gereklilik olmadıkça spiral uygulamasından uzak durulması uygun olur.
|
Anne karnındayken ölüp kendiliğinden düşen veya tıbbi müdahalelerle alınan cenine ne yapılması gerekir?
|
Organları belirmemiş seviyedeki cenin yıkanmadan; organlarının oluşumu tamamlanmış ya da bazı organları belirmiş seviyedeki cenin ise yıkanarak bir beze sarılarak defnedilir.
|
Anomalili gebelikleri sonlandırmanın hükmü nedir?
|
İnsan hayatının korunması dinin vazgeçilmez değerlerindendir. Yaşama hakkı, sperm ve yumurta hücrelerinin birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Yüce Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne ve baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakkı ihlal etmesine izin verilmemiştir. Kur’an ve sünnette yer alan genel kaideler ve hükümler, dinen meşru bir gerekçe olmadıkça anne karnındaki ceninin hayatının sonlandırılmasına müsaade etmez. Bu itibarla, annenin hayati tehlikesi gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın anomalili de olsa gebeliği sonlandırmak dinen caiz değildir.
|
Ruh üflenmeden önce kürtaj uygulaması caiz midir?
|
Kur’an-ı Kerim’de insana ruh üflenmesinden bahsedilmekle birlikte (Hicr, 15/29; Enbiya, 21/91; Secde, 32/9) bu hadisenin yaratılışın hangi aşamasında gerçekleştiğine ilişkin açık bir bilgi verilmemektedir. İlgili ayetler genellikle Yüce Allah’ın yoktan var etme kudretine dikkat çekmektedir. Ayrıca “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) buyrulmak suretiyle ruhun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceği de ifade edilmiştir. Hadislerde de ruh üflenmesiyle ilgili bilgiler bulunmaktadır (Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1). Ancak söz konusu rivayetlerin tamamı bir arada değerlendirildiğinde cenine ruhun ne zaman üflendiğini kesin olarak söylemek güçtür. Ayrıca hadis literatüründe genellikle kader bağlamında ele alınan söz konusu rivayetlerden, ruh üflenmemiş ceninin hayatının bir değeri olmadığı ve sonlandırılabileceği sonucu çıkmaz. Kur’an ve Sünnet’te yer alan genel kaideler ve hükümler meşru sayılan bir gerekçe olmadan gebeliğe son verilmesine müsaade etmemektedir. Cenin insan olma potansiyeline sahip olduğundan ve ruh üflenme zamanı da kesin olarak bilinemediğinden ceninin dokunulmazlığı esas alınmalıdır. Nitekim dinin korunmasını emrettiği beş temel değerden birisi olan hayat hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu andan itibaren, annenin hayatının korunması dışında herhangi bir sebeple gebeliğe son vermek caiz değildir.
|
Organ nakli ve bağışı caiz midir?
|
Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müctehid ve fakihler de kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır. Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla, normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Buhârî, Libâs, 83-87 [5935-5947]; Müslim, Libâs, 115-116 [2122]; Kâsânî, Bedâʾi, 5/125; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ‘, 1/57; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/105-106, 113; 6/87-88). Ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir (Mecelle, md. 22). Nitekim İslâm âlimleri, karnında canlı hâlde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine başka kemiklerin naklini caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/130; Mâverdî, el-Hâvî, 2/255; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/138; 5/302; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/360). Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli, tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O hâlde, bazı şartlara uyulmak kaydıyla, hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir. “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 5/32) âyeti de buna ışık tutmaktadır. Bu bağlamda, aşağıdaki hususlara dikkat edilmek kaydıyla organ nakli caiz olur. Nitekim İslâm İşbirliği Teşkilatına bağlı, uluslararası bir fetva kuruluşu olan Mecmau‘l-Fıkhi’l-İslâmî de bu istikamette karar almıştır. Buna göre: a) Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi, b) Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması, c) Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa, bu organın, alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması, d) Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından, organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla yakınlarının rızasının sağlanması, e) Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, f) Tedavisi yapılacak hastanın bu nakle razı olması, g) Devlet kontrolü altında yapılması gerekir.
|
Domuz kalp kapağının insan kalbine takılması caiz midir?
|
Hayati öneme sahip bir tedavinin helal olan nesnelerle yapılabilme imkânı bulunmadığı hâllerde (zaruret gereği), tedavide haram olan nesnelerden de yararlanılabilir. Bu itibarla, kalp kapakçığının değişmesi zorunlu olan bir hastanın tedavisinde, helal yollarla bir alternatif bulunmaması ya da bulunan diğer çözümlerin verimli ve sağlıklı olmaması hâlinde domuzdan elde edilen kalp kapakçığının kullanılması da caiz olur.
|
Ağız veya burun ameliyatı olan bir kimse nasıl abdest alır?
|
Abdestte mazmaza ve istinşâkın (ağza ve burna su vermenin) hükmü âlimler arasında tartışmalıdır. Bunun sebebi, ağız ve burnun, yıkanması farz olan yüzden olup olmadığı konusundaki ihtilaftır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin içerisinde bulunduğu cumhura göre, ağza ve burna su vermek abdestin sünnetlerindendir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Nevevî, el-Mecmû‘, 1/465; Hattâb, Mevâhib, 1/245). Hanbelîlerde ise hem abdest hem de gusülde ağza ve burna su vermek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/88). Bu konuda cumhurun delilleri daha kuvvetli ve isabetlidir. Buna göre abdestte ağzın ve burnun yıkanması sünnet olduğundan, abdest esnasında bir hastalıktan veya ameliyattan dolayı veya sebepsiz olarak ağza ve burna su vermeyi terk eden kimsenin bu davranışı abdestin geçerliliğine engel olmaz.
|
Kullanılması veya yenilmesi haram bir maddenin ya da bunlardan imal edilen ilaçların tedavide kullanılması caiz midir?
|
Bir hastalığın tedavisi için helal olan başka maddelerden elde edilmiş bir ilaç henüz üretilmemiş ya da üretilen bu ilaca ulaşma imkânı yok ise haram olan bir maddenin veya bundan üretilen bir ilacın, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman bir doktor tarafından tavsiye edilmesi hâlinde, kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. Çünkü “Zaruretler yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Zaruret ortadan kalkar ve başka helal maddelerden yapılan ilaçlar bulunursa, o zaman helal olanları kullanmak gerekir. Çünkü “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.” (Mecelle, md. 22).
|
Tedavi olan bir hastanın avret mahallini açmasında bir sakınca var mıdır?
|
Tedavi ihtiyacı gibi zaruri durumlarda, -gerektiğinde- hastanın bedeninin mahrem yerlerine, tedavi işlemini yapan kimselerin bakması ve dokunması caizdir. Mahrem yerlerini açmak durumunda olan hastaların, imkânlar ölçüsünde öncelikle hemcinsi olan sağlık personelini tercih etmeleri gerekir. Buna imkân bulunmaması hâlinde ise bu konuda cinsiyet farkı dikkate alınmaz (Kâsânî, Bedâ’î, 5/124; Zeylaî, Tebyîn, 6/17). Çünkü “Zaruretler, yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Bununla birlikte, tedavi eden doktorun da harama bakma izninin zarurete mebni olduğunu unutmaması gerekir. Bunun için de teşhis ve tedavi amacıyla bakılması gereken sınır aşılmamalıdır. Zira “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” (Mecelle, md. 22).
|
Henüz sütten kesilmemiş bebeği olan bir kadın yeniden hamile olursa bebeği emzirmeye devam edebilir mi?
|
Bebek emziren bir kadının hamile kalması durumunda emzirmeye devam edip etmemesine dair dinî bir emir veya yasak bulunmamaktadır. Dolayısıyla konunun hükmünde, annenin sağlığı ve bebeğin anne sütüne olan ihtiyacı belirleyicidir. Buna göre tıbben bir sakınca olmadıkça hamile bir kadının çocuğunu emzirmeye devam etmesinde dinen bir mahzur yoktur.
|
Erkek doktora jinekolojik muayene olmak caiz midir?
|
Asıl olan, kadın hastaları kadın doktorların, erkek hastaları da erkek doktorların muayene etmesidir. Ancak bu ilkenin gözetilmesinin mümkün olmaması ve aynı cinsiyetten alanında uzman doktor bulunmaması durumunda karşı cinsiyetten bir doktora muayene olunabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/124; Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 6/17).
|
Toplum sağlığını tehdit eden salgın hastalıklara karşı aşı yaptırmamak kul ve kamu hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir mi?
|
Dinimiz, insan hayatının korunmasını esas almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir (Buhârî Tıb, 1; Müslim, Selâm 26/69; İbn Mâce, Tıp, 1). Sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalanınca tedavi olunması da bu kapsamdadır. Dolayısıyla hastalık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması dinimizin bir emridir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bu bağlamda “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın.” buyurarak (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-96) karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın taşımayanla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhârî, Tıb, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin biatını ona dokunmadan alarak bu konudaki hassasiyetini fiilen de göstermiştir (Müslim, Selâm, 126). Bu itibarla bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur.
|
Erkek çocukları sünnet ettirmenin hükmü nedir?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120 vd.; Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; Hattâb, Mevâhibü’l-Celil, 4/394).
|
Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslâm’ın şiarı olmakla birlikte, İslâm’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; Karâfî, ez-Zahîre, 13/280; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/751).
|
Yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca var mıdır?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). Veli, çocuğunu doğumdan itibaren buluğ çağına erişene kadar herhangi bir zaman diliminde sünnet ettirmelidir. Dolayısıyla çocuğa özel tıbbi bir engel bulunmadığı sürece yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca bulunmamaktadır (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120; Aynî, Binâye, 9/157-158; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/152).
|
Katılım bankalarından alınan kar payının dini hükmü nedir?
|
İslam’ın getirmiş olduğu genel finans, iktisat ve ticaret esaslarına aykırı olmamak kaydıyla kâr-zarar ortaklığı adı altında yürütülen kurumsal ya da bireysel ticari işlemlerde ve bu işlemler sonucunda elde edilen kârın katılımcılar arasında paylaşılmasında dinen bir sakınca yoktur. Belirlenen esaslara uygun çalışmaları durumunda katılım bankalarının kâr hesaplarına para yatırmak ve iştirakçilerine vermiş oldukları kâr payını almak caizdir. Kâr payı oranlarının, banka faizlerine yakın veya eşit olması söz konusu işlemi faize dönüştürmez. Ancak İslam’ın genel muamelat esaslarına uymayan faiz gibi işlemler ise hangi ad altında ve kim tarafından yapılırsa yapılsın caiz değildir. Buna göre katılım bankalarının kâr dağıtmak üzere topladıkları paraları fıkhen meşru alanlarda nemalandırmaları gerekir. Misal olarak katılım bankaları ticareti ve ortaklığı esas alan aşağıdaki şu işlemleri yapıyorlarsa bu bankaların dağıttıkları kâr helal olur: 1. Müşareke: Katılım bankaları ile iştirakçilerinin ortaklaşa sermaye koymasını, birlikte iş yapmasını ve meydana gelecek kâr veya zararı paylaşmasını esas alan ortaklık yapmalarıdır. Örneğin tarafların ortak sermaye ile fabrika kurup işletmeleri, inşaat yapmaları gibi. 2. Mudârebe: Katılım bankaları ile sermaye sahiplerinin emek sermaye ortaklığı yapmaları halinde fiilen ortaklığa dayalı ticaret yapmış olurlar. Mudârabe; bir tarafın sermaye vermek, diğer tarafın da bu sermayeyi işletmek ve kârı aralarında anlaştıkları belli bir oranda paylaşmak üzere, zarar ise işletmecinin kasıt, kusur ve sözleşme şartlarına aykırı davranışı yoksa sermayeden karşılanmak üzere kurdukları işletme türüdür. 3. Murabaha: Bir malın maliyetinin müşteriye bildirilmesini takiben maliyetin üzerine kâr eklenerek satılmasıdır. Buna göre bir malı peşin olarak satın alma imkânı bulamayan bir kimsenin, herhangi bir katılım bankasına giderek, söz konusu malı satın alıp kendisine taksitle satmasını talep etmesinde; katılım bankasının da müşterinin istediği malı peşin satın alarak üzerine kâr payı da ekleyip vadeli olarak müşteriye satmasında dinen bir sakınca yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; malın satışının ilk önce katılım bankasına gerçekleştirilmesi, sonra da katılım bankasının bu malı müşteriye satmasıdır. Bu alışverişte bahse konu malı satan firmanın muhatabı katılım bankası, katılım bankasının muhatabı da müşteri olmalıdır. Yani alınan malın faturası katılım bankasına kesilmeli, daha sonra yapılacak bir akitle de müşteriye satılmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde en azından; malı ilk önce katılım bankası adına satın alması için “katılım bankasının müşteriye yazılı bir vekâletname vermesi” ve katılım bankası ile müşteri arasında bundan sonra yapılacak sözleşmeye, “söz konusu malın, katılım bankası tarafından müşteriye satıldığına dair” bir cümle eklenmesi gerekir. 4. Leasing: Makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri malların, bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında kiralayana satışını esas alan orta vadeli bir finansman olup fıkhen meşru kabul edilmiştir. Sonuç olarak, katılım bankaları kâr-zarar ortaklığı hesaplarında topladıkları paraları yukarıda maddeler halinde yer verilen işlemler ve benzeri yöntemlerle işletiyorlarsa, o takdirde onların dağıttıkları kârları almak caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Öte yandan katılım bankalarının icra ettiği işlemleri araştırmak ise bu bankalarla iş yapan kişinin kendi sorumluluğundadır.
|
Ticarette kâr haddi var mıdır?
|
İslâm’da, prensip olarak, alışverişler için kesin bir kâr haddi konulmamış olup kâr oranları piyasa şartlarına bırakılmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.), fiyatların artması dolayısıyla kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde bunu yapmamış ve fiyatların doğal piyasa şartları içerisinde arz ve talebe göre oluştuğuna dikkat çekmiştir (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 51; Tirmizî, Büyû‘, 73). Fakihler de bundan hareketle kâr haddinin eşyadan eşyaya farklılık gösterebileceğini, bu sebeple de kesin bir takdir yapılamayacağını söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/129). Bununla birlikte onlar, piyasada suistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı bir şekilde sunî fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale (narh) yetkisini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/378). Aşırı fiyatın tespitinde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınır.
|
İslam’ın haram kıldığı şeylerin gayrimüslimlere satışı caiz midir?
|
Dinimizce yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram kılınan içki, domuz eti, akıtılmış kan, leş ve putların (el-Mâide, 5/3, 90; el-En‘âm, 6/145) satışı da yasaktır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/326 [14535]). Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel bir ilke olarak şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bir topluma bir şeyin yenilmesini haram kılmışsa, ondan elde edilecek kazancı da haram kılmıştır.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘ (İcâre), 66 [3488]). Buradan hareketle fukaha; Müslüman bir kimsenin haram kılınan şeyleri Müslüman veya gayrimüslim bir kişiye satmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Zira alışveriş iki taraflı hukuki bir işlemdir. Buna göre taraflardan birisi için caiz olmayan hususun karşı taraf açısından caiz olmasıyla hüküm değişmez. Müslüman açısından ise bir alışverişin caiz olması, alışverişe konu olan şeyden yararlanmanın helal olmasına bağlıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 6/349). Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına, ellerinde bulunan haram olan şeylerden faydalanmak için bunları gayrimüslimlere satma gibi bir yol göstermemiş, onların itlaf edilmesini talep etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Yüce Allah ve O’nun Resulü; şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı.” Kendisine, “Ya Rasulullah, ölmüş hayvanların iç yağları(nın satılması) konusunda ne dersiniz? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, (kandillerde yakılmasıyla) insanlar aydınlanıyor”, dediler. Resûlullah (s.a.s.), “Hayır, haramdır” buyurdular (Buhârî, Büyûʽ, 112 [2236]; Müslim, Müsâkât, 71 [1581]). Başka bir rivâyette de şöyle bir olay geçmiştir: “Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir tulum şarap hediye etmiş, Hz. Peygamber, “Allah’ın bunu haram kıldığını biliyor musun?” diye sorunca adam “hayır” cevabını vermiştir. Adam da yanındaki birine bir şeyler fısıldamış, Hz. Peygamber, “Ona ne fısıldadın?” diye sorunca adam, “Şarabı satmasını emrettim” demiştir. Bunu duyan Allah Resûlü (s.a.s.) “Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine adam, şarap tamamen akıp bitinceye kadar tulumun ağzını açmıştır.” (Müslim, Müsâkât, 68 [1579]). Sonuç olarak dinimizce haramlığı kesin hükümlerle sabit olan şeylerin gayrimüslimlere de olsa satışı caiz değildir. Böyle bir şey caiz olsaydı Allah Resûlü (s.a.s.) Müslümanlara haram olan şeylerin kendilerince iktisadî değeri olan gayrimüslimlere satılmasına ve böylece değerlendirilmesine izin verirdi.
|
Yapılan akitlerin kayda geçirilmesi zorunlu mudur?
|
Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir. Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riâyet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslâm, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili olarak; “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (el-Bakara, 2/282) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki âyette ise “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (el-Bakara, 2/283) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Bakara sûresinin 282. âyetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir (Kurtubî, el-Câmi‘, 3/383). Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticarî işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir. Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hâle getirilmesi, dinî bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur.
|
Bir malın taksitli olarak birden fazla fiyatla satışa sunulması caiz midir?
|
Bir malın taksit sayısına göre, farklı fiyatlarla satışa sunulması caizdir. Mesela bir mal, peşin fiyatı bin liradan, altı ay vadeli fiyatı bin beş yüz liradan, bir yıl vadeli fiyatı da iki bin liradan olmak üzere değişik fiyat seçenekleriyle satışa sunulsa müşteri de bu seçeneklerden birini tercih edip kabul etse yapılan bu alışveriş caiz olur. Zira bu uygulamada satıcı, pazarlık sırasında peşin ya da farklı vadelere göre değişik ödeme seçenekleri ile malın fiyatını belirlemekte, alıcı da bunlardan birisini tercih edip kabul etmektedir. Böylece akit esnasında malın fiyatı taraflarca kesin olarak belirlenmiş olmaktadır. Ancak alıcı seçeneklerden birisini seçip kabul etmeden, “tamam aldım” der ve bu şekilde birbirlerinden ayrılırlarsa akitte fiyat belirlenmediği için bu satış fasit olur (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/526).
|
Yapılan bir alım satım akdi hiçbir sebep olmaksızın tarafların karşılıklı rızası ile feshedilebilir mi?
|
Dinimize göre Müslümanın verdiği sözü tutması, ahdine ve akdine sadakat göstermesi en önemli görevlerinden birisidir. Yapılan alım satım işi sözleşme ile birlikte kesinlik kazanır ve aşağıdaki durumlar dışında tek taraflı olarak feshedilemez: a) Taraflar, karşılıklı rızalarıyla kurdukları akdi sebepli veya sebepsiz olarak feshedebilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 3/55). Hz. Peygamber (s.a.s.), alışverişini bozmak isteyen bir Müslümanın bu talebini kabul eden kişinin, Yüce Allah tarafından hatasının affedileceğini ve kıyamet günü sıkıntısının giderileceğini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 54 [3460]; İbn Mâce, Ticârât, 26 [2199]) ifade etmiştir. Akdi karşılıklı rızayla sona erdirmenin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için malın akit esnasındaki şekliyle duruyor olması gerekir. b) Alıcı veya satıcıdan birisinin ya da her ikisinin muhayyerlik (belirlenen süre içinde akdi devam ettirme veya feshetme) hakkı bulunursa, bu hakka sahip olan taraf süresi içerisinde akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). c) Malda, piyasada değerini düşmesini gerektirecek bir kusur bulunması hâlinde, müşteri bu kusur nedeniyle akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36 vd.). d) Bir malı görmeden satın alan kişi malı gördüğünde, görme muhayyerliği hakkını kullanarak akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). e) Malın tağrîr (aldatma) kasdıyla fahiş fiyatla satılması hâlinde müşteri akdi feshedebilir (Mecelle, md. 357). Aşırı fiyatın ölçüsü İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Kimileri, bilirkişinin tespit ettiği tahmini meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumunu gabn-i fâhiş (aşırı aldanma) sayarken (Kâsânî, Bedâʾi, 6/30; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/171) kimileri insanların çokça alıp sattıkları mallarda (urûzda) %5, hayvanda %10, taşınmaz mallarda %20’lik ve daha üstü farkı gabn-i fâhiş olarak kabul etmişlerdir. Mecelle bu görüşe göre düzenlenmiştir (Mecelle, md. 165). Günümüzde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınmalıdır.
|
Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı var mıdır?
|
Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı, daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı vardır. Bu hakka görme muhayyerliği denilir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman muhayyerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 5/439 [10425]; Darekutnî, es-Sünen, 3/382 [2803]) buyurmuştur. Ancak görme muhayyerliğinin sabit olması için akde konu olan malın, fesih işlemine elverişli durumda olması gerekir. Malın, buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ve hiç kullanılmamış otomobilde olduğu gibi mislî (standart/sabit nitelikte) olması durumunda tek bir örneğinin görülmesi yeterlidir. Hayvan veya ikinci el otomobillerde olduğu gibi kıyemî (standart olmayan, değişken) mallarda ise her bir mal ya da ürün için ayrı ayrı görme muhayyerliği vardır. Görme muhayyerliği sadece alıcı için söz konusudur. Satıcı görmediği bir malını satarsa onun için görme muhayyerliği olmaz. (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). Çünkü malı satmadan önce onu görebilirdi. Dolayısıyla bu hakkını kaybetmiş sayılır.
|
Taraflar belli bir süre içerisinde alım satım akdini bozmayı şart koşabilirler mi?
|
Taraflardan biri veya her ikisi belli süre içinde akdi bozabilme yetkisine sahip olmayı şart koşabilir. Buna “hıyâru’ş-şart” yani şart muhayyerliği denilir. Ancak bu durum alım satım akdi gibi karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım/bağlayıcı akitlerde söz konusu olabilir. Alım satımdan vazgeçmek için şart koşulabilecek süreyi, İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir hadisinde muhayyerlik süresi üç gün olarak zikredildiği için (Buhârî, Büyûʽ, 64 [2148]; Müslim, Büyûʽ, 24-25 [1524]) en çok üç gün olarak kabul etmektedir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise tarafların bu süreyi serbestçe belirleyebileceklerini, bu sürenin belirli olmak kaydıyla sınırlı olmadığını ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). Mecelle’de insanlar arasındaki muameleler için ikinci görüş daha uygun bulunarak şöylece düzenlenmiştir: “Satıcı veya müşteri yahut her ikisi birden belirli süre içerisinde satışı feshetmek yahut yürürlük kazandırmak konusunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir.” (Mecelle, md. 300).
|
Satıcı malın niteliklerini gizler veya yanlış beyanda bulunursa, alışveriş akdi gerçekleştikten sonra bunun farkına varan müşteri ne yapabilir?
|
Alım-satım akdinde akde konu olan malın bütün niteliklerinin ve satış bedelinin alıcı ve satıcı tarafından bilinmesi ve açıklanması gerekir. Satıcının yanlış beyanı üzerine kurulan alım-satım akdinde, malda satın alış amacını ihlal eden ya da fiyatını düşüren bir eksiklik veya kusur bulunur yahut da mal normalden daha pahalı olursa müşteri dilerse satın aldığı malı konuşulan fiyat üzerinden kabul eder, dilerse malı geri vererek akdi bozar. Müşterinin malı iade etmeyip ondaki kusura karşılık fiyattan indirim talebinde bulunma hakkı yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36-37). Ancak böyle bir durumda akdi feshederek malı geri verip yeni bir akit yaparak söz konusu malı daha düşük bir fiyattan satın alması da mümkündür.
|
Satın alınan bir malda müşterinin yanında (mülkünde) bir kusur meydana gelir ayrıca önceden bir kusurunun da olduğu anlaşılırsa, müşteri bu malı geri verebilir mi?
|
Satın alınan bir malda önceden mevcut olan bir kusura ilaveten müşterinin yanında (mülkünde) ikinci bir kusur oluşursa, müşteri bu satış akdini bozarak kusurlu malı satıcıya iade edemez. Ancak müşteri önceki kusurdan dolayı meydana gelen zararı satıcıya tazmin ettirir. Fakat satıcı malı, sonradan meydana gelen ayıplı hâliyle kabul ederse müşteri malı geri verir ve ödediği parayı alır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/38).
|
Müşteri, aralarından birini satın almak amacıyla götürdüğü birkaç maldan birini seçme hakkına sahip midir?
|
Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir. Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/32).
|
Kira akdi tek taraflı olarak feshedilebilir mi?
|
Kira akdi her iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, yapıldıktan sonra taraflardan biri, geçerli bir mazereti veya diğerinin rızası olmadan tek taraflı olarak akdi feshedemez. Akdi feshedebilmek için kiracının iflas etmesi, başka bir şehre tayin edilmesi, işi bırakması iş değişikliği yapması veya kiralanan şeyin kiralama maksadına hizmet edemez hale gelmesi gibi geçerli bir mazeretinin bulunması (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/247-248) ya da her iki tarafın da rıza ve onayı gereklidir. Şu kadar var ki, mazeret belirgin olmaz ya da tartışmaya götürebilecek bir nitelik arz ederse o takdirde akit, ancak mahkeme kararı ile feshedilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/62). Bu durumda, mahkeme kararından sonra söz konusu akdi fesheden taraf, mâli bakımdan yükümlü olmaz.
|
Bir kimse kiraladığı taşınır veya taşınmaz bir malı sahibinin izni olmadan üçüncü bir şahsa kiralayabilir veya kullandırabilir mi?
|
Taraflar, kira sözleşmesinde yer alan şartlara uymak zorundadırlar. Buna göre kiraya veren kişi; malını kiraya verirken hangi amaçla kullanılacağını belirlemiş ve üçüncü şahıslara kiraya vermemesini şart koşmuşsa kiracının bu şarta uyması gerekir. Ancak kira sözleşmesinde ev, dükkân, depo, nakil aracı gibi taşınır veya taşınmaz malın hangi amaçla kullanılacağı açık bir şekilde belirtilmemişse, kira akdi geçerli olur ve o beldenin örfü esas alınır. Şâyet örf, kiracının bunu başka birisine kiraya vermesine ve dilediği gibi kullanmasına imkân tanıyorsa; kiracı, kiraladığı malı bir başkasına kiraya verebileceği gibi herhangi bir ek ücret ödemeden dilediği gibi kullanmasına da izin verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/51-52). Günümüzde malın sadece kiracı tarafından kullanılması şeklinde bir örf oluşmuştur. Kiralanan malın başkasına devri için mal sahibinden izin alınması gerekir.
|
Kira akdinde süre veya ücret belirlenmemişse taraflar neye göre hareket ederler?
|
Kira sözleşmelerinde süre ve ücretin anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde net olarak belirlenmesi gerekir. Tarafların kira süresi ve ücretini belirlememesi hâlinde konuyla ilgili yasal mevzuat ve/veya örf dikkate alınır. Söz konusu süre ve ücretin herhangi bir şekilde tespit edilemediği durumlarda ise kira konusu maldan faydalanılan süre kadar emsal kira ücreti terettüp eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/57; Mecelle, md. 462).
|
Kiralanan bir mal karşılığında depozito vermek caiz midir?
|
Hanefîler'e göre; herhangi bir kusuru olmadığı ve mal sahibinin ileri sürdüğü şartlara aykırı davranmadığı müddetçe, kiracının kiraladığı malda meydana gelecek zararı tazmin etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple mal sahibinin kiracıdan rehin manasına gelebilecek bir şeyi depozit adı altında rehin olarak alması caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/53-54; Mecelle, md. 710). Mâlikîlere göre ise kira sözleşmesinde rehin almak caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 2/273). Günümüzde menkul veya gayrimenkul malların kiralanmasının büyük bir sektör hâline gelmesi, konunun suistimale açık olması ve güven duygusunun zedelenmesi gibi sebeplerden dolayı Mâlikî mezhebinin görüşü istikametinde mal sahibinin depozit alması caiz görülmüştür.
|
Bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayıp da, süresi dolmadan evden çıkan kişi, oturmadığı günlerin kirasını geri alabilir mi?
|
Kira akdi, her iki taraf için de bağlayıcıdır. Kira süresi dolmadan taraflardan birisinin akdi tek taraflı olarak feshetmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayan, ancak süresi dolmadan çıkan kişi, evi teslim aldıktan sonra bir süre oturmayıp boş bırakması durumunda kiranın tamamını ödemek zorunda olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 3/231) erken çıkması durumunda da geriye kalan günlerin ödenmiş kirasını geri alamaz. Şâyet kira bedeli peşin ödenmemişse, kiracı anlaşılan süre içeresinde oturmadığı günlerin kirasını da ödemek zorundadır. Ancak mal sahibi burayı bir müddet sonra başkasına kiraya verirse sadece boş kaldığı sürenin ücretini önceki kiracıdan alabilir. Geri kalan kısmın kira bedeli önceki kiracı tarafından peşin ödendiyse kendisine iade edilir.
|
Kiralanan bir tarladan, kuraklık, dolu, sel vb. nedenlerle ürün alınamadığı durumlarda, tarla sahibine yine de kira ödenmesi gerekir mi?
|
Kiralanan bir araziden kuraklık, dolu, sel baskını, çekirge istilası gibi bir afet sebebiyle ürün alınamazsa Şâfiî mezhebine göre kira feshedilemeyeceği gibi ücretten indirim de yapılmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/484). Hanefî mezhebinde ise suyun kesilmesi nedeniyle sulanan araziden veya değirmenden faydalanılamaması örneklerinde olduğu gibi kiralanan maldan ürün alınmasına engel tabiî bir afet olması durumunda kiracı ücret ödemez. Çünkü yararlanma imkânı olmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/247). Arazi ekildikten sonra ekini çekirge yerse veya başka bir afet arız olursa; afet anına kadarki sürenin kirası ödenir. Afet anından sonra ise eğer araziyi tekrar ekerek başka bir ürün alma imkânı bulunursa kalan sürenin kirası da ödenir. Tekrar ekilip ürün alma imkânı bulunmazsa kalan sürenin kirası ödenmez (İbn Âbidîn, el-Ukûdü’d-dürriyye, 2/120).
|
Dinen haram olan işlemler için bir gayrimenkulün kiraya verilmesi caiz midir?
|
Bir Müslüman, haram olan iş, mal veya hizmet üretimini kendisi yapamayacağı gibi bunları yapacak kişiye de gayrimenkulünü kiraya veremez. (bk. Şeybanî, el-Asl, 3/465; Serahsi, el-Mebsut, 16/38-39; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik,8/230; İbn Kudame, el-Muğnî, 5/407). Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 5/2). “Kim iyi bir işe aracılık yaparsa, onun da o işten nasibi/sevabı vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yaparsa onun da o günahtan bir nasibi/sorumluluğu vardır.” (en-Nisâ, 4/85). Ayrıca hadislerde de haram olan bir şeyin kullanımı, üretimi ve bu konuda başkasına yardımcı/destek olunması kesin olarak yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) faizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana ve şahitlik edene lanet etmiş, ‘Onlar (bu günahta) eşittirler.’ buyurmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Resûlullah (s.a.s.) aynı şekilde içki konusunda da sekiz kişiye Allah tarafından lanet edildiğini belirtmiş; bunlardan birinin de taşıyıcısı olduğunu ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; bk. İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380-3381]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/316 [2899]; 2/25 [4787]). Sonuç olarak, bir Müslümanın ücret mukabilinde haram iş yapması veya yaptırması caiz olmadığı gibi içinde haram iş yapacağı kesin olarak bilinen kişi ya da kurumlara gayrimenkulünü kiraya vermesi de zaruret olmadıkça caiz değildir.
|
Altının karz/borç verilmesi caiz midir?
|
Altın, mislî mallardandır. Dolayısıyla altının, cumhuriyet altını gibi tane ile alınıp satılanlarının sayı ile; 22 ayar bilezik gibi tartı ile alınıp satılanlarının ise tartı ile borç (karz) verilmesi caizdir. Fakat geri ödenirken ne eksik ne fazla, alınanın tam olarak mislî verilmelidir. Bunun yanında tarafların kabul etmesi hâlinde, alınan altın borcu, para olarak da ödenebilir (bkz. Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215).
|
Paranın değerinde artma veya azalma olması halinde karz (ödünç) veya alışveriş sonucu oluşan borçlar nasıl ödenir?
|
Fakihlerin çoğunluğu, altına veya gümüşe endeksli olmayan kağıt, madeni vb. itibari para borçlarının misliyle ödenmesi gerektiğini belirtmiş ve bu paraların değerindeki artma veya azalmayı dikkate almamıştır (Serahsî, el-Mebsût, 14/30; Sahnûn, el-Müdevvene, 3/52, 4/152-153; Suyûtî, el-Hâvî, 1/116, 117; İbn Kudâme, el-Mugnî, 4/244). Ancak Hanefî fakihlerinden İmam Ebû Yûsuf’a, Mâlikî âlimlerinden Rahûnî’ye ve Hanbelî mezhebinde aktarılan bir görüşe göre ise itibari paraların değerinde artma veya azalma meydana gelmesi durumunda, borcun sabit olduğu tarihteki kıymet esas alınarak ödeme yapılır (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534; Rahûnî, Hâşiye, 5/121; Merdâvî, el-İnsâf, 5/127). Ebû Yûsuf’un bu içtihadı, Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş haline gelmiştir (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534). Borca konu olan itibari paralarda bir değer kaybı meydana gelmesi durumunda borcun sabit olduğu tarihteki değerin esas alınması hakkaniyete daha uygundur. Söz konusu değerin belirlenmesinde öncelikle tarafların karşılıklı rıza ile anlaşmaları tavsiye edilir. Bunun yanında yetkili kurumlarca açıklanan enflasyon oranları da dikkate alınabilir.
|
Yardımlaşma sandığından borç olarak alınan para geri ödenirken bir fazlalık ödenmesi caiz midir?
|
Kişilerin, ihtiyaçlarını karşılamak için faizsiz olarak kısa vadeli borç (karz) alıp bunu düzenli vadelerde ödemek üzere “yardımlaşma sandığı” kurmaları caizdir. Bu sandığa üye olanların, ihtiyaç hâlinde biriken primlerinin birkaç katına kadar borç (karz) almaları ve bunu belirlenen vade içerisinde geri ödemelerinde sakınca yoktur. Ancak ödemede bulunurken, alınan borç (karz) karşılığında önceden ileri sürülen her türlü fazlalık veya getiri sağlayan menfaat, faiz olacağı için caiz olmaz (Kâsânî, Bedâʾi, 7/395).
|
Vadeli satış veya borçlanma (istikraz) akdinde borçlanılan para birimi yerine başka bir para biriminin ödenmesi caiz midir?
|
Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin -mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın- ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215). Buna göre mesela, vadeli bir satış veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması hâlinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir.
|
Bir borcun EFT ve havale gibi yollarla gönderilmesi karşılığında ücret ödenmesi caiz midir?
|
Bir borç EFT veya havâle gibi para transfer yollarıyla ödenir ve bu işlemden dolayı masraf oluşursa verilen hizmetin karşılığı olarak makul bir ücretin alınması caizdir. Zira havâle işlemi esnasında verilen hizmet, vekâlet akdi kapsamında değerlendirilebileceği gibi hizmet alım akdi olarak da değerlendirilebilir. Her iki akitte de ücret almak caiz görülmüştür (bkz. İbn Cüzey, el-Kavânîn, 216; Bilmen, Kamus, 6/328).
|
Kadınların kendi aralarında yaptıkları “gün” adı verilen toplantılarda topladıkları paraları dönüşümlü olarak almaları caiz midir?
|
Borç verme İslâm’da teşvik edilen bir husustur. İnsanların muhtaç olan kişilere borç vermeleri sadaka sevabı olan bir davranıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 5/161, 166). Borç vermede önemli olan, borç karşılığında herhangi bir fazlalığın şart koşulmaması, borç verenin ya da alanın zarara uğratılmamasıdır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/394-396). Kadınlar arasında tertip edilen toplantılarda her bir katılımcının toplanan meblağı dönüşümlü olarak her ay içlerinden birine vermeleri şeklindeki uygulamada bir sakınca yoktur. Çünkü bu, sonuçta bir borç verme işlemidir.
|
Standart nitelikli olmayan (kıyemî) mallar borç olarak alınıp verilebilir mi?
|
Mislî mal, “aynı türden olup biri diğerine göre farklılık arz etmeyen malları”, kıyemî mal ise “biri diğerine göre farklılık arz eden değişik özellikteki malları” ifade eder. Mislî (standart, nitelikli) mallar, tüketildikten sonra misliyle iade edilmesi mümkün olduğundan, borç (karz) olarak alınıp verilebilir. Kıyemi malların borç verilmesi ise kıymetlerinin takdiri kişilere göre farklılık arz edeceğinden ve nizaa sebep olacağından Hanefî, Mâlikî ve Şâfiîler tarafından ilke olarak caiz görülmemiştir. Ancak yine Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler, kıyemi olmakla birlikte özellikleri birbirine yakın olan hayvan vb. kıyemî malların, özelliklerinin belirtilmesi şartıyla selem ve karz gibi borç akitlerine konu olmasını kabul etmektedirler. (Serahsî, el-Mebsût, 12/163; Kâsânî, Bedâi', 7/395; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/238; Mevvâk, et-Tâc ve’l-İklîl, 6/528; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc; 3/17-18, 33; Desûkî, Hâşiye, 3/222). Buna göre örfen ihtiyaç oluşması, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde cins, renk, yaş ve cinsiyet gibi özelliklerinin belirlenmesi kaydıyla, mislî mal gibi değerlendirilebilen mallar borç olarak verilebilir. Ancak yukarıdaki şekilde özellikleri belirlenemeyen kıyemî malları borç olarak vermek caiz olmaz.
|
Borç ilişkilerinde takas (mahsuplaşma) caiz midir?
|
Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (bkz. Kâsânî, Bedâi', 6/19; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/840; 4/250; 5/266). Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur.
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.