Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
Kur’ân-ı Kerîm’in indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun delilleri nelerdir?
|
Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Yaratıcı’nın kıyamete kadar gelecek bütün insanlara indirdiği son ilahî mesajıdır. O, bu yüce kelâmı indirmiş ve koruyacağını bizatihi şu âyetiyle ifade etmiştir: “Şüphesiz o zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (el-Hicr, 15/9). Bu ilahî beyan, onun indirildiği hâliyle korunmuş olduğunun müminler için en büyük güvencesidir. Nitekim bu ilahî muhafazanın bir gereği olarak Kur’ân-ı Kerîm inzâl olmaya başladığında bir taraftan yazılırken diğer taraftan da ezberlenmiş; özellikle namazlarda olmak üzere sürekli okunmuş, ayrıca Müslümanların inanç, ibadet ve sosyal hayatlarına kaynaklık etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, ilk indiği andan itibaren Hz. Peygamber ve bazı sahâbîler tarafından tamamen, diğerleri tarafından da kısmen ezberlenmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bu şekilde ezberlenerek ve yazılarak nesilden nesile yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayacak şekilde çok kişi tarafından günümüze kadar nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında çeşitli malzemeler üzerine yazılmış olan Kur’ân âyet ve sûreleri onun vefatını müteakip Hz. Ebû Bekir (r.a.) döneminde komisyon tarafından bir araya getirilerek bir Mushaf oluşturulmuştur. Hz. Osman döneminde de diğer bir komisyon tarafından bu ilk Mushaf esas alınarak çoğaltılan Kur’ân nüshaları Mekke, Kûfe, Basra, Şam, Bahreyn ve Yemen’e gönderilmiştir. Bu dönemden sonra Müslümanlar, bu nüshalara göre pek çok Kur’ân nüshası yazmış ve Kur’ân-ı Kerîm hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmiştir. Elimizde bulunan en eski Kur’ân nüshaları ile günümüzdeki Mushaflar arasında herhangi bir fark bulunmaması da bunu göstermektedir (bkz. Maşalı, “Mushaf”, DİA, 31/242-248).
|
Cüz dağıtılarak hatim yapılması mümkün müdür? Dağıtılan cüzlerin bir kısmının hatim duasından sonra okunmuş olması hâlinde hatim geçerli midir?
|
Kur’ân’ın okunması/tilaveti, sevap kazanılan bir ibadettir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân okuyup onunla amel edenlerin gıpta edilecek kimseler olduğunu, okunan Kur’ân’ın her harfine karşılık on sevap verileceğini, okuyanlar için Kur’ân’ın dünyada huzur kaynağı, âhirette de şefaatçi olacağını bildirmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 17 [5020], 20 [5025]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 243, 266, 268; Tirmizî, Kıraat, 12 [2945]; Fezâilü’l-Kur’ân, 16 [2910]; Ebû Dâvûd, Fezâilü’l-Kur’ân, 1 [1452-1456]). Bu ve benzeri tavsiyeleri ve teşvikleri sebebiyle sahabe-i kiram, Kur’ân okuma ve onunla meşgul olmaya son derece önem vermiştir. Ayrıca Peygamber Efendimizin, Kur’ân’ı başından sonuna kadar tertip üzerine okuyarak hatim indirmeyi Allah’ın (c.c.) en çok sevdiği işlerden biri olarak nitelendirmesi (Darimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 33; Tirmizî, Kıraat, 13 [2948]), her yıl ramazan ayında kendisinin Cebrail (a.s.) ile karşılıklı olarak hatim yapması (arza) (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4997-4998]) ve normal zamanlarda da ferdi olarak hatim yapması (Münavî, Feyzu’l-Kadir, 5/188), sahabenin hatim geleneği oluşturmasına dayanak olmuştur (Ebû Dâvûd, Salat, 347). Böylece hatim, asırlar boyunca ümmetin önem verdiği bir gelenek hâlini almıştır. Hatim, Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça metninin başından sonuna kadar yüzünden veya ezbere okunmasıdır. Aslolan, Kur’ân hatmini her ferdin kendisinin yapmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe de böyle yapmıştır. Sonraki dönemlerde hem daha kolay hem de teşvik edici olması nedeniyle, birden çok kişi arasında cüz dağıtılarak gerçekleştirilen hatim uygulaması ortaya çıkmış, caiz olup olmadığı tartışılmıştır. Cüz dağıtma usulü ile yapılan hatimde herkes tek başına hatim yapmış olmayıp (Şeyhü'l-İslâm Yenişehirli Abdullah Efendi, Behcetü’l-fetâvâ, 571) okuyanlardan her biri okuduğu kadar sevap alır. Yapılan hatmin sonunda üç defa İhlas sûresinin okunması ve toplu hatim duası yapılması câiz görüldüğü gibi (Fetâvâ-yı Kadihan, 1/147) herkesin okuduğu kısmın sevabını diğerlerine ve vefat etmiş olan müminlere bağışlaması da caizdir. Dağıtılan cüzler hatim duasından önce okunmaya gayret edilmelidir. Herhangi bir nedenle okunamamışsa cüzler hatim duasından sonra da okunabilir.
|
Satır arası/satır altı yöntemle Kur'ân-ı Kerîm meali yazımı ve basımı caiz midir?
|
Satır arası Kur’ân tercümesi, her bir Arapça kelimeyi, altına veya üstüne farklı ya da aynı renklerle başka dilde yazılmış bir kelimeyle karşılama (kelimesi kelimesine) şeklinde oluşturulmuş meal yazım türüdür. Bu meal yazımında her bir kelimenin anlamı, kelimenin hemen altına/üstüne verildiğinden, türü gereği hedef dilin söz dizim (sentaks) kurallarına uygun cümle yapısı ortaya çıkmamaktadır. Satır arası meal yazımı ilk defa X. Yüzyılda Sâmânoğulları döneminde gerçekleşmiştir. Bundan yaklaşık bir asır sonra yazılan Türkçe tercüme de bu tarzda yapılmıştır. Beylikler döneminden itibaren satır arası meal yazımı artarak devam etmiştir. Bu tür meal yazımının caiz olup olmama durumu, Mushaf’ın içerisine Mushaf’tan olmayan bir şeyin yazılıp yazılamayacağının cevâzı çerçevesinde ele alınmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra Kur’ân-ı Kerîm’e nokta ve hareke konulması hakkında âlimler tarafından farklı görüşler ortaya konulmuştur. Bu bağlamda İmam Mâlik’e dayandırılan bir görüşte onun, eğitim amacıyla Mushaf’a hareke ve nokta gibi bazı işaretlerin konulmasına cevaz verdiği nakledilmiştir (Ebû Amr ed-Dânî, el-Beyân fi ‘addi âyi’l-Kur’ân, 129-130). İmam Gazzâlî de Mushaf’ta nokta ya da yazıların üzerine işaret koymayı veya bazı işaretler ilave etmeyi, Mushaf’ı güzelleştireceği, daha açık hale getireceği, okuyucuları hata ve yanlışlardan koruyabileceği gibi gerekçelerle caiz görmüştür (Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, 1/276). Arapçaya tam anlamıyla vâkıf olamayan Müslümanların, Kur'ân-ı Kerîm’i doğru ve rahat okuyabilmeleri için Mushaf’ta harfleri noktalama ve harekeleme işlemi yapılmıştır. Bu noktalama ve harekelemelerin, Mushaf’a ilave olmadığı kanaati hâkim olmuş ve Mushaflar bu şekilde basılmıştır. Satır arası meal yazımında Arapça metnin altına veya üstüne çevirisinin konulması da Arapça metnin orijinaline bir halel getirmediği gibi Mushaf’a yapılan bir ilave de sayılmayacaktır. Tarihi gelişim sürecinde satır arası meallerdeki temel amaç, Kur'ân Arapçasını öğrenmek ve öğretmek ya da kelime ve terkiplerin manasının anlaşılmasını sağlamak olmuştur. Bu sebeple söz konusu mealler, âyetleri mana bütünlüğü içerisinde değil de kelime kelime tercüme ettiğinden Türkçe söz dizimine uygun cümleler kurulamamakta dolayısıyla bu tarz meallerde Türkçenin ifade gücü tam olarak yansıtılamamaktadır. Bu da âyetin anlamının bütüncül olarak kavranması açısından bir anlama sorunu oluşturabilmektedir. Kur'ân’ı anlama noktasında bu tür meallerden istifade etmek isteyen bir okuyucunun, toplu manayı anlayacak şekilde bir kaynaktan da istifade etmesi uygun olur. Sonuç olarak yetkin kişiler tarafından yapılan satır arası mealin basımında ve Kur'ân Arapçasına vukûfiyet kazanmak için bu tür mealden istifade edilmesinde bir sakınca yoktur. Bununla birlikte bu tarz meal çalışmalarında, sadece kelime meali vermekle yetinilmeyip sayfa kenarında ya da satır altında Türkçe söz dizimine uygun cümlelerle toplu mealin verilmesi daha faydalı olacaktır.
|
Kur’an-ı Kerim’de kaç âyet bulunmaktadır?
|
Kur’ân sûrelerini oluşturan başı ve sonu belli olan harf, kelime, cümle veya cümlelere âyet denilmektedir. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) günümüze kadar yazılan bütün Kur’ân-ı Kerîmler aynı olup hiçbir değişikliğe uğramadan gelmiştir. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de, hicri ilk asrın ikinci yarısına kadar nokta, hareke ve vakıf (durak) işaretleri bulunmamaktaydı. Daha sonraki süreçte ise Hz. Peygamber’den nakledilen okuyuş esas alınarak harflere noktalama ve harekeleme yapılmış; âyet sonlarına vakıf işaretleri ve âyet numaraları konulmuştur. Sûre başlarındaki besmelenin sûreye dâhil bir âyet olup olmaması, “hurûf-ı mukattaa”nın müstakil bir âyet sayılıp sayılmaması ve az sayıdaki bazı âyetlerin başlangıç ve bitiş yerleri hakkında farklı görüşlerin bulunması sebebiyle Kur’ân-ı Kerîm’deki toplam âyet sayısı konusunda 6204, 6214, 6219, 6225, 6236 gibi kısmi görüş farklılıkları olmuştur. Ayrıca hakkında müşahhas bir tespit olmamakla birlikte yaklaşık olarak verilmiş bulunan 6666 sayısı söylem olarak yaygınlık kazanmıştır. Ancak asırlardan beri yazılan Mushaflardaki hâliyle toplam âyet sayısı, 6236’dır. Görüldüğü gibi âyet sayılarının farklı tespiti, yukarıdaki gerekçelerden kaynaklanmakta olup Kur’ân metninde fazlalık veya eksiklik olduğu anlamına gelmemektedir.
|
Kur'ân-ı Kerîm lafzen ve manen Allah kelamıdır.
|
Peygamberlerin Allah tarafından elçi olarak seçildiklerinin kanıtı, gösterdikleri mucizelerdir. Son ilahî kitap olan Kur'ân-ı Kerîm ise Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini kanıtlayan en büyük mucizedir. Kur'ân mucizesi, kıyamete kadar yaşayacak olan tüm insanlara hitap etmesi ve başka mucizelere ihtiyaç duymaksızın, tebliğ edilen mesajın bizzat kendisiyle muhataplarına meydan okuması bakımından diğer peygamberlerin mucizelerinden ayrılmaktadır. İsrâ suresinde Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer sözü olmayıp bizzat Allah katından indirildiği ve mucize olduğu hususu şu ifadelerle ortaya konulur: “De ki: “Hiç kuşkusuz, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve (bu konuda) birbirlerine destek olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.” (el-İsrâ, 17/88) İslâm âlimleri, Kur'ân’ın hangi açılardan mucize olduğunu ele almışlar; onun nazmının, manasının, fesahatinin, geçmiş ve gelecekten haber vermesinin, evrene, evrenin ve insanın yaratılışına dair indiği dönemde hiç kimsenin bilmeye imkânı olmayan bilgiler vermesinin mucize olduğunu ifade etmişlerdir. Kur'ân, geçmiş peygamberlerin hayatlarına ilişkin anlatımlarında, Câhiliye döneminin şiir ve kıssa örneklerinde eşi ve benzeri bulunmayan bir üslup ve anlatım tarzı kullanmıştır. Nitekim Arap dilinin nazım ve üslup özellikleri hakkında asgari düzeyde bilgisi olan insanlar bile Kur'ân metni ile Arap dilinde yazılmış diğer metinler arasındaki farkı hemen görürler. Kur'ân’ın bu eşsiz anlatımının ve diğer hususların birleştiği ortak nokta, onun bir benzerinin getirilemediği ve asla getirilemeyeceğidir. Birçok âyet-i kerîmede Kur'ân’ın Allah (c.c.) tarafından Hz. Peygamber’e (s.a.s.) Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla ve Arapça lafızlarla indirildiği açık bir şekilde ifade edilmiştir. “Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 12/2), “Şüphesiz bu Kur'ân âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Ruhulemin indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 26/192-195) âyetleri, konuya ilişkin örneklerden sadece birkaçıdır. (Ayrıca bkz. en-Neml, 27/6; Tâhâ, 20/113; ez-Zuhruf, 43/3 vd.) Ayrıca vahyin nüzulü esnasında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vahyedilenleri kaçırırım endişesiyle dilini depreştirerek kendisine gelen vahyi tekrarlamasını konu edinen aşağıdaki âyetlerde Hz. Peygamber’e indirilenin “kıraat/okumak” ile ifade edilmesi lafzın Allah’a aidiyetini açıkça göstermektedir: “Sana onun vahyi bitirilmeden önce Kur'ân’ı okumada acele etme.” (Tâhâ, 20/114) ve “(Resulüm! Vahiy geldiği zaman) onu alelacele almak için (bitmeden) dilini hareket ettirme. Şüphesiz onu (kalbinde) toplamak ve (sana) okutmak bize aittir. Onu (Cebrail vasıtasıyla sana) okuduğumuz zaman, onun okunuşunu takip et. Şüphesiz onu açıklamak da bize aittir.” (el-Kıyâmet, 75/16-19). Kur'ân’ın lafzen ve manen vahyedildiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu hususta herhangi bir müdahalede bulunamayacağı Kur'ân-ı Kerîm’de açıkça ortaya konulmuştur: “Onlara bir ayet getirmediğin zaman, ‘Sen bir tane yapsaydın ya’ derler. De ki: Ben ancak Rabbim tarafından bana vahyolunana uyarım. Bu Kitap inanan bir toplum için Rabbinizden hakikati gösteren deliller, hidayet rehberi ve rahmettir.” (el-A’râf, 7/203), “Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, âhirette bizim huzurumuza çıkacaklarına inanmayanlar, ‘Bundan başka bir Kuran getir veya bunu değiştir’ dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak, bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabına uğramaktan korkarım.” (Yunus, 10/15), “Böylece biz onu (Kur’an’ı) bir hüküm kaynağı olarak Arapça indirdik. Eğer sana bu ilim geldikten sonra onların arzularına uyarsan, andolsun ki Allah’ın cezasından seni koruyacak ne bir yardımcın ne de bir koruyucun olacaktır.” (er-Ra’d, 13/37), “Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalar, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz de buna mani olamazdınız.” (el-Hâkka, 69/44-47). Hiç kuşkusuz Kur'ân’ın özellikleri, onun hem Allah’ın vahyi hem de lafzı ve anlamı itibarıyla Hz. Peygamber’e verilmiş bir mucize olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu özellikleriyle Kur'ân, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde yazı ve ezber yoluyla hem sadırlarda hem satırlarda kayda geçirilerek daha sonraki kuşaklara, naklinde şüphe olmayacak şekilde tevâtüren ulaştırılmıştır. Sonuç olarak, Kur'ân-ı Kerîm’in âyetleri ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamaları Kur'ân’ın, Hz. Peygamber’e lafzı ve manasıyla Allah tarafından vahyedildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Asr-ı saâdetten günümüze kadar İslâm ümmetinin kabulü de bu şekildedir.
|
Kur’ân’da yer alan âyet ve sûrelerin tertibi nasıl yapılmıştır?
|
Hz. Peygamber (s.a.s.) inen âyetlerin, hangi sûrenin neresine konulacağını vahiy kâtiplerine bildirdiğinden dolayı (Ebû Dâvûd, Salât, 124; Tirmizî, Tefsîru’l Kur’ân, 10) Kur’ân’daki âyetlerin tertibinin vahye dayalı (tevkîfî) olduğu hususunda ittifak edilmiştir (Zerkeşî, el-Burhân, 1/353; Süyûtî, el-İtkân, 2/394; Zürkânî, Menâhilu’l-‘İrfân, 1/412). Âyetler, Medine döneminin son yıllarında Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Cebrail (a.s.) arasında Kur’ân’ın baştan sona karşılıklı olarak tilavetinde (mukâbele/arza) ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kıldırdığı namazlarda bu tertip ile okunmuş ve sahabe tarafından da aynı şekilde ezberlenmiştir. Daha sonra Kur’ân-ı Kerîm bu tertip ile Hz. Ebû Bekir’in halifeliği zamanında bir araya getirilmiş ve Hz. Osman döneminde de çoğaltılmıştır (Zerkeşî, el-Burhân, 1/331). Sûrelerin tertibi konusunda genel kabul, sûre tertibinin de tevkîfî olduğu şeklindedir. Hz. Peygamber'in Ramazan ayında Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrail ile karşılıklı tilavette bulunduğu (mukâbele/arza), son ramazanda da bu mukâbelenin iki defa tekrar edildiği (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 7 [4998]), bu karşılıklı okumalara Zeyd b. Sabit’in şahit olduğu rivâyet edilmektedir (Beğâvî, Şerhü’s-sünne, 4/525). Kur’ân’ın, Hz. Ebû Bekir döneminde toplanması (cem‘i) ve Hz. Osman zamanında çoğaltılması (istinsah) ile görevli komisyonların başkanlığına Zeyd b. Sabit’in getirilmesinde onun bu yetkinliğinin etkili olduğu söylenebilir. Sahabe döneminde yapılan bu cem’ ve istinsah faaliyetlerinde Kur’ân, elimizdeki mevcut tertibi üzere yazılmış ve çoğaltılmıştır. Bu iki faaliyet neticesinde ortaya çıkan mushafın tertibine sahabe döneminde hiçbir itiraz vaki olmamış ve sahabe bu tertip üzerinde icma etmiştir. Sahabe döneminden günümüze kadar Kur’ân hep aynı tertip üzere yazılmış olup farklı tertipler görülmemiştir.
|
Eski ve yıpranmış olan Mushaf, meal ve tefsir kitapları ne yapılmalıdır?
|
Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kelâm olduğu için ona karşı hürmetsizlik anlamına gelecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınılması gerekir. Bu itibarla eski ve yıpranmış olan Mushafların, lafza-ı celâlin (Allah lafzının) veya âyetlerin yazılı olduğu kitapların ve sayfaların imhasında da saygısızlık olarak değerlendirilebilecek davranışlardan uzak durulmalıdır. Hanefî ve Hanbelî âlimler eskimiş, yıpranmış veya okunamayacak hâlde olan Mushafları ya da Allah lafzının ve Kur’ân âyetlerinin yazılı olduğu kâğıtları ve kitapları toprağa gömmek gerektiğini belirtmişlerdir (Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtâr, 30; İbn Teymiyye, Mecmu‘u’l-Fetâvâ, 12/599; Buhûtî, Keşşâf, 1/137). Diğer bazı âlimler ise istifade imkânı kalmamış olan Mushafların, Hz. Osman’ın uygulamalarından hareketle Kur'ân'ın hürmetine uygun bir şekilde yakılabileceği görüşündedirler (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 3; Beyhakî, Şu‘abü’l-Îmân, 3/154; Zerkeşî, el-Burhân, 2/106; Süyûtî, el-İtkân, 2258). Bu yöntemlerin yanı sıra günümüzde Mushaflar, Kur'ân-ı Kerîm’in saygınlığına halel gelmeyecek şekilde geri dönüşüme gönderilebilir. Bu itibarla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın uygun göreceği bir usulle geri dönüşümde değerlendirilmek üzere Mushaflar, cami görevlilerine veya müftülüklere teslim edilebilir.
|
Kur’an-ı Kerim’i yavaş veya hızlı okumanın ölçüsü ne olmalıdır?
|
Kur’ân-ı Kerîm’in tilâveti başlı başına bir ibadettir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in tertîl üzere okunmasını istemiştir (el-Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Tertîl ise Kur’ân’ı, anlamını düşünerek, yavaş yavaş, harflerin mahreçlerine ve tecvid kurallarına dikkat ederek okumak anlamına gelir. Bu bağlamda Kırâat âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’in, tilâvetteki hız bakımından üç şekilde okunabileceğini ifade etmişlerdir. Okuyuştaki hızı ilgilendiren bu üç şekil ve özellikleri şunlardır: a) Tahkîk: Kur’ân tilâvetinde her harfin hakkını vermek, medleri gereği kadar (mertebelerine uygun bir şekilde) uzatmak, tutulması gereken yerleri tutarak; hareke, ihfâ, iklâb, ğunne vb. tecvid kurallarına riâyet ederek Kur’ân’ı okumaktır. Kırâatın en yavaş icra edildiği okuyuş şekli olan bu tarzda; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn üç elif, diğer medler ise dört elif uzatılarak okunur. Namazlardan sonra okunan aşr-ı şerifler genellikle bu usulle okunur. b) Hadr: Kur’ân-ı Kerîm’i tecvid kurallarına uymak şartıyla en hızlı okuyuştur. Bu okuyuşta; medd-i tabiî, medd-i munfasıl, medd-i ârız ve medd-i lîn bir elif (medd-i lînde sükûnü lâzım olan yerler iki elif), medd-i muttasıl iki elif ve medd-i lâzım iki-üç elif uzatılarak okunur. Teravih namazlarında genellikle bu usûl uygulanır. c) Tedvîr: Bu usûl, tahkîk ile hadr arasında orta yollu bir okuyuş şeklidir. Tedvîr ile okuyuşta; medd-i tabiî bir elif, medd-i lîn iki elif, medd-i muttasıl, medd-i munfasıl, medd-i ârız üç elif; medd-i lâzım ise dört elif miktarı uzatılarak okunur (bkz. Karaçam, Kur’ân-ı Kerîm’in Faziletleri, 176-178; Gülle, Tecvid, 451-454). Hatim ve mukâbelede genellikle bu usûl uygulanır. Bütün okuyuş usullerinde ihfa, iklab ve ğunneli idğamlar, bir harfin okunuşundan çok, iki harfin okunuşundan az yani bir elif miktarına yakın tutularak okunur (bkz. Gülle, Tecvid, 318, 327, 336, 343-344). Bu üç tilavet tarzının dışında bir de caiz olmayan okuma şekli vardır ki buna “hezreme” veya “tahlît” denir. Hadr’dan daha hızlı olan bu okuyuşta, harfler mahrecinden kayar, sıfatlarını kaybeder, harfler ve heceler birbirine karışır (Çetin, “Tilavet” DİA, 41/157; Pakdil, Ta’lim, 35-36). Sonuç olarak okuyucu, sahih olan bu üç tarzdan herhangi birine göre okuyabilir; hatta bir usulle okurken diğer okuyuş usûlüne de geçebilir.
|
Arapça’da ötreli harfin ü veya u seslerinden hangisiyle okunması gerekir?
|
Kur’ân-ı Kerîm Arapça indirilmiş olup Arap alfabesiyle yazılmıştır. Arap alfabesinin hepsi sessiz harflerden oluşmaktadır. Harfin seslendirilmesini ise altına veya üstüne konan harekeler/işaretler göstermektedir. Bunlar; üstün (fetha), esre (kesra) ve ötredir (damme). Ötre; kalın okunan harfleri “u” sesiyle, ince okunan harfleri ise “u” ile “ü” arası bir sesle okutur (Pakdil, Ta’lim, 108; Kaya, Elif-bâ, 19). Burada önemli olan, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in kırâatinde hangi harfin nasıl telaffuz edileceğini Kur’ân okumayı iyi bilen (fem-i muhsin) birinin ağzından dinleyerek öğrenmektir.
|
Sesli olarak okunan Kur’an-ı Kerim’i dinlemek zorunlu mudur; böyle bir durumda namaz kılınabilir mi?
|
Kur’ân okunduğu zaman Müslümanın onu dinlemesi gerekir. Çünkü “Kur’ân okunduğu zaman ona kulak verip dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-A'râf, 7/204) buyrulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm okunurken Müslümanların konuşmayı bırakıp onu dinlemeleri istenmekle birlikte bunun farz olup olmadığı, farz olması durumunda da bu hükmün mutlak olup olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazı âlimlerin görüşüne göre Kur’ân okunduğunda onu dinlemek her zaman farzdır. Bazılarına göre yukarıdaki âyet, farziyet değil tavsiye (nedb) anlamı taşımaktadır. Bazı âlimlere göre ise âyet, sadece namazda okunan Kur’ân’ı dinlemekle ilgilidir; namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemek ise müstehaptır (Ebussuûd, İrşâd, 3/310). Hanefî mezhebinde ise namaz dışında Kur’ân okunurken onu dinlemenin hükmü hakkında iki görüş vardır. Birine göre bu dinleme farz-ı ayn, diğerine göre ise farz-ı kifâyedir. Farz-ı kifâye olduğunu söyleyenlere göre, Kur’ân okunan yerde onu dinleyen birileri varsa diğerlerinden sorumluluk düşer. Ayrıca mezhepteki her iki görüşe göre de Kur’ân okunurken, bir mazeret sebebiyle onu dinleyemeyenler sorumlu olmazlar. Özellikle, çarşı ve iş yeri gibi mekânlarda insanlar kendi işleriyle uğraşırken birileri onların yanında Kur’ân okuyorsa, dinlemeyenlerin değil, okuyanın günahkâr olacağı ifade edilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/546). Buna göre, başkalarının dinlemesine mani olmadan camide veya başka bir mekânda sesli olarak Kur’ân okunurken bir kenarda namaz kılmakta sakınca yoktur.
|
Sabah namazı vakti çıktıktan sonra işrak vaktine kadar Kur’an-ı Kerim okumak, zikir ve dua gibi ibadetlerle meşgul olmak mekruh mudur?
|
Kur’ân okumak bir ibadettir. İbadetlerle ilgili hükümler; tevkîfî olduğundan, yani gerek farz oluş gerekçeleri gerekse uygulamalarının her yönüyle akılla bilinmesi mümkün olmadığından, Kur’ân ve sünnette haber verilen hükümlere tâbidir. Kur’ân okumanın yasaklandığı bir vakit, âyet ve hadislerde geçmediğinden dolayı, mutlak olarak bir vakitte Kur’ân okumanın yasak olduğunu söylemek mümkün değildir. Ancak kaynaklarda Kur’ân okumanın mekruh olduğu bazı özel durumlardan bahsedilmiştir. Bunlar; a) Namaz kılarken kıyamın dışındaki durumlarda, b) Cemaatle kılınan namazlarda imama uyulması hâlinde, c) Minberde okunan hutbeyi dinlerken, d) Uykulu olup, Kur’ân okumakta zorlanılması durumunda (bkz. Müslim, Salât, 207 [479]; Salâtü’l-müsâfirîn, 223 [787]; Merğinânî, el-Hidâye, 1/56). Hadislerde Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar oturduğu yerden kalkmadığı (Müslim, Mesâcid, 286-287 [670]) bazı rivâyetlerde bu oturuş esnasında Allah’ı zikrettiği rivâyet edilmiştir (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-sağîr, 2/293 [1189]). Buna binaen sabah namazından sonra Kur’ân okumak da dâhil olmak üzere zikir ile meşgul olmak mekruh değil, aksine müstehaptır.
|
Kur’ân’ı makamlı okumanın hükmü nedir?
|
Kur’ân okumak âyet ve hadislerde üzerinde hassasiyetle durulan ibadetlerdendir. Kur’ân’ı okumak (el-Kehf, 18/27), âyetleri üzerinde düşünmek (Sâd, 38/29) ve öğütlerine sımsıkı tutunmak (Âl-i İmrân, 3/103) yine Kur’ân’ın emridir. Âyet-i kerîmelerde Kur’ân’ın “tertîl” üzere okunması istenmiştir (el- Furkân, 25/32; el-Müzzemmil, 73/4). Bu nedenle İslâm âlimleri Kur’ân’ın tecvide riâyet ederek tane tane okunmasının gerekli olduğunu ifade etmişlerdir. Ayrıca bu okuyuş, Kur’ân’ı anlama amacı için en uygun okuma biçimidir (Suyûtî, el-İtkân, 2/638, 674). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hadislerinde Kur’ân’ı güzel sesle ve teğanni boyutuna ulaşmayan nağmelerle, ilahî kelamın vakarına uygun şekilde okumak teşvik edilmiştir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 19 [5023-5024]; Tevhîd, 32, 52 [7482, 7544]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 232-234 [792-793]). Nitekim bir hadis-i şerifte, “Kur’ân’ı seslerinizle süsleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu evbâbi’l-vitr, 20 [1468]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 176 [1342]) buyrulmuştur. Dolayısıyla tilâvet esnasında tevcid kurallarına riâyet edilerek makam yapılmasında dinen bir mahzur yoktur.
|
Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan mukabele dinlemekle hatim yapılmış olur mu?
|
Kur’ân hatmi, Kur’ân’ın başından sonuna kadar Arapça olarak okunmasıdır. Dolayısıyla bir kimsenin hatim yapmış olması için Kur’ân’ı bizzat tilavet etmesi gerekir. Televizyon, radyo veya başka bir cihazdan okunan mukâbeleyi takip etmek veya dinlemek de sevaptır.
|
Şifa niyetiyle Kur’ân okumak ve okutmak caiz midir?
|
Kişinin bedensel ve ruhsal rahatsızlıklardan ya da manevî sıkıntılardan kurtulması için tıbbi tedavi yöntemlerine başvurması esastır. Bunun yanında kişinin şifa niyetiyle Allah Teâlâ’ya dua etmesi de uygun olur. Bir âyet-i kerîmede Kur’ân’ın müminler için şifa ve rahmet olduğu ifade edilmektedir (el-İsrâ, 17/82). Dolayısıyla âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerde yer alan dualar şifa niyetiyle okunabilir. Rivâyetlerde sahâbenin şifa için Fâtiha sûresini okuduğu ve Resûlullah’ın da bunu onayladığı yer almaktadır (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]). Aslolan, Kur’ân’ı ve diğer duaları kişinin kendisinin okumasıdır. Bunun yanında kişi mümin kardeşinden de şifa için kendisine okumasını isteyebilir. Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı şifa vesilesidir. Bunu belli âyetlerle sınırlamak doğru değildir.
|
Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan “rukye” câiz midir?
|
Rukye, hastalık ve kötülüklerden korunmak veya kurtulmak amacıyla Kur’ân veya dua okuyup üfleme anlamında bir terimdir (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, 2/254.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “rky” md.). Bazı İslâm âlimleri rukyenin caiz olmadığı görüşünde ise de mezhep imamlarının da içinde bulunduğu âlimlerin çoğunluğu, konu ile ilgili bazı hadisleri delil göstererek, şirke ve istismara götürmemek şartıyla fayda ve zararın rukyeden değil de Allah’tan olduğuna inanılarak yapılan rukyede bir sakınca bulunmadığını belirtmişlerdir (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/206-208 [5741, 5743]; İbnü’l-Kayyım, et-Tıbbü’n-nebevî, 136-144; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/356). Şöyle ki Hz. Peygamber (s.a.s.), hem kendisine hem ziyaret ettiği bazı hastalara okuyup üflemiş, bazen de Hz. Âişe (r.a.) ona okuyup üflemiş ve eliyle mesh etmiştir (Buhârî, Merdâ, 20 [5675]; Tıb, 32, 39 [5735, 5748]; Müslim, Selâm, 46-51 [2191-2192]). Hz. Peygamber (s.a.s.), torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in şeytandan, zehirli haşerattan, kem gözlerden korunmaları için dua etmiş (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]), nazara, yılan ve akrep sokmasına karşı rukye yapılmasına izin vermiştir (Buhârî, Tıb, 33-37 [5736-5741]; Müslim, Selâm, 55-60 [2195-2198]). Yine Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hastalar için, اَللَّهُمَّ رَبَّ النَّاسِ مُذْهِبَ البَأْسِ اشْفِ أَنْتَ الشَّافِي لاَ شَافِيَ إِلَّا أَنْتَ شِفَاءً لَا يُغَادِرُ سَقَمًا. “Ey İnsanların Rabbi olan ve sıkıntıları gideren Allah’ım! Şifa ver, şifa veren Sensin. Senden başka şifa veren yoktur. (Bu hastaya) öyle bir şifa ver ki, (hasta üzerinde) hiçbir hastalık (izi) bırakmasın.” (Buhârî, Tıb, 38 [5742-5743]) diye dua ettiği bilinmektedir. Konuyla ilgili rivâyetler değerlendirildiğinde, Allah’ın izniyle şifa bulmak veya kötülüklerden korunmak amacıyla yapılan rukyelerin câiz, bunun dışında kalanların haram olduğu anlaşılmaktadır (Elmalılı, Hak Dini, 9/6388).
|
Kur’an okuma karşılığında ücret almak caiz midir?
|
Kur’ân-ı Kerîm okumak bir ibadettir. İbadet, dünyevî bir menfaat için değil, sadece Allah rızası için yapılır. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerîm’in para karşılığında okunması ve okunan Kur’ân karşılığında para verilmesi dinen caiz değildir. Böyle bir okumadan dolayı sevap da yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/60, İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/56). Bu sebeple bir kimsenin geçmişlerinin ruhuna bağışlamak üzere ücretle Kur’ân-ı Kerîm okutması, hatim indirtmesi yerine, bizzat kendisinin bildiği sûreleri okuması doğru olur. Şu kadar var ki pazarlık yapılmadan ve paradan söz edilmeden, Allah rızası için Kur’ân okumuş veya hatim indirmiş olan bir kimseye hediye olarak münasip bir bağışta (teberru) bulunmakta dinen sakınca yoktur. Ancak bir yörede okunan Kur’ân-ı Kerîm için para verilmesi örf hâline gelmiş ve her iki taraf da bu durumu biliyorsa, verilen para hediye değil ücrettir. Bu nedenle bu parayı almak helal olmaz.
|
Muska, dinî kitap ve üzerinde Allah yazısı olan takılarla tuvalete vb. yerlere girmek caiz midir?
|
Tuvalete girerken kişinin üzerinde Allah adının yazılı olduğu kâğıt, kitap veya Mushaf bulunması mekruhtur (Şürünbülâlî, Merâkı’l-felâh, 27). Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), yüzüğünün üzerinde “Muhammedün Resûlullah” ibaresi yazılı olduğu için tuvalete girmeden önce yüzüğünü çıkarırdı (Ebû Dâvûd, Tahâret, 10 [19]; Tirmizî, Libâs, 17 [1746]). Ancak bu yazılar açıkta değilse, örneğin cepte bulunuyorsa veya bir şeye sarılı ise bunlarla tuvalete girmek mekruh olmamakla birlikte imkân dâhilinde bundan da sakınmak daha uygun olur (Tahtâvî, Hâşiye, 54).
|
Abdestsiz olan bir kimse ezberden Kur'ân-ı Kerîm okuyabilir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’in, ezberden abdestsiz okunabileceği konusunda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Bununla birlikte Kur’ân, Allah’ın kelâmı olduğu için ezberden okunduğunda abdestli olunması tavsiye olunur (Nevevî, el-Mecmu‘, 2/69).
|
Kur’ân-ı Kerîm’i latin harfleriyle okumak doğru mudur ve bu şekilde hatim yapılabilir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından Arapça olarak indirilmiş ilahî kitaptır (bkz. Yûsuf, 12/2; Tâ-Hâ, 20/113). Her dilde olduğu gibi Arapçada da harflerin kendine özgü mahreçleri (çıkış yerleri) ve sıfatları (fonetik özellikleri) vardır. Ayrıca Arapçada yer alan bazı harflerin, Latin alfabesinde ses karşılığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur’ân’ın hatasız okunması ve harflerinin doğru telaffuz edilmesi için Arapça alfabe ile yazılmış olan Mushaf’tan okunması gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’in harflerinin ve kelimelerinin, Latin harfleri üzerinden okunmasına yönelik transkripsiyon işaretleri (“ẕ= ذ” , “ż = ض”, “ḫ = خ”, “ṭ = ط” gibi) kullanılsa bile bu durum hem okumayı güçleştirecek hem de harflerin yanlış telaffuz edilmesini tamamen engelleyemeyecektir. Harflerin yanlış telaffuz edilmesi ise mananın bozulmasına yol açabilir. Bu nedenle Kur’ân’ı, Latin harfleriyle okumak doğru olmayacağı gibi bu şekilde hatim yapılmış da olmaz. Bir müslümanın, namazı sahih olacak kadar Kur'ân’dan ezberinin olması gereklidir. Ayrıca namazın dışında da Kur’ân-ı Kerîm tilaveti bir ibadet olduğu için orijinal diliyle okunması esastır. Bu sebeple Kur’ân’ı Arapça lafzından okuyamayan kişilerin, Kur’ân tilavetinde uzman olan hocalardan eğitim almaya gayret etmeleri önemlidir.
|
Kurban ibadetinin mahiyeti ve hükmü nedir?
|
Sözlükte yaklaşmak, Allah’a (c.c.) yakınlaşmaya vesile olan şey anlamlarına gelen kurban, dinî bir terim olarak, Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasına ermek için ibadet maksadıyla, belirli şartları taşıyan hayvanı usûlüne uygun olarak kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban Bayramı’nda kesilen kurbana "udhiyye", hacda kesilen kurbana ise "hedy" denir. Akıl sağlığı yerinde, hür, mukim ve dinî ölçülere göre zengin sayılan mümin, İlâhî rızayı kazanmak gayesiyle kurbanını kesmekle hem Cenâb-ı Hakka yaklaşmakta, hem de maddî durumlarının yetersiz olması sebebiyle kurban kesemeyenlere yardımda bulunmaktadır. Bu ibadetin ruhunda Hakk’a yakınlık ve halka fedakârlıkta bulunma anlayışı vardır. Kurban, bir Müslümanın bütün varlığını, gerektiğinde Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunun bir nişanesidir. Mezheplerin çoğuna göre, udhiyye kurbanı kesmek sünnettir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/429). Hanefî mezhebinde ise tercih edilen görüş, kurbanın vacip olduğudur (Merğinânî, el-Hidâye, 8/146). Kurban, -fıkhî hükmü ne olursa olsun- Müslüman toplumların belirli simgesi ve şiarı sayılan ibadetlerden biri olarak asırlardan beri özellikle milletimizin dinî hayatında önemli bir yer tutmaktadır.
|
Kurbanın dinî dayanağı nedir?
|
Kurban, Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ve icmâ ile sabit bir ibadet olup hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (el-Hac, 22/28), “Her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık.” (el-Hac, 22/34). Sahih hadis kaynaklarında yer alan rivâyetlerde, Hz. Peygamber (s.a.s.), Kurban Bayramında Allah katında en sevimli ibadetin kurban kesmek olduğunu, kurbanın kesilir kesilmez Allah katında makbul olacağını ve kurban edilen hayvanın boynuzu, tırnağı da dâhil olmak üzere her şeyinin kişinin hayır hanesine yazılacağını ifade etmiştir (Tirmizî, Edâhî, 1 [1493]; İbn Mâce, Edâhî, 3 [3126]). Nitekim kendisi de kurbanın meşru kılınmasından itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kesmiştir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Ayrıca hicretin ikinci yılından günümüze kadarki süreçte Müslümanların kurban kesmeleri, bu konuda görüş birliği olduğunu da göstermektedir.
|
Kimler kurban kesmekle yükümlüdür?
|
Kurban kesmek, akıl sağlığı yerinde, büluğa ermiş, temel ihtiyaçları ve borçlarından başka nisap miktarı mala sahip olup seferi olmayan her Müslümanın yerine getirmekle yükümlü olduğu malî bir ibadettir. Bu malın artıcı (nâmî) olup olmadığına ve üzerinden bir yıl geçip geçmediğine bakılmaz. Buna göre yukarıda zikredilen şartları taşıyıp, temel ihtiyaçlarından ve borcundan başka 80,18 gr. altın veya değerinde para ya da eşyaya sahip olan kimselerin kurban kesmesi gerekir.
|
Günümüzde kurban ibadetiyle yükümlü olmak için gümüşün nisabını ölçü almak uygun mudur?
|
Aşırı derecede değer kaybeden gümüşün günümüz şartlarında nisap konusunda ölçü olma niteliğini yitirdiği bir gerçektir. Nisap miktarında gümüş ölçü alındığı takdirde zekât alabilecek durumdaki kimseler, zekât yükümlüsü hâline geleceklerdir. Bu itibarla zekât ve kurban gibi ibadetlerin sorumluluğunu belirlerken altının ölçü alınması daha uygundur. Bu bakımdan kurban kesmeyi vacip kılan zenginliğin dinî ölçüsü, ister artıcı (nâmi) olsun isterse olmasın kişinin borçları ve temel ihtiyaçları dışında 80,18 gr. (20 miskal) altına ya da bunun değerinde para veya mala sahip olmasıdır. Bu miktar mala sahip olmayan kişi kurban kesmek zorunda değildir.
|
Ailede zengin olan karı-kocadan her birinin ayrı ayrı kurban kesmesi gerekir mi? Evde aile reisinin kurban kesmesi ile zengin olan öteki aile fertlerinden kurban vecibesi düşer mi?
|
İbadetlerde yükümlülük ve bu yükümlülüğün bir neticesi olan ceza ve mükâfat bireyseldir. İslâm’a göre aile fertleri arasında mal ayrılığı esası vardır. Yani ailenin her bir ferdinin kendisine ait malı olabilir. Bu itibarla aile fertlerinden karı, koca ve yetişkin çocuklardan kimin borcu ve temel ihtiyaçları dışında 80.18 gr. (20 miskal) altını veya bu miktar altın değerinde parası veya nâmî (artıcı) olmasa bile nisaba ulaşan fazla malı ve eşyası varsa, o kimse zengin sayılır. Aile fertlerinden bu şartları taşıyanlar, fıtır sadakası vermekle mükellef oldukları gibi Kurban Bayramı’nda da Hanefîler'e göre kurban kesmekle yükümlüdürler (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/312-316). Şâfiî mezhebine göre ise aile için bir kurban kesmek sünnet-i kifâyedir. Dolayısıyla aileden birisinin kurban kesmesi ile hepsi için sünnet yerine gelmiş olur (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/384; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 6/123). Bu görüş asgarî derecede nisâba sahip olan aileler için daha uygundur.
|
Yolcunun kurban kesmesi gerekir mi?
|
Yolcu (seferî), kurban kesmekle mükellef değildir (el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 576). Ancak kesmesi hâlinde sevabını kazanır. Kişi, kurbanını ikamet ettiği yerde kesebileceği gibi, bayram dolayısıyla veya başka bir sebeple gitmiş olduğu yerde de kesebilir. Seferî olması, kurban kesmesine ve kestiği kurbanın makbul olmasına engel değildir. Seferî iken kurban kesenler; bayram günleri içinde memleketlerine dönerlerse, yeniden kurban kesmeleri gerekmez. Kurban bayramının başında mukim iken kurban kesmeden bayram günlerinde sefere çıkana da vacip olmaz. Sefer hâlinde iken kurban kesmeyip de bayram günlerinde memleketlerine dönenlerin kurban kesmeleri gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 63). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere kurbanın sünnet olduğu görüşünde olanlara göre, seferîlik durumunda da aynı hüküm geçerlidir (Nevevî, el-Mecmû‘, VIII, 383).
|
Kurban kesim vakti ne zaman başlar ve biter?
|
Kurban kesim vakti, bayram namazı kılınan yerlerde bayram namazı kılındıktan sonra; bayram namazı kılınmayan yerlerde ise fecirden (sabah namazı vakti girdikten) sonra başlar. Hanefîler'e göre bayramın 3. günü akşamına kadar devam eder (Merğinânî, el-Hidâye, 7/154). Bu süre içinde gece ve gündüz kurban kesilebilir. Ancak kurbanların gündüz kesilmesi daha uygundur. Şâfiîlere göre ise bayramın 4. günü gün batana kadar kurban kesilebilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/383; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/436).
|
Kurban keserken nelere dikkat edilmelidir?
|
Kurban keserken aşağıdaki hususlara dikkat edilmelidir: a) Usûlüne göre bir kesim yapmış olmak için hayvanın yemek ve nefes borularıyla, iki atardamarından en az birinin kesilmesi gerekir. Bu şekilde yapılan bir kesim sırasında, kanın akıp boşalmasını beklemeden hayvanın omuriliğinin hemen kesilmesi mekruhtur. Bu konuda etlik kesim ile kurbanlık kesim arasında bir fark yoktur. b) Hayvanın canı çıkmadan başının gövdesinden ayrılmamasına ve derisinin yüzülmesi gibi diğer işlemlere başlanmamasına özen gösterilmelidir. c) Kurban edilecek hayvana acı çektirilmemeli ve eziyet edilmemelidir. Bu nedenle hayvanlar ehil kişiler tarafından kesilmeli ve boğazlama işlemi süratli bir şekilde yerine getirilmelidir. d) Çevre temizliği için gerekli tedbirler alınmalıdır. e) Hayvanların bir diğerinin kesimini görecek şekilde yan yana bulundurulmamalarına azami özen gösterilmelidir.
|
Kurban keserken Allah’ın isminin anılmasının, besmele çekilmesinin hükmü nedir? Kesim sırasında hangi dualar okunabilir?
|
İster kurban niyetiyle olsun ister başka bir amaçla olsun hayvan kesilirken besmele çekilmesi gerekir. Hayvanın kesimi esnasında besmele kasten terk edilirse, o hayvanın eti Hanefîler'e göre yenmez. Ancak kasıtsız ve unutularak besmele çekilmezse, bu hayvanın eti yenir (Kâsânî, Bedâî‘, 5/46-47; İbn Nüceym, el-Bahr, 8/190-191). Şâfiîlere göre besmele çekilmese de kesilen hayvanın eti yenir (Mâverdî, el-Hâvî, 15/95). Kurban kesilirken “Bismillahi Allahü ekber” denilir ve şu âyetler okunabilir: قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ. “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim/kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim.” (el-En'âm, 6/162-163), إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ. “Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (el-En'âm, 6/79).
|
Kurbanlık hayvanı elektrik veya narkozla bayıltarak kesmek caiz midir?
|
Dinimiz, tüm canlılara iyi davranılmasını emretmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), kesim esnasında hayvana eziyet edilmemesini istemiştir (bkz. Müslim, Sayd, 57 [1955]). Kurbanın bilinen klasik yöntemle kesilmesi asıldır. Bununla beraber kurbana fazla eziyet vermemek (ölüm acısını azaltmak) maksadıyla, kesim esnasında hayvanın elektrik şoku, narkoz veya benzeri bir yöntemle bayıltılarak kesilmesi caizdir. Ancak hayvanın bayıltıldıktan sonra ölmeden boğazından kesilmesi gerekir. Hayvan henüz kesilmeden, şok etkisiyle ölürse, kurban olmayacağı gibi eti de yenmez (DÎYK 24.02.2010 tarihli karar; bkz. Mecma’u’l-Fıkh, Karârât ve Tevsıyât, 28 Haziran-3 Temmuz 1997 tarihli Karar, 314-318). Zira kurbanlık veya etlik hayvanın yenilmesinin caiz olabilmesi için kesim esnasında hayvanın canlı olması gerekir.
|
Akîka kurbanı nedir?
|
Yeni doğan çocuk için şükür amacıyla kesilen kurbana, “akîka” adı verilir. Akîka kurbanı kesmek sünnettir. İbn Abbas’tan (r.a.) rivâyet edildiğine göre Resûlullah (s.a.s.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin için akîka kurbanı kesmiş (Ebû Dâvûd, Edâhî, 21 [2841]; Nesâî, Akîka, 3 [4219]), bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Her çocuk (doğumunun) yedinci gününde kendisi için kesilecek akîka kurbanı karşılığında bir rehine gibidir. Akîka kurbanı kesildikten sonra çocuğun başı tıraş edilir ve ona isim verilir.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 20-21 [2837-2838]; Tirmizî, Edâhî, 21 [1522)]). Bu açıdan akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden buluğ çağına kadar kesilebilirse de doğumunun yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir. Aynı günde çocuğa isim verilmesi ve saçı ağırlığında altın veya değeri miktarınca sadaka verilmesi müstehaptır (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/14-16).
|
Şükür kurbanı ne demektir?
|
Herhangi bir vesileyle Allah’a (c.c.) şükretmek için kesilen kurbana şükür kurbanı denir. Bir kimse arzu ettiği bir amaca ulaşması veya bir nimete nail olması sebebiyle şükür kurbanı kesebilir. Böyle bir nimeti elde eden kişinin, adakta bulunmadığı sürece, kurban kesmesi zorunlu değildir. Şükür kurbanı adak hükümlerine tabi değildir. Dolayısıyla şükür kurbanının etinden, kesen kişi dâhil herkes istifade edebilir.
|
Ölü kurbanı diye bir kurban çeşidi var mıdır?
|
Dinimizde ölü kurbanı veya kabir kurbanı diye bir kurban çeşidi yoktur. Ancak sevabı ölüye bağışlanmak üzere kurban kesilebilir. Ayrıca kurban borcu olup, hayatta iken vasiyet eden kişinin bıraktığı miras yeterli ise mirasçıları tarafından vasiyetinin yerine getirilmesi gerekir. Tâbiînden olan Haneş’ten rivâyet edildiğine göre o şöyle demiştir: “Ben Ali’yi (r.a.) iki koçu (birden) kurban ederken gördüm de kendisine; ‘Bu da nedir?’ diye sordum. ‘Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.’ cevabını verdi.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]). Bu rivâyette Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez. Buna göre vasiyeti yoksa ölen kimseler için mirasçılarının kurban kesmeleri gerekmez. Ancak bir kimse, sevabını ölmüş bulunan anne veya babasına yahut diğer yakınlarına bağışlamak üzere, çeşitli hayır kurumlarına, fakir ve muhtaç kişilere bağışta bulunabileceği gibi kurban da kesebilir. Ölenin kendisi için kurban kesilmesine dair vasiyeti yoksa kesen kimse, bu kurban etini fakirlere yedirebileceği gibi kendisi ve zenginler de yiyebilir. Ancak ölen kişinin vasiyeti varsa, tamamen fakirlere yedirilmesi veya dağıtılması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/326).
|
Kişiler bir araya gelerek Hz. Peygamber adına kurban kesebilirler mi?
|
Dinimizde böyle bir uygulama yoktur. Bunun, yapılması gereken bir ibadet gibi görülmesi caiz değildir. Çünkü Allah'ın (c.c.) emretmediği ve Resûlü’nünden (s.a.s.) de nakledilmeyen bir uygulamayı ibadet gibi telakki etmek ve ona dinîlik vasfı vermek bidattir. Her bidat da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) nitelemesiyle dalalettir (Müslim, Cum‘a, 43 [867]). Hz. Ali’den rivâyet edilen “Resûlullah (s.a.s.) (sağlığında) kendi yerine bir kurban kesmemi vasiyet etti. İşte ben de onun yerine kurban kesiyorum.” (Ebû Dâvûd, Edâhî, 2 [2790]; Tirmizî, Edâhî, 3 [1495]) şeklindeki haber, bu uygulamaya delil olamaz. Çünkü Hz. Ali, kurbanı kesme gerekçesi olarak Hz. Peygamber’in kendisine bunu vasiyet etmesini göstermiştir. Dolayısıyla bu hadis, eğer vasiyeti yoksa ölü adına kurban kesileceğine delalet etmez.
|
Hz. Peygamber bizzat kurban kesmiş midir?
|
Kurban ibadeti hicri ikinci yılda meşru kılınmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) de bu yıldan itibaren vefat edinceye kadar her yıl kurban kestiği bilinmektedir (Tirmizî, Edâhî, 11 [1506-1507]; bkz. Buhârî, Hac, 117, 119 [1712, 1714]; Müslim, Edâhî, 17 [1966]). Hz. Peygamber (s.a.s.), Veda Haccı’nda yüz deve kurban etmiştir. Hz. Ali, “Peygamber (s.a.s.) yüz deve kurban etti. Etlerini dağıtmamı emretti, ben de dağıttım.” (Buhârî, Hac, 122 [1718]) demiştir. Hz. Enes’ten (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) siyah-beyaz benekli iki koçu besmele ve tekbir ile bizzat kestiği rivâyet edilmektedir (Buhârî, Edâhî, 9 [5558]; Müslim, Edâhî, 17-18 [1966]).
|
Vekâlet yoluyla kurban kesilebilir mi? Kişinin bulunduğu şehir veya ülke dışında vekâletle kurban kestirmesinin hükmü nedir?
|
Kişi, kurbanını bizzat kesebileceği gibi vekâlet yoluyla başkasına da kestirebilir. Zira kurban, hac ve zekât gibi mal ile yapılan bir ibadettir; mal ile yapılan ibadetlerde ise vekâlet caizdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/67; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/21; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 8/132). Nitekim Hz. Ali’nin (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (kendisi adına) develer kesilirken başında durmamı, derilerini ve sırtlarındaki çullarını paylaştırmamı emretti ve onlardan herhangi bir şeyi kasap ücreti olarak vermeyi bana yasakladı ve ‘kasap ücretini biz kendimiz veririz’ buyurdu. ” (Müslim, Hac, 348-349 [1317]; bkz. Buhârî, Hac, 120-122 [1716-1718]). Vekâlet, sözlü veya yazılı olarak ya da telefon, internet, faks ve benzeri iletişim araçları vasıtasıyla verilebilir. Vekil tayin edilen kişi veya kurum aldığı vekâleti gereği gibi yerine getirmelidir. Kurbanın yurt içinde başka bir ilde ya da yurt dışında kesilmesinde sakınca bulunmamaktadır. Kurban fiyatlarının kesilen ülkeye göre az veya çok olması bu durumu değiştirmez. Ancak yaşadığı yerde muhtaç ve fakirler varsa kişinin, kurbanını orada kesip dağıtması daha uygun olur. Çünkü kişinin yaşadığı yerdeki fakirlerin ve komşuların onun üzerinde hakları vardır.
|
Abdestsiz olarak kurban kesilebilir mi?
|
Kurban ibadeti, gerekli şartları taşıyan bir hayvanı, kurban niyetiyle kesmekle gerçekleşir. Kurban ibadetinin geçerli olması için kesenin abdestli olması şartı yoktur. Bununla birlikte kurban Allah’a yakınlaşma aracı olduğu için bu ibadeti yerine getirirken abdestli olmak daha faziletlidir.
|
Müslüman olmayan kişinin kestiği kurbanın eti yenir mi?
|
Eti yenen hayvanların etlerinin helal olması için, hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve temyiz gücüne sahip, müslüman veya ehl-i kitaptan olması gerekir. Ehl-i kitaptan olmayan mecûsî, putperest veya ateistin kestiği hayvanın eti helal değildir. Bunların kestiği hayvan da kurban olmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 229; el-Fetâva’l-Hindiyye, V, 370; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 474).
|
Kredi kartıyla kurban satın almak caiz midir?
|
Kurban kesmekle mükellef olan şahıs, kurbanlık hayvanı nakit olarak alabileceği gibi kredi kartıyla tek çekim veya vadeli olarak da alabilir. Bu bağlamda bedelin kredi kartıyla ödenmesi kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak kredi kartı borcunu, ödeme tarihinde ödemek ve gecikmeden kaynaklanan faizli işleme düşmemek gerekir. Kredi kartıyla vadeli olarak kurban alırken, vadeyi bankanın uygulaması hâlinde ilave bir ücret ödenirse kesilen kurban geçerli olmakla birlikte, faizli işlem sebebiyle ayrı bir günah söz konusu olacağı için bundan sakınmak gerekir.
|
Banka kredisiyle kurban kesilebilir mi?
|
Kurban kesmek, âkil (akıl sağlığı yerinde), bâliğ (ergen), dinen zengin sayılacak kadar mal varlığına sahip ve mukim olan bir Müslümanın yerine getireceği malî bir ibadettir (Merğinânî, el-Hidâye, 7/146). İster vacip isterse nâfile olarak kurban kesecek kimse, kurbanını peşin satın alabileceği gibi borçlanarak da satın alabilir. Bu, kurbanın sıhhatine engel teşkil etmez. Ancak faizli borç alması durumunda faiz verme yasağını işlediği için günaha girmiş olur (bkz. el-Bakara, 2/275-279; Buhârî, Büyû‘, 25 [2086]; Müslim, Müsâkât, 105-106 [1597-1598]). Kendi imkânlarıyla kurban kesemeyecek olanların böyle yöntemlere başvurmaları dinen uygun değildir.
|
Taksitle kurban alınabilir mi?
|
Kurban ibadetinin geçerli olması için kişinin, ibadet amacıyla kendi mülkiyetinde bulunan belirli nitelikleri haiz bir hayvanı kesmesi gerekir. Mülkiyet ise hayvanı bizzat yetiştirme, hibe veya miras yolu ile olabileceği gibi satın alma yolu ile de gerçekleşebilir. Bu itibarla, taksitlendirme yolu ile satın alınan bir mal da alıcının mülkiyetine geçtiği için kurban kesmesini gerektirecek mali imkâna sahip olan kişinin bu yolla aldığı hayvanı kurban etmesinde bir sakınca yoktur.
|
Gayrimeşru yolla kazanılan parayla kurban kesilebilir mi?
|
İslâm dini, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yollardan sağlamalarını emreder. Gayrimeşru ve haram yollarla elde edilen kazanç ile ibadetler yerine getirilemez. Dolayısıyla bu kazanç ile kurban ibadetini yerine getirmek caiz değildir. Malını haram yoldan kazanan kişi, eğer onun gerçek sahibini tespit edebiliyorsa bu malı ona iade etmelidir. Eğer tespit edemiyorsa bu durumda onu ihtiyaç sahiplerine vererek elinden çıkartmalıdır.
|
Bir kimsenin, oğlunun veya bir başkasının bağışladığı para ile kurban alıp kesmesi durumunda bu, kurban sayılır mı?
|
Oğlu veya başkası tarafından kendisine bağış yapılan kimse bu paranın sahibidir. Bağışlanan bu parayı dilediği gibi harcayabilir. İster başka ihtiyaçları için sarf eder, isterse kurbanlık alıp kesebilir. Kesilen bu hayvan, kurban yerine geçer.
|
Bir özür sebebiyle vaktinde kesilemeyen kurbanların fakir ve zengin için hükmü nedir?
|
Kurban kesme niyetiyle hayvan almış, fakat Kurban Bayramı günlerinde kurbanı kesememiş fakir kimse, bu hayvanı canlı olarak tasadduk eder. Bayram günlerinde kurban kesemeyen zengin kimsenin ise kurbanlık satın alıp almadığı dikkate alınmaksızın bir kurbanlık hayvanın kıymetini yoksullara sadaka olarak vermesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358).
|
Kurban edilecek hayvanlar hangi nitelikleri taşımalıdır?
|
Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı, organları tam ve besili olması, hem ibadet açısından hem de sağlık bakımından önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, kesileceği yere gidemeyecek derecede topal, bir veya iki gözü kör, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırık, dili, kuyruğu, kulakları ve memelerinin yarısı kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, şaşı, hafif topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, memelerinin yarıdan daha azının olmaması, kurban edilmesine engel değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/75-76). Buna göre hayvanın değerini düşürücü nitelikteki kusurlar kurbana engeldir. Şâfiî mezhebinde, genel olarak yukarıda sayılan kusurlardan birinin bulunması, bir hayvanın kurban olmasına engel teşkil ettiği gibi uyuz olan hayvanlar ile yem yemesini engelleyecek derecede dişlerinin bir kısmı dökülmüş olan hayvanların da kurban edilmesi caiz değildir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/399-404).
|
Kurbanlık hayvanların yaşlarında aranacak olan asgari sınır nedir?
|
Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından yapılmıştır (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bunun yanında deve, sığır ve keçinin, koyuna kıyaslanarak besili olması hâlinde söz konusu yaşları doldurmadan kurban olabileceği söylenemez. Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur.
|
Sığırların iki yaşına gelmeden kurban edilmesi caiz olur mu?
|
Kurbanlık hayvanların yaş sınırı, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti ile tespit ve tayin edilmiştir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]). Buna göre kamerî yıl esasına uygun olarak, devede 5; sığır ve mandada 2; koyun ve keçide ise 1 yaşını doldurma şartı aranır. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir. Koyunlardaki bu istisna bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından şöyle buyrularak yapılmıştır: “Yıllanmış (kurbanlık yaşını tamamlamış) hayvanlardan kurban kesin. Eğer bulmakta zorluk çekerseniz bir ceze’a (altı ayını doldurmuş gösterişli kuzu) kesin.” (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). Bu istisnanın hadiste ifade edildiği şekilde sadece koyunlara mahsus olduğu konusunda İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu görüş birliği içindedirler. Evzâî gibi bazı âlimler ise bu hükmün keçi, sığır ve deve cinsi için de söz konusu olduğunu belirtmiştir (Nevevî, Şerhu Müslim, 13/117-118 [1963]). Günümüzde Evzâî’nin görüşüne uygun olarak bu hükmün başka hayvanlar için de geçerli olabileceğini savunanlar olsa da bu görüşün kuvvetli bir delili yoktur. Çünkü kurban kesmek bir ibadettir. İbadetlerde ise akıl/ictihad değil, nakil/nass esastır. Hakkında açık delil bulunan meselelerde akıl yürütmek söz konusu değildir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/69; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/322). Nitekim bir yaşına varmamış ama yetişkin olan oğlağını kurban etmek isteyen bir kimseye Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sen onu kurban et! Fakat senden başkası için yeterli olmaz.” (Buhârî, Edâhî, 8 [5556-5557]) buyurmuştur. Bu itibarla, gelişmiş olmakla birlikte şart koşulan yaşı doldurmayan hayvanların, koyun örneğine kıyas edilerek kurban edilebileceği şeklindeki bir yaklaşım isabetli görülmemektedir.
|
İki yaşını bitirmeyen ancak kapak atmış olan sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilmeleri caiz midir?
|
Sığır cinsi büyükbaş hayvanların kurban edilebilmesi için en az iki kamerî yaşlarını bitirmeleri gerekir (Müslim, Edâhî, 13, 15-16 [1963, 1965]; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/18). Buna göre iki yaşını bitirdikleri kesin olarak bilinen sığır cinsi büyükbaş hayvanların dişlerinin kapak atmaması, bu hayvanların kurban olmalarına engel olmaz. Yine dişleri kapak attığı hâlde henüz iki kamerî yaşını doldurmamış olan büyükbaş hayvanlar da kurban olarak kesilemezler. Ancak doğumu kesin olarak bilinmeyen sığır cinsi büyükbaş hayvanlar için kapak atma denilen iki ön dişin çıkması, o hayvanın kurban edilebilmesi için bir ölçü olarak kabul edilebilir.
|
Kulağı kesik veya delinmiş hayvanlar kurban olur mu?
|
Bir hayvanın kurban edilebilmesi için o hayvanda insanlar arasında kusur sayılan ayıplardan birinin bulunmaması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), kurbanlıkların göz ve kulaklarının sağlam olmasına dikkat edilmesini istemiştir (Ebû Dâvûd, Edâhî, 6 [2802-2803]). Buna göre, kulağının yarıdan fazlası kesik olan hayvan, kurban olmaya elverişli değildir. Hayvanın bir kulağının delik veya yırtılmış olması durumunda; eğer delikler ve yırtıklar kulağın yarıdan fazlasını teşkil ediyorsa, böyle bir hayvan kurban edilemez. Bu ölçüye varmayan kesikler, delikler ve yırtıklar ise hayvanın kurban olmasına engel değildir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/358; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/323-324).
|
Kuyruksuz veya kuyruğu kesik koyunlar kurban edilebilir mi?
|
Doğuştan kuyruksuz olan veya besili olması için küçük yaşta kuyrukları boğulmak suretiyle düşürülen koyunların kurban edilmelerinde bir sakınca yoktur. Ancak bir kaza ile değerini azaltacak şekilde kuyruğunun tamamı veya yarısından çoğu kopan hayvanın kurban edilmesi caiz değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 9/514-515).
|
Kısırlaştırılmış hayvanlar kurban edilebilir mi?
|
Çeşitli amaçlarla kısırlaştırılmış veya hadım hâle getirilmiş hayvanlar, kurban olarak kesilebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/80). Bu durum kurban açısından herhangi bir eksiklik oluşturmaz.
|
Memeleri kusurlu olan hayvan kurban edilebilir mi?
|
Hayvandan beklenen bir menfaati tümüyle yok eden kusurlar, onun kurban olmasına engeldir. Buna göre ister doğuştan ister sonradan memelerinin yarısı olmayan hayvan kurban olmaz. Aynı şekilde bir hastalığa dayalı olarak memelerinin yarısının sütü kesilen hayvan da kurban olmaz. Fakat bir hastalığa bağlı olmaksızın sütü kesilen hayvanın kurban edilmesinde bir sakınca yoktur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/298-299; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/325-326).
|
Doğuştan boynuzu olmayan veya boynuzları kırık olan ya da doğumdan sonra boynuzları elektrikle köreltilen hayvanlar kurban olarak kesilebilir mi?
|
Kurbana engel olan ayıplar, hayvanın emsali arasında kıymetini azaltan kusurlardır. Zararsız şekilde ve daha iyi gelişmesi maksadıyla boynuzlarını özel olarak yapılan ameliyelerle köreltmek, hayvanların kıymetini düşüren ayıplardan değildir. Bu itibarla, doğuştan boynuzsuz hayvanların kurban olarak kesilmesi caiz olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359), küçükken yapılan müdahale ile boynuzlan kesilerek, elektrik veya kimyasal yolla boynuzu yakılarak ya da benzeri işlemlere tabi tutularak boynuzsuzlaştırılan hayvanların kurban olarak kesilmesinde de bir sakınca yoktur.
|
Kesimden önce kusuru tespit edilemeyen bir hayvanın, kurban edildikten sonra hasta olduğunun anlaşılması ve etinin yenilmeyeceğine dair uzmanlarca karar verilmesi hâlinde, kurban dinen geçerli midir?
|
Satın alınırken kurbana engel bir kusuru olan hayvan kurban olarak kesilemez. Hayvan kusursuz olarak satın alındıktan sonra alıcının elinde iken kurban olmaya engel bir kusuru ortaya çıkarsa bu durumda kişi zenginse yeni bir hayvan alıp keser. Yoksulsa yeni bir hayvan alıp kesmesine gerek yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/359; Kâsânî, Bedâi‘, 5/76). Kurbanlık hayvanın hasta olduğu, kesildikten sonra ortaya çıkmış ve sağlık sebebiyle etinin imha edilmesi gerekmiş ise bu durumda kurban ibadeti yerine getirilmiş olur. Bununla birlikte kurban kesiminden sonra satıcıya rücu edilip kurban bedelinin geri alınması hâlinde, alınan bedel tasadduk edilir. Şâyet kurban bedeli satıcıdan geri alınamamışsa, kişinin yeniden bir kurban kesmesi gerekmez.
|
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hakkında bilgi verir misiniz?
|
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır. Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır. Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır. İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır. Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır. Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir: - Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez. - Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler. Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır.
|
İslam miras hükümlerine uymamanın sorumluluğu var mıdır?
|
Müslümanın, Yüce Allah’ın koymuş olduğu hükümlere uyması gerekir; aksi takdirde manen sorumlu olur. Mirasla ilgili hükümler de bunlardan biridir. Dolayısıyla, varislerin haklarına düşene rıza göstermeleri ve diğerlerinin haklarına tecavüz etmemeleri gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de mirasla ilgili hükümler bildirildikten sonra devamla şöyle buyurulur: “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere koyar.” (en-Nisâ, 4/13). Şu kadar var ki varisler, miras ile ilgili âyetleri inkâr etmemek ve miras hükümlerini adaletsiz bulmamak kaydıyla mirası kendi aralarında rızaya dayalı olarak diledikleri gibi paylaşma hakkına da sahiptirler. Bu durumda, Allah’ın mirasla ilgili olarak koymuş olduğu hükümlere muhalif davranmış olmazlar.
|
Mirası paylaşmayı geciktirmek sakıncalı mıdır?
|
Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar, gerekli işlemlerden sonra derhal mirasçılarına intikal edeceğinden (en-Nisâ, 4/11-12; Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]), mirasın mirasçılar arasında hemen bölüşülmesi veya bölüşünceye kadar gelirlerinin hak sahipleri arasında hisselerine göre taksim edilmesi gerekir. Aksi takdirde diğer hak sahiplerinin haklarına tecavüz edilmiş olur. Çünkü hisse sahiplerinin, mirasın kendi hisselerine düşen kısmında her türlü tasarrufta bulunma ve gelirini alma hakları vardır.
|
Ölen kimsenin anne-babasının mirastaki payı nedir?
|
Anne, ölen çocuğuna her durumda mirasçı olur (en-Nisâ, 4/11; Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94). Ancak ne kadar miras alacağı diğer mirasçıların paylarıyla birlikte hesaplandığında ortaya çıkar. Nitekim âyette; “Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır.” (en-Nisâ, 4/11) buyrulmuştur. İslâm miras hukukuna göre annenin mirasta üç hâli vardır: a) Anne, ölenin oğlu, kızı, bunların oğlu ve kızı; hangi taraftan olursa olsun ölenin birden fazla kardeşiyle bulunursa altıda bir alır. b) Bunlar bulunmazsa anne, üçte bir alır. c) Bir tarafta baba, öbür tarafta koca veya karı ile beraber bulunursa karı ya da koca, hisselerini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır. Babanın da üç durumu vardır: a) Baba, ölenin oğlu veya oğlunun oğlu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır. b) Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilave olarak payları Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilenlerden (ashâb-ı ferâiz) artanı alır. c) Bu iki grup mirasçı bulunmadığında asabe olur. Başka mirasçı yoksa terekenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır.
|
Kadının mirastaki durumu nedir?
|
İslâm, koyduğu malî hükümlerde genel olarak külfet-nimet dengesini gözetmiştir. Miras hukuku da buna dâhildir. Evlilik esnasında erkeğe, evleneceği kadına mehir vermesi emredilmiş, evlilikten önce kadının nafakası baba ve kardeşlerine, evlilik süresince de kocasına yüklenmiştir. Bu ve benzeri yönlerden bakılınca kadınların miras konusunda haksızlığa uğratılmadıkları anlaşılır. Kadının mirastan alacağı pay, vefat eden kimseye olan akrabalık derecesine göre değişir: a) Vefat eden kimsenin kızı olarak kadın: Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda kardeşinin aldığı payın yarısını, erkek kardeşi yoksa ve kız tek ise mirasın yarısını alır. Kızlar birden fazla olduklarında ise mirasın üçte ikisini alırlar (en-Nisâ, 4/11). Üçte ikisini aralarında eşit olarak paylaşırlar. b) Vefat edenin oğlundan torunu olarak kadın: Vefat edenin çocukları yoksa tek olması hâlinde oğlundan olan kız torun mirasın yarısını alır. Birden fazla olmaları hâlinde ise mirasın üçte ikisini alırlar. Erkek kardeşleri ile beraber bulunduğunda mirası ikili birli paylaşırlar. Vefat edenin bir öz kızı ile bulunduğunda mirasın altıda birini alan kız torun, vefat edenin oğlu ile bulunduğunda ise mirastan pay alamaz. c) Vefat edenin anne-baba bir kız kardeşi olarak kadın: İlk üç hâli vefat edenin kızı gibidir. Vefat edenin kızı veya kızlarıyla beraber olunca kız/kızlar hissesini aldıktan sonra kız kardeş kalanı alır (Buhârî, Ferâiz, 12 [6741-6742]). Vefat edenin babası veya oğlu ile bir arada olunca bunlar mirastan bir şey alamazlar (en-Nisâ, 4/176). d) Vefat edenin baba bir kız kardeşi olarak kadın: Baba bir kız kardeşler anne baba bir kız kardeşler bulunmadığında mirasta onların aldıklarını alırlar. e) Vefat edenin anne bir kız kardeşi olarak kadın: Bu durumda anne bir kız kardeş bir tane olunca altıda bir, erkek veya kız birden fazla olunca üçte birde ortak olur (en-Nisâ, 4/12); vefat edenin, çocukları, babası ve dedesi ile bulununca mirastan pay alamazlar. f) Vefat edenin annesi olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları veya birden fazla kardeşi varsa altıda bir, vefat edenin çocukları veya birden fazla kardeşi yoksa üçte bir; eşlerden birisi ve vefat edenin babası ile bulunduğunda eşin hissesi verildikten sonra kalanın üçte birini alır (en-Nisâ, 4/11). Eğer ölenin eşi ve dedesi ile birlikte bulunursa mirasın tamamının üçte birini alır. g) Vefat edenin ninesi olarak kadın: Vefat edenin annesi bulunmadığı zaman altıda bir alır (Dârekutnî, es-Sünen, 5/160-161 [4134-4135]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 10/273 [19079]). Ölenin babası olduğunda babaanne, annesinin bulunması hâlinde hiçbir nine mirastan pay alamaz. h) Eş olarak kadın: Vefat eden kimsenin çocukları varsa sekizde bir, çocukları yoksa dörtte bir pay alır (en-Nisâ, 4/12; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 34).
|
Ölen kimsenin çocukları ve karısı varsa kardeşine miras düşer mi?
|
Ölenin birinci derecedeki yakınları varken ikinci derecedeki yakınları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/96). Şöyle ki; “Allah’ın kitabına göre, yakın akrabalar birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundur.” (el-Enfâl, 8/75) meâlindeki âyet, usûl veya fürû olma bakımından aynı çizgi üzerindeki yakın akrabanın, uzağını mirastan mahrum edeceğini göstermektedir. Ancak ölenin erkek evladı, oğlunun oğlu veya babası yoksa erkek kardeşi asabe olarak mirasta pay sahibi olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/93).
|
Dede yetimi (babası dedesinden önce vefat eden çocuk) dedesinin ölümü üzerine ona mirasçı olur mu?
|
Halk arasında kullanılan “dede yetimi” terimi, İslâm miras hukukuna göre; ölenin erkek çocuklarıyla birlikte kendisinden önce ölmüş diğer çocuklarının oğlu veya kızını yani ölenin torununu ifade için kullanılır. İslâm miras hukukunda “yakın olan akrabanın uzak akrabayı hacbetmesi (engellemesi)” kaidesine dayalı olarak ölenin çocukları varken torunları mirasçı olamazlar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95; Cürcânî, Şerhu’s-sirâciyye, 85-86). Ancak bazı İslâm hukukçuları dedeleri hayatta iken babaları vefat etmiş çocukların mağdur edilmemesi gerektiği üzerinde durarak bu durumdaki toruna dedenin vasiyetini gerekli görmüşlerdir. Buna göre dede, vefat etmiş evladının mirastaki payı kadar miktarı veya tüm malın üçte birini geçmeyecek bir miktarı torunları için vasiyet etmelidir. Dâvûd ez-Zâhirî, Mesrûk, Katâde, Tâvûs ve Taberî’den nakledildiğine göre, mirasçı olmayan yakın akrabaya vasiyet vâciptir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 8/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/137-138). Son dönem âlimlerinden bazıları, miras âyetlerinden önce gelen ve fakihlerin büyük bir kısmı tarafından mensuh kabul edilen, “Sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, eğer geride bir hayır (mal) bırakmışsa, anaya, babaya ve yakın akrabaya meşrû bir tarzda vasiyette bulunması -Allah’a karşı gelmekten sakınanlar üzerinde bir hak olarak- size farz kılındı.” (el-Bakara, 2/180) âyetinden yola çıkarak bu vasiyeti vâcip bir vasiyet olarak kabul etmişlerdir. Bu âlimler, dedenin böyle bir vasiyet yapmadan ölmesi hâlinde, vasiyet etmiş gibi kabul edileceğini söylemişlerdir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200). Kur’ân-ı Kerîm vârislere, miras dağıtılırken vâris olmayan kimselere bile miras malından bir şeyler vermelerini tavsiye etmektedir (en-Nisâ, 4/8). Bu sebeple dede yetimlerinin miras dağıtılırken gözetilmesi Kur’ân’ın bu tavsiyesine uygun düşmektedir.
|
Taşınmaz mallar miras kaldığında kız ve erkek evlat bunları eşit olarak mı paylaşırlar?
|
İslâm miras hukukunda mülkiyeti, mûrise (miras bırakan kişiye) ait malların tamamında, erkek ile kız evlatlar mirası ikili birli paylaşırlar (en-Nisâ, 4/11). Bu konuda miras olarak kalan malın taşınır olması ile taşınmaz olması arasında fark yoktur. Mülkiyeti mûrise ait olmayıp devlete ait olan topraklarda devletin, kamunun maslahatına uygun bir şekilde tasarruf etme yetkisi vardır. Bu kapsamda Osmanlı Devletinde çıkartılan “Arazi ve İntikal Kanunu”nda mülkiyeti devlete ait olan (mirî) arazilerde tasarruf hakkının vefat edenin erkek ve kız çocukları arasında eşit olarak paylaştırılması kanunlaştırılmıştır (Bilmen, Kâmus, 5/399). Cumhuriyetten sonra vatandaşın elindeki topraklar özel mülke dönüştüğünden artık bu topraklar kişinin kendi mülkü olmuştur. Dolayısıyla bunlarda da İslâm miras hukuku hükümleri geçerli olur.
|
Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) hangi işlemlerden sonra mirasçılarına intikal eder?
|
Ölenin geride bıraktığı mallar (tereke) ile ilgili yapılacak işlemler sırası ile şöyledir: a) Techiz ve tekfin masrafları karşılanır. b) Borçları ödenir. c) Terekenin üçte birini aşmamak kaydıyla vasiyeti yerine getirilir. d) Yukarıdaki işlemler tamamlandıktan sonra kalan mallar mirasçılara taksim edilir (Buhârî, “Kefâlet”, 5 [2298]; “Vesâyâ”, 2 [2742]; “Ferâiz”, 6 [6733]; Müslim, “Vasıyyet”, 5 [1628]; “Ferâiz”, 14 [1619]; Ayrıca bk. Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/85).
|
Varislerden biri diğeri lehine mirastan feragat edebilir mi?
|
Kişi dilerse diğer vârislerin tamamı ya da herhangi biri lehine kendi miras payından feragat edebilir. Ancak mirasçılardan belirli bir kısmı lehine feragat edecekse, önce feragat edenin payının ayrılıp bu payın, lehine feragat ettiği mirasçılara verilmesi gerekir. Fakat mirasçıların tamamı lehine feragatta bulunacaksa böyle bir işleme gerek yoktur. Bunu sözlü olarak bildirebileceği gibi yazılı olarak beyan etmesi de isabetli olur.
|
Kişi kendi miras payını başkasına verebilir mi?
|
Bir kimse kendisine miras olarak intikal eden hakkını kısmen ya da tamamen diğer mirasçılardan birine veya bir yabancıya hibe edebilir. Çünkü bu mal onun hakkıdır. Ayrıca mirasçılar, karşılıklı rıza ile malı diledikleri şekilde taksim edebilirler. Maddî veya manevî herhangi bir baskı olmaksızın, haklarından kısmen veya tamamen diğer mirasçılar lehine feragat edebilirler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/126).
|
Vasiyet ve hükmü nedir?
|
Vasiyet; ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Bir kişi, mal ve haklarının en fazla üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte iki vârisler namına korunmuş hissedir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), malının yarısını vasiyet etmek isteyen bir sahâbîye üçte birini vasiyet etmesini söylemiş, hatta bunun bile çok olacağını beyan etmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Malın üçte birinden azının vasiyet edilmesi müstehaptır. Vârisler fakir ise vasiyet etmemek daha faziletlidir. Terekenin üçte birinden daha fazla olan veya vârislerden herhangi biri lehine yapılacak vasiyet ise diğer vârislerin iznine bağlı olarak geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/63). Zira vârise vasiyet câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde; “Allah Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, vârise (vârislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6 [2870]; Tirmizî, Vesâyâ, 5 [2120]) buyurmuşlardır. Bu genel hükümlere bağlı olarak: Kul hakkı olan borçların ve Allah hakkı kapsamında ele alınan oruç fidyesi, zekât, keffâret gibi malî yükümlülüklerin ödenmesini vasiyet etmek vâciptir. Mirastan pay alamayan fakir akrabalara vasiyette bulunmak müstehaptır. Yabancılardan ve akrabalardan zengin olanlara vasiyette bulunmak mubahtır. Mâsiyet ve günah ile meşgul olan kişiye vasiyet ise mekruhtur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/648).
|
İnsanın hayatta iken, çocukları arasında ayrım yaparak birine veya bazılarına mal varlığının tamamını veya bir kısmını bağışlaması caiz midir?
|
Esasen kişinin sağlığında kendi malında istediği şekilde tasarruf etme hakkı vardır. Fıkhî açıdan kişi, malının bir kısmını veya tamamını yabancı birisine verebileceği gibi çocuklarından birisine veya bazılarına da verebilir. Bu tasarrufu fıkhen geçerlidir. Ancak bu tasarrufun ahlakî boyutu konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler vardır. Konu hakkındaki tartışmalar ilgili hadisin farklı anlaşılmasına ve farklı yorumlanmasına dayanır. Hz. Peygamber (s.a.s.), malının bir bölümünü bir oğluna vermek isteyip, kendisini şahit tutmak isteyen Beşîr b. Sa‘d’a (Nu‘mân b. Beşîr’in babasına), diğer çocuklarına da mal verip vermediğini sormuş, vermediğini öğrenince, ona şahit olmamış, başkasını şahit tutmasını istemiş (Müslim, Hibât, 17 [1623]), hadisin farklı rivâyetlerine göre “onu geri al” (Buhârî, Hibe, 12 [2586]; Müslim, Hibât, 9 [1623]); “çocuklarınız arasında âdil davranın” (Buhârî, Hibe, 13 [2587]; Müslim, Hibât, 13 [1623]); “zulmüne beni şahit tutma” (Buhârî, Şehâdât, 9 [2650]; Müslim, Hibât, 16 [1623]) gibi ifadelerle Beşîr’in bu tutumunu onaylamadığını göstermiştir. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerdeki güçlü görüşe göre, babanın hayatında iken çocuklarına mal vermesi durumunda eşit davranması müstehap, ayrım yapması mekruhtur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Nüceym, el-Bahr, 7/288; Haraşî, Şerhu Muhtasar, 7/82; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/483). Ahmet b. Hanbel’e, bazı Mâlikîlere ve Hanefîlerden İmam Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivâyete göre ise babanın mal verirken evlatları arasında eşit davranması vacip, ayrım yapması haramdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/51-52; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 241). Babanın bütün çocuklarına mal vermesi durumunda; kız erkek ayrımı yapmadan hepsine eşit mi vereceği yoksa mirasta olduğu gibi erkek çocuğuna iki, kız çocuğuna bir pay mı vereceği konusu da tartışmalıdır. Bu konuda da çoğunluğun görüşü, hepsine eşit vermesidir (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/53). İster farz olsun ister müstehap, babanın mal verirken çocukları arasında eşit davranması, dinin ruhuna daha uygundur. Ayrıca çocuklar arasında ayırım yapmak, onların hem ana babalarına hem de birbirlerine karşı buğzetmelerine, aralarına soğukluk hatta düşmanlık girmesine sebep olabilir. Bu yüzden babalar meşru bir gerekçe yoksa mal verirken çocukları arasında eşit davranmalı, aralarında ayrım yapmamalıdırlar. Bununla birlikte, çocuklardan biri veya bir kısmının, tedavisi imkânsız bir hastalığa yakalanması, engelli olması, büyük bir borç yükü altında bulunması, ailesinin kalabalık olup geçim sıkıntısı çekmesi, ilmî faaliyetlerde bulunup da ihtiyaç içinde olması gibi sebeplerle bazılarının daha muhtaç durumda olmaları hâlinde, kendilerine ihtiyaçları oranında fazla mal verilebilir (Şeyhîzâde, Mecme‘u’l-enhur, 2/610). Şu kadar var ki, mümkün olduğu takdirde bu konuda diğer çocukların da rızalarının alınması daha uygun olur.
|
Baba, diğerlerini mahrum edip sadece bir oğluna bağışta bulunmuşsa, oğul bundan sorumlu olur mu, ne yapması gerekir?
|
Kişi, mülkiyetinde bulunan mal üzerinde dilediği gibi tasarruf hakkına sahip olduğundan, çocuklarından birine bağışta bulunurken diğerlerinin onayını almak zorunda değildir. Bununla birlikte, anne babanın çocuklarına karşı başlıca görevlerinden biri de aralarında herhangi bir ayrım yapmaksızın onlara eşit muamelede bulunmaktır. Böyle bir davranış, onların görevi olduğu kadar çocuğun da hakkıdır. Çocukların kız-erkek, büyük-küçük olması sonucu değiştirmez. Bir babanın mallarının tamamını veya bir kısmını, diğerlerinin rızası olmadan, kız olsun erkek olsun çocuklarından bazılarına vererek aralarında ayrım yapması dinen uygun değildir. Ama her hâlükârda baba, evlatlar arasında ayrım yaparak hayatta iken mallarını bir oğluna devredip diğerlerini mahrum bırakırsa, bunda kendisine mal devredilen oğlunun bir sorumluluğu söz konusu olmaz. Bu oğlun, kendisine devredilen malları mecbur olmamakla birlikte mahrum bırakılan kardeşlerine mirastaki payları miktarınca vermesi uygun olur.
|
Çocukları olan bir kişi, malını torunlarına vasiyet edebilir mi?
|
Bir kimsenin çocukları varsa torunları ona mirasçı olamaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 5/94-95). Kişi, malının üçte bire kadar olan miktarını mirasçısı olmayan herkese vasiyet edebilir (Buhârî, Vesâyâ, 3 [2743]; Müslim, Vasıyyet, 10 [1629]). Bu bağlamda kişinin kendisine vâris olma ihtimali bulunmayan torunlarına vasiyette bulunmasına engel bir durum yoktur. Hatta bu torunların dedeyle bağlantısı olan anne veya babası daha önce ölmüşse, dedenin onlara vasiyette bulunması bazı âlimlere göre vâcip bazılarına göre müstehaptır (bkz. İbn Hazm, el-Muhallâ, 7/353-354; İbn Kudâme, el-Muğnî, 6/138). Günümüzde bu durumdaki vasiyetin vâcip olduğu görüşü daha çok benimsenmektedir (Ebû Zehre, Şerhu Kânûni’l-vasıyye, 198-200).
|
Akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet uygulanabilir mi?
|
Dinimiz, yakınları arayıp sormayı, uzakta olanları imkân nispetinde ziyaret etmeyi, muhtaç olanlara yardımda bulunmayı emreder (Buhârî, Edeb, 10-11 [5982-5984]; Müslim, Îmân, 12-14 [13]). Bu itibarla mesela “Ben öldükten sonra amcanı ziyaret etmeyeceksin” gibi akrabalık ilişkilerini kesecek bir vasiyet geçersiz olup bu tür vasiyetlere uymak câiz değildir.
|
Eşinin kabrine defnedilmeyi vasiyet eden kişinin bu vasiyetini yerine getirmek gerekir mi?
|
Normal şartlarda bir kabre, yalnız bir cenaze defnedilir. Önce defnedilmiş olan cenaze, tamamen çürüyüp toprak hâline gelmedikçe, bir zaruret olmaksızın kabrin açılması ve bu kabre ikinci bir cenazenin defni câiz değildir. Cenaze çürüyüp toprak hâline geldikten sonra ise aynı kabre başka bir cenaze defnedilebilir. Bu cenazelerin karı-koca veya akraba olup olmaması şart değildir. Daha önce konulan cesedin çürüdüğü zannıyla açılan kabirde eğer çürümemiş bazı kemikler vb. şeyler bulunuyorsa bu takdirde bunlar bir kenara çekilip araya topraktan bir set yapmak sûretiyle ikinci cenaze defnedilebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/96-97). Ayrıca herhangi bir yere gömülmesini vasiyet eden bir kimsenin vasiyetine uyulması gerekmez. Fakat uyulmasında da bir sakınca yoktur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/222; 6/666).
|
Ruhuna hatim okunması için vasiyette bulunan bir kimsenin vasiyetini yerine getirmek zorunlu mudur?
|
Kur’ân okumak bir ibadettir. Allah’a yakınlık için yapılan ibadetin sevabı yapan kişiye ait olur. Bunun için başkasından ücret almak câiz olmaz. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, “Kur’ân okuyun; fakat Kur’ân’ı menfaat aracı yapmayın.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/428 [15574, 15568]) buyurmuştur. Ruhuna hatim okunması için vasiyet eden bir kimsenin, vasiyetini yerine getirmek için ücretle hatim okutmak câiz olmadığı gibi; ücretsiz olsa bile yerine getirme mecburiyeti olmadığı için böyle bir vasiyet bağlayıcı değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/690).
|
Bir kimse, yerine haccedilmesini vasiyet ederse ne yapılır?
|
Yerine hac yapılmasını vasiyet eden kişinin, cenaze masrafı ve varsa borçları çıkarıldıktan sonra kalan malının üçte biri hacca bedel göndermeye yeterli ise vasiyetin yerine getirilmesi gerekir. Eğer vasiyetin yerine getirilmesi kalan malın üçte birini aşıyorsa aşan kısım varislerin rızasına bağlıdır. Varislerin tamamının rızası var ise vasiyet yerine getirilir. Varislerin tamamının rızası yok ise eksik kısım dileyen varisler tarafından tamamlanarak vasiyet yerine getirilebilir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/605-610). Kalan malın üçte biri vasiyet eden kişinin bulunduğu yerden bedel göndermeye yetmiyorsa ve eksik varisler tarafından da tamamlanmıyorsa bu miktarın yettiği yerden bedel gönderilir. Vasiyet, bedel gönderilerek yerine getirilemiyorsa vasiyet edilen mal mirasçılara paylaştırılmayıp ölen kişi adına tasadduk edilir (Serahsî, Mebsût, 27/146, 4/157; Fetevâ-i Hindiye, 1/260; İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666).
|
Belli bir hayra harcanmak üzere vasiyet edilen paranın/malın başka bir yere kullanılması caiz midir?
|
Hac, oruç fidyesi, zekât, sadaka-i fıtır, keffâret gibi Allah’a ait borçlar hakkında yapılan vasiyetlerin vârisler tarafından yerine getirilmesi gerekir. Bu amaçla bırakılmış mal başka bir yere harcanamaz. Vasiyet, dinen meşrû olmayan şeyler için yapılmışsa bu vasiyet geçerli olmaz (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/341; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/68). Gayri meşrû işler için vasiyet edilmiş mallar diğer mallarla birlikte mirasçılara dağıtılır veya mirasçılar isterlerse, bu malı hayır yollarına sarf ederler. Muayyen bir hayır için vasiyet edilen mal, vasiyet edilen yere harcanmalıdır. Ancak malı belirlenen yere harcamak mümkün olmazsa söz konusu mal vasiyete en uygun yere sarf edilir (İbn Âbidîn, Reddü’l -muhtâr, 6/666; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 10/7499 ).
|
Kişinin, bütün mallarını eşine vasiyet etmesi caiz midir?
|
Vasiyet, ölümden sonraya bağlı olmak üzere bağış (teberru) yoluyla bir malı bir şahsa temlik etmek, bırakmaktır. Tanımından da anlaşılacağı üzere, vasiyet ölüme bağlı bir tasarruftur. Bir kişi, mal ve haklarının üçte biri üzerinde ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir, geriye kalan üçte ikisi varisler namına korunmuş hissedir (Buhârî, Vesâyâ, 3). Bir kişi, malının üçte birden fazlasını vasiyet etmiş olursa, bu vasiyetin geçerli olması varislerin kabulüne bağlıdır. Kabul ederlerse vasiyet yerine getirilir, etmezlerse terekenin üçte birine tekabül eden kısmı ifa edilir, üçte birden fazlası varislerin hakkı olarak kalır. Aynı şekilde ölen kişinin, varislerden herhangi birine yapacağı mal vasiyeti, diğer varislerin izni olmadıkça geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah Teâlâ, her hak sahibine hakkını vermiştir. Bu sebeple, varise (varislerden biri lehine) vasiyet yoktur.” (Tirmizî, Vesâyâ, 5; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 6) buyurmuştur. Buna göre kişinin eşine yaptığı vasiyet bağlamında iki durum söz konusudur: a) Başka mirasçısı olan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet, diğer varislerin iznine bağlıdır. b) Başka mirasçısı olmayan eşlerin birbirleri lehine yaptıkları vasiyet geçerlidir. Bu durumda erkek, yarı hisseyi miras hakkıyla, kalanı vasiyetle; kadın ise dörtte birini mirasla, kalanı da vasiyetle elde eder (Fetavây-ı Hindiyye, 6/117; Bilmen, Kâmus, 5/127, Bilmen, İlmihal, 444).
|
Vitir namazı nedir, nasıl kılınır?
|
Vitir namazı, yatsı namazından sonra kılınan, Hanefîler'e göre üç rek'atlı vacip bir namazdır. Vitir namazının her rek'atında Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunur. İkinci rek'atın sonunda oturulur ve sadece tahiyyât duası okunur. Üçüncü rek'atta kıraat tamamlandıktan (Fâtiha ve ardından bir sûre ya da birkaç âyet okunduktan) sonra eller kulaklara kadar kaldırılarak tekbir alınır ve eller bağlandıktan sonra kunut duaları okunur. Vacib olan bu namaz yatsı namazı kılındıktan sonra sabah namazının vakti girinceye kadar herhangi bir zamanda kılınabilir (bk. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 1 [1418]; İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 1/423-426). Uyanabilecek olan kimsenin vitir namazını gecenin sonunda, yani imsak vaktinden bir müddet önce kılması daha faziletlidir (Müslim, Salâtü’l-müsafirîn, 162-163 [755]). Ancak uyanıp uyanamayacağı endişesi taşıyan kimsenin, vitir namazını uyumadan önce kılması uygun olur. Vaktinde kılınamayan vitir namazının daha sonra kaza edilmesi vaciptir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/426). Diğer mezheplere göre ise vitir namazı kılmak sünnettir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/117).
|
Vitir namazının delili nedir?
|
Vitir namazının dayanağı Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri ve uygulamalarıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Vitir, her Müslüman üzerine bir vazifedir.” (Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 3 [1422]; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl, 40 [1710]) buyurmuş, gecenin son namazının, tek sayılı rek'atlarla (vitr) olmasını tavsiye ve teşvik etmiştir (Buhârî, Salât, 84 [472-473]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 148 [749]).
|
Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir alırken eller niçin kaldırılır?
|
İbadetler “tevkîfî”, yani Allah’ın emrettiği ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) tarif ettiği şekilde eda edilir. Vitir namazında kunuttan önce tekbir esnasında ellerin kaldırılması, bazı rivâyetlere dayanmaktadır (Ebû Yûsuf, el-Âsâr, 21 [100]; Zeylaî, Nasbu’r-râye, 1/389-391; Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 2/567).
|
Vitir namazının üçüncü rek'atında tekbir almayı unutan kimse ne yapmalıdır?
|
Bir kimse kunut yapmayı unutur ve rükûdan sonra hatırlarsa, ondan kunut düşmüş olur (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274). Bunun yerine namazın sonunda sehiv secdesi yaparak namazını tamamlar (Alâüddîn, el-Hediyyetü’l-‘Alâiyye, 66).
|
Vitir namazında kunut duasını okumayı unutan kimse namazını nasıl tamamlar?
|
Sözlükte Allah’a ihlasla kulluk etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükût etmek, dua etmek, ibadet kastıyla ayakta durmak gibi anlamlara gelen kunut, dinî bir terim olarak, namazda rükûdan önce veya sonra ayakta dua etmeyi ifade eder. Vitir namazında kunut duasını okumak vaciptir. Bundan dolayı kunut duasının terki veya tehirinden dolayı sehiv secdesi yapmak gerekir (Haddâd, el-Cevhera, 1/77). Vitir namazını kılmakta olan bir kimse, unutarak ya da yanılarak kunut duasını okumadan rükûya giderse bu kimse namazına devam eder ve sonunda sehiv secdesi yapar. Ancak bu kişi, rükûdan kalktıktan sonra kunut duasını okursa, sonrasında tekrar rükû yapmadan secdeye gider ve yine namazın sonunda sehiv secdesi yapar (Kâsânî, Bedâi‘, 1/274; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/111).
|
Kunut duasını bilmeyen bir kimse ne yapar?
|
Hanefîler'e göre, vitir namazının üçüncü rek'atında kunut tekbirini almak ve bir dua yapmak vaciptir. Kunut duaları olarak bilinen “Allahümme innâ neste‘înuke” ve “Allahümme iyyâke na‘büdü” dualarını (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 2/95, 6/89 [6893, 29708]; Tahâvî, Şerhu me‘âni’l-âsâr, 1/249 [1475]) okumak ise sünnettir. Bu duaları bilmeyen kimse ezberlemeye gayret eder; ancak ezberleyinceye kadar “Rabbenâ âtinâ” duasını okur veya üç defa “Allahümmeğfir lî” demekle yetinir (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/6-7; Bilmen, İlmihâl, 132, 158). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise sabah namazının ikinci rek'atında, rükûdan sonra kunut yapılır. Sabah namazında kunut yapmak Şâfiîlere göre sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehaptır. Şâfiî veya Mâlikî mezhebine mensup imamın arkasında sabah namazı kılan Hanefî bir kimse, dilerse kunut duasına katılır, dilerse sessizce bekler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66).
|
Kunut nedir? Hangi namazlarda kunut yapılır? Musibet zamanlarında namazda kunut yapılır mı?
|
Kunut; namazda rükûnun hemen öncesi ya da sonrasında Allah Teâlâ’ya dua etmektir. Hz. Peygamber’in (s.a.s) namazda kunut yaptığı sahih hadislerle sabittir. (Buhârî, Vitir, 7 [1001-1004]; Müslim, Mesâcid, 294-308 [675-679]) İslam âlimleri bu rivayetlerden yola çıkarak mutad olarak yapılan kunut ve musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil) olmak üzere iki çeşit kunut olduğunu söylemişlerdir. a. Mutad olarak yapılan kunut: Dört mezhep âlimleri mutad olarak yapılan kunutun meşruluğu konusunda ittifak etmişlerdir. Hanefîlere göre vitir namazının son rekâtında rükûdan önce tekbir alıp kunut yapmak vaciptir. Diğer üç mezhebe göre ise kunut yapmak sünnet olup; Hanbelîlere göre vitir namazında, Şâfiîlere göre sabah namazında ve Ramazan’ın ikinci yarısına mahsus olmak üzere vitir namazında, Mâlikîlere göre ise sabah namazında yapılır. (Merğinânî, el-Hidâye, 1/66-67; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/492-493; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/111-115, Şinkîtî, Levâmi‘ü’d-dürer, 2/127-130) Konuyla ilgili rivayetlere istinaden Hanefîler kunutta “Allahümme innâ neste‘înüke” ve “Allahümme iyyâke na‘budu”, Şâfiîler ise “Allahümmehdinî fî men hedeyte...” (Tahâvî, Şerhu meâni’l-âsâr, 1/249; Ebû Dâvûd, Salât, 338 [1425-1429]; Tirmizî, Tirmizî, Vitir, 10 [464]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 3/384-388 [5108-5118]) diye başlayan duaları okumaktadırlar. b. Musibet zamanlarında yapılan kunut (kunûtu’n-nevâzil): Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Bi’r-i Maûne” hadisesinde bir ay boyunca sabah namazında kunut yaptığı bilinmektedir (bk. Buhârî, Megâzî, 30 [4090]; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/424 [15531]). Buna binaen İslam âlimlerinin çoğuna göre savaş, kıtlık, afet ve salgın gibi musibet zamanlarında namazda kunut yapmak meşrudur. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 1/508; Karâfî, ez-Zahîre, 2/231; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/114) Sonraki Hanefi âlimlere göre musibet zamanında yapılacak kunut, sabah namazının farzının son rekâtında rükûdan doğrulunca imam tarafından cehrî (sesli) olarak yapılır ve cemaat de yapılan duaya sessizce “âmîn” der. Bununla birlikte imam söz konusu kunutu sessiz yapmayı tercih ederse cemaat de içinden kunut duası okur. Vitir namazında yapılan kunuttan farklı olarak sabah namazında yapılacak kunut duası öncesinde ayrıca tekbîr alınmaz. Yine bu kunutun cemaatle yapılması asıl olup, münferiden kılınan namazlarda yapılması uygun görülmemiştir. (İbnü’l-Hümâm, Fethü’l-kadîr, 1/434-436; İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 2/47-48; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/11-12; Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/112-123) Böyle bir kunut esnasında ellerin bağlanması daha uygundur. Bazı Hanefî âlimleri ise ellerin semaya yönelmiş halde baş hizasına kadar kaldırılmasını da caiz görmüşlerdir. (Tehânevî, İ‘lâü’s-sünen, 6/121-123). Şâfiîlere göre ise musibet zamanlarında sadece sabah namazında değil diğer vakit namazlarında da farzın son rekâtında kunut yapılabilir. (Nevevî, el-Mecmû‘, 3/504-507) Sonuç olarak; musibet zamanlarında cemaatle kunut (kunûtu’n-nevâzil) yapılabilir. Bu durumda imam, Kur’ân-ı Kerîm’deki dua mahiyetindeki ayetlerden veya Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı bilinen (me’sûr) dualardan uygun olanları okur. Diğer yandan böyle bir uygulamanın toplum tarafından bilinmediği yerlerde karışıklığa neden olmamak için namazdan sonra zulmün önlenmesi ve musibetin kalkmasına yönelik dua yapılması daha uygun olur.
|
Namazda ta’dîl-i erkânın hükmü nedir?
|
Ta’dîl-i erkân, namazın rükünlerini düzgün, yerli yerinde ve tam yapmak demektir. Ta’dîl-i erkâna yakın anlamda kullanılan “tuma’nîne” kelimesi, yapılmakta olan rükne hakkının verildiğine kanaat getirilmesi hâlini ifade eder. Ta’dîl-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Hanefî mezhebindeki kuvvetli görüşe göre, sayılan dört yerde ta’dîl-i erkân vaciptir. Diğer bazı mezheplere ve Hanefîlerden de İmam Ebû Yûsuf’a göre ise ta’dîl-i erkân farzdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/464, 465, 472; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/143).
|
Tek başına namaz kılan bir kimse kıraati, gizli olması gereken namazlarda sesli yaparsa namazı sahih olur mu?
|
Tek başına namaz kılarken öğle ve ikindi namazları ile gündüz kılınan sünnet namazlarda gizli okumak yani kendisi işitebilecek derecede diliyle telaffuz etmek, namazın vaciplerindendir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81). Namazın vaciplerinden herhangi birinin bilerek terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması; unutularak yapılmaması hâlinde ise sehiv secdesi yapılması gerekir. Dolayısıyla gizli okunması gereken yerde, açıktan okuyan kişi, bunu bilerek yapmışsa namazını yeniden kılmalı; farkında olmadan yapmışsa namazın sonunda sehiv secdesi yapmalıdır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/81).
|
Şâfiî mezhebinden olan birinin sabah namazında kunût duası okumasının hükmü nedir? Hanefî imama uyarak sabah namazı kıldığında bu duayı okumazsa namazı geçerli midir?
|
Şâfiî mezhebinde sabah namazının farzının son rek'atında rükûdan kalktıktan sonra kunût duası okumak kuvvetli sünnetlerdendir. Şâfiî mezhebine mensup olan bir kimse Hanefî bir imama uyduğunda, rükûdan kalktıktan sonra vakit bulursa kunût duasını okur. Eğer okuyacağı kadar bir vakit bulamazsa kunûtu terk eder ve mezhepteki kuvvetli görüşe göre namazın sonunda imamdan ayrı olarak sehiv secdesi yapar (Nevevî, el-Mecmû’, 4/290). Bununla birlikte sehiv secdesi yapmasa da namazı sahih olur.
|
Secdede burnun yere değmesinin hükmü nedir? Burun yere değmeden kılınan namaz geçerli midir?
|
Namazın rükünlerinden biri de secdeye varmaktır. Namazda rükûdan sonra, ayaklar, dizler ve ellerle beraber alnı yere koymaya secde denir. Her rek'atta iki secde etmek farzdır. Secdede alın ve burun birlikte yere konmalıdır (Merğinânî, el-Hidâye, 1/51,; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/370; Mehmed Zihni, Ni‘met-i İslâm, 254-255). Zira Resûlullah (s.a.s.), namazda secdeye vardığında alnını ve burnunu yere koyar, kollarını yanlarına yapıştırmaz, ellerini de omuz hizasına gelecek şekilde koyardı (Tirmizî, Salât, 86 [270]). Buna göre özürsüz olarak secdede alnın yere konulup da burnun konulmaması mekruhtur. Bununla birlikte namaz geçerlidir. Alın yere konulmazsa namaz geçersizdir.
|
Farz namazlarda ilk oturuşu unutan kimse namazını nasıl tamamlar?
|
İlk oturuş, namazın vaciplerindendir. Vacibin unutulması durumunda son oturuşta sehiv secdesi yapılması gerekir. İlk oturuşun kasten terk edilmesi ise tahrîmen mekruhtur, dolayısıyla namazın iade edilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/310; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/88).
|
Namazda kavme ve celsenin hükmü nedir, ne kadar beklemek gerekir?
|
Kavme; namazda rükûdan kalkarken, secdeye gitmeden önce iyice doğrulmak ve en az “Sübhânellah” diyecek kadar ayakta durmak; celse ise namazda iki secde arasında oturup en az “Sübhânellah” diyecek kadar beklemektir. Celse ve kavme Hanefîlerde bir görüşe göre sünnet, tercih edilen görüşe göre ise vaciptir. Yanılarak terk edilirse sehiv secdesi yapmak gerekir. Bilerek terk edilmesi tahrimen mekruhtur, bu durumda namazın iade edilmesi gerekir. İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel’e göre ise celse ve kavme farzdır, bunun terk edilmesi ile namaz bozulur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/465; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/22; Nevevî, Ravda, 1/223). Ebû Hureyre (r.a.) şöyle anlatmaktadır: “Hz. Peygamber bir gün mescide girdi, peşinden de bir adam gelerek namaz kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i selâmladı. O da selâmını aldı ve ona ‘dön ve namazını yeniden kıl’ dedi. Bu durum üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle buyurdu: ‘Namaz kılacağın zaman tekbir al, sonra Kur’ân’dan bildiğin kolay gelen bir yeri oku, sonra rükûya eğil ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar rükûda kal. Daha sonra rükûdan kalk ve iyice doğrul. Sonra secdeye git ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra iyice yerleşinceye kadar otur, sonra tekrar secdeye kapan ve orada uzuvların yerleşip rahatlayıncaya kadar bekle. Bütün namazlarında böyle yap.” (Buhârî, Ezân, 122 [793]; Müslim, Salât, 45 [397]). Bu itibarla namaz kılan kişinin namazını ta’dili erkâna riâyet ederek kılması büyük önem arz etmektedir. Ta’dil-i erkân özellikle rükûda, kavmede (rükûdan kalktıktan sonraki duruşta), secdede ve celsede (iki secde arasındaki oturuşta) söz konusu olur. Sonuç itibarıyla, tadili erkân açısından; rükûda, rükûdan doğrulmada, secde ve iki secde aralarında en az bir defa “Sübhânellah” diyecek kadar durmak gerekir (Zeylai, Tebyinü'l-Hakaik, 1/106).
|
Son oturuşu yaptıktan sonra selâm vermeden namazdan çıkan bir kimsenin namazı geçerli midir?
|
İmam Ebû Hanîfe’ye göre namaz kılan kişinin, namazın sonunda kendi istek ve iradesiyle yaptığı bir fiil ile namazdan çıkması gerekir. İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise teşehhüt miktarı (tahiyyâtı okuyacak kadar) oturmakla namaz, rükünleri itibarıyla tamamlanmış olur. Selâm vermese veya kendi isteği ile namaza aykırı bir davranışta bulunmasa bile bu kişinin namazı geçerli olmakla beraber vacip terk edilmiş olur. Bu görüş ayrılığının bazı fıkhî sonuçları vardır. Buna göre bir kimse ka’de-i ahîrede (namazdaki son oturuşta) teşehhüt miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile namazla bağdaşmayacak bir fiil işlese, mesela kendisine verilen selâmı almak, hapşırana “çok yaşa” veya “yerhamükellâh” demek gibi bir şekilde konuşsa ya da kalkıp gitse adı geçen üç imama göre de namazı sahih olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/60-61; Zeylaî, Tebyîn, 1/104; Bilmen, İlmihal, 118). Fakat teşehhüt miktarı oturduktan sonra, kendi isteği dışında bir sebeple namazı bozulsa İmam Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre bu kişinin namazı geçerli, İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise geçerli değildir. Yine son oturuşta, teşehhüt miktarı oturduktan sonra henüz kendi istek ve iradesiyle namazdan çıkmadan namaz vakti çıksa, bu kişinin namazı İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre sahihtir. İmam Ebû Hanîfe’ye göre ise fâsiddir (Kâsânî, Bedâî’, 1/127; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/386).
|
Namazdan çıkarken verilen selamın hükmü nedir?
|
Hanefî mezhebinde tercih edilen görüşe göre namazların sonunda önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz çevirerek selâm vermek vaciptir. Bunun bilerek terk edilmesi namazın tekrar kılınmasını gerektirir. Farkında olmadan terk edilmesi hâlinde ise bir şey gerekmez. Bu selâmda “es-selâmü aleyküm ve rahmetullah” cümlesinin “es-selâm” kısmını söylemek vacip, “aleyküm ve rahmetullah” kısmını eklemek ise sünnettir. Bir görüşe göre de sağa selâm verilmesi vacip, sol tarafa selâm verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması, bütün imamlara göre yalnız bir selâm ile olur, bununla namaz biter (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 1/320; Zeylaî, Tebyîn, 1/125-126). Birinci selâmı vermeyi farz gören Şâfiîlere göre bunun terk edilmesi namazı da iptal eder (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/385).
|
Gülmek namazı bozar mı?
|
Namazda aslolan kulun Rabbinin huzurunda olduğu bilinciyle huşû içerisinde kılınmasıdır. Fakat elde olmayan sebeplerle meydana gelen gülmenin namaza etkisi üç şekilde değerlendirilir: a) Namazda iken yanındakilerin duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek: Bu şekilde gülmekle Hanefîler'e göre hem abdest hem de namaz bozulur (Serahsî, el-Mebsût, 1/77; Merğinânî, el-Hidâye, 1/18). İbn Üsâme’nin babasından naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Biz Resûlullah’ın peşinde namaz kılarken görme özürlü birisi bir çukura düştü. Biz de adamın hâline güldük. Bunun üzerine Resûlullah yeniden abdest alıp namazı baştan itibaren iade etmemizi emretti.” (Dârekutnî, es-Sünen, 1/295-296 [601; Ebû Dâvûd, Merâsîl, 75 [8]; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/226 [679]). b) Şâfiîlere göre kahkaha namazı bozsa da abdesti bozmaz. Çünkü namazın dışındayken kahkaha abdesti bozmadığına göre namazdayken de bozmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/140). c) Namaz kılan kimsenin kendisinin duyabileceği kadar gülmesiyle yalnızca namaz bozulur. Kişinin kendisinin ya da yakınındakinin işitmeyeceği şekilde gülümsemesi namazı da abdesti de bozmaz (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/11).
|
Kıraat hataları namazı bozar mı?
|
Namazda yapılan kıraat hatalarının (zelletü’l-kâri), namazı bozup bozmayacağı konusunda fakihler birtakım ölçüler getirmişlerdir. Bunlar şöyle özetlenebilir: Kur’ân, manası değişecek derecede kasten yanlış okunursa namaz bozulur. Hata ile veya unutarak yanlış okunması hâlinde ise; a) Yanlışlık kelimelerin harekelerinde ise manada bir değişiklik olsa da namaz bozulmaz. b) Yanlışlık durak yerlerinde yapılırsa; yani durulacak yerde geçilip geçilecek yerde durulursa, manasında değişiklik olup olmadığına bakılmaksızın namaz bozulmaz. c) Mahreçleri birbirine yakın olan harflerin hata ile birbirinin yerine okunması ile namaz bozulmaz. d) Mahreçleri yakın olmayan harflerin birbirlerinin yerine okunması durumunda ise mananın değişip değişmediğine bakılır. Buna göre; bir harf değişir de bu değişiklikle kelimenin manası değişmez ve Kur'ân’da da o kelimenin benzeri varsa namaz bozulmaz. Şâyet harf değişmekle kelimenin manası bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir benzeri Kur'ân’da yoksa İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre namaz bozulmaz, İmam Ebû Yûsuf’a göre bozulur. Eğer harfin değişmesiyle mana değişir ve Kur'ân’da da benzeri yoksa namaz bozulur. Namaz esnasında az veya çok miktarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. Bir kimse kıraati, namazı bozacak derecede hatalı yapar ancak geri dönüp hatasını düzeltirse namazı geçerli olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78-82; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630-633).
|
Namazda harfleri yerli yerince çıkarmamakla namaz bozulur mu?
|
Namazda Kur’ân’dan bir bölüm okumak farzdır. Bu farzın yerine getirilmiş olması için Kur’ân’ın doğru, usûlüne uygun olarak okunması gerekir. Okuyucunun dilinin sürçmesi ve yanılmasına zelletü’l-kâri veya lahn denir. Namazdaki kıraatlerde sin ve sad gibi mahreç yakınlığı bulunan harflerde, harflerin tam mahrecinden çıkarılamaması durumunda namaz bozulmaz. Mahreç yakınlığı olmamakla birlikte bazı harfler yaygın olarak karıştırıldığı için ayırt etme zorluğu bulunan bu çeşit harflerin birbiri yerine geçirilmesi durumunda birçok fakihe göre namaz bozulmaz. Mesela (ض) harfi yerine (ذ ), (د ) veya (ظ ) harflerinin okunması böyledir. Çünkü bu durumlarda zaruret ve kaçınılması mümkün olmayan bir durum (umûm-ı belvâ) vardır. Fakat mahreçleri ayrı harfler birbiri yerine telaffuz edilir de mana değişirse namaz bozulur. Geriye dönüp doğru telaffuz edilirse namaz sahih olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/78; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/630). Şâfiî mezhebine göre ise kişi öğrenmeye gücü ve imkânı olduğu hâlde namazda Fâtiha sûresindeki bir harfi başka bir harf ile değiştirirse kıraatı sahih olmaz. Ancak hemen ardından doğrusunu okursa namazı sahih olur. Bu bağlamda örneğin Fâtiha sûresindeki “وَلَا الضَّالِّينَ” ifadesindeki (ض ) harfinin mahrecini öğrenme imkân ve gücüne sahip olan kimse, bu harfin yerine (ظ) harfini söylerse tercih edilen görüşe göre namazı bozulur. Ancak harfin doğru okunuşunu öğrenme imkânı ve gücü yoksa namazı bozulmaz (Remlî, Nihâyetu’l-Muhtac, 1/481). Fâtiha sûresi dışındaki diğer sûre veya âyetlerdeki okuyuş ve mahreç hatalarının ise namaza herhangi bir etkisi olmaz.
|
Namaz kılarken dünyevi düşüncelere dalmak namazı bozar mı?
|
Namaz kılanın huşû ve huzur içerisinde olması esastır (el-Mü’minûn, 23/2). Mümkün olduğu kadar namaza odaklanmak gerekir. Bunun için Allah Teâlâ’yı (c.c.) görüyormuşçasına (Buhârî, Îmân, 37 [50]; Müslim, Îmân, 5-7 [9-10]) ibadet etmek ve namazı, kılınan son namaz gibi düşünerek O’na yönelmek (İbn Mâce, Zühd, 15 [4171]) tavsiye edilmiştir. Diğer taraftan namaz kılarken, dünyevi düşüncelerin akla gelmesi, birçok insanın karşılaştığı bir durumdur. Namazda haricî düşünceler ile ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Namaz için ezân okunduğu zaman şeytan, ezânı işitmemek için geriye dönüp olanca hızıyla yellenerek kaçar, ezân bitirildiği zaman gelir. Namaz için kâmet getirilince yine geri dönüp kaçar. Kâmet bitirilince yine gelir, insan ile kalbi arasına sokulur. Filan şeyi hatırla, filan şeyi hatırla, diyerek (namaza başlamadan evvel insanın) hiç de aklında olmayan şeyleri hatırlatır durur. Nihâyet insan kaç rek'at kıldığını bilemez olur. İşte herhangi biriniz kaç rek'at; üç rek'at mı, yoksa dört rek'at mı kıldığını bilmediği zaman, oturur hâlde iki kere secde (sehiv secdesi) etsin.” (Buhârî, Sehiv, 6-7 [1231-1232]; el-‘Amelu fi’s-salât, 18 [1222]; Müslim, Salât, 16-19 [389]). İslâm âlimleri bu hadisi şeriften hareketle namazda, akla ve kalbe gelen düşüncelerden dolayı, namazın bozulmayacağını ifade etmişlerdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 2/397-398 [861]). Ancak akla gelen dünyevi düşüncelerle meşgul olmamak gerekir. Zira kişinin bu tür düşüncelerden sıyrılmaya çalışmayıp bunlarla meşgul olması, namazın hem çirkinliklerden alıkoyma gücünü hem de sevabını azaltacaktır. Dolayısıyla namazda iken akla gelen haricî düşüncelerin peşine düşmemek ve Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu hatırlayarak zihni toparlamaya çalışmak gerekir.
|
Namazda örtülmesi gereken bir yeri açılan kişinin namazı bozulur mu?
|
Gerek tek başına gerekse cemaatle kılınan namaz esnasında örtülmesi gereken bir organ, kişinin iradesi dışında açılır ve hemen örtülürse namaz bozulmaz. Eğer açılan yer bir organın dörtte biri oranına ulaşmış ve bir rükün eda edilecek (Sübhânellâhi’l-azîm diyecek) kadar açık kalmış ise namaz bozulur. Kendi iradesi ile bilerek açacak olursa, namaz fâsit olur (Merğinânî, el-Hidâye, 1/45).
|
Namaz kılanın önünden geçilmesi namazı bozar mı?
|
İster kapalı, ister açık alanda olsun zorunlu olmadıkça namaz kılan birisinin önünden geçilmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), namaz kılanın önünden geçmektense beklemenin daha hayırlı olacağını belirtmiştir (Buhârî, Salât, 101 [510]; Müslim, Salât, 261 [507]). Namaz kılanın da, uygun bir yere durmak veya sütre vb. bir şey koymak suretiyle önünden geçilmemesi için önlem alması gerekir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), önünden insan veya hayvanların geçmesi muhtemel olan bir yerde namaz kılan kişinin önüne sütre (değnek veya başka bir şey) koymasını tavsiye etmektedir (Müslim, Salât, 241-242 [499]). Sütreyi terk etmek ise mekruhtur. Namaz kılanın önünden geçen kimse sorumlu olmakla birlikte, önünden geçilen kişinin namazı bozulmaz. Fakat büyük camilerde, namaz kılanın secde mahallinin uzağından geçmek caizdir (Kâsânî, Bedâî’, 1/217). Cemaatle kılınan namazlarda, sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir; diğerlerinin sütre koyması gerekmez (Buhârî, Salât, 90 [494-495]). Namaz kılanın önündeki sütrenin ardından geçmekte bir sakınca yoktur.
|
Rükûya veya secdeye giderken pantolonu çekmek/elbiseyi düzeltmek namazı bozar mı?
|
Kişi namaz kılarken, namaza halel getirecek hareketlerden kaçınmalı, azalarını kontrol ettiği gibi kalbini de Allah’a yöneltmelidir. Namaza aykırı olup ‘amel-i kesîr’ olarak nitelenen hareketlerin namazda yapılması namazı bozar. Amel-i kalîl denilen, basit hareketler ise namazı bozmaz. Amel-i kesîr için net bir tanım yapma imkânı olmamakla birlikte, tanımlardan birinde dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek kadar hareket etmek şeklinde izah edilmiştir. Amel-i kalîl ise bunun zıddıdır. Diğer bir tarife göre de iki el ile yapılması âdet olan işler amel-i kesîr, bir el ile yapılan işler ise amel-i kalîldir. Zorunlu olmadıkça pantolonu veya elbiseyi rükûya veya secdeye giderken çekmek, namaz dışı bir işle meşguliyet olduğu ve namazda olması gereken huşûya aykırı düştüğü için mekruhtur, fakat namazı bozmaz (Kâsânî, Bedâî’, 1/215; Merğinânî, el-Hidâye, 1/64). Pantolonu veya elbiseyi amel-i kesîr sayılacak bir tarzda çekmek ise namazı bozar.
|
Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmanın hükmü nedir?
|
Namaza ait olmayan bir hareketi, bir özre dayanmaksızın çokça yapmak, yani amel-i kesîr Hanefîler'e göre namazı bozar. Amel-i kesîr için net bir sınır çizmek zordur. Kimi âlimlere göre namazdan olmayan bir hareketi iki elle birden yapmak, kimilerine göre bir hareketi üç defa peş peşe yapmaktır. Tercih edilen diğer görüşe göre ise dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek bir davranışta bulunmaktır. Bu bakımdan, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer ve namazı bozar. Namaz kılan kişi, namazdaki hareketlerini ve bunların namazını bozup bozmadığını bu açıklamalara göre değerlendirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/605).
|
Son rek'atı kıldığını zannederek teşehhütte bulunup selâm veren kimse namazını nasıl tamamlar?
|
Farz veya nâfile namaz kılarken, son rek'attan önceki herhangi bir rek'atın sonunda, bu rek'atları son rek'at zannederek oturup teşehhütte bulunduktan sonra selâm veren bir kimse; şâyet göğsünü kıbleden çevirmek, konuşmak ve gülmek gibi namaza aykırı bir davranışta bulunmamışsa, hemen ayağa kalkarak kalan rek'atları tamamlar. Namazın sonunda sehiv secdesi yapar; böylece namazı tamamlanmış olur. Fakat namazda eksik bıraktığı rek'atları tamamlamadan selâm verip namazı bozan bir davranışta bulunmuşsa, namazı başından alarak tekrar kılması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/76; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/311; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/91,92, 558-559).
|
Namaz hangi hâllerde bozulabilir?
|
Namazı, mazeretsiz bozmak haramdır. Ancak bazı durumlarda namazı bozmak vacip, bazı durumlarda mübah, bazen de müstehap olur. İnsan canına yönelik bir tehlike karşısında; mesela saldırıya uğrayan, ateşe, suya düşen bir insanın yardım istemesi hâlinde ona yardım etmek maksadıyla namazı bozmak vacip olur. Bir malın telef olmasını, çalınmasını önlemek gayesiyle namazı bozmak mübahtır. Tek başına namaz kılan bir kişinin, cemaatle namaz kılmanın faziletini kazanmak için namazı keserek farza yetişmesi ise müstehaptır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/654,655).
|
Ezan ve kâmet nedir? Ne zaman ve nasıl meşru kılınmıştır?
|
Ezân ve kâmet, farz namazların sünnetlerindendir. Farz namazlara çağrı için ezân okumanın dayanağı, Kitap ve Sünnet’tir. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Siz namaza çağırdığınız zaman onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar.” (el-Mâide, 5/58); “Ey îman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen Allah’ın zikrine koşun…” (el-el-Cum'a, 62/9) Resûlullah (s.a.s.) da “Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezân okusun.” (Buhârî, Ezân, 17-18, 49 [628, 631, 685]; Müslim, Mesâcid, 292 [674]) buyurmuştur. Namaz, Mekke döneminde farz kılınmakla birlikte, ezân hicretten sonra uygulamaya konulmuştur. Medine’ye hicretten sonra Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanıp düzenli olarak cemaatle namaz kılınmaya başlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) vakitlerin girdiğini duyurmak için ne yapılabileceğini arkadaşlarıyla görüşmüş, o esnada Hz. Peygamber’e vahiyle ve içlerinde Hz. Ömer (r.a.) ve Abdullah b. Zeyd’in (r.a.) de bulunduğu bazı sahâbîlere rüyalarında bugünkü ezânın şekli öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 27-28 [498-499]; İbn Mâce, Ezân, 1 [706-707]); İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/383). Ezân, İslâm’ın şiârı (sembolü) olup, müekked bir sünnettir. Ezân aracılığıyla halka hem namaz vaktinin girdiği ilan edilmekte, hem de Allah’ın eşsiz büyüklüğü, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) O’nun kulu ve elçisi olduğu ve namazın kurtuluş yolu olduğu ilan edilmektedir. İmam Muhammed, “Bir belde halkı tümüyle ezânı terk ederlerse onlarla savaşırım.” (Kâsânî, Bedâî’, 1/146) demiştir. Kâmet ise farz namazlardan önce, namazın başladığını bildiren ve ezân lafızlarına benzeyen sözlerdir. Ezândan farklı olarak, “hayye ale’l-felâh” cümlesinden sonra, “kad kâmeti’s-salât” cümlesi eklenir. Rivâyetlere göre kâmet de yukarıda ismi geçen sahabîlere aynı rüyada öğretilmiştir (Ebû Dâvûd, Salât, 28 [499, 507]).
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.