Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
Market ve mağazalarda alışveriş karşılığında verilen çekiliş kuponlarına çıkan hediyeler helal midir?
|
Taraflardan birinin kazanıp diğerinin kaybettiği bütün şans oyunları kumardır. Sadece kazananın kârlı çıktığı, kaybedenin ise zarara uğramadığı uygulamalar ise kumar niteliğinde değildir. Buna göre; marketlerde ve mağazalarda iş yeri sahiplerinin alışveriş yapan müşterilerine verdikleri çekiliş kuponuna hediye çıkması durumunda, müşterilerin çıkan hediyeleri almalarında bir sakınca yoktur (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 6/206). Çünkü müşterilerden birinin kazanması hâlinde diğerleri bir şey kaybetmemektedir. Ancak çekilişe katılmak için ayrıca bir ücret ödenmesi hâlinde yatırılan para üzerinden şans yolu ile kazanç elde etme durumu söz konusu olacağından yapılan çekiliş işlemi kumar olur.
|
Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın dini hükmü nedir?
|
Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, 8/554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır. Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi hâlinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir.
|
Kadınların ve erkeklerin saçlarını boyamaları caiz midir?
|
Kişinin temiz, bakımlı ve düzgün görünümlü olması, dinimizin tavsiye ettiği hususlardandır. Saç, sakal ve bıyık bakımı bu bağlamda değerlendirilmelidir. Saçı temizlemek, yıkamak, koku sürmek, taramak ve boyamak, Hz. Peygamber’in teşvik ettiği hususlardandır (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 50 [3462]; Libâs, 67 [5899]; Müslim, Libâs, 80 [2103]). Buna göre, başkalarını yanıltma kastı olmaksızın saç, sakal ve bıyık boyanabilir (Mübârekpûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, 5/353-361 [1752-1753]). Erkeğin saçını, siyah dışındaki kına rengi gibi renklere boyaması câiz ise de siyah renge boyaması mekruh görülmüştür. Mekke’nin fethi günü, Hz. Ebû Bekir’in yaşlı babası Ebû Kuhâfe’nin saçlarının beyazlaştığını gören Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bu beyaz saçın rengini değiştiriniz ve siyahtan sakınınız.” (Müslim, Libâs, 79 [2102]). Ancak saçı beyazlaşan kimse genç olursa, siyaha boyamasında da bir sakınca görülmemiştir. Çünkü bu durumda siyaha boyanan saç tabii hâline dönüşmüş olacaktır. Nitekim Sa’d b. Ebî Vakkâs, Ukbe b. Âmir, Hasan, Hüseyin ve Cerîr gibi sahâbîlerin bunu uyguladıkları nakledilmektedir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 1/154-155 [143]). Kadınlar için ise bir sınırlama yoktur. Bu konuda dikkat edilmesi gereken husus, kadının saçını ve vücudunun diğer mahrem yerlerini yabancı erkeklere göstermemesidir. Boya, saç üzerinde kimyasal bir tabaka oluşturup suyun temasına engel olmadıkça guslü ve namaz abdestini engelleyici bir unsur değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/154).
|
Sakal bırakmanın ve kesmenin dini hükmü nedir?
|
Hz. Peygamber (s.a.s.) sakal bırakmayı fıtrata uygun davranışlar arasında saymıştır (Müslim, Tahâret, 56 [261]; bk. Buhârî, Libâs, 64-65 [5892-5893]). Nitekim kendisi de sakal bırakıp güzelce bakımını yapmış (Tirmizî, eş-Şemâil, 50 [33]), sakalını eninden ve boyundan kısaltmış (Tirmizî, Edeb, 17 [2762]), ashâbına da gerekli bakımı yapmalarını tavsiye etmiştir (Muvatta', Şaʿr, 7 ). Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine tabi olma hususundaki titizliğiyle bilinen sahâbeden Abdullah b. Ömer de sakalının bir tutamdan fazlasını kesmiştir (Buhârî, Libâs, 64 [5892]). Bu ve benzeri rivâyetlerden hareketle bazı âlimlerimiz, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/417-418, 550; 6/407; el-Fetâva’l-hindiyye, 5/358; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350). Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) de sakalını uzatanlara bir tutamdan fazlasını kesmelerini tavsiye ettiği rivâyet edilmektedir (Aynî, Umdetü’l-kârî, 22/46-47). Konu hakkındaki hadisler ile sahabe uygulamalarını dikkate alan İslâm âlimleri sakal bırakmanın, yerine getirilmesi istenen doğal (fıtrî) bir fiil ve yapılması tavsiye edilen bir sünnet olduğunda ittifak ederken sakalı tamamen kesmenin hükmü konusunda ise farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı âlimler bunun haram olduğunu söylerken (Desûkî, Hâşiye, 1/90, 422-423) bazıları tahrîmen mekruh, diğer bazıları ise tenzîhen mekruh olduğunu söylemişlerdir (bk. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, 10/350; Dimyâtî, İ‘ânetü’t-tâlibîn, 2/386; Zühaylî, el-Fıkhü’l-İslâmî, 1/462). Genel olarak benimsenen “bir şeyin haram olması için onunla ilgili yasaklayıcı delilin sübût ve delalet açılarından kati yani ihtimale kapalı olması gerektiği” yönündeki usûl kuralı, sakalı tamamen kesmenin mekruh olduğunu söyleyen görüşün daha isabetli olduğu sonucunu vermektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e (s.a.s.) uymak maksadıyla sakal bırakan ve sakalının sünnete uygun bir şekilde bakımını yapan kişinin bu amelinden dolayı sevap alacağını, ancak herhangi bir sebeple buna imkân bulamadıkları için sakalını tıraş edenlerin ise sünnete aykırı düşmekle birlikte bundan dolayı günaha girmeyeceğini söylemek mümkündür.
|
İslâm’ın müziğe bakışı nasıldır?
|
İslâm dini, müzik konusunda ayrıntılı ve özel hüküm koymak yerine genel ilke ve amaçları belirlemekle yetinmiştir. Buna göre İslâm’ın ilke ve esaslarına aykırı, günaha sevk eden, haramı teşvik eden müzikleri yapmak ve dinlemek günahtır. Dinimizin temel inanç, amel ve ahlak ilkelerine aykırı olmayan, haramların işlenmesine sebep olmayan müzik türlerini dinlemekte ise dinen bir sakınca yoktur. Kur’ân ve sünnette müzikle meşgul olmanın, müzik dinlemenin mutlak anlamda günah olduğunu gösteren deliller bulunmamaktadır. Aksine, Resûlullah’ın (s.a.s.), ilke olarak müziğin câiz olduğuna işaret sayılabilecek nitelikte ifadelerinin bulunduğu bilinmektedir. Nitekim o, nikâhın duyurulması için def çalınmasını öğütlemiştir (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]). Yine bir bayram günü Hz. Âişe’nin yanında def çalıp türkü söyleyen iki câriyeye çıkışmak isteyenlere “Bırakın bugün bayramdır” diye uyarıda bulunmuştur (Buhârî, ʽÎdeyn, 25 [987]; Müslim, Salâtü’l-ʽîdeyn, 17 [892]). Müzik yapmanın ve dinlemenin hükmünün ne olduğu konusu İslâm bilginleri tarafından çokça tartışılmış, lehte ve aleyhte çok şey söylenmiştir. Tarafların ileri sürülen görüşleri, gerekçeleri ile birlikte değerlendirildiğinde müziğin mutlak anlamda yasaklanmadığı, aksine ilke olarak mübah kılındığı sonucuna ulaşılır (bkz. Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 4/222).
|
Satranç oynamak caiz midir?
|
Fıtrat dini olan İslâm, insan tabiatına uygun esaslar koymuş; maddî ve manevî gereksinimleri çerçevesinde eğlenme ihtiyacını da dikkate almıştır. Bu bağlamda spor, oyun veya eğlence gibi meselelerde İslâm’da asıl olan mubah olmaktır. Zekâ, taktik ve strateji oyunu olan satranç hakkında İslam âlimleri bir takım gerekçelerle farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Âlimlerin bir kısmı satrancı kumarla ilişkilendirip caiz olmadığını söylerken (bk. Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 5/127; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/171; Bâcî, el-Münteka, 7/278), diğer bir kısmı ise dinen sakıncalı unsurlar barındırmaması ve fesada vesile edilmemesi şartıyla caiz olduğu görüşünü benimsemişlerdir. (bk. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/394-3; İbn Nüceym, el-Baḥrü’r-râʾiḳ, 7/91; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 4/343; Mâverdî, el-Ḥâvi’l-kebîr, 17/178-179; İbnü’l-Hâcib, Câmiʿu’l-ümmehât, 566; İbn Abdülber, et-Temhîd, 13/181) Bu bağlamda satranç oynamakla ilgili kaynaklarda yer alan rivayetler ise satrancın mutlak anlamda caiz olmadığına hükmedilecek kuvvette değildir. (Dârekutnî, ʿİlelü’l-ḥadîs̱, 2/504 [906]; İbnü’l-Cevzî, el-ʿİlelü’l-mütenâhiye, 2/783 Münzirî, et-Terġīb ve’t-terhîb, 4/24 [4638]; Zeylaî, Nasbü’r-râye, 4/274-275) Netice itibariyle satranç oynamak caizdir. Ancak bu oyun kumara aracı kılınmamalı, dinî ve dünyevî yükümlülükler ihmal edilmemeli, taraflar arasında kin ve nefrete yol açacak tutumlardan uzak durulmalıdır.
|
Erkeğin bakımını yapan kadının bu erkeğin mahrem yerlerine bakmasının hükmü nedir?
|
Bir kişi, zaruret bulunmadıkça, kendisine namahrem olan kişilerin avret sayılan yerlerine bakamaz (en-Nûr, 24/30-31). Buna göre bakıma muhtaç durumdaki bir erkeğin bakımının, öncelikle mahrem olan yakınları tarafından, yoksa erkek bakıcılar tarafından yapılması gerekir. Tüm bu kişiler arasında bakıcı bulunamadığı takdirde, bir kadın tarafından bakılması zaruret hâline gelmiş olur. Böyle bir durumda söz konusu kadının temizlik ve bakım için ve zaruret miktarınca, bakıma muhtaç erkeğin avret yerine bakmasında dinen bir sakınca yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 4/369).
|
Duanın önemi nedir ve dua nasıl yapılmalıdır?
|
Sözlük anlamı ile dua “çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek” demektir. Dinî bir terim olarak ise insanın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Temeli, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre dua, Allah ile kul arasında bir irtibattır. Duada daima tâzim (Allah’ı yüceltme) ve bu tâzimle birlikte istekte bulunma anlamı vardır. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir. Böylece duada biri zikir ve saygı, diğeri de dilek olmak üzere iki unsur hep yan yana bulunur. Bu sebeple Hz. Peygamber (s.a.s.), “Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, De‘avât, 2 [3371]) buyurmuştur. Aynı sebeple en önemli ibadet olan namaz, dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir (el-En'âm, 6/52; el-Kehf, 18/28). Diğer bir âyette de; “De ki; duanız (kulluğunuz) olmasa Rabbim size ne diye değer versin.” (el-Furkân, 25/77) buyrulmak suretiyle insanın ancak Allah’a olan bu yönelişiyle değer kazanabileceği belirtilmiştir. Duanın sadece Allah’a yöneltilmesi; Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine üstün nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmemesi Kur’ân’da ısrarla vurgulanmıştır (eş-Şuarâ, 26/213; el-Kasas, 28/88).
|
Duaların kabul olması için ön şartlar var mıdır?
|
Duanın kabul edilmesi için şu hususlara riâyet edilmesi gerekir: a) Duadan önce tövbe ve istiğfar edilmelidir. Günah işleyen, haramlardan uzak durmayan bir kulun duası kabul edilmeye layık değildir. Bu bağlamda Hz. Peygamber’in (s.a.s) şu hadisi çok dikkat çekicidir: “Allah yolunda seferler yapmış, üstü başı tozlanmış bir adam ellerini semaya kaldırarak, ‘Yâ Rabbi, Yâ Rabbi’ diye yalvarıyor. Oysa yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, gıdası haramdır. Böyle birisinin duası nasıl kabul olur?” (Müslim, Zekât, 65 [1015]). b) Duaya Allah’a hamd, Peygambere salât-ü selâm ile başlanmalı; yine salât-ü selâm ve Allah’a hamd ile bitirilmelidir. Fedâle b. Ubeyd’den (r.a.) rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Resûlullah (s.a.s.), (mescidde) oturmakta iken bir adam geldi, namaz kıldı, sonra şöyle dua etti: Allah’ım beni bağışla, bana acı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), ‘Ey namaz kılan, acele ettin, namaz kılıp oturduğun vakit Allah’a layık olduğu şekilde hamd et, sonra bana salât ve selâm et, sonra da yapacağın duayı yap.’ Bundan sonra başka biri namaz kıldı. Namazdan sonra Allah’a hamd etti ve Peygambere salât ve selâm getirdi. Başka bir şey yapmadı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.), o kimseye: ‘Ey namaz kılan kimse! Dua et, duan kabul edilsin.’ dedi.” (Tirmizî, De‘avât, 65 [3476]; Nesâî, Sehiv, 48 [1284]). c) Dua içten, tevazu ile ve yalvararak yapılmalıdır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Rabbinize alçak gönüllülükle yalvararak ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (el-A'râf, 7/55). Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmaktadır: “Allah’a kabul edileceğini gerçekten inanarak dua ediniz. Bilin ki Allah, ciddiyetten uzak ve umursamaz bir kalp ile yapılan duaları kabul etmez.” (Tirmîzî, Deavât, 66 [3479]). d) Israrla dua edilmelidir. Bir mümin, ettiği duanın kabul edilmesi hususunda aceleci olmamalıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Sizden herhangi biriniz ‘dua ettim de kabul olunmadı’ diyerek acele etmediği sürece duası kabul olunur.” (Buhârî, De‘avât, 22 [6340]; Müslim, Zikir, 90-92 [2735] ). e) Umut ve korku içinde dua edilmelidir. Kur’ân’da şöyle buyrulmaktadır: “Onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlar, (rahmetimizi) umarak ve (azabımızdan) korkarak bize dua ederlerdi. Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 21/90). f) Dua her zaman yapılabilirse de bazı vakitlerde yapılması daha makbul görülmüştür. Bu vakitlerden biri de seher vaktidir. Allah Teâlâ, geceleri dua, ibadet ve istiğfar ile meşgul olanları Kur’ân-ı Kerîm’de övmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hz. Peygamber’e (s.a.s.), 'Ey Allah’ın Resûlü, hangi dua daha makbuldür?' Diye sorulunca, ‘Gece yarısı ve farz namazlardan sonra yapılan duadır.’ cevabını vermiştir.” (Tirmizî, De‘avât, 79 [3499]).
|
Kur’ân-ı Kerim’de geçen dua âyetlerinin muhtevası nedir?
|
Kur'ân-ı Kerim’de dua ile ilgili âyetler geniş bir yer tutar. İki yüz kadar âyet doğrudan dua ile ilgilidir. Ayrıca tesbîh, hamd, şükür, istiâne (Allah'tan yardım dileme), istiâze (kötü ve şerli olan her şeyden Allah'a sığınma), tazarru (kendi eksikliğini bilerek Allah'a yalvarma), tövbe ve istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve isteklerini ifade eden çok sayıda âyet de dua ile alakalıdır. Dua ile ilgili âyetlerin bir kısmında insanların Allah’a dua etmeleri emredilmiş, duanın usûl, âdâb ve tesirleri üzerinde durulmuştur (en-Nisâ, 4/32; el-A’râf, 7/29, 55, 180; Yûsuf, 12/86; el-Mü’min, 40/60). Örneğin Allah Teâlâ; "Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): 'Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.'…" (el-Bakara, 2/186) buyurarak insanların dua ile kendisine yönelmelerini istemiştir. Bazı sûre ve âyetler dua metinleri mahiyetindedir. Fâtiha sûresi buna güzel bir örnektir: "Rahmeti sonsuz, merhameti tükenmez olan Allah'ın adıyla. Bütün övgüler, âlemlerin Rabbi olan Allah'a yaraşır. O, sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan, rahmetiyle hey şeyi kuşatandır. Hesap gününün tek hâkimidir. (Rabbimiz) yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz. Bizi doğru yola ulaştır. (Hidâyete erdirerek) nimet verdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil." (el-Fâtiha, 1/1-7). Bakara sûresinin 201. âyeti, dua olarak en çok okunan ayetlerdendir: “…Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver; bizi cehennem azabından koru.” Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) dua ederken sıkça bu âyeti okumuş (Buhârî, De‘avât, 55 [6389]; Müslim, Zikir, 26 [2690]) ve okunmasını tavsiye etmiştir (Müslim, Zikir, 23 [2688]). Peygamberimiz (s.a.s.), ümmet-i Muhammed’in her bir ferdini kuşatıcı mahiyetteki Bakara sûresinin sonundaki şu duaların her gece okunmasını tavsiye etmiş ve okuyan kişiye (sevap olarak veya kötülerin şerrinden muhafaza etmesi bakımından) yeteceğini ifade buyurmuştur (Buhârî, el-Meğâzî, 12 [4008]; Müslim, Salâtü'l-müsâfirîn, 255 [807]): "…Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" (el-Bakara, 2/286). Âl-i İmrân sûresindeki; "Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla..." (Âl-i İmrân, 3/8), “…Rabbimiz! İman ettik; bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” (Âl-i İmrân, 3/16), “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şahitlerden yaz..." (Âl-i İmrân, 3/53) ayetleri, mü'minlere istikâmet üzere olmayı, bağışlanma dilemeyi ve hidâyete ulaşma yollarını öğreten dua ayetlerindendir. Yine Âl-i İmrân sûresinin 191-194. ayet-i kerîmelerinde; inananların her halükârda Allah Teâla'yı andıkları, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ettikleri belirtilmekte ve ardından yaptıkları dualarında; cehennem azabından Allah'a sığındıkları, günahların bağışlanıp kötülüklerinin örtülmesini, vefat ederken iyilerle birlikte canlarının teslim edilmesini, âhirette vadettiği nimetlere ulaştırmasını ve hesap gününde kişiyi rezil rüsvâ etmemesini niyazda bulundukları ifade edilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de her hususta Allah'a niyaz eden ve yakaran peygamberlerin duaları da bulunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Âdem (a.s.) ve eşi Hz. Havva'nın cennetten çıkarıldıktan sonra bağışlanmaları için yaptıkları "…Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (A'râf, 7/23) şeklindeki duayı, mü'minler tevbe istiğfar ederken daima zikrederler. Hz. İbrahim’in (a.s.) duaları Kur'ân-ı Kerim'de bir hayli yer tutar. Bunların başında; “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ihsan et!” (es-Sâffât, 37/100), “Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl, neslimizden de sana itaat eden bir ümmet çıkar, bize ibadet usullerimizi göster, tevbemizi kabul et; zira, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin.” (el-Bakara, 2/128) duaları gelir. Yine Hz. İbrahim’in (a.s.) Rabbine ilticâ ederek çocuklarının ve zürriyetinin tevhid üzere olmaları, ibadet ve taat üzere yaşamaları için yaptığı dualar bizler için örnek mahiyettedir: "Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle; ey Rabbimiz! Duamı kabul et!" (İbrahîm, 14/40), "Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat. Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni, Naîm cennetinin vârislerinden kıl… (İnsanların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme. O gün ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler o günde fayda bulur." (eş-Şuarâ, 26/83-89). Toplumu ifsat etmek isteyenlere karşı Hz. Lût (a.s.) şöyle dua etmiştir: "Rabbim! Beni ve ailemi, onların yapageldikleri kötü şeylerden kurtar." (eş-Şuarâ, 26/169), "...Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle." (el-Ankebût, 29/30). Hz. Yûsuf (a.s.) da kendisine tuzak kuranlara karşı şöyle dua etmiştir: "...Ey Rabbim! Zindan bana, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum!" (Yûsuf, 12/33), "Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler arasına kat!" (Yûsuf, 12/101). Hz. Şuayb'ın (a.s.) kavminin hadsizliklerine karşı yaptığı; "…Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (A’râf, 7/89), "… Başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (Hûd, 11/88) şeklindeki niyâzları, ilticâ ve tevekküle örnek teşkil eden dualardandır. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Mûsâ'nın (a.s.) yaptığı birçok duayı görmekteyiz: "… Rabbim! Doğrusu kendime zulmettim. Beni bağışla…" (el-Kasas, 28/16) "…Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar." (el-Kasas, 28/21). O, kavminin yaptığı hatalardan dolayı Allah'a şöyle yalvarmıştır: "…Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla, bizi rahmetine kabul et. Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin!" (A’râf, 7/151), "…Rabbim!... İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin?… Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize, bu dünyada da iyilik yaz ahirette de. Şüphesiz biz sana döndük..." (A’râf, 7/155-156). Firavuna dini, tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kendisine verilen görevin hakkıyla başarıya ulaşması için yaptığı şu niyazlar; özellikle kısa, canlı, ahenkli ve etkili cümleleriyle Kur'ân’daki dua örneklerindendir: "…Rabbim! Yüreğime genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimden (şu) bağı çöz ki sözümü anlasınlar. Bana ailemden bir de vezir (yardımcı) ver, kardeşim Harun'u. Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Ve onu işime ortak kıl. Böylece seni bol bol tesbih edelim. Ve çok çok analım seni. Şüphesiz sen bizi görmektesin." (Tâhâ, 20/25-35). Hz. Süleymân'ın (a.s.) yaptığı şu dua, yaratıcıya nasıl hamd ve şükredileceği hususunda örnektir: "…Ey Rabbim! Beni, bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat." (en-Neml, 27/19). Hz. Eyyûb (a.s.) de Rabbine şöyle niyaz eder: "…Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin." Bunun üzerine Yüce Allah onun duasını kabul ederek dert ve sıkıntılarını gidermiştir (el-Enbiyâ, 21/83-84). Yine denize atılan ve bir balık tarafından yutulan Hz. Yûnus'un (a.s.), karanlıklar içinde; "…(Rabbim!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) şeklinde yaptığı dua, bütün mü'minlerin dilinde tevbe ve istiğfâr duası olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimize (s.a.s.) ve mü’minlere yapmaları öğütlenen bazı dualar da zikredilmektedir: "… De ki! Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sadece O'na güvenip dayanırım. O yüce Arş'ın sahibidir." (et-Tevbe, 9/129), "…Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet, anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbimizden yardım istenir." (el-Enbiyâ, 21/112), "…Rabbim! Eğer onlara yöneltilen tehdidi (dünyevî sıkıntıyı ve uhrevî azabı) mutlaka bana göstereceksen, bu durumda beni zalimler topluluğunun içinde bulundurma Rabbim!" (el-Mü’minûn, 23/93-94), "…Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!" (el-Mü’minûn, 23/97-98), "…Bağışla ve merhamet et Rabbim! Sen merhametlilerin en iyisisin." (el-Mü’minûn, 23/118), "…Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım eden bir kuvvet ver." (el-İsrâ, 17/80), "…Rabbim, benim ilmimi artır." (Tâhâ, 20/114). Kur'ân’daki dua örneklerinde, insanların sadece kendileri için dua etmemeleri; anne-babalarına, eşlerine, çocuklarına, diğer yakınlarına ve bütün mü’minlere de dua etmeleri istenir: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar (annem-babam) beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!..." (el-İsrâ, 17/24), "…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!" (el-Furkân, 25/74), "…Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!" (el-Haşr, 59/10). Hz. Nuh ve Hz. İbrahim de kendilerinin, ana-babalarının, etraflarındaki mü'minlerin ve kadın-erkek tüm inananların bağışlanmasını için dua etmişlerdir (Nûh, 71/28; İbrâhim, 14/41). İnsan dua ederken elbette kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyleri ister. Ancak Kur'ân Kerim, insanın bazen hayır istediğini düşünerek şer olacak şeyi istediğine de dikkat çeker: "İnsan, hayır için dua ettiğini düşünerek (bazen) şerri ister. Zira insan pek acelecidir!" (İsrâ, 17/11). Nitekim Bakara sûresi 216. ayette; "…Bazen hoşlanmadığınız (kötü gördüğünüz) bir şey sizin için hayır olabilir. Arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olabilir. Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz." buyrulmaktadır. Hz. Nuh (a.s.) da duasında bu durumu dile getirmiştir: "…Rabbim! Senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen, ziyana uğrayanlardan olurum!" (Hûd, 11/47). Aynı zamanda inananlar için bir öğüt, hidayet, rahmet ve şifâ kaynağı olan Kur'ân Kerim'de, kulların maddî ve manevî hastalık, sıkıntı vb. durumlarda Yüce Allah’a sığınması öğütlenmektedir (et-Tevbe, 9/14; Yûnus, 10/57; el-İsrâ, 17/82; el-Enbiyâ, 21/83-84; eş-Şu’arâ, 26/80; Fussılet, 41/44). Bununla birlikte Kur'ân Kerim, insanın darlıkta olsun genişlikte olsun daima dua etmesini ister. Sadece başı dara düştüğünde dua etmesini yeterli görmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider..." (Yûnus, 10/12). Bir şeyin olmasını isteyen kişi hem elinden geleni yapacak hem de dua edecektir. Nitekim Kur'ân’da Mü’minlere, iman etmelerinden sonra ısrarla sâlih amel işlemelerinin emredilmesi, sözlü ve fiili duanın birbirinden ayrılmaması gerektiğini göstermektedir: “İman edip salih amel işleyenlere, zemininden ırmaklar akan cennetler verileceğini müjdele…” (el-Bakara, 2/25). Bu itibarla akıl ve irade sahibi insan, ancak ortaya koyduğu en temel eylemlerden birisi olan kulluk ve dua ile Allah katında bir kıymete erişebilir: “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân, 25/77). Kur'ân-ı Kerim’de yer alan duaların sadece dünya hayatıyla sınırlı olmadığı, ahiret âleminde de devam edeceği anlaşılmaktadır. Cennetliklerin, ahirette kavuşacakları nimetlerden dolayı Allah’a samimi bir kalple yapacakları dualarda büyük bir mutluluğun ve huzurun izleri görünmektedir: "Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur." (Yûnus, 10/10). Sonuç itibariyle Kur'ân-ı Kerîm'de, kulun; her hâlde Allah'a hamd-u senâ etmesi, O'na niyaz edip günahından afv ve mağfiret dilemesi, darlıkta ve genişlikte, hastalıkta ve sıkıntılı durumlarda O'ndan yardım istemesi, dünya ve ahiret saadeti için Allah'a yalvarması istenmektedir. Yine insanın; sadece kendisi için değil de anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları ve bütün mü'minler ve onların tevhid üzere kulluk edip, taatten ayrılmamaları için dua etmesi de öğütlenmektedir. Yapılan bu yakarışlar karşısında Yüce Allah'ın, kulunun her an yanında olduğu ve ona cevap verdiği, dualarını kabul edip sıkıntılarını giderdiği de Kur'an-ı Kerim'de bildirilmektedir. Hz. Âdem'den (a.s.) Peygamberimiz'e (s.a.s.) kadar bütün peygamberlerin her fırsatta Allah'a niyazda bulunup ona iltica ederken yaptıkları yakarışlar, bizler için en güzel dua örneklerini teşkil eder.
|
Duada ellerin durumu nasıl olmalıdır? Duadan sonra elleri yüze sürmenin dayanağı var mıdır?
|
Dua sırasında avuçlar yukarıya gelecek şekilde elleri açık tutmak, istek ve niyazın anlamına uygun bir haldir. Ellerin yukarıya, göğe doğru kaldırılması Allah’ın gökte, belli bir mekânda oluşundan değil, göklerin yücelik ve azameti temsil etmesi sebebiyledir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), dua ederken bazen koltuklarının beyazlığı görünecek kadar ellerini kaldırırdı (Buhârî, De‘avât, 23 [6341]). Hz. Peygamber (s.a.s.) buyuruyor ki; “Allah’a avuçlarınızı yukarıya getirerek dua edin, ellerinizin tersini değil. Duayı bitirdiğiniz zaman da ellerinizi yüzünüze sürün.” (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bela ve musibetler sırasında dua ederken avuçları yere bakacak şekilde dua ettiği (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/56 [16613]; Azîmâbâdî, ‘Avnü’l-ma‘bûd, 4/251 [1486]), yine Resûlullah’ın (s.a.s.) ellerini kaldırmadan da dua ettiği rivâyet edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/181 [12890]). Dua sırasında normal olarak omuz hizasına kadar kaldırılan ellerin (Buhârî, De’avât, 23 [6341]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâvi’l-vitr, 23 [1489]) arası normal aralıkta tutulur. “Hz. Peygamber (s.a.s.), dua sırasında ellerini bir araya getirdi.” (bkz. Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 14 [5017]) şeklindeki rivâyet, “ellerini bir hizada tuttu; biri aşağıda, biri yukarıda değildi.” (Tahtâvî, Hâşiye, 317-318) şeklinde yorumlanmıştır. Bununla birlikte ellerin birleştirilmesi de mümkündür. Önemli olan husus, bu konuda taassup göstermemektir. Namazlardan sonra veya başka zamanlarda dua ederken elleri yüze sürmek, duada el kaldırıldığında sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 119 [1181]; Duâ, 13 [3866]). El kaldırmadan dua edildiği zaman, ellerin yüze sürülmesi gerekmez.
|
Her zaman dua edilebilir mi, dua için belirlenmiş özel vakitler var mıdır?
|
İslâm dinine göre dua için mutlaka uyulması gereken özel bir zaman ve mekân tahsis edilmiş değildir. Her yerde her zaman dua edilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde, Allah’ı tesbîh edin (namaz kılın). Göklerde ve yerde hamd O’na mahsustur.” (er-Rum, 30/17-18) buyurularak, ibadet ve duanın gün içine yayılmasının önemi vurgulanmıştır. Bununla birlikte Kur’ân ve hadislerden anlaşıldığına göre gece seher vaktinde yapılan dualar daha makbuldür (Tirmizî, Deavât, 80). Âl-i İmrân sûresi 16-17. âyetlerde cennetlikler şöyle müjdelenir: “(Onlar) ‘Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru’ diyenler; sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah’tan) bağışlanma dileyenlerdir.” Bir başka âyette de şöyle buyrulmuştur: “Onlar, geceleri az uyurlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (ez-Zâriyât, 51/17-18). Hadis-i şeriflerde duaların kabul edileceği bazı vakitler belirtilmiştir: Ramazan geceleri, Arafat vakfesi, Berât ve Kadîr geceleri, Cuma günleri, gece vakitleri, ezân okunduğu ve kamet getirildiği vakitler ve farz namazların sonrası bunların bir kısmıdır (Buhârî, Cum`a, 37 [935]; Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 166 [757]; Cum`a, 13-15 [852]; Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Deʽavât, 79, 122 [3499, 3585]; 85 [3513]; İbn Mâce, Sıyâm, 48 [1752]; İkâmetü’s-salavât, 191, [1388-1390]).
|
Yatarak dua etmekte bir sakınca var mıdır?
|
Ayakta, oturarak veya yatarak Allah’ı anmakta, dua edilmesinde bir sakınca yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân, 3/191) buyrulmaktadır. Berâ b. Âzib’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) yatağına uzandığında, sağ tarafı üzerine yatar ve şöyle dua ederdi: اللَّهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ، وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ، وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ، وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَا وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلَّا إِلَيْكَ، آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ، وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ. “Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. İşimi sana ısmarladım. Yüzümü sana çevirdim. Rızanı isteyerek, azabından korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin Kitab’a ve gönderdiğin Peygambere inandım.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247] Müslim, Zikir, 56-58 [2710]). Aynı sahabî, Resûlullah'ın (s.a.s.) kendisine; “Yatağına gireceğin zaman namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ yanın üzerine yat ve bu duayı oku ve bu duanın sözleri yatmadan önceki son sözün olsun.” (Buhârî, Vudû’, 75 [247]; Müslim, Zikir, 56 [2710]) buyurduğunu nakletmiştir.
|
Duaların sonunda söylenen “âmin” sözü ne anlama gelir; bunun dinî dayanağı nedir?
|
Âmin, “kabul buyur” demektir. Dualardan sonra “âmin” deme uygulaması sünnetle sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “İmam ‘âmin’ dediği vakit siz de ‘âmin’ deyiniz. Zira kimin ‘âmin’ demesi meleklerin ‘âmin’ demesine denk gelirse, o kişinin geçmiş günahları affolunur.” (Buhârî, Ezân, 111-113 [780-782]; Müslim, Salât, 72 [410]) buyurmuştur. Namazda Fâtiha sûresi okunduktan sonra âmin demek de sünnettir (İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 14 [853-855]).
|
Dua ve zikir sesli mi, yoksa sessiz mi yapılmalıdır?
|
Duanın, alçak sesle, hüzünlü ve tazarru (yalvararak) ile yapılması adaptandır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbinize yalvararak ve için için dua edin…” (el-A'râf, 7/55) buyrulmaktadır. Ancak içtenlikle ve samimi olduğu sürece, sesli olarak dua edilebilirse de sessiz olması daha uygundur. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir yolculuk esnasında sesli olarak tekbir ve tehlil getirmeye başlayan bir grup sahabîye, “Ey insanlar! Kendinize merhamet edin; siz ne duymayana dua ediyorsunuz ne de uzakta olan birisine. Muhakkak siz, işiten, yakın olan bir zata dua ediyorsunuz ki O sizinle beraberdir.” (Müslim, Zikir, 44 [2704]; bkz. Buhârî, Cihâd 132 [2992]; Megâzî 39 [4205]) buyurmuşlardır.
|
Fiilî dua ne demektir?
|
Allah, kâinatta meydana gelecek tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Hem dünyada hem de içinde yaşanılan evrendeki her şey Allah’ın koyduğu sebep-sonuç (kanun ve kural) ilişkilerine göre şekillenir. Arzu ettiği bir şeyin olmasını isteyen kişi, onun sebeplerini de yerine getirmek zorundadır. Örneğin çocuk sahibi olmak isteyen kişinin evlenmesi, sınavda başarılı olmak isteyen öğrencinin derslerine çalışması fiilî dua sayılır. Kişi, Allah’tan istediği şeyin gerçekleşmesi için Allah’ın kendisine öğrettiği sebepleri ve kanunları elinden geldiği kadar yerine getirip tamamlar, sonucunu da Allah’tan bekler. “İnsan için ancak çalışmasının karşılığı vardır.” (en-Necm, 53/39) mealindeki âyette insanların çalışmaları ile alacakları sonuç arasındaki ilişkiye dikkat çekilmiş ve bu çalışmanın fiilî bir dua manasına geldiğine işaret edilmiştir. Hayvanı hasta olan ve iyileşmesi için sadece dua eden birisine söylenen “Duana biraz da katran ilacı ekle” sözü, fiilî dua için güzel bir örnektir. Bir işin gerçekleşmesi için dua edip oturan insanın yapmış olduğu hareket ne kadar yanlış ise tüm çalışmaları yapıp gerekli tedbirleri aldıktan, yani fiilî duasını tamamladıktan sonra “Bu işi ben tamamladım.” diyerek sözlü dua etmeyenin yapmış olduğu davranış da o derece yanlıştır.
|
Ezan duasının dinî hükmü nedir ve nasıl yapılır?
|
Ezândan sonra, Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salavat getirmek sünnet; vesile duasını yapmak menduptur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/397-398). Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ezânı işittiğiniz zaman, onun dediğini tekrarlayın. Sonra bana salât getirin. Çünkü gerçekten kim bana bir defa salât getirirse, Allah onu on rahmet ile anar. Sonra da benim için Allah’tan vesile isteyin. Çünkü vesile Cennet’te bir makamdır ki, ancak Allah’ın kullarından bir kula layık görülmüştür, umarım ki o kul ben olayım. Artık kim benim için Allah’tan vesile isterse, şefaatim ona helal olur.” (Müslim, Salât, 11 [384]). Konu ile ilgili olarak Buhârî’de yer alan rivâyet şöyledir: “Her kim ezânı işittiğinde ardından; اللَّهُم ربّ هذه الدَّعْوَة التَّامة والصَّلاة القَائمة آتِ محمدا الوَسِيلَة والفَضِيلة وابْعَثْه مَقَامًا محمودًا الَّذي وعَدْتَه. Ey bu tam davetin ve kılınmak üzere olan bu namazın Rabbi olan Allah’ım! Muhammed’e vesileyi, fazileti ihsan et. Bir de kendisine va’d ettiğin Makam-ı Mahmûd’u verip oraya ulaştır’ derse, kıyamet gününde benim şefaatim ona helal olur.” (Buhârî, Ezân, 8 [614]). Bazı kaynaklarda, duanın sonuna “sen va’dinden dönmezsin.” ifadesi eklenmiştir (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 1/603-604 [1933]). Ezân bittiğinde onu duyanlar bu hadiste ifade edildiği şekilde dua ederler. Ayrıca “Ezân ile kamet arasında dua reddolunmaz.” (Ebû Dâvûd, Salât, 35 [521]; Tirmizî, Salât, 44 [212]) hadisi gereği, vesile duasının ardından başka dualar da yapılabilir (Nevevî, el-Mecmû’, 3/118).
|
Yetmiş bin kelime-i tevhid okumanın dinî dayanağı var mıdır?
|
Kelime-i tevhid sözlük anlamı ile “Allah’ı birleme cümlesi” demektir. “Lâ ilahe illallah” sözünden ibarettir ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” anlamına gelir. Bu cümlenin ifade ettiği mana İslâm’ın temel ilkesini oluşturur. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Kıyamet gününde benim şefaatim sayesinde en mutlu olacak insan, kalbinden içtenlikle, Lâ ilâhe illallah diyendir.” (Buhârî, İlim, 33 [99]; Rikâk, 51 [6570]) buyurmuştur. Zikir, hatırlamak ve hatırlatmak demektir. Kelime-i tevhidi zikir olarak okumak, okuyana ve dinleyenlere Allah’ı hatırlatacağı için sevap kazandıran bir ameldir, zikirlerin en güzelidir. Resûlullah (s.a.s.), “En faziletli zikir ‘Lâ ilahe illallah’; en faziletli dua da ‘Elhamdülillah’ demektir.” (Tirmizî, Deʽavât, 9 [3383]; İbn Mâce, Edeb, 55 [3800]) buyurmuştur. Bunun yanında günde yüz defa “Lâ ilâhe illallah” diyenin çeşitli şekillerde mükâfatlandırılacağı yönünde hadisler bulunmaktadır (Tirmizî, Deʽavât, 37 [3430]; İbn Mâce, Edeb, 54 [3794]). Sahih hadislerde belirtilenler dışında dua veya zikirlerin belli sayılarda yapılması gerektiğine inanıp bunu iddia etmek doğru değildir.
|
4444 gibi belli sayıda zikir çekme uygulamasının dinî bir dayanağı var mıdır?
|
Duaların kabulü için samimiyet önemli olup, belirli sayılarda okunması şart değildir (Mü’min, 40/65; Tirmizî, Deʽavât, 66 [3479]). Salât-ı tefrîciyenin ya da herhangi bir duanın 4444 defa veya belli zamanlarda okunması şart olmadığı gibi okunduğunda muhakkak kabul olunacağını ifade eden herhangi bir âyet ve hadis de bulunmamaktadır. Kişinin, bir isteğinin yerine gelmesini Allah’tan isteyeceği vakit, iki rek'at namaz kılması (Tirmizî, Vitir, 17 [479]; İbn Mâce, İkâmetü’s-salavât, 189 [1384]), Allah’a hamd edip Hz. Peygamber’e (s.a.s.) salât-u selâmda bulunması (Ebû Dâvûd, Tefrîʽu ebvâbi’l-vitr, 23 [1481]; Tirmizî, Deʽavât, 65 [3476-3477]), duadan önce tövbe-istiğfar etmesi tavsiye edilir.
|
Mevlid-i Şerif okumanın dinî hükmü nedir?
|
Sözlükte “doğum yeri ve zamanı” anlamına gelen mevlid kelimesi, İslâm kültür ve geleneğinde özellikle Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğumunu ve bu vesileyle onun hakkında yazılan medih ve naat türü manzum eserleri ifade eder. Tarihten günümüze İslâm toplumlarında başta Hz. Peygamber’in (s.a.s.) doğum yıldönümü olmak üzere, mübarek kabul edilen gün ve gecelerin yanı sıra, doğum, ölüm ve düğün gibi çeşitli vesilelerle mevlid-i şerif okunması adet haline gelmiştir. Böylece hayatın bu önemli safhalarında insanların gönlünde Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.s.) sevgisinin daha canlı hale gelmesi amaçlanmış ve bu vakitlerin bereketli zaman dilimlerine dönüşmesi arzulanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) henüz hayatta iken, başta Kâ’b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’si olmak üzere, ona olan sevgi ve bağlılığı dile getiren şiirler yazılmış, Resûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.s.) de bunu hoşnutlukla karşılayarak sahiplerini hediyelerle taltif etmiştir. Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.s.) karşı olan sevgisi onun vefatından sonra da farklı edebi eserlerde sürekli olarak dile getirilmiş ve bu konuda günümüze ulaşan büyük bir literatür oluşmuştur. Mevlid merasimleri XI. yüzyıldan itibaren Türklerin yaşadığı bütün bölgelerde kabul görmüş ve günümüze kadar kuvvetli bir gelenek hâlinde devam etmiştir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerîm tilaveti yanında, Süleyman Çelebi’nin Türk edebiyatının da şaheserlerinden kabul edilen Vesîletü’n-Necât adlı eseri öne çıkmıştır. Mevlid-i şerif merasimleri öteden beri genellikle Kur’ân-ı Kerîm tilaveti ve "Vesîletu’n-Necât" adlı eserin Allah Teâlâ’yı anarak başlayıp Peygamber Efendimizin doğumu, miracı, vasıfları, ahlâkı ve vefatını anlatan bölümlerin okunması, salavat getirilmesi ve dualarla sona eren bir uygulama şeklinde devam edegelmiştir. Sonuç olarak Allah Teâlâ’yı anmayı, Allah’a (c.c.) ve Peygambere (s.a.s.) olan sevgiyi dile getirmeyi, bu sevgiyi kalben ve hissen yaşamayı ifade eden mevlid-i şerif, Müslümanların gönlündeki Allah ve Peygamber sevgisini pekiştirdiği gibi insanların kaynaşmasına, manevî bir ortam oluşmasına ve dinî duyguların canlı tutulmasına vesile olmaktadır. Bir Müslümanın kalben Allah ve Peygamber sevgisini yaşaması, Allah’ı anmanın en güzel yollarından biridir. Bu itibarla, dinî bir zorunluluk olarak görülmediği, anlam ve amacına uygun bir şekilde icra edildiği müddetçe mevlid okunmasının dînî-manevî duygular ve sosyal hayat açısından faydalı olduğu ve bu yönüyle salih ameller içerisinde değerlendirilebileceği söylenebilir.
|
Tövbenin dindeki yeri nedir, nasıl tövbe edilir?
|
Sözlükte pişmanlık ve dönmek anlamına gelen tövbe, dinî bir kavram olarak, kulun işlediği kötülük ve günahlara pişman olup, onları terk ederek Allah’a yönelmesi, emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’a sığınarak bağışlanmasını dilemesi demektir. Yüce Allah, bağışlanacak müminlerin vasıflarını sıralarken şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar bir kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah’tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmrân, 3/135). Günahlardan dolayı tövbe etmek farzdır. Tövbe, kulluğun Hz. Âdem’le başlayan bir göstergesidir. Günahkâr kimse vakit geçirmeden tövbeye yönelmelidir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah katında (makbul) tövbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra hemen tövbe edenlerin tövbesidir. İşte Allah bunların tövbelerini kabul buyurur. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Yoksa (makbul) tövbe, kötülükleri (günahları) yapıp yapıp da kendisine ölüm gelip çatınca, ‘İşte ben şimdi tövbe ettim’ diyen kimseler ile kâfir olarak ölenlerinki değildir. Bunlar için ahirette elem dolu bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 4/17-18). Hz. Peygamber (s.a.s.) de; “Günahlarından samimi olarak tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mâce, Zühd, 30 [4250]) buyurmuştur. İslâm âlimleri bu ve benzeri âyetler ve hadislerden hareketle tövbenin geçerli olması için gerekli şartları belirlemişlerdir. Buna göre bir tövbenin makbul olabilmesi için; işlenen günahı terk etmek, günah işlediğine pişman olmak, günahı bir daha işlememeye azmedip söz vermek, eğer işlenen günah kul haklarıyla ilgili ise bu durumda, hak sahibi ile helalleşmek, Allah’tan af dilemek gerekir. Kul hakkından kurtulmak, ihlal edilen hakkı, sahibine veya varislerine iade etmekle ya da affını istemekle olur.
|
Tövbe ederken hangi dualar okunmalıdır?
|
Tövbe edecek kimsenin iki rek'at namaz kılması, akabinde Allah’a hamd, Resûlüne (s.a.s.) salât ve selâm getirdikten sonra tövbe ve istiğfar etmesi ve salavat ve hamd ile bitirmesi tövbenin adabındandır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), bağışlanması için yaptığı pek çok duadan ikisi şudur: اللَّهُمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلاَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الغَفُورُ الرَّحِيمُ. “Allah’ım! Ben kendime çok zulmettim. Günahları bağışlayacak ise yalnız sensin. Öyleyse tükenmez lütfunla beni bağışla, bana merhamet et. Çünkü affı sonsuz, merhameti nihâyetsiz olan yalnız sensin.” (Buhârî, Ezân 149 [834]; Müslim, Zikir, 48 [2705]). رَبِّ اغْفِرْ لِي خَطِيئَتِي وَجَهْلِي وَإِسْرَافِي فِي أَمْرِي كُلِّهِ وَمَا أَنْتَ أَعْلَمُ بِهِ مِنِّي اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي خَطَايَايَ وَعَمْدِي وَجَهْلِي وَهَزْلِي وَكُلُّ ذَلِكَ عِنْدِي. اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِي مَا قَدَّمْتُ وَمَا أَخَّرْتُ وَمَا أَسْرَرْتُ وَمَا أَعْلَنْتُ أَنْتَ المُقَدِّمُ وَأَنْتَ المُؤَخِّرُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. “Ey Rabbim! Günahlarımı, bilmeden ve haddimi aşarak işlediğim kusurlarımı, benden daha iyi bildiğin bütün suçlarımı bağışla! Allah’ım! Bilerek, bilmeyerek ve umursamadan yaptığım yanlışları! Bütün bu kusurların bende bulunduğunu itiraf ederim. Allah’ım! Şimdiye kadar yaptığım, bundan sonra yapacağım, gizlediğim ve açığa vurduğum günahlarımı affeyle! Öne geçiren de sen, geride bırakan da sensin ve Senin gücün her şeye yeter.” (Buhârî, Deʽavât, 60 [6398]; Müslim, Zikir, 70 [2719]).
|
İstiğfar duası nedir?
|
İstiğfar, işlenen günahlardan ve hatalardan dolayı Allah’tan af ve mağfiret niyaz etmek demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de işledikleri kötülüklerden pişman olup tövbe-istiğfarda bulunanlar övülmektedir (Âl-i İmrân, 3/135). Kaynaklarda içeriği bakımından “istiğfar” anlamı taşıyan pek çok dua vardır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Seyyidü’l-istiğfâr” (İstiğfârın en güzeli) diye nitelediği dua şöyledir: اَللَّهُمَّ أَنْتَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ، خَلَقْتَنِي وَأَنَا عَبْدُكَ، وَأَنَا عَلَى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُوءُ لَكَ بِنِعْمَتِكَ عَلَيَّ، وَأَبُوءُ لَكَ بِذَنْبِي فَاغْفِرْ لِي، فَإِنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ. “Allah’ım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Beni sen yarattın. Ben senin kulunum; gücüm yettiği kadarıyla senin ahdin ve va’din üzere bulunuyorum. Yaptığım fenalıkların şerrinden sana sığınırım. Üzerimde olan nimetlerini itiraf ederim; günahımı da itiraf ederim. Beni bağışla; çünkü senden başka hiçbir kimse günahları bağışlamaz.” (Buhârî, Deʽavât, 2, 16 [6306, 6323]). Aslında kişinin Rabbine yönelerek içinden geldiği gibi dile getirdiği her türlü bağışlanma duası zaten bir istiğfardır.
|
Mübârek gün ve geceler ile kandillerin İslam’daki yeri nedir?
|
Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına bakıldığında bazı gün ve gecelere özel önem verildiği görülür. (bk. Âl-i İmran, 3/16-17; İsrâ, 17/78) Örneğin Cuma gününün Müslümanlar için özel bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Âdem o gün yaratıldı; o gün cennete konuldu ve o gün cennetten çıkarıldı. Kıyamet de cuma günü kopacaktır.” (Müslim, Cum’a, 18 [854]) buyurmuştur. Bu itibarla o gün Müslümanların bir araya gelip cuma namazı kılmaları emredilmiş (el-Cum’a, 62/9) namaz öncesinde boy abdesti almaları ve güzel elbiseler giyinip güzel kokular sürünmeleri tavsiye edilerek (Buhârî, Cum’a, 2 [877], 3 [880], 6 [883], 7 [886]) bugün onlar için hidayet vesilesi ve adeta bayram kabul edilmiş, (Buhârî, Cum’a, 37 [935], Müslim, Cum’a, 19 [885]) gün içerisinde duaların mutlaka kabul edileceği bir anın bulunduğu haber verilmiştir. (Buhârî, Cum’a, 37 [935]) İçinde “bin aydan daha hayırlı” olan Kadir gecesinin bulunduğu Ramazan ayı da Müslümanlar için mübârek zaman dilimlerindendir. Rahmet kapılarının açıldığı, cehennem kapılarının kapanıp şeytanların zincire vurulduğu (Müslim, Sıyâm, 1 [1079]) ve Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı bu ayın gündüzlerinde müminlere oruç tutmak emredilmiş, (el-Bakara, 2/185) gecelerini de ibadetler ile ihyâ etmeleri tavsiye edilmiştir. (İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1326-1328]) Ramazan gecelerini ihyâ etmeye önem veren Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Ramazan ayı, Allah Teâlâ, gündüzlerinde oruç tutmayı üzerinize farz kıldığı benim de gecelerini ibadetle ihyâ etmeyi sünnet kıldığım bir aydır. Artık kim inanarak ve sırf Allah rızasını dileyerek orucunu tutar ve gecelerini ihyâ ederse, anasından doğmuş gibi günahlarından temizlenmiş olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/191 [1660]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1328]; Nesâî, Sıyâm, 40 [2210]) Nitekim Allah Resûlü, yılın diğer gecelerinden farklı olarak Ramazan gecelerinde birkaç gün cemaatle nafile (terâvîh) namazı kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), farz olarak anlaşılır endişesiyle bu namazı cemaatle kılmaya devam etmeyeceğini ashâbına ifade etmiştir. (Buhârî, İ‘tisâm, 3 [7290]; İbn Mâce, İkâmetu’s-salavât, 173 [1327]) Hz. Peygamber’in vefatıyla bu endişe ortadan kalkınca, Hz. Ömer (r.a.) döneminden itibaren teravih namazı cemaatle düzenli bir şekilde kılınmaya tekrar başlanmış, (Muvatta’, es-Salâtü fî Ramadan, 3-5; Buhârî, Salâtü’t-terâvîh, 1 [2010]) böylece Müslümanlar tarafından Ramazan geceleri sünnete uygun bir şekilde ihyâ edilegelmiştir. Yine Müslümanlar Peygamberimizin (s.a.s.) sahur yapmaları yönündeki teşvik ve tavsiyeleri (Müslim, Sıyâm, 45 [1095]) gereğince sahura kalkmaya önem vermişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) cömertliği Ramazan ayında daha da artardı. Peygamberimiz bu ayda çokça Kur’an okur ve Cebrail (a.s.) ile Kur’an-ı Kerim’i mukabele ederdi. (Buhârî, Savm, 7 [1902]) O’nun (s.a.s.) sünnetinden hareketle Müslümanlar asırlardır Ramazan ayında hatimler okumuş, camilerde itikâfa girmiş, infak ve tasadduklarını çoğaltarak sosyal dayanışmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Zilhicce ayının ilk dokuz günü de önemli günlerdendir. Bu günlerde oruç tutmak -Arafat’ta vakfe yapmakta olan hacılar dışında- sünnettir. Zira Peygamberimiz (s.a.s.) “Allah katında şu on günde işlenecek sâlih amelden daha değerli bir amel yoktur.” buyurarak Zilhiccenin ilk dokuz gününü oruçlu geçirmiştir. (Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437-2438]) Zilhicce’nin dokuzuncu günü olan arefe gününün de ayrı bir önemi vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bugünü oruçlu geçirme ile ilgili olarak “Arefe günü tutulacak orucun önceki ve sonraki senenin günahlarına keffâret olacağını Allah’tan ümit ediyorum.” (Müslim, Sıyâm, 196-197 [1162]) buyurmuştur. Ramazan ve Kurban bayramı günleri ve geceleri de mübarek zaman dilimlerindendir. Hadis-i şerifte bu günlerin Allah Teâlâ tarafından Müslümanlara bayram kılındığı bildirilmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 244 [1134]) Bu gecelerde ihlasla yapılan duaların reddedilmeyeceği rivayet edilmiştir. (Abdurrezzâk, Musannef, 4/317 [7927]) Allah Resûlü (s.a.s.), bayramlarda Müslümanların bir araya gelmesine çok önem vermiş ve herkesi bayram namazları kılınan namazgâha davet etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 7 [957]; 15 [974]; Ebû Dâvûd, Salât, 246 [1136]) Yine Peygamberimiz (s.a.s.) Kurban bayramında kendi eliyle kurban kesmiş, gücü yeten mü’minlerin de kurban kesmesini istemiştir. (Ebû Dâvûd, Edâhî, 4 [2792], 5 [2800]) Böylece Kurban bayramı günlerinde kurban ibadetini yerine getiren müminler, kurbanlarını paylaşarak bütün toplumun bayram sevincini yaşamalarını da sağlamış olurlar. (Buhârî, Îdeyn, 3 [951]|, 5 [954]) Mü’minler için bayram olması nedeniyle bu günleri oruçlu geçirmek yasak olduğundan (Buhârî, Îdeyn, 66 [1990]) asr-ı saadetten beri bu günlerde ikramlarda bulunulmuş, kutlamalar yapılmış, oyunlar oynanmış ve bu günler sevinç içinde geçirilmiştir. Peygamberimiz böyle günlerde insanların maddî ve manevî dayanışma içerisinde olmasını tavsiye etmiştir. (bk. Buhârî, Îdeyn, 2 [949, 950], 3[952], 7 [961], 8 [964]; 9, 24 [986]) Ayrıca Peygamberimiz (s.a.s.) pazartesi ve perşembe günleri, kamerî ayların 13. 14. ve 15. günleri, Şevvâl ayından altı gün ve Muharrem ayında oruç tutmuş ve oruçlu geçirilmesini de tavsiye etmiştir. (bk. Müslim, Sıyâm, 194-198, 203, 204; Ebû Dâvûd, Savm, 61 [2437), 68 [2449], 69 [2451]) Bunların dışında halk arasında kandil olarak isimlendirilen bazı geceler daha vardır ki bunlardan bir kısmının önemine ayet ve hadislerde işaret edilmiş, diğerleri de ibadet etme, şükretme ve bir anma vesilesi olarak toplum tarafından kabul görmüştür. Bu gecelere “kandil” denilmesi, Osmanlı döneminde bu gecelerde camilerin kandille aydınlatılması sebebiyledir. Kandil geceleri şunlardır: Kadir gecesi, Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı gecedir. Bu gece, Kadir sûresinde “bin aydan daha hayırlı” olarak nitelendirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kadir gecesinde, inanarak ve mükâfatını ancak Allah'tan bekleyerek namaz kılanların geçmiş günahlarının affedileceğini müjdelemiştir. (Buhârî, Savm, 6 [1901]) Bununla birlikte Kadir gecesinin Ramazan ayının kaçıncı gecesi olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazan ayının son on gecesinin ihyâ edilmesine özel önem vermiş ve Kadir gecesinin de bu gecelerde aranmasını tavsiye etmiştir. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2018]) Kadir gecesinin Ramazan ayının 27. gecesinde olduğu (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 179-180 [762]) genel kabul görmüş olmakla birlikte, Ramazan ayının tamamında, son on gününün tek gecelerinde (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 3 [2017] Müslim, Sıyâm, 207 [1165]) veya son yedi gecesinde aranması ile ilgili farklı rivayetler de vardır. (Buhârî, Fazlu leyleti’l-kadr, 2 [2015-2016]; Müslim, Sıyâm, 205-206 [1165]) Hz. Peygamber’in konuyla ilgili söz ve fiillerinden Müslümanları, Ramazan’ın tamamını, özellikle de son on gecesini Kadir gecesiymiş gibi ihyâ etmeye teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Mevlid kandili, Peygamberimizin (s.a.s.) doğum yıl dönümü olan Rebîulevvel ayının on ikinci gecesidir. Kur’an ve Sünnet’te bu gecede yapılması özel olarak emir ya da tavsiye edilen bir ibadet şekli yoktur. Bununla birlikte Müslümanlar, Allah Resûlü’ne olan muhabbetleri nedeniyle mevlid kandilinin gece ve gündüzünü nafile ibadetlerle ihyâ ederler. Mevlid kandili kutlamaları Müslümanların asırlardır uyguladığı bir gelenektir. Allah Resûlü’nün dünyayı teşrif ettiği günün yıl dönümlerinde Müslümanlar, öteden beri düzenleyegeldikleri çeşitli programlarla, Hz. Peygamber’in hayatını, mesajını ve güzel ahlakını dünyaya tanıtmak için gayret göstermekte ve ilmi-kültürel programlar düzenlemektedirler. Mevlid programlarında Kur’an-ı Kerim tilaveti, ilâhiler ve naatlar okunması ve dualar edilmesi Müslümanların gönlünde Allah ve Peygamber sevgisini canlı tutmaktadır. Regaib kandili, üç ayların başladığını vurgulamak ve toplumda farkındalık oluşturmak için ihyâ edilen Receb ayının ilk cuma gecesi kutlanır. Kur’an-ı Kerim’de, saygı gösterilmesi istenen ve savaşmanın yasaklandığı aylardan biri de Receb ayıdır. (bk. el-Bakara, 2/217; el-Mâide, 5/2; et-Tevbe 9/5, 36) Hz. Peygamber’in (s.a.s.) belirli bir gün belirtmeden bu ayda oruç tuttuğuna dair rivayetler bulunmaktadır. (bk. Ebû Dâvûd, Savm, 55 [2430]) Ancak Receb ayının her günü oruç tuttuğuna ve Regaib gecesine mahsus namazın olduğuna dair kaynaklarımızda sahih bir rivâyet bulunmamaktadır. (İbnü’l-Cevzî, el-Mevzû‘ât, 2/434-438, 576-580) Bununla birlikte Şaban ve Ramazan ayından önce gelen Receb ayı, gerek manevî bir iklimin yaklaşması gerekse içerisinde Miraç gecesini de barındırması sebebiyle Müslümanlar için bir şükür ve sevinç kaynağıdır. Nitekim Hz. Peygamber’in, Receb ayı girdiğinde “Allah’ım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” diye dua ettiği bilinmektedir. (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-evsât, 4/189 [3939]; Beyhâkî, Şuabü’l-îmân, 5/348-349 [3534]) Miraç kandili, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde yâd edilmektedir. Bu gecede Hz. Peygamber (s.a.s.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş (el-İsrâ, 17/1) ve oradan da miraca yükseltilmiştir. Beş vakit namaz bu gece farz kılınmıştır. (Buhârî, Salât, 1 [349]) Ayrıca Allah’a şirk koşulmadığı sürece ümmetin günahlarının bağışlanacağı müjdesi de miraçta verilmiştir. (Müslim, Îmân, 279) Bu geceye özel bir ibadet olmasa da Müslümanlar miraç kandilinin gecesini ve gündüzünü asırlardır nafile ibadetlerle ve anma programlarıyla ihyâ etmektedirler. Mü’minlerin mi’racı olan beş vakit namazın bu gece onlara hediye edilmesinin sevincini yaşamak, Mescid-i Aksâ’nın Müslümanlar için mübarek ve mukaddes olduğu şuurunu devam ettirmek ve gelecek nesillere bilinç kazandırmak için İsrâ ve Mi’rac hadisesi yâd edilmektedir. Berat kandili, Şaban ayının on beşinci gecesidir. Bu gecede ibadetle meşgul olunması, gündüzünde oruç tutulmasına dair rivayetler bulunmakta ve Allah Teâlâ’nın kullarının günahlarını bağışladığı haber verilmektedir. (İbn Mâce, İkâmetü's-salavât, 191 [1388]; Tirmizî, Savm, 39 [739]) “Berat” ismi de günahların affedilmesi anlamına gelir. Kandil gecelerinde gerçekleşen önemli hadiseler sebebiyle Müslümanlar, Allah’a şükürlerini ifade etmek ve bu önemli hadiseler hakkında farkındalık oluşturmak için bu geceleri ihyâ etmektedirler. Bu geceler, Müslümanların tövbe istiğfar edip dua etmeleri, kaza veya nafile namaz kılıp oruç tutmaları, Kur’an okuyup dinlemeleri, sadaka vermeleri, sıla-i rahim yapmaları gibi salih amellere ve maddî-manevî dayanışma içerisine girmelerine birer vesiledir. Bu tür zamanlarda oluşan manevî atmosfer, inananların maneviyatını güçlendirdiği gibi pek çok insanın günahtan el çekmesine de zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda kandil geceleri insanların camiyle buluşmaları ve dinin emir ve yasaklarını öğrenmeleri açısından da değerlidir. Ayrıca bu geceler, birlik ve beraberliğimize katkı sağladığı gibi toplumsal bir bilinç ve şuur oluşmasına da vesile olmaktadır. Öte yandan ibadetleri sadece bu gecelerde yoğunlaştırmak ve diğer zamanlarda bütünüyle terk etmek de yanlış bir davranıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) “Gücünüz nispetinde (nafile) amel ediniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az olsa da devamlı olanıdır.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Salât, 315 [1368]) Dolayısıyla önemli olan, düzenli ve devamlı ibadet etmektir. Ayrıca sahih kaynaklarda bu gecelere mahsus bir ibadet şekli bildirilmemiştir. Ancak kandil gecelerinde kılınan namazların veya yapılan diğer sâlih amellerin -bu gecelere mahsus olduklarını iddia etmedikçe- bidat oldukları söylenmez. Çünkü bidat, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından sonra dinî bir delile dayanmadığı halde dinin emri olduğu inancıyla yerine getirilen uygulamalar için kullanılan bir tabirdir. (bk. Yaran, DİA, “Bid‘at”, 6/129-131) Kandil gecelerinde düzenlenen programlar öteden beri Müslümanlar arasında dini-kültürel bir nitelik kazanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe döneminde bayramlar ve farklı münasebetlerle kutlamalar yapıldığı bilinmektedir. Bütün toplumlar da millî ve manevî değerlerini canlı tutabilmek ve sonraki nesillere aktarabilmek için çeşitli zaman dilimlerini önemsemekte ve değerlendirmektedirler. Bununla birlikte mübarek gün ve geceler vesilesiyle yapılan faaliyetler, gayrimeşru eğlence kültürüne malzeme edilmemeli ve manevi anlamlarına halel getirecek davranışlardan uzak durulmalıdır.
|
Reenkarnasyon inancının İslâm’da yeri var mıdır?
|
Ruh göçü ya da tenasüh olarak ifade edilen reenkarnasyon; ölen bir kimsenin ruhunun bir başka varlığa geçmesi (hulûl) anlamına gelir. Daha çok Hint coğrafyasında zemin bulan ruh göçü inancına göre ruh, ölümle birlikte yok olmayıp başka bir bedende yaşamaya devam eder. Ruh göçü inancının, Hint kültüründeki ölümsüzlük düşüncesi ve kast sisteminden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm’da ise bir kimsenin ölümüyle ruhunun başka bir varlıkta yeniden bedenleneceği inancı yer almaz. Bununla birlikte ruh göçü inancı, kültürel etkileşimin bir neticesi olarak bu dinlerin bazı aşırı fırkalarına ve bâtınî grupların içerisine sirâyet etmiştir. Ruhun ve ölümden sonraki hayatın mahiyet ve keyfiyeti, gaybî konulardan olup akıl yürütmeyle bilinemez. Bu tür konularda ancak bir Peygamber’in haber vermesiyle kesin bir yargıya varılabilir. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde “ruh göçü” ve benzeri bir anlayışı doğrulayan ya da buna işaret eden bir delil yoktur. Aksine Kur’ân-ı Kerîm’de, ölen bir kimsenin dünyaya tekrar geri dönemeyeceği açıkça ifade edilmiştir: “Onlardan birine ölüm gelince; ‘Rabbim, beni terk ettiğim dünyaya geri çevir, belki yapmayıp noksan bıraktığımı tamamlar, iyi işler işlerim’, der. Hayır, bu onun kendi sözüdür. Diriltilecekleri güne kadar arkalarında [geriye dönmekten alıkoyan] bir engel (berzah) vardır.” (el-Mü’minûn, 23/99-100; Ayrıca bkz. el-En‘âm, 7/27-28). Sonuç olarak; İslâm’a göre “ruh göçü” ya da ölümden sonra ruhun başka bir bedene intikali, diğer bir varlıkta yeniden doğması veya bedenlenmesi inancı batıldır.
|
Bebeğin göbek bağının cami, okul bahçesi gibi yerlere gömülmesi doğru mudur?
|
Göbek bağının cami, okul gibi mekanlara gömülmesine dair inanışın dini bir dayanağı bulunmamaktadır. Ancak insanın bir parçası olduğu için saygı gereği göbek bağının uygun bir yere gömülmesi tavsiye edilir.
|
Bebeğin doğumunun kırkıncı gününde dinen yapılması gereken işlemler var mıdır?
|
Bebeğin doğumunun kırkıncı gününe dair dinen yapılması gereken herhangi bir işlem bulunmamaktadır. Kırk gün boyunca bebeğin ve annenin evden dışarı çıkmaması, bebeğin kırkının çıkarılması gibi uygulama ve inanışların dini bir dayanağı yoktur.
|
Sihir veya büyü yapmanın ve yaptırmanın dini hükmü nedir?
|
Sihir kavramı iki anlamda kullanılmaktadır: Birincisi; cinler veya tabiatüstü olduğuna inanılan güçlerle yakınlık kurduğunu iddia ederek ve/veya gizli güçler atfedilen kemikler, cisimler, şekiller ve isimler gibi bazı nesneleri kullanarak iksir, tılsım, efsun vb. şeyler yapmak suretiyle ortaya koyulan işlerdir. İkincisi ise; el çabukluğu, göz boyama, renk ve duyu yanıltması, yaldızlı sözler söyleme, çeşitli ilaç, kimyasallar, teknik aletler kullanma gibi yollarla insanlarda farklı bir algı oluşturmayı amaçlayan işlemlerdir. İslâm geleneğinde bu tür uygulamalar da sihir kavramıyla ifade edilmektedir. Türkçede, sihir ve büyü kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kadîm toplumlarda yaygın olmakla beraber tarihin her döneminde insanların ilgisini çeken ve varlığını devam ettiren sihrin, yukarıda ifade edilen unsurları kullanarak birine iyilik ya da kötülük etmek veya onu zararlardan korumak, maddî-manevî bir menfaat sağlamak gibi amaçlarla yapıldığı görülmektedir. İslâm dini, sihirle uğraşmayı büyük günahlar arasında sayarak yasaklamıştır (Buhârî, Tıb, 48 [ 5764]). Kur’ân-ı Kerîm, sihirle uğraşanların âhirette nasibi bulunmadığını ve onların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini ifade etmiştir (el-Bakara, 2/102; el-Felak, 113/4). Zira şeytan, cinler, ruhlar ve yıldızlar gibi varlık veya nesnelere Allah’ın kudreti üstünde bir güç nispet eden, onlarda olağanüstü bilgi ve güç iddiası varsayan bütün sihir türleri, İslâm’ın tevhid ve tevekkül inancına aykırı olup kişiyi şirke kadar götürebilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde, o günkü uygulamalardan biri olan düğüm yapıp sonra ona üflemek suretiyle sihir yapanların şirk koşmuş olduklarını ve nazar gibi etkilerden korunmak amacıyla bazı nesnelere sığınanların, Allah’ın yardımından mahrum kaldıklarını beyan etmektedir (Nesâî, Muhârebe, 19 [4084]). Zira Müslümanın, kendisini her an koruyan, gözeten, dualarına icabet eden ilahî kudreti bırakıp Allah’ın verdiğinden başka bir gücü olmayan âciz varlıklara sığınması, İslâm’ın ilkelerine aykırı bir davranıştır. Bunların dışındaki göz bağcılığı, el çabukluğu, telkin gibi çeşitli beceri, teknik ve yöntemlerin kullanılması suretiyle insanları yanıltmaya, aldatmaya, zarara uğratmaya ve maddî-manevî yönden istismar etmeye yönelik davranışlar ise günahtır. Bununla birlikte el çabukluğu ya da göz boyama gibi usulleri kullanarak sadece insanları eğlendirmek maksadıyla yapılan gösteriler dinen sakıncalı bir unsur barındırmadığı sürece bu kapsamda değerlendirilmez. Sonuç olarak müminlerin sihir veya büyü kapsamında değerlendirilecek her türlü davranıştan özenle kaçınması ve bu tür işlerle meşgul olanlara asla itibar etmemesi, sihirbazların, cinci ve üfürükçülerin tuzağına düşmemesi gerekir. Sihre maruz kaldığını düşünen kişiler, çare olarak alacakları tıbbî destek yanında, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) öğrettiği dualarla Allah’a (c.c.) sığınmalıdır.
|
Büyü ve sihirden korunmak için ne yapılmalıdır?
|
İslâm dini, büyük günahlar arasında saydığı sihri şiddetle yasaklamış, Kur’ân-ı Kerîm’de sihir yapanların âhiretten nasibi olmadığı ve bunu yapanların şerrinden Allah’a sığınılması gerektiği vurgulanmıştır (el-Bakara, 2/102; el-Felâk, 113/4). Hz. Peygamber (s.a.s.) de sihir yapmayı yedi büyük günah arasında saymıştır (Buhârî, Vesâyâ, 23 [2766]; Hudûd, 44 [6857]; Müslim, Îmân, 145 [89]). Câhiliye devrinde sihir/büyü çok yaygındı. Cincilik, kâhinlik, yıldızlardan hüküm çıkarmak, fal oklarına başvurmak, iplere düğüm atıp üflemek gibi işlemler yapılırdı. Müşrikler bu durumun da etkisiyle işi, Kur’ân’ın bir sihir eseri olduğunu ileri sürmeye kadar vardırmışlardı (Sâd, 38/4; ez-Zârîyât, 51/52). Sihre ve büyüye karşı en etkili çözüm, Allah’a sığınmak ve O’na güvenmektir. Hz. Peygamber (s.a.s.), her şeyin şerrinden Allah’a sığınarak sürekli Felâk ve Nâs sûreleri ile Âyete’l-kürsî’yi okumuştur (Buhârî, Vekâlet, 10 [2311]; Fezâilü’l-Kur’ân, 10, 14 [5010, 5016-5017]). Ayrıca o, torunları Hz. Hasan (r.a.) ve Hz. Hüseyin’i (r.a.) nazar, büyü ve benzeri olumsuzluklardan korumak için şu duayı okumuştur: أَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللَّهِ التَّامَّةِ، مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ وَهَامَّةٍ، وَمِنْ كُلِّ عَيْنٍ لاَمَّةٍ “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]). Bunun yanında sihre maruz kaldığını düşünen bir kimsenin, şifayı Allah’tan umarak güvendiği insanlara müracaatla kendisine Kur’ân okutması ve dua ettirmesinde bir sakınca yoktur. Din İşleri Yüksek Kurulu 28 Eylül 1979 tarih ve 1883 sayılı kararında Cenâb-ı Hak’tan şifa umarak hastalara Kur’ân-ı Kerîm ve şifa ile ilgili dualar okumanın caiz, halkı kandırmak ve gaipten haber vermek amacıyla üfürükçülük yapmanın ise dinen yasak olduğunu belirtmiştir.
|
Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?
|
Nazarın mahiyeti ve keyfiyeti kesin olarak bilinmemekle beraber, bazı kimselerin bakışlarıyla olumsuz etkiler meydana getirebildikleri dinen de kabul edilmektedir. Bir hadis-i şerifte, “(Nazardan) Allah’a sığının, çünkü nazar (göz değmesi) haktır.” (İbn Mâce, Tıb, 32 [3508]) buyrulmaktadır. Resûlullah’ın (s.a.s.) nazar değmesine karşı Âyete’l-Kürsî ile İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk, Nâs) sûrelerini okuduğu; ashabına da bunları okumalarını tavsiye ettiği; göz değmesinden kurtulmak için ayrıca doğrudan Allah Teâlâ’ya (c.c.) yakardığı rivâyet edilmektedir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Nazar konusunda Hz. Peygamber’in tavsiyelerini uyguladıktan sonra sonucu Yüce Allah’tan beklemek İslâm inancının gereğidir. Dinimizde nihai etkiyi Allah’tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklanmıştır. Bu sebeple nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir. Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Resûlullah (s.a.s.), “Kim nazarlık takarsa Allah onun işini tamama erdirmesin.” (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/154 [17440]) buyurmuştur. Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin Allah’a ortak koşmuş olacağı ifade edilmiştir (İbn Hanbel, el-Müsned, 4/156 [17458]). Nazardan korunmak için böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber’in öğrettiği duaları yapmak gerekir (bkz. Buhârî, Tıb, 32-38 [5735-5742]; Tirmizî, Tıb, 16 [2058]; İbn Mâce, Tıb, 32-36 [3508-3525]; Kâmil Miras, Tecrîd Tercemesi, 12/90). Bu çerçevede Felak ve Nâs sûreleri yanında Hz. Peygamber’in (s.a.s.) torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: “Her türlü şeytan ve zehirli haşarattan ve bütün kem gözlerden Allah’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım.” (Buhârî, Ehâdîsü’l-enbiyâ, 10 [3371]).
|
Vefk nedir? Yapılması ya da yaptırılması caiz midir?
|
Türkçe’de uyum anlamına gelen vefk, bir dörtgen şekil içindeki bölümlere birtakım sayı ve harfler yazılarak meydana getirilen şekil olup, bunu yapanlar, vefk aracılığıyla Allah’ın kendilerini koruyacak bir cin görevlendireceğini iddia ederler. İslam dini, tevhid inancına zarar verdiği için falı, tılsımı ve büyüyü kesin olarak yasaklamıştır (el-Fetâvâ’l- Hindiyye, V, 459). Cinlerden ve şeytanlardan yardım isteme anlamına gelen ve manası anlaşılmayan sihir ve tılsımlar insanı şirke kadar götürebilecek işlerdir (Nevevî, el-Mecmu’, IX, 66). Zira bu gibi işlerde hep aldatma, kötülük ve zarar söz konusudur (Cassâs, Ahkâmu’l-Kur’an, I, 61).
|
Muska kullanmak caiz midir?
|
Muska; hastalık, göz değmesi, afetten korunmak veya kurtulmak gibi amaçlarla insanların yanlarında taşıdıkları, içinde bazı âyet, hadis ve duaların yazılı bulunduğu metindir. Çoğunlukla koruyucu bir malzemeye sarılı olarak kullanılır. Korku ve nazardan korunmak, bazı hastalıklardan şifa bulmak için dua etmek, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okumak, caizdir (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân, 9 [5007]; Müslim, Selâm, 65-66 [2201]; İbn Mâce, Tıb, 35-36 [3517-3525]). Âyet ve dua gibi metinlerin bir şeye yazılıp insanların bedenlerine asılması veya iliştirilmesi konusunda Hz. Peygamber’den bir rivâyet yoktur. Ancak Abdullah b. Amr, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Sizden biriniz uykuda korkarsa ‘Allah’ın gazab ve azabından ve kullarının şerrinden, şeytanların vesvesesinden ve yanıma gelmelerinden, eksikliği olmayan Allah’ın sözlerine sığınırım.’ desin. O takdirde, hiçbir şey ona zarar vermez.” buyurduğunu bildirmiş ve kendisi de bu duayı temyiz çağına gelen çocuklarına öğretip, temyiz çağına gelmeyen çocukları için yazıp boyunlarına asmıştır (Ebû Dâvûd, Tıb, 19 [3893]; Tirmizî, De‘avât, 94 [3528]). Bazı âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerin yazılıp muska yapılarak takılmasında bir sakınca görmemektedir (Şâfiî, el-Ümm, 7/241; Zeylaî, Tebyîn, 1/58). Bununla birlikte muskadan medet umma, onu koruyucu olarak algılama, Allah’tan (c.c.) beklenilecek şeyleri muskadan bekleme gibi olumsuzluklara sebep olacaksa muska kullanılması caiz değildir. Bu bağlamda insanların duygularını istismar edenlere karşı da uyanık olunmalıdır.
|
Yoga yapmanın hükmü nedir?
|
Yoga, Hinduizm ve Budizm’de kişiye birtakım ilâhî bilgiler ve yetenekler kazandırarak onun arınmasına ve hakikate ulaşmasına aracı olması amacıyla uygulanan bir yöntemdir. Son yıllarda ülkemizde bedensel egzersiz ve psikolojik terapi faaliyetleri görünümünde yaygınlaşan yoga merkezlerinin önemli bir kısmı kendilerini bu dinlerden ayrıştırarak bağımsız yoga uygulayıcısı oldukları söylemiyle faaliyet göstermektedirler. Ancak yoganın dinî bir yönünün bulunmadığı ve zihinsel arınmayı amaçlayan alıştırmalar olduğu söylemi tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü Hint dinlerinde yoga, dinî bir uygulama olarak varlığını sürdürmektedir (Tümer, “Brahmanizm”, DİA, 6/331). Buna göre bir Müslüman’ın, başka bir dinin inanç ve ibadetlerine dayandığını bilerek yoga yapması caiz değildir. Zira bir Müslümanın İslâm’ın inanç esaslarını ve temel prensiplerini göz ardı etmesi, başka dinlere ve inançlara ait ibadet şekillerinden medet umması ve bunları benimsemesi düşünülemez.
|
“Esmâ-i Hüsnâ” ne demektir?
|
İsmin çoğulu olan “esmâ” kelimesi ile “en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimesinin oluşturduğu bir sıfat tamlaması olan “esmâ-i hüsnâ”, “en güzel isimler” anlamında Yüce Allah’ın isimleri için kullanılan bir terimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. En güzel isimler O’na mahsustur.” (Tâhâ, 20/8); “...En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şanını yüceltmektedirler. O galiptir, hikmet sahibidir.” (el-Haşr, 59/24) meâlindeki âyetlerde ifade edildiği gibi en güzel isimler Allah’a mahsustur. Çünkü bütün kemâl ve yetkinliklerin sahibi O’dur. O’nun isimleri en yüce ve mutlak üstünlük ifade eden kutsal nitelemelerdir. Allah Teâlâ’nın (c.c.) Kur’ân’da ve sahih hadislerde geçen pek çok ismi vardır. Kul bu isimleri öğrenerek Allah’ı tanır, O’nu sever ve gerçek kul olur. Kur’ân’da, “En güzel isimler Allah’ındır. O hâlde O’na o güzel isimlerle dua edin...” (el-A‘râf, 7/180) buyrularak esmâ-i hüsnâ ile dua ve niyazda bulunulması istenmiştir. Esmâ-i hüsnânın birden fazla olması, işaret ettiği zâtın birden çok olmasını gerektirmez, bütün isimler o tek zâta delalet eder: “De ki: İster Allah deyin ister Rahmân deyin, hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na aittir.” (el-İsrâ, 17/110).
|
Allah’ın 99 ismi hakkında bilgi verir misiniz?
|
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, Yüce Allah’ın 99 isminden söz ederek bu isimleri sayan ve ezberleyen kimselerin cennete gireceğini haber vermiştir (Buhârî, De‘avât, 68, [6410]; Müslim, Zikir, 5-6 [2677]). Hadislerde geçen “saymak” (ihsâ) ve “ezberlemek” (hıfz) ile maksat Allah’ı güzel isimleriyle tanımak ve O’na iman, ibadet ve itaat etmektir. Allah’ın isimleri 99 ile sınırlı olmayıp bunların dışında başka isimleri de vardır. Söz konusu hadiste 99 sayısının zikredilmesi, sınırlama anlamında değil, bu isimlerin Allah’ın en meşhur isimleri olması sebebiyledir. Tirmizî ve İbn Mâce’nin rivâyet ettikleri hadiste bu doksan dokuz isim tek tek sayılmıştır (Tirmizî, De‘avât, 83 [3507]; İbn Mâce, Duâ, 10 [3861]). Bu isimler şunlardır: Allah (اللَّهُ) : Tek yaratıcının özel ismi, varlığı zorunlu olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan hakiki ma‘bûd. er-Rahmân (الرَّحْمنُ) : Sonsuz merhametiyle lütuf ve ihsanda bulunan. er-Rahîm (الرَّحِيمُ) : Rahmetiyle hey şeyi kuşatan. el-Melik (الْمَلِكُ) : Bütün varlıkların sahibi/hükümdârı. el-Kuddûs (الْقُدُّوسُ) : Eksiklik ve kusurlardan münezzeh/uzak olan, bütün kemâl sıfatları kendisinde toplayan. es-Selâm (السَّلاَمُ) : Esenlik ve selamet veren, yaratılmışlara özgü değişikliklerden ve yok oluştan münezzeh olan. el-Mü’min (الْمُؤْمِنُ) : Bütün mahlûkâta emniyet/güven veren ve kendisine güvenilen. el-Müheymin (الْمُهَيْمِنُ) : Kâinatın bütün işlerini gözetip yöneten, her şeyi hükmü altına alan. el-Azîz (الْعَزِيزُ) : Ulu, galip, her şeye üstün gelen izzet sahibi. el-Cebbâr (الْجَبَّارُ) : Dilediğini yaptırma gücüne sahip olan, her şeyi tasarrufu altına alan ve iradesini her durumda yürüten. el-Mütekebbir (الْمُتَكَبِّرُ) : Büyüklüğünü izhar eden, son derece ulu, yüce. el-Hâlik (الْخَالِقُ) : Her şeyin yaratıcısı, hikmeti gereği her şeyi ölçülü yaratan. el-Bâri’ (الْبَارِئُ) : Yoktan yaratan, maddesi ve örneği olmadan îcat eden. el-Musavvir (الْمُصَوِّرُ) : Varlığa şekil ve sûret veren. el-Gaffâr (الْغَفَّارُ) : Kusur ve günahları örten, çokça bağışlayan. el-Kahhâr (الْقَهَّارُ) : Yenilmeyen, dilediğini yerine getiren, kendisine her şeyin boyun eğdiği yegâne kudret ve tasarruf sahibi. el-Vehhâb (الْوَهَّابُ) : Karşılıksız olarak çokça nimet veren ve ihsanda bulunan. er-Rezzâk (الرَّزَّاقُ) : Maddî ve manevî bol rızık veren, her türlü rızık imkânlarını yaratan. el-Fettâh (الْفَتَّاحُ) : Hayır kapılarını açan, hükmüyle adaleti sağlayan. el-Alîm (الْعَلِيمُ) : İlmi her şeyi kuşatan. el-Kâbız (الْقَابِضُ) : Her şeyi teslim alan, hikmeti gereği rızkı ve her türlü nimeti ölçülü veren, eceli gelenlerin ruhlarını teslim alan. el-Bâsıt (الْبَاسِطُ) : Rızkı ve her türlü rızık imkânını genişleten, ömürleri uzatan. el-Hâfıd (الْخَافِضُ) : Kâfirleri ve zalimleri alçaltan. er-Râfi` (الرَّافِعُ) : Müminleri yükselten, izzetli ve şerefli kılan. el-Muizz (الْمُعِزُّ) : Yücelten, güçlü ve aziz kılan. el-Müzill (الْمُذِلُّ) : Boyun eğdiren, değersiz kılan. es-Semî` (السَّمِيعُ) : Her şeyi işiten. el-Basîr (الْبَصِيرُ) : Her şeyi gören. el-Hakem (الْحَكَمُ) : Nihâî hükmü veren. el-Adl (الْعَدْلُ) : Adaletli, her şeyi yerli yerinde yapan. el-Latîf (اللَّطِيفُ) : En gizli ve ince hususları dahi bilen, lütufta bulunan, zâtı duyularla algılanamayan, fiillerini rıfk ile gerçekleştiren. el-Habîr (الْخَبِيرُ) : Gizli ve açık her şeyden haberdar olan, dilediğini haber veren. el-Halîm (الْحَلِيمُ) : Sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen, kudreti olduğu hâlde hemen cezalandırmayan. el-Azîm (الْعَظِيمُ) : Zat ve sıfatları bakımından pek yüce olan, azametli olan. el-Gafûr (الْغَفُورُ) : Çok affedici ve bağışlayıcı olan. eş-Şekûr (الشَّكُورُ) : Yapılan iyi amellerin karşılığını bolca veren. el-Aliyy (الْعَلِيُّ) : Yücelik ve hükümranlıkta kendisine eşit veya kendisinden daha üstün bir varlık bulunmayan. el-Kebîr (الْكَبِيرُ) : Zâtının ve sıfatlarının mahiyeti bilinemeyecek kadar büyük ve ulu olan. el-Hafîz (الْحَفِيظُ) : Her şey gözetiminde olan, koruyan ve kainatı dengede tutan. el-Mukît (الْمُقِيتُ) : Mahlukatın gıdasını yaratıp veren, güç yetiren ve koruyup gözeten. el-Hasîb (الْحَسِيبُ) : Hesaba çeken, her şeyin neticesini bilen. el-Celîl (الْجَلِيلُ) : Hiçbir kayıt ve kıyas kabul etmeksizin azamet sahibi, kıymeti ve mertebesi en yüce olan. el-Kerîm (الْكَرِيمُ) : Çok cömert, nimet ve ihsanı bol olan. er-Rakîb (الرَّقِيبُ) : Gözeten, koruyan ve bütün işler murakabesi/kontrolü altında olan. el-Mücîb (الْمُجِيبُ) : Dua ve dilekleri kabul eden. el-Vâsi` (الْوَاسِعُ) : İlmi, rahmeti ve kudreti her şeyi kuşatan. el-Hakîm (الْحَكِيمُ) : Her işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan. el-Vedûd (الْوَدُودُ) : Müminleri seven ve onlar tarafından da sevilen. el-Mecîd (الْمَجِيدُ) : Her türlü eksiklikten münezzeh, lütuf ve ikramı bol olan. el-Bâis (الْبَاعِثُ) : Ölüleri dirilten, peygamberler gönderen. eş-Şehîd (الشَّهِيدُ) : Her şeye muttali olan, kendisine hiçbir şey gizli kalmayan. el-Hakk (الْحَقُّ) : Bizzat ve sürekli olarak var olan, varlığı kendinden olan, ulûhiyet ve rubûbiyeti gerçek olan. el-Vekîl (الْوَكِيلُ) : Bütün yaratıkların işlerinin görülmesinde güvenilip dayanılan, bu konuda tam yeterli olan. el-Kavî (الْقَوِيُّ) : Gücü ve kuvveti her şeye yeten. el-Metîn (الْمَتِينُ) : Acizliği, zafiyeti ve güçsüzlüğü olmayan, güçlü olan. el-Velî (الْوَلِيُّ) : Müminlere dost ve yardımcı olan. el-Hamîd (الْحَمِيدُ) : Çok övülen, bütün övgülere ve övgülerin en yücesine layık olan. el-Muhsî (الْمُحْصِي) : Gizli ve âşikâr her şeyin ölçü ve sayısını bütün ayrıntılarıyla bilen. el-Mübdi’ (الْمُبْدِئُ) : Her şeyi yoktan var eden. el-Muîd (الْمُعِيدُ) : Varlıkları ölümlerinden sonra tekrar yaratan. el-Muhyî (الْمُحْيِي) : Hayat veren, yaşatan ve dirilten. el-Mümît (الْمُمِيتُ) : Öldüren, canları kabzeden. el-Hayy (الْحَيُّ) : Ezelî ve ebedî olarak diri ve ölümsüz olan. el-Kayyûm (الْقَيُّومُ) : Varlığı kendinden olan, her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden. el-Vâcid (الْوَاجِدُ) : Her şeyi bilen, hiçbir şeye muhtaç olmayan, emrini ve isteğini daima gerçekleştiren. el-Mâcid (الْمَاجِدُ) : Şânı yüce ve sonsuz kerem sahibi olan. el-Vâhid (الْوَاحِدُ) : Bir, tek, yegâne varlık; zâtında, ilah ve rab oluşunda ortağı olmayan. es-Samed (الصَّمَدُ) : Herkesin kendisine muhtaç olduğu, kendisi ise kimseye muhtaç olmayan, ezelî ve ebedî olan. el-Kâdir (الْقَادِرُ) : Her şeye gücü yeten. el-Muktedir (الْمُقْتَدِرُ) : Güç ve kuvvetinde hiçbir sınır olmayan. el-Mukaddim (الْمُقَدِّمُ) : Hikmeti gereği istediğini öne alan, ileri geçiren. el-Muahhir (الْمُؤَخِّرُ) : Hikmeti gereği dilediğini geriye bırakan. el-Evvel (الأَوَّلُ) : Varlığının başlangıcı olmayan, ezelî olan. el-Âhir (الآخِرُ) : Varlığının sonu olmayan, ebedî olan. ez-Zâhir (الظَّاهِرُ) : Varlığını ve birliğini belgeleyen birçok delilin bulunması açısından varlığı açık olan. el-Bâtın (الْبَاطِنُ) : Zâtı itibarıyla gizli olan, bütün gizlilikleri bilen. el-Vâlî (الْوَالِي) : Kainatı yöneten, onlar için gerekli olan her şeyi üstlenen. el-Müteâlî (الْمُتَعَالِي) : Noksanlıklardan berî, aşkın ve yüce olan. el-Berr (الْبَرُّ) : Çokça iyilik eden. et-Tevvâb (التَّوَّابُ) : Kullarını tövbelerini kabul eden. el-Müntakım (الْمُنْتَقِمُ) : Suçluları yaptıklarına karşılık cezalandıran. el-Afüvv (الْعَفُوُّ) : Çokça affeden. er-Raûf (الرَّؤُوفُ) : Merhameti ve şefkati çok olan. Mâlikü’l-mülk (مَالِكُ الْمُلْكِ) : Mülkün gerçek sahibi, tüm mevcûdâtı idare eden. Zü’l-celâli ve’l-ikrâm (ذُو الْجَلاَلِ وَالإِكْرَامِ) : Sonsuz yücelik ve ikram sahibi olan. el-Muksit (الْمُقْسِطُ) : Adaleti gerçekleştiren, hakkaniyetle hükmeden. el-Câmi‘ (الْجَامِعُ) : Dünya ve ahirette bütün mahlûkâtı bir araya getirme kudretine sahip olan. el-Ganî (الْغَنِيُّ) : Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan. el-Muğnî (الْمُغْنِي) : İhtiyaçtan kurtaran zengin kılan. el-Mâni` (الْمَانِعُ) : Hikmeti gereği engel koyan, mani olan. ed-Dârr (الضَّارُّ) : Hikmeti gereği elem ve zarar verici şeyleri yaratan. en-Nâfi` (النَّافِعُ) : hayrı ve faydayı yaratan ve veren. en-Nûr (النُّورُ) : Nurlandıran, her şeyi aydınlatan, kalplere nur ve iman veren. el-Hâdî (الْهَادِي) : Doğru yolu gösteren, hidâyete erdiren. el-Bedî` (الْبَدِيعُ) : Örneksiz ve benzersiz olarak yoktan yaratan. el-Bâkî (الْبَاقِي) : Varlığı sürekli olan, ebedî, sonsuz olan. el-Vâris (الْوَارِثُ) : Varlığının sonunun bulunmaması vasfıyla kâinatın gerçek sahibi. er-Reşîd (الرَّشِيدُ) : Yol gösteren, her işi isabetli olan. es-Sabûr (الصَّبُورُ) : Günahkârları hemen cezalandırmayıp onlara mühlet tanıyan. هُوَ اللَّهُ الَّذِي لا إِلَهَ إِلا هُوَ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ المَلِكُ القُدُّوسُ السَّلَامُ المُؤْمِنُ المُهَيْمِنُ العَزِيزُ الجَبَّارُ المُتَكَبِّرُ الخَالِقُ البَارِئُ المُصَوِّرُ الغَفَّارُ القَهَّارُ الوَهَّابُ الرَّزَّاقُ الفَتَّاحُ العَلِيمُ القَابِضُ البَاسِطُ الخَافِضُ الرَّافِعُ المُعِزُّ المُذِلُّ السَّمِيعُ البَصِيرُ الحَكَمُ العَدْلُ اللَّطِيفُ الخَبِيرُ الحَلِيمُ العَظِيمُ الغَفُورُ الشَّكُورُ العَلِيُّ الكَبِيرُ الحَفِيظُ المُقِيتُ الحَسِيبُ الجَلِيلُ الكَرِيمُ الرَّقِيبُ المُجِيبُ الوَاسِعُ الحَكِيمُ الوَدُودُ المَجِيدُ البَاعِثُ الشَّهِيدُ الحَقُّ الوَكِيلُ القَوِيُّ المَتِينُ الوَلِيُّ الحَمِيدُ المُحْصِي المُبْدِئُ المُعِيدُ المُحْيِي المُمِيتُ الحَيُّ القَيُّومُ الوَاجِدُ المَاجِدُ الوَاحِدُ الصَّمَدُ القَادِرُ المُقْتَدِرُ المُقَدِّمُ المُؤَخِّرُ الأَوَّلُ الآخِرُ الظَّاهِرُ البَاطِنُ الوَالِي المُتَعَالِي البَرُّ التَّوَّابُ المُنْتَقِمُ العَفُوُّ الرَّؤُوفُ مَالِكُ المُلْكِ ذُو الجَلَالِ وَالإِكْرَامِ، المُقْسِطُ الجَامِعُ الغَنِيُّ المُغْنِي المَانِعُ الضَّارُّ النَّافِعُ النُّورُ الهَادِي البَدِيعُ البَاقِي الوَارِثُ الرَّشِيدُ الصَّبُورُ.
|
“İsm-i A’zâm” ne demektir?
|
İsm-i A‘zam, sözlükte “en büyük isim” anlamına gelmektedir. Terim olarak Allah’ın (c.c.) en güzel isimleri içerisinde yer alan bazı isimler için kullanılmıştır. İslâm âlimlerinin bir kısmı, Allah’ın isimlerinin tamamının, fazilet ve üstünlük bakımından eşit derecede olduğunu kabul etmiş, diğer bir kısmı ise hadisleri göz önünde bulundurarak bazı isimlerin diğerlerinden daha büyük ve faziletli olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bazı hadislerinde İsm-i A‘zamdan bahsedilmekte, bu isimle dua edildiği zaman duanın mutlaka kabul edileceği bildirilmektedir (bkz. Tirmizî, De‘avât, 64-65, 100 [3475-3476, 3544]; Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1493]). Fakat Allah’ın en büyük isminin hangisi olduğunu kesin olarak belirlemek mümkün değildir. Çünkü bu hadislerin bir kısmında “Allah” ismi, bir kısmında ise “Rahmân, Rahîm” (esirgeyen, bağışlayan), “Hay Kayyûm” (diri ve her şeyi ayakta tutan), “Zü’l-celâli ve’l-ikrâm” (ululuk ve ikram sahibi) isimleri Allah’ın en büyük ismi olarak belirtilmektedir. Konuyla ilgili bir hadis şöyledir: “Resûlullah (s.a.s.), bir kişinin şöyle dua ettiğini işitti: ‘Allah’ım, şehadet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilâh olmayan Allah’sın, birsin, Samed’sin (hiçbir şeye ihtiyacın yoktur, her şey sana muhtaçtır), senden çocuk olmadı (kimsenin babası olmadın), doğmadın (kimsenin çocuğu olmadın), bir eşin ve benzerin yoktur.” Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) buyurdular: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin olsun ki bu kimse, Allah’tan İsm-i A‘zâm’ı ile talepte bulundu. Şunu bilin ki kim İsm-i A‘zâmla dua ederse Allah ona icabet eder, kim onunla talepte bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir.” (Tirmizî, De‘avât, 64 [3475]). Başka bir hadis meâli de şöyledir: "Bir adam şöyle dua etmiştir: “Ey Allah’ım, hamdler sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilâh yoktur. Sen semâvât ve arzın celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hay ve Kayyûm’sun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin). Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!” (Bu duayı işiten) Resûlullah (s.a.s.) sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?” “Allah ve Resûlü daha iyi bilir?” diye cevap verdiler. Resûlullah şöyle devam etti: “Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, o, Allah’a, İsm-i A‘zâm’ı ile dua etti. O İsm-i A‘zâm ki onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.” (Nesâî, Sehiv, 58 [1300]; bkz. Ebû Dâvûd, Tefrî‘u ebvâbi’l-vitr, 23 [1495]).
|
“Allah” ismi yerine “Tanrı” kelimesini kullanmak caiz midir?
|
“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilâh” kelimesinin karşılığıdır. “İlâh” kelimesi “kendisine tapınılan varlık” anlamına geldiğinden zaman zaman Allah Teâlâ (c.c.) için kullanıldığı gibi insanların Allah'tan başka taptıkları varlıklar için de kullanılır. “Allah” lafza-i celâli ise bizzat Allah Teâlâ’nın kendisini ifade eden özel ismidir. Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce zâtına ve bütün kemâl sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “esmâ-i hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte dinimizin bildirdiği mutlak kemâl sahibi, noksanlardan münezzeh olan Yüce Allah’ı “Tanrı” kelimesi ile ifade etmek de İslâm inancına aykırı olmaz. Nitekim İslâm toplumlarında “Hudâ”, “Yezdân”, “Çalap” ve “Mevlâ” gibi kelimeler de kullanılmıştır.
|
“Mevlânâ” kelimesi ne anlama gelir? Allah, Peygamber ve insanlar için bu ifadenin kullanılması doğru olur mu?
|
Mevlâ sözlükte; “Rab, efendi, dost, arkadaş, yardımcı, sahip ve mâlik, köle azat eden, azat olmuş köle, bir işi gören, idare eden” gibi birçok farklı anlama gelir. Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar. Mevlâ kelimesinde asıl olan mana, sevgi ve manevî yakınlıktır (İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “vly” md.; İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, “vly” md.). Mevlâ kelimesi, Kur’ân’da hem Allah için hem de insanlar için kullanılmıştır. Bu kelime, “Biliniz ki Allah sizin mevlânızdır (sahibinizdir). O ne güzel mevlâ (sahip) ve ne güzel yardımcıdır!” (el-Enfâl, 8/40) ve “Sen bizim mevlâmızsın.” (el-Bakara, 2/286) âyetlerinde Allah (c.c.) için; “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” (ed-Duhân, 44/41) âyetinde ise insan için kullanılmıştır. Çeşitli hadislerde de “mevlâ”, Allah’ın isimlerinden biri olarak zikredilmiştir: “Allah bizim Mevlâ’mızdır.” (Buhârî, Cihâd, 164 [3039]; Megâzî, 17 [4043]). Buna göre “mevlâ” kelimesinin sonuna eklenen ve “bizim” anlamına gelen “nâ” zamiri ile birleşerek oluşan “mevlânâ” ifadesi; hem Allah hem Peygamber (s.a.s.) hem de insanlar için kullanılabilir. Allah için “Mevlânâ” denildiği zaman “Rabbimiz, sahibimiz”; Peygamber (s.a.s.) veya insanlar için denildiği zaman ise “dostumuz” veya “efendimiz” anlamları kastedilmiş olur.
|
Çocuklara Allah için kullanılan isimler verilir mi?
|
Anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “(Çocuklarınıza) güzel isim koyunuz.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 68 [4948]) buyurmuştur. Allah’a has isimler ise aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şâyet çocuklara bu isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahmân” (Rahmân’ın kulu), “Abdurrezzâk” (Rezzâk’ın kulu), “Abdülhâlık” (Hâlık’ın kulu) şeklinde verilmelidir. Allah Teâlâ’nın “esmâ-i hüsnâ”sından “Kerîm, Latîf, Raûf, Mümin…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/417).
|
Allah nerededir?
|
Zaman ve mekân Allah tarafından yaratılmış olup sınırlılık ifade eder. Bu nedenle zaman ya da mekânla sınırlı olmak yaratılmışlara ait bir özelliktir. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla Allah zaman yahut mekânla sınırlı olacak şekilde ifade edilemez. Zaman ve mekândan münezzeh olarak Allah Teâlâ her daim kullarına yakın ve onlarla beraberdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu anlamı ifade eden pek çok âyet vardır; “Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.” (el-Bakara, 2/186), “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 50/16), “O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ edendir... Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.” (el-Hadîd, 57/4). “Rahmân Arş’a istiva etmiştir.” (Tâhâ, 20/5) gibi müteşâbih âyetlerden yola çıkarak Allah’ın gökte olduğu şeklinde yapılan yorumlar, İslâm âlimlerinin geneli tarafından kabul görmemiştir. Zira bu ve benzeri âyetlerin anlamları müteşâbih olup Allah’ın yüceliğini ifade etmektedir. Her ne kadar sıfatlarıyla Allah Teâlâ’yı bilsek de O (c.c.), zâtı itibarıyla idrak ve tasavvurumuzun ötesindedir. İnanan kimseye düşen, O’nun insana şah damarından daha yakın olduğu bilinciyle hareket etmesi, iman ve amelleriyle Rabbine yönelip kulluk görevini yerine getirmeye çalışmasıdır.
|
“Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olması” ne anlama gelir?
|
Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun varlığının hiçbir şekilde zaman ve mekânla sınırlandırılmaması demektir. Zira zaman ve mekân mahlûk yani “yaratılmıştır”. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır. Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse yaratılmış olan varlıklar bir zaman ve mekânda var olurlar. Zaman, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahlûk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden yaratandır (el-En‘âm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır…” (Fâtır, 45/1). O hâlde Allah, her çeşit zaman ve mekân sınırlandırmalarından uzaktır.
|
Camiler için kullanılan “Allah’ın evleri” ifadesi Allah’a bir mekân isnat etme anlamı taşır mı?
|
“Allah’ın evi” terkibinin Arapça karşılığı “Beytullah” olup Kâbe hakkında kullanılan bir ifadedir. “Beyt”ten maksat, Kâbe’dir. “İbrahim ve İsmail’e; ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik.” (el-Bakara, 2/125) âyetinde de ev kelimesi Allah’ın zâtına izafe edilmiştir. Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denilmesi, Allah’a (c.c.) ibadet etmek için yeryüzünde yapılan ilk mâbed olması, insanların hidâyeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan Hanîf dininin sembolü ve bütün Müslümanların namazlarında yöneldikleri yer olması gibi sebeplere dayanır. Allah, “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmran, 3/96) buyurarak onun şerefini yüceltmiştir. Allah için ibadete mahsus olan tüm camiler ve mescitler için de “Allah’ın evi” terkibi kullanılır. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Yeryüzünde Allah’ın evleri; mescitlerdir. Oraya gelene Allah Teâlâ ikramda bulunur.” (Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr, 10/161 [10324]) buyrulmaktadır. Bu itibarla “Allah’ın evi” tabirinden Allah için ibadet edilen yer anlaşılmalı, asla Allah’a isnat edilen bir mekân anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. O, bir mekânda olan değil, bütün mekânları kuşatmış olandır. Zaman ve mekân mahlûk/yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzehtir, yani uzaktır.
|
Müslüman olduğu bilinen bir kimseyi tekfir etmenin hükmü nedir?
|
Tekfir, Müslüman olduğu bilinen bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmektir. Kur’ân ve Hz. Peygamber (s.a.s.), bireylere Müslüman olduğu bilinen hiç kimseyi tekfir etme yetkisi vermemiştir. Nitekim âyet-i kerîmede “Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyi anlayıp dinleyin. Size selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek 'Sen mümin değilsin' demeyin…” (en-Nisâ, 4/94) buyrulmaktadır. Ayrıca bir hadis-i şerifte Kelime-i Tevhid’i söyleyenlerin ve kıbleye yönelip namaz kılanların Müslüman kabul edileceği, Allah (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.s.) koruması altında olacağı ifade edilmektedir (Buhârî, Salât, 28 [391]). İslâm tarihinde tekfir söylemiyle ilk defa ortaya çıkan fırka, Hâricîlerdir. Nitekim bu grup, Hz. Ali (r.a.) başta olmak üzere pek çok sahâbîyi kâfir olmakla itham etmişlerdir (Eş’arî, el-İbâne, 2/337). Günümüzde de bazı kişi ve gruplar, kendilerine muhalif olarak gördükleri herkesi ve zümreyi tekfir eden bir tutuma sahiptirler. Tekfir konusunda İslâm’ın temel yaklaşımı, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kişiyi küfre nispet etmemektir. Nitekim Kur’ân ve sünneti anlama ve uygulama bakımından Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabenin yolundan yürüyen, İslâm’ın ana bünyesi olan Ehl-i Sünnet’e göre Ehl-i Kıble tekfir edilemez. Bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun Ehl-i Kıble oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullah” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Tekfir meselesinde öncelikle dikkate alınması gereken esaslardan biri şudur: Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Bu bağlamda bazı kaynaklarda yer alan “şu fiil/söz küfrü gerektirir” gibi ifadeler, belli bir şahsı nitelemek için değil, yapılan fiili vasfetmek ve bundan sakındırmak içindir. Dolayısıyla kişinin, dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe kâfir olduğuna hükmedilemez. Zira küfre götüren söz ya da davranışların bir kimsede hata ve cehalet gibi sebeplerle görülmesi, söz konusu kişiyi dinden çıkarmaz. Tekfirle ilgili dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi de tevil konusudur. Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, tüm eksikliklerden münezzeh olan Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülemez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili değil” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir. Öte yandan tekfirin dinî ve hukuki pek çok ciddi sonuçları olduğundan dolayı bu konuda hüküm vermek bireylerin yetki ve sorumluluğuna bırakılmamıştır.
|
Meleklerin varlığı nasıl ispat edilir?
|
Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyularla algılanamayan varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür. Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir: a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığını bildirmişlerdir. Bütün ilâhî dinlerde melek inancı vardır. b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’ân-ı Kerîm’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır (bkz. el-Bakara, 2/30-34; Hûd, 11/69-70; el-Hicr, 15/28-29; Fâtır, 35/1; ez-Zâriyât, 51/24-28; en-Necm, 53/5; et-Tahrîm, 66/6). c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber (s.a.s.) pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir (bkz. Müslim, Zühd, 60 [2996]). d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı (c.c.) tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur.
|
“Kirâmen Kâtibîn” ne demektir?
|
“Değerli yazıcılar” anlamına gelen “kirâmen kâtibîn”, insanların yanlarında bulunan ve onların yaptıkları işleri amel defterine yazmakla görevli olan melekler demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Hâlbuki sizin üstünüzde hakiki bekçiler ve çok değerli yazıcılar (kirâmen kâtibîn) vardır ki, onlar ne yaparsanız bilirler.” (el-İnfitâr, 82/11-12) “Hafaza”, “rakîb-atîd” melekleri de denilen bu meleklerin belirtilen yazma görevinden başka âhiret günü hesap sırasında yapılan işlere şahitlik edecekleri de âyetlerde şu şekilde bildirilmektedir: “Sûr’a üfürülecek. İşte bu, önceden bildirilen tehdidin gerçekleşeceği gündür. Herkes beraberinde bir sevk edici, bir de şahitlik edici (melek) ile gelir.” (Kâf, 50/20-21). Diğer taraftan İslâm âlimleri söz konusu meleklerin yazma daha doğrusu kayda alma görevini nasıl yaptıkları konusunda kesin bir şey söylenemeyeceğini beyan etmişlerdir.
|
“Cin” diye bir varlık var mıdır?
|
Cin, sözlükte “örtülü ve gizli varlık, görünmeyen şey” anlamındadır. İnsanın duyu organlarıyla idrak edilemeyen bu varlıkların mahiyetleri konusunda fazla bir bilgimiz bulunmamaktadır. Cinlerin varlığı ve mahiyetlerine dair bilgiler ancak vahiy yoluyla bilinir. Kur’ân-ı Kerîm’de cinlerin alevli/dumansız, yalın ateşten yaratıldıkları zikredilir (bkz. el-Hicr, 15/27; er-Rahmân, 55/15). Ayrıca Kur’ân’da “Cin sûresi” adıyla bir sûre mevcut olup, daha birçok âyette ve sahih hadislerde cinlerden bahsedilmektedir. Bu bakımdan cinlerin varlığı gerçek olup her müminin buna inanması gerekir. Cinler görünmeyen bir boyutta oldukları için onların yaşayış tarzı, insanlarla ilişkileri gibi konularda vahyin bildirdiği dışında kesin yargılarda bulunmak mümkün değildir. Öte yandan cinler “mutlak gaybı” da bilemezler. Zira mutlak gaybın bilgisi sadece Allah’a aittir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurur: “Süleyman’ın canını aldığımızda onun öldüğünü asâsını yiyen bir kurtçuk onlara (cinlere) gösterdi. Onun yere yığılmasıyla cinler anladılar ki eğer gaybı bilmiş olsalardı (içerisinde bulundukları) aşağılayıcı azap içerisinde kalmaya devam etmezlerdi.” (Sebe’, 34/14). Zâriyât sûresinin 56. âyetinde ise cinlerin de insanlar gibi Allah’ı bilip ona ibadet etmekle sorumlu oldukları belirtilmiştir.
|
Cinler ve şeytanlar insanlara zarar verebilir mi?
|
Cinler de insanlar gibi sorumlu varlıklar olarak yaratılmışlardır (ez-Zâriyât, 51/56). Allah’a inanıp O’na ibadet eden, iyi amel sahibi olan cinler olduğu gibi insanlara zarar vermek isteyen ve onları iman ve güzel amelden alıkoymaya çalışan kâfir cinler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de insan ve cinlerin şeytanlarından söz edilir: “İşte böylece biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı laflar fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. O hâlde onları iftiralarıyla baş başa bırak.” (el-En‘âm, 6/112). Bu âyette işaret edildiği üzere şeytan işi amel işleyen cinlere şeytan denmektedir. Şeytanların başı olan İblîs’in cinlerden olduğu Kehf sûresinin 50. âyetinde şöyle ifade edilir: “Hani biz meleklere, ‘Âdem için saygı ile eğilin’ demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandır. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”. Genel olarak Kur’ân-ı Kerîm’e, özel olarak da Türkçe meallerini zikrettiğimiz bu iki âyete bakıldığında şeytanların ve dolayısıyla cinlerin kötülerinin insanlara zarar vermek istemeleri öncelikle inanç ve amel bakımındandır. Zira Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) açıklamalarına göre şeytan ve şeytan işi ameller işleyen cinlerin düşmanlığı ancak insanları aldatmak ve kötülüğe teşvik etmek suretiyle olmakta, maddî ve fizikî bir zarar vermeden söz edilmemektedir. Bunun için Yüce Allah, “Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (el-Bakara, 2/208) buyurmuştur. Burada şeytanın adımlarını izlememekten maksadın şeytanların ve cinlerin vesvesesine kapılarak kötü ameller işlememek olduğu açıktır. Cin sûresinin 6. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlardı da cinler onların taşkınlıklarını artırırlardı.”. Bu âyette açıklandığı üzere cinlerin insanlara zarar vermesi Yüce Allah’ın açık ikazına rağmen insanların cinlere sığınıp onlarla iletişim kurma ve medet umma hevesleri yüzündendir. Bunun için Felak ve Nâs sûrelerinde bu duruma işaret edilerek insanların, cinlerin ve her türlü yaratığın şerrinden ve vesvesesinden her şeyin Rabbi olan Yüce Allah’a sığınmaları teşvik edilmiştir. Bu demektir ki gerçekten Allah’a iman edenler üzerinde şeytanların ve cinlerin hâkimiyeti, bir baskı kurması ve zarar vermesi söz konusu değildir. Şeytanın ve cinlerden şeytanların hâkimiyeti ve zararı sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar için söz konusudur (bkz. en-Nahl, 16/99-100). Bu bakımdan müminlerin cin ve insan şeytanların her türlü şerrinden ve zarar vermesinden Allah’a (c.c.) sığınması ve onlardan korkmaması gerekir. Onlara hiçbir şekilde meyletmeyen ve iradesini sadece hak ve hakikat doğrultusunda kullanan kimseler cin ve şeytanlardan gelebilecek her türlü etki ve zarardan korunmuş olurlar.
|
Yazının icadından önce Allah tarafından gönderilmiş olan kitap veya sahîfeler hakkında bilgi verir misiniz?
|
Allah Teâlâ kullarını hidâyete sevk eden bilgileri, emir ve yasaklarını peygamberlerine gönderdiği vahiy yoluyla bildirmiştir (eş-Şûra 42/51). İlk insan Hz. Âdem (a.s.) ile başlayan nübüvvet, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ile tamamlanmıştır. İman esaslarından biri de peygamberlere indirilen kitaplara inanmaktır. Kitaplara iman, Allah (c.c.) tarafından bazı peygamberlere kitaplar indirildiğine ve bu kitapların içeriğinin tümüyle doğru ve gerçek olduğuna inanmak demektir. Kur'ân-ı Kerîm bize tek bir kitaba yani sadece Kur'ân’a değil, Allah nezdinden gönderilen bütün kitaplara inanmamızı emretmektedir (el-Bakara, 2/4). Kitap kelimesi her ne kadar indirilen vahyin yazılı metnini ifade etse de bununla birlikte istiare yoluyla metnin sözlü şekli için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Allah kelâmının sözlü şekline de kitap denilir (Râğıb, Müfredât, “ktb” md.). Kur'ân-ı Kerîm’de kitap ile aynı anlamda kullanılan kelimelerden biri de suhuftur. Suhuf kelimesi “sahîfe” kelimesinin çoğulu olup İslâm öncesi dönemde kitapla eş anlamlı olarak kullanılmasının yanında mektup, hukukî sözleşme, şiir, hitabe ya da bir araya getirilmiş sözleri nitelemek için de kullanılmaktaydı. Yazıya geçirilsin veya geçirilmesin Yüce Allah’ın indirdiği tüm kitap ve sahîfeler ilahî vahye dayanmaktadır. Günümüzde ulaşılan bilimsel veriler doğrultusunda yazının, M.Ö. 3500 yıllarında Sümerler tarafından icat edildiği kabul edilmektedir. Bu bilgi, arkeolojik bulgulara ve bilimin imkânlar dâhilinde ulaşabildiği diğer verilere dayanmaktadır. Ancak bu durum Sümerlerden önce kesin olarak yazının olmadığı anlamına gelmemektedir. Bu itibarla yazının tarihçesine ait bu bilgiler esas alınarak vahye dayalı kutsal kitapların kayda geçirilmesiyle ilgili kesin bir hüküm vermek doğru değildir. Dört büyük kitabın nazil olduğu dönemde yazının var olduğu kesin olarak bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerîm’de isim olarak geçen bu kitapların dışında, Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Musa’ya (a.s.) sahîfeler/suhuf verildiği (el-‘A‘lâ, 87/19) açıkça geçmekte olup onların yaşadığı devir de aynı şekilde yazının var olduğu zamana denk gelmektedir. Bununla birlikte insanlık tarihinin başlangıcından itibaren bilgi, yazı dışında sözlü aktarım gibi yöntemlerle muhafaza edilmiştir. Bu itibarla Hz. Âdem (a.s.) , Hz. Şît (a.s.) ve Hz. İdris (a.s.) gibi erken dönemde yaşayan peygamberlere indirildiği kabul edilen sahîfelerin şifahen aktarılmış olmaları yeterlidir. Zira elimizde, yazının var olduğu dönemlerde dahi peygamberlerin kendilerine indirilen kutsal kitapları iki kapak arasında toplayarak günümüzdeki kitap formatına soktuklarına dair kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Netice itibarıyla peygamberlere indirilen vahiylerin, levhaların, sahîfelerin, zikirlerin ve kitapların günümüz kitap ve kitapçık algısından hareketle yazıya geçirilip iki kapak arasında toplanma zarureti olduğunu aksi hâlde onların kitap hüviyeti kazanamayacaklarını düşünmek doğru değildir. Bu minvalde onlarla yazının icadı arasında bir bağlantı kurma gereği de bulunmamaktadır. Şu hâlde kutsal kitapları ve sahîfeleri, lafızları ile insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberlere indirilen vahiyler mecmuası olarak algılamak isabetli olacaktır.
|
Her topluluğa peygamber gönderilmiş midir ve peygamberlerin sayısı kaçtır?
|
Kur’ân-ı Kerîm, ilk peygamber Hz. Âdem’den (a.s.) son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) kadar pek çok peygamberin gelip geçtiğini ve her kavme Allah’ın peygamber gönderdiğini bize haber vermektedir (Yûnus, 10/47; en-Nahl, 16/63; Fâtır, 35/24). Bu bağlamda “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik” (el-Hicr, 15/10) ve “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının’ diye peygamber gönderdik…” (en-Nahl, 16/36) buyrulmaktadır. Bu âyetler tarihî süreç içerisinde Yüce Allah’ın (c.c.) genel anlamda insanoğlunu peygambersiz bırakmadığını gösterir. Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edici değiliz” (el-İsrâ, 17/15) ve “Andolsun, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, durumlarını sana bildirmediğimiz kimseler de var” (el-Mü’min, 40/78) âyetleri de açık bir şekilde gönderilen peygamberlerin sayısının Kur’ân’da zikredilen 25 peygamberle sınırlı olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte peygamberlerin sayısıyla ilgili kesin bir bilgi yoktur.
|
Önceki semâvî dinler İslâm diye adlandırılabilir mi?
|
İslâm; Allah’a (c.c.) teslim olmak, boyun eğmek ve itaat etmek manasına gelir. Kur’ân’a göre İslâm; kişinin kendisini yalnız Allah’a teslim etmesi, O’na kul olması ve O’na ibadet etmesi demektir. Tevhidin gereği de budur. Bu anlamıyla İslâm; sadece son peygamber olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) getirdiği dinden ibaret değil, bütün peygamberlerin getirdiği bir inanç sistemidir. Bu bakımdan insanlığı temel iman esaslarına davet açısından peygamberlerin tamamının vazifesi aynıdır. Buna göre, bütün peygamberlerin ilk daveti tevhiddir. Çünkü tevhid, Hak yoluna girmenin başlangıcı ve Allah’a inanmanın ilk basamağıdır. Cenâb-ı Hak gönderdiği her peygambere, ümmetini tevhide davet etmesini şöyle emretmiştir: “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilâh yoktur; şu hâlde bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım.” (el-Enbiyâ, 21/25). Peygamberlik, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’le (a.s.) başlamış, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile son bulmuştur. Dolayısıyla Allah’ın peygamberler aracılığıyla farklı zamanlarda gönderdiği dinin esası aynıdır ve hepsine “İslâm”, müntesiplerine de ‘‘Müslüman’’ denilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bunu açıkça ifade etmektedir: “Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’ân’da Müslüman diye isimlendirdi.” (el-Hac, 22/78). “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru Müslüman idi.” (Âl-i İmran, 3/67) âyetinde İbrahim (a.s.) için Müslüman ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca “Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a ve torunlarına indirilene, Musa’ya ve İsa’ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz de Müslümanlarız, deyin.” (el-Bakara, 2/136) âyetinde de peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm’dan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Ancak bugünkü hâliyle Yahudilik ve Hristiyanlık peygamberlere indiği şekliyle muhafaza edilemediği için bu dinlere bu hâliyle İslâm denilemez. Esas itibarıyla hak dinin temel prensiplerinde değişiklik yoktur. Fakat Yüce Allah (c.c.) zaman içinde ibadetlerin şekillerinde ve muamelata dair hükümlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Yahudi ve Hristiyanlara gayrimüslim denmesi onların Allah (c.c.) tarafından, İslâm’ın son peygamberi Hz. Muhammed’e ve onunla gönderilen dine inanmamaları sebebiyledir.
|
Mucize nedir ve çeşitleri nelerdir? Hz. Peygamber’in ne tür mucizeleri vardır?
|
Mucize, nübüvvet/peygamberlik iddiasında bulunan kişinin doğruluğunu göstermek amacıyla Allah (c.c.) tarafından yaratılan ve nitelikleri bakımından insanları benzerini getirmekten âciz bırakan olağanüstü hadisedir (Kâdî Abdülcebbâr, el-Muġnî, 15/199). İslâm âlimleri hem Hz. Muhammed’in (s.a.s.), hem de diğer peygamberlerin göstermiş oldukları mucizeleri idrak edilmeleri açısından aklî, hissî ve haberî; amaçları bakımından ise hidâyet, yardım ve helak mucizeleri şeklinde sınıflandırmışlardır. Aklî mucizeye en büyük örnek Kur’ân’dır. Çünkü Kur’ân her çağdaki akıl sahibi insana hitap eden, akıllara durgunluk veren, başkalarının benzerini meydana getirmekten aciz kaldıkları büyük ve ebedî bir mucizedir. Bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın” (el-Bakara, 2/23). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Kur’ân’ın en büyük mucize olduğunu bir hadisinde şöyle ifade etmiştir: “Bütün peygamberlere, kendi dönemlerinde yaşayan insanların iman edeceği birtakım mucizeler verilmiştir. Hiç şüphesiz bana ihsan edilen en büyük mucize, Allah’ın vahyettiği Kur’ân’dır” (Buhârî, İ‘tisâm, 1 [7274]; Müslim, Îmân, 239 [152]). İnsanların duyularına hitap eden hârikulâde olaylara hissî mucizeler denilir. Hz. Sâlih’in (a.s.) devesi (Hûd 11/64-68), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) asâsının yılana dönüşmesi ve elinin parıltılı bir ışık vermesi (el-A‘râf 7/106-108) Hz. Îsâ’nın (a.s.) kuş şekline soktuğu çamuru canlandırması, ölüleri diriltmesi, anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirmesi (Âl-i İmrân, 3/49; el-Mâide, 5/110) gibi örnekler hissî mucizelerdendir. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) asıl mucizesi Kur’ân-ı Kerîm olmakla birlikte ona hissî mucizeler de verilmiştir. Bedir Savaşı’nda meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân, 3/122-123; el-Enfâl, 8/9-10) hadisesi Kur’ân’da zikredilen hissî mucizelerden biridir. Resûlullah’ın az bir yiyecekle birçok insanı doyurması, az miktardaki suyu çoğaltması, hurma kütüğünün inlemesi (Buhârî, Menâkıb, 25 [3572, 3578, 3583]) olayları da hadislerde zikredilen hissî mucizeler arasında yer almaktadır. Peygamberlerin Allah’tan gelen vahye dayanarak verdikleri gaybî haberlere, haberî mucize denilmektedir. İsyankâr toplumların başlarına geleceğini önceden bildirdikleri felâketlerin aynen vuku bulması, Hz. Îsâ’nın (a.s.), muhataplarının evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini haber vermesi (Âl-i İmrân, 3/49), Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Bizanslılar’ın İranlılar’ı savaşta mağlûp edeceğini (er-Rûm, 30/1-4) ve kisrânın saltanatının yıkılacağını (Buhârî, Menâkıb, 25 [3619]) bildirmesi bu tür mucizelerdendir. Meydan okuma şartı çerçevesinde inkârcıların gözü önünde ve onları acze düşürecek şekilde zuhur eden mucizelere hidâyet mucizeleri denilmektedir. Bu tür mucizeler insanların kanaatleri üzerinde etkili olup ön yargıdan uzak kimselere fayda verir. Hz. Sâlih’in devesi, (Hûd 11/64-68) Hz. Mûsâ’nın asâsı ile parıltılı eli (el-A‘râf 7/106-108), Hz. Îsâ’nın şifa mucizesi (el-Mâide, 5/110) ve Hz. Muhammed’in Kur’ân mucizesi bunlar arasında sayılır (el-Bakara, 2/23-24). Sadece Kur’ân okuyup Müslüman olan pek çok kişi olduğu gibi Hz. Mûsâ’nın asâsının yılana dönüşüp sihirbazların yaptığı diğer yılanları yutması sonucu sihirbazların imana gelmeleri gibi olaylar bunlardandır. Mü’minlerin ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak zuhur eden ilâhî yardımlar da yardım/nusret mucizeleridir. Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları için Allah’ın emriyle kayadan su çıkarması (el-Bakara, 2/60), kavmine gökten kudret helvası ve bıldırcın gönderilmesi, onların gölgelenmesi için bulut getirilmesi (el-A‘râf 7/160), Hz. Îsâ’ya gökten yiyecek dolu bir sofra indirilmesi (el-Mâide 5/112-115), Bedir ve Hendek gazvelerinde meleklerin Müslümanlara yardım etmesi (Âl-i İmrân 3/123-127; el-Ahzâb 33/9), çeşitli münasebetlerle suyun çoğalması ve yemeğin bereketlenmesi (Buhârî, Menâkıb, 25) bu türdendir. İnkârda ısrar eden kavimlerin cezalandırılmasına yönelik mucizeler de helak mucizesidir. Kur'ân’daki açıklamalara göre helâk mucizelerinin şiddetli fırtına, korkunç bir gürültü, tûfan, zelzele gibi tabii âfetler tarzında gerçekleştiği (el-Ankebût, 29/40) görülmektedir. Nûh kavminin tufanla (el-Ankebût, 29/14), Semûd, Âd ve Medyen halkının korkunç bir gürültüyle (Sâd, 38/13-15), Lût kavminin yaşadığı şehrin altının üstüne getirilip başlarına taş yağdırılmasıyla (Hûd, 11/82-83, el-Kamer, 54/), Firavun ve ordusunun ise denizde boğulmak suretiyle (eş-Şuarâ, 26/66) helâk edilmesi bunlardandır. Peygamberlerin birçok delil ve mucizesine rağmen inanmamakta ısrar eden inkârcıların helâk edilmesi, Allah’ın bir kanunudur. Helak mucizeleri aynı zamanda sonraki nesiller için bir uyarı ve ibret vesilesidir.
|
Kerâmet nedir, nasıl anlaşılmalıdır?
|
Sözlükte “değer, kıymet, iyi, ahlâklı ve cömert olmak” gibi anlamlara gelen kerâmet kelimesi terim olarak “mümin ve takva sahibi kimselerde ortaya çıkan ve Allah’ın lütfu olan olağanüstü haller” şeklinde tanımlanır (İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “vly” 12/510; Cürcanî, Ta’rifât, “vly” 184). Kur’ân-ı Kerîm’de kerâmet kavramı doğrudan geçmemekle birlikte, peygamber olmadıkları hâlde bazı iyi kullar hakkında harikulâde olaylardan söz edilmektedir (el-Kehf, 18/16-26; en-Neml, 27/40). Bu âyetlerden hareketle İslâm âlimleri, salih kulların kerâmetini hak olarak görmüşlerdir. Bununla birlikte onlar, kerâmeti herhangi bir kimsenin velî oluşunun kesin kanıtı olarak kabul etmemişlerdir. Tasavvuf erbabı da kerâmeti gizlenmesi gereken bir sır olarak görmüşlerdir (bkz. Rifâî, el-Burhânü’l-müeyyed, 24, 121; Topaloğlu, Emâlî Şerhi, 75-76). Kerâmet, kerâmet sahibinin masum (günahsız ve hatasız) olduğunu veya gaybı bildiğini göstermez. Aksi bir iddia naslarla bağdaşmayan ve itikadî açıdan da tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir durumdur. Çünkü gaybı bilen sadece Allah’tır (el-En ‘âm, 6/59; en-Neml, 27/65; el-Cin, 72/26-27). Öte yandan İslâm inancına göre, günah işlemekten uzak kalmak anlamına gelen “ismet” sıfatı, vahyin kontrolünde oldukları için sadece peygamberlere ait bir vasıftır. Dolayısıyla velîler için böyle bir masumiyet söz konusu değildir. İslâm âlimleri ve mutasavvıflara göre; en üstün kerâmet, istikamettir. İstikamet, her hâlinde şer‘i şerife riâyet etmek, güzel ahlâk ve doğruluktan ayrılmamaktır. Güzel ahlâk, iyilikseverlik, diğerkâmlık ve cömertlik gibi vasıflar, mümine verilmiş en üstün özelliklerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’ın bütün müminlerin dostu/velisi olduğunun vurgulanması (Âl-i İmrân, 3/68), bu hususa bir işaret olarak görülebilir. Gerek âyetlerde gerekse hadislerde Allah’ın (c.c.) bazı salih kullarına olağanüstü nitelikte lütuflarda bulunduğu ifade edilmektedir. Bu lütuf belli bir zaman ve belli şahıslarla da sınırlı değildir. Bununla birlikte kerâmetin Allah’ın azametinin, lütuf ve kereminin bir delili olduğu ve kerâmet lütfedilen kişilerin olağanüstü sıfatlara sahip kişiler olmadıkları hususu unutulmamalıdır. Ayrıca Allah’ın kudretinde olan bir şeyin, kişilerin iradesinde olduğunu kabul etmek itikadî açıdan da doğru değildir. Hiç şüphe yok ki herkes için temel ölçü, istikamet üzere yaşamaktır. Diğer taraftan, neyin kerâmet sayılıp sayılmayacağı hususunda kesin ve objektif bir ölçü olmadığı için konu, tarihte ve günümüzde daima istismara ve suistimale açık bir konu olmuştur. Unutulmamalıdır ki kişinin olağanüstü olarak değerlendirdiği her hâl, kerâmet olmayabilir. Dolayısıyla kerâmet iddialarına değil kişinin istikametine itibar edilmelidir.
|
Hz. Peygamber’den sonra Allah’ın özel olarak seçtiği veya görevlendirdiği kişi ya da grup var mıdır?
|
Seçilmiş ya da seçkin kavramı, yaratıcı tarafından özel olarak belirlendiğine, görevlendirildiğine, diğerlerinden üstün kılındığına ve kurtuluşa erdiğine inanılan kişi ya da grupları nitelemek için kullanılır. Bu düşünceye bütün eski kültürlerde ve dinlerde rastlanmaktadır. İslâm tarihinin belli dönemlerinde de seçilmişlik zannına kapılan kişi veya gruplardan bahsetmek mümkündür. Bunlar kendilerinin seçkin olduklarını ifade ederken kurtuluşun da yalnızca kendilerine tabi olmak ve kendi çatıları altında bulunmakla gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de, seçilmiş olma iddiasının temelde Ehl-i kitab tarafından dile getirildiği belirtilmekte ve onların bu tutumu şöyle eleştirilmektedir: “Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgili kullarıyız’ dediler. De ki: ‘Öyleyse Allah günahlarınızdan dolayı sizi niçin cezalandırıyor?’ Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız…” (el-Mâide, 5/18); “…Başka insanlar değil de yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve şâyet sözünüze sâdıksanız haydi ölümü temenni edin!...” (el-el-Cum'a, 62/6). Hak, adalet ve sorumluluk gibi vasıfların dinin temel umdelerini oluşturduğu İslâm’a göre, bahsedilen şekliyle hiçbir kişi ve zümre için seçilmişlikten ve kurtuluştan söz etmek mümkün değildir. Zira İslâm’a göre, Allah’ın (c.c.) bizzat seçerek risâlet görevini verdiği peygamberler (el-En’âm, 6/124; eş-Şûrâ, 42/13) dışında hiç kimse ya da grup özel bir seçilmişlik konumuna sahip değildir. Herkes kul olarak eşittir ve kendi yapıp ettiklerinden sorumludur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) sevgili kızına, “Ey Peygamber’in kızı Fatıma! Allah’ın (azabından) kendini koru! Senin için ben bir şey yapamam.” (Buhârî, Vesâyâ, 11 [2753], Tefsir, 26 [4771]; Müslim, Îmân, 351) diyerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Mü’min için dinî konularda Kur’ân ve Sünnet’e uymak, bunların rehberliğinde ictihad etmek ya da ictihad eden âlimlere tabi olmak dışında bir yol yoktur. Nitekim bir hadis-i şerifte âlimlerin bu yönü hakkında şöyle buyrulmuştur: “... Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1 [3641]; Tirmizî, İlim, 19 [2682]) Burada Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra özel olarak herhangi bir kişi ya da gruba yer verilmemiş; aksine müminlerin, nebevî mirasa sahip çıkmaları teşvik edilmiştir. Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), kurtuluşa erenlerin kimler olacağı sorusuna “el-Cemâa” (İbn Mâce, Fiten, 17 [3992]) başka bir rivâyette de “Benim ve ashabımın yolundan gidenler.” (Tirmizî, İman, 18 [2641]) cevabını vermiştir. Buradan kurtuluşa eren kimselerin (fırka-i nâciye) Hz. Peygamber’in Sünnetine tabi olup ashabının izinden giden, diğer bir deyişle İslâm’ın ana yolundan ayrılmayan büyük çoğunluk olduğu anlaşılır. İslâm âlimleri bu büyük çoğunluğu “sevâd-ı a’zam” nitelemesiyle ifade etmişlerdir. Bu niteleme; herhangi bir özel kişi ya da grubu değil, İslâm’ın temel inanç esaslarına gönülden inanan bütün Müslümanları kapsamaktadır. Sonuç itibarıyla İslâm dini, Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra herhangi bir kimsenin veya grubun Allah (c.c.) tarafından seçildiği ve görevlendirildiği iddiasını benimsemez. Aksine dinimiz iyilik yolunda insanlığa önder ve örnek olmayı hak eden Müslümanları ve onların başlıca niteliklerini ortaya koymakta, bunun dışındaki her türlü dışlayıcı yaklaşımı reddetmektedir.
|
Günahsız insan var mıdır?
|
Günah, ilahî emir ve yasaklara aykırı tutum ve davranışlar anlamına gelir. Mahiyeti ve boyutları değişmekle birlikte günah mefhumu tüm dinlerde vardır. Günah, Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde; “ism”, “zenb”, “vizr”, “cünâh”, “hûb” ve “seyyie” gibi farklı sözcüklerle ifade edilmiştir. Her insan iyilik veya kötülük yapabilecek özellikte yaratılmıştır (bkz. eş-Şems, 91/8). Hz. Peygamber'in (s.a.s.) “Her insan hata eder, hata edenlerin en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyamet, 49 [2499]; İbn Mâce, Zühd, 30 [4251]) şeklindeki beyanı, insanların günah işleme ve hata yapma özelliğine sahip olduğu gerçeğinin açık bir ifadesidir. Aynı doğrultuda Hz. Peygamber'in (s.a.s): “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen ve günahlarından tövbe ve istiğfar eden bir topluluk yaratır da onları bağışlardı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10 [2748]) ifadeleri de oldukça anlamlıdır. Hadis-i şerif, insanın mutlak olarak hatasız, kusursuz ve günahsız olamayacağını vurgulamaktadır. Şüphesiz bu ifadeler, günah işlemeye bir teşvik olmayıp aksine insanın doğasını açıklayan ve kendisini tanımasını sağlayan birer hatırlatma ve uyarıdır. Nitekim pek çok âyet ve hadiste insanın günahlardan ve Allah’ın (c.c.) yasaklarını çiğnemekten sakınması emredilmiştir. İslâm inancında peygamberler dışında “mâsum” yani günah işlemekten korunmuş kimse yoktur. Bu sebeple herhangi bir kimsenin günahsız olduğunu kabul etmek İslâm inancına aykırı bir durumdur. Zira günahtan korunmuşluk anlamına gelen “ismet sıfatı” sadece peygamberlere aittir. İslâm âlimleri, peygamberlerin birer beşer olmaları hasebiyle zelle olarak tabir edilen küçük hatalar işleyebilecekleri, ancak peygamberlik görevlerine zarar verecek türden hatalara ve günahlara düşmekten korundukları üzerinde ittifak etmişlerdir. Diğer yandan İslâm dininde, Hristiyan teolojisinde olduğu gibi “aslî günah” anlayışı yoktur. Zira hiç kimse doğuştan günahkâr sayılmaz. İslâm’da, herkes kendi günahından sorumludur. "Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez." (el-En’âm, 6/164; en-Necm, 52/38-39) âyet-i kerîmesi bu hususu ifade etmekte ve işlenen günahtan ancak onu işleyenin sorumlu tutulacağını belirtmektedir. İslâm’da, herhangi bir soydan gelmekten veya başka bir sebepten dolayı günahtan korunmuş̧ olduğu kabul edilen kişi ya da zümre yoktur. Dinî konularda topluma rehberlik eden âlimler de günahtan korunmuş değildir. Onların görevi İslâm’ın inanç, ibadet, ahlak ve muamelat esaslarını insanlara hatırlatmak ve gerektiğinde ictihad ederek Müslümanların amelî hayatını düzenlemelerine katkı sağlamaktır. Bu bağlamdaki ictihadları isabetli olabileceği gibi hataya da açıktır. Sonuç olarak masûmiyet sadece peygamberlere özgü bir korunmayı ifade etmektedir. Bunun dışında, herhangi bir kimse ya da grubun hatadan veya günahtan korunmuş olduğu kabulü veya iddiası İslâm inanç esaslarına aykırıdır.
|
“Âhir Zaman” ne demektir? Biz âhir zamanda mı yaşıyoruz?
|
“Âhir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslâm inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi de Cenâb-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: 'Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz' ...” (el-A‘râf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “âhir zaman peygamberi”, ümmetine de “âhir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz âhir zamanda yaşamaktayız.
|
“Berzah Hayatı” ne demektir?
|
Berzah, sözlükte “iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır” demektir. Dinî ıstılahtaki karşılığı ise “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır. “Onların önlerinde ise yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (el-Mü’minûn, 23/100) âyetinde geçen “Berzah” ile de kastedilen budur. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir.
|
Ölümü temenni etmek caiz midir?
|
Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilâhî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şâyet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Buhârî, De‘avât, 30 [6351]; Merdâ 19 [5671]; De‘avât, 30 [6351]; Müslim, Zikir, 10 [2680]).
|
Ölünün arkasından ağlamak ve yas tutmak caiz midir?
|
Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır (Buhârî, Cenâiz, 32, 43 [1284, 1303]). Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve câhiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, Cenâiz, 43 [1303]) buyurması, bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder.
|
Kabir azabı var mıdır?
|
Duyular ve akıl yürütme vasıtasıyla bilinemeyip vahiy yoluyla sabit olan gaybî konulardan biri de kabir azabıdır. Bu husus bazı âyetlerin işareti (Mü'min, 40/46), çeşitli hadislerin de açık beyanlarıyla (Buhârî, Cenâiz, 86) bilinmektedir. Bir hadis-i şerifte, “Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse eğer o duraktan kurtulursa sonraki durakları daha kolay geçer. Kurtulamazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 5 [2308]) buyrularak ölümle ahiret hayatının başladığı ifade edilmiştir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek kendisine gelerek soru soracaklar, iman ve güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları açılarak cennet gösterilecektir. Kâfir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek, onlara da cehennem kapıları açılacak ve cehennem gösterilecektir. Kâfirler ve münafıklar kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve sıkıntısız bir hayat süreceklerdir (Tirmizî, Cenâiz, 71 [1071-1072]). Bu sebepledir ki Resûl-i Ekrem (s.a.s.) pek çok kez kabir azabından koruması için Allah’a (c.c.) niyazda bulunmuştur (Buhârî, Ezân, 149 [832]; Müslim, Küsûf [903], 8, Cenâiz, 85 [963]; Ebû Dâvûd, Salât, 152 [880]).
|
Salgın hastalıklar kıyamet alameti midir?
|
Dünya hayatının sona ermesi demek olan kıyametin ne zaman kopacağını sadece Yüce Allah bilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakikat şöyle yer alır: “Sana ‘Ne zaman gelip çatacak?’ diye kıyamet saatini sorarlar. De ki: ‘Onun hakkındaki bilgi sadece Rabbimin katındadır. Vakti geldiğinde onu açığa çıkaracak olan ancak Allah’tır. O (kıyamet), göklere de yere de ağır gelecektir! Sizi ansızın yakalayacaktır!’ Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: ‘Onun bilgisi Allah katındadır, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (el-A’râf, 7/187). Meşhur Cibrîl hadisinde de Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrâil’in “Kıyamet ne zaman kopacak?” sorusu üzerine “Sorulan, sorandan daha iyi bilmemektedir.” diye cevap vermiştir (Müslim, İmân, 1 [93]). Bunun anlamı ne Hz. Peygamber’in (s.a.s) ne de Cebrâil’in bu sorunun cevabını bildiğidir. Kıyamet alametleri, kıyametin kopmasından önce meydana gelecek fiziki, toplumsal veya ahlakî nitelikli olayları ve belirtileri ifade eder. Kur’ân’da bu alametler arasında Ye’cûc ve Me’cûc’ün gelişinden (el-Enbiyâ, 21/96), dâbbetü’l-arzın çıkışından (en-Neml, 27/82), göğün insanları saracak bir duman (duhân) yayacağından (ed-Duhân, 44/10-11) ve ayın yarılmasından (el-Kamer, 54/1) bahsedilir. Ayrıca kıyamet alametleri şeklinde bir belirleme yapılmamakla birlikte, kıyametin kopuşu esnasında gerçekleşecek kozmik ve harikulade olaylar ve o anın dehşeti ile ilgili pek çok anlatım yer alır. Bu çerçevede göğün yarılması, dağ ve tepelerin yok edilerek yerin dümdüz hale getirilmesi, güneşin dürülüp kararması, yıldızların dökülüp sönmesi ve denizlerin kaynatılması (el-İnşikâk 84/1-2; et-Tekvîr, 81/1-6) gibi olağanüstü kozmik değişimler anlatılır. Hz. Peygamber’in (s.a.s) son peygamber olarak gönderilişi, âlimlerin azalması, cehaletin, fuhşun ve içki kullanımının artması ile fitnenin ve öldürmenin yaygınlaşması gibi hususlar da hadislerde sıklıkla sayılan alametler arasında yer alır (Buhârî, Nikâh, 111 [5231]; Fiten, 5 [7062]; Rikâk, 39 [6504]; Cizye, 15 [3176]; Müslim, Fiten, 18, [7257]; Ebû Dâvûd, Fiten, 1 [4255] ). Âyet ve hadislerde kıyamet alametlerinin açıklanmasındaki amaç, insanları umutsuzluğa düşürmek değil, kesin bir gerçek olan kıyamet ve ebedî mutluluk yurdu ahireti hatırlatarak onlara bir farkındalık kazandırmak ve sorumluluk bilinci içinde yaşamaları gerektiğini hatırlatmaktır. Âyet ve hadislerde belirli bir hastalığın kıyamet alameti olduğuna dair kesin bir bilgi yer almaz. Aksine kaynaklarımızda vebâ veya tâun kelimeleriyle ifade edilen ve bazı ümmetlerin cezalandırıldığı bir azap türü olan salgınların belirli zaman aralıklarıyla gidip gelen hastalıklar olduğu vurgulanır (Buhârî, Hıyel, 13, [6974]; Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3473]; İbn Hanbel, Müsned, 5/201, [22094]). Ayrıca bu hastalıklara sabredip karantina kurallarına uyan müminler için bir rahmet vesilesi olduğu ve bu nedenle ölenlerin de şehit sevabı alacağı nakledilmiştir (Buhârî, Ehâdîsü’l-Enbiyâ, 54 [3474]). Dolayısıyla salgın hastalıklar, bir yönüyle ilahî hikmetin ve imtihanın gereği, diğer bir yönüyle de insanların çevreye ve doğaya verdiği zararlar nedeniyle ortaya çıkan küresel bir musibet olarak görülebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm insana endişe ve korku veren çeşitli hastalıkların, afetlerin ve benzeri durumların insan için bir imtihan vesilesi olduğunu açıkça ifade eder (el-Bakara 2/155). Salgın hastalıkların kıyamet alameti olarak değerlendirilmesi düşüncesi, kıyamet alametleriyle ilgili bazı rivâyetlerde yer alan, ölümlerin hızlı ve yaygın hale gelerek artmasından bahseden ifadelerin yorumlarından kaynaklanır. Bu şekilde yorumlanan en yaygın sahih hadiste Hz. Peygamber (s.a.s) altı kıyamet alametini sayar. Bu alametler arasında bazı âlimler tarafından salgın hastalık olarak yorumlanan madde, Buhârî rivâyetine göre “Koyunları yakalayan kuâs hastalığı gibi sizi yakalayan mûtân” şeklinde geçer (Buhârî, Cizye, 15 [3176]; Ayrıca bkz. İbn Mâce, Fiten, 25 [4042]; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 18/40- 41 [70]; 18/41-42 [71]; 18/42 [72]; 18/64 [119]). Sened açısından sahih olarak değerlendirilen diğer bir rivâyette anlatıldığına göre Hz. Peygamber (s.a.s), kıyamet kopmadan önce “mûtân-ı şedîd”in gerçekleşeceğini ve akabinde senelerce depremler meydana geleceğini haber vermiştir (İbn Hanbel, Müsned, 4/105 [17089]; Dârimî, Sünen, 1/43 [55]; İbn Hibbân, Sahîh, 15/180 [6777]). Söz konusu hadisler incelendiğinde kıyamet alametleri arasında sayılan altı maddeden biri olarak “mûtân”ın gerçekleşeceği bilgisinin sahih bir ahad haber şeklinde bize ulaştığı görülmektedir. Diğer taraftan rivâyetler her ne kadar isnad açısından sahih olsa da metin açısından birçok farklılık barındırmaktadır. Bununla birlikte rivâyetlerin ortak noktası, bu alametin “kûas” gibi bir hastalık sonucu çokça ölüme (mûtân) neden olmasıdır. “Mûtân” kelimesi ölüm veya çokça meydana gelen ölüm anlamına gelir. (Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, “mvt”; Aynî, ‘Umde, 15/99) “Kuâs” ise sözlüklerde koyunlara bulaşan ve onları çok kısa sürede öldüren bir hastalık olarak tarif edilir (İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “k’as”; Aynî, ‘Umde, 15/100). Aslında sürü hayvanlarında ölüme neden bir hastalık olan “kuâs”ın, hadiste insan için kullanılması, hızlı bir şekilde ölüme neden olmasındaki benzerlikten dolayıdır (Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, 8/3411; Kirmânî, el-Kevâkibü’d-Derârî, 13/140). Hadiste hızlı ve çok sayıda ölümün kıyamet alametlerinden biri olduğu anlatılmaktadır. Fakat bunun bir hastalıktan mı yoksa fitne vb. karışıklığın neden olduğu savaş veya katilden mi kaynaklandığı açık değildir. Diğer taraftan pek çok hadiste vebâ veya tâun kelimeleri kullanılmasına rağmen söz konusu hadiste bu kelimelerin yerine “mevt” veya “mûtân”ın tercih edilmesi böyle bir sınırlandırmanın uygun olmadığını göstermektedir. Burada “Amvas” salgını hakkında Hz. Ömer ile Ebû Ubeyde b. Cerrah arasındaki tâuna dair konuşmaları hatırlamak gerekir. Bu rivâyette, ordularıyla Şam’a yaklaşan Hz. Ömer’in, vebâ haberini alması üzerine muhacir ve ensarla istişare ederek Ebû Ubeyde’nin itirazlarına rağmen geri döndüğünden bahsedilir. Ensar ve muhacirlerle uzun müzakerelerin yapıldığından bahseden bu rivâyette dikkat çeken husus, hiçbir sahabinin tâûnu kıyamet alameti olarak değerlendirmemiş olmasıdır (Müslim, Selâm, 98 [5784]; Muvatta’, Câmî, 22). Âyet ve hadislerdeki kıyamet alametlerine yönelik ifadeleri dünyada meydana gelen müşahhas olaylarla birebir ilişkilendirmek pek mümkün değildir. Dolayısıyla salgın hastalıkları insana dünyadaki amacını ve sorumluluklarını hatırlatıcı, tarihin her döneminde meydana gelen imtihan gereği bir olay şeklinde değerlendirmek hem Kur’ân hem de sünnet açısından daha doğru bir yaklaşım olarak gözükmektedir. Bu imtihanda insana düşen görev, dünya hayatının geçici olduğu şuuruyla birlikte gerekli tedbirlere riâyet etmektir. Zira insanlar üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmediği için salgınlar daha fazla yayılmakta ve insanlık daha çok zarar görmektedir. Bu tarz her olayı kesin olarak kıyamet alameti saymak, insanların kendi sorumluluklarını göz ardı etmelerine, onları umutsuzluğa sevk etmeye ve alametleri gerekmediği hâlde çoğaltmaya neden olabilir. Kur’ân ve sünnet, kıyametin muhakkak gerçekleşeceğini ve ardından ebedi hayatın başlayacağını bildirmiş, insanları bu hususta uyarmış ve yaşamlarını buna göre düzenlemelerini istemiştir. Müslümana düşen, kıyametin vaktini tespit etmek değil, kıyametin ne zaman kopacağını soran bir sahâbîye Hz. Peygamber’in (s.a.s) verdiği cevapta olduğu gibi (Buhârî, Edeb, 96 [6171]), kıyamet ve sonrası için ne hazırlık yaptığını sorgulamak ve sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmeye çalışmaktır.
|
Kader ve kazaya inanmak iman esası mıdır?
|
Kader ve kaza, her şeyin Allah’ın belli ve düzen içerisinde yarattığı ve takdir ettiğine delâlet eden âyetlerin yanı sıra ilahî ilmin olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde de vurgulanmıştır. Bu âyetlerin bir kısmında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “...O’nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir.” (er-Ra‘d, 13/8); “...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (el-Furkân, 25/2); “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez...” (et-Tevbe, 9/51). Bu âyetlerden başka Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, -kulun tercihi ile irtibatlı olarak- dilediğini dalâlette bırakıp, dilediğini hidâyete erdirdiğini, insanların ölümlerini O’nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bkz. ez-Zümer, 39/62; es-Sâffât, 37/96; el-A`râf, 7/178; el-Vâkıa, 56/60) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) de “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste, kaderi, iman edilmesi gereken şeyler arasında saymıştır. Bu hadise göre Cebrâil (a.s.), Peygamberimize, “İman nedir?” diye sormuş, o da, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır.” (bkz. Müslim, Îmân, 1 [8]; Ebû Dâvûd, Sünnet, 15 [4695]; Tirmîzî, Îmân, 4 [2610]) cevabını vermiştir. Ehl-i sünnet âlimleri belirtilen âyetler ve Hz. Peygamber’in hadisleri çerçevesinde kader ve kazaya inanmayı iman esaslarından saymışlardır.
|
Âmentü’de yer alan “Hayır ve Şer Allah’tandır” ifadesinin açılımı nedir?
|
“Hayır ve şer Allah’tandır” demek, bunları yaratanın Allah olduğunu dile getirmektir. Bu ifade, Allah'tan başka yaratıcı olmadığını belirtmek ve vurgulamak içindir. Meselenin insana bakan yönü ise hayır ve şerri kulun cüz’î iradesi ile tercih etmesidir. Bundan dolayı da insanlar iyi ve kötü bütün davranışlarından sorumludur. “Âmentü” esaslarında ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah tarafından yaratıldığına inanır. Çünkü âlemde her şey O’nun irade, takdir ve kudreti altındadır. Âlemde O’ndan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. Ancak Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise rızası yoktur. Hayrı seçen kişi mükâfat, şerri seçen ise ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın yaratmasının devreye girmesi demektir. Yoksa Allah, kulların kötü fiilleri yapmalarından râzı/hoşnut olmaz ve şerri de emretmez. Yüce Allah (c.c.), mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegâne varlıktır. O’nun şerri yaratmasında da birtakım hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır. Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz ve bu dünyanın imtihan dünyası olma vasfı ve hikmeti gerçekleşemezdi. Şer, Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta olmak ya da daha kötü bir şerri defetmek için yaratılmıştır. Allah’ın (c.c.) kudreti ile meydana gelen her işte gerek birey gerek toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bizim şer veya hayır olarak gördüğümüz her şey sonucu itibarıyla gördüğümüz gibi olmayabilir. Bir âyette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (el-Bakara, 2/216).
|
Kader değişir mi?
|
İnsan, kaderinin ne olduğunu bilmemektedir. Dolayısıyla insana düşen Allah’ın verdiği akıl, irade ve imkânlar çerçevesinde görevini en iyi şekilde yapma şevki ve gayreti içinde olmasıdır. Allah, ezelî ilmiyle herşeyi bildiği için O'nun ilminde ise bir değişiklik olmaz. Kaderin değişmesinden bahsettiğimizde insanın kendi iradî fiillerini tercih ve yönlendirilmesini ifade etmiş oluruz. İnsan kaderini bilmediği için ve eylemlerini kendi irade ve tercihi ile gerçekleştirdiğinden dolayı kaderi de böylece şekillendirmiş olur. Sadakanın belayı defedeceğini, sıla-i rahim yapmanın ömrü uzatacağını belirten hadisler işte bu anlamı ifade etmektedir. Bu durumda dahi Allah’ın ezelî ilminde bir değişiklik olmamaktadır.
|
“Allah böyle yazmış, ben ne yapayım?” demek doğru mudur?
|
Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insanın, “Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, ben ne yapayım?” diyerek günah işlemesi uygun olmayacağı gibi günah işledikten sonra kaderi bahane ederek kendisini suçsuz sayması da doğru olmaz. Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak Allah’a (c.c.) mahsustur. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, her şeyin yaratıcısıdır.” (el-En‘âm, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının Allah olması, bizim sorumluluktan kaçarak kötü ve yanlış işleri Allah’a havâle etmemize yol açmamalıdır. Bu, kader inancını istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Zira Allah, her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah (c.c.) da o sebeplerin sonucunu yaratır. Bu ilâhî bir kanundur ve kaderdir. Sonuç olarak insanların, sorumluluk alanlarına giren meselelerde “Ben ne yapayım, kaderim böyle” demesi doğru değildir. İnsan, Allah’ın sorumluluk yüklediği alanda özgür bırakıldığı için inancından ve yapıp ettiklerinden hesaba çekilecektir.
|
Müslümanın afetlere bakışı nasıl olmalıdır?
|
Kâinattaki her varlık Yüce Allah tarafından belli bir düzen, gaye ve hikmete dayalı olarak yaratılmıştır. Tabiatın işleyişinden gezegenlerin hareketlerine kadar her şey Yüce Yaratıcının takdir ettiği belli bir ölçüye ve bir nizama göre varlığını sürdürmektedir (Yûnus, 10/5; el-Kamer, 54/49). Bu nizam ve işleyiş içerisinde özel bir statüsü olan insan, akıl nimeti başta olmak üzere pek çok üstün kabiliyetle donatılmış ve vahye muhatap kılınarak diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı bir konuma yükseltilmiştir. İnsanın yeryüzündeki en temel vazifesi, varoluşunun gaye ve hikmetini idrak ederek buna uygun bir hayat sürdürmeye gayret etmektir. Bu amaçla insan, Allah Teâlâ’ya samimiyetle bağlanıp iman ederek iyi, güzel ve sağlam işler yapmalı; hayatı boyunca adalet, iyilik ve merhamet gibi temel insanî değerlerden ayrılmamalıdır. Nitekim İslam’ın önemli kavramlarından olan “ihsan” ve “itkan”, insanın işini en iyi, en sağlam ve en güzel şekilde yapmasını ifade eder. Dünya hayatında insanın Rabbine, kendisine ve içinde yaşadığı topluma karşı olduğu gibi tabiata karşı da çeşitli sorumlulukları vardır. Bu durum insana, öncelikle tabiatın bir nimet ve emanet olduğu bilinciyle, onu tahrip ve ifsat etmeden hareket etme sorumluluğu yükler. Zira söz konusu sorumluluk ihmal edilip tabiata zarar verecek işler yapıldığında bunun olumsuz sonuçları yine insana dönecektir (er-Rûm, 30/41). Bugün dünya çapında yaygınlık gösteren kuraklık, sel vb. felaketlerin bir sebebi de insanoğlunun tabiata karşı tamahkâr ve hoyratça davranışlar sergilemesidir. İnsan, tabiatla ilişkisinde Allah’ın evrene yerleştirdiği kanunlara uygun hareket etmek ve gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Yerleşim yerlerinin inşa ve imarında doğal afet riskini hesaba katmak, zemin, malzeme ve inşa teknikleri başta olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemleri söz konusu kurallara göre planlamak bu sorumluluğun kaçınılmaz bir gereğidir. Zira tabiatın işleyişini dikkate almayan yapılanmalar afet risklerini beraberinde getirmektedir. Aklı, iradesi, inancı, vicdanı ve başka hiçbir canlıda bulunmayan kabiliyetleri, insanoğlunu her konuda olduğu gibi tabiatla ilişkisinde de sorumlu kılmaktadır. İnsanın bu bilinçle hareket etmesi ve gücünün yettiği hususlarda üzerine düşeni hakkıyla yaparak gerekli tedbirleri alması Yüce Allah’ın emridir. Dolayısıyla afetleri ve meydana gelen acı neticelerini, insan irade ve sorumluluğunu yok sayarak tamamen kadere yüklemek doğru değildir. Hiçbir acının, hüznün ve meşakkatin olmadığı tek yer, ebedi mutluluk yurdu olan cennettir. Bu bakımdan dünyanın, insanın hiç üzülmediği, yorulmadığı, problemlerle karşılaşmadığı, sadece iyilik ve güzelliklerle dolu bir yer olduğu düşüncesi hayatın gerçekliğine uygun değildir. Nitekim insanoğlu tabiatın doğal işleyişinden kaynaklanan birtakım afet ve sıkıntılarla karşılaşabileceği gibi kendi ihmal ve hatalarının acı neticeleriyle de yüzleşmek durumunda kalabilmektedir. İnsanoğlu dünyada ebedi hayatına hazırlanacağı bir imtihan sürecindedir. İnsanın bilme ve irade etme özgürlüğü gibi kabiliyetlerine binaen muhatap olduğu bu süreç, aynı zamanda, ona anlamlı bir hayat sürdürme imkânı sunmaktadır. İnsan yaşadıklarını doğru değerlendirerek başına gelen hadiselerden ibret almalıdır. Doğal afetlere maruz kaldığında da dersler çıkarmalı, sorumluluklarını hatırlamalı, maddi ve manevi alanda yapması gerekenlere yönelmelidir. İnsan, bir arada yaşamanın gereği olarak başkaları tarafından yapılan hataların sonuçlarıyla da karşı karşıya kalabilir. Böyle bir durum karşısında sergilediği tavır biçiminden sorumludur. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “Hanginizin daha iyi işler yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (el-Mülk, 67/2); “Her canlı ölümü tadacaktır. Sizi hem iyi hem de kötü durumlarla deneriz; sonunda bize döneceksiniz.” (el-Enbiyâ, 21/35). Dünya imtihanında başarılı olabilmenin yolu, afet ve musibetler karşısında serinkanlı tutum ve davranışlar sergilemekten geçer. Başına gelen sıkıntı ve ıstıraplara sabredip en güzel şekilde mücadele edenler, âhirette büyük bir mükâfata, ebedi bir huzur ve refaha kavuşacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de “Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilecektir” (ez-Zümer, 39/10) buyurulur. Ancak musibetler karşısında sabretmek, hiçbir şey yapmadan sadece beklemek ve sıkıntılara çaresizce katlanmak değildir. Aksine sabırlı davranmak, başa gelen olay karşısında metanet göstermek ve isyana düşmeden olumsuz neticeleri gidermek için azim ve kararlılık göstermektir. Bu gibi durumlarda yapılacak en önemli ve öncelikli şey, afetlerden zarar gören insanların maddi ve manevi yaralarının sarılması ve acılarının hafifletilmesi için elden gelen bütün gayretin sarf edilmesidir. Müslümanın başına gelen hadiseler karşısında metanet ve sabır göstermesi, ebedi nimetlere kavuşmasının da vesilesidir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) “Müminin durumu ne hoştur! Her hali kendisi için hayırlıdır ve bu durum yalnız mümine mahsustur. Bir güzellik kendisine verildiğinde şükreder; bu onun için hayır olur; başına bir sıkıntı geldiğinde ise sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64 [2999]) buyurmuştur. Yüce Allah’ın kullarına karşı rahmet ve merhameti sınırsızdır. Bu bakımdan Müslüman, başına gelen afet ve hastalık gibi zor ve sıkıntılı hadiselerin Allah’ın rahmetiyle karşılık bulacağını bilmelidir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli vesilelerle kullarını sınayacağını haber verirken, bu süreçleri Allah’a yönelerek sabır ve teslimiyetle karşılayanları şöyle müjdelemektedir: “İşte rablerinin lütufları ve rahmeti bunlar içindir” (el-Bakara, 2/155). Aynı şekilde Hz. Peygamber, (s.a.s.), mümini inciten ve kendisine sıkıntı veren her hadisenin onun arınmasına ve âhiretteki derecesinin yükselmesine vesile olacağını haber vermiştir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Allah Resûlü (s.a.s.) ayrıca, afetlerde hayatını kaybeden müminlerin şehit hükmünde olduğunu müjdelemektedir (Müslim, Birr, 52 [2573]; Ebu Dâvûd, Cenâiz, 1 [3089]). Bütün bunların yanında zor zamanlarda dua, niyaz ve yakarışlarla manevi duyguları güçlendirmek ve geleceğe dair umudu korumak büyük önem taşımaktadır. Nitekim Yüce Rabbimiz, “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben (onlara) yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin dileğine karşılık veririm.” (el-Bakara, 2/186) buyurarak her durumda kullarını kendisine yönelmeye davet etmektedir. Zira dua insanı teskin ederek maneviyatını besler, zorluklar karşısında dayanıklılığını artırır ve onun Allah katındaki değerini yüceltir. Sonuç olarak müminlere düşen görev, zor zamanları sabır ve metanetle karşılamak, dünyanın neresinde olursa olsun afet ve musibetlere maruz kalanlara yardım etmek için seferber olmak, afetlerin ortaya çıkardığı acıları azaltıp yaraları sarmaya gayret etmek ve bir daha bu tür afetlere maruz kalmamak için beşeri planda atılması gereken adımları atarak elden gelen her türlü tedbiri almaktır.
|
Din/İslam ve Şeriat Arasındaki İlişki
|
Bir takım medya organlarında zaman zaman din, İslam ve şeriat gibi kavramlar çerçevesinde gelişigüzel beyanlarda bulunulduğu ve tartışmalar yapıldığı dikkat çekmektedir. Öncelikle ifade etmek gerekir ki söz konusu kavramların ilmi gerçeklikten ve metodolojiden yoksun, özensiz ve tutarsız bir dille ve ideolojik, politik ve popülist bir yaklaşımla ele alınması vahim hatalara, kafa karışıklığına ve ciddi olumsuz algılara sebep olmaktadır. Bu itibarla söz konusu hususlarda konuşan ve bilgi paylaşanların hakikatlere bağlı kalarak sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Din İşleri Yüksek Kurulumuza gelen yoğun açıklama taleplerinden ve sorulardan hareketle İslam’ın temel kaynaklarında, kadim medeniyetimizin muhalled eserlerinde ve başta TDV İslam Ansiklopedisi olmak üzere Başkanlığımız yayınlarında ve konuyla ilgili akademik çalışmalarda açık, net ve kapsamlı olarak izah edilen “Din/İslam” ve “şeriat” kavramları ve bu ikisi arasındaki ilişki hususunda aşağıdaki özet açıklamanın yapılmasında fayda mülahaza edilmiştir; Allah katında Din İslam’dır. (Âl-i İmrân, 19) Dinî terminolojide Din/İslam ve şeriat kelimeleri zaman zaman aynı anlamda kullanıldığı gibi dinin farklı boyut ve içeriklerini ifade etmek üzere özel anlamlarda da kullanılmaktadır. Zira dinî edebiyatımızda ve ilmî kaynaklarımızda “din”, “millet” ve “şeriat” kelimeleri aynı mahiyeti farklı bakış açılarına göre ifade etmektedir. Buna göre, Allah’ın peygamberleri ile gönderdiği bilgi ve talimatların bütününe; bunlara iman ve itaat edilmesi gerekli bulunduğu için “din”, insanları belli bir çerçeve içinde toplaması itibariyle “millet”, bireysel davranışlarda ve toplumsal hayatın seyrinde izlenecek yol olması bakımından ise “şeriat” denilmiştir. Genel anlamda “ed-Din”, insan hayatını düzenleyen ilahî buyrukların tamamı ve bunların oluşturduğu ilahî nizamın adıdır. Bu ilahî nizam insanı ve onun hayatını bir bütün olarak ele aldığından, insanın Yüce Allah’ın rızasına uygun sorumlu ve mutlu bir hayat yaşaması için gerekli olan bütün hükümler bu dinin içerisinde yer almaktadır. Dinî hükümler sabit/değişime kapalı olan ve zaman ve şartlara bağlı olarak değişime açık olan hükümler olmak üzere iki kısımdır. Buna göre hükümlerin bir kısmı evrensel ve değişmez karakter taşırken diğer bir kısmı, yetkin âlimler tarafından usulüne uygun yapılacak yorumlara (içtihatlara) ve toplumların hayatlarına şekil vermeleri bakımından genel olarak değişime açıktır. İslam bilginleri öteden beri “ed-Din” dediklerinde belirtilen her iki hükmü beraber kastetmişlerdir. Ancak anlamayı kolaylaştırmak ve dinin hangi hükümlerinin evrensel ve sabit hangilerinin içtihada açık olduğunu ifade etmek için “ed-Din” içerisindeki hükümleri kategorize etme yoluna gitmişlerdir. Bunun için bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettiği ortak ve değişmez hususlar dinin sabit ve içtihada kapalı hükümlerini oluştururlar ve dar anlamda din denildiğinde bu hükümler kastedilir. Buna göre de din, tartışmasız olarak her zaman kutsalı ve ilahî olanı hatıra getirir. Şeriat ise geniş anlamda dinin tamamını ifade etmek için kullanılmasının yanı sıra dinin sosyal, hukukî, iktisadi ve siyasi alana dair özel hükümlerini ifade etmek için de kullanılır. Dar anlamda din değişmez hükümleri simgelerken, şeriat temel prensipler ile farz ve haram hükümler dışında kalan toplumdan topluma, çağdan çağa, gelişen ve değişen şartlara göre gerektiğinde içtihat kurallarına göre yorumlanıp değişmeye açık olan ya da olması gereken hükümleri de ifade eder. İslam Dininin temel hedefi, insanları var oluş amaçlarına uygun bir şekilde ahiret hayatına hazırlayarak ebedi kurtuluşu sağlamak; dünyada adil, insana yaraşır bir düzen tesis ederek insanların ve toplumların maslahatlarını temin etmektir. Bu hedef, “mefsedetleri defetme ve maslahatları sağlama” şeklinde özetlenebilir. Çünkü dinin ruhunda insanı hem madden hem de manen kuşatan erdemleri tahakkuk ettirmek vardır. Yani İslam, insan ve toplum yararına ne varsa onu öngörür; bunların zararına olan bütün hususları da yasaklar ve ortadan kaldırmaya çalışır. Dinin belirtilen amaçlarının gerçekleşmesi sadece inanç, ibadet ve ahlak esasları ile mümkün olmaz. Bu sebeple bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanlara sadece inanç, ibadet ve ahlak esaslarını öğretmekle yetinmemiş, sosyal hayatı düzenleyen hükümler de getirmiştir. Batılı düşünür ve felsefeciler dini, “tanrı-insan arasındaki ilişkileri düzenleyen sistem” diye tanımlarken, İslam bilginlerinin dine yükledikleri anlamda daima Allah-insan, Allah-toplum ve insan-insan ilişkileri vurgulanmıştır. Din olarak İslam, insanlar arası ilişkileri düzenlemeyi de kapsamına almıştır. Bir kutsal kitap olan Kur’ân’ın, inanç ve ahlak konuları yanında hukukî düzenleme getiren âyetleri de içermesinin temel sebebi budur. Her ne kadar insanlar toplumsal düzeni sağlamak için aklî yöntemleri ve tecrübelerini kullanarak birtakım kurallar oluşturabilirlerse de, İlahî iradenin dinin bazı temel noktaları ortaya koyması zorunluluk arz eder. Zira akıl ve tecrübeye dayalı hukuk kuralı oluşturanların yaptıkları düzenlemelerin ilahî iradeye uygun olup olmadığı ancak söz konusu İlâhî iradenin o konudaki temel prensiplerinin bilinmesi ile mümkün olur. Bu sebeple İslam’da din, ahlak ve hukuk bağımsız parçalı yapılar değildir; iç içe geçmiş ve birbirini tamamlayan bir mahiyete sahiptir. Çünkü bunlar birbirinden ayrıldığı zaman gerçek fonksiyonlarını icra edemezler. Şunu da ifade etmek gerekir ki, İslam dininin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’de yer alan hükümler, dinin bir hükmünü oluşturma veya dinen bağlayıcılık özelliği taşıma açılarından farklılık arz etmezler. Buna göre “Allah’a, Resulüne ve âhiret gününe iman ediniz”, “namaz kılınız, zekât veriniz” hükmü ile “zinaya yaklaşmayınız”, “yetimlerin mallarını yemeyiniz”, “faiz yemeyiniz” hükmü arasında dinin hükmü ve dinen bağlayıcı olmaları bakımından bir fark yoktur. Bunlar ister “din” isterse “şeriat” kavramı ile ifade edilsin sonuç değişmez. Zira namaz, zekât ve oruç gibi farzlara dinin hükmü derken, faiz, kumar, içki, zina gibi haramların dinin hükmü olmadığını söylemek, tutarlı olmadığı gibi mümkün de değildir. Dinin ayakta durması, payidar olması ve insanlığın ebedi kurtuluşuna vesile olması da ancak din-ahlak ve hukuk kuralları arasında kurulacak dengeli bütünlük ilişkisi ile mümkündür. Bu sebeple Dinin/İslam’ın içerisinden şeriatı çıkarmak ve dini dar bir alana hapsetmek, İslam ilim geleneğiyle bağdaşmayan, metodolojik temelden yoksun keyfi bir söylemden ibarettir. Kur’ân’ın bireysel ve sosyal hayata yönelik normlar ortaya koyan, hüküm getiren ayetlerini yok saymak, reddetmek ya da geçmişte kaldığını ve yaşanan zamana hitap edemeyeceğini iddia etmek, büyük bir cehalet örneğidir; ayrıca itikadî buhran ve savrulmanın açık bir göstergesidir. Tamamen ilmi zeminlerde ortamlarda konuşulması gereken konuların, kavramları bağlamlarından kopararak, ideolojik, politik ve popülist tutumlar bağlamında tartışılması, insanımızın iman, ahlak ve dinî hayatına olumlu bir katkı sağlamayacağı gibi maşeri vicdanında da karşılık bulması mümkün değildir.
|
Gayp Bilgisi ve Cefr
|
Akıl ve duyularla bilinemeyen veya o anda muttali olunamayan her şey anlamındaki gayb, sadece Yüce Allah’ın bildiği bir alandır. Allah tarafından kendilerine bilgi verilen peygamberler dışında, hiçbir insan gelecekten haber veremez. Her türlü fal, kehânet, vb. bâtıl yollara başvurarak, olayların iç yüzlerini öğrendiği iddiasında bulunmak veya gelecekte neler olacağını kesin bir dille söylemek, İslam’a uygun bir tutum değildir. Gizli ilimler bildiğini ve gayptan haber verdiğini iddia edenlere kulak vererek onların dediklerini tasdik etmek, iman ile bağdaşmaz. Harflerin ve sayıların özel sırlar taşıdığı yönündeki mesnetsiz bir inanca dayanarak gelecek hakkında bilgi verdiği iddia edilen cefr de asılsız ve bâtıl bir yöntemdir.
|
Evli bir kadın, kocasının iznini almadan veya yanında mahremi olmadan hac veya umreye gidebilir mi?
|
Dinimizde farz olan ibadetler, gerekli şartları taşıyan kadın-erkek herkesin yapması gereken bireysel ibadetlerdir. Bu ibadetleri yapması için eşlerin birbirlerine engel olması caiz değildir. Bununla birlikte Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre, haccın farz olması için gidip gelinceye kadar yeterli maddî imkânın yanı sıra, kadının yanında bir mahreminin de bulunması gerekir (İbnü’l-Hümam, Fethu’l-kadîr, 2/419; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/230). Şâfiîlere göre üç veya daha fazla güvenilir kadın, yanlarında eş veya mahremleri olmasa da hacca gidebilir. Mâlikî mezhebine göre ise bir kadın, güvenilir bir grup içerisinde olması hâlinde tek başına hacca gidebilir. Ancak kadınlardan oluşan bir grup içinde olması tavsiye edilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 2/216; Desûkî, Hâşiye, 2/9-10). Bu itibarla, Hanefî mezhebine göre, evli bir kadının kendisiyle birlikte gideceği bir mahremi yoksa hacca gitmesi uygun değildir. Ancak kocasının iznini ve rızasını alan bir kadın, güvenilir bir hac organizasyonuyla Şâfiî ve Mâlikî mezheplerini taklit edip mahremsiz olarak hacca gidebilir. Haccın gerekli şartlarını taşıyıp yanında bir mahremi olan kadının farz olan hacca gitmesine eşi engel olamaz. Buna hakkı yoktur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/231). Umre farz olmadığı için yanında mahremi olsa bile kocasının izni olmadan bir kadın umreye gidemez.
|
Menopoza geçiş ve menopoz dönemindeki kadından gelen kanamalar, hac veya umre görevlerinin yerine getirilmesine engel olur mu?
|
Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Buna göre, henüz menopoza girmemiş bir kadın, hac ve umre sırasında kanama gördüğünde âdet hükümlerine göre amel eder. Menopoza girmiş bir kadından gelen ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Bu durumda olan kadının bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanı mı yoksa özür kanı mı olduğunu tespit ettirmesi uygun olacaktır.
|
Bir kadın, âdetli veya lohusa olduğu için ihrama girmeden mîkâtı geçip Mekke’ye girerse ne yapmalıdır?
|
Hanefî mezhebine göre ne maksatla olursa olsun, Şâfiî mezhebine göre ise hac veya umre yapmak amacıyla Harem bölgesine girmek isteyen kişinin, mîkât yerinden ihramlı geçmesi gerekir. Hac veya umreye giderken sebebi ne olursa olsun ihrama girmeksizin mîkât sınırından geçen kişi, henüz hac veya umre vazifelerinden birine başlamadan önce geri dönüp âfâkîler için olan bir mîkât mahallinden ihrama girerek tekrar içeri girerse bir ceza gerekmez. Geri dönmezse, bulunduğu yerden ihrama girer ve bu davranışı sebebiyle ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban eder (Kâsânî, Bedâi‘, 2/164-165; Nevevî, el-Mecmû‘, 7/10-15). Âdetli veya lohusa olmak, ihrama girmeye engel değildir. Dolayısıyla bu hâlde olan bir kadının mîkât sınırlarını geçmeden, ihram namazı kılmaksızın niyet ve telbiye getirmek suretiyle ihrama girmesi gerekir. Âdetli bir kadın, tavaf dışındaki bütün hac vazifelerinde diğer hacıların bağlı olduğu hükümlere tabidir (Buhârî, Hayız, 1 [294]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]).
|
Temettu haccına niyet eden bir kadın, özel hâli sebebiyle umresini yapamazsa, doğrudan Arafat’a çıkabilir mi?
|
Hanefî mezhebine göre, temettu haccı yapmak üzere umre ihramına girdikten sonra âdet gördüğü için umre tavafını yapamayan ve Arafat’a çıkma zamanına kadar temizlenemeyen kadın, saçını kesmeden umresini kalben iptal eder ve yeni bir niyet ve telbiye (ihrama girenlerin lebbeyk şeklinde başlayan zikir cümlelerini söylemesi) ile hac için ihrama girerek Arafat’a çıkar. Bu şekilde hareket eden kadın, ifrad haccı yapmış olduğu için şükür kurbanı kesmesi gerekmez. İptal ettiği umreyi haccını tamamladıktan sonra kaza eder. Bundan dolayı da ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban edilmesi gerekir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/160-161). Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Veda Haccı’nda Hz. Âişe (r.a.) Mekke’ye vardıktan sonra umreyi yapmadan âdet olmuştu. Hac zamanına kadar da temizlenemeyeceği için Hz. Peygamber ona, umre ihramını iptal etmesini ve Arafat’a çıkılacağında hac için ihrama girmesini söyledi. Hz. Âişe’ye hacdan sonra yapamadığı umreyi kaza ettirip bir de kurban kestirdi (Buhârî, Hayız, 1, 15 [294, 316]; Müslim, Hac, 111-120 [1211]). Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, bu durumdaki bir kadın, umresini iptal etmez, kıran haccına niyet eder ve vakfesini yapmak üzere Arafat’a gider. Arafat dönüşünde hac ve umre niyetiyle bir tavaf ve bir sa’y yapar. Ayrıca kıran haccı için kurban keser (Nevevî, el-Mecmû‘, 7/170-171).
|
Âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın, Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp ihramdan çıkabilir mi?
|
Arafat ve Müzdelife’de vakfe yapmak, şeytan taşlamak ve ihramdan çıkmak için hadesten taharet şartı aranmaz. Buna göre, âdetli olarak Arafat’a çıkan bir kadın Arafat ve Müzdelife vakfelerinden sonra şeytan taşlayıp saçını keserek ihramdan çıkabilir.
|
Âdet geciktirici hap kullandığı hâlde yine de leke gören bir kadın namaz, oruç ve tavaf gibi ibadetleri yapabilir mi?
|
Âdet görme çağındaki kadınlardan gelen kanamalar kan renginde olmayıp bulanık olsa bile, tercih edilen görüşe göre, ister âdet günlerinin başında ister sonunda olsun, âdet kanından sayılır. Kadınların âdet günleri Hanefî mezhebine göre en az üç, en çok on gündür. İki âdet arasındaki temizlik süresi ise en az on beş gündür (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34; Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Âdet geciktirici ilaçlar her zaman etkili olmayabilir. Dolayısıyla ilaç kullanılmasına rağmen âdet görmek mümkündür. Buna göre bir kadın, âdet geciktirici ilaç kullandığı hâlde, bu ilaç tesirsiz kalmış ve bir önceki âdetinin bitiminden itibaren on beş gün geçtikten sonra âdet kanı renginde bir kanama gelmiş ve bu kanama en az üç gün devam etmişse âdetli sayılır. Bu durumda namaz kılınamaz, oruç tutulamaz ve umre veya ziyaret tavafı yapılamaz. Ancak söz konusu kanama on günden fazla devam etmişse mutat olan âdetinden sonrası istihâze (özür) sayılacağından kılmadığı namazlarını ve tutamadığı oruçlarını kaza eder, şâyet tavaf yapmışsa bu tavafı geçerli olur. Diğer yandan, uzmanların ifadesine göre, bu tarz ilaçların yan etkisi olarak bazen âdet dönemi dışında âdet kanaması niteliğinde olmayan lekeler görülebilmektedir. Bu durumda söz konusu lekelenmeler fıkhen istihâze (özür) hükmünde kabul edilip buna göre hareket edilir. Özür kanı gören bir kadın ise namazını kılar, orucunu tutar. Şu kadar var ki, kadınların âdet görmesi sağlıklı olduklarını gösteren doğal bir durumdur. Dolayısıyla herhangi bir zaruret olmadıkça ibadet gerekçesiyle de olsa bu doğallığa müdahale edilmemelidir.
|
Âdetli ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp, saçını keserek ihramdan çıkan kadının ne yapması gerekir?
|
Hadesten taharet tavafın vacibi olduğu için (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129), âdet ya da lohusa iken umrenin tavaf ve sa’yini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan kadının, bir dem; küçükbaş kurban etmesi gerekir. Şâfiî mezhebine göre ise hadesten taharet tavafın geçerlilik şartıdır. Bu nedenle âdetli olarak yapılan tavaf ve sa’y geçerli olmaz. Dolayısıyla bu durumdaki kadının temizlendikten sonra tavaf ve sa’yi yeniden yapması gerekir. Ayrıca ihramdan çıkma vakti gelmeden saçını kestiği için ceza olarak bir dem; küçükbaş hayvan kurban etmesi veya üç gün oruç tutması ya da altı fitre miktarı sadaka vermesi gerekir.
|
Normal âdeti bittiği hâlde âdetin azami süresi bitmeden hac veya umre vazifesini yapıp saçını keserek ihramdan çıkan bir kadın daha sonra leke görürse ne yapması gerekir?
|
Hanefî mezhebine göre, normal (mutat) âdet süresi geçmesine rağmen görülen lekeler, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde kalırsa âdetten sayılır. Dolayısıyla âdetinin bittiği kanaatiyle hac veya umre vazifelerini yapan kadının, âdetin azami süresi olan on gün içerisinde leke görmesi hâlinde tavafın vaciplerinden olan temizlik şartına uymamış olduğu anlaşılır. Bu durumda ziyaret tavafı yapılmış ise ceza olarak bedene; büyükbaş hayvan, umre tavafı yapılmış ise dem; küçükbaş hayvan kurban edilir. Ancak temizlendikten sonra tavaf iade edilirse cezalar düşer. Eğer söz konusu lekeler âdetin azami süresi olan on günden sonra da devam ederse bu takdirde, normal âdet süresinden sonra gelen kanama/lekeler, istihâze (özür) sayılır. İstihâze hâlinde yapıldığı anlaşılan tavaf geçerli olur. Bazı Mâlikî fakihler ise mutat âdet kanaması kesildiği kanaatiyle gusül alındıktan sonra gelen birkaç damla kan/lekenin sadece namaz abdestini bozacağı görüşündedir (Karâfî, ez-Zahîre, 1/381-382; Mevvâk, et-Tâc, 1/540). Yine Hanbelî fakihlerin bir kısmına göre lekelerin âdetten sayılabilmesi için âdet kanamasına bitişik olması gerekir (İbn Müflih, el-Mübdi‘, 1/254). Nitekim bu tür kanama/lekelerin âdetten sayılmayacağına dair Hz. Âişe ve Hz. Ali’den birtakım rivâyetler de bulunmaktadır (bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 115 [307]; İbn Mâce, Tahâret, 127 [647]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 1/302 [1161]). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir.
|
Âdeti bitmeden Mekke’den ayrılmak zorunda kalan kadın bu hâliyle ziyaret veya umre tavafını yapabilir mi?
|
Âdetliyken ihrama giren veya ihrama girdikten sonra âdet görmeye başlayan kadınlar, tavaf dışında haccın bütün vazifelerini yerine getirebilirler. Ancak tavaf edemezler. Çünkü Resûlullah (s.a.s.), Hz. Âişe’ye, “Bu, Allah Teâlâ’nın, Hz. Âdem’in kızları üzerine yazdığı bir şeydir (senin elinde olan bir şey değildir). Hacıların, hacla ilgili yaptıklarını sen de yap. Ancak (âdet gördüğün sürece) Kâbe’yi tavaf etme.” (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]) buyurmuştur. Henüz ziyaret veya umre tavafını yapmadan âdet gören bir kadının öncelikle yapması gereken, temizleninceye kadar Mekke’de kalıp, temizlendikten sonra tavafını yapmasıdır. Bu durumda ziyaret tavafını bayram günlerinden sonraya tehir etmesi bir ceza gerektirmez. Âdeti bitene kadar Mekke’de kalma imkânı olmayan kadınlar ise Hanefî mezhebine göre tavafta taharet farz olmayıp vacip olduğu için âdetli olarak ziyaret veya umre tavafını yapar, ancak ceza olarak ziyaret tavafı için bir büyükbaş hayvan (bedene); umre tavafı için bir küçükbaş hayvan (dem) kurban ederler. İmkân bulunca bu tavaf iade edilirse ceza da düşer (Kâsânî, Bedâi‘, 2/129; İbn Nüceym, Bahru'r-râik, 3/24). Şâfiî mezhebine göre bir kadının âdetli iken yapacağı tavaf hiçbir şekilde geçerli değildir. Bu durumdaki bir kadının, tavafını temizlendikten sonra yerine getirmesi gerekir (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/14, 17). Mâlikî ve Hanbelî mezhebine ait bazı kaynaklarda belirtildiğine göre, âdetli kadının temizleninceye kadar Mekke’de kalma imkânı yoksa âdet sırasındaki kanamanın kesilip, kanın gelmediği temizlik zamanını gözler; bu ara zamanda guslederek tavafını yapar. Bundan dolayı da herhangi bir ceza gerekmez (Nefrâvî, el-Fevâkihü’d-Devânî, 1/119-120; İlîş, Minahu’l-celîl, 1/170-171; Desûkî, Hâşiye, 1/170-171; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/226, 257, 260). Ahmed b. Hanbel'e nispet edilen bir görüşe göre âdet döneminin sonuna kadar Mekke'de kalma imkânı olmayan bir kadının âdetli olarak yaptığı tavaf geçerli olur ve zaruret meydana geldiği için ceza gerekmez (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ'l-Kübra, 1/465). İhtiyaca göre bu görüşlerden biri ile amel edilebilir.
|
Kafilesi Mekke’den ayrılacak olan bir kadının âdet hâli sebebiyle “veda tavafı” yapamaması durumunda ceza gerekir mi?
|
Âdet veya lohusa hâlindeki kadınların veda tavafı yapmaları vacip değildir. Veda tavafı yapmadan Mekke’den ayrılabilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 1/156). Bu durumda olduğu için veda tavafını yapamayan bir kadına hiçbir şey gerekmez.
|
Âdet görmesi gecikmiş kızlar ne zaman mükellef olurlar?
|
Dinî hükümlerle mükellef olma, ergen olmakla başlar. Kızlar âdet görmekle büluğa ermiş yani ergen sayılırlar. 15 yaşına kadar ergenliğe ulaşmamış bir kız, 15 yaşını bitirdiği tarihten itibaren hükmen ergen ve mükellef sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/95; Tahtâvî, Hâşiye, 108; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/408).
|
Kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde yapamayacakları şeyler nelerdir?
|
Âdet veya lohusalık hâlindeki kadınlar için bazı özel hükümler vardır. Bu dönemlerinde bulunan kadınlar; a) Cinsel ilişkide bulunamazlar. Bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de “Sana kadınların âdet dönemi hakkında soru soruyorlar. De ki: O sıkıntılı bir hâldir. Bu sebeple âdet günlerinde kadınlardan ayrı durun, temizlenmedikçe onlarla cinsel ilişkide bulunmayın…” (el-Bakara, 2/222) buyrulmaktadır. Dolayısıyla kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. b) Namaz kılamaz ve oruç tutamazlar. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), bu durumdaki kadınların oruç tutmayacaklarını ve namaz kılmayacaklarını bildirmiştir (Buhârî, Hayız, 6 [304]). Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları konusunda sahabenin ittifakı vardır. Bu konuda müctehidler de görüş birliği içindedir. Bu hâllerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmez, tutulmayan Ramazan oruçları ise kaza edilir. Hz. Âişe, âdet hâlinde kılınamayan namazların kaza edilip edilemeyeceğini soran bir kadına “Resûlullah zamanında âdet döneminden sonra bize oruçları kaza etmemiz emredilir, namazları kaza etmemiz ise emredilmezdi.” (Müslim, Hayız, 67-69 [335]; bkz. Buhârî, Hayız, 20 [321]) cevabını vermiştir. c) Kâbe’yi tavaf edemezler. Hz. Peygamber (s.a.s.), âdet hâli sebebi ile hac yapamayacağından endişe ederek ağlayan Hz. Âişe’ye “Kâbe’yi tavaf etmek dışında, haccedenlerin yaptığı her şeyi yap.” (Buhârî, Hayız, 1 [294]) buyurmuştur. d) Gerekmedikçe cami ve mescitlere giremezler (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). e) Âdet ve lohusalık hâlindeki kadınların Kur’ân-ı Kerîm’e dokunmaları ve onu okumaları konusunda ise İslâm bilginleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
|
Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm’e dokunabilir mi?
|
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile Mâlikî mezhebindeki ağırlıklı görüşe göre, âdet, lohusalık veya cünüp hâlindeki kimselerin Mushaf’a dokunmaları caiz değildir. Bu konuda genel olarak “O, elbette değerli bir Kur’ân’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmedir.” (el-Vâkıa, 56/77-80) âyetleri ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Amr b. Hazm’a yazdığı mektuptaki “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmaz.” (Muvatta’, Kur’ân, 1) ve “Cünüp kimse ve âdetli kadın Mushaf’tan hiçbir şeye dokunamaz.” (Serahsî, el-Mebsût, 3/152) rivâyetleri delil olarak kullanılmıştır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; Mâverdî, el-Hâvî, 1/384; Râfiî, el-‘Azîz, 1/293; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106, el-Kâfî, 1/135; Karâfî, ez-Zehîra, 1/378).
|
Âdetli veya lohusa bir kadın Kur’ân-ı Kerîm okuyabilir mi?
|
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre tıpkı cünüp gibi âdetli veya lohusa kadın da Kur’ân okuyamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âdetli kadın ve cünüp olan kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmizî, Tahâret, 98 [131]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [595-596]) buyurmuştur. Hz. Ali de “Resûlullah’ı Kur’ân okumaktan cünüplük hâli dışında hiçbir şey alıkoymazdı.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 88 [229]; Nesâî, Tahâret, 171 [266]; İbn Mâce, Tahâret, 105 [594]) demiştir. Farklı bir lafızla gelen rivâyete göre ise Hz. Ali’nin “Resûlullah cünüp olmadıkça bize Kur’ân okurdu.” (Tirmizî, Tahâret, 111 [146]) dediği rivâyet edilmiştir. Bu genel yaklaşımın yanında söz konusu üç mezhep içinde bazı ayrıntılı ictihadlar da bulunmaktadır. Hanefî ve Şâfiîler, dua ve zikir kastıyla dua anlamı içeren âyetlerin cünüp, âdet ya da lohusalık hâlinde okunabileceğini; Şâfiîler dili oynatmadan ve telaffuz etmeden Mushaf’ın yüzüne bakarak kalben veya zihnen süzülebileceğini; Hanbelîler ise Kur’ân okuma kastı olmadan besmele, hamdele vb. zikirlerin okunabileceğini söylemişlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 3/152; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/106; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290). Mâlikî mezhebinde ise farklı iki görüş bulunmaktadır (İbnü’l-Cellab, et-Tefrî‘, 1/39; Karâfî, ez-Zehîra, 1/379). Sonraki bazı Mâlikîler, bu iki görüşten âdet hâlindeki kadının eğitim öğretim amacıyla Mushaf’a dokunabileceği ve Kur’ân-ı Kerîm’i okuyabileceği ictihadını tercih etmişlerdir (Desûkî, Hâşiye, 1/174; Ezherî, Cevâhir, 1/32). Günümüzde Kur’ân eğitim ve öğretiminin aksamadan devam edebilmesi için Mâlikî mezhebinin bu görüşüyle amel edilebilir. Bununla birlikte Kur’ân eğitim ve öğretiminin çok değişik yol ve yöntemleri olduğu için âdet ve lohusalık dönemlerindeki kadınların, okuyan kimselere kulak vererek ya da kayıttan dinleyerek kulak eğitimi almaları ve âyetleri kelime kelime bölerek tashih-i hurufa ağırlık vermeleri de uygulanabilecek bir başka yöntemdir. Bu yöntem, ihtilaftan kaçınmak açısından daha ihtiyatlı olabilir.
|
Adetli veya lohusa kadın camiye girebilir mi?
|
İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre, kadınların âdet veya lohusalık hâllerinde camiye girmeleri caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/13; Mevvâk, et-Tâc, 1/552; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Âdet ve lohusalık hâlleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ben âdetli kadının ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescitte bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 90 [232]; İbn Huzeyme, es-Sahîh, 2/284 [1327]), “Mescit, âdetli kadına ve cünübe helal değildir.” (İbn Mâce, Tahâret, 126 [645]) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç hâlinde örneğin, camideki bir eşyayı almak için âdetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/107; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/279). Hanefîler de ihtiyaç olması hâlinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescitten geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalmasını caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 1/38). Hanbelîlerden bir görüşe göre cünüp, âdetli veya lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescitte bulunabilirler (Merdâvî, el-İnsaf, 1/347-348). Zâhirilere göre ise âdetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 1/400-402). İhtiyaç hâlinde bu görüşlerle de amel edilebilir. Âdetli veya lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşa edilmiş ve içerisinde itikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (bkz. el-Mevsûâtü’l-fıkhiyye, 5/224).
|
Kadınlar âdetli veya lohusa iken dua edebilirler mi?
|
Kadınlar âdet veya lohusalık hâllerinde iken dua edebilirler; zikir ve dua anlamı taşıyan âyet-i kerîmeleri okuyabilirler. Bunun yanında, kelime-i şehâdet, kelime-i tevhid, istiğfar, salavât-ı şerîfe getirebilirler. Tefsir, hadis ve fıkıh eserlerini okuyup inceleyebilirler (bkz. İbn Nüceym, el-Bahr, 1/209-211; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/143-144; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/292-293; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/290).
|
Âdetli kadınların, cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?
|
Âdetli olsun veya olmasın kadınların, cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, 2/184; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtar, 1/117).
|
Âdet kanaması on günden fazla süren bir kadın ibadetlerini yerine getirmede nasıl hareket etmelidir?
|
Her kadının âdet gördüğü gün sayısı eşit değildir. Bu süre Hanefîler'e göre en az üç, en çok on gündür. Düzenli âdet gören bir kadının normal âdet günlerinden sonra kanaması devam ederse bu kanama on günü geçmediği takdirde tamamı âdet hükmündedir. Ancak on günü geçerse önceki normal âdeti esas alınarak devam eden kısmı istihâze (özür) kabul edilir. Bu kanama ikinci ayda da on günü geçerse bu kadının âdeti on gün olarak değişmiş olur. İki âdet arasındaki temizlik dönemi ise en az on beş gündür (İbn Nüceym, el-Bahr, 1/218; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/133-134). Mesela, mutadı altı gün olan bir kadının daha sonraki ayda altıncı günün bitiminde kanaması devam etse, bu durum on günü aşmadıkça mutat âdeti olan altı güne ilaveten kanamanın devam ettiği günler de âdet döneminden sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/28). Fakat aynı kadının bu altı günün bitiminde kanaması devam eder ve bu süre on günü geçer de mesela on iki güne ulaşırsa, bu kadının mutadı, altı gün olarak kabul edilir. Altı günü on iki güne tamamlayan son altı günlük sürede görülen kan, istihâze (özür) sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Onuncu günden sonra görülen kan, özür kanı olduğu için kadın bu günlerde namazını kılar, orucunu tutar. Düzenli âdet günleri olan altı günden sonra kılmadığı namazları ve tutmadığı oruçları ise kaza eder. Mutat âdet süresinden sonra kanamanın devam etmesi ve bu durumun birden fazla tekrarlaması hâlinde dini hükmün uzman doktorun muayenesinden sonra verilmesi daha uygun olacaktır.
|
Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan bir kadının âdeti nasıl belirlenir?
|
Hanefî mezhebine göre üç günden az ve on günden fazla devam eden kanamalar âdet değil, istihâze (özür) olarak kabul edilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/26-27; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/201). Şâfiî mezhebine göre ise âdetin asgari süresi bir gün, azami süresi on beş gündür (Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/278). Kadın hastalıkları ve doğum uzmanlarının verdiği bilgiye göre; nadiren de olsa kimi kadınların düzenli olarak üç günden az veya on günden fazla kanaması olabilmektedir. Düzenli olarak üç günden az ya da on günden fazla kanaması olan kadınların tıbbi muayenenin de bunu desteklemesi hâlinde üç günden az ve on beş güne kadar olan kanamalarını âdet olarak kabul etmeleri uygun olur.
|
Cünüp iken âdet olan bir kadının ayrıca gusletmesi gerekir mi?
|
Cünüp olup da henüz gusletmeden önce âdet görmeye başlayan bir kadının hemen gusletmesi şart değildir, guslü âdetinin bitimine kadar geciktirebilir (Haddad, el-Cevhera, 1/31-32; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/63). Ancak bu durumdaki kadınların gusül abdesti alması uygun olur.
|
Kadınlardan gelen beyaz ve kokusuz akıntı abdesti bozar mı?
|
Aralarında Ebû Hanîfe’nin de bulunduğu İslâm âlimlerinin bir kısmına göre kadından gelen renksiz ve kokusuz akıntı necis olmayıp abdesti de bozmaz (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 1/166). Nitekim günümüzdeki tıbbi verilere göre sağlıklı her kadından beyaz ve kokusuz bir akıntı (rutûbetü’l-ferc) salgılanması normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Bu akıntı rahimden değil, daha aşağıdan gelmekte, herhangi bir necis madde ile de karışmamaktadır. Bu nedenle temiz kabul edilen akıntı, abdesti bozmadığı gibi bu akıntının çamaşıra bulaşması da namaza engel değildir.
|
Menopoz dönemindeki kanamalarda ibadetler nasıl yerine getirilir?
|
Uzmanların belirttiğine göre menopoz sürecine giren kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise menopoza girmiş demektir. Menopoz dönemine giren bir kadından gelen kanamalar, âdet değil istihâze (özür) kanaması olarak kabul edilir (Kâsânî, Bedâî’, 3/200). Buna göre, menopoz dönemine girdikten sonra devamlı kanama gören kadın, her namaz vakti için abdest alır, abdest bozan başka bir hâl meydana gelmedikçe, bu abdestle o vakit içerisinde dilediği kadar namaz kılar ve diğer ibadetleri yapar. Namaz vaktinin çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir hâlin meydana gelmesiyle abdesti bozulur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/106-107). Menopoz döneminde görülen kanamanın devamlı olmaması hâlinde ise sadece geldiği anda abdest bozulur.
|
Menopoza geçiş döneminde kanaması olan bir kadın ibadetlerini nasıl yerine getirir?
|
Fıkıh kaynaklarında, bir kadının hangi yaşta menopoza gireceği hususu ihtilaflı bir konu olmakla birlikte genel olarak elli beş yaş kabul edilmiş, bu yaşı doldurmadıkça kendisinden gelen kanın âdet olduğu belirtilmiştir. Ancak bu hüküm zamanın tıbbî bilgi ve tecrübelerine dayanmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/516). Menopoz, kadınlarda gebe kalma ve doğurma yetisinin sona ermesiyle âdetten kesilme hâli demektir. Menopoz dönemine geçiş sürecinde âdet düzensizlikleri ve âdet günlerinde değişiklikler meydana gelebilir. Uzmanların belirttiğine göre bir kadın kesintisiz bir yıl âdet görmez ise artık menopoza girmiş demektir. Buna göre menopoza geçiş sürecindeki bir kadından gelen kan âdet kanı olarak kabul edilir. Menopoza girmiş bir kadından gelen kan ise özür kanı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla menopoza girdikten sonra görülen kanamalarda özür hükümlerine göre amel edilir. Menopoza geçiş dönemindeki kadının, bir kadın doğum uzmanına muayene olup, kanamasının âdet kanaması mı yoksa özür mü olduğunu tespit ettirmesi ve ibadetlerini ona göre yapması uygun olur.
|
Dış gebelik sürecinde görülen kanın hükmü nedir?
|
Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüpüne yerleşmesi durumunda oluşan dış gebelikte, zamanla tüpte gelişen embriyo, bölgedeki damarlardan birinin veya birkaçının yırtılmasına ve kanamaya neden olabilir. Rahim içinden olmayıp damar yırtılmasından kaynaklandığı için dış gebelik esnasında görülen kanama istihâze (özür) sayılır. Özür hâli, kanamanın bir namaz vakti boyunca kesilmeden devam etmesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması durumunda meydana gelir. Böyle bir kadın diğer özür sahipleri gibi her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63 [228]).
|
Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama ibadete engel midir?
|
Rahim ameliyatı sebebiyle veya rahmin alınmasından sonra gelen kanama istihâze (özür) hükmünde olup ibadete engel değildir. Dolayısıyla böyle bir kadın, kanaması devam etse bile ibadetlerine hemen başlayabilir. Ancak kanama bir namaz vakti süresince devam edecek olursa kişi özür sahibi olur ve her namaz vakti için yeniden abdest alması gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/34-35). Mâlikî mezhebine göre, özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Hamile bir kadından gelen kanın hükmü nedir? Bu esnada ibadet yapılabilir mi?
|
Hamile bir kadının gördüğü kanama âdet değil, istihâze kanıdır. İstihâze kanı, vücudun herhangi bir yerinden akan kan hükmündedir. Bu kanın akmasıyla yalnız abdest bozulur, gusül gerekmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29-30). Hamile iken gelen kanamanın süreklilik arz etmesi hâlinde özür hükümleri geçerli olur. Bu durumdaki hamile bir kadın her namaz vaktinin girmesi ile yeni bir abdest alır; başka bir sebeple bozulmadıkça bu abdest o vakit çıkıncaya kadar geçerli olur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/29). Mâlikî mezhebine göre ise özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/40-41; Desûkî, Hâşiye, 1/116). Dolayısıyla bir kimsede bulunan özür hâlinin, kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması durumunda Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.
|
Boş gebelik sürecinde ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?
|
Boş gebelik, döllenmiş yumurtanın rahim içine yerleştikten sonra gebelik kesesinin oluşup fetüsün oluşmadığı ya da oluşan fetüsün gebeliğin erken aşamasında bir nedenle öldüğü ve eriyerek görülmez hâle geldiği gebelik türüdür. Bu tür gebeliklere “anembriyonik gebelik”; halk arasında da “su gebeliği” adı verilir. Boş gebelik belirtileri ile normal gebelik belirtileri aynıdır; gebelik testi pozitif çıkar, gebelik hormonları salgılanır ve kadın âdet görmez. Belli bir süre sonra gebelik ya düşükle sonuçlanır ya da tıbbi müdahale ile sonlandırılır. Buna göre cenin olmasa da cenine ait materyallerin bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla boş gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir.
|
Mol gebelik (üzüm gebeliği) esnasında ve bu gebeliğin sonlanmasından sonra görülen kanın hükmü nedir?
|
Halk arasında “üzüm gebeliği” olarak bilinen mol gebeliği; fetüsün hiç gelişmediği veya anormal olarak geliştiği, bebek eşini (plasenta) oluşturacak olan hücrelerin de kontrol dışı çoğalarak rahim içine üzüm taneleri şeklinde yayıldığı bir gebelik olup iki türü bulunmaktadır. Çekirdeksiz yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana gelen tam (komplet) mol gebelikte fetüs oluşmazken, yumurta hücresinin iki spermle döllenmesiyle meydana gelen kısmi (parsiyel) mol gebelikte 69 kromozomlu, yaşama ihtimali bulunmayan bir fetüs oluşmaktadır. Her iki türde de plasental yapılardan salgılanan hamilelik hormonu nedeniyle hastada gebelik belirtileri bulunur ve gebeliğin sonlandırılıp rahmin boşaltılması temel tedavi yöntemidir. Buna göre cenin olmasa da ceninle ilgili parça ve oluşumların bulunması ve normal gebelikle aynı belirtilerin olması dolayısıyla mol gebelik esnasında görülen kan özür kanı, bu gebeliğin sonlanmasından sonra gelen kan da lohusalık kanı kabul edilir.
|
Lohusalık süresi ne kadardır? Bu sürede yapılamayan ibadetlerin durumu nedir?
|
Lohusalık, doğum veya düşük yapan ya da kürtaj olan bir kadının belli bir süre gördüğü kanamadır. Bu durumdaki kadına da lohusa denir. Her kadın için farklı lohusalık süreleri olabilir. Bu, kadınların fiziki bünyelerine, kalıtım ve çevre şartlarına göre değişir. Lohusalık süresinin alt sınırı yoktur. Üst sınır ise Hanefî mezhebine göre kırk; Şâfiî mezhebine göre altmış gündür. Bu üst sınırlar geçtikten sonra görülen kan, lohusalık değil, özür kanıdır. Ayrıca lohusalık günlerindeki kanama bir süre kesilip sonra devam ederse, kanamanın kesildiği günler de lohusalık hâlinden sayılır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, 1/148; Şirbînî, Muğni’l-muhtac, 1/294). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde cinsel ilişkide bulunamayacağı gibi bu dönemlerindeki kadınla cinsel ilişki kurmak da haramdır. Ayrıca âdet ve lohusa olan kadınlar namaz kılamaz, oruç tutamaz (Buhârî, Hayız, 6 [304]; Müslim, Hayız, 16, 67-69 [335]) ve Kâbe’yi tavaf edemezler (Buhârî, Hayız, 1, 7 [294, 305]; Müslim, Hac, 119-120 [1211]). Kadınlar âdet ve lohusalık hâllerinde kılamadıkları namazları daha sonra kaza etmezler, ancak tutamadıkları oruçları kaza ederler (Müslim, Hayız, 67-69 [335]). Kırk gün dolmadan lohusalık kanaması kesilen kadın, boy abdesti alır ve ibadetlerini yapmaya başlar.
|
Düşük yapan bir kadından gelen kanın hükmü nedir?
|
Hanefî ve Hanbelîlere göre; el, ayak veya parmak gibi uzuvları belirmiş olan bir bebek düşüren kadından gelen kan, lohusalık kanıdır. El ve ayak gibi uzuvları belirmeden meydana gelmiş düşükten sonra görülen kan, istihâze (özür) kanıdır (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 1/35; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/253). Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise her durumdaki düşük, lohusalık sebebidir (Remlî, Nihâyetü’l-muhtac, 1/323; Desûkî, Hâşiye, 1/474). Mezheplerin verdiği bu hükümlerin, rahimden çıkan şeyin cenin olup olmadığı ancak el-ayak gibi uzuvların belirmesiyle anlaşılabildiği zamanlarda verilmiş olduğu dikkate alınmalıdır (bkz. Kâsânî, Bedâi‘, 1/43). Günümüzde ise hangi aşamada olursa olsun düşen şeyin cenin olup olmadığı tespit edilebildiği için buna göre davranmak uygun olacaktır. Bu itibarla organları belli olsun ya da olmasın düşenin cenin olduğu bilindiği durumlarda düşükten sonra görülen kan da lohusalık kabul edilmelidir.
|
Dış gebeliğin sonlandırılmasının ardından görülen kanın hükmü nedir?
|
Uzmanlardan alınan bilgiye göre, döllenmiş yumurtanın rahim içine değil de fallop tüplerine, nadiren de rahim ağzı ve karın içi gibi farklı bölgelere yerleşmesine dış gebelik denildiği bilinmektedir. Bugünkü tıbbi imkânlarla birkaç haftalık süre içinde fark edilebilecek olan dış gebelik, anne için hayati risk oluşturduğundan çeşitli tıbbi müdahalelerle sonlandırılır. Normal gebelikte rahim içinde meydana gelen değişiklik dış gebelikte de belli ölçüde gerçekleşir. Dış gebelik ameliyatından sonra rahimden gelen kan, özür değil; lohusalık kanıdır. Dolayısıyla bu durumda olan bir kadın lohusalık hükümlerine tabi olur.
|
Âdet geciktirici ilaç kullanıp kesik kesik leke gören bir kadın âdetli sayılır mı?
|
Âdet kanamasına etki eden ilaçların kullanımı her zaman kesin çözüm olmayabilir. Bazen bu ilaçlar kanamayı tamamen kesmeyebilir. Bu nedenle, kullanılan ilaçlara rağmen mutat âdet döneminde gelen kanama, âdet kanaması hükmünde kabul edilmektedir.
|
Âdet döneminden önce başlayan lekelenmenin hükmü nedir?
|
Düzenli âdeti olan bir kadının âdet dönemi öncesinde gördüğü lekelenmeler âdet hükmünde kabul edilir ve o andan itibaren âdet günü sona erene kadar âdetli sayılır. Dolayısıyla lekelenmelerin olduğu günlerde de namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz. Ancak on gün geçtiği hâlde kanama devam ediyorsa mutat olan âdetten sonraki kanamalar âdet değil özür kanıdır. Kanaması on günden fazla devam eden bir kadın, “özür sahibi” kimselerin yaptığı şekilde abdest alır ve namazını kılar (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/30). Fıkıh kaynaklarında yer alan genel hüküm bu olmakla birlikte, âdet döneminden önce görülen lekelenmelerin âdet öncesi hormonal değişikliklerden kaynaklandığı bilinir ve doktor kararıyla bunların âdet kanaması olmadığı tespit edilirse, âdet günleri sabit olan kadınların bu günlerinden önce ve sonra görecekleri lekeler, özür kanaması sayılır.
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.