Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
Kurumuş necasetin elbiseye değmesi ile elbise kirlenmiş olur mu?
|
Namazın sahih olması için bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması gerekir. Dolayısıyla elbiseye veya bedene yapışık olan kurumuş necasetin bulunması namaza mani olduğundan temizlenmesi gerekir. Ancak necasetin, elbisede iz bırakmayıp sadece değmiş olması namaza mani olmaz.
|
Ötanazi caiz midir?
|
Tıbbî verilere göre yaşama ümidi kalmamış veya şiddetli acılar hisseden bir insanın, hayatına bir başkası eliyle son verdirmesi demek olan ötanazi, talepte bulunan kişi açısından intihar, bunu uygulayan açısından cinâyettir. İslâm dinine göre, kişinin kendi canına kıyması (intihar) haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Ey iman edenler!... Kendinizi öldürmeyin Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir. Kim düşmanlık ve haksızlık ile bunu (haram yemeyi veya öldürmeyi) yaparsa (bilsin ki) onu ateşe atacağız; bu ise Allah’a çok kolaydır.” (en-Nisâ, 4/29-30), “…Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah, bunları size düşünesiniz diye söylemektedir.” (el-En‘âm, 6/151) buyrulmuştur. Peygamberimiz (s.a.s.), acı ve sıkıntılardan dolayı ölümün temenni edilmemesini istemiştir (Buhârî, Merdâ, 19 [5671]; Müslim, Zikir, 10 [2680]). Temennisi bile yasak olan bir işi gerçekleştirmek elbette büyük bir cürüm olur. Bu deliller de gösteriyor ki Allah’ın emanet ettiği cana kıymak caiz değildir (Tahtâvî, Hâşiye, 602-603). Çünkü bu, hem Allah’ın koyduğu sınırları çiğnemek hem de O’nun takdirine karşı isyan anlamına gelir. Çekilen dertler ve acılar, müminin günahları için kefarettir. Üstelik bugün, yaşamından ümit kesilen hasta için hızla gelişen tıpta yeni bir tedavi imkânının ortaya çıkması, ihtimal dışı değildir.
|
Çoğul gebeliklerde ceninlerden bir ya da birkaçının hayatının sonlandırılması caiz midir?
|
Hayatın korunması, İslâm’ın korunmasını emrettiği beş temel değerden biridir. Yaşama hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu aşamadan itibaren, annenin hayatının korunması dışında bir gerekçeyle gebeliğe son vermek caiz değildir. Ancak çoğul gebeliklerde ceninlerden yaşama perspektifi bulunmayana müdahale edilmediği takdirde diğerlerinin de kesin olarak öleceği durumlarda hasta olan cenine müdahale ile sağlıklı olanların hayatı korunabilir. Ceninlerden hepsinin sağlıklı olup birini diğerine tercih imkânı olmayan durumlarda ise bir canın yaşatılması için bir başka canın öldürülmesi dinen kabul edilemez.
|
Yaşam desteğinin sonlandırılmasının dinî hükmü nedir?
|
Yaşam destek ünitesine bağlı bir kişi; a) Beynin kesin olarak bütün fonksiyonlarını yitirdiğine, b) Bu durumdan geri dönüşün artık imkansız olduğuna uzman tabiplerce karar verilmesi şartıyla yaşam destek ünitesinden çıkarılabilir (Din İşleri Yüksek Kurulu, 14.12.2006 tarihli mütalaası; Kararatu ve Tavsiyatu Mecmei’l-Fıkhi’l-İslami, BAE, 2011, Karar no: 17 (5/3), s. 114-115).
|
Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişilerin, tıbbî müdahale ile tedavi edilmelerinin dinî
hükmü nedir?
|
Cinsiyet gelişim bozukluğu olan kişiler (hünsa/interseks), yetersiz genital gelişim veya atipik/belirsiz genital görünüm nedeniyle erkek mi kadın mı olduğu tespitinde problem bulunan kimselerdir. Günümüzde bu tür kişilerin cinsiyeti tıbben belirlenebilmekte ve tıbbî müdahaleler ile düzeltilebilmektedir. Bu tür biyolojik problem ve genetik hastalıkların, cinsiyet düzeltme operasyonu veya hormonal yöntemlerle tedavi edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Burada esas olan, tıbbî müdahalenin aslî/baskın olan genetik ve biyolojik cinsiyet lehine yapılmasıdır. Dolayısıyla tıbbî müdahalenin aslî/baskın olmayan cinsiyet lehine yapılması caiz değildir. Tıbbî müdahale ile aslî/baskın genetik ve biyolojik cinsiyeti lehine tedavi edilen kimselerin dini yükümlülüklerini ve sosyal-beşeri ilişkilerini, bu cinsiyetlerine uygun olarak yerine getirmeleri gerekir. Diğer yandan cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde çevresel vb. etkenlerle oluşan cinsel kimlik bozulmaları nedeniyle kişilerin cinsiyetlerini değiştirmeye yönelik tıbbî müdahalede bulunulması caiz değildir.
|
Cinsiyet değiştirmek caiz midir?
|
İslâm’a göre insan, bedeni ve ruhu olan mükerrem bir varlıktır. Allah (c.c.), insanı maddî ve manevî kabiliyetleriyle inkişaf edebilecek şekilde yaratmıştır. İslam, bildirdiği hükümlerle insanın varlık amacına uygun toplumsal bir düzen içerisinde yaşamasını ve ahirette ebedi mutluluğu kazanmasını amaçlar. Bu nedenle insan, dünyada kendisine yakışan iyi ve faydalı işler yaparak ebedi hayatına hazırlanmalıdır. Esasen insanın varoluş gayesini gerçekleştirmesi, Allah’ın kendisinde yarattığı özellikleri dikkate alarak maddi-manevi ilerleme kaydetmesine bağlıdır. İnsanın başıboş bırakılmayıp birtakım mesuliyetler yüklendiğinin bilincinde olması gerekir. Bu sorumluluk bilinci insanı diğer canlılardan ayıran ve mükerrem bir varlık olmasını sağlayan temel vasfıdır. İnsanın varoluş amacına uygun olarak İslam; dinin, canın, neslin, aklın ve malın korunmasına yönelik hükümler koymuş ve bunlara zarar verecek hususları bertaraf etmeyi amaçlamıştır. Kişinin doğuştan getirdiği cinsiyetinin muhafazası ve karşı cinse benzememe konusundaki kurallar, bu amaçları gerçekleştirmeye matuftur. Bu itibarla aslî genetik ve biyolojik cinsiyete müdahale edilmemesi esastır. Kişinin biyolojik ve genetik yapısında cinsiyet gelişim bozukluğu olmadığı halde birtakım çevresel vb. etkenlerle kendisini karşı cinse ait hissedip ona benzeme veya karşı cinsten olma isteği, cinsel kimlik bozukluğu (transseksüellik vb.) olarak tanımlanmaktadır. Bu tür kişilerin cinsiyet değiştirmesi ve buna yönelik bir cerrahi müdahale yaptırması caiz değildir. Bu şekilde bedene yapılan müdahale, hem doktor hem de yaptıran kişi açısından büyük günahtır. Zira bu tür kişiler genetik/biyolojik olarak tek bir cinsiyete sahiptirler. Bu tür düşünceleri sebebiyle ameliyat olan kişilerin biyolojik ve genetik cinsiyetlerinin değişmediği tıbben bilinen bir durumdur. Dolayısıyla biyolojik cinsiyetinde bir kusuru olmadığı halde kendini karşı cinstenmiş gibi hisseden kişiler, bu duygunun fıtrata uygun olmadığını bilmeli, bedenlerine cerrahî müdahalede bulunmak yerine biyolojik cinsiyetlerini kabullenme yolunda tedavi yöntemlerine ısrarla devam etmelidirler. İnsan, erkek ve dişi olmak üzere iki ayrı cinsiyette yaratılmıştır. İnsan neslinin devamı da bu nizama bağlanmıştır. (en-Nisâ, 4/1) İnsanın, yaratılıştan sahip olduğu bu cinsiyeti ve fıtratı değiştirmeye çalışmasının dinen yasaklanmış olmasının en önemli nedenlerinden biri bu nizamın muhafaza edilmesidir. Zira cinsiyet değiştirmek doğal olmadığı gibi insanın buna ihtiyacı da yoktur. Böyle bir istek çevresel veya psikolojik telkin ve algılarla oluşan sunî bir durumdur. İslam’a göre esas olan, insanın yaratılış amacına uygun bir şekilde doğal cinsiyetiyle yaşaması ve ebedî saadeti kazanmasıdır. Bu tür cinsiyet değiştirme faaliyetleri insana maddî-manevî zarar verdiği gibi toplumun ve insan neslinin devamını tehdit ve ifsat eder. Kur’an-ı Kerim’de, bu şekilde fıtratı değiştirme girişimlerinin şeytanın bir telkini olduğu açıkça bildirilmiştir: “Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları kuruntulara sokacağım... Onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” (en-Nisâ, 4/119) İslam’da karşı cinse benzemek ve bu özentinin/temayülün önünü açacak tutum ve fiillerde bulunmak yasaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.); “Kadına benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara Allah lanet etsin.” buyurmuştur. (Buhârî, Libâs, 61-62 [5885-5887]; Ebû Dâvûd, Libâs, 31 [4099]) Biyolojik cinsiyetine müdahalede bulunulan kimsenin, tıbben biyolojik ve genetik cinsiyetinin değişmediği bilinen bir durum olduğundan dinî açıdan da aslî cinsiyetinin değişmediği kabul edilir. Dolayısıyla bu kişinin biyolojik ve genetik aslî cinsiyetini bastırıcı tıbbî müdahale süreçlerini de hemen sonlandırması gerekir. Böyle kişiler dinî yükümlülüklerini, sosyal ve beşerî ilişkilerini biyolojik ve genetik aslî cinsiyetleri doğrultusunda yerine getirmekle mükelleftir.
|
Hayvanlara suni tohumlama ya da embriyo transferi yapılması ve bu işlem sebebiyle ücret alınması caiz midir?
|
Hayvan cinslerinin ıslahı, verimliliğin artırılması, maliyetin düşürülmesi ve yeni ihtiyaçların karşılanması gibi amaçlarla ilgili mevzuata uygun olarak yapılan suni tohumlama veya embriyo transferi işleminde dinen bir sakınca yoktur. İslam alimleri Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayvanların tabii yollarla döllenmesinden ücret almayı yasaklamasını (Buhari, İcare, 21), gebeliğin oluşup oluşmamasındaki belirsizliğe bağlı olarak taraflar arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıklarla ilişkilendirmişlerdir. (İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 130; Zeylai, Tebyin, V, 124). Günümüzde ise suni tohumlama; özel bir emeği, bilgi birikimini ve tekniği gerektirdiğinden bilimsel bir mahiyet kazanmıştır. Dolayısıyla suni tohumlama veya embriyo transferi işleminden ücret alınması caiz görülebilir.
|
Tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum yerine sezaryen ile doğuma yönlendirmek caiz midir?
|
Uzmanlara göre, anne ve bebek açısından sağlıklı olan normal doğum olup sezaryen sadece tıbbi zorunluluk halinde başvurulabilecek bir yöntemdir. Buna göre tıbben gerekli olmadığı halde normal doğum risklerinden kaçınmak, maddi çıkar kaygısı veya meşru olmayan başka nedenlerle hastaları sezaryene yönlendirmek kul ve kamu hakkı ihlali olduğundan caiz değildir.
|
Pasif ötanazi caiz midir?
|
Pasif ötanazi, “tıbben iyileşmesi mümkün görünmeyen bir hastanın bir müddet daha yaşamasını sağlayan yaşam destekleyici tedavilerin sona erdirilerek hastanın ölüme terk edilmesi” şeklinde tanımlanmaktadır. Pasif ötanazi hastanın rızasına bağlı olarak istemli olabileceği gibi, istemsiz de olabilir. İslam’a göre hayat, insana bahşedilen ve korunması gereken büyük bir emanettir. Bu yüzden “canın korunması”, vazgeçilmez hak ve değerlerin (zaruriyyat-ı hamse) başında gelmekte olup aynı zamanda dini bir sorumluluktur. Hastalıklara çare aranması ve tedavi cihetine gidilmesi bu sorumluluğun bir gereğidir. Bu itibarla tedavi olmadığı takdirde canını veya bir organını kaybetmesi konusunda zann-ı galip bulunan bir kimsenin tedaviyi reddetmesi ya da bu durumda olan kişiye gereken tedavinin uygulanmaması caiz değildir.
|
Otopsi caiz midir?
|
İslam’da ilke olarak ölü veya diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Kasani, Bedai‘, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahr, VI, 88). Ancak zaruret durumunda ve zaruretin miktarınca bu hüküm değişebilmektedir. (Mecelle, md. 21-22) İslam alimleri, karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına, hastalıkların teşhis ve tedavisi amacıyla yakınlarının rızası alınmak suretiyle ölüler üzerinde araştırma yapılmasına cevaz vermişlerdir (Şafii, el-Ümm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; el-Fetava’l-Hindiyye, V, 360). Aynı şekilde ölüm sebebinin veya faillerinin ortaya çıkarılması amacıyla yetkili makamlarca otopsi yapılmasında dinen bir sakınca yoktur. Ancak ceset üzerindeki çalışmalar esnasında ya da çalışmalar bittikten sonra insana olan saygının devamına özen gösterilmeli ve cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gibi dini görevler de yerine getirilmelidir.
|
Kadavra bağışı caiz midir?
|
Tıp biliminin gelişmesi ve tıp alanında hizmet verecek elemanların yetiştirilmesi amacına yönelik insan cesedi (kadavra) üzerinde uygulamalı çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Bunların söz konusu amaca yönelik olarak kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. İslam’a göre insanın ölüsü veya ona ait bir organı da saygıya layıktır. Bu itibarla, söz konusu kadavraların eğitim amacı dışında kullanılmaları dinen caiz değildir. Ayrıca cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, namazının kılınması ve defnedilmesi gerekir. Bu hususlara riayet edilmesi şartıyla kadavra bağışında bulunulmasında ve varislerin bu konudaki vasiyeti yerine getirmelerinde dinen bir sakınca yoktur.
|
DNR gibi ileriye dönük talimatların veya tıbbi vasiyetin dinen geçerliliği var mıdır?
|
İleriye dönük talimatlar, sağlıklı kişinin veya hastanın karar verme yeterliğini kaybettikten sonra kendisine nelerin yapılmasını istediği ya da istemediği ile ilgili sözlü, yazılı, hatta bazen şahitler huzurunda talebini bildirmesidir. İslam, kişiye canı üzerinde tasarrufta bulunma hakkı vermez. Bedeni üzerindeki tasarruflarını ise “fayda” ve “zarar vermeme” ilkeleriyle sınırlandırır. Yani kişi bedeni üzerinde Yaratıcı’nın izin verdiği ölçüde tasarruflarda bulunulabilir. Hal böyle olunca kişinin isteği ile dahi olsa onu ölüme götürecek veya bedenine zarar verecek bir karar alması caiz değildir. Diğer yandan ileriye dönük talimatlarda kişi, gelecekte tıbbi gelişmelerin ve kendi durumunun ne olacağını bilmemektedir. İhtimaller üzerinden tecrübe edilmeyen bir husus hakkında söz söylemenin sağlıklı olmayacağı aşikardır. Ayrıca bu tür ileriye dönük talimatlar vasiyet ve vekalet açısından fıkhen uygun değildir. Sonuç olarak, sağlıklı veya hasta bir bireyin DNR gibi ileriye dönük talimatları dinen geçerli değildir.
|
Hayvanların tıbbi deneylerde kobay olarak kullanılması caiz midir?
|
Ekosistemde önemli bir yeri olan hayvanlara İslam dininde özel bir değer verilmiş, onlara şefkat ve merhametle muamele edilmesi tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde günahkar bir kadının susuzluktan ölmek üzere bulunan bir köpeğe su verdiği için Allah tarafından bağışlandığını bildirmiş (Buhari, Şürb, 9, Edeb, 27; Müslim, Selam,153), başka bir hadiste ise kedisini açlıktan ölmeye mahkum eden merhametsiz bir kimsenin, bu davranışı nedeniyle cehenneme atılmayı hak ettiğini haber vermiştir (Buhari, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezail, 65). Yüce Allah yeryüzünün diğer nimetleri gibi bir kısım hayvanları da insanın hizmet ve yararına sunmuş, “Allah bir kısmına binesiniz, bir kısmını da yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Onlarda sizin için daha birçok faydalar vardır.” (Mü’min, 40/79; ayrıca bkz. Casiye, 45/13; Lokman, 31/20) ayetiyle bu hususa dikkat çekilmiştir. Hayvanların iyi bakılıp beslenmesi (Ebu Davud, İsti’zan, 39), birbiriyle dövüştürülmemesi (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30), nişan için hedef yapılmaması (Müslim, Zebaih, 58, 59), zevk için öldürülmemesi (Nesai, Dahaya, 42) yönündeki nebevi emir ve yasaklar, hayvanların hayat hakkını ve vücut bütünlüklerinin korunması gerektiğini ortaya koymaktadır. Günümüzde bazı hayvanlar bilimsel test ve deneylerde kullanılmaktadır. İnsan, hayvan veya bitkilerdeki hastalıkların teşhisi, tedavisi veya önlenmesi, fizyolojik bozuklukların incelenmesi, hayvanların refahı, tarımsal amaçlarla yetiştirilen hayvanların üretim şartlarının iyileştirilmesi, türlerin korunmasını amaçlayan araştırmaların yürütülmesi, yükseköğretimde mesleki becerilerin kazandırılması veya geliştirilmesi gibi maksatlarla hayvanlar kobay olarak kullanılabilmektedir. Bunların yanı sıra temizlik malzemeleri ve kozmetikler gibi tüketim ürünlerinin toksik özelliklerini belirlemek üzere deney amaçlı hayvan kullanımı da söz konusu olmaktadır. İslam’da genel kural; şer’an geçerli bir maslahat olmadıkça, hayvanların yaşam haklarının korunması ve bedenlerine acı çektirilmemesidir (Hattab, Mevahibü’l-Celil, III, 189; İbn Nüceym, el-Bahr, VIII, 232). Buna göre; hayvanlar üzerinde yapılan bu tür çalışmalar ancak aşağıdaki şartlar ile caiz olur: a. Söz konusu deneyler için canlı hayvan yerine bilimsel açıdan geçerli başka alternatif bir yöntemin ya da deneme stratejisinin olmaması, b. Deneylerin, insanlar ve diğer canlıların maslahatı için gerekli olması, c. Deneylerden elde edilecek yararın, hayvanın maruz kalacağı zarardan daha büyük olması, d. Deneylerde hayvanlara eziyet çektirilmemesi, anestezi gibi acı duyulmasına engel olacak önlemlerin alınması, e. Deneylerin, zorunluluğun dışına taşmaması ve istatistik için yeterli olacak en az sayıda hayvanla yapılması. Ancak bilimsel açıdan herhangi bir zorunluluk olmayan, kozmetik ve benzeri amaçlı yapılan hayvan deneyleri ise dinen caiz değildir.
|
Sigara içmenin dini hükmü nedir?
|
Son yıllarda yapılan birçok araştırma sigaranın insan sağlığı üzerinde pek çok zararlı etkisinin olduğunu bilimsel olarak ortaya koymuş bulunmaktadır. Bazıları ölümcül olmak üzere çok sayıda hastalığın sebebi olması itibariyle sigaranın mübah görülmesi düşünülemez. Bazı alimler; sigaranın "tahrimen/harama yakın mekruh” olduğunu söylemişlerdir. Günümüzde bir çok alim ve fetva meclisi, kişinin kendisini tehlikeye atmama ve öldürmeme, başkalarına zarar vermeme, zararı giderme, sağlığı koruma yönündeki temel ilkeleri esas alarak sigaranın haram olduğu görüşündedir. Dolayısıyla bir müslümanın, pek çok zararı bünyesinde barındıran sigarayı içmesi caiz değildir.
|
Tüp bebek yöntemi ile çocuk sahibi olmak caiz midir?
|
İster kadın, ister erkekteki bir kusur sebebiyle, tabii ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde, Din İşleri Yüksek Kurulunun 20.05.1992 tarihli kararına göre: a) Döllendirilecek yumurta ve spermin her ikisinin de nikâhlı eşlere ait olması, yani bunlardan herhangi birisinin yabancıya ait olmaması; b) Döllenmiş olan yumurtanın, başka bir kadının rahminde değil de yumurtanın sahibi olan eşin rahminde gelişmesi; c) Bu işlemin, gerek anne-babanın gerek doğacak çocuğun maddî, ruhi ve akli sağlığı üzerinde olumsuz bir etkisinin olmayacağı tıbben sabit olmak şartıyla tüp bebek yöntemine başvurmakta bir sakınca yoktur. Başka bir kadının yumurtasının alınması veya kocası dışında yabancı bir erkeğin sperminin kullanılması ile bir kadının gebeliğinin sağlanması ise caiz değildir.
|
Doğal gebelikte yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak caiz midir?
|
Uzmanlardan alınan bilgiye göre, yetişkinlik çağından menopoz sürecine kadar bir kadının yumurtalıklarından her ay genellikle bir yumurta hücresi büyür, gelişir ve döllenmeye elverişli hale gelince fallop tüplerine salınarak rahme doğru hareket eder. Bu işleme yumurtlama (ovülasyon) adı verilir. Tabii süreç bu şekilde olmakla beraber yumurtanın olgunlaşmaması durumunda tedavi amaçlı olarak veya çoğul gebelik elde etme maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi uygulanabilmektedir. Yumurtalıklarda yumurta hücrelerinin kendiliğinden yeterli büyüklüğe ve olgunluğa erişemediği durumlarda doğal düzeyde yumurta üretmek ve olgunlaştırmak için çeşitli tedavi yollarına müracaat edilebilir. Dolayısıyla bu doğrultuda yumurta çatlatma iğnesi yapılması caizdir. Ancak yumurta hücresinin kendiliğinden oluştuğu, olgunlaştığı ve doğal yollarla gebe kalma imkânı olan kişilerde çoğul gebeliğin oluşabilmesi için daha fazla yumurta hücresi elde etmek maksadıyla yumurta çatlatma iğnesi yaptırmak tedavi olarak değerlendirilemeyeceğinden ve fıtrata müdahale olacağından caiz değildir.
|
Araştırma amaçlı embriyo üretmek dinen caiz midir?
|
İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup ilk anından itibaren yaşam hakkının korunması gerektiğinden araştırma amaçlı embriyo üretilmesi, embriyonun deney aracı olarak kullanılması kesinlikle caiz görülemez. Bu, İslam’ın insan hayatının ve onun saygınlığının korunması ilkesine de aykırıdır.
|
Tüp bebek yönteminde yumurta alımı veya embriyo transferi sebebiyle gusül gerekir mi?
|
Tüp bebek uygulamasında yumurta alımı ya da embriyo transferinden sonra hastaya ve bu işlemi uygulayanlara gusül almak gerekmez.
|
Yumurta hücresinin dondurulması caiz midir?
|
Günümüzde yumurta hücresinin dondurulup uzun yıllar saklanabilmesi tıbbi teknolojinin ilerlemesiyle artık mümkün hale gelmiştir. Öyle ki, kadının yumurtalıklarından toplanan yumurta hücreleri ileriki yıllarda çocuk sahibi olabilmesi için dondurulup saklanabilmektedir. Özellikle kanser tedavisi, erken menopoz, yumurtalık rezervi azalması ve yumurtalıkların alınmasını gerektirecek ameliyatlardan önce bu yola başvurulduğu görülmektedir. Bu itibarla, yukarıda ifade edilen tıbbi zorunluluk hallerinde, yumurta hücresinin dondurulmasında ve dondurulan bu hücrenin, ileride yumurta sahibinin döllendirilme anındaki nikahlı eşinin spermiyle aşılanmasında dinen bir sakınca yoktur. Ayrıca nesil emniyeti açısından dondurulmuş yumurtaların başkalarının eline geçmemesi için her türlü yasal ve tıbbi tedbirlerin de alınması gerekir.
|
Tüp bebek yönteminde fazla embriyo üretilip dondurulması caiz midir?
|
Kadın veya erkekteki bir hastalık sebebiyle, cinsel ilişkiyle gebeliğin gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde sperm, yumurta ve rahim aynı karı kocaya (evliliği fiilen devam eden çifte) ait olmak şartıyla tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak tüp bebek uygulamasında tıbben gerekli olan asgari miktarda yumurtanın döllenmesiyle yetinilmelidir. Bu nedenle gereğinden fazla embriyo oluşturmaktan ve bunları dondurmaktan kaçınılmalıdır.
|
Embriyonik kök hücrenin bilimsel araştırmalarda kullanılması caiz midir?
|
İslam dini, insan ve toplum yararına olan her türlü çalışmayı teşvik eder. Ancak bu çalışmaların dini, ahlaki ve manevi değerler açısından sorun oluşturacak ve insanlık için tehlike arz edecek noktalara getirilmesini onaylamaz. Zira ahlaki ilkeler ve dini değerlerden soyutlanarak yapılan çalışmalar, insanlığa fayda yerine zarar getirir. Bu itibarla, insanlığın hayrına olan genetik araştırmalar, dinimizce tasvip edilmekle birlikte, bu araştırmaların insan neslini ve tabiatın dengesini bozacak şekilde yapılması kabul edilemez. İnsan varlığı sperm ve yumurtanın döllenmesiyle başlamakta olup, ilk anından itibaren embriyonun yaşam hakkının korunması gerektiğinden onun deney aracı olarak kullanılması caiz görülemez. Ancak vücudun kemik iliği, yağ dokusu vb. bölgelerinden elde edilen kök hücrelerin ise tedavi amacıyla kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur.
|
Doğum kontrolünün dinî hükmü nedir?
|
Sağlığa zararlı olmamak şartıyla deri altına hormon düzenleyici yerleştirmek (implant), kondom kullanmak, azil (geri çekilmek) gibi yöntemlerle hamileliğin önlenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Bununla birlikte annenin hayatı söz konusu olmadıkça hamilelik gerçekleştikten sonra, hangi aşamada olursa olsun, kürtaj ve benzeri yöntemlerle çocuğun alınması caiz değildir. Çünkü hamileliğin başlaması ile doğacak çocuğun hayat hakkı gerçekleşmiş olur. Maddî ya da sosyal endişelerle ceninin hayatiyetini bir şekilde sona erdirmek hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ, “Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.” (el-En‘âm, 6/151) buyurmuştur.
|
Gebeliği engellemek için vazektomi, kordon bağlatma vb. yöntemlerin uygulanması caiz midir?
|
Çocuk doğurma, çocuk sayısının sınırlandırılması, iki gebelik arasındaki sürenin ayarlanması gibi konularda, karı-kocanın ortak isteğine göre, meşru çarelere başvurulması caizdir. Devamlı kısırlığa yol açan vazektomi, kordon bağlatma gibi yöntemlere başvurulması yani kadın veya erkeğin geri dönüşü olmayacak şekilde kısırlaştırılması ise fıtrata müdahale olarak değerlendirildiğinden sağlık açısından kesin bir zorunluluk olmadığı müddetçe caiz değildir.
|
Kürtaj yaptırmak caiz midir?
|
İnsan hayatının korunması, İslâm dininin beş temel ilke ve amacından biridir. Zira en şerefli varlık olan insanoğlu saygındır ve dokunulmazdır. İnsanın yaşama hakkı, erkek spermi ile kadın yumurtasının birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup, artık bu safhadan itibaren anne baba da dâhil hiçbir kimsenin bu hakka müdahale etmesine izin verilmemiştir. Buna göre, annenin hayatının korunması gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın gebeliğe son vermek caiz değildir.
|
Spiral kullanmak caiz midir?
|
Gebeliği önleme yöntemlerinden biri de spiral adı verilen rahim içi araçlarıdır (RİA). Bu işlevinin yanı sıra uzmanların verdiği bilgiye göre spiral, rahim içi zarının incelmesini sağlayarak döllenmiş yumurtanın rahime tutunmasına da engel olabilmektedir. Öte yandan bu uygulama sırasında bir kadının mahrem yerlerine göz ve el teması söz konusu olmaktadır. Bu sebeple tıbbi bir gereklilik olmadıkça spiral uygulamasından uzak durulması uygun olur.
|
Anne karnındayken ölüp kendiliğinden düşen veya tıbbi müdahalelerle alınan cenine ne yapılması gerekir?
|
Organları belirmemiş seviyedeki cenin yıkanmadan; organlarının oluşumu tamamlanmış ya da bazı organları belirmiş seviyedeki cenin ise yıkanarak bir beze sarılarak defnedilir.
|
Anomalili gebelikleri sonlandırmanın hükmü nedir?
|
İnsan hayatının korunması dinin vazgeçilmez değerlerindendir. Yaşama hakkı, sperm ve yumurta hücrelerinin birleştiği ve döllenmenin başladığı andan itibaren Yüce Allah tarafından verilmiş temel bir hak olup artık bu safhadan itibaren anne ve baba da dahil hiçbir kimsenin bu hakkı ihlal etmesine izin verilmemiştir. Kur’an ve sünnette yer alan genel kaideler ve hükümler, dinen meşru bir gerekçe olmadıkça anne karnındaki ceninin hayatının sonlandırılmasına müsaade etmez. Bu itibarla, annenin hayati tehlikesi gibi haklı ve kesin bir zaruret olmaksızın anomalili de olsa gebeliği sonlandırmak dinen caiz değildir.
|
Ruh üflenmeden önce kürtaj uygulaması caiz midir?
|
Kur’an-ı Kerim’de insana ruh üflenmesinden bahsedilmekle birlikte (Hicr, 15/29; Enbiya, 21/91; Secde, 32/9) bu hadisenin yaratılışın hangi aşamasında gerçekleştiğine ilişkin açık bir bilgi verilmemektedir. İlgili ayetler genellikle Yüce Allah’ın yoktan var etme kudretine dikkat çekmektedir. Ayrıca “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki; ruh, Rabbimin emrindendir ve size pek az bilgi verilmiştir.” (İsra, 17/85) buyrulmak suretiyle ruhun mahiyetinin tam olarak bilinemeyeceği de ifade edilmiştir. Hadislerde de ruh üflenmesiyle ilgili bilgiler bulunmaktadır (Buhari, Kader, 1; Müslim, Kader, 1). Ancak söz konusu rivayetlerin tamamı bir arada değerlendirildiğinde cenine ruhun ne zaman üflendiğini kesin olarak söylemek güçtür. Ayrıca hadis literatüründe genellikle kader bağlamında ele alınan söz konusu rivayetlerden, ruh üflenmemiş ceninin hayatının bir değeri olmadığı ve sonlandırılabileceği sonucu çıkmaz. Kur’an ve Sünnet’te yer alan genel kaideler ve hükümler meşru sayılan bir gerekçe olmadan gebeliğe son verilmesine müsaade etmemektedir. Cenin insan olma potansiyeline sahip olduğundan ve ruh üflenme zamanı da kesin olarak bilinemediğinden ceninin dokunulmazlığı esas alınmalıdır. Nitekim dinin korunmasını emrettiği beş temel değerden birisi olan hayat hakkı, yumurta ve sperm hücrelerinin döllenmesiyle başlar. Bu andan itibaren, annenin hayatının korunması dışında herhangi bir sebeple gebeliğe son vermek caiz değildir.
|
Organ nakli ve bağışı caiz midir?
|
Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm bulunmamaktadır. İlk müctehid ve fakihler de kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir. Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır. Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla, normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için caiz görülmemiştir (Buhârî, Libâs, 83-87 [5935-5947]; Müslim, Libâs, 115-116 [2122]; Kâsânî, Bedâʾi, 5/125; Buhûtî, Keşşâfu’l-Kınâ‘, 1/57; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/105-106, 113; 6/87-88). Ancak zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm değişmektedir (Mecelle, md. 22). Nitekim İslâm âlimleri, karnında canlı hâlde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasını, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine başka kemiklerin naklini caiz görmüşlerdir (Kâsânî, Bedâʾi, 5/130; Mâverdî, el-Hâvî, 2/255; Nevevî, el-Mecmû‘, 3/138; 5/302; el-Fetâva’l-Hindiyye, 5/360). Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli, tedavi yolları arasına girmiş bulunmaktadır. O hâlde, bazı şartlara uyulmak kaydıyla, hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir. “Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (el-Mâide, 5/32) âyeti de buna ışık tutmaktadır. Bu bağlamda, aşağıdaki hususlara dikkat edilmek kaydıyla organ nakli caiz olur. Nitekim İslâm İşbirliği Teşkilatına bağlı, uluslararası bir fetva kuruluşu olan Mecmau‘l-Fıkhi’l-İslâmî de bu istikamette karar almıştır. Buna göre: a) Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için bundan başka çaresi olmadığının, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi, b) Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması, c) Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa, bu organın, alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması, d) Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından, organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı olmamak şartıyla yakınlarının rızasının sağlanması, e) Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması, f) Tedavisi yapılacak hastanın bu nakle razı olması, g) Devlet kontrolü altında yapılması gerekir.
|
Domuz kalp kapağının insan kalbine takılması caiz midir?
|
Hayati öneme sahip bir tedavinin helal olan nesnelerle yapılabilme imkânı bulunmadığı hâllerde (zaruret gereği), tedavide haram olan nesnelerden de yararlanılabilir. Bu itibarla, kalp kapakçığının değişmesi zorunlu olan bir hastanın tedavisinde, helal yollarla bir alternatif bulunmaması ya da bulunan diğer çözümlerin verimli ve sağlıklı olmaması hâlinde domuzdan elde edilen kalp kapakçığının kullanılması da caiz olur.
|
Ağız veya burun ameliyatı olan bir kimse nasıl abdest alır?
|
Abdestte mazmaza ve istinşâkın (ağza ve burna su vermenin) hükmü âlimler arasında tartışmalıdır. Bunun sebebi, ağız ve burnun, yıkanması farz olan yüzden olup olmadığı konusundaki ihtilaftır. Hanefî, Şâfiî ve Mâlikîlerin içerisinde bulunduğu cumhura göre, ağza ve burna su vermek abdestin sünnetlerindendir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/16; Nevevî, el-Mecmû‘, 1/465; Hattâb, Mevâhib, 1/245). Hanbelîlerde ise hem abdest hem de gusülde ağza ve burna su vermek farzdır (İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/88). Bu konuda cumhurun delilleri daha kuvvetli ve isabetlidir. Buna göre abdestte ağzın ve burnun yıkanması sünnet olduğundan, abdest esnasında bir hastalıktan veya ameliyattan dolayı veya sebepsiz olarak ağza ve burna su vermeyi terk eden kimsenin bu davranışı abdestin geçerliliğine engel olmaz.
|
Kullanılması veya yenilmesi haram bir maddenin ya da bunlardan imal edilen ilaçların tedavide kullanılması caiz midir?
|
Bir hastalığın tedavisi için helal olan başka maddelerden elde edilmiş bir ilaç henüz üretilmemiş ya da üretilen bu ilaca ulaşma imkânı yok ise haram olan bir maddenin veya bundan üretilen bir ilacın, meslekî ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman bir doktor tarafından tavsiye edilmesi hâlinde, kullanılmasında dinen bir sakınca yoktur. Çünkü “Zaruretler yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Zaruret ortadan kalkar ve başka helal maddelerden yapılan ilaçlar bulunursa, o zaman helal olanları kullanmak gerekir. Çünkü “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.” (Mecelle, md. 22).
|
Tedavi olan bir hastanın avret mahallini açmasında bir sakınca var mıdır?
|
Tedavi ihtiyacı gibi zaruri durumlarda, -gerektiğinde- hastanın bedeninin mahrem yerlerine, tedavi işlemini yapan kimselerin bakması ve dokunması caizdir. Mahrem yerlerini açmak durumunda olan hastaların, imkânlar ölçüsünde öncelikle hemcinsi olan sağlık personelini tercih etmeleri gerekir. Buna imkân bulunmaması hâlinde ise bu konuda cinsiyet farkı dikkate alınmaz (Kâsânî, Bedâ’î, 5/124; Zeylaî, Tebyîn, 6/17). Çünkü “Zaruretler, yasakları mübah kılar.” (Mecelle, md. 21). Bununla birlikte, tedavi eden doktorun da harama bakma izninin zarurete mebni olduğunu unutmaması gerekir. Bunun için de teşhis ve tedavi amacıyla bakılması gereken sınır aşılmamalıdır. Zira “Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.” (Mecelle, md. 22).
|
Henüz sütten kesilmemiş bebeği olan bir kadın yeniden hamile olursa bebeği emzirmeye devam edebilir mi?
|
Bebek emziren bir kadının hamile kalması durumunda emzirmeye devam edip etmemesine dair dinî bir emir veya yasak bulunmamaktadır. Dolayısıyla konunun hükmünde, annenin sağlığı ve bebeğin anne sütüne olan ihtiyacı belirleyicidir. Buna göre tıbben bir sakınca olmadıkça hamile bir kadının çocuğunu emzirmeye devam etmesinde dinen bir mahzur yoktur.
|
Erkek doktora jinekolojik muayene olmak caiz midir?
|
Asıl olan, kadın hastaları kadın doktorların, erkek hastaları da erkek doktorların muayene etmesidir. Ancak bu ilkenin gözetilmesinin mümkün olmaması ve aynı cinsiyetten alanında uzman doktor bulunmaması durumunda karşı cinsiyetten bir doktora muayene olunabilir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/124; Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, 6/17).
|
Toplum sağlığını tehdit eden salgın hastalıklara karşı aşı yaptırmamak kul ve kamu hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir mi?
|
Dinimiz, insan hayatının korunmasını esas almış ve buna zarar verecek unsurların ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Sağlığın korunması için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalandıktan sonra tedavi olunmasının gerekliliği de bu esas üzerine bina edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Tedavi olun ey Allah’ın kulları!” buyurarak tedavinin önemine dikkat çekmiştir (Buhârî Tıb, 1; Müslim, Selâm 26/69; İbn Mâce, Tıp, 1). Sağlıklı yaşamak ve hastalıklara zemin hazırlamamak için önleyici tedbirlere başvurulması ve hastalanınca tedavi olunması da bu kapsamdadır. Dolayısıyla hastalık risklerine karşı dikkatli olunması ve özellikle bulaşıcı hastalıklara karşı gereken tedbirlerin alınması dinimizin bir emridir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bu bağlamda “Bir yerde salgın hastalık çıktığını duyarsanız oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde salgın hastalık varsa o bölgeden de ayrılmayın.” buyurarak (Buhârî, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-96) karantina uygulamasına dikkat çekmiştir. Bir diğer hadis-i şerifinde de “Bulaşıcı hastalık taşıyanın taşımayanla aynı ortamda bulunmasını engelleyiniz” (Buhârî, Tıb, 53) buyurarak salgın hastalığa karşı tedbirli ve ihtiyatlı bir yol takip edilmesini vurgulamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), bulaşıcı hastalığı olan bir kişinin biatını ona dokunmadan alarak bu konudaki hassasiyetini fiilen de göstermiştir (Müslim, Selâm, 126). Bu itibarla bilimsel usullere uygun olarak üretilen, alanında uzman hekimlerce salgın hastalıklara karşı koruyucu olduğu belirtilen aşıların kullanımı dinen de uygundur. Buna göre toplum sağlığını tehlikeye atacağı konusunda galip zan bulunan durumlarda gerekli tedbirlere uymamak, kul ve kamu hakkı ihlali olur.
|
Erkek çocukları sünnet ettirmenin hükmü nedir?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu nedenle erkek çocukları sünnet ettirmek terk edilmemelidir (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120 vd.; Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; Hattâb, Mevâhibü’l-Celil, 4/394).
|
Küçük yaşta sünnet olamayan veya sonradan Müslüman olan yetişkin erkeklerin sünnet olması gerekli midir?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). İslâm âlimlerinin çoğunluğu, sünnet olmanın vacip olduğunu söylerken Hanefîler bunun meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet-i müekkede olduğunu vurgulamışlardır. Bu itibarla sonradan Müslüman olan ya da küçükken sünnet olamamış bir kimsenin sünnet olması gereklidir. Ancak sünnet olmak İslâm’ın şiarı olmakla birlikte, İslâm’a girmek için bir ön şart değildir. Bu sebeple geç yaşta sünnet olmak kişiye bedensel ve ruhsal açıdan sıkıntı verecekse ya da sağlık açısından sakıncalar doğuracaksa kişi sünnet olmayabilir (Serahsî, Mebsût, 10/156; Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr, 13/430-432; Karâfî, ez-Zahîre, 13/280; İbn Kudâme, el-Muğnî, 1/115; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/751).
|
Yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca var mıdır?
|
Erkeklerin sünnet olması (hıtân), İslâm’ın şiarlarından biridir. Hz. Peygamber (s.a.s.) sünnet olmayı fıtrat gereği yapılan işler arasında zikretmiştir (Buhârî, Libâs, 63, 64 [5889, 5891]; İstiʾzân, 51 [6297]; Müslim, Tahâre, 49 [257]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/229 [7139]). Veli, çocuğunu doğumdan itibaren buluğ çağına erişene kadar herhangi bir zaman diliminde sünnet ettirmelidir. Dolayısıyla çocuğa özel tıbbi bir engel bulunmadığı sürece yeni doğan bebeğin sünnet ettirilmesinde dinen bir sakınca bulunmamaktadır (Kudûrî, Tecrîd, 12/6120; Aynî, Binâye, 9/157-158; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/152).
|
Katılım bankalarından alınan kar payının dini hükmü nedir?
|
İslam’ın getirmiş olduğu genel finans, iktisat ve ticaret esaslarına aykırı olmamak kaydıyla kâr-zarar ortaklığı adı altında yürütülen kurumsal ya da bireysel ticari işlemlerde ve bu işlemler sonucunda elde edilen kârın katılımcılar arasında paylaşılmasında dinen bir sakınca yoktur. Belirlenen esaslara uygun çalışmaları durumunda katılım bankalarının kâr hesaplarına para yatırmak ve iştirakçilerine vermiş oldukları kâr payını almak caizdir. Kâr payı oranlarının, banka faizlerine yakın veya eşit olması söz konusu işlemi faize dönüştürmez. Ancak İslam’ın genel muamelat esaslarına uymayan faiz gibi işlemler ise hangi ad altında ve kim tarafından yapılırsa yapılsın caiz değildir. Buna göre katılım bankalarının kâr dağıtmak üzere topladıkları paraları fıkhen meşru alanlarda nemalandırmaları gerekir. Misal olarak katılım bankaları ticareti ve ortaklığı esas alan aşağıdaki şu işlemleri yapıyorlarsa bu bankaların dağıttıkları kâr helal olur: 1. Müşareke: Katılım bankaları ile iştirakçilerinin ortaklaşa sermaye koymasını, birlikte iş yapmasını ve meydana gelecek kâr veya zararı paylaşmasını esas alan ortaklık yapmalarıdır. Örneğin tarafların ortak sermaye ile fabrika kurup işletmeleri, inşaat yapmaları gibi. 2. Mudârebe: Katılım bankaları ile sermaye sahiplerinin emek sermaye ortaklığı yapmaları halinde fiilen ortaklığa dayalı ticaret yapmış olurlar. Mudârabe; bir tarafın sermaye vermek, diğer tarafın da bu sermayeyi işletmek ve kârı aralarında anlaştıkları belli bir oranda paylaşmak üzere, zarar ise işletmecinin kasıt, kusur ve sözleşme şartlarına aykırı davranışı yoksa sermayeden karşılanmak üzere kurdukları işletme türüdür. 3. Murabaha: Bir malın maliyetinin müşteriye bildirilmesini takiben maliyetin üzerine kâr eklenerek satılmasıdır. Buna göre bir malı peşin olarak satın alma imkânı bulamayan bir kimsenin, herhangi bir katılım bankasına giderek, söz konusu malı satın alıp kendisine taksitle satmasını talep etmesinde; katılım bankasının da müşterinin istediği malı peşin satın alarak üzerine kâr payı da ekleyip vadeli olarak müşteriye satmasında dinen bir sakınca yoktur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta; malın satışının ilk önce katılım bankasına gerçekleştirilmesi, sonra da katılım bankasının bu malı müşteriye satmasıdır. Bu alışverişte bahse konu malı satan firmanın muhatabı katılım bankası, katılım bankasının muhatabı da müşteri olmalıdır. Yani alınan malın faturası katılım bankasına kesilmeli, daha sonra yapılacak bir akitle de müşteriye satılmalıdır. Bunun mümkün olmaması halinde en azından; malı ilk önce katılım bankası adına satın alması için “katılım bankasının müşteriye yazılı bir vekâletname vermesi” ve katılım bankası ile müşteri arasında bundan sonra yapılacak sözleşmeye, “söz konusu malın, katılım bankası tarafından müşteriye satıldığına dair” bir cümle eklenmesi gerekir. 4. Leasing: Makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri malların, bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında kiralayana satışını esas alan orta vadeli bir finansman olup fıkhen meşru kabul edilmiştir. Sonuç olarak, katılım bankaları kâr-zarar ortaklığı hesaplarında topladıkları paraları yukarıda maddeler halinde yer verilen işlemler ve benzeri yöntemlerle işletiyorlarsa, o takdirde onların dağıttıkları kârları almak caizdir. Aksi takdirde caiz olmaz. Öte yandan katılım bankalarının icra ettiği işlemleri araştırmak ise bu bankalarla iş yapan kişinin kendi sorumluluğundadır.
|
Ticarette kâr haddi var mıdır?
|
İslâm’da, prensip olarak, alışverişler için kesin bir kâr haddi konulmamış olup kâr oranları piyasa şartlarına bırakılmıştır. Konuyla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.), fiyatların artması dolayısıyla kendisinden bu duruma müdahale etmesi istendiğinde bunu yapmamış ve fiyatların doğal piyasa şartları içerisinde arz ve talebe göre oluştuğuna dikkat çekmiştir (Ebû Dâvûd, Büyû‘, 51; Tirmizî, Büyû‘, 73). Fakihler de bundan hareketle kâr haddinin eşyadan eşyaya farklılık gösterebileceğini, bu sebeple de kesin bir takdir yapılamayacağını söylemişlerdir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/129). Bununla birlikte onlar, piyasada suistimaller olduğu, karaborsacıların devreye girerek halkı mağdur ettikleri, özellikle halkın zaruri ihtiyaçları sayılabilecek mallarda aşırı bir şekilde sunî fiyat artışları yaşandığı durumlarda, kamu otoritesinin fiyatlara müdahale (narh) yetkisini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/378). Aşırı fiyatın tespitinde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınır.
|
İslam’ın haram kıldığı şeylerin gayrimüslimlere satışı caiz midir?
|
Dinimizce yenilmesi, içilmesi ve kullanılması haram kılınan içki, domuz eti, akıtılmış kan, leş ve putların (el-Mâide, 5/3, 90; el-En‘âm, 6/145) satışı da yasaktır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/326 [14535]). Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s.) genel bir ilke olarak şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bir topluma bir şeyin yenilmesini haram kılmışsa, ondan elde edilecek kazancı da haram kılmıştır.” (Ebû Dâvûd, Büyû‘ (İcâre), 66 [3488]). Buradan hareketle fukaha; Müslüman bir kimsenin haram kılınan şeyleri Müslüman veya gayrimüslim bir kişiye satmasının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. Zira alışveriş iki taraflı hukuki bir işlemdir. Buna göre taraflardan birisi için caiz olmayan hususun karşı taraf açısından caiz olmasıyla hüküm değişmez. Müslüman açısından ise bir alışverişin caiz olması, alışverişe konu olan şeyden yararlanmanın helal olmasına bağlıdır (İbn Mâze, el-Muhît, 6/349). Öte yandan Hz. Peygamber (s.a.s.), ashâbına, ellerinde bulunan haram olan şeylerden faydalanmak için bunları gayrimüslimlere satma gibi bir yol göstermemiş, onların itlaf edilmesini talep etmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Yüce Allah ve O’nun Resulü; şarap (içki), leş, domuz ve putların satışını haram kıldı.” Kendisine, “Ya Rasulullah, ölmüş hayvanların iç yağları(nın satılması) konusunda ne dersiniz? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, (kandillerde yakılmasıyla) insanlar aydınlanıyor”, dediler. Resûlullah (s.a.s.), “Hayır, haramdır” buyurdular (Buhârî, Büyûʽ, 112 [2236]; Müslim, Müsâkât, 71 [1581]). Başka bir rivâyette de şöyle bir olay geçmiştir: “Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir tulum şarap hediye etmiş, Hz. Peygamber, “Allah’ın bunu haram kıldığını biliyor musun?” diye sorunca adam “hayır” cevabını vermiştir. Adam da yanındaki birine bir şeyler fısıldamış, Hz. Peygamber, “Ona ne fısıldadın?” diye sorunca adam, “Şarabı satmasını emrettim” demiştir. Bunu duyan Allah Resûlü (s.a.s.) “Onun içilmesini haram kılan (Allah), satılmasını da haram kılmıştır” buyurmuştur. Bunun üzerine adam, şarap tamamen akıp bitinceye kadar tulumun ağzını açmıştır.” (Müslim, Müsâkât, 68 [1579]). Sonuç olarak dinimizce haramlığı kesin hükümlerle sabit olan şeylerin gayrimüslimlere de olsa satışı caiz değildir. Böyle bir şey caiz olsaydı Allah Resûlü (s.a.s.) Müslümanlara haram olan şeylerin kendilerince iktisadî değeri olan gayrimüslimlere satılmasına ve böylece değerlendirilmesine izin verirdi.
|
Yapılan akitlerin kayda geçirilmesi zorunlu mudur?
|
Dinimiz yapılan akitlerin, hiçbir şekilde tartışmaya meydan vermeyecek şekilde net ve belirli yapılmasına itina gösterdiği gibi çıkması muhtemel anlaşmazlıkların çözümünde de elde net kanıtların bulunmasına önem vermiştir. Tarafların akit sırasında bu işlem için dinen gerekli olan şartlara riâyet etmemeleri ve öne sürdükleri şartları belgelememeleri, günümüz ticari hayatında karşılaşılan olumsuzlukların en önemli nedenlerindendir. İslâm, alışveriş ve borçlanma işlemlerinin yazılmasını tavsiye etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de konuyla ilgili olarak; “Ey inananlar, belli bir süreye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Bu, Allah katında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir.” (el-Bakara, 2/282) buyrulması, ticari işlemlerin kayıt altına alınmasının önemine işaret etmektedir. Bir sonraki âyette ise “Eğer birbirinize güvenirseniz kendisine güvenilen kimse emanetini (borcunu) ödesin ve Allah’tan sakınsın.” (el-Bakara, 2/283) buyrularak diğer alanlarda olduğu gibi ticari alanda da güven duygusunun çok önemli bir unsur olduğu ve bunun kötüye kullanılmaması gerektiği mesajı verilmektedir. Bakara sûresinin 282. âyetindeki borçlanma durumunda senet yapılması emri, ilim adamlarının büyük çoğunluğu tarafından zorunluluk değil tavsiye olarak değerlendirilmektedir (Kurtubî, el-Câmi‘, 3/383). Ancak güven duygusunun, doğruluk ve dürüstlüğün olabildiğince zedelendiği günümüzde, ticarî işlem ve akitlerin kayıt altına alınması, karşılaşılabilecek anlaşmazlıklarda hukuki açıdan belge niteliği taşıyabilecek vasıtaların kullanılması önem arz etmektedir. Bu bakımdan yapılan akitlerin yazılı hâle getirilmesi, dinî bir zorunluluk olmamakla beraber; tarafların Kur’ân’ın tavsiyesine uyarak ticari iş ve işlemlerini kayıt altına almaları daha uygun olur.
|
Bir malın taksitli olarak birden fazla fiyatla satışa sunulması caiz midir?
|
Bir malın taksit sayısına göre, farklı fiyatlarla satışa sunulması caizdir. Mesela bir mal, peşin fiyatı bin liradan, altı ay vadeli fiyatı bin beş yüz liradan, bir yıl vadeli fiyatı da iki bin liradan olmak üzere değişik fiyat seçenekleriyle satışa sunulsa müşteri de bu seçeneklerden birini tercih edip kabul etse yapılan bu alışveriş caiz olur. Zira bu uygulamada satıcı, pazarlık sırasında peşin ya da farklı vadelere göre değişik ödeme seçenekleri ile malın fiyatını belirlemekte, alıcı da bunlardan birisini tercih edip kabul etmektedir. Böylece akit esnasında malın fiyatı taraflarca kesin olarak belirlenmiş olmaktadır. Ancak alıcı seçeneklerden birisini seçip kabul etmeden, “tamam aldım” der ve bu şekilde birbirlerinden ayrılırlarsa akitte fiyat belirlenmediği için bu satış fasit olur (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/526).
|
Yapılan bir alım satım akdi hiçbir sebep olmaksızın tarafların karşılıklı rızası ile feshedilebilir mi?
|
Dinimize göre Müslümanın verdiği sözü tutması, ahdine ve akdine sadakat göstermesi en önemli görevlerinden birisidir. Yapılan alım satım işi sözleşme ile birlikte kesinlik kazanır ve aşağıdaki durumlar dışında tek taraflı olarak feshedilemez: a) Taraflar, karşılıklı rızalarıyla kurdukları akdi sebepli veya sebepsiz olarak feshedebilirler (Merğinânî, el-Hidâye, 3/55). Hz. Peygamber (s.a.s.), alışverişini bozmak isteyen bir Müslümanın bu talebini kabul eden kişinin, Yüce Allah tarafından hatasının affedileceğini ve kıyamet günü sıkıntısının giderileceğini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 54 [3460]; İbn Mâce, Ticârât, 26 [2199]) ifade etmiştir. Akdi karşılıklı rızayla sona erdirmenin bu şekilde gerçekleştirilebilmesi için malın akit esnasındaki şekliyle duruyor olması gerekir. b) Alıcı veya satıcıdan birisinin ya da her ikisinin muhayyerlik (belirlenen süre içinde akdi devam ettirme veya feshetme) hakkı bulunursa, bu hakka sahip olan taraf süresi içerisinde akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). c) Malda, piyasada değerini düşmesini gerektirecek bir kusur bulunması hâlinde, müşteri bu kusur nedeniyle akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36 vd.). d) Bir malı görmeden satın alan kişi malı gördüğünde, görme muhayyerliği hakkını kullanarak akdi feshedebilir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). e) Malın tağrîr (aldatma) kasdıyla fahiş fiyatla satılması hâlinde müşteri akdi feshedebilir (Mecelle, md. 357). Aşırı fiyatın ölçüsü İslâm âlimleri arasında tartışılmıştır. Kimileri, bilirkişinin tespit ettiği tahmini meblağların üst sınırını aşan bir fiyata satma ya da satın alma durumunu gabn-i fâhiş (aşırı aldanma) sayarken (Kâsânî, Bedâʾi, 6/30; İbn Nüceym, el-Bahr, 1/171) kimileri insanların çokça alıp sattıkları mallarda (urûzda) %5, hayvanda %10, taşınmaz mallarda %20’lik ve daha üstü farkı gabn-i fâhiş olarak kabul etmişlerdir. Mecelle bu görüşe göre düzenlenmiştir (Mecelle, md. 165). Günümüzde bilirkişilerin günün piyasa şartları içerisindeki belirlemeleri esas alınmalıdır.
|
Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı var mıdır?
|
Müşterinin, görmeden satın aldığı bir malı, daha sonra gördüğünde, alışveriş akdini feshetme hakkı vardır. Bu hakka görme muhayyerliği denilir. Peygamberimiz (s.a.s.), “Görmediği bir şeyi satın alan kimse, onu gördüğü zaman muhayyerdir.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 5/439 [10425]; Darekutnî, es-Sünen, 3/382 [2803]) buyurmuştur. Ancak görme muhayyerliğinin sabit olması için akde konu olan malın, fesih işlemine elverişli durumda olması gerekir. Malın, buğday-arpa gibi tahıl ürünleri ve hiç kullanılmamış otomobilde olduğu gibi mislî (standart/sabit nitelikte) olması durumunda tek bir örneğinin görülmesi yeterlidir. Hayvan veya ikinci el otomobillerde olduğu gibi kıyemî (standart olmayan, değişken) mallarda ise her bir mal ya da ürün için ayrı ayrı görme muhayyerliği vardır. Görme muhayyerliği sadece alıcı için söz konusudur. Satıcı görmediği bir malını satarsa onun için görme muhayyerliği olmaz. (Merğinânî, el-Hidâye, 3/34). Çünkü malı satmadan önce onu görebilirdi. Dolayısıyla bu hakkını kaybetmiş sayılır.
|
Taraflar belli bir süre içerisinde alım satım akdini bozmayı şart koşabilirler mi?
|
Taraflardan biri veya her ikisi belli süre içinde akdi bozabilme yetkisine sahip olmayı şart koşabilir. Buna “hıyâru’ş-şart” yani şart muhayyerliği denilir. Ancak bu durum alım satım akdi gibi karşılıklı rıza ile feshi mümkün olan lâzım/bağlayıcı akitlerde söz konusu olabilir. Alım satımdan vazgeçmek için şart koşulabilecek süreyi, İmam Ebû Hanîfe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bir hadisinde muhayyerlik süresi üç gün olarak zikredildiği için (Buhârî, Büyûʽ, 64 [2148]; Müslim, Büyûʽ, 24-25 [1524]) en çok üç gün olarak kabul etmektedir. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ise tarafların bu süreyi serbestçe belirleyebileceklerini, bu sürenin belirli olmak kaydıyla sınırlı olmadığını ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/29). Mecelle’de insanlar arasındaki muameleler için ikinci görüş daha uygun bulunarak şöylece düzenlenmiştir: “Satıcı veya müşteri yahut her ikisi birden belirli süre içerisinde satışı feshetmek yahut yürürlük kazandırmak konusunda muhayyer olmak üzere satım akdinde şart kılmak caizdir.” (Mecelle, md. 300).
|
Satıcı malın niteliklerini gizler veya yanlış beyanda bulunursa, alışveriş akdi gerçekleştikten sonra bunun farkına varan müşteri ne yapabilir?
|
Alım-satım akdinde akde konu olan malın bütün niteliklerinin ve satış bedelinin alıcı ve satıcı tarafından bilinmesi ve açıklanması gerekir. Satıcının yanlış beyanı üzerine kurulan alım-satım akdinde, malda satın alış amacını ihlal eden ya da fiyatını düşüren bir eksiklik veya kusur bulunur yahut da mal normalden daha pahalı olursa müşteri dilerse satın aldığı malı konuşulan fiyat üzerinden kabul eder, dilerse malı geri vererek akdi bozar. Müşterinin malı iade etmeyip ondaki kusura karşılık fiyattan indirim talebinde bulunma hakkı yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/36-37). Ancak böyle bir durumda akdi feshederek malı geri verip yeni bir akit yaparak söz konusu malı daha düşük bir fiyattan satın alması da mümkündür.
|
Satın alınan bir malda müşterinin yanında (mülkünde) bir kusur meydana gelir ayrıca önceden bir kusurunun da olduğu anlaşılırsa, müşteri bu malı geri verebilir mi?
|
Satın alınan bir malda önceden mevcut olan bir kusura ilaveten müşterinin yanında (mülkünde) ikinci bir kusur oluşursa, müşteri bu satış akdini bozarak kusurlu malı satıcıya iade edemez. Ancak müşteri önceki kusurdan dolayı meydana gelen zararı satıcıya tazmin ettirir. Fakat satıcı malı, sonradan meydana gelen ayıplı hâliyle kabul ederse müşteri malı geri verir ve ödediği parayı alır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/38).
|
Müşteri, aralarından birini satın almak amacıyla götürdüğü birkaç maldan birini seçme hakkına sahip midir?
|
Müşteri, alışveriş akdinde satış bedeli ve niteliği belirtilen birkaç çeşit eşyadan birisini seçme hakkına sahiptir. Bu hakka fıkıh literatüründe ta’yin/belirleme muhayyerliği denir. Buna göre müşteri, bakmak için götürmüş olduğu bu eşyalardan birini seçince, alışveriş o mal üzerinden gerçekleşmiş olur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/32).
|
Kira akdi tek taraflı olarak feshedilebilir mi?
|
Kira akdi her iki taraf için de bağlayıcı olduğundan, yapıldıktan sonra taraflardan biri, geçerli bir mazereti veya diğerinin rızası olmadan tek taraflı olarak akdi feshedemez. Akdi feshedebilmek için kiracının iflas etmesi, başka bir şehre tayin edilmesi, işi bırakması iş değişikliği yapması veya kiralanan şeyin kiralama maksadına hizmet edemez hale gelmesi gibi geçerli bir mazeretinin bulunması (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/247-248) ya da her iki tarafın da rıza ve onayı gereklidir. Şu kadar var ki, mazeret belirgin olmaz ya da tartışmaya götürebilecek bir nitelik arz ederse o takdirde akit, ancak mahkeme kararı ile feshedilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/62). Bu durumda, mahkeme kararından sonra söz konusu akdi fesheden taraf, mâli bakımdan yükümlü olmaz.
|
Bir kimse kiraladığı taşınır veya taşınmaz bir malı sahibinin izni olmadan üçüncü bir şahsa kiralayabilir veya kullandırabilir mi?
|
Taraflar, kira sözleşmesinde yer alan şartlara uymak zorundadırlar. Buna göre kiraya veren kişi; malını kiraya verirken hangi amaçla kullanılacağını belirlemiş ve üçüncü şahıslara kiraya vermemesini şart koşmuşsa kiracının bu şarta uyması gerekir. Ancak kira sözleşmesinde ev, dükkân, depo, nakil aracı gibi taşınır veya taşınmaz malın hangi amaçla kullanılacağı açık bir şekilde belirtilmemişse, kira akdi geçerli olur ve o beldenin örfü esas alınır. Şâyet örf, kiracının bunu başka birisine kiraya vermesine ve dilediği gibi kullanmasına imkân tanıyorsa; kiracı, kiraladığı malı bir başkasına kiraya verebileceği gibi herhangi bir ek ücret ödemeden dilediği gibi kullanmasına da izin verebilir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/51-52). Günümüzde malın sadece kiracı tarafından kullanılması şeklinde bir örf oluşmuştur. Kiralanan malın başkasına devri için mal sahibinden izin alınması gerekir.
|
Kira akdinde süre veya ücret belirlenmemişse taraflar neye göre hareket ederler?
|
Kira sözleşmelerinde süre ve ücretin anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde net olarak belirlenmesi gerekir. Tarafların kira süresi ve ücretini belirlememesi hâlinde konuyla ilgili yasal mevzuat ve/veya örf dikkate alınır. Söz konusu süre ve ücretin herhangi bir şekilde tespit edilemediği durumlarda ise kira konusu maldan faydalanılan süre kadar emsal kira ücreti terettüp eder (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/57; Mecelle, md. 462).
|
Kiralanan bir mal karşılığında depozito vermek caiz midir?
|
Hanefîler'e göre; herhangi bir kusuru olmadığı ve mal sahibinin ileri sürdüğü şartlara aykırı davranmadığı müddetçe, kiracının kiraladığı malda meydana gelecek zararı tazmin etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple mal sahibinin kiracıdan rehin manasına gelebilecek bir şeyi depozit adı altında rehin olarak alması caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 2/53-54; Mecelle, md. 710). Mâlikîlere göre ise kira sözleşmesinde rehin almak caizdir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 2/273). Günümüzde menkul veya gayrimenkul malların kiralanmasının büyük bir sektör hâline gelmesi, konunun suistimale açık olması ve güven duygusunun zedelenmesi gibi sebeplerden dolayı Mâlikî mezhebinin görüşü istikametinde mal sahibinin depozit alması caiz görülmüştür.
|
Bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayıp da, süresi dolmadan evden çıkan kişi, oturmadığı günlerin kirasını geri alabilir mi?
|
Kira akdi, her iki taraf için de bağlayıcıdır. Kira süresi dolmadan taraflardan birisinin akdi tek taraflı olarak feshetmesi caiz değildir. Dolayısıyla bir evi belli bir süre için peşin parayla kiralayan, ancak süresi dolmadan çıkan kişi, evi teslim aldıktan sonra bir süre oturmayıp boş bırakması durumunda kiranın tamamını ödemek zorunda olduğu gibi (Merğinânî, el-Hidâye, 3/231) erken çıkması durumunda da geriye kalan günlerin ödenmiş kirasını geri alamaz. Şâyet kira bedeli peşin ödenmemişse, kiracı anlaşılan süre içeresinde oturmadığı günlerin kirasını da ödemek zorundadır. Ancak mal sahibi burayı bir müddet sonra başkasına kiraya verirse sadece boş kaldığı sürenin ücretini önceki kiracıdan alabilir. Geri kalan kısmın kira bedeli önceki kiracı tarafından peşin ödendiyse kendisine iade edilir.
|
Kiralanan bir tarladan, kuraklık, dolu, sel vb. nedenlerle ürün alınamadığı durumlarda, tarla sahibine yine de kira ödenmesi gerekir mi?
|
Kiralanan bir araziden kuraklık, dolu, sel baskını, çekirge istilası gibi bir afet sebebiyle ürün alınamazsa Şâfiî mezhebine göre kira feshedilemeyeceği gibi ücretten indirim de yapılmaz (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/484). Hanefî mezhebinde ise suyun kesilmesi nedeniyle sulanan araziden veya değirmenden faydalanılamaması örneklerinde olduğu gibi kiralanan maldan ürün alınmasına engel tabiî bir afet olması durumunda kiracı ücret ödemez. Çünkü yararlanma imkânı olmamıştır (Merğinânî, el-Hidâye, 3/247). Arazi ekildikten sonra ekini çekirge yerse veya başka bir afet arız olursa; afet anına kadarki sürenin kirası ödenir. Afet anından sonra ise eğer araziyi tekrar ekerek başka bir ürün alma imkânı bulunursa kalan sürenin kirası da ödenir. Tekrar ekilip ürün alma imkânı bulunmazsa kalan sürenin kirası ödenmez (İbn Âbidîn, el-Ukûdü’d-dürriyye, 2/120).
|
Dinen haram olan işlemler için bir gayrimenkulün kiraya verilmesi caiz midir?
|
Bir Müslüman, haram olan iş, mal veya hizmet üretimini kendisi yapamayacağı gibi bunları yapacak kişiye de gayrimenkulünü kiraya veremez. (bk. Şeybanî, el-Asl, 3/465; Serahsi, el-Mebsut, 16/38-39; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik,8/230; İbn Kudame, el-Muğnî, 5/407). Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (el-Mâide, 5/2). “Kim iyi bir işe aracılık yaparsa, onun da o işten nasibi/sevabı vardır. Kim de kötü bir işe aracılık yaparsa onun da o günahtan bir nasibi/sorumluluğu vardır.” (en-Nisâ, 4/85). Ayrıca hadislerde de haram olan bir şeyin kullanımı, üretimi ve bu konuda başkasına yardımcı/destek olunması kesin olarak yasaklanmıştır. Resûlullah (s.a.s.) faizi yiyene, yedirene, (sözleşmesini) yazana ve şahitlik edene lanet etmiş, ‘Onlar (bu günahta) eşittirler.’ buyurmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Resûlullah (s.a.s.) aynı şekilde içki konusunda da sekiz kişiye Allah tarafından lanet edildiğini belirtmiş; bunlardan birinin de taşıyıcısı olduğunu ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; bk. İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380-3381]; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/316 [2899]; 2/25 [4787]). Sonuç olarak, bir Müslümanın ücret mukabilinde haram iş yapması veya yaptırması caiz olmadığı gibi içinde haram iş yapacağı kesin olarak bilinen kişi ya da kurumlara gayrimenkulünü kiraya vermesi de zaruret olmadıkça caiz değildir.
|
Altının karz/borç verilmesi caiz midir?
|
Altın, mislî mallardandır. Dolayısıyla altının, cumhuriyet altını gibi tane ile alınıp satılanlarının sayı ile; 22 ayar bilezik gibi tartı ile alınıp satılanlarının ise tartı ile borç (karz) verilmesi caizdir. Fakat geri ödenirken ne eksik ne fazla, alınanın tam olarak mislî verilmelidir. Bunun yanında tarafların kabul etmesi hâlinde, alınan altın borcu, para olarak da ödenebilir (bkz. Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215).
|
Paranın değerinde artma veya azalma olması halinde karz (ödünç) veya alışveriş sonucu oluşan borçlar nasıl ödenir?
|
Fakihlerin çoğunluğu, altına veya gümüşe endeksli olmayan kağıt, madeni vb. itibari para borçlarının misliyle ödenmesi gerektiğini belirtmiş ve bu paraların değerindeki artma veya azalmayı dikkate almamıştır (Serahsî, el-Mebsût, 14/30; Sahnûn, el-Müdevvene, 3/52, 4/152-153; Suyûtî, el-Hâvî, 1/116, 117; İbn Kudâme, el-Mugnî, 4/244). Ancak Hanefî fakihlerinden İmam Ebû Yûsuf’a, Mâlikî âlimlerinden Rahûnî’ye ve Hanbelî mezhebinde aktarılan bir görüşe göre ise itibari paraların değerinde artma veya azalma meydana gelmesi durumunda, borcun sabit olduğu tarihteki kıymet esas alınarak ödeme yapılır (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534; Rahûnî, Hâşiye, 5/121; Merdâvî, el-İnsâf, 5/127). Ebû Yûsuf’un bu içtihadı, Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş haline gelmiştir (İbn Nüceym, el-Bahr, 6/219; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 4/533-534). Borca konu olan itibari paralarda bir değer kaybı meydana gelmesi durumunda borcun sabit olduğu tarihteki değerin esas alınması hakkaniyete daha uygundur. Söz konusu değerin belirlenmesinde öncelikle tarafların karşılıklı rıza ile anlaşmaları tavsiye edilir. Bunun yanında yetkili kurumlarca açıklanan enflasyon oranları da dikkate alınabilir.
|
Yardımlaşma sandığından borç olarak alınan para geri ödenirken bir fazlalık ödenmesi caiz midir?
|
Kişilerin, ihtiyaçlarını karşılamak için faizsiz olarak kısa vadeli borç (karz) alıp bunu düzenli vadelerde ödemek üzere “yardımlaşma sandığı” kurmaları caizdir. Bu sandığa üye olanların, ihtiyaç hâlinde biriken primlerinin birkaç katına kadar borç (karz) almaları ve bunu belirlenen vade içerisinde geri ödemelerinde sakınca yoktur. Ancak ödemede bulunurken, alınan borç (karz) karşılığında önceden ileri sürülen her türlü fazlalık veya getiri sağlayan menfaat, faiz olacağı için caiz olmaz (Kâsânî, Bedâʾi, 7/395).
|
Vadeli satış veya borçlanma (istikraz) akdinde borçlanılan para birimi yerine başka bir para biriminin ödenmesi caiz midir?
|
Fakihlerin çoğunluğu, vadeli satışlar ile borç akdinde, bedel olarak belirlenen para birimi yerine, ödeme tarihindeki kuru esas alarak farklı bir para biriminin -mesela borç olarak alınan altın paranın yerine gümüş paranın- ödenmesini caiz görmüşlerdir (Serahsî, el-Mebsût, 14/2-3; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 3/215). Buna göre mesela, vadeli bir satış veya borç (karz) akdine konu olan 1000 TL, baştan şart koşulmamak kaydıyla tarafların razı olması hâlinde ödeme günündeki kur üzerinden bir başka para birimi ile de ödenebilir.
|
Bir borcun EFT ve havale gibi yollarla gönderilmesi karşılığında ücret ödenmesi caiz midir?
|
Bir borç EFT veya havâle gibi para transfer yollarıyla ödenir ve bu işlemden dolayı masraf oluşursa verilen hizmetin karşılığı olarak makul bir ücretin alınması caizdir. Zira havâle işlemi esnasında verilen hizmet, vekâlet akdi kapsamında değerlendirilebileceği gibi hizmet alım akdi olarak da değerlendirilebilir. Her iki akitte de ücret almak caiz görülmüştür (bkz. İbn Cüzey, el-Kavânîn, 216; Bilmen, Kamus, 6/328).
|
Kadınların kendi aralarında yaptıkları “gün” adı verilen toplantılarda topladıkları paraları dönüşümlü olarak almaları caiz midir?
|
Borç verme İslâm’da teşvik edilen bir husustur. İnsanların muhtaç olan kişilere borç vermeleri sadaka sevabı olan bir davranıştır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 5/161, 166). Borç vermede önemli olan, borç karşılığında herhangi bir fazlalığın şart koşulmaması, borç verenin ya da alanın zarara uğratılmamasıdır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 7/394-396). Kadınlar arasında tertip edilen toplantılarda her bir katılımcının toplanan meblağı dönüşümlü olarak her ay içlerinden birine vermeleri şeklindeki uygulamada bir sakınca yoktur. Çünkü bu, sonuçta bir borç verme işlemidir.
|
Standart nitelikli olmayan (kıyemî) mallar borç olarak alınıp verilebilir mi?
|
Mislî mal, “aynı türden olup biri diğerine göre farklılık arz etmeyen malları”, kıyemî mal ise “biri diğerine göre farklılık arz eden değişik özellikteki malları” ifade eder. Mislî (standart, nitelikli) mallar, tüketildikten sonra misliyle iade edilmesi mümkün olduğundan, borç (karz) olarak alınıp verilebilir. Kıyemi malların borç verilmesi ise kıymetlerinin takdiri kişilere göre farklılık arz edeceğinden ve nizaa sebep olacağından Hanefî, Mâlikî ve Şâfiîler tarafından ilke olarak caiz görülmemiştir. Ancak yine Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler, kıyemi olmakla birlikte özellikleri birbirine yakın olan hayvan vb. kıyemî malların, özelliklerinin belirtilmesi şartıyla selem ve karz gibi borç akitlerine konu olmasını kabul etmektedirler. (Serahsî, el-Mebsût, 12/163; Kâsânî, Bedâi', 7/395; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/238; Mevvâk, et-Tâc ve’l-İklîl, 6/528; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc; 3/17-18, 33; Desûkî, Hâşiye, 3/222). Buna göre örfen ihtiyaç oluşması, taraflar arasında anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde cins, renk, yaş ve cinsiyet gibi özelliklerinin belirlenmesi kaydıyla, mislî mal gibi değerlendirilebilen mallar borç olarak verilebilir. Ancak yukarıdaki şekilde özellikleri belirlenemeyen kıyemî malları borç olarak vermek caiz olmaz.
|
Borç ilişkilerinde takas (mahsuplaşma) caiz midir?
|
Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (bkz. Kâsânî, Bedâi', 6/19; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/840; 4/250; 5/266). Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur.
|
Borç İlişkilerinde Takas (Mahsuplaşma) Caiz Midir?
|
Takas, zimmette sabit olan borçların karşılıklı mahsuplaşma suretiyle düşürülmesini ifade eder. Karşılıklı borçlarda cins, vasıf, vade vb. niteliklerde eşitlik olması, tarafların veya üçüncü şahısların hakkının ihlâl edilmemesi ve faiz yasağı gibi şer’î bir kuralın çiğnenmemesi kaydıyla, borç miktarınca takas işlemi yapmak caizdir. Buna karşılık borçlar arasında cins ve vasıf farklılığı var ise takas ancak karşılıklı rızâ ile gerçekleşebilir (Bkz. Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi, VI, 1 9; İbn Âbidin, Reddu’l-muhtâr, III, 840; IV, 250; V, 266) . Örneğin aynı miktar Türk Lirası borçlarında mahsuplaşma, tarafların iradesine bağlı olmaksızın kendiliğinden gerçekleşirken altın borcu Türk Lirası ile ancak karşılıklı rızayla takas edilebilir. Bununla birlikte ilerde meydana gelebilecek tartışmaların önüne geçilmesi açısından, kendiliğinden gerçekleşen mahsuplaşmadan tarafların haberdar olması uygun olur.
|
Ödünç alınan malın iade masrafları kime aittir?
|
Ödünç alınan malın iade masrafları ödünç alan kişiye aittir. Ödünç alınan malın ne şekilde geri verileceği hususunda, yaygın olan örfün hükümleri geçerlidir. Bu kurallara uyulmazsa malda meydana gelecek zararın tazmini gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/220-221; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/58). Zira örfün belirlediği hüküm, baştan şart koşulmuş gibi geçerlidir (Mecelle, md. 43-45).
|
Yanında emanet mal bulunan kişi o maldan yararlanabilir mi?
|
Emanet olarak bırakılan maldan emanetçinin yanında iken doğacak menfaat mal sahibine aittir. Mesela, emanet bırakılan hayvandan elde edilen süt, yün vb. şeyler mal sahibine ait olur. Emanet alan bunlardan yararlanamaz (Mecelle, md. 798). Bu nedenle emanet alan kişi, kendi kusuru ile emanet mala zarar verdiğinde bunu tazminle yükümlü olduğu gibi bu maldan elde edilen menfaate zarar verdiğinde de zararı tazmin etmekle yükümlü olur.
|
Kendisine bir şey emanet edilen kişi emanet malı koruması karşılığında ücret talep edebilir mi?
|
Kendisine bir şey emanet edilen kişi, emanet malı koruması karşılığında ücret alamaz. Şâyet malı koruma işini ücretle yaparsa, bu akit emanet akdi olmaktan çıkar, hizmet akdine dönüşür. Bu durumda da emanet malın sahibine iade masraflarını, emanet edilen kişinin karşılaması gerekir. Mala gelebilecek zararlardan o sorumludur (Merğinânî, el-Hidâye, 3/215).
|
Emanet bırakılan bir şey, sahibinin izni olmadan başka birisine emanet edilebilir mi?
|
Emanetin, bizzat kendisine emanet edilen kişi veya onun aile fertlerinden biri tarafından korunması gerekir. Dolayısıyla sahibinin izni olmadan korunması için başkalarına emanet olarak bırakılması caiz değildir. Şâyet emanet edilen kişi, emaneti bir başkasına bırakır ve bu emanette de zarar meydana gelirse zararın tazmin edilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/213). Bu durumda emanet veren, zararını dilerse emanet verdiği ilk şahsa dilerse de emaneti kabul eden ikinci şahsa tazmin ettirir. İlk şahsa tazmin ettirirse bu şahıs ikinciden tazmin talebinde bulunamaz. İkinci şahsa tazmin ettirirse bu ikinci kişi birinciden tazmin talebinde bulunabilir. (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/27). Ancak zarar, ikinci şahsın kasıt ve kusuru sebebiyle meydana gelmiş ve mal sahibi bu zararı ilk şahsa tazmin ettirmiş ise bu kişi ikinci şahıstan tazmin talebinde bulunabilir. (Mecelle, md. 790).
|
Alışveriş karşılığında firmalar tarafından verilen hediye puanı kullanmak caiz midir?
|
Firmalar, kendilerinden alışveriş yapan müşterilerine hediye puan vermektedirler. Helal ürünlerde yapılan harcamalar sonucu biriken hediye puanları kullanmakta dinen bir sakınca yoktur. Ancak her ne kadar helal ürün alışverişi neticesinde hediye puan kazanılsa da, kazancının çoğu haram olan kurumların verdiği hediye puanları kullanmak caiz değildir. (Bkz. Mevsıli, İhtiyar, IV, 176)
|
Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi, bu malı daha yüksek bir fiyata satabilir mi?
|
Bir mal ya da ürünü belli bir fiyattan satmak üzere vekil kılınan kişi bu malı müvekkilinin hayrına olacak şekilde daha yüksek bir fiyata satıp bedeli de bütünü ile müvekkiline teslim ederse yaptığı bu işlem caiz olur (Kâsânî, Bedâʾi, 6/27). Fakat müvekkilin belirttiği fiyatın üstündeki miktarı kendisi alamaz. Ancak müvekkil “Şu kadara sat; üzerinde satarsan fazlası senindir.” derse bu fazlalığı alması caiz olur (İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/108).
|
Kişinin bir borca kefil olması karşılığında ücret alması caiz midir?
|
Kefâlet, bağış (teberru) niteliğindedir. Dolayısıyla kefilin, kefâlet akdine karşılık ücret almayı şart koşması caiz değildir. Zira ücret almak teberru kavramına aykırıdır. Gerektiğinde asıl borçlunun borcunu ödeyeceği için kefil aynı zamanda borç veren konumundadır. Kefâlete karşılık ücret alması hâlinde faizli işlemde bulunmuş olur (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77). Ancak günümüzdeki bazı ilim adamları ücretsiz kefil bulunmaması hâlinde, ihtiyaç sebebiyle maslahata binaen borçlunun teminat mektubunda olduğu gibi ücret karşılığı kefâlet akdi yapmasının caiz olacağı kanaatindedirler (bkz. Apaydın, “Kefâlet”, DİA, 25/177).
|
Kişinin borcunu ikinci bir şahsa devretmesi caiz midir?
|
Kişinin ödemekle yükümlü olduğu bir borcu, ikinci bir şahsa devretmesi caizdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), “Sizden birinize bir borç havâle edilirse bunu kabul etsin.” (Buhârî, Havâlât, 1 [2287]; Müslim, Müsâkât, 33 [1564]) buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.s.) diğer bazı hadislerinde de insanların sıkıntılarını gidermeyi teşvik etmiştir (Buhârî, Mezâlim, 3 [2442]; Müslim, Bir, 58 [2580]). Borcun ikinci bir şahsa devredilmesi hâlinde borçlu, alacaklıya karşı sorumluluktan kurtulur. Alacaklı, alacağını havâle edilen kişiden ister. Ancak borç kendisine havâle edilen kişi iflas eder ve bu durum mahkeme kararıyla tespit edilirse yahut kişi borcun kendisine havâle edildiğini inkâr eder, alacaklı da bunu ispat edemezse veya söz konusu kişi iflas ettikten sonra ölürse bu gibi durumlarda havâle edilen kişi, borcu ödeme yükümlülüğünden kurtulur ve borç kendisinden değil asıl borçludan talep edilir (Kâsânî, Bedâʾi, 6/18; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/4). Bununla birlikte bir borcun başkasına havâle edilmesi karşılığında ücret almak caiz değildir. Zira yardımlaşma amacı taşıyan akitler karşılığında, ücret almak caiz görülmemiştir (Serahsî, el-Mebsût, 15/116; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 7/186; Desûkî, Hâşiye, 3/77).
|
Ortaklardan birinin şirket malından (hibe ve sadaka gibi) teberruda bulunması, ödünç veya zekât vermesi caiz midir?
|
Ortaklar ticari faaliyetlerde birbirlerinin vekilidirler. Bu vekâlet, ticari faaliyet dışındaki alanları kapsamadığı için her birinin diğeri adına bağış (teberru) yetkisi yoktur. Dolayısıyla diğer ortakların izni olmadıkça şirket malından bağış yapmaları, sadaka, ödünç (karz) ve diğer ortakların zekâtını vermeleri caiz değildir. Zira ortaklıktan maksat, ticari faaliyette bulunarak şirkete gelir sağlamaktır. Söz konusu tasarruflar ise ticari ortaklıkta aranan bu amacı gerçekleştirmez (Merğinânî, el-Hidâye, 3/14; Kâsânî, Bedâʾi, 6/71-72).
|
Bireysel emeklilik sistemi caiz midir?
|
Bireysel emeklilik sistemi; aylık ödemelerle belli bir zamana kadar bir kurum veya kuruluşa yatırılan paranın, daha sonra meydana gelen artışla birlikte, toplu veya aylık maaş olarak geri alınması şeklinde oluşturulmuş bir uygulamadır. Bireysel emeklilik sisteminde dinî açıdan dikkat edilmesi gereken husus birikimlerin nerede ve nasıl değerlendirildiğidir. Zira bu sistemden elde edilecek kazancın helal olması gerekir. Kazancın helal olması, bunun kaynağının ve yönteminin dinen meşru olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu fonda toplanan birikimler değerlendirilirken İslâm’ın haram saydığı alan ve işlemlerden uzak durulması gerekir. Çalışanların, birikimlerinin kendi inanç ve değerlerine göre işletilmesini beklemeleri doğal haklarıdır. Bu bağlamda dini duyarlılığa sahip çalışanlar, birikimlerinin meşru alanda değerlendirilmesini talep etmelidirler. İsteğe bağlı olsun veya olmasın bireysel emeklilik sistemine dâhil olanlara devletin yapmış olduğu katkı alınabilir. Şu hâlde bireysel emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi, birikimlerin dinen helal olan alanlarda değerlendirilmesi durumunda caiz aksi hâlde caiz değildir.
|
Çek, senet vb. kıymetli evrakın bedelinde indirim yapma karşılığında, gününden önce üçüncü şahıslara kırdırarak tahsili caiz midir?
|
Alacaklının, elindeki çek veya senedi, karşılığını erken tahsil etmek amacıyla vadesinden önce üçüncü şahıslara daha düşük bir bedelle satıp elden çıkarması (çek ve senet kırdırmak) caiz değildir. Zira bu işlemde, aynı cins kaydî paranın daha düşük nakdi parayla mübadelesi söz konusudur. Bu muamele “ribe’l-fadl” (fazlalık faizi) olarak değerlendirilmektedir (Merğinânî, el-Hidâye, 3I/61).
|
Kapora caiz midir? Alışverişten vazgeçilmesi halinde kaporanın geri verilmesi gerekir mi?
|
Kapora; satım veya kiralama akdinde müşterinin, sözleşmeyi tamamlaması hâlinde toplam fiyattan düşülmesi; cayması durumunda ise mal sahibinde kalması şartıyla yapılan ön ödemedir. Müşterinin sözleşmeden cayması hâlinde kaporanın kendisine iade edilmesi şartıyla yapılan akdin cevazında bir ihtilaf yoktur (İbn Cüzey, el-Kavânîn, 171). Alıcının akitten cayması durumunda verdiği kaporanın yanması, yani satıcının mülkiyetine geçmesi şartıyla yapılan akdi fakihlerin çoğu caiz görmemişlerdir. Hanefîler böyle bir akdi fasit, Şâfiîler ve Mâlikîler ise batıl saymışlardır. Çünkü onlara göre bu tür bir akit fasit bir şart ve belirsizlik içermekte ayrıca haksız kazanca sebep olmaktadır. Bu sebeple akdin sona ermesi hâlinde satıcı kaporayı müşteriye iade etmelidir (Senhûrî, Mesâdıru’l-hak, 2/93-94). Öte yandan bu görüşü savunan İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) kaporalı satışı yasakladığına dair bir rivâyetini (Ebû Dâvûd, Büyûʽ (İcâre), 69 [3502]; İbn Mâce, Ticârât, 22 [2193]) zikrederler (Suğdî, en-Nütef, 1/472-473; Derdîr, eş-Şerhu’l-kebîr, 3/63; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 2/31; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Buna karşılık Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Eslem, Mücahid ve Hasen-i Basrî gibi sahâbe ve tabiîn âlimleriyle Hanbelîlerin çoğunluğu kaporalı alışverişi caiz görmüşlerdir. Bu görüş sahipleri kaporalı alışverişi yasaklayan rivâyetin zayıf olduğunu ve akitlerde mubahlığın asıl olup imkân ölçüsünde şartlara riâyetin gerektiğini, Hz. Ömer zamanında Mekke valisi Nafi’ b. Abdulhâris'in, halife adına kaporalı bir işlem yapmış olduğunu (Buhârî, Husûmât, 8 [Bab Başlığı]) delil getirmişlerdir. Bazı Hanbelîler, kaporalı akitlerin kesinleşeceği belli sürenin belirlenmesini şart koşmuşlardır; bu süre içinde müşterinin cayması hâlinde kapora satıcının mülkiyetine girer, demişlerdir (Mustafa Suyutî, Metâlib, 3/77-78). İslâm İşbirliği Teşkilatı bünyesindeki Fıkıh Akademisi (Mecmau’l-Fıkhi’l-İslâmî) de bedellerden birinin veya ikisinin birden peşin olarak tesliminin gerektiği selem ve sarf gibi işlemler dışındaki kaporalı işlemler konusunda aynı görüşü benimsemiştir (Mecelletü Mecma‘i’l-Fıkhi’l-İslâmî, 8/1 [1993], 540; Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 4/3061-3062). Müslümanların nasslara muhalif olmayan örf ve uygulamaları genel olarak caiz görülmüştür. Günümüzde kaporalı alışverişler özellikle bazı sektörlerde ticarî hayatın gereği ve esnafın örfü hâline gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) helali haram, haramı da helal kılmadığı müddetçe Müslümanların şartlarına bağlı kalmalarını öğütlemiştir (Tirmizî, Ahkâm, 17 [1352]; İbn Mâce, Ahkâm, 23 [2353]). Hanefî mezhebi de naslara muhalif olmamak kaydıyla toplumun örf ve uygulamalarında geçerliliği olan şartlara bağlanarak yapılan satım akitlerini geçerli saymıştır (Mecelle, md. 188). Akdin belirlenen sürede kesinleşmemesi hâlinde kaporanın satıcıda kalabileceği yönündeki görüşün bu ilkelere aykırı olmadığı görünmekte, aksine kaporanın müşteriye iadesini şart koşmak kapora uygulamasını anlamsız hâle getirmektedir. Bu sebeple akdin kesinleştirileceği sürenin baştan tespit edilmesi, tarafların her ikisinin de kapora uygulamasına rıza göstermesi ve işlemin selem ve sarf gibi bedellerden en az birinin peşin olması gereken bir akit olmaması şartlarıyla yapılacak kaporalı alışveriş akdi caiz olur.
|
İnternetten program, yazılım, kitap, müzik vb. indirmek ve bunları kullanmak helal midir?
|
Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük değer verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyurulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesi gerektiğini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Teknolojinin geliştiği, insan emeğinin çok değişik şekil ve ortamlarda tezahür ettiği günümüzde aynı ölçüde hak ve emek ihlalleri söz konusu olmaktadır. Bu hak ihlalleri dijital dünyada da yaşanmaktadır. Bu tür haksız davranışlar sadece bireylerin hakkını gasp etmiş olmamakta, aynı zamanda, o alanlarda emek harcayan insanların yeni ürünler üretme konusundaki şevkini kırmakta, bu da geniş anlamda kamu hakkı ihlaline dönüşmektedir. Bu sebeple birer emek mahsulü olarak internet ortamına geçirilmiş olan her türlü program, yazılım, kitap, müzik vb. ürünleri ilgililerin izni olmadan elde edip kullanmak caiz değildir.
|
Başkasına ait bir markayı izinsiz kullanmak, bunun ticaretini yapmak, para kazanmak dinen caiz olur mu?
|
Başkasının emeğini gasp anlamına gelecek her iş, tutum ve davranış, kul hakkı sorumluluğunu gerektirir. Bu sorumluluk ise söz konusu hak sahibine iade edilmedikçe veya helallik alınmadıkça ortadan kalkmaz. İslâm emeğe büyük önem verir, haksız kazanca karşı çıkar. Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnsan için ancak çalıştığı vardır.” (en-Necm, 53/39) buyrulur. Hz. Peygamber de (s.a.s.) emeğin hakkının verilmesini değişik hadisleriyle ifade etmişlerdir. Bunlardan birinde, “Hiçbir kimse, elinin emeği ile kazandığını yemekten daha hayırlı bir kazanç yememiştir. Allah’ın Peygamberi Dâvûd (a.s.) da kendi elinin emeğini yerdi.” (Buhârî, Büyûʽ, 15 [2072]) buyurmuşlardır. Bu itibarla emek ve gayret sarf ederek toplum nezdinde itibar gören bir firmanın kendi markasının izinsiz olarak başkaları tarafından kullanılması kul hakkı ihlaline ve müşterilerinin aldatılmasına sebep olacağından İslâm ahlakıyla bağdaşmamaktadır. Ayrıca bu yolla haksız kazanç sağlamak da dinen caiz değildir.
|
Leasing (Finansal kiralama) sistemi ile alışveriş caiz midir?
|
Leasing (finansal kiralama); makine, teçhizat, taşıt aracı ve benzeri menkul veya gayrimenkul malların; bu mallara ihtiyaç duyan müteşebbislere bir kira sözleşmesi çerçevesinde kiralanmasını, kira süresi bitiminde de önceden belirlenen fiyat karşılığında satışını esas alan orta vadeli bir finansman yöntemidir. Esasında burada yapılan işlem; malın taksitle satılıp, mülkiyetinin taksitin bitimine kadar ertelenmesi ve daha sonra devredilmesinden ibarettir. Nitekim bazı muasır âlimlere göre de bu uygulama, satış ile kiranın birleşmesinden doğan yeni bir akittir. Buna göre günümüz ticaret örfünde önemli bir yeri olan ve taraflar arasında aldatma ve anlaşmazlığa neden olmayan leasing işlemi fıkhen yapılabilir.
|
Sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caiz midir?
|
Sosyal medya platformları, bilgi ve belge paylaşımı yapma, toplantı, sohbet ve yazışma üzerinden iletişim kurma imkânı sağlamanın yanı sıra günümüzde bir kazanç unsuru haline de gelmiş bulunmaktadır. Bir kazancın helal olabilmesi, kazanç unsuru olan mal veya hizmetlerin dinen meşru olmasına bağlıdır. Buna göre: a) Bu platformlardaki yazı, belge, fotoğraf, müzik, video, reklam vb. yayınlar, dinen meşru olmayan unsurlar içermemelidir. Bu kapsamda İslâm inanç esaslarını ve değerlerini inkâr eden veya alaya alan, Allah’a ortak koşma, batıl dinleri övme ve onaylama, bu dinlere ait sembolleri şirin gösterme gibi tevhit inancına aykırı olan, İslâm'ın haram kıldığı faiz, içki, domuz ürünleri, kumar, yalan, zina, müstehcenlik ve cinsel sapkınlık gibi unsurlara teşvik eden her türlü içeriğin yüklenmesi, paylaşılması, tıklanması, beğenilmesi, takip edilmesi ve reklamının yapılması meşru olmadığından bu tür yöntemler üzerinden kazanç elde etmek caiz değildir. b) Bu platformlara yüklenen içerikler dinen meşru olsa bile bunların izlenmesi veya tıklanması esnasında çıkan reklamların da dinen meşru olması için gerekli tedbirler alınmalıdır. c) Abone ve izlenme sayılarını yüksek göstermek için sahte hesaplar açmak veya satın almak, insanların aldatılmasına sebep olacağından, bu tür usuller kullanılarak kazanç elde edilmesi caiz değildir. d) Sosyal medya platformlarında çekilişe katılmak amacıyla bağışta bulunulması ve bu yolla toplanan paradan bağışçıların bir kısmına hediye verilmesi, kumar niteliğinde olup caiz değildir. e) Sosyal medya platformlarında içerik üretenlerin; suç unsuru barındıran, kul ve kamu haklarını ihlal eden, özel halleri ve mahrem bilgileri ortaya koyan yayınlar üzerinden kazanç elde etmesi caiz değildir. Yukarıda zikredilen hususlara dikkat edilerek sosyal medya platformlarından kazanç elde etmek caizdir.
|
Elektronik ürün senedi (ELÜS) alıp-satmak caiz midir?
|
Elektronik Ürün Senedi (ELÜS); lisanslı depolara teslim edilen saklanabilir tarım ürünleri karşılığında düzenlenen ve ürünün cins, sınıf ve kalitesi gibi detaylarını gösteren mülkiyet belgeleridir. İlgili kurum nezdinde elektronik olarak kaydı tutulan ELÜS, ticaret borsalarında alım-satıma konu olabilmektedir. Buna göre ELÜS; dinen meşru, fiziken mevcut ve aynı vasıfta teslim edilebilir bir ürünü temsil etmesi hâlinde bu senetlerin alım satımını yapmak caizdir. Ancak bu senetlerin organize teverruk işlemlerine konu edilmesi caiz değildir. Ayrıca iki ürünü temsil eden senetlerin birbiriyle mübadele edilmesi durumunda; aynı cins mallarda peşinlik ve eşitlik, farklı cins mallarda peşinlik şartına riâyet edilmelidir. İşlemin vadeli olması hâlinde ise bedellerden en az birinin peşin olması gerekir. ELÜS’ün, faizli işlemler dışında rehin vb. şekillerde teminat gösterilmesinde ve temsil ettiği ürünün sigortalanmasında da fıkhen bir sakınca bulunmamaktadır.
|
Banka Promosyonu caiz midir?
|
Bankaların, kamu veya özel sektörde çalışanlara, çalıştığı kurumlar tarafından maaşlarını kendilerinden almayı tercih etmeleri karşılığında vermiş oldukları promosyonlar, işleyiş bakımından faize tam olarak benzememekle birlikte faiz şüphesinden de tümüyle uzak değildir. Bu itibarla, temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda olanların bu parayı kendileri ve bakmakla yükümlü oldukları yakınları için kullanmamaları; bilakis ihtiyaç sahibi fakirlere vermeleri uygun olur.
|
Kıdem tazminatını almak caiz midir?
|
İslâm hukukuna göre işçi ve işveren arasında sözleşme serbestisi ilkesi vardır. Dolayısıyla Taraflar, hakkaniyet ve adalet başta olmak üzere dinî değerlere ve yasal mevzuata aykırı olmamak kaydıyla serbestçe bir iş sözleşmesi yapabilirler. İşçi ve işveren arasında kendi özgür iradeleriyle yapılan sözleşmeye devlet, bazı yararları hesaba katarak ilave maddeler veya çerçeve hükümler koyabilir. Sözleşmede açık bir hüküm bulunmayan hususlarda ilgili hukukî mevzuat ve genel örf esas alınır. Buna göre günümüzdeki iş sözleşmelerinde, işçinin bir kusuru olmadan işten çıkarılması durumunda ya da emeklilik hâlinde işveren tarafından yasal bir zorunluluk olarak “kıdem tazminatı” adıyla bir ödemenin yapılacağı açıkça yazılmakta veya herkesçe bilinmektedir. Şu hâlde ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranışları nedeniyle değil de haksız yere işten çıkarılan işçinin, hakkaniyet sınırları içinde kıdem tazminatı alması hem sözleşmenin, hem kanunun hem de hâkim örfün onayına medâr olduğu için caizdir. Emekli olan işçinin bu adla alacağı tazminat ise yukarıdaki üç gerekçeye ek olarak aynı zamanda uzun süre çalıştığı için kendisine ödenen bir yıpranma payı olarak da değerlendirilebilir.
|
Banka kredisi almaya aracılık eden kişinin komisyon alması helal olur mu?
|
Kişi veya firmanın bankadan alacağı faizli krediye aracılık edilmesi karşılığında komisyon adı altında ücret alınması helal olmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.), faiz alan ve verenin yanı sıra yazmak, şahit olmak ve vekil olmak suretiyle faiz işlemine yardımcı olan herkesi sorumlu tutmuştur (Müslim, Müsâkât, 106 [1598]). Eğer kredi faizsizse ve aracı olan kişi, bu işlemleri takip edip sonuçlandırmak için ücretle tutulmuşsa verdiği emeğin ve yaptığı hizmetin karşılığı olarak vekâlet/rehberlik ücreti alabilir.
|
Faizli kredi almak isteyen kişiye kefil olmak veya aracılık yapmak caiz midir?
|
İslam, kişilerin meşru işlerle uğraşmalarını ve geçimlerini helal yoldan temin etmelerini emreder ve her türlü faizi kesin olarak haram kılar (al-i İmran, 3/130; Nisa, 4/161). Şahıslar veya kurumlarla yapılacak faizli kredi işlemleri de bu kapsamdadır. Bu itibarla haram olan bir işlemi yapmak caiz olmadığı gibi ona aracılık yapmak ve destek olmak da caiz değildir (Mevsili, el-İhtiyar, II, 406). Nitekim konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.); faizi yiyene, yedirene, yazana ve buna şahitlik edenlere lanet etmiş ve hepsinin (günahta) eşit olduğunu bildirmiştir (Müslim, Müsakat, 106). Dolayısıyla faizli kredi alacak bir kişinin borcuna kefil olmak veya aracılık yapmak caiz değildir.
|
Mahkemenin hükme bağladığı kan bedelini almak câiz midir?
|
Tedbirsizlik ve dikkatsizlik gibi bir hata sonucu herhangi bir kişinin ölümüne sebep olan kişi, ölenin yakınlarının talep etmesi hâlinde, diyet (kan parası/tazminat) ödemekle yükümlü olur (Ebû Dâvûd, Diyât, 16-24 [4541-4588]; Tirmizî, Diyât, 1-4 [1386-1392]); Ayrıca bk. İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 10/298-299). Dolayısıyla böyle bir olaydan dolayı mahkemenin takdir ettiği tazminatın tam diyet miktarını (yaklaşık 4250 gr altın karşılığı aşmayacak kadar kısmını), ölenin yakınlarının alması câiz ve alınan para helâldir.
|
Mahkemenin hükmettiği tazminatı almak caiz midir?
|
İslâm’ın kesin kurallarıyla çelişmeyen ve yürürlükteki hukukî mevzuata bağlı olarak yapılan iş akdinde, taraflardan birinin haksız uygulaması üzerine açılan davada mahkemenin, kendisine sunulan gerçek delil ve doğru beyanlara dayanarak hükmettiği tazminatı almak dinen caizdir.
|
Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir?
|
Trafik kazası sonucu tazminat alınması caiz midir? Trafik kazaları neticesinde ölüm, sakatlanma, yaralanma veya maddi zarar meydana gelebilmektedir. İslam’da, bunlara sebep olan suçlular için düzenlenmiş müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret vb.) bulunmaktadır. Buna göre kazada mağdur olan kişi, suçlu olan taraftan trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında tazminat talebinde bulunabilir. Söz konusu tazminat, suçlunun sigortasından karşılanabileceği gibi mahkeme yoluyla da talep edilebilir. Dolayısıyla sigortanın ödeyeceği veya mahkemenin hükmettiği miktar diyet yerine geçer.
|
Ölümle sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?
|
Fakihlere göre öldürme, işleniş biçimi bakımından farklı kısımlara (kasten, kasta benzer, hataen, hata yerine geçen ve tesebbüben öldürme) ayrılmış ve her bir öldürme türüne müeyyideler (diyet/tazminat, keffaret, vb.) düzenlenmiştir. Ölümle sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen öldürme” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla öldürme) bağlamında değerlendirilir. Fakihler, hata yoluyla öldürme diyetini/tazminatını, suçlunun akılesinin (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) ödemesi gerektiği üzerinde ittifak etmişlerdir. (Kasani, Bedai‘, VII, 355; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 53; İbn Rüşd, Bidaye, II, 410; İbn Kudame, Muğni, VIII, 97) Fıkıhta tam diyet genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer. Söz konusu tazminat miktarı, İslam miras taksimatına göre kazada ölen kişinin varislerine verilir. Ayrıca ölüme neden olan suçlunun, “… Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutmalıdır” (Nisa, 4/92) ayeti gereğince iki ay peş peşe oruç tutması gerekir.
|
Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır?
|
Maddi hasar ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat sorumluluğu var mıdır? İslam’da, din, can, akıl, nesil ve mal güvenliği korunması gereken beş temel esas (zarurat-ı hamse) olarak değerlendirilmiş, bir kimsenin malına gelen zararların giderilmesi, ana ilkelerden biri olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla trafik kazasında suçlu olan kişi, trafik kaza raporunda belirtilen hata oranında mağdur ettiği kişinin aracına verdiği maddi zararı ve araçta meydana gelen piyasa değerindeki azalmayı tazmin ile yükümlü olur. Sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat yerine geçer.
|
Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan kârlar tazmine konu olur mu?
|
Trafik kazaları neticesinde mahrum kalınan karlar tazmine konu olur mu? Telef edilen veya kısmen zarar gören bir mal misli (standart) ise misli ile, kıyemi ise kıymeti ile tazmin edilmesi temel ilkedir. Bununla birlikte fakihlerin bir kısmı, mala zarar gelme neticesinde mahrum kalınan karları mal olarak kabul etmediklerinden bunların tazmin edilemeyeceği kanaatindedirler. (Zeylai, Tebyin, V, 234; Ayni, Binaye, IX, 206) Bazı fakihler ise, mahrum kalınan ve elde edilmesi muhtemel karların da tazminde dikkate alınması gerektiğini ve buna hakimin karar verebileceğini söylemişlerdir. (Maverdi, el-Havi, VII, 152; Buhuti, Keşşafu’l-Kına‘, IV, 112; Zuhayli, Nazariyyetü’d-daman, s. 89-94) Buna göre mesela; trafik kazası neticesinde zarar gören bir ticari aracın tamirat süresince çalışamamasından ötürü meydana gelen kayıplar (mahrum kalınan karlar) mahkeme yoluyla talep edilebilir.
|
Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi?
|
Trafik kazasının kişinin iradesi/dahli dışında gerçekleşmesi durumunda tazminat gerekir mi? İslam hukukunda bir şeyin itlaf edilmesi sonucu meydana gelen zararın faile isnat edilebilmesi ve bir tazmin sorumluluğu doğabilmesi için fiil ile zarar arasında illiyet bağının bulunması, yani zararın fiilin tabii sonucu olarak ortaya çıkması gerekmektedir. Bununla birlikte zararla fiil arasında esasen bir illiyet bağı mevcut olmakla beraber farklı bir faktörün devreye girmesi, failin tazmin sorumluluğunu düşürebilir. Söz konusu illiyet bağını kesen sebeplerin en başta geleni ise mücbir sebep denilen haldir. Fakihler fırtına, yangın, sel gibi mücbir sebeplerin bir zararı meydana getirdiği durumlardaki zarardan o fiilin failini bundan sorumlu tutmamışlardır. Mesela fırtına, yangın, sel, hastalık veya ani ölüm gibi nedenlerle hayvanın düşüp bir şeyi telef etmesi durumunda, binici tazmin ile sorumlu tutulmamıştır. (Şirbini, Muğni’l-muhtac, V, 542) Burada fiille zarar arasındaki illiyet bağını mücbir sebep ortadan kaldırmıştır. İlliyet bağını kesen bir diğer sebep ise zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurudur. Dolayısıyla zararın meydana gelmesine zarar görenin veya üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sebep olmuşsa failin yine tazmin borcu doğmaz. Bu husus, trafik ile ilgili mevzuatta şu şekilde zikredilmiştir. “İşleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bir bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın, kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya bir üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulur.” (Karayolları Trafik Kanunu/KTK, md. 86) Buna göre; kurallara uygun bir şekilde trafikte seyreden bir sürücünün şiddetli yağmur, fırtına, sel, vb. nedenlerle iradesi/dahli dışında aracıyla bir şeyi telef etmesi veya zarar görenin yahut üçüncü bir kişinin kusurlu bir davranışı sonucu zarar meydana gelmesi durumunda tazmin ile sorumlu tutulmaz.
|
Alkol ve diğer haram ürünlerin satıldığı bir iş yerinde çalışmak caiz midir?
|
Dinimizde yasak olan şeyleri yapmak günah/haram olduğu gibi böyle şeylerin yapılmasına rıza göstermek ve yardımcı olmak da günah/haramdır. Hz. Peygamber, haram bir maddeyi kullanan ile birlikte onu imal eden, taşıyan, aracılığını ve sunumunu yapan kişilerin de aynı günaha girdiğini bildirmiştir (bkz. Ebû Dâvûd, Eşribe, 2 [3674]; İbn Mâce, Eşribe, 6 [3380]). Bu itibarla, bir kimsenin helâlinden kazanma konusunda alternatif imkânları bulunduğu sürece dinen yasaklanan şeylerin yapıldığı iş yerlerinde çalışması câiz olmaz. Ancak bütün çabalarına rağmen geçimini sağlayacak başka iş bulamadığı durumlarda zaruret sebebiyle bu tür iş yerlerinde çalışabilir. Zaruret durumunun ortadan kalkması yani yapılması helâl olan uygun bir iş veya iş yeri bulması hâlinde ise mevcut iş yerini terk etmesi gerekir.
|
Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi?
|
Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazalarında tazminat alınabilir mi? Yaralanma veya sakatlanma ile sonuçlanan trafik kazaları, dinen “hataen yaralama” (bir kişiyi herhangi bir kasıt bulunmaksızın yanlışlıkla yaralama) bağlamında değerlendirilir. Fıkıhta bu tür suçlar; “organların kesilmesi”, “organlardan sağlanan faydanın yok edilmesi”, “baş ve yüzde meydana gelen yaralar” ve “baş ve yüz dışında meydana gelen yaralar” olmak üzere dört kısımda değerlendirilmiştir. Bu yaralanmalara öngörülen diyet/tazminat miktarlarının bir kısmı hadislerde (bkz., Nesai, Kasame 45; Darimi, Sünen, I, 562) zikredilmiş olup diğerleri hakimin takdirine bırakılmıştır. (İbn Cüzey, el-Kavaninu’l-Fıkhiyye, s. 351; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 95; İbn abidin, Reddü’l-Muhtar, V, 415) İnsan vücudunda tekli (burun ve dil gibi), çiftli (iki el, iki ayak, iki göz gibi), dörtlü (göz kapakları ve kirpikler) ve onlu (el ve ayak parmakları) organlar bulunmaktadır. Tekli organların telef edilmesi veya fonksiyonunu tamamen kaybetmesi durumunda tam diyet, çiftli organlarda yarım, dörtlü organlarda dörtte bir, onlu organlarda ise onda bir diyet gerekir. Her bir diş için de diyetin yüzde beşi takdir edilmiştir. Miktarı naslarda belirlenmediği durumlarda hakimin takdir edeceği miktar (hükumetü’l-adl) gerekir. (İbn Kudame, Muğni, VIII, 35; Kasani, Bedai‘, VII, 311-324; Zeylai, Tebyinü’l-Hakaik, VI, 134; Şirbini, Muğni’l-Muhtac, IV, 66; Desuki, Haşiye, IV, 278) Fıkıhta tam diyet, genellikle 100 deve veya 1.000 dinar (yaklaşık 4.250 gr. altın) olarak tespit edilmiş ve bunun akıle (kasıt unsuru bulunmayan öldürme veya yaralama hadisesinde suçlu adına diyet ödemeyi yüklenen şahıslar/kurumlar) tarafından ödeneceği belirtilmiştir. Günümüzde klasik dönemde olduğu şekliyle akıle müessesesi işletilemediğinden mevcut sigorta sistemi akıle kapsamında değerlendirilebilir. Dolayısıyla sigortanın karşılayacağı veya dava sonucu mahkemenin hükmedeceği miktar, tazminat/diyet yerine geçer.
|
Kredi kartı ile yapılan alışverişlerde bankanın yaptığı hizmet karşılığında iş yeri sahiplerinden komisyon alması faiz olur mu?
|
Bir iş veya bir hizmet ya da mal karşılığında alınan bedel helaldir. Bankalar verdikleri kredi kartlarıyla bir hizmet sunmaktadırlar. Dolayısıyla kredi kartı ile yapılan alışverişlerde, bankanın verdiği hizmet karşılığında anlaşma gereği iş yeri sahiplerinden komisyon adı altında almış olduğu ücret, faiz olarak değerlendirilemez.
|
Ön ödemeli banka kartlarının kullanılması caiz midir?
|
Ön ödemeli kartlar, bankacılık/finans sektöründe faaliyet gösteren kuruluşlar tarafından sunulan bir hizmettir. Bu hizmet gereğince müşteri, ön ödemeli kartına önceden yüklediği belli oranlardaki meblağı dilediği zaman harcamalarında kullanabilmekte, karta herhangi bir ön yükleme yapmadığı takdirde ise kart kullanılamamaktadır. Faizli işlem barındırmayan veya faizli işlemlere aracı kılınmayan ön ödemeli kartların kullanılmasında ise herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Ön ödemeli kartların belli bir mevzuat çerçevesinde çıkarılıp işleme konduğu ve her kuruluşun kendi koyduğu şartlar muvacehesinde bu hizmeti sunduğu anlaşılmaktadır. Mesela (x) kuruluşu para yüklemede herhangi bir bedel istemezken (y) kuruluşu bedel isteyebilmekte veya (x) kuruluşu ilgili kartı 5 TL’ye verirken (y) kuruluşu bu kartı 10 TL’ye verebilmektedir. Kartın ilk olarak müşteriye satımında, kullanımında ve yükleme yapıldığında kartı çıkaran kuruluş tarafından alınan bedeller, hizmet bedeli kapsamında değerlendirilmiş ücretlerdir.
|
Kredi kartı ile altın satışı caiz midir?
|
Altın, gümüş, döviz, TL vb. para cinsinden olan şeylerin birbirleriyle değiştirilmesine sarf denir. Sarf akdinde bedellerin peşin olması gerekir. Aksi takdirde yani, bedellerden birinin veresiye olması hâlinde yapılan işlem faize (nesîe ribasına) dönüşür. Buna göre altının, vade farkı uygulanmasa bile veresiye olarak satılması faiz olacağından caiz değildir. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz; cinsi cinsine birbirine eşit ve peşin olarak satılır. Malların sınıfları değişirse peşin olmak şartıyla istediğiniz gibi satın.” (Müslim, Müsâkât, 81 [1587]; bkz. Buhârî, Büyûʽ, 74-82 [2170-2187]). Altının kredi kartıyla satışı konusunda farklı görüşler ileri sürülebilir. Kart sahibi olan kurumun (bankanın), kredi kartı ile yapılan satışın bedelini, anında satıcının hesabına yatırması hâlinde, yapılan alışverişin sahih olacağı, dolayısıyla burada nesîe (veresiye) ribasının söz konusu olmayacağı söylenebilir. Altın bedelinin anında satıcının hesabına geçirilmeyip daha sonra ödenmesi durumunda yukarda belirtilen, sarf akdi şartına riâyet edilmediği ve altının para ile veresiye satışı söz konusu olduğu için caiz olmaz. Her halükarda altının peşin ödeme ile alım satımının yapılmasının daha doğru olduğu Müslüman olarak şüpheli şeylerden kaçınılması ve peşin para ile altın veya dövizin alınmasının daha isabetli ve ihtiyatlı olacağı kesindir.
|
Kredi kartı ile yapılan taksitli alışverişlerde peşin fiyata göre bir miktar fazla ücret ödenmesi caiz midir?
|
Bir malı peşin olarak satmak caiz olduğu gibi vadeli ya da taksitle satmak da caizdir. Peşin veya çeşitli vadelere göre taksitlendirilerek satışa sunulan bir malın, değişik alternatifleri gözden geçirdikten sonra bunların birini tercih edip, akdi onun üzerine kurmak suretiyle vadeli veya taksitli olarak satımında dinen bir sakınca yoktur. Alışverişte önemli olan, pazarlığın bittiği sırada satış bedelinin belirlenip akdin bu bedel üzerinden kesinlik kazanmış olmasıdır (Serahsî, el-Mebsût, 13/7-8). Bu şartlara uymak kaydı ile veresiye alışveriş fiyatının peşine göre daha fazla olmasında bir sakınca yoktur. Ancak akit bittikten sonra banka ya da finans kuruluşları gibi üçüncü şahıslar tarafından zimmetteki peşin borcun vadeli olarak yeniden yapılandırılması faizli işlem sayılacağından caiz değildir.
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.