Soru
stringlengths 9
201
| Cevap
stringlengths 99
13.3k
|
---|---|
Hac ve umre ibadetlerini yerine getirirken mal ve hizmet satın alımlarını kredi kartı ile peşin yahut taksitli olarak yapmanın dini hükmü nedir?
|
Hac ve umre organizasyonunda, konaklama, rehberlik, sağlık, iaşe vb. hizmetler, Diyanet İşleri Başkanlığı ve belirli şartlara sahip acenteler tarafından sunulmakta ve bunlar karşılığında bir bedel talep edilmektedir. Mal ve hizmet satın alımlarında bedel, nakden veya kredi kartı yoluyla peşin veya vadeli olarak ödenebilir. Ödemenin kredi kartıyla taksitli yapılması hâlinde müşterinin taksitlerini zamanında ödeyerek faizli işleme düşmemesi gerekir. Bunun yanında, mal veya hizmet satan tarafın, yapılan taksitlendirmeye uygun olarak alacağını zamanında ve tam olarak almak yerine, erken alma karşılığında bankadan eksik tahsil etmesi caiz değildir.
|
Önceden mezarlık olan bir alana cami veya başka bina yapılabilir mi?
|
Mezarlık olarak vakfedilen bir yerin, bu hizmette kullanılması mümkün olduğu sürece başka bir hizmete tahsisi uygun değildir. Uzun müddet cenaze defnedilmese bile, bu yerin kabristan olarak muhafaza edilmesi münasip olur. Zorunlu bir durum olmadıkça böyle bir kabristanı satmak, üzerine bina yapmak ya da benzer tasarruflarda bulunmak için ölü kemiklerini başka bir mezarlığa nakletmek doğru bir davranış değildir (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 4/448-450). Ancak başka bir alternatifin olmadığı ya da kamu menfaatinin gerektirdiği durumlarda, mezarlık başka bir yere nakledilerek yeri, cami vb. amaçlar için kullanılabilir.
|
Kişinin mallarını tümüyle vakfetmesi caiz midir?
|
Kişi, sağlığında malları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunma hakkına sahiptir. Mallarını yoksullara veya hayır kurumlarına bağışlayabilir. Vakfın sahih olması için vakfeden kişinin akıllı ve ergenlik çağına erişmiş olması ve vakfın ebedî olması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s.), Fedek ve Hayber arazilerindeki hisselerini Müslümanların yararına vakfetmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 1 [2739]; Ferâiz, 3 [6725]; Müslim, Cihâd, 52-54 [1759]). İbn Ömer’den rivâyet edildiğine göre; Hz. Ömer’in payına Hayber’den bir arazi isabet etmiş, Hz. Ömer de (r.a.) Hz. Peygamber’e (s.a.s.), “Ya Resûlallah, Hayber’den elime öyle bir toprak parçası geçti ki şimdiye kadar bundan daha değerli bir mala sahip olmamıştım. Bana neyi tavsiye buyurursunuz?” demişti. Hz. Peygamber de (s.a.s.); “İstersen aslını (kendine) bırakır, menfaatini tasadduk edersin.” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer, satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılara intikal etmemek üzere; fakirler, akraba, köleler, misafirler ve yolcular için tasadduk etti. Onu idare edenin mülküne bir şey geçirmeksizin, normal ölçüler içinde yemesi ve yedirmesinin serbest olduğunu belirtti (Buhârî, Şurût, 19 [2737]; Vesâyâ, 22, 28-29 [2764, 2772-2773]; Müslim, Vasıyyet, 15 [1632]). Hz. Osman da Medine’deki Rûme kuyusunu satın alıp bütün Müslümanların yararına tahsis etmiştir (Tirmizî, Menâkıb, 19 [3699, 3703]; Nesâî, Cihâd, 44 [3182]). Ancak kişi malını vakfederken, mirasçıların mağdur olmamasına dikkat etmesi uygun olur.
|
Bir kimse hayatta iken mülkünü bir hayır kurumuna bağışlasa, ölümünden sonra çocukları bu bağışı iptal ettirebilirler mi?
|
Karşılık şart koşulmaksızın bir malın hayatta iken başkasına temlik edilmesine “hibe” denir. Hibe iki taraflı bir akit olup, tarafların irade beyanı ile kurulur; hibe edilen malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. Hibenin geçerli olması için bağışlama anında akit konusu malın mevcut olması, malum ve belirli bulunması, bağışlayana ait olması ve tarafların rızalarının bulunması şarttır (İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 4/112; Merğinânî, el-Hidâye, 3/222). Usûlüne uygun olarak yapılan ve teslimi tamamlanan hibe akdinden dönmek kural olarak câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bunu kınamıştır (Buhârî, Hibe, 14 [2589]; Müslim, Hibât, 5-8 [1622]). Ancak Hanefîler hibeyi kabul eden kişinin rızası veya hâkim kararı ile hibeden dönülebileceğini kabul etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 3/227). Buna göre bir kimse hayatta iken yapmış olduğu hibeden geri dönme hakkına sahiptir. Ama onun ölümünden sonra çocuklarının bu hibeyi iptal etme hakları yoktur.
|
Camideki eski halıları veya diğer kullanılmayan eşyayı satarak caminin ihtiyaçları için kullanmak caiz midir?
|
Amacına hizmet etme imkânı kalmayan bir vakfın aynı amaca hizmet etmek üzere değiştirilmesi veya satılması câizdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 4/376). Camilere ait olup da kullanılmayan halı, kilim vb. eşyanın çürümeye terk edilmesi uygun olmaz. Dolayısıyla antika değeri olmayanlarının, usûlüne uygun bir şekilde ihtiyacı olan başka bir cami veya mescide verilmesi; ihtiyacı olan başka bir cami veya mescidin bulunmaması hâlinde ise ilgili mevzuat çerçevesinde satılıp parasının demirbaş olacak şekilde caminin diğer ihtiyaçlarına harcanmasında dinen bir sakınca yoktur.
|
Bir vakfa ait olup resmî tescili bulunmayan gayrimenkuller hakkında dinen ne yapılması gerekir?
|
Bir malın vakıf olduğuna dair vakfiyenin bulunması veya resmî kayıt şart değildir. Güvenilir kişilerden müteşekkil şahitlerin şehâdeti ile de bir yerin vakıf olduğu dinen sabit olur. Ancak vakıf malının başkasının eline geçip zayi olmaması için ilgili mercilerce kayıt altına alınması ihmal edilmemelidir. Vakıf olduğu sabit olan bir yerin vakıf amacı dışında kullanılması, hibe edilmesi veya usûlüne uygun bir istibdâl işlemi (vakıf taşınmazın, aynı değerde veya daha değerli bir başka taşınmazla takası) dışında başkalarına satılması câiz değildir. Vakıf malını bedelsiz olarak zimmete geçirme konusunda vebal açısından şahıs veya kamu kuruluşu arasında dinen herhangi bir fark yoktur. Buna göre vakıf malını vakıf olmaktan çıkaran kişiler veya kurum ve kuruluş yetkilileri, bu konuda taksir ve ihmali olanlar veya buna göz yumanlar dinî yönden sorumludurlar. Kaldı ki, istibdâl şartlarına uymayan tasarruflar sonucunda herhangi bir vakıf malının vakıf olma özelliğini yitirmesi söz konusu değildir. Bu bağlamda camilere veya halkın hizmetine tahsisli olarak vakfedilen fakat zamanında resmî tescili yapılmadığından dolayı, sonradan çıkarılan yasalarla kamu/belediye mülkiyetine geçirilen taşınmazların vakıf niteliği sona ermez. Bu sebeple söz konusu taşınmazlar, vakfedildikleri cihete tekrar tahsis edilmelidir. Bunun için gerekli işlemleri yapmak hem kamunun hem de ilgili taşınmazın vakıf olduğunu bilen kimselerin görevidir. Girişimlere rağmen vakıf niteliği tekrar kazanılamaz ve o gayrimenkul, çeşitli yollarla özel ya da tüzel kişilerin mülkiyetine geçerse bu durumda o taşınmazı vakıf olmaktan çıkaran kişiler dinen sorumlu olurlar. Bu durumda vakıf malına, satın alma veya miras yoluyla sahip olan kişiler, imkânları nispetinde o malı aslî kimliğine kavuşturmaya çalışmalıdırlar.
|
Zekât nedir?
|
Zekât, dinen zenginlik ölçüsü kabul edilen miktarda (nisap) mala sahip olan kimselerin Allah rızası için muayyen kişilere vermesi gereken belli miktarı ifade eder. Zekâtın farz olması için; malların nisaba ulaşması yanında nâmî (hakikaten ya da hükmen üreyici/artıcı) olması, sahip olunduğu andan itibaren üzerinden bir yıl geçmesi, bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlardan fazla olması gerekir. Nisap, zekâtla yükümlü olmak için esas alınan zenginlik ölçüsüdür. Bu ölçü, altında 20 miskal (80.18 gr.), devede 5, sığırda 30, koyun ve keçide 40 adettir. Zekâtın kimlere verileceği Kur’ân-ı Kerîm’de ayrıntılı şekilde açıklanmış (et-Tevbe, 9/60), nisabı da hadislerde belirtilmiştir (Buhârî, Zekât, 32, 38, 55 [1447, 1454, 1483]; Müslim, Zekât, 1-5, 7 [979, 981]). Buna göre temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişinin, yukarıda belirtilen diğer şartlar da yerine gelmişse bu mallarının zekâtını vermesi gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/4 vd.).
|
Zekâtın farz kılınmasındaki hikmetler nelerdir?
|
Hicretin ikinci yılında Medine’de farz kılınmış olan zekât, Kur'ân-ı Kerîm’de pek çok âyette namaz ile birlikte zikredilmiş (el-Bakara, 2/43, 110; el-Hac, 22/78; en-Nûr, 24/56); Hz. Peygamber (s.a.s.) de bunun İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Zekât, 1 [1395-1398]; Müslim, Îmân, 31 [19]). Zekât malî bir ibadet olup ferdi ve toplumsal manada birçok hikmet ve faydayı kendisinde barındırmaktadır. Öncelikle zekât, alan açısından çok önemlidir. Zira zekât vasıtasıyla muhtaç kişilerin temel ihtiyaçları karşılanır. Bu yönüyle zekât ibadeti toplumsal barışa ve dayanışmaya da büyük katkı sağlamaktadır. Zekât zengin ile fakir arasında gönül köprülerinin kurulmasına vesile olur. Sevgili Peygamberimizin, “Zekât, İslâm’ın köprüsüdür.” (Taberânî, Mu’cemu’l-evsât, 8/380 [8937]) hadis-i şerifi de bu noktaya işaret etmektedir. Zekât vesilesiyle insanlar birbiriyle kaynaşır aralarında sevgi ve saygıya dayalı bir huzur ortamı oluşur. Zekât vermek kişiyi kalben, ruhen ve manen arındırır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Onların mallarından zekât al ki onları temizleyesin ve arındırasın…” (et-Tevbe, 9/103); “…Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder ve onları destekler, bir de Allah için karz-ı hasende bulunursanız andolsun ki sizin günahlarınızı örterim ve sizi mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım…” (el-Mâide, 5/12). Bir başka âyet-i kerîmede ise “…Rahmetim her şeyi kapsamıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” (el-A’râf, 7/156) buyrulmaktadır. Zekât veren kimse Allah’ın kendisine bahşettiği malından infakta bulunmak suretiyle kulluk şuuruna ve bilincine kavuşur. Başa kakmadan ve gönül incitmeden ifa edeceği bu ibadet sayesinde kişi içindeki mal sevgisini ve dünya hırsını dizginler. Böylelikle zekât, kişideki cimrilik hastalığını ortadan kaldırır. İnsanoğlu mala karşı gerçekten hırslıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa mutlaka bir üçüncüsünü ister. Onun gözünü ancak toprak doyurur.” (Buhârî, Rikâk, 10 [6436]; Müslim, Zekât, 116 [1048], 119 [1050]) buyurmuştur. Ancak kişi zekât vermek suretiyle malın, mülkün ve servetin gerçek sahibinin Allah olduğu inancını pratiğe dökmüş olur. Böylelikle ideal kulluk bilincine ulaşıp, hırstan, gururdan, bencillik ve kibirden uzaklaşmış olur. Zekât veren kimse diğer insanlara karşı şefkatli ve merhametli olur. Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 7/472 [11034]) şeklinde cevap vermiştir. Zekât, veren açısından bir borç, alan açısından da bir haktır. Kur'ân-ı Kerîm müminlerin mallarında hem isteyebilen hem de istemekten utanan yoksul için belli bir hak olduğunu ifade etmektedir (bkz. ez-Zâriyât, 51/19; el-Meâric, 70/24-25). Çünkü insan servet elde ederken içerisinde yaşadığı toplumun imkânlarını kullanır. Zekât sayesinde, toplum olarak elde edilen ve üretilen maddî değerlerin belirli kişilerin ellerinde toplanmasına engel olunur. Bu sayede sosyal adaletin sağlanması ve refahın geniş kitlelere yayılmasına katkıda bulunulur. Ayrıca bu sayede, ekonomik sıkıntı yaşayan kişiler ihtiyaçlarını, bir sömürü aracı olan faizli borca girmeden karşılama imkânı bulurlar.
|
Zekât kimlere farzdır? Geçerli olmasının şartları nelerdir?
|
Zekât ibadeti ile ilgili şartlar, zekâtın bir kimseye farz olmasının ve verilen zekâtın geçerli olmasının şartları şeklinde iki ayrı başlık altında ele alınır. Bir kimseye zekâtın farz olması için o kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve hür olması (Kâsânî, Bedâî’, 2/4-5), bir yıllık borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı nitelikte “nisap miktarı” mala sahip olması gerekir. Artıcı nitelikte olmakla kastedilen, malın sahibine gelir, kâr, fayda temin etmesi yahut kendiliğinden çoğalma ve artma özelliğine sahip bulunmasıdır. Zekâtın farz olması için ayrıca nisap miktarı mal ya da servete sahip olduktan sonra üzerinden bir kamerî yılın geçmesi ve yıl sonunda da nisap miktarını koruması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, 2/13 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, 4/73-74). Yıl içerisindeki artış ve düşüşlere itibar edilmez. Zekât bu süre dolmadan önce de verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/15). Zekâtın geçerli olmasının şartlarına gelince, öncelikle “niyet” şarttır. Zekât bir ibadet olduğu için niyetsiz yerine getirilemez (Kâsânî, Bedâî’, 2/40; İbn Kudâme, el-Muğnî, 5/88). Ayrıca fakire verilmesi ve teslimi demek olan “temlik” de şarttır (Kâsânî, Bedâî’, 2/39). Yemek hazırlayıp yedirmek gibi ibâha denilen yollarla fakire zekât verilmiş olmaz.
|
Havaic-i asliyye (temel ihtiyaçlar) nelerdir?
|
İslâm kişiyi güç yetirebileceği yükümlülüklerle sorumlu kılmıştır. Bu nedenle zekât ve diğer bazı mali yükümlülüklerle mükellef olmak için temel ihtiyaçlardan (havâic-i asliyye) fazla bir mala sahip olma şartı aranmıştır. Havâic-i asliyye; kişinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin bir yıllık temel ihtiyaçlarıdır. Hangi malların temel ihtiyaç maddesi sayılacağı ve bunun ölçüsünün ne olduğu hususu kişiye, zamana, şartlara ve çevreye göre değişir. Bununla birlikte İslâm bilginleri temel ihtiyaç maddeleriyle ilgili birtakım genel, açık ve objektif ölçüler getirmişlerdir. Temel ihtiyaçların bu ölçüler ışığında toplumun ortak değerlerine ve toplumdaki asgari geçim ve hayat standartlarına göre belirlenmesi gerekir. Buna göre temel ihtiyaçlar; barınma, yiyecek, giyecek, sağlık ve güvenlik giderleri, ulaşım, eğitim, ev eşyası, meslek ve üretim için kullanılan arsa, bina, makine ve aletler ile elektrik, su, yakıt, aidat vb. cari giderlerdir.
|
Zekât hesaplanırken hangi borçlar düşülür?
|
Zekât vermekle yükümlü olan kişi, elindeki zekâta tâbi olan malından kul haklarına müteallik borçlarını düşer. Hanefî mezhebinin genel görüşüne göre, ödeme günü gelmiş veya gelmemiş olan borçlar bu konuda aynı hükme tâbidir. Ancak Hanefîlerden bir kısım âlimlerin görüşüne göre, sadece vadesi gelmiş olarak birikmiş ve alacaklısı tarafından talep edilen borçlar düşülür; henüz ödeme günü gelmemiş olan borçlar düşülmez. Zira bu tür veresiye borçlar genellikle alacaklıları tarafından istenmez; ödeme günü gelmiş olan borçlar istenir (Kâsânî, Bedâî’, 2/6). Şâfiî mezhebinin meşhur olan görüşüne göre ise hiçbir borç, zekâta tâbi olan malların hiçbirisinden düşülmez, dolayısıyla borçluluk hâli zekât vermeye engel değildir (Nevevî, el-Mecmû’, 5/344). Günümüzde ödeme planı uzun bir takvime bağlanmış olan ve ileriki yıllarda düzenli olarak ödenecek olan kamu, TOKİ, kooperatif, kredi türü borçlar, bütünüyle zekât malından düşülmemelidir. Zira bu ödeme takvimleri 10-20 yıllık çok uzun vadeleri kapsamakta ve insanlar bu borçları hemen o yılda ödeme durumuyla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Bu bakımdan kişinin elinde bulunan zekâta tabi mallardan, sadece o zekât yılına ait olan birikmiş borçlar, vadesi o yıl içinde dolmuş veya dolacak olan ve dolayısıyla o zekât yılı içinde hemen ödenmesi gereken borçlar düşülmelidir. Zira zekât, yıllık bir ibadettir.
|
İhtiyaç için kullanılan araç-gereç ve malzemelere zekât düşer mi?
|
Sanat ve mesleğin icrası için gerekli olan araç-gereç, makine ve malzemeler, aslî ihtiyaçlar kapsamında yer alır. Dolayısıyla bunların zekâtının verilmesi gerekmez. Ancak kişinin kendi mesleğinin icrası için değil de ticaret için üretilen veya alınıp satılan araç-gereç, malzeme ve makinelerin zekâtının verilmesi gerekir (Zeylaî, Tebyîn, 1/253; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/172).
|
Babası ile birlikte oturan kimse zekât ile mükellef midir?
|
İslâm’da mülkiyetin şahsiliği esastır. Buna göre bir kimse babasıyla birlikte oturuyor olsa bile zekâta tâbi nisap miktarı mala sahip ise zekât ile mükelleftir. Ancak babası ile mallarını ayırmamışlar da ortak kazanıp ortak harcıyorlarsa, bu takdirde ellerindeki birikim üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan kişi zekâtla yükümlü olur.
|
Büluğ çağına ermemiş zengin çocukların malından zekât vermek gerekir mi?
|
Bir kimsenin zekâtla mükellef olması için âkil ve bâliğ olması gerekir (Kâsânî, Bedâî’, II, 9 vd.). Bu bakımdan Hanefîlere göre zengin de olsa büluğ çağına girmemiş çocukların mallarından zekât vermek gerekmez. Ancak, çocuklara ait tarım arazilerinden elde edilen tarım ürünlerinin öşrü yani zekâtının verilmesi gerekir (Serahsî, el-Mebsût, III, 50; İbn Nüceym, el-Bahr, II, 255). Şâfiî mezhebine göre zekât vermek için akıl ve büluğ şart değildir. Çocuk ve aklî yeterliliği olmayan (mecnun) kimsenin de zekât vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 602).
|
Bir öğrencinin burs olarak aldığı para nisap miktarına ulaşırsa zekât vermesi gerekir mi?
|
Bir yıllık borcu ve temel ihtiyaçları dışında 24 ayardan 80,18 gr. veya daha fazla altına veya bu değerde para veya ticaret malına sahip olan bir kimse, buna mâlik olduğu günden itibaren üzerinden bir yıl geçtiğinde, zekât vermekle yükümlü olur. Zekâta tâbi olan paranın alınan yardımlardan ve burs paralarından oluşması durumu değiştirmez.
|
Kira gelirleri zekâta tâbi midir?
|
Bir yıllık borcu ve aslî ihtiyaçları dışında 80.18 gr. altını veya bu miktar değerinde malı yahut parası olan kimseler, dinen zengin sayılır. Kira gelirlerinin zekâta tâbi diğer mal ve gelirlerle birlikte, temel ihtiyaçlar ve borçlar çıktıktan sonra nisap miktarına (80.18 gr. altın veya değeri) ulaşması ve üzerinden bir yıl geçmesi hâlinde kırkta bir (%2,5) oranında zekâtının verilmesi gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/165, 190-191).
|
Zekât kimlere verilir?
|
Zekâtın verileceği kimseler Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir. Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır (et-Tevbe, 9/60). Fakir ve miskin, temel ihtiyaçları dışında herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olmayan kimsedir. Ancak temel ihtiyaçları dışında, ister artıcı (nâmî) vasıfta olsun ister olmasın, herhangi bir maldan nisap miktarına sahip olan kimse fakir veya miskin kapsamında olmadığından ona zekât verilmez (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/266). Borçlu, kul hakkı olarak borcu olan ve borcunu ödeyeceği maldan başka nisap miktarı malı bulunmayan kimsedir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/268). Yolda kalmış kimse, sürekli yaşadığı yerde malı bulunsa bile, çıktığı yolculukta parasız kalıp parasına ulaşma imkânı bulamayan, başka bir deyişle, parasızlıktan yolda kalmış ve memleketine dönemeyen kimsedir. Bu kimseye, malının bulunduğu yere dönmesine ve dönünceye kadarki ihtiyaçlarını gidermesine yetecek kadar zekât verilebilir (Kâsânî, Bedâî’, 2/43- 46). Günümüzde yolcu olan kişi istediği zaman memleketindeki parayı banka kartı veya başka bir yöntemle alma imkânına sahipse ona zekât verilmez. “Allah yolunda” anlamına gelen “fî sebîlillah” ifadesi ise kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır.
|
Zekât kimlere verilmez?
|
Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara zekât ve fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Müslüman olmayanlara, e) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, f) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228).
|
Sütanne ve sütbabaya zekât verilir mi?
|
Usûl ve furûa yani anne, baba, dede ve ninelerle, çocuk ve torunlara zekât verilmez (Mevsılî, el-İhtiyâr, 1/381). Çünkü kişi bakmakla yükümlü olduğu bu kimselere zekât verecek olsa verdiği zekât dolaylı yoldan kendisine dönmüş olacaktır. Oysa zekât veren, verdiği zekâttan hiçbir maddî menfaat sağlamamalı ve ondan yararlanmamalıdır. Ayrıca bu durumda, zekât olarak verilen malın ihtiyaç sahibinin mülkiyetine geçirilmiş olması şartı da ihlal edilmiş olur. Sütanne ve sütbaba ise kişinin bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmadığı için onlara zekât verilebilir.
|
Fakir kardeşe zekât verilebilir mi?
|
Fakir olan kardeşe zekât verilebilir. Kardeş çocuğu, amca, dayı, hala ve bunların çocukları da böyledir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224; İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354). Hatta zekât verirken yoksul akrabalara öncelik verilmesi daha sevaptır. Çünkü bunda hem zekât borcunu ödeme hem de sıla-i rahim vardır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Fakire verilen sadaka için bir ecir vardır. Sadakasını hısımına veren için iki ecir vardır: Hısımlık ecri ve sadaka ecri.” (Nesâî, Zekât, 82 [2582]; İbn Mâce, Zekât, 28 [1844]; bkz. Buhârî, Zekât, 44 [bâb başlığı]) buyurarak bunu teşvik etmiştir.
|
Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara zekât verilebilir mi?
|
Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara, fakir olmaları hâlinde zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs normal durumlarda bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 2/275; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
|
Damat ve geline zekât verilebilir mi?
|
Fakir olan damada ve geline zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
|
Kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir mi?
|
Fakir olan kayınvalide ve kayınpedere zekât verilebilir. Çünkü bu kişilerle zekâtı veren kişi arasında usûl ve fürû ilişkisi olmadığı gibi zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/353-354).
|
Evlat edinilen (bakımı üstlenilen) çocuğa zekât verilebilir mi?
|
Dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte hukukî birtakım sonuçlar doğuracak şekilde bir evlatlık müessesesi kabul edilmemiştir (el-Ahzâb, 33/4-5). Buna göre “evlat edinme”, evlat edinenle evlatlık arasında usûl-fürû ilişkisi meydana getirmez. Bu sebeple kişi, bakımını gönüllü olarak üstlendiği ve kendi soyundan olmayan bir çocuğa, fakir olması kaydıyla, zekât verebilir.
|
Geçimini maaş veya ücretle sağlayanlara zekât verilebilir mi?
|
İslâm’da zekât ve fitrenin kimlere verilip verilemeyeceği, kişilerin meslek gruplarına bakılmaksızın belirlenmiştir. Bu itibarla, belirli bir geliri bulunduğu hâlde, bu geliriyle asgari temel ihtiyaçlarını karşılayamayan veya temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra elinde 80,18 gram altın veya bu değerde bir mal bulunmayan kişilere zekât verilebilir. Bu kişilerin ücretli, memur, esnaf veya işsiz olması fark etmez. Ancak bu kadar malı olmasa bile kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek durumda olanlara zekât verilemeyeceği görüşünde olan âlimler bulunduğundan (Râfiî, el-Azîz, 7/377), zekât verirken daha yoksul olanlara öncelik verilmesi uygun olur.
|
Zekât âyetinde geçen “fî sebîlillah”ın kapsamına okullar, Kur’an kursları, camiler ve benzeri hayır kurumları girer mi?
|
Zekâtın sarf yerleri, Kur’ân-ı Kerîm’de (et-Tevbe, 9/60) belirlenmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de toplanan zekâttan kendisine hisse verilmesini isteyen bir zata hitaben, “Yüce Allah, zekât (taksimi) hususunda ne bir peygamberin ne de başkasının hükmüne razı olmadı, onunla ilgili hükmü kendisi verdi ve onu sekiz sınıfa taksim etti. Eğer o sınıflardan isen sana hakkını veririm.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 23 [1630]) buyurmuştur. Bu itibarla, belirli şartları taşıyan Müslümanların yükümlü oldukları zekât ve fıtır sadakasının, Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak tarafından belirlenen yerler dışında herhangi bir yere verilmesi veya cami, köprü, yol, okul, yurt, suyolu vb. hayır işlerine sarf edilmesi fakihlerin çoğunluğunca caiz görülmemiştir. Zira zekât ve fıtır sadakasının sahih olmasının şartlarından biri de temliktir. Temlik, eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Bu sebeple özellikle Müslüman fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı olan ve ancak temlik etmekle yükümlünün zimmetinden düşen zekât ve fıtır sadakasının, tüzel kişilere, hayır kuruluşlarına verilmesi caiz görülmemiştir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/188). İlgili âyetteki “Allah yolunda” anlamına gelen “fi sebîlillah” ifadesi, kendisini Allah yoluna ve İslâm’a adamış hac yolcuları, askerler ve ilim için yola çıkan gerçek kişiler olarak yorumlanmıştır.
|
Fıtır sadakası nedir ve ne zaman verilir?
|
Halk arasında fitre diye bilinen fıtır sadakası (sadaka-i fıtır); insan olarak yaratılmanın ve Ramazan orucunu tutup bayrama ulaşmanın bir şükrü olarak; dinen zengin olup Ramazan ayının sonuna yetişen Müslümanın, belirli kimselere vermesi vacip olan bir sadakadır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/103-105). Vacip oluşu, sünnetle sabittir (Buhârî, Zekât, 70-78 [1503-1512]; Müslim, Zekât, 12-21 [984-985]). Kişi, kendisinin ve küçük çocuklarının fitrelerini vermekle yükümlüdür. Hz. Peygamber (s.a.s.), köle-hür, büyük-küçük, kadın-erkek her Müslümana fitrenin gerektiğini ifade etmiştir (Ebû Dâvûd, Zekât, 20 [1619]). Fıtır sadakasının vacip olma zamanı Ramazan Bayramının birinci günü olmakla birlikte, bayramdan önce de verilebilir. Hatta bu daha faziletlidir. Nitekim bayram namazından önce verilmesi müstehap kabul edilmiştir. Bununla birlikte, bayram günü veya daha sonra da verilebilir. Ancak bayramdan sonraya bırakılması mekruhtur. Şâfiî mezhebinde ise; fitreyi, meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya bırakmak haramdır. Fitreyi Ramazan’ın ilk günlerinde vermek de caizdir (Nevevî,el-Mecmû’, 6/128). Fitrenin hedefi, bir fakirin içinde yaşadığı toplumun hayat standardına göre bir günlük yiyeceğinin karşılanması suretiyle onun bayram sevincine iştirak etmesine katkıda bulunmaktır. Günümüzde fıtır sadakası miktarının belirlenmesinde, kişinin bir günlük (iki öğün) normal gıda ihtiyacını karşılayacak miktarın ölçü alınması daha uygundur. Kişi dinen zengin sayılanlara, usûlüne (anne, baba, dedeler ve nineler), fürûuna (çocuk ve torunlar) ve eşine fıtır sadakası veremez. Fitreler bir fakire verilebileceği gibi birkaç fakire de dağıtılabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 2/224). Ancak bir kişiye verilen miktarın bir fitreden az olmaması evlâdır.
|
Kimler fıtır sadakası vermekle yükümlüdür?
|
Ramazan Bayramına kavuşan, temel ihtiyaçlarının ve bir yıllık borçlarının dışında nisap miktarı (80,18 gr. altın veya bu değerde) mala sahip olan Müslümanlar kendileri ve velâyetleri altındaki kişiler için fıtır sadakası vermekle yükümlüdürler (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Ancak fıtır sadakası ile yükümlü olmak için bulunması gereken nisap miktarı malın, “artıcı” özellikte olması ve üzerinden “bir kamerî yıl” geçmiş olması gerekmez. Kişi, kendisinin ve ergenlik çağına ulaşmamış çocuklarının fitresini vermekle yükümlüdür (Kâsânî, Bedâî’, 2/70). Buna karşılık kişinin ana-babası, büyük çocukları, karısı, kardeşleri ve diğer yakınları için fitre ödeme zorunluluğu yoktur (Kâsânî, Bedâî’, 2/70,72). Fakat vekâletleri olmadığı hâlde bu kişiler için ödeme yapsa geçerli olur. Şâfiî mezhebine göre ise fıtır sadakası vermek “farz”dır ve bununla yükümlü olmak için nisap miktarı mala sahip olmak şart değildir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Buna göre temel ihtiyaçlarının yanı sıra bayram günü ve gecesine yetecek kadar azığa sahip zengin-fakir her Müslüman fitre ile yükümlüdür (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/594). Ayrıca varlıklı kimsenin Müslüman olan eşi, çocukları, ana-babası ve diğer yakınları için de sadaka-i fıtır vermesi gerekir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 1/595; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid, 1/279-280).
|
Fıtır sadakası kimlere verilebilir, kimlere verilemez?
|
Fıtır sadakası, kişinin bakmakla yükümlü olmadığı yoksul Müslümanlara verilir. Fıtır sadakası ve oruç fidyesini vermek durumunda olan kimsenin bunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanmaması esastır. Zekât için de aynı kural geçerlidir. Bu sebeple bir kimse zekâtını, fıtır sadakasını ve fidyesini kendi usûl ve fürûuna veremez. (Usûl, bir kimsenin anası, babası, dede ve nineleri; fürûu ise; çocukları, torunları ve onların çocuklarıdır.) Ayrıca eşler de birbirlerine zekât, fitre ve fidye veremez. Hanefîler'e göre aşağıda sayılanlara fitre verilmez: a) Ana, baba, büyük anne ve büyük babalara, b) Oğul, oğlun çocukları, kız, kızın çocukları ve bunlardan doğan çocuklara, c) Eşine, d) Zengine yani aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan kişiye, e) Babası zengin olan ergen olmamış çocuğa (Merğinânî, el-Hidâye, 2/223-228). f) Şâfiîlere ve İmam Ebû Yûsuf’a göre fitre, Müslüman olmayana da verilemez (Mâverdî, el-Hâvî, 3/387; 10/519; Merğinânî, el-Hidâye, 2/223). Zikredilenlerin dışındaki kardeş, teyze, dayı, amca, hala ve onların çocukları, gelin, damat, kayınpeder ve kayınvalide gibi akrabalar zengin değillerse kendilerine zekât, fitre ve fidye verilebilir (Zeylaî, Tebyîn, 1/301).
|
Fıtır sadakasının buğday, arpa, hurma veya üzüm olarak verilmesi zorunlu mudur?
|
Fıtır sadakası, soruda sayılan maddelerden verilebileceği gibi bunların değeri para olarak da verilebilir. Ancak fakirin yararına olanı tercih etmek daha uygundur (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366).
|
Fıtır sadakası cami inşaatı için verilebilir mi?
|
Fıtır sadakasının geçerlilik şartlarından biri de temliktir. Temlik eşya üzerindeki mülkiyet hakkını veya malî bir hakkı başkasına devretmeyi ifade eder. Cami, okul, köprü, yol vb. yerlere temlik söz konusu olmayacağından fıtır sadakası verilemez (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/368-369).
|
Vaktinde verilmeyen fıtır sadakası borcu nasıl ödenir?
|
Bütün ibadetlerde olduğu gibi sadaka-i fıtır yükümlülüğü de geciktirilmeyip zamanında yerine getirilmelidir. Bununla birlikte zamanında ödenmemişse, bu fitrelerin mümkün olan ilk fırsatta ödenmesi gerekir. Fitre yükümlülüğü, İmam Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve bir rivâyette İmam Mâlik’e göre Ramazan’ın son günü güneşin batmasıyla, İmam Ebû Hanîfe’ye ve diğer bazı müctehid imamlara göre ise bayram günü tan yerinin ağarmasıyla gerçekleşir. Böyle olmakla birlikte fitre Ramazan ayı içinde de verilebilir. Hatta fakirlerin bayram ihtiyaçlarını karşılamaları için bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Ancak bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Zamanında ödenmeyip sonraya kalan fitreler ise mümkün olan ilk fırsatta ödenmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/367). Şâfiî mezhebinde fitreyi, Ramazan’ın ilk günlerinde vermek caiz; meşru bir mazeret bulunmadıkça bayramın birinci gününün gün batımından sonraya ertelemek ise haramdır (Nevevî, el-Mecmû’, 6/128). Fakihlerin çoğunluğuna göre fitrenin ödenmesinin bayramdan sonraya bırakılması mekruh olmakla birlikte yapılan ödeme kaza değil edadır. Bazı fakihler ise fitreyi bayram sonrasına bırakmayı haram sayar ve yapılan ödemeyi kaza olarak nitelendirir (Cezîrî, el-Mezâhibüî-erbe‘a, 1/570).
|
Yurt dışında yaşayan kişi, fıtır sadakasını bulunduğu ülke şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?
|
Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mükellefi, kendi bulunduğu yere göre tespit edilen miktarda sadaka-i fıtır vermelidir (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/365-366). Ancak sürekli olarak yurt dışında yaşadığı hâlde sadaka-i fıtrin ödeneceği zaman Türkiye’de bulunan kimse, Türkiye’nin şartlarına göre sadaka-i fıtrını verir.
|
Fitre, yemin kefareti ve oruç fidyesinin askıda ekmek uygulaması yoluyla verilmesi caiz midir?
|
Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi gibi dinî yükümlülüklerin fakirlere ulaştırılması için günümüzde çeşitli yöntemler gündeme gelmektedir. Bu bağlamda gündeme gelen yöntemlerden biri de askıda ekmek uygulamasıdır. Fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesinin, fakirin bir günlük gıda ihtiyacını karşılayacak miktarda ve vasıfta olması gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 2/366). Yemin kefâreti ve oruç fidyesinin miktarı da bir fitre miktarıdır. Askıda ekmek uygulamasında ise bir kişiye asgarî fitre miktarı çoğunlukla verilememektedir. Ayrıca bu usulle zekât, fitre ve fidyenin, verilmesi gereken yerlere ulaşıp ulaşmadığının tespit edilmesi de oldukça zordur. Görüldüğü gibi bu uygulamada bir fitre miktarının verilmesi ve verilen ekmeğin fitre verilebilecek yere ulaştığı garanti edilemediğinden fitre, yemin kefâreti ve oruç fidyesi, askıda ekmek uygulaması yöntemiyle ödenmiş sayılmaz. Bu tür uygulamaların genel hayır ve hasenât kabilinden sayılıp diğer gönüllü bağışlar yoluyla yaşatılması tavsiye edilir.
|
Bebek için fitre vermek gerekir mi?
|
Fıtır sadakasının dinen gerekmesinin (vücub) sebebi, ilgili hadislere dayanılarak “sağ olma” (sağ olarak Ramazan bayramına kavuşmuş olma) şeklinde belirlenmiştir. Bu itibarla Ramazan bayramından önce doğan bebekler için fitre vermek gerekir.
|
Adak nedir, dindeki yeri nedir?
|
Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak, fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı hâlde ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılmasını” ifade eder. Diğer bir deyişle adak, “kişinin sorumlu olmadığı hâlde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâlâ’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılmasıdır” (Mevsılî, el-ihtiyâr, 4/76-77). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Dolayısıyla adağın yerine getirilmesi Kitap, Sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/90). Âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, Ona şükretmek için adak adanmasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevî amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.” (Buhârî, Eymân, 26 [6693]; Müslim, Nezir, 2 [1639]); “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26 [6692]; Müslim, Nezir, 3 [1639]) anlamındaki hadislerinden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır. Bazı âlimler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, 8/450; İbn Kudâme, el-Muğnî, 10/3). Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda adağın yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82).
|
Adakla ilgili şartlar nelerdir?
|
Yapılan bir adağın geçerli olabilmesi için hem adakta bulunan kimseyle hem de adağın konusu ile ilgili birtakım şartlar vardır. Adağın geçerli olabilmesi için adakta bulunan kimsenin Müslüman, akıl sağlığı yerinde ve büluğa (ergenlik çağına) ermiş bir kimse olması gerekir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/81-82). Adağın geçerliliği için adak konusunda aranan şartlar ise şunlardır: a) Adanan şeyin cinsinden bir farz veya vacip ibadetin bulunması gerekir. Mesela namaz kılmayı, oruç tutmayı, sadaka vermeyi, kurban kesmeyi konu alan adaklar geçerlidir. Hasta ziyareti veya mevlid okutma, adak konusu olmaz. Türbelerde şeker ve helva dağıtma, mum yakma, horoz kesme, bez bağlama, gibi halk arasında görülen adak âdetlerinin İslâm’da yeri yoktur. b) Adanan şey bizzat hedeflenen (maksut) ibadet cinsinden olmalı, başka bir ibadete vesile olan bir ibadet olmamalıdır. Mesela abdest almayı, ezân ve kamet okumayı, mescide girmeyi konu alan adak geçerli olmaz. c) Adanan husus, adayan şahsın o anda veya daha sonra yapması gereken farz veya vacip bir ibadet olmamalıdır. Örneğin kişinin kılmakla mükellef olduğu namaz, tutmakla mükellef olduğu Ramazan orucu adak konusu olmaz. d) Adanan şeyin meydana gelmesi ve yapılması maddeten ve dinen mümkün ve meşru olmalı, adak mal ise adayan şahsın mülkiyetinde bulunmalıdır. Bir kimsenin sahip olmadığı muayyen bir malı adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerlidir. Ancak bir kimsenin ileride sahip olması kuvvetle muhtemel bir malla ilgili adağı geçerli sayılır. Mesela ileride miras yoluyla sahip olacağı malın adanması böyledir. Adak, başkasının mülkiyetinde bulunan bir malla ilgili olmamalıdır. e) Adanan fiil Allah’a isyanı, bidat, günah ve mâsiyeti içermemelidir. Böyle olması hâlinde adak geçersiz olur. “Bir daha içki içmeyeceğim, içersem bir ay oruç tutayım.” şeklinde gerçekleşmemesini istediği bir şarta bağlı olarak adakta bulunan kimse, bu şartın gerçekleşmesi durumunda dilerse adadığı şeyi yerine getirir, dilerse yemin keffâreti öder. Hanefîler bu durumda yemin keffâreti ödemenin daha isabetli bir davranış olacağı görüşündedir. Çünkü bu ahitleşme, sözü kuvvetlendirme anlamı taşıdığından yemin sayılmaktadır (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/738-739).
|
Güç yetirilemeyecek bir şey adamak geçerli olur mu?
|
Adağın geçerli olması için adanan şeyin yerine getirilmesi fiilen ve dinen mümkün ve meşru olmalıdır (Kâsânî, Bedâi‘, 5/82-92; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/229). Bu itibarla bir kişinin, başkasına ait olan bir malı veya hiçbir zaman güç yetirilemeyecek bir şeyi adaması geçersizdir. Sahip olduğundan fazlasını adaması hâlinde ise sadece sahip olduğu kadarı hakkında geçerli olur. Adakta bulunan kişinin, adağını kendi malıyla yerine getirmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/737, 741-742). Kendi malı yok ise tövbe etmeli, mal edindiğinde de adağını yerine getirmelidir. Bedenî ibadetler konusunda ise; oruç tutmayı adayıp da hastalık veya yaşlılık gibi mazeretleri sebebiyle adaklarını yerine getiremeyecek olan kişilerin, her bir oruç için bir fidye vermeleri gerekir. Aynı şekilde ömür boyu oruç tutmayı adayan kişi, sağlığı el verdiği ölçüde adağını yerine getirmeli, bunun mümkün olmaması hâlinde ise her gün için bir fidye vermelidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/91; Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/77-78; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/209). Eğer namaz adanmışsa; îmâ ile de olsa adanan namaz kılınmalıdır. Buna da güç yetirilememesi hâlinde tövbe edilmelidir. Böyle bir kişi, daha sonra bu ibadetleri yapmaya gücü yeterse, adağını yerine getirmelidir.
|
Adak kurbanı kesmenin hükmü nedir? Etinden kimler yiyemez?
|
Kurban adayan kişinin kurban kesmesi vaciptir. Eğer kişi bu adağı, bir şartın gerçekleşmesine bağlamışsa bu şart gerçekleşince kesmesi gerekir. Adak kurbanının etinden adak sahibi, eşi, usûl ve fürûu (neslinden geldiği ana, baba, dede ve nineleri ile kendi neslinden gelen çocukları ve torunları) yiyemeyeceği gibi bunların dışında kalıp zengin olanlar da yiyemez (Zeylaî, Tebyîn, 6/8; Bilmen, İlmihal, 304-305). Eğer kendisi veya bu sayılanlardan biri yerse, yenilen etin bedelinin yoksullara verilmesi gerekir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203).
|
Adak kurbanı düğün vb. toplantılarda ikram edilebilir mi?
|
Adak kurbanının etinden, adağı yapan kişinin yemesi caiz olmadığı gibi; bu kişinin eşi, usûl ve fürûu (yani annesi, babası, nineleri, dedeleri, çocukları, torunları) ve dinen zengin sayılan kimseler de yiyemezler. (Zeylaî, Tebyîn, 6/8). Adak kurbanının etini bu sayılanlar dışında kalan ve dinen fakir olan kimseler yiyebilirler. Düğün vb. toplantılarda fakirlerin yanı sıra zenginler de bulunabileceğinden, adak kurbanının bu gibi yerlerde ikram edilmesi caiz olmaz. Eğer böyle bir durumda, adakta bulunan kişinin kendisi, usûl veya fürûundan birisi ya da zengin biri yemiş bulunursa, yenilen miktarın bedeli fakirlere tasadduk edilmelidir (İbn Nüceym, el-Bahr, 8/199-203).
|
Adak kurbanında bulunması gereken nitelikler nelerdir?
|
Kurbanlık hayvanda aranan nitelikler, adak kurbanında da aranır. Kurbanlık hayvanda aranan şartlar ise şunlardır: a) Belirli yaşları tamamlamaları gerekir. Buna göre 5 yaşını dolduran deve, 2 yaşını dolduran sığır ve manda, 1 yaşını dolduran koyun ve keçi kurban edilebilir. Bu yaşa gelmiş kurbanlık hayvanın dişini değiştirip değiştirmediğine (kapak atmak) bakılmaz. Bunun yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması hâlinde kurban edilebilir (Müslim, Edâhî, 13 [1963]). b) Ayıplardan uzak, sağlıklı, azaları tam ve besili olması gerekir. Bu nedenle, kötürüm derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir veya iki gözü kör, boynuzları kökünden kırık, kuyruğu ve kulaklarının yarıdan fazlası kesik, memesi kesik, dişlerinin tamamı veya çoğu dökük hayvanlardan kurban olmaz. Ancak hayvanın doğuştan boynuzsuz olması, yemini bulmasına engel olmayacak derecede şaşı, kurban edileceği yere gitmesine engel olmayacak ölçüde topal, hafif hasta, bir kulağı delik veya yırtılmış olması, kurban edilmesine engel teşkil etmez (Kâsânî, Bedâi‘, 5/74-76).
|
Adak kurbanı ne zaman kesilmelidir?
|
Bir şarta bağlı olarak kurban kesmeyi adayan kişi, şart gerçekleşmesi hâlinde adağını ilk fırsatta yerine getirmelidir. Şarta bağlı olmayan adaklar ise herhangi bir vakitte yerine getirilebilir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/735-738; 6/332-332). Ancak uygun olanı, ilk fırsatta yerine getirilmesidir (Kâsânî, Bedâi‘, 5/93-94). Eğer udhiyye yani kurban bayramı günlerinde kesilmesi gereken kurban adanmışsa bunun kurban bayramı günlerinde; hedy yani harem bölgesinde kesilecek bir kurban adanmışsa bunun da harem bölgesinde kesilmesi gerekir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 6/333). Bunların dışındaki adak kurbanlarının herhangi bir yer ve zamanda kesilmesi caizdir. Dolayısıyla adak kurbanlarının mutlaka kurban bayramı günlerinde kesilmesi şart değildir. Bu yöndeki kanaatler, dinî bir temele dayanmamaktadır.
|
Kurban kesmeyi adayan bir kimse bu adaktan vazgeçebilir mi?
|
Kur’ân’da değişik yerlerde; verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (el-Mâide, 5/1; el-İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (en-Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (el-İnsân, 76/7). Hz. Peygamber (s.a.s.) de Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya masiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şâyet bulunulmuşsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31 [6696, 6700]; Müslim, Nezir, 8 [1641]). Bu itibarla kişinin gerçekleşmesini istediği bir şey için kurban adağında bulunması hâlinde o şeyin gerçekleşmesine bağlı olarak adağını yerine getirmesi gerekir. Yapılan bir adaktan vazgeçilmesi adak yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Ancak adak maddî imkânı gerektiren türden ise kişi bu adağı maddî imkânı müsait olduğunda yerine getirir.
|
Bir koç kurban etmeyi adayan kişi mutlaka koç mu kesmelidir? Bir büyükbaş hayvana ortak olabilir mi?
|
Bir koç kesmeyi adayan kimse koç kesebileceği gibi koyun veya keçi de kesebilir. Çünkü bunlar aynı cinsten (davar) kabul edilmektedir. Aynı şekilde bu kişinin ibadet niyetiyle kesilecek olan bir sığıra hissedar olarak girerek adağını yerine getirmesi de mümkündür. Çünkü amaç kurban kesmektir. Bu şekilde de amaç yerine gelmiş olur. Ancak sığır kesmeyi adayan kişinin, koyun kesmesi ile adağı yerine gelmiş olmaz (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224). Cins belirlemeksizin “bir kurban keseceğim” diye adakta bulunan bir kimse ister koyun, isterse de sığırdan bir hisseye girerek dilediği cinsten bir kurbanlık hayvan kesebilir (Kâsânî, Bedâi‘, 2/224).
|
Rüyada kurban kesmeyi adayan kişi, bu adağını yerine getirmeli midir?
|
Peygamberlerin dışındaki insanların gördükleri rüyalar, kesin bir hüküm ifade etmediği gibi bu rüyaların bağlayıcılığı da yoktur. Bu itibarla rüyada kurban kesmeyi adayan kişinin, bu adağını yerine getirmesi gerekmez.
|
Yemin ne demektir, dinî hükmü nedir?
|
Yemin, bir kimsenin Allah’ın ismini veya bir sıfatını zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi demektir. Mesela “Vallahi (Allah’a yemin ederim ki) şu işi yapmam”, “Billahi (Allah’a yemin ederim ki) şu yere gitmeyeceğim” şeklindeki beyanlar böyledir. Yemin etmek aslında mübah bir davranış olmakla birlikte, gereksiz yere yemin etmek ve onu alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Yerine getirilmesi mümkün ve mübah olan bir şeyi, ileride yapacağına veya yapmayacağına yemin eden kişi, bu yeminini yerine getirmelidir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/702-703). Kur’ân-ı Kerîm’de, verilen sözün yerine getirilmesi hakkında “Yeminlerinizi koruyunuz (yerine getiriniz)” (el-Mâide, 5/89), “Allah adına yaptığınız ahitleri yerine getirin. Allah’ı kefil tutarak kuvvetlendirdikten sonra yeminlerinizi bozmayın. Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı bilir.” (en-Nahl, 16/91) buyurulur. Bu itibarla bir Müslümanın yemin etmemesi, yemin etmişse bu, verdiği söze Allah’ı şahit tutmak demek olduğundan mutlaka yeminine bağlı kalması gerekir.
|
Ağız alışkanlığı ile yerli yersiz edilen yeminin hükmü nedir?
|
Gereksiz yere yemin etmek ve çok yemin etmeyi alışkanlık hâline getirmek doğru değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, çok yemin etmenin Yüce Allah’ın hoşuna gitmeyen işlerden biri olduğuna işaret edilerek, “Yemin edip duran kimseye boyun eğme!” (el-Kalem, 68/10) buyrulmuştur. Dil alışkanlığıyla söylenen, başka bir deyişle, herhangi bir işin yapılması veya yapılmaması yönünde bir içeriğe sahip olmayan “vallahi”, “billahi” şeklindeki sözler hükümsüz (lağv) yemin sayıldığı gibi yalan söyleme kastı olmaksızın, geçmiş veya şimdiki zamandaki bir husus üzerine doğru olduğunu zannederek yapılan yemin de "lağv yemini" sayılır. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden (lağv yemininden) dolayı sizi sorumlu tutmaz.” (el-Mâide, 5/89) buyrularak bu tür yeminden dolayı keffâret gerekmediği bildirilmiştir. Ancak ağız alışkanlığıyla ikide bir yemin edenlerin bu kötü âdeti en kısa sürede bırakmaları gerekir. Hiçbir kasıt olmasa bile gelecekteki bir iş hakkındaki her türlü yemin, mün’akid yemin kapsamındadır ve yeminin gereği yerine getirilmediğinde keffâret gerekir. Yani bu tür yeminler kasıtsız söylense bile yemin-i lağv sayılmaz (Merğinânî, el-Hidâye, 2/317).
|
Yemin keffâreti nasıl yerine getirilir?
|
Her ne şekilde olursa olsun geçerli (mün’akide) olan yemini bozan kimselerin yemin keffâreti ödemeleri gerekir. Yemin keffâreti sırasıyla; on fakire birer fitre (fıtır sadakası) miktarı veya bir fakire on ayrı günde her gün birer fitre miktarı para vermek veya on yoksulu sabah akşam doyurmak ya da giydirmektir. Buna gücü yetmeyenlerin ise ara vermeden üç gün oruç tutmaları gerekir. Bu keffâret ve sıralama Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilmiştir (el-Mâide, 5/89).
|
Yemin keffâretini yerine getirmekten aciz olan kimse ne yapmalıdır?
|
Yemin keffâretini yerine getiremeyenler, keffâreti ertelerler ve imkân buldukları ilk anda bu keffâreti eda ederler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/112). Ancak keffâretini yerine getirmeden ölen kişi; vasiyet etmişse keffâret geriye kalan malından ödenir. Vasiyet etmemişse varisleri onun bu keffâretini kendiliklerinden ödeyebilirler (Kâsânî, Bedâi‘, 5/96).
|
Bozulan her bir yemin için ayrı ayrı mı yoksa hepsi için bir keffâret mi ödenmelidir?
|
Birden çok yemin edip sonra da bozmanın çeşitli şekilleri vardır: a) İster peş peşe isterse farklı zamanlarda, birden çok yemin edilerek, her bir yeminde diğerinden farklı bir işin yapılması veya yapılmamasından söz edilmesi durumunda, fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre her bir yeminin ihlalinden dolayı ayrı ayrı keffâret gerekir. Mesela, “Vallahi şu kimsenin evine girmeyeceğim”, “Vallahi onunla konuşmayacağım” şeklinde söylenen sözlerin her biri ayrı birer yemindir. Yemin bozulup söz konusu kişinin evine girilmesiyle bir keffâret, o kişiyle konuşmakla ayrı bir keffâret gerekir. İmam Muhammed’e nispet edilen bir keffâretin yeterli olacağı şeklindeki bir görüş bazı fıkıh kitaplarında ve ilmihallerde yer almışsa da bu görüş, başta erken dönem kaynakları olmak üzere diğer Hanefî kaynaklarında yer almayan ve sıhhatinde bazı kuşkular bulunan bir nakildir. Din İşleri Yüksek Kurulu da böyle bir yeminin bozulması durumunda her bir yemin için ayrı kefaret ödeneceği yönünde karar vermiştir (DİYK 28.05.1952 tarih ve 267 sayılı karar). b) Bir yemin cümlesinde, Allah’ın adı yemin için bir defa zikredilmekle beraber, yapılması veya yapılmaması söz konusu edilen işler sayıca birden fazla olursa, bunların hepsi birden ihlal edilse bile bir kefaret yeterlidir. Mesela, “Vallahi şunu yemeyeceğim, şunu içmeyeceğim” diyen kimse, hem yiyerek hem de içerek verdiği söze aykırı davranırsa, sadece bir keffâret gerekir. c) Bir yemin cümlesinin tamamı birden fazla mesela, “Vallahi şu işi yapmayacağım”, “Vallahi şu işi yapmayacağım” şeklinde tekrar edilir ve sonra da bu yemin bozulursa; Hanefî mezhebinde kabul gören görüşe göre, ne kadar tekrar edildiyse o kadar sayıda kefaret gerekir. Böyle bir yemin tekrarının aynı zaman ve ortamda veya farklı zaman ve ortamlarda yapılması hükmü değiştirmez. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde kabul gören görüşlere ve bazı Hanefîler'e göre ise bir keffâret yeterlidir. d) Bir yemin cümlesinde, yemin konusu olan iş bir defa zikredilmekle beraber, Allah’ın isminin tekrar edilmesi veya O’nun birden fazla isminin kullanılması hâlinde, başta İmam Muhammed olmak üzere fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre bu tek bir yemin sayılır ve bozulması durumunda bir keffâret yeterlidir (bkz. Sahnûn, el-Müdevene, 1/589-590; İbn Kudâme, el-Muğnî, 9/514; Kâsânî, Bedâi‘, 3/9-10).
|
Yemin keffâreti ödeyen bir kimse, aynı konuda tekrar yemin eder ve yeminini yine bozarsa, bunun için de yeni bir keffâret ödemeli midir?
|
Geçmişte ödenmiş ve zimmetten düşmüş bir keffâret, gelecekte yapılacak hataları örtmez. Bu sebeple geçmişte bozulan bir yeminden dolayı keffâret ödendikten sonra tekrar yemin edilir ve bu yemin de bozulursa, tekrar yemin keffâreti ödenmesi gerekir. Ancak bir konuda yemin edip yeminini bozan kişi keffâret ödemeden aynı konuda tekrar yemin etse ve bu yemini de bozsa hepsi için tek keffâret öder.
|
Dinî bir emri yerine getirmemeye veya bir haramı işlemeye yemin eden kişi ne yapmalıdır?
|
Farz veya vacip olan bir şeyi yapmamaya ya da haram ve günah olan bir şeyi yapmaya yemin etmek, Müslümana yakışan bir davranış değildir. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de, “İyilik etmemek, takvaya sarılmamak, insanlar arasını ıslah etmemek yolundaki yeminlerinize Allah’ı siper yapmayın. Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 2/224) buyurmaktadır. Bununla birlikte, bu tür bir yemin edildiğinde, yemini yerine getirmeyip bozmak ve ardından yemin keffâreti vermek gerekir (Merğinânî, el-Hidâye, 4/13). Konuyla ilgili bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) , “Bir kimse bir şey için yemin eder, sonra da ondan hayırlısını görürse yeminini bozsun ve keffâret ödesin. ” (Müslim, Eymân, 11-17 [1650]; bkz. Buhârî, Eymân, 1 [6622]) buyurmuştur.
|
Eşinin evine gitmeyeceğine yemin eden bir kadının ne yapması gerekir?
|
Nikâh akdinin kadın ve erkeğe yüklediği birtakım hak ve sorumluluklar vardır. Bir kadının eşinin evine gitmesi nikâh akdinin doğurduğu temel sonuçlardan biridir. Dolayısıyla eşinin evine gitmemeye yemin eden bir kadın, meşru bir mazeret olmadıkça eşinin evine gider ve yemin keffâreti öder.
|
“Sana sütümü helal etmem, hakkımı helal etmem” şeklinde söylenen sözler yemin sayılır mı?
|
Bir anne veya babanın, isyankâr bir çocuğuna karşı “sana sütümü/hakkımı helal etmem” ve benzeri sözleri yemin hükmünde değildir. Ebeveynlerin çocuklarına haksız yere manevî baskı kurmaları ve onların şahsiyetlerine saygı göstermemeleri doğru değildir. Esasen bu tür sözler hiçbir hüküm de ifade etmez. Öte yandan çocukların, anne ve babaya karşı dinî görevlerinden biri de meşru işlerde onlara karşı isyan etmemek ve daima saygı göstermektir. Nitekim “(Rabbin), anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle!” (el-İsrâ, 17/23) mealindeki âyet, anne babaya iyi davranmanın önemine işaret etmektedir.
|
Evlenme teklifi yapılan bir kadına bir başkasının teklifte bulunması caiz midir?
|
Kendisine evlenme teklifi yapılan bir kadına henüz karar aşamasında iken bir başkasının teklifte bulunması mekruh kabul edilmektedir. Nitekim konu ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biri sakın Müslüman kardeşinin dünür gittiği birine talip olmasın” (Müslim, Nikâh, 50 [1412]; bkz. Buhârî, Nikâh, 45 [5142]) buyurmuştur. Aksi yönde bir davranış taraflar arasında husumete sebep olabileceğinden istenmeyen neticelere yol açabilir. Kadının teklife olumsuz cevap vermesi hâlinde ise bir başkası ona evlilik teklifinde bulunabilir (bkz. Şâfiî, el-Ümm, 5/42; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/143-147; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/533-534).
|
Nişanlıların rahat görüşebilmek için dinî nikâh kıymaları uygun mudur?
|
Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden biri bu akitten önce genellikle bir nişanlanma döneminin geçirilmesidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir. Bu dönemde nişanlıların mahremiyet ölçülerini gözetmek kaydıyla birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla görüşüp konuşmalarında bir sakınca yoktur. Fakat nişanlıların dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları ve benzeri İslâm’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir (Tirmizî, Fiten, 7 [2165]). Günümüzde gençler, gerek velilerinden izinsiz olarak gerekse velilerin bilgisi dâhilinde nişanlılık döneminde güya dinî hassasiyetleri gözetmek amacıyla halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmakta ve sonuçta hiç de arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelmektedir. Bu tür olayların yaşanmaması için yapılan nikâh akitlerinin mutlaka kayıt altına alınıp hukuki güvenceye kavuşturulması, yani resmî olması gerekir. Çünkü dindar olduğunu söyleyen gençler veya aileleri, resmî tescilin olmadığı durumlarda çok kere, aralarında akdedildiği ifade edilen akitlerin gereğini yerine getirmemekte, taraflardan biri ve genellikle kız tarafı mağdur duruma düşmektedir. Böylece, dinimizin nikâh akdinden gözettiği ulvi gaye gerçekleşmek şöyle dursun, insanlar din adına birbirlerine zulmeder hâle gelmektedirler. Nikâh kıyıldığında dinen evlilik hayatı başlar ve karı-koca arasında mehir, nafaka, miras gibi birtakım haklar ve sorumluluklar tahakkuk eder. Günümüzde bu haklar, evlilik resmen tescil ettirilmeksizin korunamadığından, evlenecek kişilerin “resmî nikâh” kıyılmadan halk arasında “dinî nikâh” ya da “imam nikâhı” olarak bilinen geleneksel merasimi yapmaları uygun değildir.
|
Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?
|
Evlilik ciddi bir müessesedir. Evlenmek isteyen kimselerin öncelikle resmî muamele yaptırmaları, sonra halk arasında “dinî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmaları uygun olur. Bununla birlikte, evlenmek üzere nişanlanan kimselerin şartlarına uygun olarak yaptıkları nikâh akdi de dinen geçerlidir. Bu durumdaki bir kadın, nikâhlandığı kimsenin dinen eşi olduğundan, kocası kendisini boşamadıkça bir başka erkekle evlenemez. Daha sonra kız fiilen bir araya gelmekten vazgeçer; fakat erkek onu boşamazsa, dinen nikâh devam eder. Bu durumda yapılacak şey, bir şekilde erkeğin boşamasını sağlamak, bu yapılamadığı takdirde, hakemler aracılığıyla aralarını tefrik etmektir. Böyle bir durumda erkeğin, sırf kadına zarar vermek amacıyla kadını boşamamakta ısrar etmesi dinen doğru değildir (el-Bakara, 2/231). Dolayısıyla söz konusu olayda öncelikle sözü dinlenir, ilim ve fazilet sahibi bir kişi, karı-koca arasını ıslaha çalışmalı; bu mümkün olmazsa boşamamakta direnen kocaya bu tutumunun hiçbir yarar sağlamadığını, böyle bir nikâha son vermesi gerektiğini, nikâhın karşı tarafa zarar vermek amacıyla kullanılamayacağını, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu anlatarak erkeğin boşamasını sağlamaya çalışmalıdır. Buna rağmen erkek boşamamakta ısrar ederse, kadın ve erkeğin aileleri bu konuda bir sonuca varmak üzere birer hakem seçerler. Ailelerden biri direnir, hakem seçmezse karşı taraf onun yerine âdil ve tarafsız bir hakem seçebilir. Seçilen hakemler öncelikle arabuluculuk yaparlar. Lüzum ve zaruret bulunduğunda kocanın rızası olmasa bile ayrılmalarına karar verebilirler. Böylece taraflar arasında nikâh bağı sona ermiş olur.
|
Boşanan kadının mali hakları nelerdir?
|
Boşanan kadın, eğer halvet-i sahiha veya zifaf gerçekleşmişse hakkı olan mehrin tamamını alır. Ayrıca erkek eşini, onun talebi olmaksızın boşamışsa, müt‘a adı verilen gönül alıcı bir hediyenin verilmesi, Şâfiî mezhebine göre vâcip, Hanefî mezhebine göre müstehap görülmüştür (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/111; Zekeriyyâ el-Ensârî, Esne’l-metâlib, 3/219-220). Şâyet nikâh esnasında veya sonrasında belirlenmiş bir mehir yoksa kadın, başta kız kardeşleri olmak üzere kendisine babası tarafından olan akrabalarından eğitim, güzellik, sosyal statü itibarıyla denk sayılacak bir kadının aldığı kadar bir mehri hak eder. Buna mehr-i misil denir. Ayrıca erkeğin, boşadığı kadının bekleyeceği iddet süresince, ona nafaka ve mesken temin etmesi gerekir (et-Talâk, 65/1, 6). Şâyet bir kadın henüz kocası ile cinsel birliktelik yaşamadan veya halvet-i sahîha meydana gelmeden boşanmışsa, belirlenen mehrin yarısını (el-Bakara, 2/237); mehir belirlenmemişse, fıkıh ıstılahında “müt‘a” denilen hediyeyi hak eder (el-Bakara, 2/236). Kur’ân ve sünnette müt‘anın ne kadar olduğu belirlenmemiş, bu konuda erkeğin sahip olduğu maddî imkânlar ve örf esas alınmıştır (el-Bakara, 2/236; Muvatta’, Talâk, 46). Ancak fakihler, ilgili naslardan ve uygulamalardan yola çıkarak, müt‘anın mehr-i mislin yarısını geçmemesi gerektiğini belirtmişlerdir (İbn Mâze, el-Muhît, 3/112). Bu sebeple mahkemenin mehr-i mislin yarısını aşan veya fahiş kabul edilebilecek bir tazminatı belirlemesi hâlinde kadının mezkûr miktardan fazlasını alması haksız kazanç sayılacağından fazla miktarı tekrar eski eşine iade etmesi gerekir. Ancak taraflar kendi aralarında anlaşarak, muayyen bir miktar belirlemişlerse, bu durumda müt‘anın mehr-i mislin yarısından fazla olmasında bir sakınca olmadığı da söylenmiştir (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/110, 111; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, 6/365).
|
Boşanma davası uzun süre sonuçlanmayan kadının aldığı nafaka helal midir?
|
İslâm’a göre evlilik devam ettikçe ve boşama hâlinde iddet süresince erkek, eşinin nafakasını temin etmekle sorumludur (el-Bakara, 2/233; en-Nisâ, 4/34; et-Talâk, 65/7; Buhârî, Nafakât, 1-3 [5351-5358]; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/15-16). Dinen boşama olmadan mahkemeye boşanma davası açılmış ve kadın da evi terk etmemişse mahkeme devam ettiği sürece eşler evli hükmünde olduğundan, dava süresince de kadının nafakasını temin etme yükümlülüğü kocasına aittir. Bu yükümlülük mahkeme boşadıktan sonra başlayan iddet süresi bitinceye kadar devam eder. Ancak dinen boşanma gerçekleşmişse süreç devam etse bile İslâm hukukuna göre kocanın eşine yönelik nafaka borcu iddetin bitimiyle sona erer.
|
Boşanmadan sonra çocukların bakım hakkı kime aittir?
|
Çocuğun doğumdan itibaren beslenmesini, bakım ve temizliğini belli bir süreye kadar en iyi bir biçimde annesi yerine getireceğinden bakım hakkı öncelikle anneye tanınmıştır. Annenin şefkat, merhamet ve bu işlere dönük fıtrî becerisinin bulunması da bunu gerektirmektedir (İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/143; Merğinânî, el-Hidâye, 2/283; İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/237; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193). Bir kadın Hz. Peygamber’e (s.a.s.) gelerek, “Ey Allah’ın Elçisi! Şu benim oğlumdur. Karnım ona yuva, göğsüm pınar, kucağım da sıcak bir kundak oldu. Şimdi ise babası beni boşadı ve çocuğu benden çekip almak istiyor.” diye şikâyette bulununca Resûl-i Ekrem; “Başkası ile evlenmediğin sürece onun üzerinde önce sen hak sahibisin.” (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276]) buyurmuştur. Hz. Ebû Bekir de (r.a.) eşinden ayrılan bir babaya; “Annesinin okşaması, kucağına alması ve kokusu, çocuk açısından senin yanında kalmasından daha hayırlıdır. Sonra çocuk büyüyünce seçimini yapar.” (Abdürrezzâk, el-Musannef, 7/154 [12601]) demiştir. Çocuğun bakım ve terbiyesi sorumluluğu kendisine verilen kişinin akıllı, ergin, bu işi yapabilecek güçte ve çocuğu hayat, sağlık ve ahlakî bakımlarından koruma konusunda güvenilir olması gerekir. Hem kadın hem erkekte aranan bu ortak nitelikler yanında sadece kadında ve sadece erkekte aranan başka şartlar da vardır. Erkeğin Müslüman olması, bakacağı çocuk kız ise ona mahrem olması; kadının çocuğa yabancı yani mahrem olmayan biriyle evli olmaması bu tür özel şartlardandır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258 vd.; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/192-193; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, 6/388-393 vd.; Bilmen, Kâmus, 2/432). Çocuğun bakımı ve yetiştirilmesinin süresi (hidâne) çocuğun buna olan ihtiyacı ile orantılıdır. Hukukçular bu süreyi çocuğun kendi başına yemek yiyip giyinebileceği yaşa ulaşmasını ölçü alarak belirlemişlerdir. Dolayısıyla bu süre erkek çocukta yedi-dokuz; kız çocukta dokuz-on bir yaşlarında sona erer. Mâlikîlere göre bu müddet, erkek çocukta ergenlik çağına, kız çocukta ise evlenmesine kadar uzamaktadır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/258-259). Süre sona erince çocuğun sorumluluğu, hukukçuların çoğunluğuna göre babaya intikal ederken; Şâfiî ve Hanbelîler kararın çocuk tarafından verileceğini, anne-babasından hangisini seçerse onun yanında kalacağını söylemişlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 8/239; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 5/198). Hz. Peygamber’in (s.a.s.), anne-babası boşanmış bir erkek çocuğu, onlardan hangisini seçeceği konusunda muhayyer bırakması (Ebû Dâvûd, Talâk, 35 [2276-2277]; Tirmizî, Ahkâm, 21 [1357]) ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yukarıda naklettiğimiz sözü, bu son görüşü teyit etmektedir.
|
Boşanmadan sonra çocukların nafakası kime aittir?
|
Çocukların ve annelerinin nafakalarını/temel ihtiyaçlarını karşılama görevi, babaya aittir (el-Bakara, 2/233; et-Talâk. 65/6). Nafaka borcu, yükümlünün ekonomik gücüne göre tespit edilir (et-Talâk, 65/7). Baba, çocuğun nafakasını temin edemeyecek kadar fakirse babanın kardeşi veya anne bunu temin edebilecek maddî güce sahipse baba, gücü yettiğinde ödemek üzere, onlara borçlanarak nafakayı karşılar. Kız çocuklar büyük de olsa küçük çocuklar gibi olup, evleninceye kadar nafakaları babaya, evlendikten sonra kocaya aittir. Erkek çocuklar ise çalışıp kazanır hâle gelinceye kadar baba nafakalarını temin eder, çalışıp kazanabilecek hâle gelince nafaka sorumluluğu sona erer. Ancak çocuk büyük de olsa nafakasını kazanamayacak bir özre sahip olduğunda, nafakası yine babaya aittir (Serahsî, el-Mebsût, 5/208).
|
Bir erkek evli olmayan kız kardeşine bakmakla yükümlü müdür?
|
Yüce Allah, akrabaya yardım ve iyiliği emretmektedir. Kur’ân’da, “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver.” (el-İsrâ, 17/26); “Ana babaya, akrabaya iyilik edin.” (en-Nisâ, 4/36) buyrulmuştur. Allah Resûlü de (s.a.s.) hadislerinde Müslümanın yakından uzağa doğru akrabasına karşı olan sorumluluğunu ifade etmiştir: “Ey Allah’ın Resûlü! Kime iyilik edeyim?” diye soran sahâbîye Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve sözü geçen bu kimselerden sonra gelen yakınlarına iyilik et. Bu yapılması gereken bir vazifedir. Bunlar ilişkileri devam ettirilmesi gereken yakınlardır.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 128 [5140]) buyurmuştur. Bu sebeple kişi, kan bağıyla bağlı olup kendileri ile evlenmesinin câiz olmadığı hısımlarına, yakınlık sırasına göre muhtaç olduklarında nafaka ödemekle yükümlüdür (Serahsî, el-Mebsût, 5/208). Buna göre erkeğin muhtaç durumda olan kız kardeşine bakması gerekir.
|
Süt haramlığının delili nedir? Süt akrabalığının oluşma şartları nelerdir?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Nesep yoluyla evlenilmeleri haram olanlar, süt yoluyla da haramdır.” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546).
|
Çocuğun süt gelmeyen memeyi emmesiyle süt akrabalığı oluşur mu?
|
Süt akrabalığının oluşması için emziren kadının sütünün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Dolayısıyla süt gelmeyen memeyi emmekle süt akrabalığı oluşmaz (bkz. Merğinânî, el-Hidâye, 3/138; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309).
|
Bir kadının kendi çocukları dışında farklı doğumlarda emzirdikleri arasında süt kardeşliği olur mu?
|
İster aynı doğumda ister başka doğumlarda olsun, bir kadından süt emen bütün çocuklar birbirleriyle süt kardeşi olurlar (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/343). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm’de kendisinden süt emilen kadınlar “sütanne”, aynı kadından süt emen çocuklar da “süt kardeş” olarak isimlendirilmiş ve bunlar arasında süt akrabalığının meydana geleceği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/23; Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, 3/65-66).
|
"Süt bankası"ndan alınan sütle süt hısımlığı oluşur mu? Süt bankasındaki sütlerin karışmış olması hükmü etkiler mi?
|
Süt akrabalığı, bebeğin memeden sütü emmesiyle oluştuğu gibi kadından alınan sütün içirilmesiyle de oluşur. Dolayısıyla süt bankasından temin edilen sütün emme yaşındaki çocuklara verilmesiyle süt akrabalığı oluşur. Bu nedenle süt akrabalığında herhangi bir karışıklığa meydan vermemek ve dinen haram sayılan bir evliliğe sebep olmamak için süt verenlerle süt emenlerin kimliklerinin kayda alınması ve bu konuda titizlik gösterilmesi şarttır. Süt bankasına farklı kadınlar tarafından verilen sütlerin karıştırılmış olması bu hükmü değiştirmez. Bu durumda süt veren kadınların tamamıyla bu sütleri içen çocuklar arasında süt hısımlığı oluşmuş olur (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/343-344).
|
Göze veya kulağa damlatılan sütten dolayı süt akrabalığı meydana gelir mi?
|
Süt hısımlığının oluşması için sütün bebeğin midesine ulaşması gerekir. Bunun sebebi, emilen sütün çocuğun beslenmesi ve büyümesindeki katkısıdır. Göze veya kulağa damlatılan sütün beslenme ve büyümede etkisi yoktur. Dolayısıyla bu organlara damlatılan süt sebebiyle süt akrabalığı meydana gelmez (Merğinânî, el-Hidâye, 1/245; İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/313; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/344).
|
Süt sebebiyle oluşan mahremiyette ölçü nedir?
|
Aralarında süt hısımlığı bulunan kimseler birbirlerinin mahremidirler yani bunların birbirleriyle evlenmeleri ebediyen haramdır. Süt akrabalığı ile nesep akrabalığı arasında mahremiyet açısından bir fark yoktur. Dolayısıyla bakma, dokunma, bir arada bulunma, beraber seyahat etme vb. konularda nesep akrabası için söz konusu olan kurallar süt akrabası için de aynen geçerlidir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 4/113).
|
Bir kimse sütbabasının diğer hanımından olan çocuğuyla evlenebilir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, sütanneler ve süt kardeşlerle evlenmek yasaklanmıştır (en-Nisâ, 4/23). Hz. Peygamber de (s.a.s.) “Nesep bakımından haram olan süt bakımından da haramdır” (Buhârî, Şehâdât, 7 [2645]; Müslim, Radâ‘, 12 [1447]) buyurmuştur. Bu yüzden kişi, kendi baba bir kardeşiyle evlenemeyeceği gibi sütbabasının diğer hanımından olan çocuğu da baba bir süt kardeşi olduğundan, onunla da evlenemez (Serahsî, el-Mebsût, 5/242).
|
Bir kimse kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir mi?
|
Süt akrabalığı, sadece emziren ve emen arasındaki süt emme fiilinden doğduğu için sütanne ve bazı akrabaları ile; süt emenin kendisi ve öz çocukları ile sınırlı kalmakta, bunların dışındaki akrabalar arasında evlenme engeli meydana gelmemektedir (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/130). Bu yüzden kişi, kardeşinin süt kardeşiyle evlenebilir.
|
Sütkardeş oldukları evlendikten sonra anlaşılan çiftlerin durumu ne olacaktır?
|
Süt emme ve emzirmenin evlilik engeli sayılabilmesi için emme olayının kesin olarak sabit olması gerekir. Fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre çocuğun ilk iki yaş içerisinde emdiği süt, az olsun çok olsun süt hısımlığının meydana gelmesi için yeterlidir. Buna göre; iki yaş içerisinde aynı kadından bir defa da olsa süt emen kız ve erkeğin birbirleriyle evlenmeleri câiz değildir (Serahsî, el-Mebsût, 5/137; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 4/8). Şâfiî ve Hanbelîler ise süt hısımlığının oluşabilmesi için ilk iki yaş içinde ve bebeğin doyup da kendiliğinden bırakması sûreti ile ayrı ayrı beş kez emmesinin şart olduğunu söylemektedir (İbn Kudâme, el-Muğnî, 11/309; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 3/546). Kocanın, eşiyle süt kardeş olduğunu ikrar edip, ikrarında ısrar etmesi ya da âdil iki erkek veya bir erkek ve iki kadının şahitliği ile süt kardeş oldukları sabit olan evli çiftlerin araları ayrılır. Bu durumda, çiftler arasında cinsel yakınlık olmuş ise kadın, belirlenen mehir ile mehr-i misilden en az olanı hak eder. Cinsel yakınlaşma olmamış ise kadın, mehir olarak bir şey alamaz (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/380-381). Şâfiî mezhebine göre süt akrabalığının varlığı, erişkin iki erkek, bir erkek iki kadın veya dört kadının şahitliğiyle ispat edilebilir. Yine bu mezhebin kuvvetli görüşüne göre, süt emmeye şahitlik etmek, mahremiyetin sabit olması için yeterli değildir. Şahitlerin; süt emme vaktini, emme sayısını ve sütün, emen çocuğun midesine ulaştığını söylemeleri gerekir (Şâfiî, el-Ümm, 6/94; Nevevî, el-Mecmû’, 20/260). Buna göre, evlendikten sonra süt kardeş oldukları ihtimali beliren çiftler, Şâfiî mezhebinde ileri sürülen şartlar gerçekleşmemişse bu mezhebin görüşü doğrultusunda evlilik hayatına devam edebilirler.
|
Ücretle sütanne tutmak caiz midir?
|
Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda çocuğa karşı yerine getirilmesi gereken önemli bir hak olarak görülmüştür. Allah Teâlâ “Emzirmeyi tamamlamak isteyen için analar çocuklarını tam iki yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak da babanın borcudur. Hiç kimse gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılınamaz. Ne ana çocuğu yüzünden zarara uğratılsın ne de babası çocuğundan dolayı zarar görsün” (el-Bakara 2/233) buyurmuş ve emzirmeyi bir vazife olarak annelere yüklemiştir. Ancak aile isterse çocuğu sütanneye de verebilir. Annenin çocuğu bizzat emzirmesinin sağladığı yararlar dikkate alındığında meşru mazeret olmadıkça annelerin emzirmeden kaçınmamaları gerekir. Çocuğun sütanneye verilmesi durumunda emzirme karşılığında bir ücret talep edilirse, bu ücret baba tarafından ödenir (el-Bakara 2/233, el-Talâk 65/6).
|
Koruyucu aile olmanın hükmü nedir?
|
İslâm’ın ilk yıllarında eski geleneğin devamı olarak bir süre muhafaza edilen evlatlık kurumu, Medine döneminde nazil olan “Allah, evlatlıklarınızı öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır.” (el-Ahzâb, 33/4) meâlindeki âyetle kaldırılmış, ardından gelen âyette de evlatlıkların evlat edinenlere değil asıl babalarına nispet edilmesi emredilmiştir. Buna göre dinimizde kimsesiz çocukların bakım ve gözetilmesi tavsiye edilmiş olmakla birlikte ‘hukuki sonuçlar doğuran bir evlatlık müessesesi’ kabul edilmiş değildir. Bunun tabii bir sonucu olarak evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz, aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Bununla birlikte evlatlık kurumu zaman zaman ‘koruyucu aile’ tarzında varlığını sürdürmüştür. İslâm’ın evlatlık müessesesini kaldırması, yetim, öksüz ve kimsesiz çocuklarla ilgilenilmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onları beslemek, büyütmek büyük sevaptır ve bir insanlık ödevidir. Hz. Peygamber (s.a.s.), işaret ve orta parmağını göstererek “Ben ve yetimi himaye eden kimse cennette şöylece beraber bulunacağız.” (Buhârî, Edeb, 24 [6005]; Müslim, Zühd, 42 [2983]) buyurmuştur. Bu itibarla, sevgiye, şefkate ve korumaya muhtaç kimsesiz çocuklar, kendilerine yardım eli uzatılarak, ailelerin yanında veya çocuk yuvalarında himaye edilmeli; eğitilip, sanat ve meslek sahibi yapılarak topluma kazandırılmalıdır. Fakat bunu yapmak için hiçbir kimsenin, çocuğun kendi soy kütüğü ile ilişkisini kesmeye, ona öz ana babasını unutturmaya hakkı olmadığı gibi onu kanuni mirasçıları arasına katması ve aile içi tesettür ve mahremiyet bakımından kendisine öz evlat gibi davranması da doğru değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi; onu koruma altına almak, bakmak, büyütmek, maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir din kardeşi gibi muamele etmektir.
|
Koruyucu aile kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödediği paranın alınmasında dinen bir sakınca var mıdır?
|
Koruyucu aile programı uygulaması kapsamında himayeye alınan çocuklar için devletin ödeyeceği paranın çocuğa harcanması veya onun adına saklanması hâlinde koruyucu aile tarafından alınmasında dinî açıdan bir sakınca yoktur. Bununla birlikte, himaye eden ailenin fakir olması durumunda çocuk için verilen paradan makul şekilde istifade etmesi de câizdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (bulâğa) erdiklerinde, eğer reşîd olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 4/6) buyrulmuştur. Öte yandan dinimizde çocuğun anne-baba ile olan nesep bağının koparılması onun duygu dünyasını yıkmak ve onu ruhen öldürmek sayılabileceğinden dolayı doğru bulunmamıştır (bkz. el-Ahzâb, 33/4-5; Buhârî, Megâzî, 57 [4326]; Müslim, Îmân, 114-115 [63]). Bu yüzden çocuk, Allah’ın emaneti olarak görülmeli, bu emanete hakkıyla riâyet için çaba ve gayret gösterilmeli, maddî sıkıntılar sebebiyle evlatlık verilip gerçek anne-baba şefkatinden mahrum bırakılmamalıdır.
|
İddet ne demektir? İddet süreleri ne kadardır?
|
“Saymak, miktar, adet” anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kavramı olarak, herhangi bir sebeple evliliğin sona ermesi hâlinde, kadının yeni bir evlilik yapabilmek için beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. İddetin, kadının hamile olup olmadığının anlaşılarak nesebin karışmasını önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir araya gelme fırsatı verme, kadın için yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik bağını bir anda yok etmeme gibi hikmetleri bulunmaktadır. Evlilik, boşanma veya fesih yoluyla sona ermişse ve kadın da hamile değil ise âdet gören kadın üç hayız süresi iddet bekler. “Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler.” (el-Bakara, 2/228). Herhangi bir sebeple âdet görmeyenler ise üç ay süreyle iddet beklerler. “Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır.” (et-Talâk, 65/4). Evlilik erkeğin ölümü ile sona ermiş ve kadın da hamile değilse, iddet süresi dört ay on gündür. “İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri, kendi kendilerine dört ay on gün (iddet) beklerler.” (el-Bakara, 2/234). Evlilik ne şekilde sona ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, doğum yapıncaya kadardır; doğum yapmasıyla iddeti sona erer. “Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer.” (et-Talâk, 65/4). İddet beklemenin başlangıcı, tarafların fiilen birbirlerinden ayrı kaldıkları an değil, boşamanın veya ölümün gerçekleştiği andır. İddet beklemekte olan bir kadının başka biri ile nikâhlanmasının haram olmasının hikmeti, kendisinde hâlâ eski evliliğinin etkilerinin bulunabilmesi, eski kocasının haklarının korunması ve neslin birbirine karışma ihtimalinin bulunmasıdır.
|
Evlenmenin dinî hükmü nedir?
|
İslâm, evliliği ve evlilik yoluyla neslin devamını emretmiştir. Nitekim âlimlerimiz neslin devamını, İslâm’ın gerçekleştirmeyi hedeflediği beş temel zarurî esastan biri olarak görmüşlerdir. Zira Kur’ân-ı Kerîm’de evli olmayanların evlendirilmesi emredilmiş, fakir olsalar bile Allah’ın onları kendi lütfundan rızıklandıracağı bildirilmiş (en-Nûr 24/32); evlilik hükümleri detaylı bir şekilde anlatılmış (en-Nisâ 4/3, 23) ve insana kendi türünden huzur bulacağı eşlerin yaratılması da Allah’ın varlığının ve hikmet sahibi oluşunun delili olarak gösterilmiştir. (er-Rûm 30/21) Hz. Peygamber (s.a.s.) Müslümanları evlenmeye teşvik ederek; “Ey gençler! Sizden evlenmeye güç yetirenler evlensin.” (Buhârî, Nikâh, 2-3 [5065-5066]; Müslim, Nikâh, 1 [1400]) ve “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. Evleniniz. Çünkü ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” (İbn Mâce, Nikâh, 1 [1846]; bkz. Buhârî, Nikâh, 1 [5063]; Müslim, Nikâh, 5 [1401]; Abdürrezzâk, el-Musannef, 6/173 [10391]) buyurmaktadır. Bu itibarla evlilik, meşru bir mazeret olmadıkça terk edilmemesi gereken bir sünnet olarak görülmüştür (bkz. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/7). Bununla birlikte evlenmediği takdirde günaha girme ihtimali yüksek olan kimsenin evlenmesi vaciptir. Bir kimsenin davranışlarına yansıyan kişilik bozuklukları sebebiyle evleneceği eşine zulmetmesinden endişe edilmesi hâlinde ise evlenmesi mekruhtur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/82).
|
Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar kimlerdir?
|
İslâm dininde evlenilmesi haram olan kadınlar âyet ve hadislerde belirtilmiş ve bunların dışındakilerle evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, kendisiyle evlenilmesi haram olan kadınlardan bahsederken öncelikle Câhiliye döneminde bir nikâh türü olan üvey anneyle evlenme âdetine şu âyetiyle yasak getirmiştir: “Geçmişte olanlar hariç, artık babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Çünkü bu bir hayâsızlık, öfke ve nefret gerektiren bir iştir. Bu ne kötü bir yoldur.” (en-Nisâ, 4/22). Bir sonraki âyette nesep ve süt hısımlığıyla sıhrî hısımlıktan dolayı evlenilmesi haram olan kadınlar sıralanmıştır: “Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz, eşlerinizin anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın eşleri, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 4/23). Daha sonra evli kadınlarla evlenmenin de haram olduğu ifade edilmiştir: “…Evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır.” (en-Nisâ, 4/24). Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de iddet bekleyen kadının başka biriyle evlenemeyeceği (el-Bakara, 2/235), tek kadınla evlilik esas olmakla birlikte şartlarına uyarak birden fazla kadınla evlenmek isteyen erkek için bu sayının dörtle sınırlı olduğu ve aynı anda dörtten fazla kadınla evli olunamayacağı bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/3). Bunun yanında kadın olsun erkek olsun müşriklerle evlenmek yasaklanmış (el-Mümtehine, 60/10); ancak Müslüman erkeklerin, Ehl-i kitaptan iffetli kadınlarla evlenmelerine izin verilmiştir (el-Mâide, 5/5). Nisâ sûresi 23. âyette geçen “İki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz de size haram kılındı.” ifadesi, “Bir kadın, halası veya teyzesi ile aynı anda (bir erkeğin nikâhı altında) bulunamaz” (Buhârî, Nikâh, 27 [5109-5110]; Müslim, Nikâh, 37-38 [1408]) hadisiyle; aynı âyette geçen “Sizi emziren sütanneleriniz, süt kız kardeşleriniz size haram kılındı” ifadesi de “Nesep sebebiyle haram olanlar süt emme sebebiyle de haram olur.” (Buhârî, Nikâh, 117 [5239]; Müslim, Radâʽ, 2 [1444]) hadisiyle açıklanmış ve böylece âyetin delâlet ettiği hükümlerin kapsamı genişletilmiştir.
|
Kişi hangi akrabaları ile evlenemez?
|
İslâm dininde evlenilmesi câiz olmayan hısımlar âyet ve hadislerde sayılmış ve bunların dışında kalanlarla evlenmenin helâl olduğu açıkça ifade edilmiştir. Kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar şunlardır: Anne, anne veya baba tarafından olan büyük anneler, kız, oğlan ve kızın çocukları yani torunlar, kız kardeş, kız ve erkek kardeşin kızları, hala, teyze, eşin annesi, kendisiyle birleşilen eşin başka kocasından olan kızı, oğlun eşi, evlilikleri devam ettiği sürece eşin kız kardeşi ile teyzesi ve halası (eşinden ayrılmadan bunlarla evlenemez), puta, ateşe, yıldıza tapanlar, sütanne, süt kız kardeş, süt hala, süt teyze ve başkalarının nikâhında bulunan kadınlar (en-Nisâ, 4/23-24; Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/84-86). Bunların dışında kalanlarla, başka bir evlenme engeli de yoksa evlenilmesi câizdir. Nisâ sûresinde evlenilmesi yasak olanlar sayıldıktan sonra; “Bunların dışında kalanlarla ise evlenmek size helâl kılınmıştır.” (en-Nisâ, 4/24) buyrulmuştur. Yukarıda sayılanların dışındaki akrabalarla evliliği yasaklayan bir delil bulunmamaktadır. Bazı kitaplarda nakledilen “Yakın akrabalarla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf doğar.” (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]) şeklindeki hadis güvenilir kaynaklarda yer almamaktadır. Bu konuda zikredilen “Zayıf çocuklar dünyaya getirmektesiniz. Bu yüzden yabancı kadınlarla evlenin.” sözü Hz. Peygamber’e (s.a.s.) değil Hz. Ömer’e aittir (İbn Hacer, et-Telhîsu’l-habîr, 3/308-309 [1481]). Hz. Peygamber (s.a.s.) halasının kızı Zeynep binti Cahş ile evlendiği gibi (el-Ahzâb, 33/36-38), kendi kızı Hz. Fâtıma’yı da amcasının oğlu Hz. Ali ile evlendirmiştir.
|
Müslüman erkek gayrimüslim bir kadınla evlenebilir mi?
|
Dinî değer ve hayatın muhafazası, geliştirilip devam ettirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması gibi önemli sosyal fonksiyonlar icra eden aile kurumuna hukuki meşruiyet kazandıran evlenme akdinin sınır ve şartları Kur'ân-ı Kerîm’de ve sünnette tafsilatlı bir şekilde yer almış, kimlerle evlenilip kimlerle evlenilemeyeceği detaylı olarak açıklanmıştır. Bu bağlamda dinimizde Müslüman bir erkeğin Ehl-i kitap (Yahudi ve Hristiyan) kadınlarla evlenebileceği; Ehl-i kitap dışındaki gayrimüslim (ateist, deist, budist vb.) kadınlarla ise evlenemeyeceği belirtilmiştir (el-Bakara, 2/221; Maide, 5/5). Şu kadar var ki, eş seçiminde Müslüman hanımların tercih edilmesi aile huzuru, neslin korunması ve toplumsal uyum açısından daha uygundur.
|
Nikâhın tescili şart mıdır?
|
Dinî kurallara uygun olarak yapılan bir nikâh akdi geçerlidir. Ancak evliliğin bir düzene sokulması ve evlenecek olanların gerekli şartları taşıyıp taşımadığının denetlenmesi bakımından, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden bu yana nikâhlarda aile büyüklerinin hazır olması, bir hutbe îrâd edilmesi/dua yapılması ve bu arada bir düğün yemeği (velîme) verilmesi müstehap görülmüştür. Tescil gibi bir şekil şartı, ilgili naslarda yoksa da; vadeli borç ve hakların yazıyla tespitini ve şahit bulundurulmasını bildiren âyetin (el-Bakara, 2/282) delâleti, bir akit olması hasebiyle nikâhın da tescil edilmesinin uygun olacağını göstermektedir. Bu tescil, kadının haklarının korunması açısından önemli olduğu için ihmal edilmemelidir.
|
Resmi nikâh kıydıran kimse ayrıca dinî nikâh kıydırmalı mıdır?
|
İslâm’a göre nikâh, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin (veya vekillerinin) şahitler huzurunda “seni nikâhladım, seninle nikâhlandım, seni eş olarak kabul ettim, seninle evlendim.” gibi yoruma ve inkâra imkân vermeyecek sözlerle, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmelerinden (îcap ve kabul) ibarettir (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/82-83). Bu nikâh akdinin gizli değil, evlenecek olanların kendi aileleri ve yakın çevrelerinin bilgisi dâhilinde icra edilmesi gerekir. Bütün şartların yerine getirilmesi neticesinde icra edilen bu şekildeki bir resmî nikâh, dinen de muteberdir. Nikâh dairelerinde kıyılan resmî nikâhlarda nikâh memurunun “evlenmeyi kabul ediyor musun?” şeklindeki sözün tarafların “evet” veya “kabul ediyorum” şeklinde verdikleri cevaplar bu akdin dinen geçersiz olmasını gerektirmez. Çünkü yapılan nikâh akdinin kesin olduğu hem resmî tescille hem de ortam karinesi ile sabittir. Evlenecek kişiler resmî nikâhtan sonra, isterlerse evlerinde veya münasip bir yerde istedikleri kişilere Kur’ân-ı Kerîm’den bir bölüm okutup dua ettirip nikâh kıydırabilirler. Kurulan yuvanın mutluluklar getirmesi, sâlih ve sağlıklı nesillere vesile olması için dua edilmesi elbette iyidir. Bu aynı zamanda örfümüze de uygundur. Ancak günümüzde resmî nikâh olmadan dinî nikâh yapılması kadının ve çocukların haklarının korunması açısından uygun değildir. Nitekim Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesinde de şehrin kadısına kayıt yaptırılması şart koşulmuş ve nikâhın tescili üzerinde ısrarla durulmuştur.
|
Nikâhta şahitliğin hükmü nedir?
|
Nikâh akdinin geçerli olmasının şartlarından biri de nikâhın şahitler huzurunda akdedilmesidir. En az iki şahit bulunmadan kıyılan nikâh akdi geçerli değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.); “…iki âdil şahit olmadıkça kıyılan nikâh (geçerli) olmaz.” (İbn Hibbân, es-Sahîh, 9/386 [4075]; bkz. Tirmizî, Nikâh, 15 [1104]) buyurarak nikâhtaki en önemli şartlardan birinin şahitlik olduğunu belirtmiştir. Nikâh akdinde şahitlerin; erkeğin şahidi ve kadının şahidi şeklinde bir ayrıma tabi tutulması şart değildir. Hanefî âlimleri dışındaki müctehidler, şahitlerin ikisinin de erkek olmasını şart koşmuş, Hanefîler ise bir erkek ve iki kadının şahitliğini yeterli görmüşlerdir. Nikâhta şahitliğin şart koşulması aleniliği sağlamak ve yapılan evliliğe şaibe karışmasını önlemek içindir. Ayrıca şahitlerin Müslüman ve tam ehliyetli (temyiz gücüne sahip, âkil baliğ) olması gerekir. Şu kadar var ki evlenilecek kadın Ehl-i kitaptan biri ise şahitler de Ehl-i kitaptan olabilir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/185-186).
|
Gizli nikâhın hükmü nedir?
|
Tarafların şahitler huzurunda irade beyanında bulunmalarına rağmen ailelerinden ve yakın çevrelerinden gizleyerek yaptıkları akit, gizli nikâh olarak adlandırılır. Böyle bir akit, nikâhta bulunması gereken aleniyet niteliğini taşımadığından dinin nikâh ile ilgili genel ilkelerine aykırıdır. Sadece iki şahidin bildiği bir nikâh akdinin alenî olduğu söylenemeyeceğinden tarafların ailelerinin ve yakın akrabalarının muttali olmadığı bir akit gizli nikâh olmaktan çıkmaz. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Bu nikâhı ilan edip duyurun...” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1089]; İbn Mâce, Nikâh, 20 [1895]); “Haram olan (ilişki) ile helal olanı (evlilik) ayıran şey, def çalmak ve duyurmaktır.” (Tirmizî, Nikâh, 6 [1088]; Nesâî, Nikâh, 72 [3369-3370]) buyurarak alenîliğin gerekliliğine işaret etmektedir. Hz. Ebû Bekir de gizlenmesi şartıyla yapılan nikâh akdini geçersiz saymıştır (Sahnûn, el-Müdevvene, 2/129).
|
Tehdit altında yapılan nikâh akdi geçerli midir?
|
Nikâh, evlenmelerinde dinî açıdan bir engel bulunmayan kadın ile erkeğin veya vekillerinin şahitler huzurunda, birbirleriyle evlenmeleri konusunda karşılıklı rızalarını ifade etmeleriyle (icap ve kabulle) meydana gelen bir akittir. Bu sebeple tarafların ömür boyu birlikte yaşamaya ve hayatın iyi-kötü yanlarını birlikte omuzlamaya hür iradeleri ile karar vermeleri gerekir. Dolayısıyla evlenecek kişilerin rızalarının bulunması zorunludur. Nitekim fıkha istinaden hazırlanmış olan Osmanlı Hukûk-ı Âile Kararnâmesi zorla ve tehdit altında yapılan nikâhı geçersiz saymıştır (HAK, Md. 57). Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir.
|
İki bayram arasında evlenmek caiz midir?
|
Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramları kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikâh kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dinî yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Âişe (r.a.) iki bayram arasında yer alan Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikâh, 73 [1423]). Şartlar ve imkânlar müsait olduğu zaman senenin bütün günlerinde ve günün her saatinde düğün yapılabilir, nikâh kıyılabilir. Yani nikâh için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu sebeple iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikâh kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır.
|
Boşama yetkisinin eşe veya başkasına devredilmesi mümkün müdür?
|
İslâm’da boşama yetkisi prensip olarak kocaya verilmiştir. Boşama yetkisini elinde bulunduran kocanın, bu yetkisini, nikâh akdi sırasında veya evlilik süresi içinde karısına veya bir başkasına devretmesi mümkündür. Buna “tefvîz-i talâk” denir. Tefvîz, nikâh akdi esnasında yapılabileceği gibi evliliğin devam ettiği bir zamanda da yapılabilir. Nikâh akdi esnasında tefvîz yapılacaksa bu, kadının o sırada bu hakka kendisinin de sahip olmasını şart koşmasıyla olur. Kadın bu hakka nikâh kıyılırken mesela “boşama yetkisi elimde bulunup, dilediğim zaman kendimi boşayabilme şartıyla evleniyorum” demesi ve erkeğin de bunu kabul etmesiyle sahip olur. Bu şekliyle boşama yetkisini alan kadın dilediği zaman boşanabilir (el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/387-390; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/242, 314-324, 329). Tefvîz-i talâk, evlilik devam ederken de olabilir. Erkek, eşine, “Sen muhayyersin. Beni veya boşanmayı tercih edebilirsin. İstersen kendini boşayabilirsin, evliliğe devam konusunda karar senin.” gibi sözler ile boşama hakkını verebilir. Kadın bu tür sözlerle kendisine verilen boşama yetkisini aynı mecliste kullanmazsa hakkını kaybeder. Ancak boşama yetkisi “kendini her ne zaman istersen boşayabilirsin” gibi umumi bir ifade ile verilirse, kadın bu hakkı sözün söylendiği meclisle sınırlı olmadan istediği zaman kullanabilir (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 4/76-79). Kadın, ister nikâh esnasında isterse evlilik devam ederken elde ettiği boşanma yetkisini kullanmak zorunda değildir. Kadın kocasının verdiği bu yetkiyi baştan kabul etmeyeceği gibi sonradan kendi rızasıyla da iade edebilir. Bu yetkiyi kocasına iade eden kadın tefvîz yoluyla elde etmiş olduğu boşanma hakkını yitirmiş olur (Bilmen, Kâmus, 2/259).
|
Boşanma esnasında şâhit bulundurmak gerekir mi?
|
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” (et-Talâk, 65/2) buyrulmaktadır. Bu âyetteki şahit tutma emrinin boşamaya mı yoksa ric‘î talâkla boşadıktan sonra dönmeye mi yönelik olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Hanefîler'e göre her ikisinde de şahit bulundurmak menduptur. Dolayısıyla boşama esnasında şahit tutma, boşama işleminin geçerlilik şartı değildir. Bununla birlikte fakihler bu buyruğun, hakların zayi olmaması ve ihtilafların önlenmesi gibi amaçlar taşıdığı noktasında birleşmektedirler.
|
‘Boşarım’ demekle boşanma meydana gelir mi?
|
Boşama, yetkili kişi veya kurumun kesin kararı ve bu kararın yoruma yer bırakmayacak şekilde açık sözlerle ifade edilmesiyle olur. Türkçede geniş zaman için kullanılan “Boşarım” sözü bu nitelikte olmayıp boşama tehdidi anlamına gelir. Dolayısıyla bu sözle boşama meydana gelmez. Boşama, kişinin eşine söylediği “Boşsun”, “Boş ol”, “Boşadım” veya “Karım boştur” gibi boşama iradesini ortaya koyan “şimdiki veya geçmiş zamanlı” ifadelerle ya da mahkemenin kararıyla gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225-228; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/385-387, 397).
|
Bir defada iki veya üç talakla boşamanın hükmü nedir?
|
İslâm’a göre evli çiftler arasında üç bağ vardır. Buna göre koca, eşini en fazla iki defa boşamışsa onunla evliliğini sürdürebilir. Üçüncü kez boşamakla aralarındaki evlilik bağı tamamıyla ortadan kalkmış olur. İçlerinde Hanefî ve Şâfiîlerin de bulunduğu fukahâ çoğunluğuna göre aynı anda verilen “üç boşama”, “üç talâk” olarak geçerli olup, bu takdirde koca, eşini tamamen boşamış olur (Şâfiî, el-Ümm, 6/473; Sahnûn, el-Müdevvene, 2/3; Kudûrî, el-Muhtasar, 3/37-38; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 2/61). Ashap ve tâbiînden bu boşamayı üç sayanlar olduğu gibi tek sayanlar da vardır. Böyle bir boşamanın tek talâk olacağı görüşünü savunanlar, İbn Abbas’ın rivâyet ettiği “Hz. Peygamber (s.a.s.) devrinde, Hz. Ebû Bekir’in devrinde ve Hz. Ömer’in hilafetinin ilk iki senesinde üç talâk bir talâk sayılırdı” haberini (Müslim, Talâk, 15 [1472]) ve yine İbn Abbas’ın rivâyet ettiği, “Rükâne, karısını bir mecliste üç talâk ile boşamıştı ve bunun için çok üzülüyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) ona, “Onu nasıl boşadın?” diye sordu. Rükâne “üç talâk ile boşadım” dedi. Resûlullah (s.a.s.) ona, “Tek mecliste mi?” dedi. O da “evet” cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) “O bir talâktır. İstersen ona dönebilirsin” buyurdu anlamındaki hadisini delil getirmişlerdir (bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/265 [2387]; Ebû Dâvûd, Talâk, 9-10, 13-14 [2196, 2206, 2208]; Tirmizî, Talâk, 2 [1177]). Din İşleri Yüksek Kurulu’nun benimsediği görüşe göre, aynı anda veya ric‘at olmadıkça yapılan boşamalar tek boşama sayılır. Bu durumda boşama ric‘î (yeni bir nikâh akdi yapmaya gerek kalmaksızın kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) ise taraflar, iddet içinde yeni bir nikâha gerek olmaksızın, boşama bâin (geri dönüşü ancak yeni bir nikâh akdi yapmakla mümkün olan boşama) ise veya iddet bitmiş ise tarafların rızaları ile yeni bir nikâh kıyarak evliliklerini sürdürebilirler.
|
Boşama anlamına gelebilecek kinayeli sözlerle boşanma meydana gelir mi?
|
İslâm hukukuna göre boşama için kullanılan sözler iki türlüdür. Bunlardan birisi boşamadan başka bir anlama gelmesi mümkün olmayan, sadece boşama için kullanılan “Seni boşadım, boşsun, boş ol.” gibi sözlerdir. Bunlara sarih/açık sözler denir. Diğeri de boşama anlamına gelebileceği gibi başka anlamlara da gelebilen sözlerdir. Bu tür ifadelere de kinayeli sözler denir. “Git babanın evine.”, “Defol git.”, “Sen benim karım değilsin.”, “Ben senin kocan değilim.” gibi ifadeler, boşamada kullanılan kinayeli sözlerdendir. Bu tür sözlerin boşanmada etkili olabilmesi için erkeğin bu sözleri boşama kastıyla söylemiş olması gerekir. Bu vb. kinayeli sözlerle boşamaya niyet edildiği takdirde bir bâin (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı vermeyip yeni bir nikâh akdi gerektiren) talâk meydana gelir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/225). Şâfiîlere göre ise böyle kinayeli sözlerle yapılan boşamalar ric‘î (kocaya tek taraflı olarak evliliği sürdürme hakkı veren boşama) sayılır (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/455-462).
|
Kadının, “ben ayrılmak istiyorum” deyip, erkeğin de “peki” demesiyle boşama meydana gelir mi?
|
Boşama kişinin kesin kararına ve bu kararın yoruma açık olmayacak şekilde ifadesiyle gerçekleşir. “Boşanalım, ayrılalım, ben ayrılmak istiyorum” gibi sözler temenniden ibarettir. Kadının bu tür temennilerine erkek “peki” diyerek olumlu mukâbelede bulunsa bu sözlerle boşama meydana gelmez. Şu kadar var ki, olur olmaz şeylerden dolayı boşama konusunun gündeme getirilmesi doğru bir davranış değildir.
|
Boşamada kullanılan sözler dille söylenmeden zihinden geçirilmekle boşama gerçekleşir mi?
|
Boşama, bu yetkiye sahip olan kişinin boşama için kullanılan sözlerden birisini kullanmasıyla gerçekleşir. Boşamanın meydana gelmesi için içteki niyetin söz olarak dışarıya vurulması lazımdır. Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bir hadiste, “Allah, söze ve tasarrufa dökmedikçe ümmetimi içinden geçirdiklerinden dolayı sorumlu tutmayacaktır.” (Buhârî, ʽItk, 6 [2528]; Eymân, 15 [6664]; Müslim, Îmân, 201-202 [127]) buyrulmuştur. Buna göre sadece içten geçirilerek veya söylemeksizin sadece talâka niyet etmekle boşama meydana gelmez.
|
Şarta bağlı boşamanın hükmü nedir?
|
Boşamanın meydana gelmesini “şâyet, ise zaman” gibi şart edatlarından birini kullanarak bir işin olup olmamasına bağlamaya ta‘liku’t-talâk denir. Bu şart kocanın kendi fiiline bağlanabileceği gibi eşinin veya bir başka şahsın fiiline ya da bir olayın vukuuna da bağlanabilir. Mesela “Şunu yaparsam/yapmazsam eşim boş olsun”, “Şunu yaparsan/yapmazsan boş ol”, “Falanca şöyle yaparsa/yapmazsa boşsun” yahut “Şöyle yaparsan/yapmazsan eşim boş olsun” gibi boşamanın eşlerden birinin veya üçüncü bir kişinin fiiline bağlandığı hallerin tamamı ta‘liku’t-talâk olarak değerlendirilir. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğuna göre şarta bağlanmış olan boşama, bu şartın yerine gelmesiyle gerçekleşir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/244; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/504, 514-515; İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/451, 461-462). Bazı âlimlere göre ise bu şartlı ifadeler, kullanan kişinin maksadına göre farklı sonuçlar doğurur. Din İşleri Yüksek Kurulu da bu görüşü benimsemektedir. Buna göre şarta bağlanan ifade; a) Eşi ile arasındaki nikâh bağını sona erdirmek niyeti ile söylenirse boşama olarak değerlendirilir. b) Boşama kastı ve niyeti olmaksızın söze kuvvet kazandırmak, bir işi teşvik etmek ya da bir işe engel olmak amacı ile söylenirse yemin olarak değerlendirilir. Bu durumda şart gerçekleştiğinde erkeğin yemin keffâreti vermesi gerekir (İbn Teymiyye, Mecmû‘u’l-Fetâvâ, 33/46, 127-128). Ayrıca tehdit ve baskı (ikrah) altında kişinin rızası olmadan yapılan şartlı boşamalar ile “filan işi yaparsam/yapmazsam evleneceğim bütün kadınlar boş olsun” cümlesinde olduğu gibi ileride yapılabilecek nikâh akitlerinin başlar başlamaz boşanma ile sonuçlanmasını ileri süren şartlar hiçbir hüküm ifade etmez.
|
Boşamadığı hâlde yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söylemenin hükmü nedir?
|
Gerçekte eşini boşamadığı hâlde kendisine sorulduğunda yalan beyanda bulunarak eşini boşadığını söyleyen kimse eşini boşamış olmaz (İbn Nüceym, el-Bahr, 3/264; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, 3/238). Bu kişi yalan beyanı nedeniyle günahkâr olur, tövbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Nikâh ve boşama gibi konularda, söz söylerken oldukça dikkatli olunmalı ve Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen; “Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir; nikâh, talâk (boşama) ve talâktan sonra eşine dönme” (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]) hadisi unutulmamalıdır.
|
Niyeti boşama olmadığı halde eşe karşı tehdit unsuru olarak boşama sözlerini kullanma halinde boşanma gerçekleşir mi?
|
Boşama konusunun yerli yersiz gündeme getirilmesi doğru değildir. Bu durum ciddi sonuçlar doğuracağından Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda dikkatli davranmayı tavsiye etmektedir (Ebû Dâvûd, Talâk, 9 [2194]; Tirmizî, Talâk, 9 [1184]). Kişinin tehdit için karısına “seni boşarım”, “seni boşayacağım” gibi ifadeleri söylemesiyle boşama meydana gelmez. Zira bu tür sözler geleceğe dönük tehditten ibarettir (Kâsânî, Bedâîu’s-sanâi‘, 3/101).
|
Mehir ne demektir? Çeşitleri nelerdir?
|
Evlilik akdinin doğurduğu bir yükümlülük olarak erkeğin eşine vermesi gereken para ya da mala mehir denir. Kur’ân-ı Kerîm’de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının câiz olmadığı konusunda âyetler bulunmaktadır (el-Bakara, 2/237; en-Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; el-Mâide, 5/5). Hanefîler'e göre mehir, nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır. Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehrin miktarı nikâh anında belirlenmişse buna “mehr-i müsemmâ/belirlenmiş mehir” denir. Nikâh esnasında mehrin miktarının belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması hâlinde, evlenen kadın “mehr-i misil/emsal mehir” hak eder. Bu durumda mehrin miktarı akrabaları arasında her bakımdan kendi konumuna denk olan kadınların aldığı mehrin miktarıdır. Mehir, ödenme zamanına göre, “peşin mehir/mehr-i muaccel” ve “vadeli mehir/mehr-i müeccel” olmak üzere ikiye ayrılır: Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kocanın evine gitmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde belirlenen mehrin kadına ödenmesi gerekir. Şâyet bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma hâlinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm hâlinde de bırakmış olduğu mirastan ödenir. Mehir olarak maddî veya malî değeri olan her türlü menfaat tespit edilebilir. Mehrin en az miktarı Hanefîler'e göre 10 dirhem (o dönemlerde yaklaşık iki koyun bedeli), Mâlikîlere göre ise 3 dirhem gümüştür. Şâfiî ve Hanbelî hukukçulara göre ise mehrin alt veya üst sınırı yoktur. Mehrin üst sınırının olmadığı konusunda Hanefî ve Mâlikîler de diğer iki mezhep gibi düşünmektedir. Hz. Ömer kendi halifeliği döneminde evlilikleri kolaylaştırmak için mehre üst sınır getirmek istemiş, fakat bir kadının “…Onlara kantarla vermiş olsanız da hiçbir şeyi geri almayın...” (en-Nisâ, 4/20) âyetini delil getirmesi karşısında bu düşüncesinden vazgeçmiştir.
|
Kadın hangi durumlarda mehir alamaz?
|
Nikâh akdi yapıldıktan sonra eşler arasında cinsel birleşme veya sahih halvet (cinsel ilişkide bulunmalarına herhangi bir engel olmayan bir ortamda baş başa kalmaları) gerçekleşirse; erkek, kadına mehrinin tamamını vermekle yükümlüdür (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/331). Evlenme akdi sahih olur, fakat ilişki veya sahih halvetten önce kadının sebep olmasıyla ayrılık vâki olur veya kadın mehri karşılığında eşinden ayrılma yoluna giderse (muhâlea) mehir hakkı düşer (İbn Kudâme, el-Muğnî, 7/188-189; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, 4/388; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, 1/303-304).
|
Mehrini eşine bağışlayan kadın daha sonra bu bağışından dönebilir mi?
|
Mehrini aldıktan sonra eşine bağışlayan kadın bunu teslim etmeden önce bağışından dönebilir; zira teslim gerçekleşmediği için hibe akdi tamamlanmamış; yani bağış gerçekleşmemiştir. Ancak hibe edilen mehrin teslimi gerçekleşirse kadının bu hibeden vazgeçme hakkı yoktur (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/48, 52). Şâyet kadın mehrini almamış ve kocasının zimmetinde borç olarak bulunuyorsa bu mehrini bağışlar ve koca da kabul ederse artık geri dönemez. Çünkü borç kocanın zimmetinde olduğu için hibe akdiyle kabz (teslim alma) tamamlanmış olur. Şu da bilinmelidir ki, mehrin veya başka bir malın hibesinden maksat, eşler arasında bağlılığı ve kaynaşmayı güçlendirmektir. Hibeden dönmek ise bu bağlılığı ve kaynaşmayı koparmak anlamına gelir; eşler arasında sevgisizliğe ve soğukluğa sebep olur.
|
Mehri ödenmeden ölen kadının mehrinin hükmü nedir?
|
Mehir kadının nikâh ile kazandığı bir haktır (en-Nisâ, 4/4, 24). Kadın hayatta iken kocası bu hakkını vermemişse ölümünden sonra mirasçılarına vermek zorundadır (Mevsılî, el-İhtiyâr, 3/102). Dolayısıyla kadın ölünce henüz almadığı mehri de dâhil olmak üzere kendisine ait mal varlığı, teçhiz ve tekfin işlemi yapılıp, borçları ödendikten ve vasiyeti şartlarına uygun olarak yerine getirildikten sonra, mirasçılarına intikal eder. Koca da diğer mirasçılar gibi hissesi oranında karısının mirasından pay alır.
|
Kadın mehir olarak mal olmayan bir şey isteyebilir mi?
|
İslâm’da satışı veya kullanılması mübah olan her şey mehir olarak verilebilir. Taşınır ve taşınmaz mallar, zinet eşyası, standart (mislî) olan şeyler ve hatta taşınır veya taşınmaz bir maldan yararlanma hakkı da bunlar arasındadır (Kâsânî, Bedâiu’s-sanâi‘, 2/279). Mal olarak ekonomik karşılığı olmayan ve sadece dinen taat olan (sevap kazanmaya vesile olan amel) bir şeyin mehir olarak verilip verilemeyeceği, Kur’ân-ı Kerîm’i veya dinî hükümleri öğretmenin mehir sayılıp sayılmayacağı fakihler arasında tartışılmıştır. Hanefîler mehrin maddî değeri olması ilkesinden hareketle bunu câiz görmezken (İbnü’l-Hümâm, Fethü'l-kadîr, 3/339); diğer bazı mezhepler Kur’ân ve fıkıh öğretimi gibi işlerin mehir olabileceğini söylemişlerdir (Şevkânî, es-Seylü’l-cerrâr, 2/277; Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî, 9/6767-6768). Kadının evleneceği erkekten mehir olarak kendisini hacca götürmesini istemesi konusunda da aynı ihtilaflar geçerlidir. Ancak hacca götürme maddî bir külfet gerektirdiği ve burada amaç erkeğin kadına hizmeti değil, hac masraflarını karşılaması olduğu için bunun câiz olduğu görüşü tercih edilmelidir. Diğer taraftan evlenecek kadının mehir olarak muhatabının “namaz kılmasını, oruç tutmasını, sigara ve alkol gibi kötü alışkanlıkları terk etmesini istemesi” -ki, bunlar zaten kişinin yerine getirmesi gerekli görevler olduğu için- mehir olmaz.
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.